CİLT
3 (3501 - 4810 Beyitler)
Yoksa “ Kün “ der demez yerler de olurdu, gökler de;
Tanrı, buna kadirdi. Hattâ bir emreder etmez
yüzlerce yer gök yaratabilirdi.
Tanrı bütün kudretiyle beraber insanı, yavaş yavaş
ve tam kırk yılda kemal sahibi eder.
Bir anda yokluktan elli kişiyi uçurup bu âleme
getirmeye kadirdi ama.
İsa, bir dua ile hemencecik ölüyü diriltir de
3505. İsa’yı yaratan, insanları bir anda yaratmaya
kadir değil midir? İsa’ya nazaran kudreti, kat kat
üstün mü değil,
Dilediğin şeyi yavaş yavaş, fakat sağlam bir halde
yapman lâzım… İşte bu yavaşlık, sana bunu öğretmek
içindir.
Daima akıp duran küçük bir dere ne pislenir, ne
kokar.
Bu yavaşlıkla insan, ikbale, devlete erişir.
Yavaşlık, yumurtadır, devlet de kuşlara benzer.
A inatçı adam, kuş hiç yumurtaya benzer mi *
Ama yumurtadan çıkar ya!
3510. Sen de davran da cüz’ülerin, yumurtalarından
kuşlar çıkarsın.
Yılan yumurtası da serçe kuşu yumurtasına benzer,
fakat aralarında ne fark var?
Armut da elmaya benzer, benzer ama aralarında
farkları bil ey yüce kişi!
Yapraklar da bakılınca bir renktedir. Fakat
meyveleri çeşit çeşittir.
Yapraklara benzeyen bedenler de birbirine benzer…
benzer ama herkes bir iş için yaratılmıştır.
3515. Halk yolda her bir tarzda yürür durur; fakat
birisi zevk içinde, öbürü dertli, kederli!
İşte tıpkı bunun gibi ölürken de aynı çeşit ölürüz
ama yarımız ziyan içindedir, yarımız padişah!
Tanrı razı olsun, Bilâl’in neşeyle ölümü
Bilâl; zayıflıktan hilâle dönmüş, yüzüne ölüm rengi
çökmüştü.
Karısı görüp “ Ah, bu ne elem, bu ne keder “ dedi.
Bilâl, “ Hayır hayır… bu ne zevk, ve ne neşe,
Şimdiye kadar hayattan elem duymaktaydım, ölüm nasıl
bir zevktir, nedir, nedir? Sen bununebileceksin?”
3520. Demekte, bu sözleri söylerken de yüzünde
nerkisler, güller, lâleler açılmaktaydı!
Yüzünün parlaklığıyla nurlu gözleri, sözünün
doğruluğuna şahadte ediyordu.
Her gönlü kara adam onun yüzünü simsiyah görürdü ama
o, insanların gözbebeğiydi, neden gözbebeği de
siyah?
Yüzü kara olanlar, hakikati görmeyenlerdir.
İnsanların gözbebeği olan adam ise ayın aynasıdır.
Zaten dünyada can gözüne sahip olanlardan başka,
senin gözbebeğini kim görebilir ki ?
3525. Onu, gözbebeği haline gelenelerden başka kimse
göremeyince artık ondan başka kim, onun rengini
görüp anlar?
İnsanların gözbebeği olan kişiden başka herkes,
mertebesi yüce insanın sıfatlarını taklideder.
Hakikatı bilmez.
Karısı “ Ah ayrılık, ah ayrılık “ deyince Bilâl, “
Hayır, hayır… vuslat, vuslat!” dedi.
Karısı “ Bu gece gurbete gidiyorsun… soyunun sopunun
gözlerinden kaybolacaksın “ dedi.
Bilâl dedi ki: “ Hayır, hayır… bu gece ruhum, gurbet
elinden vatanına ulaşacak! “
3530. Karısı, “ Gayri senin yüzünü nerede göreceğiz
biz? “ dedi. Bilâl dedi ki: “ Tanrı haslarının
halkasında!
Başını kaldırır da –aşağıya değil- yukarıya bakarsan
Tanrı haslarının halkasını görürsün.
Yüzük taşının yüzüğe nur saçtığı gibi Âlemlerin
Rabbi de o halkayı nurlandırıp durmaktadır! “
Karısı, “ Yazıklar olsun, bu ev yıkıldı artık “
dedi. Bilâl dedi ki: “ Buluta bakma, aya bak! “
Akrabam kalabalık, ev de küçük… Tanrı, daha mamur
bir hale getirmek için yıktı!
Bedenin ölümle harap olmasındaki hikmet
3535. Ben evvelce sıkıntılar içinde hapis olmuş
adama benzerdim, şimdi ruhumun nesli doğuyu da
kapladı, batıyı da.
Bu kuyuya benzeyen evde bir yoksuldum, şimdi padişah
oldum, padişaha bir köşk, bir saray lâzım!
Padişahlar, köşklerde, saraylarda otururlar, ölüye
yurt olarak bir mezar kâfi!
Peygamberlere bu dünya dar geldi de padişahlar gibi
Lâmekân âlemine gittiler.
Kalbi ölmüş kişilereyse bu dünya nurlu göründü.
Görünüşü büyük, geniş… fakat hakikatte dar!
3540. Dar olmasaydı bu feryat neden? Baksana… daha
evvel doğup bu âleme gelenlerin hepsi iki büklüm
oldu!
İnsan, uyku zamanında bak, nasıl azat olmakta… ruh,
o vardığı, ulaştığı mekândan nasıl neşelenmekte.
Zâlim, zulüm tabiatından kurtuluyor, zindandaki
mahpus, hapse düştüğünü, hapiste bulunduğunu
unutuyor.
Pek geniş olan bu yer, bu gök devenin çökeceği
zaman pek daralmakta.
Bu dünyanın genişliği, bir gözbağı… oysaki pek dar.
Gülmesi ağlamaktan ibaret, övünmesi ardan, ayıptan
başka bir şey değil.
Dünya, görünüşte geniş, hakikatte dardır,
uyku da bu darlıktan
kurtulmaya
benzer
3545. Hamam kızıştı, ısındı mı daralırsın, için
sıkılır.
Oysaki hamam geniştir, uzundur. O hararetten sana
dar gelir, ruhun sıkılır, usanırsın.
Dışarı çıkmadıkça gönlün açılmaz peki… mekânın
genişmiş ne fayda?
Yahut da meselâ dar bir ayakkabı giyersin de geniş
bir ovada yürürsün.
Fakat o geniş ova, sana öyle daralır ki… o ova o
sahra sana âdeta zindan kesilir.
3550. Seni uzaktan gören ovada bir lâle gibi açılmış
der.
Bilmez ki sen, zâlimler gibi görünüşte gül
bahçesindesin, fakat ruhun, feryat edip duruyor!
Uyuman, o dar ayakkabıyı çıkarmana benzer. Uykuda
bir müddet ruhun, bedenden kurtulur.
Azizim, uyku, Tanrı velîlerinin malı, mülküdür…
dünyadaki Eshabı Kehif gibi!
Uyumadıkları halde rüya görürler, görünürde bir kapı
yoktur, yokluğa giderler!
3555. Ev dar. Ruh bu daracık evde eli, ayağı
çarpılmış gibi iki büklüm. O evi, padişahların
sarayları genişletmek, mamur bir hale koymak için
yıkar.
Ben de ana rahminde iki büklüm oldum. Dokuz ay
doldu, artık buradan göçmem gerek!
Anamı doğum ağrısı tutmasa bu zindanda ateş içinde
kalırım.
Bir anaya benzeyen tabiatın da kuzu, koyundan doğsun
diye ağrıya düşüyor, bu ağrı, doğum yolunu açıyor.
Ey tabiat, rahmini aç… kuzu büyüdü, çıksın da o
yemyeşil ovada yayılsın, otlasın artık!
3560. Doğum ağrısı, gebeye bir derttir ama çocuk
için zindanın yıkılması gibidir.
Gebe, ne yapayım, nereye sığınayım? Diye ağlar…
çocuk kurtuluş vakti geldi diye güler!
Göğün altındaki analar ( ateş, yel, su, toprak) la
cansız şeyler, canlı mahluklar, nebatlar. Hulâsa ne
varsa,
Hepsi, birbirlerinin derdinden gafildir. Yalnız
bilen ve kemale sahip olan kişiler, bunların
dertlerini bilir.
Kösenin, başkalarının evinde olanları bildiği kadar
kabasakal, kendi evindekini bilemez.
3565. Amca, sen, kendi halini bilmezsin… fakat gönül
sahibi yok mu… senin halini o bilir işte!
Gaflet, dert, tembellik ve gönül
karanlığı gibi ne varsa hepsi de yere
mensup ve aşağılık bir
şey olan tenden ileri gelir
Gaflet, tenden ileri gelir. Ten, ruh oldu mu artık
şüphesiz bir halde bütün sırları görür.
Gök boşluğundan yeryüzü kalktı mı ne benim için gece
ne gölge kalır, ne senin için.
Nerede bir gölge, gece, yahut gölgelik varsa
yerdendir; göklerden aydan değil!
Duman, kıvılcımlar saçan ateşten meydana gelmez,
daima odundan meydana gelir.
3570. Vehim, hataya düşer, yanılabilir. Fakat, akıl,
mutlaka isabet eder, yanılmaz.
Her ağırlık, her yorgunluk, tenin muktezasıdır.
Cansa hafifliği yüzünden uçup durur.
Kırmızı beniz kanın çokluğundandır, sarı yüz
safranın oynamasındandır.
Ak beniz, balgamın kuvvetindendir, sevdadan da beniz
kararır.
Hakikatte eserleri halk eden odur. Fakat kışırda
kalan, yalnız zâhiri gören, ancak sebepleri
görebilir!
3575. Derilerden ayrı olmayan, sebeplerden
kurtulmamış olan akıl, ne illetlerden kurtulur, ne
doktordan fayda görür!
Âdemoğlu, ikinci defa doğdu mu ayağını sebeplerin
başına kor.
Artık, onun dini illet-i ûlâ değildir. Cüz’i illet
de ona bir zarar veremez.
O, doğruluk geliniyle ufuklarda uçup durur; sureti
de ona ancak bir duvaktır.
Hattâ ufuktan da dışarıdadır, göklerden de. Ruhlar
ve akıllar gibi mekânsız bir âlemdedir.
3580. Hattâ akıllarımız bile onun gölgesidir:
akıllarımız bile gölgeler gibi onun ayağına düşer.
Müctehit, nassı görür, tanırsa herhangi bir hükümde
artık kıyası düşünmez ki.
Fakat bir şeyde nas yoksa orada kıyasa girişir,
kıyastan ibret alır, kıyasla hüküm verir.
Nasla kıyası benzetiş
Nassı Ruhulkudüs’ün vahyi bil, Aklı cüz’inin kıyası,
bundan aşağıdır.
Akıl, canla idrak sahibi olmuş, canla
aydınlanmıştır. Ruh, nasıl olur da aklın tasarrufuna
girer?
3585. Fakat ruh, akla tesir eder de akıl, o tesir
altında tedbire girişir.
Ruh, Nuh’u tasdik ettiği gibi seni de tasdik etti,
senin emrine de tabi olduysa nerede deniz, nerede
gemi, nerede Nuh tufanı?
Akıl, eseri ruh sanır ama güneşin nuru güneşin
cirminden büsbütün ayrıdır.
O yüzden salik, ruhun nurundan aslına ulaşmak için
bir lokma ekmeğe kanaat etti.
Çünkü aşağılara vuran nur, gece gündüz daimî
değildir ki… geçer gider.
3590. Fakat nurun aslına ulaşıp orada yurt edinen
kişi, daima o nura garkolmuştur.
Ne bulut yolunu keser, ne nuru gurub eder. O, artık
ayrılıktan kurtulmuş, güzelleşmiştir.
Bu makama eren kişinin aslı, ya göklerdendir. Yahut
topraktır da topraklıktan tamamıyla çıkmıştır.
Çünkü bu güneşin şuaı daimî olarak dursa toprağa
mensup olan tahammül edemez ki…
Güneşin ziyası daima toprağa vurup dursa toğrağı
öyle bir yakar ki yeryüzünde hiçbir verim kalmaz,
hiçbir meyve bitmez.
3595. Daima suda kalmak balığın hrcıdır. Yılan,
nereden balıkla yoldaşlık edebilecek?
Fakat dağlarda öyle düzenbaz yılanlar vardır ki bu
denizde balıklık etmeye kalkışırlar.
Hileleri halkın aklını başından alırsa da denizden
nefretleri, nihayet kendilerini rezil eder gider.
Bu denizde de öyle hünerli balıklar vardır ki yılana
bile sihir yapar, balık haline koyarlar.
Ululuk denizinin dibindeki balıklara deniz, sihri
helâl öğretmiştir.
3600. Olmayacak şey, onların himmetiyle olur. Pis,
oraya vardı mı tertemiz olur, kutlu bir hale girer.
Bu sözü kıyamete kadar söylesem, bu bahsi kıyamete
kadar uzatsam bitmez… yüzlerce kıyamet kopar, geçer
de yine bu bahis tamamlanmaz.
Şeyhin dilinden hikmetler coşunca
müritlerle dinleyenlerin takınmaları
lâzım olan
edep ve terbiye
Bu
sözlerim, insanlara bir tekrarlamadır, ama bence
tekrarlanan, tazelenip uzayan bir ömürdür.
Mum, birbiri üstüne çıkan kıvılcımlarla yanar,
alevlenir. Toprak, birbiri üstüne vuran ziyalarla
altın haline gelir, parlar.
Binlerce istekli olsa da bir de usanan kişi bulunsa
elçi, elçilik yapmak istemez, gönlü soğur.
3605. Bu sır söyleyen gönül elçileri, İsrafil huylu
dinleyici isterler.
Padişahlar gibi azamet sahibidir bunlar. Cihan
halkından kulluk isterler.
Huzurlarında edebe riayet etmedikçe elçiliklerinden
nesıl faydalanabilirsin?
Önlerinde iki büklüm eğilmedikçe o emaneti sana
verirler mi hiç?
Onlarca öyle her edep, her terbiye de beğenilmez.
Çünkü onlar, ulu bir tapıdan gelmişlerdir.
3610. Onlar yoksul değiller ki ettiğin hizmetlere
karşı teşekkür etsinler, minnet altında kalsınlar a
müzevir!
Fakat ey gönül, bunca rağbetsizliğie rağmen sen yine
padişahın sadakasını saç, esirgeme!
Ey gökyüzünün elçisi, sen usananlara bakma, atını
sıçratadur, oynatadur!
Ne mutludur ki o Türk ki savaşa girişir, dayanır da
atını ateşler dolu hendeğe bile sürer, ateşler dolu
hendekten bile sıçratır…
Atını öyle sürer, öyle şahlandırı ki gökyüzüne
çıkmaya kalkışır.
3615. Ne kimseyi görür, ne kimsenin hasedine bakar.
Her şeyden gözünü yummuştur; ateş gibi kuruyu da
yakmıştır, yaşı da.
Yaptığı işten bir pişmanlık duyar ve bu pişmanlık
ona bir ayıb olursa o, önce pişmanlığa ateş salar,
yakıp yandırır.
Zaten adam, bir işte ayak diredi mi hiç yoktan
pişmanlık meydana gelmez ki!
Her hayvanın, düşmanının kokusunu duyup
çekinmesi, kendisinden
çekinilmeye, kaçmaya, karşı koymaya
imkân bulunmayan birisiyle
düşmanlığa kalkışan
adamın ziyankârlığı
At,
aslanın sesini de tanır, kokusunu da duyar.
Hayvandır ama düşmanını bilmemesi, duymaması pek
nadirdir.
Hattâ zaten yalnız at değil, her hayvan, düşmanını,
nişanından, eserinden tanır , bilir.
3620. Yarasacık gündüz uçamaz, hırsızlar gibi
geceleyin çıkar, yayılır.
Hayvanlardan hepsinden daha mahrum hayvan yarasadır.
Meydanda ki güneşin düşmanıdır o.
Fakat ne ben senin düşmanınım diye güneşe karşı
koyabilir, ne nefretiyle onu uzaklaştırabilir!
Güneş, yarasanın derdine, kahrına bakıp yüzünü
döndürse, gizlense bu,
Güneşin son derece lûtfuna, güneşin en üstün bir
kemale sahip bulunuşuna delâlet eder. Yoksa hiç
yarasa güneşe mâni olabilir mi?
3625. Düşmanlığa kalkışacaksan düşmanlık
edebileceğin birisiyle savaş ki onu esir edebilmek
mümkün olsun.
Karta, denizle nasıl savaşa girişebilir? Girişirse
aptaldır, kendi saçını, sakalını yolar.
Hilesi, saçından sakalından ileri gidemez ki. Nasıl
olur da ayın odasındaki perdeyi yırtabilir?
Güneşe düşmanlık eden şu azara uğrar: Ey güneşin
güneşine düşman olan,
Sen öyle bir güneşe düşmansın ki onun ışığından
güneş de titremektedir, yıldız da!
3630. Sen, onun düşmanı değilsin, kendinin
düşmanısın. Sen odun olsan ateşe ne gam, o ne
yapsın?
Ne şaşılacak şey… hiç senin yanışınla onun ışığı,
onun harareti azalır mı? Yahut da hiç sen yanıp
yakılıyorsun diye gamlanır mı?
Onun merhameti, insanın merhametine benzemez. Çünkü
insanın acımasında bir dert, bir elem vardır.
Mahlûkun acıması elemle karışıktır. Tanrı’nın
rahmetiyle dertten de paktır, elemden de.
Babam, Tanrı rahmetini şöyle bil: O rahmet, vehme
bile sığmaz, yalnız eseri görünür.
Bir
şeyi misal ve taklitle bilmekle o şeyin hakikatını
bilmek arasındaki fark
3635. Onun rahmet eserleriyle rahmet meyveleri
meydandadır. Fakat onun mahiyetini ondan başka kim
bilebilir?
Kemal vasıflarının mahiyetleri, yalnız eser ve
misalleriyle bilinir. Bundan başka bir tarzda
kimsecikler bilemez.
Çocuk çiftleşmenin mahiyetini bilemez ki… helva, yok
mu… işte onun gibi lezzetlidir dersen o başka.
Fakat ey taklide yapışmış adam, çiftleşmede ki
lezzet, helvada ki lezzete benzer mi? O nerede, bu
nerede?
Fakat sen çocuk gibisin de o akıllı adam, sana
güzellikle o misali getirdi.
3640. Çocuk da işin mahiyet ve hakikatini bilmese
bile misalle anlar hiç olmazsa.
Bu misalden sonra ben, bunu biliyorum desen yanlış
olmaz, doğrudur… fakat bilmiyorum desen sözün yine
yalan ve uydurma olmaz.
Birisi “ Nuh’u o Tanrı elçisini, o ruh nurunu
biliyor musun ?” dese,
Sen de “ Nasıl bilmem o ay yüzlüyü? Güneşten de
meşhurdur, aydan da.
Küçücük çocuklar bile onu Tarih kitaplarında
okuyorlar… hocalar, bütün mihraplarda söylüyorlar.
3645. Kuran’da adı açıkça okunuyor. Geçmiş
zamanlarda ki macerası fasih bir surette
anlatılıyor” desen.
Doğru söylüyorsun, sana Nuh’un mahiyeti
keşfedilmediyse de onu sana söylediler, övdüler: Sen
de naklediyor, onu övüyorsun.
Fakat desen ki: “ Ben Nuh’u ne bileyim? A yiğit, onu
onun gibi bir er bilir.
Ben topal bir karıncayım, fili ne bileyim? Bir sivri
sinek, İsrafil’i nereden bilecek?
Bu söz de doğru… çünkü mahiyet bakımından Nuh’u
bilmezsin ki.
3650. Mahiyetleri anlamaktan âciz olmak, halkın
halidir ama bu sözü istisnasız söyleme.
Çünkü mahiyetlerle onların sırrının sırrı,
kâmillerin gözü önünde apaçıktır.
Varlık âleminde Tanrı’nın sırrından Tanrı’nın
zatından daha ziyade anlayıştan uzak ve bir görüşe
sığmaz ne var?
O bile mahremlerden gizli kalmazsa artık bir şeyin
mahiyeti bir şeyin vasfı nedir ki gizli kalsın?
Akıl, bir bahiste bu olmayacak şey, akıldan uzak
tevile sığmaz, olmayacak şeyi dinleme der.
3655. Kutup da, sana der ki “ A düşkün, anlayışından
üstün gördüğün şeylere olmayacak şey diyorsun.
Şimdi sana keşf olan vakalar da sana evvelce
olmayacak şeyler görünmüyor muydu?
Tanrı, keremiyle seni on tane zindandan kurtarmışken
bu Tih ovasını kendine sitem hapishanesi yapma!”
Nisbet ve zâhiri ihtilâf yüzünden bir şeyde
hem nefiy, hem de ispatın birleşmes
Bir
şeyin hem nefyedilmesi caizdir, hem ispat edilmesi.
Çünkü zâhiri görünüş aykırıdır, nispet de iki türlü
olabilir.
Tanrı’nın “ O taşları attığın zaman yok mu? Onları
sen atmadın ki… Tanrı attı” demesinde hem hem nefiy
vardır, hem ispat ve ikisi de yerindedir.
3660. Onları sen attın, çünkü taşlar senin
elindeydi.Fakat sen atmadın, çünkü o atış kuvvetini
Tanrı izhar etti.
İnsan oğlunun kuvvetinin bir haddi, bir hududu
vardır. Bir avuç toz, toprak nasıl olur da bir
orduyu bozar, kırıp geçirir?
Avuç, senin avucundur ama atış bizden. Bu iki
nispetin nefyi de yerindedir, ispatı da.
Peygamberlerin zıtları olan kâfirler de
Peygamberleri, evlâtlarını, tanıdıkları, bildikleri
gibi tanırlar bilirler.
Münkirler onları yüzlerce delille, yüzlerce nişanla
evlâtlarını tanır gibi tanırlar, bilirler ama,
3665. Kıskançlıkları, hasetleri yüzünden
bildiklerini gizlerler “ Bilmiyoruz ki” diye
bilmezlikten gelirler.
Baksana, Tanrı bir yerde “ Onları bilirler” dedi,
bir yerde de “ Onları benden başka kimse bilmez;
Onlar, benim kubbelerimin altında gizlidir. Onları
Tanrı’dan başka kimse bilmez, sınamakla bilinmezler
ki “ dedi.
Nuh’u hem bilirsin, hem bilmezsin, değil mi? İşte
bunu da bu âyetle hadiste izhar edilen mânaya kıyas
et!
Dervişin yokluğu ve varlığı meselesi
Birisi dedi ki. “ Âlemde derviş yok… olsa bile o
derviş dervişlik makamına erişmişse yok olmuş
demektir.
3670. Doğru, çünkü varlığı, sureti bakımındandır,
görünüşe göre vardır. Fakat sıfatları, Tanrı
sıfatında yok olmuştur.
O, güneşe karşı yanmakta olan muma benzer. Mumun
alevi de var sayılır ama güneşin önünde yoktur.
Fakat muma bir pamuk tutun mu yanar… şu halde
vardır.
Öyle ama sana bir aydınlık vermez ki; güneş, onu yok
etmiştir. Bu bakımdan da yoktur.
İki yüz batman bala bir okka sirke koydun mu, sirke
balın içinde erir gider.
3675. Tattın mı sirke lezzeti olmadığından yoktur.
Fakat tarttın mı balın okkası artmıştır, vardır.
Aslanın önünde ceylanın aklı başından gider,
kendisinden geçer… varlığı, aslanın varlığında
mahvolur.
Kemale ermeyenlerin Tanrı’ya karşı yürüttükleri bu
kıyas yok mu… aşk coşkunluğundan ileri gelen bir
şeydir. Ebedî, terbiyeyi terketme değil!
Âşığın, nabzı, edepten dışarı atar. Âşık kendini
padişahın terazisine kor, sevgilisinin tapısına
varır.
Dünyada ondan edepsiz, ondan terbiyesiz kimse
yoktur. Fakat hakikatte ondan terbiyeli, ondan
edepli kimse de yoktur.
3680. Ey aslı, nesli belli kiş,i bu edeplilikle
edepsizliği birbirine uygun bil.
Zâhirine bakarsan edepsiz gibi görünür. Çünkü
başında aşk dâvası vardır ( bu dâva da varlık
alâmetidir).
Fakat hakikatte dâva nerede? O padişahın önünde dâva
da fanidir, âşık da!
Zeyd öldü desek bu cümlede Zeyd faildir ama
hakikatte fail değildir, elinden bir şey gelmez ki!
Nahiv bakımından faildir… yoksa hakikatte mefuldür,
ölüm onu öldürüverir.
3685. Nerede Zeyd’in failliği? Öyle mahvolur ki
bütün faillikler, ondan uzak kalır.
Sadr-ı Cihan’ın vekilinin bir töhmet altına alınarak
can korkusuyla
Buhara’dan kaçması, Sadr-ı Cihan’a âşık olduğundan
tekarar ters
yüzüne geri dönmesi, âşıklar için can vermek
kolaydır
Buhara’da Sadr-ı Cihan’ın kulu bir töhmete uğradı,
mevkiinde düştü, gizlenmeye mecbur oldu.
On yıl gâh Horasan’da, gâh Kuhistan ve gâh Deşt’te
başıboş bir halde gezip dolaştı.
On yıl sonra iştiyaktan takati kalmadı, ayrılık
günleri sabrını tüketti.
Dedi ki artık ayrılığa tahammülüm kalmadı. Sabır,
insanı küstahlıktan alıkoyabilir mi hiç?
3690. Ayrılık yüzünden bu topraklar bile çoraklaşır…
sular bile sararır, kokar, bulanır!
Adamın canına can katan rüzgâr, ufunetli bir hale
gelir, veba kesilir… ateş kül haline gelir,
savrulur!
Cennet gibi olan bağlar, bahçeler sararır solar,
yapraklar kurur, dökülür… bir hastalık yurdu olur!
Her şeyi anlayan akıl bile olsa dostların
ayrılığıyla yayı kırılmış okçuya döner.
Cehennem bile ayrılık yüzünden, gençlik çağına
hasret çeken ihtiyarın titrediği titrer, yandığı
gibi yanar kavrulur.
3695. Kıvılcım gibi insanı yakan, mahveden ayrılığı
kıyamete kadar anlatsam yine yüz binde birini olsun
anlatamam.
O halde onun yakıcılığını anlatmaya kalkışma sus,
yarabbi, beni sen kurtar, sen kurtar da ancak.
Dünyada neyin visaliyle neşelenirsen o vuslat
zamanında ondan ayrıldığını bir düşün hele!
Senin neşelendiğin şeyle çok kişiler neşelendi…
fakat sonunda sahibine vefa etmedi, yel gibi geçti
gitti!
Gönül, sana da vefa etmez,seni de terk edip gider. O
senden vazgeçmeden sen ondan vazgeçmeye çalış.
Ruhulkudüs’ün Meryem’e, Meryem çıplak bir
halde yıkanırken bir insan
şeklinde görünmesi, Meryem’in Ulu Tanrı’ya
sığınması
3700. Fırsat elden çıkmadan Meryem gibi sen de
surete “ Senden Rahman’a sığınırım” de.
Meryem yapayalnızken canlara can katan birisini
gördü. Bu adam, öyle güzeldi ki gönülleri alıyordu.
Ruhulemin, onun gözünün ay gibi güneş gibi yerden
doğuverdi.
Güneş, doğudan nasıl çıkarsa o da örtüsüz, nikâpsız
Meryem’in önünde yerden doğdu.
Meryem çıplaktı, bir kötülük yapar diye korktu, eli
ayağı titremeye başladı.
3705. Gördüğü adam öyle dilberdi ki Yusuf bile görse
Yusuf’u gören kadınlar gibi şaşırıp kalır, ellerini
doğrardı.
Gönülden baş gösterip çıkan bir hayal gibi o gül
yüzlü, Meryem’in önünde topraktan bitivermişti.
Meryem, kendisinden geçti ve bu dalgınlık âleminde,
bu adamdan Tanrı’ya sığınayım dedi.
O yeni, yakası temiz kızın âdetiydi, bir şeyden
ürktü mü pılısını pırtısını gayp âlemine çeker,
Tanrı’ya sığınırdı.
Dünyanın kararsız bir âlem olduğunu görmüş, ihtiyata
riayet ederek Tanrı’ya sığınmayı âdet edinmişti.
3710. Bu suretle de ölüm zamanına dek gideceği yolu
düşmanın kesmemesini diler, Tanrı tapısının
kendisine bir kale olmasını temin etmek isterdi.
Tanrı’ya sığınmadan daha iyi bir kale görmemişti; bu
yüzden de kale civarında yurt edinmişti.
Meryem o akılları yakan, ciğerleri oklayan bakışları
gördü.
Padişahta o bakışlara kulağı küpeli bir köle
olmuştu, asker de…o bakışlar, akıl padişahlarının
akıllarını almış, onları divaneye döndürmüştü!
O güzel gözler, yüz binlerce padişahı fermanlı köle
yapmış, yüzbinlerce dolunayı hilâl haline
getirmişti.
3715. Zühre de bile ondan bahsetmeye kudret yoktu…
Aklı kül bile onu görünce noksanlaşırdı.
Ben ne söyleyebilirim, ağzı, ağzımı kapattı;
söylemeye takatim kalmadı ki!
Ben, yalnız o ateşin bir dumanıyım ateşe delâlet
etmekteyim. O padişahtan uzaktayken, onu görmeden
hakkında ne söylenmişse hepsi de asılsız, hepside
saçma!
Zaten güneşe, âlemi kaplayan nurundan başka bir
delil olamaz ki.
Gölgenin on delâlet etmesine imkân mı var? Gölge,
onun yanında hor, hakir olup kalıyor ya… işte bu,
kâfi ona!
3720. Bu ululuk, ona tam doğru bir delil: bütün
anlayışlar geridedir, o ilerde!
Bütün anlayışlar topal eşeklere binmiş… o, ok gibi
uçup giden rüzgâra!
Padişah kaçarsa tozunu bile kimse bulamaz… onlar
kaçarlarsa padişah, yolarını kesiverir!
Âlemde bütün anlayışlar, durup dinlenmezler…
meydanda koşup yelme zamanıdır, oturup zevkle içkiye
dalma zamanı değil!
Birinin vehmi, bir doğan gibi uçup geçer, öbürünün
vehmini mesafeleri delip geçen ok gibi uçar!
3725. Öbürünün ki yelken açmış gemi gibi gider… bir
başkasınınkiyse her an gerileyip durur!
Bütün bu vehimler, bütün bu anlayış kuşları, uzaktan
bir av gördüler mi hep birden saldırırlar.
Av ortadan kayboldu mu şaşırırlar, baykuşlar gibi
viranelere dalarlar!
O av tekrar nazlana, nazlana salınsın, görünsün diye
bir gözünü açıp bir tekini yumarak beklerler.
Av gecikince beklemekten usanır, sıkılırlar da acaba
gördüğümüz av mıydı, hayal miydi derler.
3730. Bir an istirahat ederek güçlenip
kuvvetlenmeleri daha doğrudur.
Eğer gece olmasaydı bütün halk, hırstan,
isteklerinin üstüne titremeden kendilerini yakar,
helâk ederlerdi.
Herkes bir şey elde etmek, bir kâr kazanmak
hevesiyle bedenini ateşlere atmış, yanıp
yakılmıştır.
Bir müddet hırslarından kurtulsunlar diye gece,
Tanrı rahmeti gibi zuhur etti.
Yolcu, sana da bir sıkıntı, bir gönül darlığı geldi
mi alevlenme, meyus olma… senin için muvafıktır o.
3735. Çünkü ferahlık ve genişlik zamanında varını,
yoğunu harcedip duruyorsun demektir. Harcetmeye
karşılık bir de gelir lâzım elbet!
Ya mevsimi sürüp gitseydi güneş, bağları, bahçeleri
yakar kavururdu.
Nebatları kökünden yakardı, bir daha o yanıp
kavrulan şeyler yenilemezdi, yeşerip tazelenmezdi.
Kışın yüzü ekşidir ama şefkatlidir... yaz gülümser
ama yakar, yandırır!
Darlık geldi mi onda genişlik gör de canlan, alnını
kırıştırma!
3740. Çocuklar gülüp dururlar, bilenlerinse yüzü
ekşidir. Gam karaciğerden meydana gelir, neşe
akciğerden!
Çocuğun gözü, eşek gibi ahırdadır… akıllı adamsa
gözünü işin sonuna diker.
Akılsız, ahırdaki otu tatlı görür… akıllı, ahırdaki
hayvanın nihayet kasap elinde telef olacağını görür,
bilir.
Şu kasabın verdiği ot yok mu… acıdır, acı! Kasap o
otu bizi semirtmek, tartıda ağır gelmemizi temin
etmek için veriyor.
Yürü, Tanrı’nın verdiği hikmet otunu ye! Çünkü
Tanrı, onu ancak cömertliğinden, ihsanından dolayı
karşılık istemeksizin vermiştir.
3745. Tanrı “ Tanrı’nın verdiği rızıktan yiyin”
dedi. Sen, buradaki rızkı ekmek sandın, hikmet
olduğunu anlamadın ha!
Tanrı’nın verdiği rızık, insan mertebesine göre
hikmettir. O rızık sonunda senin boğazında durmaz,
seni öldürüp mahvetmez!
Bu ağzını kapadın mı başka bir ağız açılır…. o ağız
sır lokmalarını yer, yutar.
Bedenini Şeytan aslanından kurtarabilirsen Tanrı
sofrasında nice nimetler yersin!
Ben bu sözü, Türklerin et yemeği gibi yarı pişmiş,
yarı ham bir halde anlattım. Sen tamamını Hakim-i
Gaznevî’den duy!
3750. O gayb hakîmi, o âriflerin övündükleri zat,
bunu İlahînâme’de anlatır:
Gam ye de, gam artıranların, seni derde sokanların
ekmeğini yeme... çünkü akıllı adam gam yer, çocuksa
şeker!
Neşe şekeri, gam bahçesinin meyvasıdır. Bu ferah
yaradır, o gam merhem.
Gamı gördün mü aşkla kucakla… Şam’a Rübve tepesinden
bak!
Akıllı adam, şarabı üzümde görür… âşık varı yokta
bulur.
3755. Geçen gün hamallar, sen alma, o yükü ben aslan
gibi taşırım diye birbirleriyle savaşıp
duruyorlardı.
Neden? Çünkü o zahmette rahmet, o eziyette kâr
görüyorlardı da yükü her biri, öbüründen kapıyordu.
Nerede Tanrı’nın verdiği ücret, nerede o sermayesiz
herifin verdiği ücret? Bu, sana ücret olarak bir
hazine bağışlar, o birkaç mangır verir!
Tanrı’nın bağışladığı altın, sen ölüp kumlar,
topraklar altında yatsan bile seninledir… öldükten
sonra kalıp başkalarına nasip olan mal değildir o!
Tanrı malı, adım, adım cenazenin önünden gider,
kabirde sana gurbet arkadaşı olur.
3760. Ebedi aşkla kapı yoldaşı olmak için ölüm
gününe hazırlan da şimdiden öl!
Sabır, gayret perdesi ardındaki sevgilinin nar gibi
yüzünü, o isteğin, o dileğin ikiye ayrılmış
saçlarını görmektedir.
Gam, çalışıp çabalayan kimsenin önünde bir aynaya
benzer… bu zıt olan şeyde buna zıt olan şeyi görür,
sabırda muradına ulaşmayı, gamda neşeyi seyreder.
Zahmetten, eziyetten sonra da onun zıddı, yani
genişlik, zevk ve neşe yüz gösterir.
Bu iki hali, eline bak da gör, anla. Yumruğunu
sıktıktan sonra mutlaka açarsın.
3765. Elin daima yumulu, yahut daima açık olsa bu
bir hastalık eseridir.
Elini açıp yummakla iş güç görür, çalışır, kazanır,
işini düzene korsun. Bu el açıp yumma, kuşun iki
kanadı gibi ele lâzım bir şeydir.
Meryem bir müddet, karaya vurmuş balıklar gibi
çırpındı.
Ruhulkudüs’ün Meryem’e “ Ben Tanrı
elçisiyim, benden korkma,
gizlenme… Tanrı’nın emri bu “ demesi
O
Tanrı rahmetini gösteren melek, Meryem’e
bağırdı: “ Ben, Tanrı tapısının eminiyim, benden
ürkme.
Tanrının yücelttiği kimselerden baş çekme. Bu çeşit
güzel mahremlerden çekinme!”
3770. Hem bu sözleri söylüyordu, hem de
dudaklarından pak nurlar çıkıyor, birbirine ulanıp
göğe ağrıyordu.
Melek diyordu ki: “ Sen, benim varlığımdan yokluğa
kaçıyorsun ama ben yokluktan bir padişahım, bir
bayrak sahibiyim.
Zaten yurdum orası, ağırlığım da orada… sana görünen
bir suretimden ibaret.
Ey Meryem, bir bak hele… ben, anlaşılması müşkül bir
nakşım, hem hilâlim, hem gönüllerde ki hayal!
Gönlüne bir hayal geldi de yerleşti mi nereye kaçsan
o seninledir.
3775. Ancak gelip geçici bir aslı olmayan hayal
müstesna… o çeşit hayal yalancı sabah gibi gözden
kayboluverir.
Bensen Tanrı nurundan doğmuş düpedüz sabahım…
gündüzümün etrafında gece, hiç dönüp dolaşamaz.
Kendine gel… Lâhavle deyip durma ey İmran’ ın kızı…
ben zaten buraya Lâhavle makamından gelip düştüm.
Daha Lâhavle denmeden önce Lâhavlenin nuru benim
aslımdı, benim gıdamdı.
Sen, benden Tanrı’ya sığınmadasın ama ben o
sığındığın Tanrı’nın ezelde düzüp koştuğu bir
suretim zaten.
3780. Seni defalarca kurtaran o sığındığın makam,
benim makamım… Tanrı’ya sığınırım diyorsun ya; o
sığınmak yok mu? Ben ta kendisiyim zaten.
Tanımazlıktan beter bir âfet yoktur. Sen, sevgilinin
yanındasın da aşkbazlığı bilmiyorsun.
Yari, ağyar sanmada, neşeye gam adını takmaktasın.
Sevgilimizin şu miskler gibi saçları, biz deli
olursak zincirimiz olur!
3785. Nil gibi akıp duran şu lûtuf, biz firavun
muyuz… kan kesilir bize!
Kan, aklını başını al, ben suyum, dökme beni… ben
Yusuf’um fakat sana kurt gibi görünüyorum a savaşçı
der.
Sen görmüyorsun yoksa… halim, selim sevgili, onunla
zıt oldun mu yılanlaşır.
Halbuki ne eti başkalaştı, ne yağı… sen onu kötü
gördün de ondan kötüleşti!”
Vekilin aşk yüzünden hiçbir şeye aldırış etmeyerek
Buhara’ya dönmesi
Meryem’in mumunu bırak, yana dursun…. Evet… o yanıp
yakılan âşık, Buhara ya dönüyordu.
3790. Gönül, ne de sabırsızsın, ateşler içindesin.
Yürü, Sadr-ı Cihan’a doğru kaç!
Şu Buhara ok mu… bilgi kaynağıdır. Kimde ateş varsa
Buhara’lıdır zaten!
Şeyhin huzurunda oldukça Buhara’dasın, sakın
Buhara’yı hor görme!
Şeyhin denize benzeyen gönlü taşar çekilir, taşar
çekilir… Bu med ve cezir, o Buhara’ya horluktan
başka bir surette gidene yol vermez.
Ne mutlu kişiye ki nefsini aşağılatmıştır. Vay o
kişiye ki nefsinin tekmesi altında kalmıştır!
3795. Sadr-ı Cihan’ın ayrılığı, o âşıkın canına
tesir etmiş, varlığını parçalamış gitmişti.
Diyordu ki, yine oraya gideyim, kâfir olmuşsam bile
tekrar imana geleyim.
Oraya varayım da yerlere döşeneyim; o iyi düşünceli
Sadr’ın huzurunda kendimi yerlere atayım.
Diyeyim ki: İşte canımı önüne attım. İster dirilt,
ister koyun gibi kes başımı!
Ey ay yüzlü, senin huzurunda kesilip ölmek, başka
yerde dirilere padişah olmaktan yeğ.
3800. Ben bin kere, hattâ daha da fazla sınadım,
anladım: sensiz yaşamam pek acı, tahammül edilir şey
değil!
Ey emelim, maksadım sevgili, sur üfürür gibi
nağmelerle terennüm et de beni dirilt… ey devem, çök
artık… neşe tamamlandı!
Ey yeryüzü, göz yaşlarımı em, yeter gayri… ey nefis,
iç o tatlı suyu, bulanıklığı geçti, duruldu artık!
Ey yeryüzü, göz yaşlarımı em, yeter gayri… merhaba
ey seher yeli! Bize dostun kokusunu getirdin, ne
güzel de estin ya!
Dostlar, dedi, ben gidiyorum, elveda. Ben o emîre, o
emrine itaat edilen Sadr-ı Cihan’a gidiyorum.
3805. Anbean onun aşkıyla, onun ayrılığıyla
yanmaktayım… artık ne olursa olsun, gidiyorum ben!
Sevgilinin gönlü mermerler gibi katı bir hale gelse
bile ruhum yine Buhara’ya gitmek istiyor.
Orası sevgilimin konağı, padişahımın şehri; benim
vatanım orası…. âşıklara vatan sevgisi budur!
Bir mâşukun, garip âşığına “ Şehirlerden
hangi şehri daha güzel
buldun, Hangi şehir daha kalabalık, daha
büyük? Hangi şehrin
nimetleri daha bol, hangi şehir daha ziyade
iç açıcı “ diye sorması
Bir
güzel, âşığına dedi ki: Yiğidim, gurbette birçok
şehirler gördün.
Hangi şehir daha ziyade hoşuna gitti. Âşık, “
Sevgilinin oturduğu şehir”
3810. Padişahımız, nereye yaygısını yayar, oturursa
orası, iğne deliği kadar dar bile olsa bize sahra
gelir.
Ay gibi Yusuf neredeyse orası, kuyunun dibi bile
olsa cennettir.” dedi.
Dostlarının, Buhara’ya gitme diye âşığı menetmeleri
ve hiçbir şeye
aldırış etmeksizin ulu orta sözler söyleme diyerek
tehdit eylemeleri
O
âşığa da öğütçünün biri dedi ki: “ Ey bihaber, aklın
varsa işin sonunu düşün.
Aklını başına devşir de işin önüne, sonuna dikkat
et. Pervane gibi kendini yakıp yandırma!
Delicesine Buhara’ya gidersen zincire vurulmaya,
hapishaneye atılmaya lâyıksın.
3815. Sadr-ı Cihan, sana kızgın… âdeta demir
çiğnemede, dişlerini gıcırdatıp durmada. Seni yirmi
gözle bekliyor.
Senin için bıçak bileyip duruyor. O âdeta kırlıkta
kalmış bir köpek, sense unla dolu dağarcıksın!
Tanrı, bir fırsat verdi, kurtuldun… sonra da zindana
gidiyorsun ha…. ne oldu sana?
Sana on çeşit memur dikseler bile onlardan kaçıp
gizlenmen lazım; akıl, bunu emreder.
Halbuki senin başında tek bir memur bile yok. Neden
böyle önden, arttan yolun bağlandı?”
3820. Gizli aşk, onu esir etmişti. O öğütçü, o
korkutucu o gizli memuru görmüyordu ki!
Her memurun başında gizli bir memur var. Böyle değil
de o memur, neden köpeğe benzeyen tabiatına esir.
Neden onun bağlarıyla bağlı?
Padişahın kızgınlığı ruhuna tesir etmiş, onu
memurluğa, kara yüzlülüğe bağlamış.
Hadi vur şu adamı diye onu dövüp duruyor! Benim
feryadım, işte o gizli memurlardan!
Kimi ziyanda görürsen bil ki görünüşte yapayalnız
bile olsa hakikatte o ziyana bir memurla sürüklenir,
gider.
3825. Bu hali bilseydin feryad eder, o padişahlar
padişahına sığınırdın.
Padişahın huzurunda başına topraklar saçar da o
korkunç Şeytan’dan kurtulurdun.
A karıncadan daha aşağı, daha kuvvetsiz ve
ehemmiyetsiz adam, kendini bey görüyorsun ha… sen
körsün de ondan başına dikilmiş olan o memuru
görmüyorsun.
Bu yalancı kanatlarla gururlandın ha... adamı suça,
ziyankârlığa çeken kol kanat, ama da kol kanattır
ya!
Kanat dediğin adamı yücelere çeker… topraklara
bulandı mı da ağırlaşır, adam uçamaz gayrı!
Âşığın, aşk sırrını anlamayan öğütçüye ulu orta
cevabı
3830. Âşık dedi ki: “ Ey öğütçü, sus… niceye bir
öğüt vereceksin, niceye bir? Vazgeç bu öğütten; bağ,
pek kuvvetli.
Senin öğüdünden daha da kuvvetlendi. Senin âlimin
aşk nedir, tanımadı ki!
Bir yerde aşk fazlalaştı, derdi arttırdı mı orada ne
Ebû Hanîfe bir ders verebilir, ne Şâfiî!”
Beni ölümle tehdit etme... kendi kanıma susamış
birisiyim ben zaten!
Âşıklara her an bir ölüm var… âşıkların ölümü bir
çeşit değil!
3835. Âşık, doğru yolun ruhunu bulmuş, o ruhla iki
yüz cana sahip olmuştur da her an iki yüzünü de feda
edip durmadadır.
Feda ettiği her cana karşılık da on tana ecir alır.
Kur’an’dan “ Kim bir iyilik yaparsa on mislini
bulur” âyetini okusan a!
O güzel yüzlü sevgili, kanımı dökerse neşeyle
dönerek, zevkimden ayaklarımı yerlere vurarak canımı
saçarım!
Ben sınadım, benim hayatım ölümümde. Bu hayattan
kurtuldum mu ebediyete erişeceğim.
Ey inanılacak, güvenilecek kişiler, beni öldürün,
öldürülmemde hayat içinde hayat var.
3840. Ey aydın yüzlü, ey daimî varlığın ruhu, ruhumu
kendine çek, bana vuslatınla cömertlik et!
Öyle bir sevgilim var ki sevgisi kalbimi yakıp
kavurmada. Dilerse gözlerimin üstünde yürür!
Arapça daha hoş ama Farsça söyle. Zaten aşkın
bunlardan başka daha yüzlerce dili var ama,
Sevgilisinin kokusu uçup geldi mi o dillerin hepside
şaşırır, lâl olur kalır.
Artık ben susayım, kâfi… sevgili söylemeye başladı.
Dinle, kulak kesil…. Tanrı, doğruyu daha iyi bilir.
3845. Âşık tövbe etti mi… işte o zaman kork. Çünkü
âşık, ayyarlar gibi daracığında ders verir!
Bu âşık, Buhara’ya gidiyor ama ders okumaya, üstada
hizmet etmeye değil.
Âşıklara dostun güzelliği müderristir… defterleri,
dersleri, meşkleri de onun yüzü!
Susarlar ama tekrar tekrar attıkları nâralar
sevgilinin arşına, tahtına kadar ulaşır.
Dersleri fitne, oyun, dönüş ve titreyiştir. Onlar ne
Ziyadat okurlar, ne Silsile.
3850. Bu kavmin silsilesi, sevgilinin simsiyah ve
kıvırcık saçlarıdır. Onlarda devir meselesinden
bahsederler ama sevgilinin devrinden.
Eğer birisi sana kese meselesini sorarsa ona de ki:
“ Tanrı hazinesi keselere sığmaz ki!
Âşıklara aralarında Hul’ ve Mübara’dan dem
vururlarsa hoş gör. Hakikatte Buhara’yı anıyorlar
demektir.
Her şeyi anış, başka bir hassa verir… her sıfatın
başka bir mahiyeti var.
Buhara’da her hünere ermiş, olgun bir hale gelmişsin
ama horluğa yüz kodun mu hepsinden vazgeçer, her
şeyi unutursun.
3855. O Buhara’lı âşık da bilgi derdinde değildi…
gözünü görüş güneşine dikmişti o.
Kim, halvette görüşe yol bulur, hakikati görürse
artık bilgilerle yücelmeyi dilemez.
Can güzelliğiyle bir kâseden şarap içen, ağızdan
duyulma haberlerle bilgilerden tasalanmaz.
Görüş, ekseriyetle bilgiden üstündür, bilgiye galebe
eder. Bu yüzden halk nazarında dünya galiptir,
sevimlidir.
Çünkü dünyayı gözler görür; bu, eldeki matahtır…
ahireti ise verilmesi va’dedilen borç bilirler.
O
âşık kulun Buhara’ya yüz tutması
3860. Kanlı göz yaşları döken o âşık yüreği çarpa
çarpa hararetle, iştiyakla koşarak Buhara’ya yüz
tuttu.
İştiyakından çölün kumları, ona ipek geliyor,
Ceyhun’un suyu küçücük bir şey görünüyordu!
Çöl önünde gül bahçesi kesilmekte, gül gibi gülerek
düşe kalka, yuvarlanarak koşup gitmekteydi!
Şeker, Semerkant’tedir ama o, şekeri Buhara’da
bulmuş Buhara yolunu tutmuştu.
“ Ey Buhara, sen akıllara akıl katardın ama benim
aklımı da aldın dinimi de!
3865. Ben bir tolunay aramaktaydım, o yüzden hilâle
döndüm. Kapı dibinde Sadr-ı ( baş köşeyi)
istiyorum!” demekteydi.
Buhara’nın karaltısını görünce gam karanlığında bir
beyazlıktır göründü.
Yere yığıldı, uzun bir müddet kendisinden geçti.
Aklı, sır bahçesine uçup gitti.
Onu ayıltacak, aşk gül suyuydu, bunu
bilmediklerinden başına, yüzüne gül suları
serptiler.
O gizli gül bahçesi görmüştü… aşk, onu yakalamış
kendisinden geçirmiş gitmişti.
3870. Sen donmuş, taş kesilmiş birisin; bu söze, bu
nefese lâyık değilsin… evet, sen de kamışsın ama
içinde şeker yok!
Aklın başında, akıllısın sen. “ Görmediğiniz
askerleri yolladı” âyetinden gafilsin!
O sallapati âşığın Buhara’ya gelmesi,
dostlarının onu meydana
çıkarmamaya çalışmaları
Sevine, sevine o emniyet şehrine sevgilisinin
bulunduğu yere, Buhara’ya geldi.
Gökyüzünde uçan, ay tarafından kucaklandığını,
kendisine sen de beni kucaklasana dendiğini sanan
sarhoşa benziyordu.
Onu Buhara’da her gören “ Durma, görünmeden hemen
bir tarafa sıvış!
3875. Padişah gazap etmiş, tam on yıllık öcünü almak
için seni arayıp duruyor.
Allah aşkına olsun kendi kanına girme… kendine pek o
kadar güvenme!
Sadr-ı Cihan’ın Şahnesiydin, itimadına mazhar olmuş
üstat bir mühendistin.
Ona hıyanette bulundun, cezadan da kaçtın… neyse, bu
suretle kurtulduğun halde şimdi nasıl oldu da tekrar
geldin?
Yüzlerce hileyle belâdan kurtulmuştun, seni buraya
aptallığın mı getirdi, ecelin mi?
3880. Aklın Utaridi bile beğenmez, kınardı… fakat
kaza ve kader, aklı da ahmak bir hale sokuyor,
akıllıyı da!
Sen, aslanı arayan talihsiz tavşansın. Nerede aklın,
nerede bilgin, nerede çevikliğin, çabuk anlayışın?
Kaza ve kaderin böyle yüzlerce afsunları vardır.
Kaza geldi mi âlem daralır derler.
Sağda, solda yüzlerce yol, yüzlerce kaçıp
kurtulunacak yer vardır da kaza ve kader, gelince
hepsi bağlanır, kapanır; kaza ve kader bir
ejderhadır” diyordu.
Âşığın, kendisini kınayan ve tehdit edenlere cevap
vermesi
Âşık
dedi ki. “ Ben, susuzluk hastalığına tutulmuş
birisiyim. Biliyorum da… su beni öldürür.
3885. Fakat bu hastalığa tutulan, sudan kaçamaz ki…
isterse su onu yüzlerce defa öldürsün, harap etsin!
Elim, karnım şişse bile suya olan aşkım azalmıyor.
Karnımı görüp bu ne diye sordukları zaman keşke
bütün deniz, karnıma aksaydı diyorum.
Bir tuluma benzeyen karnım, isterse su dalgalarından
yırtılsın… ölsem bile ne mutlu bir ölüm!
Ben, nerede bir ırmak görsem ah, o ırmak ben olsam
diye haset etmekteyim.
3890. Elim defe benzese; karnım davul gibi şişse
yine gül gibi neşeyle onun sevda davulunu döver
dururum.
O, Ruhulemin, kanımı dökse yer gibi yudum, yudum kan
içerim.
Ben yer gibi, karnındaki çocuk gibi kanlar içiyorum…
âşık oldum olalı işim gücüm bu!
Geceleri tencere gibi ateş üstünde kaynamakta…
gündüzleri kum gibi akşamlara kadar kan içmekteyim.
Hileye saptım, o bana kızmıştı, yapmak istediğim
şeye mâni oldum, hışmından kaçtım diye nadimim.
3895. Söyleyin… kızgınlıkla bana ne yapmak istiyorsa
yapsın. O kurban bayramıdır, âşık da kurbanlık!
Öküz uyur, istirahat eder, bir şey yerse kurban
bayramı için besleniyor demektir.
Beni Musa’nın kurban edilerek ölüyü dirilten öküzü
bil. Cüz’lerimin cüz’ü bile hür kişinin
hasredilmesine sebeptir.
Musa’nın öküzü de kurban olmuştu. En küçük cüz’ ü
bile bir öldürülmüşe hayat verdi.
Öküzün bazı yerleriyle ölüye vurun hitabı geldi;
vurdular. O öldürülmüş adam dirildi, fırlayıp
kalktı.
3900. Eğer şu ruhların haşredilmesini istiyorsanız
ey ulu kişilerim, bu sözü kesin!
Ben cemaattandım… öldüm, yetişip gelişen bir varlık,
nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur
ettim.
Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan
oldum. Artık ölüp de yok olmaktan ne korkayım?
Bir hamle daha edeyim, insanken öleyim de melekler
âlemine geçip kol kanat açayım.
Melek olduktan sonra da ırmağı atlamak, melek
sıfatını da terk etmek gerek, “Her, şey fanidir,
helâk olur… ancak onun hakikati bakidir.”
3905. Bir kere daha melekken kurban olur da o vehme
gelmeyen yok mu… işte o olurum.
Yok olurum, suretlerin hepsini terk ederim de
erganun gibi “ Biz, mutlaka geri dönenleriz, ona
ulaşanlarız” derim…
Ümmet, bunda ittifak etmiştir. Karanlıklarda gizli
olan Âbıhayat yok mu… ölümdür o.
Nilüfer gibi ırmağın bu tarafında bit… susama
hastalığına uğrayan adam gibi haris ol, ölümü ara!
Susama hastalığına uğrayanın ölümü sudur da yine su
arar, su içer durur. Tanrı, doğrusunu daha iyi
bilir.
3910. Ey ayıp ve ar hırkasını giyinen donmuş, üşümüş
âşık sen can korkusuyla candan kaçıyorsun.
Ey karılara bile ayıp ve ar olan kişi, hele bak…
onun aşk kılıcının önünde yüz binlerce can,
elceğizlerini çırparak ölüme müştak!
Irmağı gördün ya… testideki suyu ırmağa döküver. Su,
hiç ırmaktan kaçar, çekinir mi?
Testideki su, ırmağa döküldü mü ırmakta mahvolur,
ırmak kesilir.
Vasfı yok olur da zatı kalır… Artık bundan böyle ne
kaybolur, ne kötüleşir, pislenir!
3915. Ben de ondan kaçtığım için pişmanım, özürümü
bildirmek üzere kendimi onun fidanına astım!”
Canından el yıkayan o âşığın mâşukuna ulaşması
Top
gibi başının, yüzünün üstüne kapanıp secdeler ederek
gözleri yaşlı bir halde Sad-ı Cihan’ın huzuruna
gitti.
Herkes, acaba onu yakacak mı, asacak mı diye başını
havaya dikmiş bekliyordu.
Sadr-ı Cihan, işte o vakit zaman, talihsiz kişilere
ne gösterirse bu bir avuç ahmağa onu gösterdi.
İşten anlamayan ahmak, pervane gibi alevi nur sandı,
ahmakçasına aleve atıldı, canından oldu.
3920. Fakat aşk mumu, o muma benzemez ki. Aşk,
aydınlıklar içindeki aydınlıklar aydınlığıdır.
O ateşli mumların aksine bir şeydir. Ateş gibi
görünür ama baştanbaşa nurdur, güzellikten,
hoşluktan ibarettir.
Âşık öldüren mescidle ölümünü arayıp hiçbir
şeye aldırış etmeyerek
orada konuklayan âşık
Ey
izi, tozu güzel, bir hikâye söyleyeyim, dinle:
Rey şehrinin kıyısında bir mescit vardı.
Hiç kimse yoktu ki orada gecelesin, yatsın da
korkudan ödü patlayıp ölmesin; oğlu o gece yetim
kalmasın.
Ona nice aç, çıplak garip gitti… hepsi de sabah çağı
yıldızlar gibi battı, mezara girdi!
3925. Sen de bunu iyice anla, kendine gel. Sabah
geldi çattı, uykuyu bırak artık!
Herkes, orada kuvvetli periler var, orada
konaklayanları kör kılıçla kesip öldürüyorlar derdi.
Bazıları sihir ve tılsım var. Düşmanın canını almak
için gözetip durmada diyordu.
Bazı kimseler, kapısına açıkça “ Ey konuk, burada
kalma. Canına kastın yoksa geceyi burada geçirme,
burada yatıp uyuma. Yoksa ölüm sana pusu kurar” diye
yazalım demekteydi.
3930. Bir diğeri de derdi ki. “ Geceleri kilitleyin
de bilmeyen bir adam girip kalmasın!”
Mescide konuk gelmesi
Nihayet bir gece vakti mescide bir konuk geldi…
mescidin o aşılacak şöhretini o da duymuştu.
Bir tecrübe etmek istiyordu. Çünkü hem pek yiğitti,
hem de canından bezmişti, hayatına doymuştu.
Dedi ki: “ Bu başa, bu gövdeye pek o kadar aldırış
etmem… tut ki can hazinesi için bir habbe gitmiş..
ne çıkar?
Ten sureti gidiversin, ben o suretten ibaret değilim
ya. Ben baki oldukça suret eksik olmaz elbet.
3935. Tanrı lûtfuyla “ Ben insana ruhumdan ruh
üfürdüm” sırrına mazharım… kamış gibi olan tenden
ayrılırsam yalnız Tanrı nefesi olarak kalırım.
Tanrı’nın nefesi, bu tene gelmesin de inci de bu dar
sedeften kurtulsun artık.
Tanrı “ Ey doğru kişiler, ölümü dinleyin” dedi. Ben
de doğrucuyum, bu söze canımı veririm!”
Mescid halkının o âşık konuğu, gceleyin
mescide konaklama niyetinden
dolayı kınamaları, burada kalma diye tehdit
etmeleri
Halk, “ Sakın burada geceleme. Yoksa can alıcı, seni
posa gibi eziverir!
Sen garipsin, bunu bilmezsin… burada kim yattı,
uyuduysa mahvoldu.
3940. Bu bir tesadüf değil. Bunu biz de nice defalar
gördük, akıllı bilgiler kişiler de.
Kim bu mescitte konakladıysa gece yarısı müthiş bir
zehirle zehirlendi gitti.
Bir kişiden yüz kişiye kadar nice ölenleri gördük.
Birisinden duyup da rivayet etmiyoruz.
Peygamber “ Din nasihattir” dedi. Nasihat, lûgatte
hıyanetin zıddıdır.
Bu nasihatte dostlukta doğruluktan ibarettir. Doğru
söylemez, aldatırsan, hainsin, köpek postuna
bürünmüşsün, köpeksin!
3945. Sana bu nasihati muhabbetimizden veriyoruz.
Sakın akıldan, insaftan ayrılma!” dedi.
Âşığın, kendisini menedenlere cevabı
Âşık
dedi ki: “ Ey öğüt verenler, ben yaptığım dan nâdim
değilim. Hayata doydum.
Ben yaralanmayı isteyen, arayan bir tembelim.
Tembelden yola gitmeyi umma!..
Ama yiyecek, içecek tembeli değilim ben… hiçbir şeye
aldırış etmeyen, ölümünü arayan bir tembelim!
Âleme el avuç açan, kendisine para pul toplayan
tembel değilim, bu köprüden çevikçe geçen bir
tembelim.
3950. Her dükkâna başvuran, halini söyleyen tembel
değilim. Varlıktan sıçrayıp kurtulan ve bir madene
ulaşan tembelim.
Kuşa, kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, tatlı gelirse
bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle
tatlı geliyor.
Bahçeye konan kafesteki kuş, gülleri, ağaçları
görür.
Dışarıda, kafesin çevresinde ötüşen kuşlar,
hürriyete ait güzel, güzel hikâyeler söylerler.
Kafesteki kuş, onları duyar, o yeşilliği görürde ne
iştahı kalır, ne sabrı, ne kararı!
3955. Başını kafesin her deliğinden çıkarır durur.
Ayağındaki bağdan kurtulmak ister.
O kuşun gönlü de dışarıdadır, canı da… böyleyken
kafesi açıversen ne yapar?
O kuş, kafese kapanmış kafesin etrafında da kediler
birkaç halka olmuş kuşa benzemez ki.
Bu çeşit kuş korkuya, vehme düşer, hiç kafesten
çıkmayı ister mi o ?
Hattâ o kötülükler yüzünden kafesin etrafında daha
yüz tane kafes olmasını ister.
Calinus bu dünya yaşayışına âşıktı, çünkü
hüneri, ancak burada geçerdi,
o pazarda bir işe yaramazdı. O yüzden
kendisini o âlemde halkla bir
görürdü
3960. Bu şuna benzer: Akıl ve hikmette üstün olan
Calinus da bu dünyanın havasına kapılmış, dünya
muradına gönül vermiş olduğundan,
“ Yarı canlı bir halde dünyayı bir katır götünden
görmeye bile razıyım, tek ölmeyeyim” dedi.
Kafes etrafında kedilerin toplanmış olduğunu görmüş,
bir kuşa benzeyen ruhu, uçmaktan meyus olmuştu.
Yahut da bu cihandan başka her şeyi yok görmüş,
yokluktaki haşri görmemişti.
Ana karnındaki çocuk gibi hani. Tanrı’nın keremi,
onu rahimden dışarı çeker de o yine rahme doğru
kaçar durur.
3965. Tanrı’nın lûtfu, onun yüzünü bu âleme çıkacağı
tarafa döndürür, o yine büzülüp ana karnına sokulur.
Bu şehirden, bu yurttan dışarı çıkarsam acaba bir
daha burasını görebilir miyim?
Rahimde bir kapı olsaydı da o havası ufunetli şehir
görünseydi.
Yahut da bir iğne yordamı kadar delik bulunsaydı da
dışarısını bir görseydim der!
Ana karnındaki çocuk da rahmin dışında bir âlem
olduğundan gafildir, o da Calinus gibi nâmahremdir.
3970. Bilmez ki rahimdeki yaşlıklarda dışarıdaki
âlemin feyziyledir.
Dünyadaki dört unsur da kendilerine Lâmekân
âleminden yüzlerce yardım geldiğini bilmezler.
Kuş, kafeste su ve tane buluyor ama su da kafesin
dışındaki bağdan, bahçeden gelmede, tane de!
Peygamberlerin canları bu âlemden göçer, bu âlemden
kurtulurken o bağı, o bahçeyi görür de
Bu yüzden onlar, Calinus’a da aldırış etmezler,
âleme de… ay gibi göklerde doğar, göklere ışık
saçarlar.
3975. Eğer bu söz, Calinus’a iftira ise cevabım
Calinus’a değil…
Bunu söylemiş olan kişiye. Çünkü bunu söyleyen
nurlarla dolu gönüle eş olmamıştır.
Can kuşu, kedilerden “ Hele durun bakalım” sesini
duyunca delik arayan fareye dönmüştür.
O yüzden canı, fare gibi bu dünya deliğini vatan
tutmuş, yurt edinmiştir.
Bu delikte yapılar yapmaya girişmiş, bu deliğe lâyık
bilgilere sahip olmuştur.
3980. Ona bu delikte yarayacak onu burada yüceltecek
sanatları seçti de diğerlerini bıraktı.
Çünkü dışarı çıkmadan ümidini kesti, bedenden
kurtulma yolu kapandı.
Örümcekte Anka tabiatı olsaydı tükürüğüyle çadır
kurar mıydı hiç?
Kedi pençesini kafese de atar. Pençesinin adı
derttir, elemdir, ıstıraptır.
Kedi ölümdür, pençesi de hastalık, kuşu da, kuşun
kanadını da pençeler.
3985. Kuş, bucak bucak ilâç bulmaya koşar. Ölüm
kadıya benzer, hastalık şahide.
Bu şahit, kadıdan gelen adam gibidir. “ Gel kadı,
seni mahkemeye istiyor” der.
Ondan kaçıp kurtulmak için bir mühlet istersin.
Verirse ne âlâ… vermezse “ Olmaz, hadi kalk” diye
emreder.
Mühlet istemen, mühlet alman ilâçlardır, tedavidir.
Âdeta ten hırkasını yamalarla yamarsın!
Fakat nihayet bir sabah kızgın bir hale gelir. “ Bu
mühlet niceye bir sürecek? Utan artık!” der.
3990. Ey hasetlerle dopdolu adam, o gün gelmeden
önce davran da padişahtan özür iste!
Atını karanlıklara süren adam, gönlünü o nurdan
tamamıyla ayırır.
Şahdan da kaçar, şahitten de, götürmek istediği
yerden de. Çünkü o şahit, onu kazaya, hükme davet
etmektedir.
*Bu sözü bırak da o gece mescide konuk olan adamın
ahvalini anlat!
Mescid halkının bir kere daha geceleyin o
mescide kalmak istemesini
kınamaları
Ahali dedi ki: “ Babayiğitlik satma, yürü… bu
sevdadan vazgeç de elbisen de burada rehin kalmasın,
canın da!
Burada gecelemek, uzaktan kolay görünür ama bu geçit
sonunda güçleşir!
3995. Nice kişiler vardır ki kasınır, böbürlenir...
fakat elem ve ıstırap zamanında yapışacak, el atacak
bir şey arar!
Savaştan önce halkın gönlüne iyi ve kötü hayal
kolay görünür.
Fakat adam savaşa girdi mi iş o zaman sarpa sarar!
Madem ki aslan değilsin, ileriye ayak atma. Çünkü
ecel kurttur, canınsa koyun!
Yok… eğer Abdal’dan olmuşsan, koyunun aslan haline
gelmişse korkma, emin bir halde gel ileri… ölümün
sana mağlûp olur, bir şey yapamaz!
4000. Abdal kimdir? Varlığı değişmiş olan, Tanrı’nın
değiştirmesiyle şarabı sirke kesilen!
Fakat sarhoşsan kendini aslanları bile tutarım,
emrime ram ederim sanıyor, sarhoşlukla aslan
olduğunu zannediyorsan kendine gel, sakın ileri
atılma!
Tanrı, doğru yolu bulmamış kötü münafıklar
hakkında “ Onların savaşmaları, kendi aralarında
şiddetlenir” dedi.
Kendi kendilerine kaldılar mı er kesilirler. Fakat
savaşta evdeki karılara dönerler.
O gayp askerinin başbuğu Peygamber dedi ki: “ Ey
yiğit, savaştan önce yiğitlik olamaz!”
4005. Sarhoşlar, savaş lâfına kalkıştılar mı
ağızlarından köpük saçarlar ama savaş kızışınca
köpük gibi kalırlar, hiçbir işe yaramazlar.
Bu çeşit adamın kılıcı savaş sözü olunca, uzar. Asıl
savaştaysa soğan gibi kat, kat kınlara gömülür!
Savaşı düşündüğü zaman gönlü, yaraları arar, saflara
dalar, erlikler gösterir. Savaş zamanındaysa bucak
bucak kaçar?
Cefaya uğrayıp cilâlanacağı zaman kaçan, sonra da
safa dileyen kişiye şaşarım doğrusu.
Aşk dâvaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin
yoksa dâvayı kazanamazsın ki!
4010. Kadı, senden şahit isterse incinme. Yılanı öp
ki hazineyi elde edesin!
Zaten o cefa sana değildir ki ey oğu…l sendeki kötü
hulyadır.
Sopayla kilime vuran, kilimi dövmez, tozlarını
silker!
Kızıp atı döven, hakikatte atı dövmez, aksak
yürüyüşünü döver.
Bu yürüyüşü bıraksın da iyi yürüsün, rahvanlaşsın
der. Üzüm suyunu şarap olsun diye hapis edersin ya…
4015. Birisi bir yetimi dövse gören der ki: O
yetimceğizi neye dövüyorsun. Tanrı’dan korkmuyor
musun?
Döven de “ Canım, dostum, ben onu ne vakit dövdüm
ki? Ben, ondaki Şeytan’ı dövüyorum” der.
Annen, sana “ geber” dese bu sözüyle kötü huyunun,
kötülüğünün gebermesini ister.
Edebden, terbiyeden kaçanlar, erliğin yüz suyunu da
dökerler, erlerin yüz suyunu da!
Bunlar, kendilerini kınayanları da savaştan
döndürürler… nihayet böyle rezil ve kahpe bir halde
kala kaldılar.
4020. Herzevekillerin herzelerini, manasız sözlerini
saçma gururlarını az dinle, bu çeşit adamlarla savaş
safına girme.
Tanrı, bunlar hakkında “ Onlar size uyunca sayınızı
çoğaltmazlar, ancak aranıza nifak sokar, hile ve
fesadı çoğaltırlar” dedi.
Er olmayan kaypak arkadaşlara uyma, çevir onların
yaprağını!
Çünkü onlar sizinle yoldaş olurlarsa gaziler de
saman gibi içsiz bir hale düşerler.
Size uymuş görünür, sizinle beraber safa girerler
ama sonra kaçarlar, safı da bozar perişan ederler.
Bu çeşit adamdansa… münafıklardan pek kalabalık
kişinin size uymadansa azlık asker daha iyi.
4025. Az, fakat adamakıllı olmuş güzel badem,
acımış, kötü fakat çok bademden iyidir elbette.
Suret bakımından acı da birdir, tatlı da… fakat
hakikatte bunlar birbirine zıtdır, ikidir.
Kâfir, o âlemin varlığından şüphe eder, dirileceğini
ummaz. Bu yüzden gönlünde korku vardır.
Yola düşüp gider ama bir konak bile bilmez. Gönlü
kör olan adam, korka korka adım atar.
Yolcu, yol bilmezse nasıl gider? Tereddütlerle,
gönlü kanlarla dolu olarak!
4030. Birisi “ Hay adam hay… yol, burası değil ki!”
dese korkusundan hemen oracıkta duruverir.
Fakat gönlüyle hakikati duyan, yolu bilen kişinin
kulağına hiç öyle hay huylar girer mi?
Şu halde bu deve yüreklilerle yoldaş olma. Çünkü
onlar, darlık ve korku zamanında kayboluverirler.
Onlar, lâf da Bâbil sihrine maliktirler, her şeyi
yapar, çatarlar ama iş dara geldi mi kaçar, seni
yapayalnız bırakıverirler!
Kendine gel ve züppelerden savaş umma. Tavus
kuşlarından av avlama hünerini bekleme!
4035. Tabiat tavus kuşuna benzer, sana vesveseler
verir, saçma sapan söylenir durur; nihayet seni
yerinden yurdundan eder.
Şeytan’ın, Kureyş kabîlesine “ Ahmed’le
savaşa girişin, ben de yardım
eder, size yardım etmek üzere kabîlemi
getiririm “ demesi, iki saf
karşılaşınca da onları bırakıp kaçması
Şeytan gibi… o da asker içine girdi, yüzün biri
oldu, “ Ben size yardımcıyım” dedi, onlara afsun
okudu, onları aldattı.
Fakat Kureyş, onun sözüne uyup hazırlanarak iki ordu
karşılaşınca,
Müminlerin saflarında melek askerlerini gördü…
Sizin görmediğiniz o gayp askerlerinin saf
kurduklarını görünce canı, korkudan bir ateşgede
kesildi.
4040. Ayağını gerisin geriye çekmeye başladı. “ Ben
pek kalabalık bir ordu görüyorum.
Tanrı’dan korkarım ben, o bana yardım etmez. Çekilin
gidin… ben, sizin görmediğinizi görüyorum” dedi.
Hâris dedi ki: “ Ey Suraka, neden dün böyle
söylemiyordun?”
Suraka şekline girmiş olan Şeytan “ Şimdi savaşın
başlamak üzere olduğunu görüyorum” dedi. Hâris, “
Sen, ancak Arapların hor hakir bir topluluğunu
görmektesin.
Bundan başka bir şey görmüyorsun ama ey aşağılık
herif, o zaman lâf zamanıydı, şimdi savaş zamanı.
4045. Dün ben dayanır, ayak direrim, size yardımda
bulunurum, bu suretle de üst gelirsiniz diyordun.
A melûn, dün ordu kumandanı kesilmiştin, şimdi
namertleştin, bayağılaştın, korkaklaştın.
Senin sözüne kandık da geldik… bu belâ tuzağına
düştük” dedi.
Hâris, bu sözleri söyleyince o melûn bu azardan
kızdı, hiddetlendi.
Bu sözlerden gönlü dertlendi, kızgınlıkla elini,
Hâris’in elinden çekti.
4050. Göğsünü döverek kaçıp gitti; o biçarelerin
kanını da bu hileyle döktü.
O, bunca âlemi yıktı, harap etti de sonra “ Ben
sizden değilim” dedi.
Meleklerin heybetini görünce Hâris’in göğsüne bir
yumruk aşk edip yere yıktı, kaçıverdi!
Nefisle Şeytan, ikisi de birdir… surette kendisini
iki gösterdi.
Melekle akıl da birdir, himmeti var da onun için iki
suret oldu.
4055. İçinde, aklı alan, cana da düşman, dine de
düşman olan böyle bir düşmanın var.
Bir an kertenkele gibi saldırır… derken hemencecik
bir deliğe kaçıverir.
Gönlün de nice delikler var. Her delikten baş
çıkarıp durmada!
Şeytanın insanlardan gizlenmesine, bir deliğe girip
saklanmasına “ Hunus” derler.
Onun gizlenmesi de kirpinin büzülüp gizlenmesine
benzer. Kirpi büzülür de kafasını çıkarır, tekrar
gizler ya… o da öyle işte.
4060. Tanrı, Şeytan’a “ Hannâs” dedi. Şeytan,
kirpinin kafasına benzer.
Kirpi, kötü avcıdan ürker de büzülür, başını gizler.
Fırsatını bulunca başını çıkarır… bu hileyle yılanı
bile zebun eder.
Nefis senin iç âleminde yolunu kesmeseydi bu yol
kesiciler, sana el atabilirler miydi?
Seni kötü şeylere sevkeden şehvetten, o gizli memur
yüzünden gönül, hırsa tamaha, âfete esir olmuştur.
4065. O gizli memur yüzünden hırsız oldun, kendini
berbat ettin de nihayet bu görünen memurlar, seni
kahretmek için yol buldular.
Hadisteki şu güzel öğüdü duy; Düşmanlarınızın en
kuvvetlisi, içinizdedir!
Bu düşmanın palavrasını dinleme kaç ondan… çünkü o
da inatta İblis’e benzer.
Dünya sevgisi, dünya geçimine savaşma yüzünden sana
o ebedî azabı ehemmiyetsiz gösterir.
Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse bunda
şaşılacak ne var ki? O, sihriyle bunun gibi yüzlerce
iş yapar!..
4070. Sihir, bazen sanatla samanı dağ gösterir…bazen
dağı saman!
Gözbağcılıkla çirkinleri güzelleştirir, güzelleri,
çirkin bir şekle sokar.
Sihrin hali budur; afsunlar, üfürür, her an
hakikatleri başka bir şekle çevirir.
Bir an gelir, insanı eşek gösterir… bir an gelir
eşeği şaşılacak bir adam şekline bürür!
İşte senin içinde böyle bir sihirbaz gizlidir.
Vesveselerde daimî bir sihir kudreti vardır!
4075. Fakat bu sihirlerin hüküm sürdüğü âlemde öyle
sihirbazlar da var ki sihirlerin hükmünü
gideriverirler.
Bu kuvvetli zehrin bittiği ovada tiryak da bitmiştir
ey oğul!
Tiryak, sana “ Gel, beni kendine siper et… ben, sana
zehirden daha yakınım.
Onun sözü sihirdir, seni yıkar harap eder… benim
sözüm de sihir ama onun sihrini defeder” der!
Konuk öldüren mescide konuklamak isteyeni
menetmeye kalkışanların
tekrar ona öğüt vermeleri
“ O
güzel yiğit, o Peygamber “ Sözde sihir hassası var”
dedi, doğru da söyledi.
4080. Ey kerem sahib,i kendine gel, yiğitlik
taslama, mescidimizi de töhmet altında bırakma, bizi
de!
Bir düşman düşmanlığından bir söz söyler… bir alçak,
yarın bize bir ateştir salar…
Onu zalimin birisi boğdu, mescidi de kurtulmak için
bahane etti.
Mescidin adı çıkmış zaten. O da konuk, mescitte
konukladı da öldü derler, ben de kurtulurum dedi,
diyebilir.
Ey canı pek adam, bizi töhmet altında bırakma… zaten
düşmanların hilelerinden emin değiliz.
4085. Hadi yürü, yiğitliğini bırak, bu ham sevdayı
pişirmeye kalkışma. Zuhal yıldızı arşınla ölçülemez!
Senin gibi çokları bahttan, talihten dem vurdular
ama sonunda birer birer, tutam tutam sakallarını
yoldular!
Aklını başına al da bu dedikoduyu kısa kes, yürü
git… kendini de vebale sokma, bizi de!”
Konuğun, onlara sırtına Sultan Mahmud’un
davulu konmuş ve nöbet
vurulması âdet olmuş deveyi bile defle
kuşları kaçıran ekin bekçisinin
kaçırdığını anlatarak misal getirmek
suretiyle cevap vermesi
Dedi
ki: “ Dostlar, ben bir Lâhavle’yle ürküp kaçacak
şeytanlardan değilim.
Bir çocuk, ekin bekçiliği yapar ve yanındaki defi
çalarak kuşları kaçırırdı.
4090. Kuşlar, o küçücük defin sesini duyup tarladan
kaçarlar, ekinler de zararlı kuşlardan kurtulurdu.
Kerem sahibi Sultan Mahmud’un yolu, o taraflara
düştü, koca otağı o civara kuruldu.
Gökteki yıldızlar kadar çok , talihleri aydın,
saflar yaran, ülkeler alan ordusuyla oraya kondu.
Bir de horoz gibi önde giden esrik bir deve vardı ki
nöbet davulunu sırtına yüklemişlerdi.
Nöbet, gidişte de onun sırtında vurulurdu, gelişe
de.
4095. O deve, tarlaya giriverdi. Çocuk, ekinleri
korumak için o küçücük defi çalmaya başladı.
Bir akıllı kişi, çocuğa dedi ki: “ Def çalıp durma.
O esrik deve, zaten davul taşıyan deve… o sese
alışmış.
A çocuk senin bu defceğizin ona vız gelir. O, bu
defin yirmisi kadar olan koskocaman nöbet davulunu
taşıyor!
Ben de Lâ kılıcıyla kurban olmuş bir âşığım. Canım,
belâ davulunun nöbet vurulduğu yer!
Sizin bu tehditleriniz yok mu… bu gözlerin gördüğü
şeylere karşı ancak bir defceğizin gümbürtüsünden
ibaret!
4100. Erler, ben, hayallere kapılıp bu yolda
duracaklardan değilim.
Ben, İsmail Peygambere mensup olanlardanım,
öldürülmeden çekinmem yok… Hattâ İsmail gibi
başından geçmiş bir adamım ben!
Gösterişlerden de geçmişim, riyadan da “ Söyle
geliniz” emri canıma gel demiştir.
Peygamber dedi ki: İhsan edilen şeye verilecek
karşılığı iyice bilen bu dünyada ihsanda bulunur.
Verilen şeye verilecek yüzlerce karşılığı gören
derhal cömertliğe ihsana başlar.
4105. Herkes, kâr elde etmek için malını vermek
üzere pazara, çarşıya bağlanmıştır.
Dağarcıktaki altın sahibi bir kâr elde etsin de onu
yoksullara versin diye ısrarla oturmuş
beklemektedir.
Satıcı, elindeki kumaşın fazla para ettiğini gördü
mü ona olan aşkı soğuyuverir.
Kumaşların fazla bir kâr getirdiğini görmez de o
yüzden onlara ısınır, onları elden çıkarmaz.
Bilgi, hüner ve sanatlarda böyledir. Bunlara sahip
olanlar, bunlardan daha şerefli, daha üstün bir şey
görmezler de o yüzden ehemmiyet verirler.
4110. İnsan için candan iyi bir şey yoksa can
azizdir. Fakat candan iyi bir şeye sahip oldu mu,
canın adı hor, hakir olur gider.
Çocuğun canı, çocuk kaldıkça, büyümedikçe oyun için
yapılan bebeciktir.
Bu düşünceler bu hayallenmeler de bebeciklerdir. Sen
çocuk kaldıkça onlara ihtiyacın vardır.
Fakat çocuk, çocukluktan kurtuldu da kemale erişti
mi, adam oldu mu artık duygulardan da vazgeçer,
düşüncelerden de, hayallerden de!
Mahrem yok ki açıkça söyleyeyim… sükût ettim; Tanrı
hakikate uygun olanı daha iyi bilir.
4115. Malla beden, hemencecik eriyip giden kardır.
Fakat satılığa çıkarılınca onların alıcısı
Tanrı’dır.
Bu kar, sana neden paradan daha iyi geliyor, bilir
misin? Şüphedesin, yakinin yok da ondan.
Behey aşağılık adam, bu sendeki zan, ne acayip zan
ki yakin bahçesinde hiç uçmuyor.
Oğul, her şüphe, yakına susamıştır. Şüphe arttıkça
yakına ulaşmak için daha ziyade çırpınır, kol kanat
açar, uçmaya çalışır...
İlim mertebesine ulaştı mı kanadı ayak kesilir,
gayri uçmaya ihtiyacı kalmaz. Çünkü bilgisi yakın
kokusunu almaya başlamıştır.
4120. Çünkü bu sınanmış yolda ilim yakından
aşağıdır, şüphe yukarı.
Bil ki ilim, yakını arar. Yakin de apaçık görüşü…
Elhâkümü suresinde “ Kellâ lev ta’lemune” den
sonrasını oku da bunu ara, bul, anla.
Ey bilgi sahibi, bilgi insanı görüşe götürür.
Dünyadakiler yakin sahibi olsalardı cehennemi
gözleriyle görürlerdi.
Görüş, şüphe yok ki yakinden doğar; nitekim hayal de
zandan doğmaktadır.
4125. Elhâkümü suresinde bu anlatılmıştır. İlm-el
Yakin olur, bak da gör!
Bana gelince; Ben, şüpheden de yüceldim, yakinden
de… kınanmadan başım dönmüyor.
Onun helvasını yedim; gözüm aydınlandı, onu gördüm
gayri. Şu halde evime gidiyorum demektir, elbette
ayağımı küstahça basarım… ayağım titremez, körcesine
gitmem ki!
Tanrı, güle bir söyledi de gülü güldürdü ya… gönlüme
de onu söyledi de gülden yüz kat fazla güldürdü.
4130. Selviye bir şey yaptı. Boyunu dümdüz etti…
nerkisle ağustos gülü de ondan feyz aldı,
güzelleşti…
Bir tecellisiyle kamışı, canı da tatlı, gönlü de
tatlı bir hale getirdi… Toprağa mensup insan, onun
lûtfuyla Çigil güzeli oldu.
Kaşı o dertçe fitneci, işveci bir hale getirdi; yüzü
gül ve nar gibi kıpkırmızı bir renge boyadı…
Dile yüzlerce sihirbazlık öğretti; madene Caferi
altın hassasını ihsan etti.
Silâh deposunun kapısını açınca güzellerin bakışları
âşıkları koklamaya başladı…
4135. Bu tecelli ile, bu feyz ile benim gönlüme de
ok attı, beni de sevdalara saldı… Beni şükre de âşık
etti, şekere de!
Öyle bir sevgiliye âşıkım ki her alım, onun
alımıdır. Akıl da onun bir kuluna kuludur, can da!
Ben kuru lâf etmem; bir söz söylesem bile su gibi
söylerim de ateşi söndürmede hiçbir ıstırabım olmaz.
Ben nasıl bir şey çalabilirim? Hazinedar o… nasıl
kuvvetlenmem arkam o…
Kimin arkası güneşten kızar, ısınırsa yüzü pek olur,
kuvvetlenir… artık ona ne korku vardır, ne utanma!
4140. Yüzü, hiçbir şeye aldırış etmeyen güneş gibi
düşmanı yakar, perdeleri yırtar.
Her peygamberin dünyada yüzü pektir, bir tek binici
olduğu halde padişahların ordularına saldırır,
onları ezer, bozar!
Bir şeyden korkmaz, gamlanmaz; bu yüzden de hiçbir
şeyden yüz çevirmez… tek başına bütün dünyayı mağlûp
eder.
Taşın yüzü pektir, gözü tok… dünya dolusu kerpiç
olsa korkmaz.
Çünkü kerpiç, kerpiççi tarafından o hale konmuştur,
taşıysa Tanrı yapmıştır, ondan dolayı serttir,
katıdır!
4145. Koyunlar, sayıya sığmayacak kadar çok olsa
kasap, onların çokluğundan korkar mı hiç?
Hepiniz de çobansınız… peygamber de çobandır. Halka
gelince sürüye benzer… peygamber, onların çobanıdır,
onları sürer durur.
Çoban koyunlarla savaşa girişmekten korkmaz… bilâkis
onları soğuktan, sıcaktan korur.
Kızar, kahreder de koyunlara bağırırsa bu bağırışı
sevgisindendir, hepsini de sever de ondan bağırır!
Her an yeni bir talih kulağıma söyleyip duruyor:
Seni gamlandırsam bile gamlanma!
4150. Ben, seni kötü gözlerden gizlemek için
gamlandırırım.
Kötü gözler, yüzünden ırak olsun diye kederlendirir,
ahlâkını acı bir hale getiririm.
Sen, benim avcım değil misin, beni aramıyor musun?
Benim kulum, emrime tabi değil misin?
Bana kavuşmak için tedbirler kurmadasın… benim
ayrılığımla herkesten ayrılmış, beni arayıp
durmaktasın, kimsesiz bir hale gelmişsin!
Dertlere düşmüş, izimi bulmak için çarelere
başvurmuşsun… dün senin yanık yanık ah ettiğini
duydum.
4155. Seni bekletmeksizin de kendime kavuşturmaya,
sana yol gösterip kendime almaya kaadirim ben…
Bu suretle bu devranın girdabından kurtulur, vuslat
hazineme ayak basarsın.
Fakat varılan yerin tatlılığı, lezzetleri, seferde
çekilen zahmetlerle ölçülür.
Ne kadar gurbet çeker, mihnetler, zahmetlere
uğrarsan, şehrinden, akrabandan o derece lezzet
alır, zevk bulursun!
Müminin bir belâya uğrayınca sabırsızlık
edip kaçması, nohudun ve
sair yiyecek şeylerin tencerede kaynarken
sıçrayıp dışarı çıkmaya
çalışmalarına benzer
Bir
bak… nohut tencerede ateşten zebun oldu mu yukarıya
doğru sıçramaya başlar.
4160. Tencere kaynamaya başlayınca nohut, tencerenin
üstüne fırlamaya, yüzlerce coşkunluk göstermeye
koyulur.
“ Neden beni ateşe attın, kaynatıyorsun…. madem ki
satın aldın, neye bu hallere uğratıyorsun” der.
Nohut pişiren kadın da nohuda kepçeyle vurup der
ki. “ Yok… güzelce kayna, tencereden çıkmaya
kalkışma.
Seni sevmediğimden senden hoşlanmadığımdan
kaynatmıyorum seni ki… bir zevkle, bir çeşniye sahip
ol da.
Gıda haline gel, yen, cana karış diye kaynatıyorum.
Bu imtihan, seni horlamak için değil!
4165. Bostanda sular içtin, yeşerdin, terü taze bir
hale geldin ya… İşte o su içiş, bu ateşe düşmen
içindi.
Tanrı’nın rahmeti, kahrından ileridir, kahrından
fazladır ve ezelîdir. Bu yüzden de bir kimseyi
belâlara uğratması, rahmetindendir.
Varlık sermayesi elde edilsin diye rahmeti,
kahrından ileridir, üstündür.
Etle deri lezzetsiz meydana gelmez. Fakat onlar
meydana gelmedikçe sevgilinin aşkı, onları nasıl
eritebilir?
İşte bu takdir neticesi olarak sen de kahırlara
uğrarsan eseflenme… bu kahırlar yüzünden elindeki
sermayeyi sevgiliye bağışlarsın.
4170. Sonra bunun özrü olarak tekrar lûtuf eder,
yıkanıp arındın, dereden atladın, artık o mihnetler
geçti der.
Der ki: Ey nohut , baharın otladın, yeştin… şimdi
zahmet ve eziyet, sana konuk oldu, hoş tut da
Konuk, şükürler ederek minnetler duyarak geri
dönsün, padişaha gidip senin ikramını, ihsanını
anlatsın.
İkram ettiğin şeylere karşılık olarak da sana o
nimetleri veren gelsin… bütün nimetler sana haset
etsinler!
Ben Halil’im, sen de bıçağım önündeki oğlum… başını
koy, rüyada seni kestiğimi gördüm!
4175. Gönlünü bozma, başını kahır önüne koy da
İsmail gibi boğazını keseyim,
Başını kopartayım. Fakat bu baş, zâhiri kesilmekten,
koparılmaktan münezzeh olan baştır.
Ancak ezelî maksat, senin teslim olmandır. Ey
müslüman teslim olmayı araman, dinlemen gerek!
Ey nohut, belâlara düş, kayna, piş de ne varlığın
kalsın, ne sen kal!
O bostanda güldüyse can ve göz bostanının gülü
olduğundan güldün.
4190. Su ve toprak bahçesinden ayrıldıysan lokma
oldun, dirilerin vücuduna girdin.
Gıda ol, kuvvet ol, düşünce ol… evvelce süttün,
şimdi ormanlarda aslan kesil!
Vallahi sen, önce onun sıfatlarından ayrıldın da
geldin.. tekrar çevikçe acele et, yine onun
sıfatların ulaş!
Buluttan, güneşten, gökten geldin… yine Tanrı
sıfatları haline döndün mü göklere gidersin.
Yağmur ve ışık suretinde geldin, Tanrı’nın tertemiz
sıfatları suretine bürünüp gidiyorsun.
4185. Güneşin, bulutun, yıldızın cüzüydün… nefis,
iş, söz ve düşünceler oldun.
Nebatın ölümü, hayvanın varlığı oldu; bu suretle
de “ Ey güvendiğim, inandığım kişiler, beni
öldürün” sözü doğru çıktı.
Madem ki ölümden sonra bize böyle bir hayat
var, “ Şüphe yok ki ölümümde hayat vardır”
sözü doğru.
İş, söz ve doğruluk, meleğin gıdasıdır. Melek,
bunlarla göğe ağar.
Nitekim o yemek de insana gıda olunca cemadat
halinden yücelir, o canlı bir hale gelir.
4190. Bunu, adamakıllı, etraflıca anlattık… başka
bir yerde gelecek.
Kervan, daima göklerden gelmekte, alışverişte
bulunup yine göklere gitmekte.
Şu halde hırsız gibi acılıkla zorla değil de istekle
tatlı tatlı, güzel güzel git!
Seni acılıklardan yıkayıp arıtmak için acı
söylüyorum.
Donmuş, soğuk çalmış üzümü donukluğu gitsin diye
soğuk suya atarlar.
4195. Seni de acılıklarla gönlün kanlara bulanırsa
içindeki bütün acılıklar gider.
Hayır ve belânın sırrını bilen mümin sabreder
Av
köpeği olmayan köpeğin boynunda tasma yoktur. Ham ve
kaynamamış şey, mutlaka lezzetsizdir.”
Nohut, bu sözleri duyunca “ Mademki iş böyledir
hanımcığım, güzel güzel kaynarım, sen de bana yardım
et ama.
Sen, bu kaynatmada beni yapıp yoğuran bir mimara
benziyorsun. Vur bana kepçeyle… ne de güzel
vuruyorsun.
Ben fil gibiyim, vur başıma, yarala beni… vur,
yarala da Hindistan’ı, Hindistan bahçelerini
görmeyeyim.
4200. Bu suretle de kendimi kaynamaya, vereyim de
onun kucağına ulaşayım, ona kavuşmaya bir yol
bulayım!
Çünkü insan, zenginlikte azgın olur. Rüyasında
Hindistan’ı gören fil gibi azar, kudurur.
Fil, rüyada Hindistan’ı gördü mü filciyi dinlemez,
azgın bir hale gelir.
Hanımın nohuda özürler getirmesi ve nohudu
kaynatmasındaki hikmet
Hanım, nohuda der ki: “ Ben de bundan önce senin
gibi yeryüzü cüz’ülerindenim.
Ateş gibi mücadeleyi içercesine tadınca makbul
oldum.
4205. Bir müddet yeryüzünde kaynadım, bir müddet de
ten tenceresinin içinde.
Bu iki kaynayışla duygulara kuvvet oldum, ruh
kesildim de sonra seni pişiriyorum.
Cematken, bu sıfattan koşar, geçersen bilgi olur,
mânevî sıfatlar haline gelirsin, derdim.
Ruh sahibi oldum ama bu sefer de diyorum ki: Bir
kere daha coş, kayna da bu canlı suretten de geç!
Tanrı’dan inayet iste… bu ince bahislerde ayağın
sürçmesin, mânanın künhüne, işin tâ sonuna eriş!
4210. Çünkü çok kişiler Kur’an’ı anlayamadılar da
yol azıttılar… bazı kişilerse o ipe sarıldılar ama
kuyunun dibine gittiler.
A inatçı, yücelere çıkmak sevdasında değilsen ipin
ne suçu var?
Konuk öldüren mescide konuklayan adam
hikâyesinin sonu ve o
konuğun niyetindeki doğruluk
O
himmeti yüce garip dedi ki: “Ben, bu mescitte
kalacak, bu mescitte uyuyacağım.
Ey mescit, bana Kerbelâ olsan yine aldırış etmem.
(zaten yok olmayı, zaten ölmeyi istiyorum).
Sen beni muradıma eriştiren bir Kâbe olacaksın!
Ey seçilmiş ev, aman beni kurtar da Mansur gibi
ipimle oynayayım.
4215. Size gelince: Öğüt vermede Cebrail bile
olsanız Halil, ateş içinde medet istemez ki.
Ey Cebrail, git… ben tutuşmuş yanmaktayım; amber ve
öd ağacı gibi yanmakta, bana daha hoş geliyor.
Ey Cebrail, sen bana yardım ediyorsun, kardeş gibi
beni görüp gözetiyorsun ama,
Ben ateşe atılmada pek çeviğim… yanmakla azalacak,
yanmakla çoğalacak, yaşayacak can değilim ki!
Ot yemekle artan, gelişen can hayvan canıdır… O can,
ateşe mensuptur, odun gibi de telef olur gider.
4220. Odun olmasaydı meyve verir, ebediyen mamur bir
halde kalır, her şeyi de mamurlaştırırdı.
Bu ateş, bil ki yakıcı bir yelden ibarettir… asıl
ateşin ışığıdır, kendisi değil!
Asıl ateş, esîrdedir. Yeryüzündeki onun ışığı, onun
gölgesidir.
Hulâsa ışık ve gölge, daima oynar durur, bakî
kalmaz… yine koşa koşa madenine gider, aslına
kavuşur.
Boyun daima olduğu gibidir de gölgesi bir an kısalır
bir an uzar.
4225. Çünkü ışıkların hiç kimse sebat ettiğini
görmemiştir; akisler yine döner; asıllarına,
analarına giderler.
Kendine gel… ağzını yum; fitne, dudaklarını açtı…
kuru sözlere giriş, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir!
İyi
anlayanları kötü hayallere düşmeleri
Bu
hikâye sone ermeden hasetçilerden bir kötü dumandır
geldi.
Ben, bundan korkmam ama bu tekme, belki bir gönlü
sâf kişinin ayağını çeler.
O Hakîmi Gaznevî, perde ardında kalanlara ne güzel
mânevi bir misal getirdi.
4230. Sapıklar, Kur’an’da sözden, lâftan başka bir
şey görmezlerse şaşılmaz ki
Körün gözüne, nurlarla dolu güneşin ışıkları gelmez
de yalnız bir hararet gelir.
Göbekli biri, ansızın eşek yurdundan şunu, bunu
kınayan karılar gibi baş çıkararak,
“ Bu söz, yani Mesnevi, aşağılık bir
söz…Peygamber’in hikâyesi ona uymayı anlatıp
durmakta.
Bunda öyle velîlerin at koşturdukları makamlara ait
yüce bahisler, yüksek şeyler yok…
4235. Dünyadan ve Tanrı’dan başka her şeyden
kesilmeden tut da yokluk makamına kadar derece
derece, mertebe mertebe Tanrı’ya ulaşıncaya kadar
Her durağın, her konağın şehri de yok ki bir gönül
sahibi onunla kanatlanıp uçsun” dedi.
O kâfirler Tanrı’nın kitabını da bu çeşit kınadılar.
“ Bu esatirden eski masallardan ibaret… öyle derin
bahisler, yüce hakikatleri eşelemeler yok, bunda.
Bunu küçücük çocuklar bile anlar. Kabul edilecek,
yahut edilmeyecek emirlerden nehiylerden ibaret.
4240. Yusuf, Yusuf’un büklüm, büklüm zülüfleri…
Yakub, Zeliha,Zeliha’nın derdi…
Hep bunlar değil mi? Bunları herkes anlar, bilir.
Nerede bir söz ki akıl, onu idrak edemesin de
hayretlere düşsün” dediler.
Tanrı’da dedi ki: “ Eğer bu sana kolay görünüyorsa
bu çeşit kolay, basit bir sure söyleyiver.
Cinlerinize, insanlarınıza kudret ve sanat sahibi
olanlarınıza söyleyin de ehemmiyetsiz gördüğünüz
âyetler gibi bir âyet meydana getirsinler!”
Mustafa aleyhisselâm’ın “ Kur’an’ın zâhiri
var, bâtını var, bâtının da
yedinci bâtına kadar bâtını var “ hadîsinin
tefsiri
Bil
ki Kur’an’ın bir zâhiri var… zâhirin de gizli ve pek
kuvvetli bir de içyüzü var.
4245. O bâtının bir bâtını, onun da bir üçüncü
bâtını var ki onu akıllar anlayamaz, hayran kalır.
Kur’an’ın dördüncü bâtınıysa eşsiz, örneksiz
Tanrı’dan başka kimse görmemiş, kimse bilmemiştir.
Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma… Şeytan da
Âdem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi!
Kur’an’ın zâhiri, insana benzer… sureti görünür,
meydandadır da canı gizli!
İnsanın amcası, dayısı bile insana o kadar yakın
olduğu halde yüzyıl beraber yaşasalar halini bir kıl
ucu olsun göremez, anlayamaz.
Peygamberlerle velîlerin – aleyhimüsselâm –
dağlara, mağaralara
gitmeleri, gizlenmek için olmadığı gibi
halkta korkularından da değildir.
Onlar, mümkün olduğu kadar halkın dünyadan
alâkasının kesmek ve bu
suretle insanları irşad etmek için bu işi
yaparlar
4250. Veliler, halkın gözünden gizlenmek için
dağlara giderler derler ya…
Hakikatte zaten halka nazaran bunlar yüz tane dağın
tepesine çıkmışlar, ayaklarını yedinci kat göğün
üstüne atmışlardır.
Onla, halka nazaran yüzlerce denizden yüzlerce
dağdan ötedeyken neden dağlara giderler de
gizlenirler?
Velinin dağa kaçmaya ihtiyacı yoktur ki… gök tayı
bile onun ardından koşar, ayağından yüzlerce nal
sökülür, düşer de yine de izine yetişemez!
Gök yüzü bile döndü dolaştı da o canın tozuna
erişemedi… bu yüzden de yaslandı, gök elbiselere
büründü!
4255. Hani zâhiren peri gözden gizlidir ya… insan,
perilerden daha gizlidir.
Akıllıya göre insan, gizli olan periye nazaran yüz
kat daha gizli!
Akıllıya nazaran insan bu kadar gizli olunca gayb
âlemindeki seçilmiş insan nasıl olur?
Velîlerle velîlerin sözleri Musa’nın asâsıyla
isa’nın afsununa benzer
İnsan, Musa’nın asâsına benzer, İsa’nın afsunu
gibidir.
Müminin kalbi, adalet sahibi olan ve yardım dilenen
Tanrı elindedir. Tanrı’nın iki parmağı arasındadır.
4260. Asâ, görünüşte bir sopadan ibarettir ama
ağzını açtı mı bütün varlık, ona bir lokmadır.
İsa’nın afsunundaki harfe, sese bakma. Ondan, ölüm
bile kaçıyor, sen ona bak!
Afsunda ki o ehemmiyetsiz, o değersiz sözlere bakma,
o afsunla ölünün sıçrayıp oturuşunu seyret.
O sopayı ehemmiyetsiz görme… yemyeşil denizi nasıl
böldü, onu gör!
Uzaktasın da yalnız birer kara çadırdır görüyorsun…
bir adım ilerle de orduyu gör!
4265. Uzak olduğundan yalnız bir toz dumandır
görüyorum ama birazcık yaklaş, ileri var da topun
içindeki adama bak!
Onun tozu, gözleri aydın eder… onun erliği, dağları
yerinden söker!
Musa, çölün bir ucundan kalkıp gelince Tur dağı,
onun gelişinden neşelendi, rakkas kesildi!
“ Ey dağlar, Davud’la beraber okuyun dedik;
kuşları da ona teshir ettik “
âyetinin tefsiri
Davud’un yüzü Tanrı nuruyla parladı… dağlar, onunla
beraber feryada geldiler.
Dağ Davud’a yoldaş oldu… her iki çalgıcıda bir
padişahın aşkıyla sarhoş oldu!
4270. “ Dağlar Davud’un sesine ses verin, onunla
beraber ırlayın” diye emir geldi. Dağla Davud… ikisi
de bir sesle seslendi, bir perdeden okudu.
Tanrı dedi ki: “ Ey Davud, sen yerinden, yurdundan
ayrıldın… benim için hemdemlerinden cüda düştün.
Ey garip olmuş, tek ve muinsiz kalmış olan Davud,
iştiyak ateşi, gönlünden şule vermekte.
Çalgıcılar, hanendeler, arkadaşlar istersin. O Kadîm
Tanrı dağları senin huzuruna getirir.
Dağlar, sana çalgı çalarlar, şarkı okurlar,
zurnacılık ederler. Hepsi de huzurunda yel gibi ses
çıkarır, sesine ses verirler.! ”
4275. Dudağı, dişi yokken dağın ses vermesi, feryat
etmesi caiz oluyor ya… bil ki velînin de ağızsız,
dudaksız sözleri, feryatları var!
O her şeyden arınmış mescidin cüzülerinden her an
nağmeler çıkar. O nağmelerde her an, velinin can
kulağına ulaşır.
Yanında oturanlar duymazlar, işitmezlerde o duyar,
işitir. Ne mutlu o cana ki gayba inanmıştır!
Velî, kendi kendine yüzlerce söz söyler, dinler de
yanında oturan kokusunu bile alamaz!
Lâmekân âleminden gönlüne yüzlerce sual, yüzlerce
cevap gelir, menziline kadar erişir!
4280. Bunları sen duyarsında başkaları kulaklarını
ağızlarına kadar yaklaştırsalar yine duymazlar!
Tutalım, velîlerin sessiz, harfsiz sözlerini
duymuyor, işitmiyorsun; işte gördün ya… misli sende
de var; neden inanmıyorsun a sağır!
Kendi anlayışındaki kusur yüzünden
Mesnevî’yi kınamaya kalkışana
cevap
Ey
kınayan köpek, sen hav hav edip duruyor da Kur’an’ı
kınamakla hükmünden kendimi kurtarırım mı
sanıyorsun?
Bu o aslan değil ki ondan canını halâs etmeğe
muvaffak olasın, yahut kahrının pençesinden imanını
kurtarasın!
Kur’an, kıyamete kadar, ey kendilerini bilgisizliğe
feda edenler, diye nida eder.
4285. Der ki: “ Siz, beni masal sandınız da kınama
ve kâfirlik tohumunu ektiniz!
Fakat kınayıp da aslı yok, masaldan ibaret dediniz
ama gördünüz ya… siz yok oldunuz, siz masal oldunuz.
Ben Tanrı’nın kelâmıyım, Tanrı’yla kaimim. Canın
canına gıdayım; arı duru, parlak bir yakutum.
Ben, güneşin nuruyum… sizin üstünüze vurdum, sizi
aydınlattım; fakat güneşten ayrılmış değilim.
Bakın, ben âşıkları ölümden kurtarmak için buracıkta
akıp duran bir âbıhayatım.
4290. Hırsınız, hasediniz bu kötü kokuyu salmasaydı
Tanrı, sizin mezarlarınıza da bundan bir katrecik
saçardı.
O, Hakîm’in sözünü, o Hakîm’in öğüdünü tutmaz mıyım
hiç? Her kötü ve yanlış kınama yüzünden gönlümü
bozmam, işimden, sözümden kalmam.
Seyislerin ıslık çalmaları yüzünden tayın ürküp su
içmemesi
Hakîm-i Gaznevî, buyurmuştur ki: tayla anası su
içerlerken,
Seyisler, atlar gelsinler, su içsinler diye ıslık
çalıyorlardı.
Tay ıslık sesini duyunca başını kaldırdı, ürküp su
içmekten vazgeçti.
4295. Anası“Yavrucuğum, neye ürküyor suiçmiyorsun?”
diye sordu.
Tay dedi ki: “ Bunlar ıslık çalıyorlar. Hep birden
ıslık çalmalarından korktum.
Yüreğim titredi, yerinden oynadı. Hep birden ıslık
çalıp bağırmaları beni korkuttu.”
Anası “Dünya kurulalı abes işler de bulunanlar
vardır… bu dünya böyle kurulmuş, böyle gider!
Benim akıllı yavrucuğum,sen işine bak… onların kendi
saçlarını, sakallarını yolmaları yakındır!” dedi.
4300. Vakit var, tertemiz ve gür su da akıp gidiyor.
Sudan ayrılırsın, ayrılık seni şahrem şahrem
eder…bundan önce davran da,
Âbıhayat’la dolu olan ırmaktan su içmeye bak…iç de
senden nebatlar bitsin!
Ey gafil susuz, biz velilerin sözlerinden Hızır’ın
Âbıhayat’ını içmekteyiz, gel!
Bu gür suyu görmüyorsan bari körler gibi gel de
testini suya daldır.
Bu ırmakta su var, bunu duydun ya… köre, taklitle iş
yapmak gerek!
4305. Suyu sayıklayıp duran testini ırmağa daldır…
daldırınca ağırlaştığını anlarsın…
Anlarsın da su olduğuna inanırsın, gönlün o zaman bu
kuru taklitten kurtulur.
Kör, ırmak suyunu açıkça göremez ama testinin
ağırlaştığını anlayınca su olduğunu bilir.
Çünkü testi önce hafift,i ırmağa daldırılınca
ağırlaştı, içi hayli suyla doldu.
Evvelce her yel beni kapıp beni götürürdü,
fakat şimdi ağırlaştım” beni yel kapamaz artık.
4310. Akılsız kişileri her türlü yel kapıp gider.
Çünkü onların kuvvetleri sağlam değildir.
Kötü ve hayırsız adam, lengersiz gemidir; ne demir
atmıştır, ne bir yere bağlıdır; deli rüzgârlardan
kurtulamaz ki.
Akıllıya emniyet ve huzur veren akıl lengeridir…
akıllılardan bir lenger dilen!
İnsan, o cömertlik denizinin inci hazinesinden akıl,
fikir kazanırsa
Bunların yardımıyla gönlü marifetler elde eder,
gönüllükten çıkar, yücelir… gözleri de nurlanır.
4315. Çünkü nur, gönülden doğar da bu göze vurur.
Gönül olmasa gözün hiç bir şey göremez.
Gönül, akıl nurlarıyla nurlanırsa o nurlardan göze
de bir pay verir.
Bil ki gökten inen mübarek su, gönüllere gelen
vahiydir, dillere gelen doğru sözlülüktür.
Biz de tay gibi ırmaktan su içelim de bizi kınayan
vesveseciye bakmayalım, aldırış etmeyelim.
Peygamberlerin izini izliyorsan yola düş, halkın
bütün kınamalarını hava say!
4320. Yol aşan, menzil alan yol erleri ne vakit
köpeklerin havlamasına kulak astılar?
Konuk öldüren mescit hikâyesinin sonu
O
tertemiz aslan adama mescitte neler göründü? Sen onu
söyle yine!
Mescitte, suya gark olmuş adam nasıl uyursa öyle
uyudu.
Gam denizine batmış âşıkların uykusu, daima kuş ve
balık uykusudur.
Gece yarısı korkunç bir sestir geldi:” Ey kendisine
fayda dileyen, geleyim mi, geleyim mi?
4325. Bu şiddetli ses tam beş kere geldi, korkudan
adamın yüreği çatlıyor, paramparça oluyordu.
“
Onları atlı, yaya askerlerinle çağır “ âyetinin
tefsiri
Sen
de din yoluna girmeyi, o yolda çalışmayı kurarsın
ama şeytan, içinden seslenir:
“ A sapık, o yola gitme, eziyetlere düşer, yoksul
olur, kalırsın.
Dostlarından ayrı düşer, hor hakir bir hale gelir,
pişman olursun!”
Sen de o melun Şeytan’ın sesinden korkar, yakinden
kaçar, sapıklığa düşersin.
4330. “ Hele yarın, hele öbür gün din yoluna girer,
koşar, yürürüm… daha önümüzde vakit var” dersin.
Sağdan, soldan ölümün gelip çattığını görürsün…
komşuların ölür, evlerinden feryatlar yücelir.
Derken yine can korkusuyla din yoluna girmeye
niyetlenir, bir an olsun kendini adam edersin.
Ben korkup ayağımı geri çekmem diye ilimden,
hikmetten silahlar kuşanırsın.
Bu sırada şeytan yine hileye sapar, seslenir:” Bu
kulluk kılıcından kork, geri dön! “
4335. Yine korkar, aydın yoldan kaçar, o ilim ve
hüner silâhlarını atarsın.
Yıllardır bir ses, bir bağırış yüzünden ona kulsun…
hırkanı böyle bir karanlığa atmışsın.
Şeytanların bağırışlarındaki heybet, halkı kıskıvrak
bağlamış, boğazlarını sıkmıştır.
Onların canları, nura kavuşmaktan öyle meyus
olmuştur ki kâfirlerin ruhları da kabirdekilerin
dirilmesinden ancak o kadar meyustur.
O melunun sesinin heybeti bu olursa gayrı Tanrı’nın
sesindeki heybet ne olur?
4340. Doğandan aslı, nesli belli olan keklik korkar.
Sineğe o korkudan pay yoktur.
Çünkü doğan, sinek avlamaz ki… sinekleri ancak
örümcekler avlar.
Şeytan örümcek, senin gibi sineğe galiptir.
Keklikle, karakuşla işi yok!
Şeytanların bağırışları, kötü kişilere çobanlık
eder. Padişahın sesiyse velîlerin bekçisidir.
Bu suretle birbirinden uzak olan bu iki ses
birbirine karışmaz… tatlı denizden bir katra bile
acı denize taşmaz.
Gece
yarısı mescitteki konuğa tılsım sesinin gelmesi
4345. Şimdi o şiddetli ses hikâyesini dinle. O iyi
bahtlı konuk, sesi duyunca yerinden bile
kıpırdamadı.
Dedi ki: “ Bu ses, bayram davulu sesi… neden
korkacakmışım? Tokmağı yiyen davul; o korksun!
Ey kalbi olmayan boş davullar, can bayramınızdan
kısmetiniz, tokmaktan ibaret.
Kıyamet bayramında dinsizler davul… bizse gül gibi
gülmekteyiz, bayrama erişenlere benziyoruz.
Şimdi duy da bak, bu davul nasıl ses vermekte…
devlet tenceresi nasıl kaynamakta*
4350. O er, davulun sesini duyunca “ Gönlüm, bayram
davulundan nasıl olur da korkar?” dedi.
Kendi kendisine dedi ki: “ Gönül, titreme, korkma…
yakine erişmiş kötü gönüllülerin canları öldü gitti.
Haydar gibi ya ülkeyi zaptederim ya canım bedenimden
gider.”
Yerinden fırladı bağırdı: “ Ey ulu adam, işte
buracıkta hazırım; hadi, ersen gel!”
Tılsım, hemencecik bozuldu, her taraftan ulam ulam
altın dökülmeye başladı.
4355. Öyle altın döküldü ki oğlancağız, kapının bile
kapanıp açılmayacağından korktu.
Ondan sonra o kuvvetli aslan kalktı, ta seher çağına
kadar altını dışarıya taşımakla uğraştı.
Altınları gömmekte, sonra yine gelip çuvallara,
torbalara doldurarak dışarıya götürmekteydi.
O canıyla oynayan er, gerisin geriye çekilip kaçan
korkakların rağmine definelerine sahip oldu.
Her kör ve hakikatten uzak kalmış altına tapan
kişinin hatırına bu hikâyeyi duyunca derhal zâhiri
altın gelir.
4360. Çocuklar saksıları kırar, o kırık parçalara
altın adını takar eteklerine koyarlar.
Oyun oynarken o parçalara altın adını taktın ya…
artık ne vakit altın desen çocuğun aklına saksı
kırıkları gelir.
Fakat erlerin kastettikleri altın ne o altındır, ne
bu altın.
Onlar üstüne, Tanrı’nın adı basılmış hakikî altını
kastederler. O altın, ne kesada uğrar, ne ziyana…
ebedî ve daimîdir.
O altın, öyle bir altındır ki bu zâhirî altın,
parlaklığını ondan almış, kadir ve kıymeti ondan
bulmuştur.
Gönül, o altından ganileşir… parlaklık ve aydınlıkta
aydan bile üstündür.
4365. O mescit, bir mumdu, adamda pervane… o pervane
huylu, âdeta canıyla oynamaktaydı.
Ateş, kanadını yaktı ama daha güzel kanat ihsan
etti. O ateşe atılma, âşıka pek kutlu geldi, pek!
O bahtı kutlu, Musa’ya benziyordu. Ağacın civarında
bir ateştir, görmüştü.
Tanrı, ona birçok inayetlerde bulunmuştu… o,
gördüğünü ateş sanıyordu ama nurdu.
Oğul, sen de Tanrı erini görünce ondan insanlık
ateşi var sanıyor, onu insan görüyorsun.
4370. Sen, onu kendiliğinden insan görüyorsun,
halbuki o sıfat sende… bâtıl zannın ateşi de bu
tarafta, dikeni de!
O, Musa’nın ağacıdır; o, ışıklarla dopdoludur. Bir
kerecik olsun ona ateş deme de nur de!
Bu dünyadan vazgeçmek de ateş görünmedi mi? Fakat
salikler o makama gittiler, bu âlemi terk ettiler de
anladılar ki nurdan ibaretmiş!
Bil ki din mumu yücedir, ateşten ibaret olan mumlara
benzemez.
Bu zâhirî mum nur görünür, fakat sevgiliyi yakar…
din mumuysa sureta ateş görünür, fakat ziyaretçilere
gül kesilir!
4375. Bu zâhirî mum çok işler bitirir, fakat
hakikatte adamı yakar. Din mumuysa vuslat zamanı
gönül aydınlatır.
Tanrı’ya lâyık olan pak nurun şulesi, ona ulaşanlara
nur görünür ama ondan uzak kalanlara ateş gibidir.
O
âşıkın Sadr-ı Cihan’la buluşması
O
Buhara’lı âşık da kendisini muma atmıştı. O zahmet,
aşkı yüzünden kendine kolay gelmekteydi.
Her şeyi yakıp yandıran ahı, göklere yüceliyordu.
Sadr-ı Cihan’ın gönlüne merhamet gelmişti.
4380. O bir suç işledi, biz de o suçu gördük. Fakat
“ Ey Tanrı, acaba o avaremizin hali nasıl?
Bir seher vakti kendi kendisine diyordu ki
merhametimizi adamakıllı bilmiyordu ki.
Suçlu kişinin gönlüne bizden bir korkudur var… fakat
korkusunda yüzlerce ümit gizli.
Ben utanmayan ve korkmayan kişiyi korkuturum. Zaten
benden korkanı neye korkutayım.
Ateş, soğuk tencerenin altına konur; kaynayan
coşkunluğundan baştan çıkan tencerenin altına değil!
Benden emin olanları bilgimle korkuturum;
korkanlarınsa korkularını teskin ederim.
4385. Ben yamacıyım, yamanması icap eden yeri
yamarım. Herkese nabzına göre şerbet veririm.
Kişinin sırrı ağacın köküne benzer. Yaprakları, o
kökten feyz alırda kupkuru gövdesinden çıkar,
yeşerir.
Yapraklar, köke göredir. Ağaçta böyle olduğu gibi
nefislerle akıllarda da böyledir.
Vefa ağaçlarından göklere yücelmiş kollar, kanatlar
var... kökleri yerli yerinde de ferileri gökte.
Aşk yüzünden gökte kollar, kanatlar meydana gelirde
Sadr-ı Cihan’ın gönlüne nasıl merhamet gelmez.
4390. Gönlünde o suçu affetme denizi dalgalanmaya
başladı…zaten gönülden gönüle pencere vardır!
Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkak. İki gönül
iki ten gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz.
İki kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik
değildir ama ışıkları katışmış birleşmiştir.
Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını arasın.
Dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin!
Fakat aşk, âşıkların vücutlarını inceltir,
zayıflatır… sevgililerin vücutlarını ise
güzelleştirir, semirtir.
4395. Bu gönülden sevgi ve şimşeği çaktı mı bil ki o
gönülde de sevgi vardır.
Gönlünde Tanrı sevgisi arttı mı şüphe yok ki Tanrı
seni seviyor.
Tek elin sesi çıkmaz. Öbür elin olmadıkça, iki elin
birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne seda!
Susuz, ey tatlı su diye ağlar, inler ama su da
nerede o susamış, diye ağlar, inler!
Bizdeki bu susuzluk suyun bizi çekmesinden ileri
gelir… biz suyunuz, su bizim.
4400. Tanrı hikmeti ezelde bizi birbirimize âşık
etti.
O ezeli hükme göre kâinatın büyük zerreleri çift
çifttir ve her cüz’ü de kendi çiftine âşıktır.
Âlemde her cüz’ü de muhakkak kendi çiftini ister.
Kehlibar nasıl saman çöpünü çekerse her cüz’ü de
muhakkak kendi çiftini çeker.
Gökyüzü yere merhaba der, demirle mıknatıs nasılsa
ben de seninle öyleyim.
Gökyüzü aklen erkektir, yer kadın. Onun verdiğini
bu, besler, yetiştirir.
4405. Yerin harareti kalmadı mı gök hararet yollar…
rutubeti bitti mi rutubet verir.
Gökyüzünde bulunan ve toprağa mensup olan burç, yere
yardım eder… suya mensup burç, yere rutubet verir,
yeri terü taze bir hale sokar.
Yele mensup burç yele bulutları sevk eder, yerdeki
buharları ufunetleri çeker alır.
Ateş burcu da güneşe hararet verir… güneşin önü de,
ardı da o burçtan kızmış, tava gibi kızarmıştır.
Kadına nail olmak için kazancının etrafında dönüp
dolaşan erkek gibi felek de zamane de dönüp
dolaşmaktadır.
4410. Bu yeryüzü, hanımlıklar etmekte, doğurduğu
çocukları emzirip yetiştirmektedir.
Şu halde yerle göğün de aklı var; böylece bil. Çünkü
akıllıların işlerini işliyorlar.
Bu iki güzel, birbirlerinden süt emmeseler,
birbirlerini sevip koçmasalar nasıl olur da
birbirlerinin muradına dolanırlardı?
Yer olmasa güller, erguvanlar nasıl biter,
gökyüzünün suyu, harareti olmasa yerden ne hâsıl
olur?
Dişinin erkeğe meyli, ikisinin de işi tamamlansın
diyedir.
4415. Bu birlikte âlem baka bulsun diye Tanrı
erkekle kadına da birbirlerine karşı bir meyil
verdi.
Her cüz’e de, diğer bir cüz’e meyil verdi… ikisinin
birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bulur.
Gece de böylece gündüzle sarmaş dolaş olmuştur.
Geceyle gündüz, sureta birbirlerine aykırıdır ama
hakikatte birdir.
Geceyle gündüz görünüşte birbirine zıttır,
düşmandır; fakat her ikisi de bir hakikatin
etrafında dönmekte, ağ kurmaktadır.
İşini gücünü başarıp tamamlamak için her biri,
canciğer gibi öbürünü ister.
4420. Çünkü gece olmayınca insanın geliri, kuvveti
olmaz… bu gelir olmayınca da gündüzler neyi
harceder?
İnsanın vücudunda, kendi cinsinden başka bir
şeyle hapsedilmiş olan
unsurların kendi cinslerini çekmeleri
Toprak, bedenin toprağına “ Dön geri, canı bırak,
toz gibi bize gel.
Sen, bizim cinsimizdensin, bedenden, o rutubetli
yurttan kurtulup bize gelmen daha doğru” der.
Beden de “ Doğru… ben de senin gibi ayrılıktan
perişanım, fakat ayağım bağlı”diye cevap verir.
Sular, “ Ey yaşlı gurbetten gel, bize ulaş” diye
bedenin yaşlığını aramakta.
4425. Esir, “ Sen ateştensin… aslına ulaşma yolunu
tut” diye bedenin hararetini çağırıp durmaktadır.
Unsurların ipsiz, halatsız çekişleri yüzünden
bedende yetmiş iki türlü illet vardır.
İllet, unsurlar, birbirlerini bıraksınlar diye
bedeni koparıp dağıtmak üzere gelir.
Bu unsurlar ayakları bağlı dört kuştur. Ölüm,
hastalık ve illet de onların ayak bağlarını çözer.
Birbirlerine bağlı olan ayakları çözüldü, açıldı mı
her unsur kuşu hemencecik uçuverir.
4430. Bu asıllarla feri’lerin birbirlerini çekişi
yüzünden her an bedenimizde bir illet zuhur eder.
* Kuşa benzeyen her cüz’ün aslına uçması için bu
ulaşmayı bozup yırtmak ister.
Fakat Tanrı’nın hikmeti, bu aceleye mâni olur.
Onları ecel gelinceye kadar sıhhat vasıtasıyla toplu
tutar.
“ Ey cüz’ler, daha ecel gelip görünmedi. Ecelden
önce kanat çırpmanızda bir fayda yok” der.
Her cüz’ü, kendi aslına arkadaş olmayı diler, ararsa
ayrılıkta kalan bu garip canın hali ne olur. Var,
sen kıyas et!
Canın da ruhlar âlemine çekilmeyi dilemesi,
onun da vatanına gitmeyi
ve ayağının bağlayan şu cisme ait
cüz’ülerden kurtulmayı istemesi
4435. Can der ki: “ Ey benim şu yeryüzüne mensup
cüz’ülerim benim garipliğim sizin garipliğinizden
daha acı… ben, arşa mensubum.”
Tenin meyli, yeşilliğe, akarsuya… çünkü aslı ondan.
Canın meyli ise diriliğe, diriye. Çünkü aslı
Lâmekân’ın canı!
Can, hikmete, bilgilere… ten, bağa, bahçeye, üzüme
meyleder.
Can, yücelmeye, yükselmeye can atar; ten, kazanca,
ota, yiyeceğe, içeceğe!
4440. O yücelmenin aşkı, o yücelmenin meylide
canadır. “ Tanrı onları sever onlarda Tanrı’yı”
âyetini bundan anla!
Bunu anlatmaya kalkışsam sonu, ucu gelmez…
Mesnevi’ye, daha böyle sekiz misli kağıt bile
yetişmez!
Hasılı kim bir şey isterse istediği şey de ona
rağbet eder.
İnsan, hayvan, nebat, cemat… her şey, birbirine
âşıktır. Bir adam, bir şeyi sevdi de muradı o oldu,
başka bir şey dilemez bir hale geldi mi o muradı
olan sevgilide muratsız hale gelen âşıkına âşıktır.
Muratsız hale gelen âşıklar, bir murat etrafında
döner, dolaşır, yalnız sevgililerini dilerler ama
muratları, maksatları olan sevgililer de onları
kendilerine çekip dururlar.
4445. Fakat âşıkların meyil ve muhabbetleri,
âşıkları zayıf bir hale getirir… mâşukların meyil ve
muhabbeti ise onları güzelleştirir, parlak bir hale
sokar!
Sevgililerin aşk,ı onların yanaklarını parlatır;
âşıkların aşkı, âşıkların canlarını yandırır!
Kehlibar, niyazdan müstağni davranan bir âşıktır…o
uzun yola düşen, o uzun yolda savaşansa saman
çöpü!..
Bunu bırak… o susamış âşıkın aşkı, Sadr-ı Cihan’ın
gönlünde parladı.
O aşkın, o ateşgedenin dumanı ona kadar vardı,
gönlünü yumuşattı.
4450. Fakat onu aramayı namusuna, kibrine
yediremiyordu.
Merhameti, o yoksula müştak olmuştu; saltanat bu
lûtfa mâni oluyordu.
Akıl burada hayran… acaba bu mu onu çekti, yoksa bu
çekiş, o taraftan mı oldu?
Cür’etten vazgeç… sen, bunu bilmezsin, anlamazsın.
Dudağını yum, gizli sırrı Tanrı daha iyi bilir.
Bundan böyle bu sözü, gizleyeyim… beni o çeken,
çekmekte; ne yapayım ben?
4455. Ey bir işe sarılıp savaşan, onu güzelce
başarmaya uğraşan, seni çeken… bundan bahsetmeye
bırakmayan kim?
Bir yere gideyim diye yüzlerce defa karar verir,
davranırsın… fakat seni bir saik, başka yere çeker
durur.
Binici, dizgini her tarafa çevirir, taki ham at
üstünde bir binicinin bulunduğunu, başı boş
bulunmadığını anlasın diye.
Fakat terbiyeli at, üstünde binici olduğunu bilir,
bundan dolayı iyi yürür.
O yok mu? Senin gönlünü yüzlerce sevdaya bağlamış,
nihayet seni muratsız bir hale getirmiş de sonrada
gönlünü kırıvermiştir.
4460. İlk kararının kolunu kanadını kırdı ya… peki,
niçin o kanat kıranın varlığı doğru olmuyor, niçin
kendini ona teslim etmiyorsun?
Onun kaza ve kaderi senin tedbir ipini koparıverdi…
pekâlâ neden kaza ve kaderine inanmıyor, niçin
kazasına rıza vermiyorsun?
Tanrı, kuvvet ve kudretin yalnız kendisinde
olduğunu anlatmak için
insanların karar verdikleri şeyleri bozar,
zıddını meydana getirir. Bazen
da kararında azmetsin, yapacağı şeye tamah
eylesin diye o kararı
bozmaz da sonunda bozar, bu da tembih üstüne
tembih olur
Yapacağın işlere iyice niyetlenir, yapmayı kurar,
kararlaştırırsın. Bazan bu kararın denk gelir.
Gönlün tamahtan düşer, niyetini sağlamlarsın. Sonra
tekrar o niyet bozuluverir!
Seni tamamıyla muratsız bir hale getirseydi gönlün
ümitsizlenirdi, dilek tohumunu nasıl ekebilirdin?
4465. Ama emel tohumunu ekseydin, akılsız bir hale
düşseydin Tanrı hükmünde olduğun, onun emrinin
altında bulunduğun nasıl meydana çıkardı*
Âşıklar, muratsız kaldılar da Tanrı’larından haber
aldılar.
Muratsızlık, cennete kılavuzdur. Ey yaradılışı
güzel, “ Cennet, istenmeyen, hoşa gitmeyen
şeylerle, murada nail olmayışlarla kaplanmıştır”
hadisini işit!
Senin muratlarının, görüyorsun ya, ayakları kırık…
ama öyle adam vardır ki bütün muratları olur.
Şu halde onun tarafından gönülleri kırılanlar, onun
yolunda onun aşkında doğru olanlardır. Fakat nerede
âşıkların gönül kırıklığı, nerede başkalarından
gönül kırıklığı,
4470. Akıllıların gönülleri, mecburî kırılır…
dilediklerini yapamazlar, meyus olurlar. Âşıklarda
ise yüzlerce ihtiyar var, dilediklerini yüzlerce
kere yapabilirler, öyle olduğu halde ona tabi
olurlar, gönülleri bu yüzden kırılır; emellerine bu
yüzden erişememişlerdir.
Akılı başında olanlar, bağla bağlanmış kullardır,
âşıklar ise hürdür, şekerlenmiş, ballanmış canlardır
onlar!
Akıllıların yuları “ zorla gelin “ emridir; gönlünü
kaptıranların baharı “ dileyerek gelin “ emri!
Peygamber aleyhisselâm’ın esirlere bakıp
gülerek “ Şaşarım bu kavme ki
onları cennete zincirlerle, bukağılarla
sürüklüyorlar “ demesi
Peygamber, bir bölük esir gördü. Onları çekip
sürüklüyorlardı, hepside feryadü figan ediyordu.
O sırları bilen aslan, zincirlere vurulmuş
olduklarını gördü, gizlice onlara bakmaya başladı.
4475. Her biri hiddetinden o Hak Peygambere
dişlerini gıcırdatmakta, dudaklarını çiğnemekteydi.
Fakat bu kadar kızgın oldukları halde ağız açmaya
kudretleri yoktu… hepsi de on batmanlık kahır
zincirine vurulmuştu.
Memur, onları şehre doğru çekmekte, küfür ülkesinden
alıp kahırla sürüklemekteydi.
Ne yerlerine başkası kabul ediliyor, ne
koyuverilmeleri için para alınıyor, ne de bir ulu
kişi onlara şefaat ediyordu.
Peygamber’e “ Âlemlere rahmet” diyorlar ya… öyle
olduğu halde bütün bir âlemin boynunu, boğazını
kesiyordu.
4480. Onlar Peygamber’i binlerce defa inkâr ederek,
ağızlarının içinden hareketini kınayarak
gidiyorlardı.
Diyorlardı ki: Nice çarelere başvurduk, çare olmadı.
Zaten bu adamın yüreği taş gibi katı .
Biz, binlerce Alpaslanken iki üç çıplak ve yarı
canlının elinde.
Bu derece âciz kaldık… uygunsuz hareketimizden mi,
yıldızımızın düşüklüğünden mi… yoksa sihirden mi?
Bahtı, bahtımızı yırttı; tahtı, tahtımızı baş aşağı
etti.
4485. İşi, sihirle yüceldi, büyüdüyse bir de sihir
yaptık, neden tutmadı, neden tesir etmedi?
“ Fetih istiyorsanız işte size Fetif
âyetinin tefsiri… ey kınayanlar,
diyordunuz ki “ Benimle Muhammed
aleyhisselâm’dan hangimiz
doğrucuysak Yarabbi, sen onu kazandır, ona
yardım et! “ Bu sözü,
dinleyenler sizi doğruluk istiyorsunuz, bir
gareziniz yok sansınlar diye
söylemekteydiniz. Hak kimdedir, görün diye
işte biz de şimdi
Muhammed’e yardım ettik
Eğer
dâvamız doğru değilse bizim kökümüzü sök diye
putlara da dua ettik, Tanrı’ya da.
Hak kimdeyse, kim doğrucuysa ona yardım et, onun
yardımında bulun, biz doğruysak bize, o doğruysa ona
muin ol dedik.
Bu duada çok bulunduk, Lât, Uzzâ ve Menât’a nice
secdeler ettik;
Dedik ki : Eğer Muhammed haksa meydana çıkart,
değilse onu bize zebun et.
4490. Şimdi onun Tanrı yardımına mazhar olduğunu
gördük işte… biz, umumiyetle zulmetmişiz, o nur!
Bu, bize cevap: Dilediğiniz işte meydana çıktı,
hanginizin doğru olduğu açığa vuruldu.”
Sonra yine fikirlerindeki bu düşünceyi
körletiyorlar, bu sözleri bırakarak diyorlardı ki:
“ Bu düşüncemiz de işimizin tersine gitmesinden
meydana geldi; gönlümüzde onun doğru olduğuna dair
bir düşüncedir peydahlandı.
Birkaç kere galip geldiyse ne oldu ki… bundan ne
çıkar? Zaman da herkese galebe çalıyor!
4495. Biz de zamaneden kâm aldık, bizim bahtımız da
yaver oldu… biz de ona birkaç kere üst geldik.”
Sonra yine “ O da mağlûp oldu ama mağlûp oluşu,
bizim mağlup oluşumuz gibi çirkince, alçakça
değildi.
İyi bahtı o bozgunlukta, o mağlûbiyette bile ona el
altından gizlice yüzlerce neşe verdi.
Hattâ o, hiç de mağlûba benzemiyordu. Ne gamı vardı,
ne üzülüyordu” demekteydiler.
Müminlerin nişanesi mağlûbiyettir ama müminin alt
oluşunda da bir güzellik var!
4500. Misk ve amberi kırsan dünyayı güzel kokularla
doldurursun.
Fakat ansızın eşek tezeğini kırsan evler, baştanbaşa
pis kokuyla dolar.
Peygamber, perişan bir halde Hudeybiye’den dönerken
“ İnna Fetahnâ” devletinin davulu çalındı.
Rasûl aleyhisselâm’ın Hudeybiye’den dönüşüne Ulu
Tanrı’nın “ İnnâ fetahnâ “ diye fetih demesindeki
sır… o dönüş görünüşte muratsızlığın ta kendisiydi,
fakat hakikatte fetihti. Nitekim miski kırmak da
görünüşte kırma, hakikatte onun misk oluşunu
bildirmek, faydalarını tamamlamaktır
Tanrı devletinden haber geldi: “ Yürü, bu zafere
erişemediğinden gam yeme.
Şimdi elindeki bu horluk yok mu? Nimetlere erişmen
demektir. İşte şuracıktaki filân kale, filân yer
senin!”
4505. Hakikatten de oradan çabucak dönünce bak hele,
Kurayza’nın Nazîr’in başına neler geldi,
O iki kaleyle çevrelerindeki yerler teslim oldu,
ganimetlerden faydalar elde ettiler.
Öyle olmasa bile şu taifeye bak… onlar gam içinde,
keder içinde Tanrı’ya meftun ve âşıklar.
Zehri şeker gibi yemekteler… gam dikenlerini deve
gibi otlamaktalar!
Hem de bunu, gamdan kederden kurtulmak için de
yapmıyorlar; gama uğradıklarından yapıyorlar. Bu
horluk, onlarca rütbelere, mevkilere erişmek!
4510. Kuyunun dibinde öyle neşeliler ki oradan çıkıp
taca, tahta nail olacağız diye korkuyorlar.
Sevgiliyle beraber oturduğum yer, yerin altı da olsa
yine arştan yücedir.
Mustafa aleyhisselâm’ın “ Beni Yunus ibn-i
Metta’dan üstün tutmayın “ hadisinin tefsiri
Peygamber dedi ki: “ Benim miracım, Yunus’un
miracından üstün değildir.
Benimki göklere çıkmakla oldu, onun ki yerlere
inmekle… zaten Tanrı yakınlığı hesaba sığmaz ki.
Yakınlık, ne yukarıya çıkmaktır, ne aşağıya inmek.
Tanrı yakınlığı, varlık hapsinden kurtulmaktır.
4515. Yok olana yukarı nedir, aşağı ne? Yok olanın
ne yakınlığı olur, ne uzaklığı, ne geç kalışı!
Tanrı’nın sanat yurdu da yokluktandır, hazinesi de.
Sen, varlığa aldanmış kalmışsın, yokluk nedir, ne
bileceksin?
Hulâsa onların kırıklığı hiç bizim kırıklığımıza
benzer mi a ulu kişi?
Onlar, biz ikbale erişip yücelince nasıl
neşelenirsek horluğa düşüp ellerindekini telef
edince öyle neşelenirler.
Bu çeşit adamın malı, geliri, yokluk varlığından
ibarettir. Yoksulluk, horluk, ona iftihardır,
yüceliktir.
4520. Esirlerden biri dedi ki: “ Peki niçin
Peygamber, bizim halimizi görmedi.. bizi böyle
zincirlere vurulmuş görünce nasıl oldu da güldü.
Hani onun huyları değişmişti, hani o Tanrı
huylarıyla huylanmıştı da neşesi ne bu zindanın
lezzetlerindendi, ne bu zindan dan kurtulduğundan.
Pekâlâ ya neden düşmanlarının kahroluşundan
neşeleniyor, neden bu fetihten bu zaferden
gururlanıyor?
Erkek aslanlara kolayca üstün geldi, muzaffer oldu
diye neşelenmekte.
Gayri anladık ki o da hür değil… dünyadan başka
hiçbir şeyle memnun değil, başka bir şeyden gönlü
şad olmuyor?
4525. Yoksa nasıl gülebilir ki? O dünya ehli, iyiye
de merhamet eder, kötüye de... iyiyi de esirger,
kötüyü de”
Esirler, birbirleriyle bunu konuşuyor, birbirlerine
bunu fısıldıyorlardı.
Memur duymasın, duyarsa o padişaha söyler,
sözlerimiz kulağına gider diye fısıltıyla
konuşuyorlardı.
Peygamber aleyhisselâm’ın onların kınamalarını
dırıltılarını duyması
Memur, o sözü duymadı ama Tanrı bilgisine sahip olan
Peygamber’in kulağına vardı.
Yusuf’un gömleğini alıp götüren, gömleğin kokusunu
duymadı da Yakup duydu.
4530. Şeytanlar, gökyüzünün çevresinde döner,
dolaşırlar da yine Levh-i Mahvuz’daki gayp sırlarını
duyamazlar.
Muhammed’se dayanıp yatmış, uyurken o sır gelir,
başucunda döner durur!
Helvay,ı kime nasipse o yer; parmakları uzun olan
değil!
Delici Şahab, şeytanları, hırsızlığı bırakın da
Ahmed’ den sır öğrenin diye kovar, sürer.
Ey iki gözünü de dükkana dikmiş, ümidini oraya
bağlamış adam, kendine gel, mescide yürü de rızkını
Tanrı’dan iste!
4535. Peygamber, onların sözlerini duyup
söylediklerini anladı da dedi ki: “ O gülüş, savaşta
galebe ettim diye değil ki.
Onlar ölmüşlerdir, yokluk âleminde çürüyüp
gitmişlerdir. Bizce ölüyü öldürmeye kalkışmak erlik
değildir.
Onlar da kim oluyor ki? Ben savaşta ayak diredim mi
ay bile yarılır!
Hani hür olduğumuz, mevki ve şeref sahibi olduğunuz
zamanlar yok mu… işte ben, o vakit sizi böyle
bağlanmış zincirlere vurulmuş görüyordum.
Ey malla, mülkle, soyla, sopla nazlanan, sen akıllı
kişinin yanında oluk üstündeki devesin!
4540. Ten suretinin leğeni damdan düşünce gelecek
gelir çatar sözü gözümün önünde tahakkuk etti,
gelecek şeyler geldi çattı!
Üzüme bakıyor, şarabı görüyorum… yok’a bakıyorum,
açıkça var’ı görüyorum.
Sırra bakmakta, daha dünyada Âdem’le Havva vücuda
gelmemişken gizli bir âlem görmekteyim.
Siz, daha Elest deminde zerrelerden ibarettiniz…
daha vakit ayaklarınız bağlı, baş aşağı ve alçalmış
bir haldeydiniz; sizi öyle görüyordum ben.
Direksiz, desteksiz gökyüzü yaratılmadan bildiğim
şeyler, âlem yaratıldıktan sonra da hep o… hiç
artmadı.
4545. Ben, daha sudan, topraktan vücut bulmamış, bu
surete bürünmemişken sizi baş aşağı olmuş
görüyordum.
Siz ikbaldeyken de bunu böyle görüyordum. Yeni bir
şey görmedim ki sevineyim!
Gizli bir kahra uğramış, gizli bir kahırla
bağlamıştınız. Gayri bu ne kahırdır, bunu kim anlar?
Siz şeker yerdiniz de o şeker de zehir olurdu.
Böyle zehirlerle dolu şekeri düşman yerse afiyet
olsun… Neden ona haset ediyorsun ki?
Sizde o zehri neşe ile içiyordunuz: eceliniz,
gizlice kulaklarınızı tıkamıştı.
4550. Ben üst geleyim de dünyayı zaptedeyim diye
harb etmiyorum ki.
Çünkü bu cihan murdardır, pistir. Ben böyle pis bir
şeye nasıl haris olurum?
Köpek değilim ki ölünün perçemini çekip koparayım.
Ben İsa’yım, ölüyü diriltmeye gelirim.
Sizi helak olmaktan kurtarayım diye savaş saflarını
yarmaktayım.
İnsanların başlarını; yüceleyim, devlete erişeyim
diye kesmem.
4555. Kessem kessem bütün âlem kurtulsun diye birkaç
baş keserim.
Çünkü siz, bilgisizliğinizden pervane gibi ateşe
atılmaktasınız.
Bense sizi ateşe düşmeyesiniz diye sarhoşçasına iki
elimle ateşten kovmaktayım.
Siz kendinizi fetihler elde ettiniz, üst geldiniz
sanıyorsunuz ama asıl o vakit bahtsızlık tohumu
ekiyordunuz.
Hadi gayret, hadi gayret diye birbirinizi teşvik
ediyordunuz ama âdeta ejderhanın üstüne at
sürüyordunuz.
4560. Gûya kahır ediyordunuz, halbuki kahrın ta
kendisine çatmıştınız… asıl siz zaman aslanının
kahrıyla kahrolmuştunuz!
Azgın, âlemi kahrederken kahrolmuş, üst gelmişken
esir düşmüş demektir
Hırsız, ev sahibini kahreder, altın çalar…
hırsızlıkla meşgulken valinin adamları gelip çatar.
Eğer o anda ev sahibinden kaçsaydı vali, ona o
adamları yollar mıydı hiç?
Hırsızın kahredişi, kahrolmasıdır; çünkü onun
kahredişi, kendi başını kapar.
Ev sahibine üstün oluşu, hırsıza bir tuzaktır...bu
suretle vali gelir, hırsızı kısas eder.
4565. Sen halka galip geldin, savaşta üst oldun ama
Tanrı, seni çeke çeke zincire vurmak için onları
mahsustan mağlûp etmiştir.
Kendine gel de mağlûp olanın ardını bırak, dizginini
kas, pek at sürme… ezilir, paralanırsın sonra!
Seni bu suretle tuzağa düşürdü mü ondan sonra o
kalabalığın saldırışını görürsün sen.
Akıl, bu üstünlükte bozgunluğu görürken nasıl olur
da sevinir?
4570. İleriyi gören akıl gözü keskindir. Tanrı, o
gözü kendi sürmesiyle sürmelemiştir.
Peygamber, “ Cennet ehli olanlar, bazı şeyler
yüzünden savaşlarda, düşmanlıklarda mağlup ve zebun
olurlar” dedi.
Bu alt oluş, bu zebunluk; noksan yüzünden,
gönüllerinin kötülüğünden, yahut da din
zayıflığından değil, son derecede ihtiyata riayet
ettiklerinden, düşüncelerine inanmadıklarındandır.
Peygamber, Hudeybiye’de kâfirlere üstün gelmişken
gizlice “ İman etmiş erler olmasaydı” hikmetini
işitti.
Müminlerin halâs olması için melûn kâfirlerden el
çekmek farz oldu.
4575. Hudeybiye ahdi nasıl oldu, oku da “ Tanrı,
kâfirlerin ellerini çekti, size dokunamadılar” ne
demektir tamamıyla anla!
Peygamber galip gelmişken bile kendisini Tanrı
tuzağında mağlup olmuş gördü de
“ Ben sizi ansızın bastırdım, zincirlere vurdum diye
gülmüyorum.
Sizi zincirlerle, bukağılarla selviliklere, güllük,
gülistanlıklara çekiyorum da ona gülüyorum.
Ne şaşılacak şey… sizi zincirlere vurup amansız
ateşten çayırlıklara, çimenliklere götürüyorum.
4580. Cehennemden ağır zincirlerle ta ebedî cennete
kadar sürükleyip götürüyorum, dedi.
İyi, kötü: Bu yolda her mukallidi de böylece bağlı
olarak Tanrı kapısına çekerler.
Velilerden başka herkes, bu yolu korku ve belâ
zinciriyle aşar.
Gayret et de nurun parlasın, aydın olsun… sülûkun,
hizmetin kolaylaşsın.
4585. Çocukları da zorla mektebe götürürsün ya…
çünkü onların gözleri kördür, faydalarını görmezler.
Ama mektebin faydasını anladılar mı koşa koşa
giderler, içleri açılır, neşe duyarlar.
Çocuk mektebe kıvrana, kıvrana gider. Çalışmasına
karşılık hiçbir şey görmemiştir ki!
Fakat kesesine birkaç para gündelik kondu mu geceyi
hırsız gibi uykusuz geçirir.
Gayret et de ibadetinin karşılığı gelsin… bak o
zaman ibadet edenlere nasıl haset edersin.
4590. Mukallitlere “ Zorla gelin”, yaradılışı temiz
kişilere de “ İsteyerek gelin” denmiştir.
Bu, Tanrı’yı bir maksat için sever, öbürünün
dostluğunda hiçbir garez, hiçbir maksat yoktur.
Bu, dadısını sever ama süt için sever. Öbürünü ancak
onu âşık olduğundan, o görünmeyen güzele gönül
verdiğinden sever.
Çocuk, dadının güzelliğini anlamaz ki… onda sütten
başka bir istek yoktur.
Öbürüyse zaten dadıya âşıktır... bu sevgide muradı,
maksadı ancak ona ulaşmaktır.
4595. Şu halde Tanrı’dan bir şey umarak, Tanrı’dan
korkarak sevenler, taklit defterinden ders
okumaktadırlar.
Nerede Hakk’ı ancak hak için seven, garezlerden,
maksatlardan ayrılmış âşık?
Fakat ister öyle sevsin, ister böyle… madem ki
Tanrı’yı diliyor, onu Hakk’a çeken yine Hakk’tır.
Daima Tanrı’nın hayrına nail olayım diye Tanrı’yı
seven de,
Tanrı’dan başkasına gönül vermekten korkup ancak onu
seven de.
4600. Her ikisinin bu sevgisi, bu arayıp taraması da
o âlemdendir… bu gönül kaptırma, o dilberden. O
güzelin güzelliğinden ileri gelmedir.
Sevgilinin; âşıkı âşıkın bilmediği, ummadığı, aklına
bile gelmediği halde kendisine çekişi… bu çekiş
yüzünden âşık, daima sevgiliyi arayıp durmakla
beraber korkuyla karışık bir ümitsizliğe düşer,
başka bir eseri belirmez
Şimdi şuraya geldik: Eğer Sadr-ı Cihan o âşıkı
gizlice çekmese, dilemese, istemeseydi.
O âşık, ayrılığa tahammül edemeyecek bir hale gelir,
ona kavuşmak için tekrar koşa koşa yollara düşer
miydi?
Sevgililerin meyli gizlidir, örtülüdür… fakat âşıkın
meyli iki yüz davul zurnayla ilan edilir, o kadar
meydandadır.
Burada ibret için bir hikâye söylemek var ama
Buhara’lı âşık beklemekten âciz oldu.
4605. Sevgilisini arayıp duruyor, ölmeden kavuşsun,
yüzünü görsün diye söylemekten vazgeçtik.
Ölümden kurtulsun, kurtuluşa erişsin… çünkü
sevgiliyi görmek, Âbıhayat içmektir.
Görülmesi, ölümü gidermeyen sevgili, sevgili
değildir. Onun ne meyvesi vardır, ne yaprağı!
Ey iştiyak çeken sarhoş, iş, o iştir ki sen o
işteyken ölüm bile gelip çatsa sana hoş gelsin.
Delikanlı, iman doğruluğunun nişanesi, o sırada
ölsen bile sana ölümün hoş gelmesidir.
4610. Canım, imanın böyle değilse kâmil değildir
demek… yürü, dini tamamlamaya savaş!
Hangi işe girişirsin de o işte sana ölüm bile hoş
gelirse sevdiğin iş, işte o iştir.
Ölümün kötülüğümü gitti mi zaten artık o ölüm,
değildir, ölümün bir suretidir, bir göçmeden
ibarettir, o.
Ölümdeki kötülük gitti mi ölümde fayda var demektir.
Gayri dosdoğru anlaşıldı ki ölüm geçti gitti!
Sevgili dediğin bir Hak’tır, bir de Tanrı’nın “ Sen
benimsin, ben senin” dediği.
4615. Şimdi kulak ver de dinle: Aşk, âşıkı liften
örme ipliklerle bağlamış… sürükleyip getirdi.
Sadr-ı Cihan’nın yüzünü görür görmez sanki can kuşu,
bedeninden uçup gitti.
Bedeni kuru bir ağaç gibi kalakaldı… tepesinden
tırnağına kadar buz kesildi!
Yüzüne gül suları serptiler, yanında buhurlar
yaktılar… neler yaptılarsa faydasız… kıpırdamadı,
seslenmedi bile!
Padişah, onun safran gibi sararmış yüzünü görünce
atından indi, yanına geldi.
4620. Dedi ki: “ Âşık hararetle sevgiliyi arar…
fakat sevgili geldi mi o âşık yok olur, kendisinden
geçer gider!
Sen Tanrı âşıkısın; Tanrı, ona derler ki geldi mi
sen de bir kıl kadar olsun varlık kalmaz.
O nazarın karşısında senin gibi yüzlercesi fanidir…
hocam, meğerse sen kendini yok etmeye âşıkmışsın!
Sen bir gölgesin, güneşe âşıksın…. Şems geldi,
elbette gölge derhal yok olur!
Sivrisineğin Süleyman aleyhisselâm’a gidip rüzgârdan
şikâyet ederek hakkını istemesi
Bir
sivrisinek, çayırlıktan, çimenlikten gelip
Süleyman’ın huzuruna çıkarak hakkını istedi de dedi
ki:
4625. “ Ey Süleyman, Şeytanlar, insanoğulları ve
periler arasında adaleti yaydın;
Kuş da senin adaletine sığınmış, balık da. Kimdir o
kaybolan, kimdir o mahrum ki adaletin, onu arayıp
bulmamış olsun?
Bize de insaf et, bizim de hakkımızı al… çok
perişanız… bağdan da nasibimiz yok, gül bahçesinden
de!
Her zayıf kişinin müşkülünü halledersin… sivrisinek,
zaten zayıflığın misalidir.
Biz, zayıflıkla, kanadı kırık olmakla, âcizlikle
tanınmışız… sen lûtufla, yoksullara yardımla
tanınmışsın.
4630. Sen, kudret derecelerinin en sonuna varmışsın…
biz, âcizliğin, zavallılığın son derecesine
varmışız!
İmdat et, bizi bu gamdan kurtar… ey eli, Tanrı eli
olan, elimizi tut! “
Süleyman “ Ey hak isteyen, kimden şikayet ediyorsun?
Söyle.
Kimdir o zalim ki ululuk satarak sana zulmetti,
yüzünü, gözünü tırmaladı?
Bizim zamanımızda zalim nerede? Şaşılacak şey… nasıl
oluyor da hapsedilmemiş, nasıl oluyor da bizim
zindanımızda değil?
4635. Bizim doğduğumuz gün zulüm öldü…. kimdir bizim
zamanımızda zulmeden?
Nur geldi mi zulmet yok olur. Zulmün aslı ve arkası
da zulmettir.
Bak, şeytanlar, bizim için çalışmada, kazanmada,
bize hizmet etmede… hizmetten çekinenler de
zincirlerle bağlanmış, bukağılarına vurulmuş!
Zalimler, Şeytan’ın iğvasiyle zulmederler,
zalimlerin zulmünün aslı Şeytan’dan gelir… Şeytan,
bağlarla bağlanmış, zincirlere vurulmuşken nasıl
olup da zulümde bulunabilir?
Tanrı, bize padişahlığı; halk göklere el açıp
ağlamasın diye verdi.
4640. Ah ve feryatların yücelere çıkmasın, gök
yüzüyle süha yıldızı ıstıraba düşmesin.
Arş yetim feryadıyla titremesin, hiç kimse sitemle
perişan olmasın diye bize saltanat ihsan etti.
Göklere “ Yarabbi” sesi çıkmasın diye ülkelerde yol
yordam olarak bu adaleti, bu ihsan kaidesini bir
kanun haline getirdik.
Ey mazlûm gökyüzüne bakma… zamanede gök gibi ihsan
ve feyz sahibi bir padişahın var” dedi.
Sivrisinek dedi ki: “ Benim feryadım rüzgârın
elinden… o bize zulüm ellerini uzattı, bize
zulmetti.
4645. Onun zulmünden daraldık, onun yüzünden
dudağımız yumulu, kanlar yutmaktayız!
Süleyman aleyhisselâm’ın acıklanan sivrisineğe
düşmanını da mahkemeye getirmesini emretmesi
Süleyman, “ Ey güzel sesli, Tanrı emrini candan
dinlenmek gerek.
Tanrı bana dedi ki: “ Ey adalet sahibi, hasmı da
hazır olmadıkça kimsenin şikâyetini dinleme.
İki hasım da hazır olmazsa hâkim, hak hangisindedir,
bilemez.
Birisi yalnız gelse de yüzlerce şikâyette bulunsa,
yüzlerce feryat etse bile sakın ha, sakın... hasmı
olmadıkça sözünü kabul etme.
4650. Ben fermandan yüz çeviremem. Hadi git, hasmını
al, öyle gel” dedi.
Sivrisinek dedi ki: “ Sözün doğru, delilin tam
yerinde… düşmanım rüzgâr, o da senin emrinde!”
O padişah “ Ey seher yeli, sivrisinek, zulmünden
feryat ediyor… gel,
Hadi, geç hasmının karşısına da anlat, ona cevap
ver, dâvasını reddet!” dedi.
Rüzgâr, bu emri duyunca çabucacık esip geldi… fakat
sivrisinek kaçma yolunu tuttu!
4655. Süleyman “ A sivrisinek nereye? Dur da ikinizi
de dinleyip hüküm vereyim” dedi.
Sivrisinek dedi ki: “ Padişahım, ölümüm, onun
varlığından… zaten günüm, onun dumanından
kararmakta.
O gelince ben nasıl durabilirim? Benim kökümü kazan
o! ”
Tıpkı bunun gibi Tanrı tapısını arayan da Tanrı
geldi mi yok olur.
O vuslat ebedîlik içinde ebedîliktir ama o ebedîlik
yokluk suretinde tecelli eder.
4660. Nur arayan gölgeler, nur zuhur etti mi yok
olur.
Âşık, başını verince akıl kalır mı gayrı? Her şey
helâk bulur, yalnız onun hakikati kalır.
Onun hakikatine karşı var da yok olur, yok da.
Yoklukta varlık… bu, pek acayip bir şey!
Bu makamda akıllar elden çıkar, kalem buraya vardı
mı kırılır, bir şey yazamaz olur!
Sevgilinin, kendine gelsin diye âşıkına iltifat
etmesi
Sadr-ı Cihan, o âşıkı yavaş, yavaş istiğrak
âleminden çekmekte, söz söyleme makamına
getirmekteydi.
4665. Padişah âşıkın kulağına dedi ki: “ Ey yoksul,
eteğini aç, sana altın saçmaya geldim.
Canın ayrılığımla halecan içindeydi… İmdadına
geldim, nasıl oldu da ürküp kaçtı?
Ey ayrılığımla dünyanın soğuğunu, sıcağını, kahrını,
kahrını, lûtfunu gören âşık, kendine gel, dön
geriye!
Akılsız bir tavuk, deveyi evine konuk götürür.
Fakat deve, tavuğun evine ayak atar atmaz ev
yıkılır, dam çöker!
4670. Bizim aklımız, fikrimiz de tavuk kümesinden
ibaret. Salih’in aklıysa Tanrı devesini arar.
Deve, başını suya, toprağa daldırınca orada ne
toprak kalır, ne can, ne gönül.
Aşk öyle bir fazilettir ki insanı faziletler sahibi
yapar… fakat insan, bu haddinden fazla dileyiş
yüzünden hem pek zalimdir, ham de pek cahil!
İnsan hakikaten bilgisizdir; Hele bu müşkül avda
büsbütün bilgisiz. Bir tavşan, aslanı kucaklamaya
çalışıyor!
Eğer aslanı bilseydi, görseydi hiç kucaklamaya
kalkışır mıydı, buna imkân mı var?
4675. İnsan, canına da zulmeder, nefsine de… fakat
şu zulme bak, şu zulmü gör ki adaletlerden bile topu
kapar, adaletlerden bile üstündür, ileridir.
Bilgisizliği ilimlere üstattır… zulmü, adaletlere
doğru yol gösterir.
Sadr-ı Cihan, bu nefesi kesilmiş âşık, ona ben nefes
bağışlayınca dirilir, kendine gelir diye âşıkın
elini tuttu,
“ Bu bedeni ölü, bu canı uyanık âşık, benimle
diriliyor. Şu halde o, benim canım… bana yüz
tutuyor.
Ben onu bu candan yücelteyim, bu cana muhtaç
olmasın. Ona bir can bağışlayayım da ihsanımı onunla
görsün!
4680. Nâmahrem can, sevgilinin yüzünü göremez.
Dostun yüzünü ancak aslı onun civarında olan can
görür.
Bu dosta kasap gibi üfüreyim de o lâtif ruhu
derisinden çıksın deyip,
Âşıka “ Ey belâlar yüzünden bedeni terk edip giden
can, vuslat kapımızı açtık, gel gel!
Ey varlığımız, yokluğuna, sarhoşluğuna sebep olan…
ey varlığı, varlığımızdan ibaret bulunan âşık!
Şimdi ben sana dilsiz, dudaksız yeniden yeniye eski
sırlar söyleyeceğim dinle!
4685. Dilsiz, dudaksız söyleyeceğim, çünkü şu
diller, dudaklar, bu nefesten ürkerler. Bu nefes,
gizli bir ırmağın kıyısında yetişir, meyve verir!
Şimdi can kulağını aç da “ Tanrı dilediğini yapar
sırrını duymaya hazırlan” dedi.
Âşık, vuslata çağrıldığını duyunca yavaş yavaş
kımıldanmaya başladı.
Âşık, topraktan da aşağıyı değil ya… toprak bile
sabah rüzgârının işvesiyle yeşiller giyinir,
yokluktan başını kaldırır!
Meniden de aşağı değil ya… meni bile Tanrı emrini
duyar da güneş yüzlü Yusuflar meydana getirir!
4690. Rüzgârdan da aşağı değil ya… Kün emrini işitir
de rahimde tavus olur, güzel güzel söz söyleyen kuş
kesilir!
Taştan, topraktan meydana gelen dağdan da aşağı
değil ya…. deve doğurur da o deveden de deve yavrusu
doğar!
Bunların hepsini bir tarafa bırak, yokluk koskoca
bir âlem doğurmadı mı? Hâlâ da her an bütün
varlıklar ondan doğmuyor mu?
Âşık, sıçradı, titredi, neşeli neşeli bir iki döndü,
bir iki çark vurdu… yere kapandı, secdeye vardı!
Âşıkın kendine gelmesi ve sevgiliyi övmeye başlaması
sevgilinin şükretmesi
Dedi
ki: “ Ey çevresinde canın tavaf edip durduğu Tanrı
ankası… şükrolsun, kaf dağından geri döndük,
4695. Ey aşkın kıyamet yerinde İsrafillik eden
sevgili… ey aşkın aşkı, ey aşkın dileği!
Bana hilât vermeden önce dilerim, kulağını pencereme
daya…
Kalbim tertemizdir, bu yüzden halimi bilirsin… ey
kulları yetiştiren, ey kullarına lûtuflarda bulunan
sevgili, sözlerimi duy!
Ey misli olmayan Sadr, nice zamandır halimi duymanı
arzulayıp durdum. Bu arzuyla aklım, fikrim uçtu
gitti.
Nice zamandır sözlerimi dinlemeni, derdimi duymanı,
o cana canlar katan gülüşlerini,
4700. Benim eksik, artık sözlerimi işitmeni, benim
kötülükler düşünen canımın işvesini düşünüp durdum,
özleyip yattım.
Benim sence mâlum olan kalp akçelerimi sağlam para
gibi kabul ettin.
Şuh bir küstahın küstahlığına gösterdiğin hilme
karşı bütün hilimler, bir zerreden ibaretti.
Dinle bak, hizmetinden ayrıldığım andan itibaren
nelere uğradım: İlk önce benim için ne evvel kaldı,
ne âhir... ön de gözümden kalktı, son da!
İkinci, ey güzel sevgili, çok aradım ama sana bir
ikinci bulamadım.
4705. Üçüncüsü senden ayrıldım ayrılalı Tanrı, üçün
üçüncüsüdür demiş gibi oldum.
Dördüncüsü, ayrılık, tarlamı, ekinimi yaktı;
Hâmise’yi Râbia’dan ayırd edemez oldum!
Nerede topraklar üstünde kan görürsen hiç şüphe etme
ki biz oradan geçtik, kanlı göz yaşlarımızı takip
ederek izimizi izleyebilirsin!
Sözlerim, bu feryad ü figanın âdeta gök gürültüsü…
yeryüzüne bulutlardan yağmur yağdırmak istiyor!
Söylemekle ağlamak arasında mütereddidim… nasıl
edeyim; ağlayayım mı söyleyeyim mi?
4710. Söylesem ağlayamam; fakat ağlarsam sana nasıl
şükredebilir, seni nasıl övebilirim?
Padişahım, gözlerimden gönül kanları akmakta. Bak,
gözlerimden neler akıyor?”
O zayıf âşık, bunları söyleyip ağlamaya başladı…
Haline aşağılık kişilerde ağladılar, yüce kişiler
de!
İçinden öyle bir hay haydır coştu ki Buhara halkı
etrafına toplandı.
Hayran hayran söylemekte, hayran hayran ağlamakta,
hayran hayran gülmekteydi. Kadın, erkek, büyük,
küçük, herkes ona şaştı kaldı!
4715. Bütün şehir, onun rengine boyandı; herkes,
onunla beraber ağlamaya başladı. Kadın, erkek
birbirine karıştı, kıyametten bir alâmet oldu!
O anda gökyüzü yere, kıyameti görmedinse gör
diyordu!
Akıl, bu ne aşktır, bu ne haldir… onun ayrılığına mı
şaşmalı, kavuşmasına mı… hangisi daha ziyade
şaşılacak şey diye hayran olmuştu.
Gök, o anda kıyametnameyi okumuş, saman uğrusuna
kadar elbisesini yırtmıştı!
Aşk, iki âleme de yabancıdır; aşkta yetmiş iki türlü
divanelik var!
4720. Aşk, pek gizlidir ama şaşkınlığı meydanda…
Padişahların canları bile ona hasret çekmektedir.
Aşk dini, aşk mezhebi, yetmiş iki şeriatta da
dışarıdır. Padişahların tahtları, aşka karşı alelâde
bir tahta parçasından ibarettir.
Aşk çalgıcısı, semâ vaktinde şunu çalar: Kulluk bir
bağdır, efendilik baş ağrısı!
Şu halde aşk nedir? Yokluk deryası! Aklın ayağı,
orada kırıktır!
Kulluk da malûm sultanlık da… âşıklık bu iki
perdeden gizli!
4725. Keşke varlığın bir dili olsaydı da varlardan
perdeyi kaldırsa, hakikati anlatsaydı!
Ey varlık nefesi, ona ait ne söylersen bil ki onun
üstüne bir perde daha örttün.
Onu anlamanın âfeti, sözdür, haldir; kanı kanla
yıkamanın imkânı yok!
Ben, onun sevdalılarının mahremiyim… gece, gündüz
kafes içinde ondan bahsetmedeyim!
Ey can, pek sarhoşsun, pek kendinden geçmiş, pek
perişan ve harap olmuşsun… dün gece hangi yanına
yattın ki?
4730. Kendine gel, kendine… bu sırdan pek bahsetme;
önce bir sıçra, kendine mahrem bir dost iste!
Âşıksın, sarhoşsun, dilin açılmış… Allah, Allah…
sen, oluk üstünde bir devesin!
Dil, onun sırrından, onun nazından bahse kalkıştı mı
gök, “ Ey hakikatini güzelce örten Tanrı” demeye
başlar.
Fakat aşkı örtmek nedir? Ateşi yün ve pamuk içinde
gizlemek! Ne kadar örtersen o kadar meydana çıkar!
Ben, onu örtmeye çalıştım mı o, bayrak gibi baş
kaldırır, işte buracıktayım der.
4735. Benim inadıma o, iki kulağımdan yakalar da, a
kendi bildiğine giden, beni nasıl örteceksin, nasıl
gizleyeceksin? Hadi, gizle bakalım der.
Derim ki: Hadi git, coşmuşsun ama can gibi hem
meydandasın, hem gizli!
Der ki: Bu tenim küp içinde mahpus… fakat şarap gibi
küp içinde ıslık çalmaktayım!
Derim ki: bir yere rehin olmadan, sarhoşluk âfeti
gelmeden çekil, git.
Der ki: İçimi güzel lâtif kadehin içinde ta akşam
namazı vaktine kadar gündüzün dostuyum.
4740. Akşam gelip de kadehimi çaldı mı, ona daha
benim akşamım gelmedi, kadehimi ver derim!
Şarap içmeye alışmış olan, şaraba doyamaz. Arap,
onun için şaraba müdam adını taktı,
Hakikat şarabını aşk, kaynatır coşturur. Doğru
sözlü, doğru özlü âşıka gizlice saiklik eden aşktır.
Tanrı inayetiyle aşka ulaşmayı dilersem şarap, can
suyudur, sürahi de beden!
Hidayet şarabı çoğaldı, arttı mı şaraptaki kuvvet,
sürahiyi kırar.
4745. Sâki de su kesilir, sarhoş da… nasıl olur
deme, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
Şaraba vuran ışık, sâkinin ışığıdır… Şarap, bu
ışıkla coşar, köpürür, oynar kuvvetlenir!
Gayri sen o şaşkına sor: Sen şarabın bu halini ne
vakit gördün?
Düşünceye hacet yok, her bilinene aşikârdır: Coşana
elbette bir coşturan var!
Uzun
bir ayrılığa düşmüş, çok maceralar geçirmiş bir
âşıkın hikâyesi
Bir
delikanlı, kızın birine delicesine âşık olmuştu.
Fakat bir türlü vuslat zamanı gelmiyordu.
4750. Aşk ona yeryüzünde bir hayli işkenceler
etmişti. Aşk neden, önce âşıka kinlenir?
Neden, önce kanlı katil gibi davranır? Doğru âşık
olmayan kaçsın, aşktan vazgeçsin diye!
O delikanlı da kadına birisini yollasa o yolladığı
adam, hasedinden zavallının yolunu vururdu.
Sevgilisine bir mektup yazıp yollasa okuyan,
kelimeleri yanlış okurdu.
Sabah rüzgârını, vefatını arz etmek üzere gönderse
rüzgâr, toza dumana gark olur, kararırdı.
4755. Kuşun kanadına bir kâğıt parçası bağlayıp
uçursa kâğıttaki ateşli sözlerden kuşun kanadı
yanardı.
Tanrı’nın kıskançlığı çare yollarını bağlamış,
düşünce askerinin bayrağını kırmıştı!
Önceleri bekleyiş, gamına munisti… sonradan
bekleyiş, o bekleyişi de kırdı, geçirdi, mahvetti!
Gâh derdi ki: Bu derdin devası yok… gâh derdi ki:
Hayır… bu dert bizim, canımıza can ve hayat!
Gâh varlığı galebe eder, bir şeyler yapmaya
niyetlenirdi; gâh yokluğa düşer, yokluktan meyveler
yer, gıdalanırdı.
4760. Nihayet bu hale bir çare bulamayıp ümitsizliğe
düşünce birlik kaynağı kızıştı, coştu!
Gurbet azıksızlığıyla azıklanınca azıksızlık azığı,
çaresizlik çaresi, ona doğru koştu!
Düşünce salkımları çöpsüz bir hale geldi…o âşık, ay
gibi gece yolcularına kılavuz kesildi!
Nice güzel sözlü dudular vardır ki susarlar… nice
tatlı özlüler vardır ki ekşi yüzlüdürler!
Yürü, bir an mezarlığa var da susarak otur. O söz
söyleyip duran susmuşları gör!
4765. Onların topraklarını bir renkte, bir halde
görürsün ama halleri bir değildir ki!
Dirilerin da yağları, etleri bir… fakat birisi
gamlı, öbürü neşeli!
Sözlerini duymadıkça hallerini ne bileceksin.
Halleri senden gizli kalır.
Söyletsen de sözlerinden ancak bir hay huydur
duyarsın. Yüz kat gizli olan hallerini nereden
göreceksin ki?
Bir olan suretimizde bile birbirine zıt vasıflar
var. Toprak da bir ama ruhlar ayrı ayrı!
4770. Seslerde böyle… ses olmak bakımından bir,
fakat birisinin sesi dertli, öbürünün nazlı, edalı!
Savaşta atların kişnemelerini… koşuşup uçuşurken
kuşların cıvıltılarını duyarsın ya…
Birisi kızgınlığından, hasedinden, öbürü
arkadaşlarıyla birleşme yüzünden kişner,cıvıldar.
Biri derdinden bağırır, öbürü neşesinden!
Fakat onların hallerini anlamaktan uzak olana göre o
sesler hep birdir!
O ağaç baltadan titrer, şu ağaç seher yelinden!
4775. Bu arada kalası tencere yüzünden çok
yanıldım…çünkü kapağı kaynıyor!
Doğrulukla kaynayan da o kaynayışıyla, o
coşkunluğuyla seni çağırır, gel der… yalanla, riya
ile kaynayan da!
Eğer insanları yüzlerinden tanıyan candan bir koku
almadıysan, eğer o kabiliyet sende yoksa
yürü…kokudan anlayan bir dimağa sahip olmaya çalış!
O gül bahçesinde dönüp dolaşan dimağa sahip olmaya
uğraş… Yakubların gözünü bile o dimağ, aydınlatır.
Hadi, o gönlü hasta âşıkın ahvalini anlat… oğul,
neye Buhara’lı âşıktan uzak düştün.
Âşıkın mâşukunu bulması, arayan mutlaka bulur, bir
zerre miktarı hayırda bulunan, hayrının mükâfatını
görür
4780. O delikanlı, tam yedi yıl sevgilisini aradı,
durdu; vuslat hayaliyle hayale döndü!
Tanrı’nın gölgesi kulun başı üstündedir. Arayan,
nihayet aradığını bulur.
Peygamber dedi ki: Bir kapıyı çalar durursan nihayet
o kapıdan bir baş çıkar, görünür.
Bir adamın oturduğu yerin civarında oturursan
sonunda elbette o adamın yüzünü görürsün.
Bir kuyudan her gün toprak çeker, çıkarırsan onunla
tertemiz suya erişirsin elbet.
4785. Sen inanmazsan da bunu herkes bilir. Ne
ekersen bir gün gelir, onu biçersin.
Taşı, demire vur da kıvılcım çıkmasın…. Böyle şey
olmaz, olsa bile nadirdir.
Bir adamın bahtı yaver olmaz, bir adamın nasibinde
kurtuluş bulunmazsa o adam, ancak nadir olan şeylere
bakar!
Filân kişi ekin ekti de mahsul devşirmedi, feşman
adam sedef buldu da içinde inci yoktu.
Baûroğlu Bel’amla melûn İblis bu kadar ibadet
ettiler, ne dinleri fayda verdi, ne ibadetleri der
de.
4790. O kötü zanlı kişinin hatırına yüz binlerce
peygamber, yüz binlerce hak yoluna gidenler gelmez
bile!
Bula bula gönlüne kasvet veren, gönlünü karartan bu
iki misali bulur… fakat bahtsızlık, gönlüne bundan
başka bir misal getirebilir mi ki?
Nice kişiler vardır ki neşeli neşeli ekmek yerken
ekmek, boğazlarına durur, ölümlerine sebep olur!
A musibet, sen de ekmek yeme de onun gibi kötülüğe
uğrama bari!
Nice yüz binlerce adam da vardır ki ekmek yer,
kuvvetlenir, can besler.
4795. Ezelden mahrum ve bir ahmağın oğlu değilsen o
arada bir olup gelen şeye neden saplandın?
Şu âlem, güneşin, ayın nuruyla dopdolu da o, başını
kuyunun dibine eğmiş.
“ Aydınlık var diyorlar, bu söz doğruysa nerede,
hani?” deyip duruyor. A alçak, başını kuyudan kaldır
da bak!
Bütün dünya… doğu, batı, o nurla nurlanmış… fakat
sen kuyudayken o nur, sana vurmaz ki!
Kuyuyu bırak, köşklere, bağlara git; burada inat
edip durma, inat meş’umdur denmiş!
4800. Kendine gel, filân adam filân yıl ekin ektide
mahsulünü çekirgeler yedi…
Ben neye ekeyim, burası korkulu bir yer… neden
elimdeki buğdayı yerlere saçayım deme.
Ekin ekmeyi terk etmeyen, işten güçten kalmayan ekti
de sen, kör gibi durup dururken ambarlar doldurdu.
O delikanlı da ümitle, neşeyle bir kapıyı çalıp
duruyordu; nihayet bir gün sevgilisini tenhaca
buldu, vuslatına erdi.
Bir gece bekçinin korkusundan kaçıp bir bağa girdi.
Orada sevgilisini mum gibi buluverdi.
4805. O sebebi halk eden Tanrı’ya o anda hamd ederek
dedi ki. “ Yarabbi, sen bekçiye rahmet et!”
Bilinmez, anlaşılmaz sebepler halk etmişsin. Beni
cehennem kapısından cennete almışsın!
Hiç kimseyi, hiçbir şeyi hor görmeyeyim diye şu işe
bunu sebep ettin.
Ayak kırıldı mı Tanrı kanat ihsan eder. Kuyunun
dibinden bile bir kapı açar da.
Sen ağaç üstünde ol, kuyu dibinde bulun, buna bakma…
beni gör, bana bak ki yolun anahtarı benim, yolu ben
açarım der!”
4810. Kardeşim, gayrı bu hikâyenin arda kalan
kısmını anlamak istersen dördüncü ciltte ara!
-
ÜÇÜNCÜ CİLDİN SONU -
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 3501 - 4810 )
B.
3502. H. Muhammed, "Biriniz yaratılacağı vakit
anasının karnında kırk gün içinde pıhtılaşmış kan
haline gelir, sonra yine kırk gün içinde bir et
parçası olur, sonra Tanrı bir melek yollar ve melek
vasıtasıyla ona ruh üfürür, canlandırır" demiştir.
B.
3562. Bilâl. Aslen Habeşli olan bu zat Medi-neye
gelmiş. II. Muhammıd'c inanmış, sesi çok güzel
olduğu için müezzin olmuştur. Hicrî 20 de (640-Gil)
Şam'da vefat etmiştir.
B.
3562. Göğün altındaki analar, dürt unsurdur.
B.
3572-3573. Tıp bilgisine sahip oldukları
anlaşılıyor.
B.
3576. İnsanın, hayatta havailik devresini
geçirdikten sonra inanış, görüş, anlayış., tek sözle
fikir bakımından bir olgunluğa erişmesini ve
inanmayan kişinin inanmasını İsa
Peygamber, "ikinci defa doğuş" sözüyle anlatmakta ve
"ikinci defa doğmayan meleklik âlemine giremez"
demektedir. Bütün İncillerde rastlanan bu fikri,
aşağı yukarı Müslümanlıkta ve bilhassa Müslüman
sofilerinde de buluyoruz. Sofiler, H. Muhammed'in
"ölmeden önce ölün, hesabınız görülmeden hesabınızı
görün" dediğini rivayet ederler ki, bu ihtirastan ve
maddî hayattan ölmek, ferdiyeti terk etmek ve mânevi
hayatta dirilmek demektir. Bu fikir Budha'dan
itibaren bütün düşüncelere hâkim olmuştur,
diyebiliriz.
B.
3576. İllet-i Ula, ilk sebep, bütün sebeplerin
sebebi demektir. Hukema denilen İslâm filozoflarına
göre "Akl-ı Kül" dür. Akl-ı Kül, fâil-i muhtar
değildir, yani dilediğini yapamaz ve idraki yoktur.
"Mucib bizzat" tır, yani yaratıcı kudretin zatının
iktizası olan bu faal tecelli, zarurî olarak Nefs-i
küllü meydana getirir ve bu faallikle, münfeillikten
bütün âlem meydana gelir. Cüz'i illet, her şeyin
varlığına sebep olan şeydir ki doğrudan doğruya
"İllet-i Ula" nın tecellisinden başka bir şey
değildir.
B.
3657. Nefiy bir şeyin varlığının olmadığını, yok
olduğunu kati olarak göstermek, ispat da bir şeyin
varlığını katî olarak söylemektir. Müslümanlığın
esası olan Tanrı birliğini bildiren "La ilahe
illallah" - Tanrı'dan başka yoktur tapacak"
cümlesinde Tanrı'dan başka vehmedilen ve aslı
olmayan bütün yalancı mabutlar nefyedilmekte, tek ve
hakiki Tanrı, ispat olunmaktadır. Bu cümledeki "La"
nefyi, "İllâ" ispatı gösteren kelimelerdir.
B.
3664. Kur'anın ikinci suresi olan Bakara suresinin
146 inci âyetinde "kendilerine Tevrat ve İncil'i
verdiğimiz Yahudiler, Hıristiyanlar, H. Muhammed'i
oğullarını tanır gibi tanırlar ve onun hak Peygamber
olduğunu bilirler. Fakat onların bir kısmı
bildikleri halde hakkı gizlerler" denilmektedir.
B.
3669. Kur'anın 19 uncu suresi olan Meryem suresinde
Kur'anda Meryemi an, o vakit yıkanmak için
yakınlarından ayrıldıydı da Beyti Makdis'in doğu
tarafına gitmişti denilmektedir.
B.
3745. Kur'anın 67 inci suresi olan Mülk suresinin 15
inci âyetinde "Tanrı, öyle bir Tanrı'dır ki
yeryüzünü size rametti. Etrafını gezin, dolaşın,
yetiştirdiği rızıklardan yiyin. Dönüp gideceğiniz,
yine Tanrıdır" denmektedir.
B.
3832. Ebu Hanife, Kûfe'li bir Müslüman âlimdir.
Kurduğu mezhebe "Hanefilik", bu mezhebe uyanlara
"Hanefî" denir. Asıl adı Numan olan Ebu Hanife,
Sünni Alimleri içinde pek şöhret kazanmış ve "İmam-ı
Âzam" diye anılagelmiştir, 150 Hicrîde (767) Bağdat’
ta ölmüştür, Şafiî denilen İdris oğlu Muhammed de
Sünnî imamlarından olup dört meşhur sünni
mezhebinden Şafiîliğin kurucusudur. Hicrî 204
(819-820) de ölmüştür.
B.
3839. Bu beyit meşhur Ebu-al Gîyâs Mugiys-al dir.
Husayn-ibn-al Mansur-al Hallâc'ın "Ey inandığım,
güvendiğim kişiler, beni öldürün.. Şüphe yok
diriliğim ölümümdedir" mealindeki beytinden
alınmıştır (Le Dîvân d'Al-Hallaj, Louis Massignon,
Paris 1931, S. 33-34), C. I, S. 177, B. 1807-1809 a
da bakınız.
B.
3842. Bundan önceki üç beyit Arapçadır.
B.
3849. Ziyadat, Hanefî mezhebinin füruuna, yani
inanış kısmına değil de ibadet ve muamelât
esaslarına ait bir kitaptır. 189 Hicride (805-806)
ölen Muhammed ibn-al Hasan-al Şeybani'nin eseridir.
Silsile, Ebu Muhammed - Abdullah-al Cüveynî'nin
Şafiî füruuna ait bir eseridir. Bu zat 438 H. de
(1046-1047) ölmüştür.
B.
3850. Bir adam, oğlu ile beraber ve bir anda ölse,
bunların da birer oğullan kalsa her iki oğul, kendi
babalarının miraslarını alırlar; Baba evvel öldü,
yahut oğul evvel öldü ise devir lâzım gelir. Yani
sonra ölen evvel ölenin mirasını alır, onun
mirasçısı da onun mirasına konar. Fıkıh, yani İslâm
hukukunda buna "devir" denir.
B.
3852. Hul bir şey karşılığı olarak karıyı boşamaya
derler. Mübârat, karıyla kocanın sulh yoluyla
birbirlerinden ayrılmalarına denir.
B.
3880. Eski nücum bilgisine göre ikinci kat gökte
olan ve çok hızlı döndüğü için "Trio-ok" adı da
verilen Utarid zekâ, akıl anlayış silâhı sayılırdı.
Edebiyatımızda akıl ve zekâ ile Utarid, hemen daima
beraber anılırdı. C. II, S. 148, B. 1598 e de
bakınız.
B.
3901-3906. Sofilere göre yaratıcı kudret, önce Akl-ı
Kül, Nefs-i Kül olarak tecelli eder. Bunlardan
gökler var olmuştur. Göklerin hareketi, unsurları
meydana getirmiş, dokuz felekle dört unsur, yani
yel, ateş, su ve toprak birleşince, "Mevalîd-i
Selâse - Üç çocuk" cemat, nebat ve hayvan meydana
gelmiştir. İnsan, hayvanların, yani canlıların en
mütekâmilidir. İşte mutlak varlık olan Tanrının,
insan mazharına kadar tenezzülüne "devir" derler.
Bunu iyice anlatmak için bir de aşağıdan yukarıya
doğru çıkalım. İnsan, ana ve baba menisinden meydana
gelir. Ananın ve babanın menisi, yedikleri
şeylerden, hayvan, nebat ve cemattan vücut bulur.
Hayvan, nebat ve cemat, unsurlar âleminden, diğer
bir tâbirle madde âleminden var olmuştur. Madde,
kuvvetin mütekâsif bir şekilde zuhurudur. Kuvvet
mutlaka Varlığın, Tanrı'nın zatî iktizası olan
bilgisinden, diğer bir tâbirle zuhura olan meylinden
meydana gelmiştir. Bütün varlık, tek ve Mutlak
Varlık olan Tanrı'nın bilgisinde taayyün eden "ilmî
suretler" in zuhuru olmak bakımından vardır, kendi
varlıkları bakımından mevcudat, yok demektir. Devri
"Tenasüh" la karıştırmamak lâzımdır. Tenasüh
bilhassa ölümden sonra insanın tekrar hayvan,
veyahut, nebat, yahut da cemat âlemine dönüşüdür.
Halbuki devirde bu yoktur. Bu âlemden göçen ruh,
kuvvet âleminde dünyadaki yaptığı işlerin
temessülünden meydana gelen bir zevk veya elem
muhiti içinde kalır. Eğer tekemmül etmişse tamamıyla
kuvvet âlemine geçer ki bu âlem "Melekût-Meleklik"
âlemidir. Bundan da ileri geçebilecek bir kabiliyet
kazanmışsa Tanrı'nın zatî iktizası olan ilim
sıfatına bürünür ve her kâmilden görünür ki Hak ile
Hak oluş da budur.
B.
3904. Kuranın 28 inci suresi olan Kasas suresinin 88
inci âyetinde "Tanrıya başka bir tanrı şerik koşup
çağırma" Ondan başka bir Tanrı yoktur. Her şey yok
olur, ancak onun yüzü, yani hakikati kalır. Hüküm
onundur, ve her şey ona döner" denmektedir.
B.
3935. Âdem'in vücudunu yaratınca ona ruhumdan ruh
üfürdüm, siz de ona secde edin" (Sure 15, Hicr, âyet
29).
B.
3943. H. Muhammet "Din nasihatten ibarettir. Tanrı
için, kitabı için, Peygamberi için, Müslümanların
başında bulunan adamlar için ve bütün halk için
nasihat" dediği gibi, "Söz budur, bundan ötesi yok:
Din nasihatlerden ibarettir" demiştir. (Feyz - al
Kadir II, 327-368).
B.
3999-4000. Abdal'ı tarif etmekte ve bu kelimenin
bedel kelimesinin cem'i olduğunu izah etmektedir. C.
I, S. 26, B. 264 e bakınız.
B.
4002. "İnanmayanlar, sizinle toplu bir halde
savaşamazlar. Ancak müstahkem bir hale getirilmiş
köylere sığınarak, yahut duvarların ardında durarak
savaşabilirler. Kendi aralarında çok yiğiti
görünürler. Sen onları toplu sanırsın ama .kalbleri
tamamıyla ayrıdır. Her biri bir havadadır onların.
Bu da akılsız bir kavim olduklarındandır." (Sure 59,
Haşr, âyet 14).
B.
4004. H. Muhammed'in "Savaşlardan önce yiğitlik
olamaz" dediği rivayet edilmiştir.
B.
4021. Kur'anın dokuzuncu suresi olan Tevbe suresinin
47 inci âyetinde münafıklar anlatılırken "Sizinle
beraber savaşa gitselerdi de kuvvetiniz çoğalmazdı
ki. Çoğalan şey ancak aranızda hile ve hıyanet
olurdu" denmektedir.
B.
4037. Kur'anın 8 inci suresi olan Enfal'in 48 inci
âyetinde "Şeytan onların yaptıklarım kendilerine
güzel gösterdi de bugün size kimse galip gelemez,
ben de size yardımcıyım dedi. Fakat iki ordu
karşılaşınca yüz geri dönüp dedi ki: Ben sizden
uzağım, sizin görmediğiniz şeyi görüyorum, Tanrı'dan
korkarım ben, Tanrı'nın azabı çok şiddetlidir"
denmektedir.
B.
4039. Dokuzuncıı surenin (Tevbe) 40 inci âyetinde
Tanrı'nın müminleri, gözlerin görmediği melek
orduları ile kuvvetlendiği bildirilir.
B.
4042. Haris, Kureyş ulularındandır, Süraka da Kenane
kabilesinin ulusudur.
B.
4060. Tanrı, Şeytan'a hannas yani kirpi gibi başını
sokup sinerek gizlenen demiştir. (Sure 115, âyet 5).
H. Muhammed de "Şeytan ağzını insanın kalbine kor.
İnsan Tanrı'yı andı mı, gizlenir, siner; unuttu mu
kalbini yutar" der. (Feyz-al Kadîr II, 354).
B.
4066. Bu mealde bir hadis rivayet edilmiştir.
B.
4079. Böyle bir hadis de rivayet edilmektedir.
B.
4098-4099. Eskiden padişah padişahlığını bildirmek
için muayyen vakitlerde davullar döğülür ve merasim
yapılırdı. Buna nöbet urmak ve nöbet denirdi.
B.
4098. S. 298, B. 3657 ye bakınız.
B.
4101. Bu beyitte "İsmail'e mensup olanlar" dan
maksat cana ve başa kalmayan, varlıklarını fedadan
çekinmeyen âşıklardır. Ankaravî, bu beyti yanlış
anlamıştır. Fedaileriyle dünyayı kana boyayan
İsmaili'leri, Mevlâna'nın hem de böyle överek
anmasına imkân yoktur (S. 681).
B.
4103. Verginin yerine karşılık geleceğini bilen
malını telef etmekten çekinmez, mealinde bir hadis
rivayet edilmiştir.
B.
4116-4121. C. I, S. 347, B. 3493 e bakınız.
B.
4122-4125. 102 inci surede "Yakinen bilseydiniz
cehennemi gözünüzle görürdünüz" deniyor (âyet 5-6).
B.
4146. Feyz-al Kadîr,
V, 38.
B.
4180-4190. Yint "Devir" den
bahsetmektedir.
B.
4204-4211. Yine "Devir" den bahsediyor.
B.
4210. Kur'anda, Kur'ana "İp" denmekte ve "Tanrı
ipine sımsıkı yapışın, ayrılığa düşmeyin" diye
anılmaktadır (Sure 3, Âl-i İmran, âyet 103). H.
Muhammed de "Ben sizin aranızda iki halife
bırakıyorum: Tanrının gökten yere sarkıtılan ipi
yani Kur'anla Ehli Bcyt'im. Bunlara yapışırsanız yol
azıtmazsınız" demiştir. (Feyz-al Kadîr III, 14).
B.
4215-4219. İbrahim Peygamber, ateşe atılırken
Cebrail'in gelip "Bir dileğin var mı?" dediği, onun
da "Var ama senden değil" diye cevap verdiği, yint
Cebrail'in "Peki öyleyse Tanrı'dan istesene" demesi
üzerine İbrahim Peygamberin "Zaten halimi biliyor,
ne diye isteyeyim" dediği meşhurdur.
B.
4228. Mesnevi'ye yazılırken itiraz edenler olduğu,
onu basit bir kitap, hikâyeden ibaret bir eser
görenler bulunduğu bu beyitlerden açıkça
anlaşılmaktadır. Mevlâna bu münasebetle Mesnevi'yi
Kur'anla karşılaştırmakta ve Kur'ana da itiraz
edenler olduğunu, fakat onun gibi bir kitap meydana
getirenlerin bulunmadığını söylemektedir.
B.
4401. Kur'anın 78 inci suresi olan Nebe' suresinde
"Sizi çift olarak yarattık" denmektedir (âyet 8).
B.
4404-4415. Dokuz kat gök, insanın vücuda gelmesi
için âdeta baba vazifesini görmekte olduğu için
bunlara "yüce babalar" mânasına gelmek üzere "Abâi
Ulviyyin, Âbâ-i Ulviyye" dendiği gibi dört unsur da
ana vazifesi gördüğünden "Ümmehât-i Süfliyye" yani
aşağıdaki analar adını almıştır. Babam gök, annem
yer sözüyle göğün erkek, yerin dişi ve kadın
sayılması hep yunan felsefesinin İslâmîleşmiş şekli
olan hukema inanışından ve devir nazariyesinden
meydana gelmiştir. S. 319, B. 3901-3906 ya
bakınız.
B.
4467. "Cennet, hoşa gitmeyen şeylerle Cehennem de
nefsin istekleriyle kaplanmıştır." (Feyz-al Kadir
III, 389).
B.
4485. Sure 8, Tevbe, âyet 19.
B.
4487. Menat ve Uzza, İslâmdan önce arapların
tapındıkları iki puttur.
B.
4505. Bunlar, Medine civarındaki iki yahudi
kabîlesidir.
B.
4511. H. Muhammed'in "Beni, benim miracımı, Yunus
Peygamber'in miracından üstün tutmayın" dediği
rivayet edilmiştir.
B,
4539. Oluk üstünde deve sözü garip ve olmayacak
şeyi ifade eder.
B.
4555. C. II, S. 265, B. 2834-2855
e bakınız.
B.
4570. "Size cennetlikler kimlerdir haber vereyim,
zayıf, kuvvetsiz kalmış, düşkün kişilerdir. Tanrı'ya
söz verdiler mi sözlerinde dururlar. Cehennemlikler
kimlerdir haber vereyim. Her obur, azametli ve
ululanıp duran kişilerdir.
B.
4705. Rabia, dördüncü, Hamise de beşinci demektir.
Bunların kadın ismi olarak kullanıldığım biliyoruz.
Aynı zamanda falan filân gibi umumi bir mânaya
gelir.
B.
4741. Müdam, alelitlâk şarap
mânasına geldiği gibi hususi olarak sabah
şarabı mânasına gelen "Sabuh" karşılığı
akşam içilen şaraba
da denir.
B.
4782. Böyle bir hadis rivayet
edilmiştir.
B.
4795. Zamanın,
evveli tasavvur
edilmeyen kısmına ezel, ve
sonu düşünülmeyen kısmına
da ebet denmiştir.
-
ÜÇÜNCÜ CİLDİN SONU -