Açıklama

MESNEVÎ-İ ŞERİF

Yard.Doç.Dr. Nuri Şimşekler

Çeviren: Veled Çelebi.

   Mesnevî Kelimesinin Anlamı ve Mesnevî Nazım Türü

 “Mesnevî” kelimesi Arapça olup, sözlük mânâsı “ikişer ikişer” demektir. Edebiyatta ise; her beyti kendi arasında kafiyeli manzum söz söylemek olup; beyit sınırı olmadığı için uzun eserlerde tercih edilen bir nazım türü olmuştur.

İslâmî edebiyatlarda (özellikle Fars Edebiyatı, ve XV.yy’dan sonra Türk Edebiyatı) şairlerin, uzun aşk hikayelerini ve destanımsı konuları işlerken kullandıkları Mesnevî tarzı, Mevlâna’nın dönemine gelindiğinde bir hayli mesafe kaydetmiş; tasavvufî eserlerin hemen hemen tamamı bu nazım türünde kaleme alınmıştır. Mevlâna’nın da etkilendiği, Senâî’nin (ö.1180) Hadîkatü’l- Hakîka’sı, Attâr’ın (ö.1193-1234 arası)  Musîbetnâme ve Mantıku’t-tayr’ı gibi eserler tasavvufî mesnevî geleneğinin ilk ve en güzel örneklerinden sayılmıştır.

Mevlâna’nın zamanına gelinceye kadar bu şekilde edebî  bir terim olarak çağrışım yapan “Mesnevî” kelimesi, Mevlâna’nın mesnevî nazım türünde yazdığı ve bizzat adını Mesnevî olarak kendisinin koyduğu eseri, günümüzde de olduğu gibi yazıldıktan hemen sonra bile mânâ değiştirip, tereddütsüz Mevlâna’nın Mesnevî’sini akla getirmiştir.

Mevlâna’nın Mesnevîsi                                  

Adı, Mevlâna’nın da eserinin birçok yerinde belirttiği gibi Mesnevî’dir. VI. cildin ikinci beytinde Hüsâmeddin Çelebi’ye ithafen “Hüsâmînâme” olarak zikredilse de, hemen bir sonraki beyitte “Mesnevî’nin son cildi...” ibaresinden anlaşıldığı üzere eserin isminde bir tereddüt yoktur. Kaldı ki Mevlâna, Mesnevî’sinin I. cildinin henüz başında “Bu kitap Mesnevî kitabıdır...” diyerek eserinin ismini koyar.

Mesnevî Nasıl Yazıldı?                                    

Daha önce belirtildiği gibi herhangi bir eser yazma endişesinde olmayan Mevlâna, özellikle; Şems ve Selâhaddin-i Zerkûb’un ardından kendisine halife seçtiği Hüsâmeddin Çelebi’nin ısrarlarına dayanamayarak Mesnevî’yi söylemeye, Çelebi de yazmaya başlar. Mevlâna’nın ölümünden 45 yıl sonra onun ve ailesinin menkıbelerini yazmaya başlayan Ahmed Eflâkî (ö.1360), Mesnevî’nin yazılmaya başlanmasını Dergâhın Mesnevîhânı Sirâceddin’in dilinden şöyle anlatır:

“Hüsâmeddin Çelebi, bir gece Mevlâna’ya gelerek onunla baş başa kaldığı sırada baş koyup dedi ki “Gazel divanı çoğaldı, bunların sırlarının nurları deniz ve karaların, Doğu ve Batı’nın her tarafını kapladı. Allah’a hamdolsun bütün söz söyleyenler, bu sözlerin yüceliği karşısında şaşakaldılar. Eğer Senâî’nin İlâhînâme (Hadîka) tarzında ve Mantıku’t-tayr’ın vezninde bir kitap yazılsa bu, bütün insanlar arasında bir hatıra olarak kalır; âşıkların ve dertlilerin can yoldaşı olur. Bu son derece büyük bir merhamet ve inayet olacaktır. Bu kulunuz da ister ki değerli dostların yüzlerini sizin kutlu yüzünüze çevirip başka bir şey ile meşgul olmasınlar. Artık bundan sonrası Hüdâvendigâr (Mevlâna) ın lûtuf ve inayetine kalmıştır.

Bunun üzerine Mevlâna, hemen mübarek sarığının içinden küllî ve cüz’î bütün sırları açıklayan bir cüz çıkartıp, Çelebi Hüsâmeddin’in eline verdi. Bunda Mesnevî’nin başında bulunan on sekiz beyit yazılı idi:

Bi’şnev în ney çun şikÂyet mî-koned

Ez-cüdâ’îhâ hikÂyet mî-koned

...

Der-ne-yâbed hâl-i puhte hîç hâm

Pes suhen kûtâh bâyed ve’s-selâm

Bu neyi dinle, nasıl şikayet ediyor;

Ayrılıkların macerasını nasıl anlatıyor.

...

Ham kişiler, hiç olgunların halinden anlar mı?

O halde sözü kısa kesmek gerektir, vesselâm.”

Mevlâna da Çelebi Hüsâmeddin’e cevapla, böyle bir eser yazmasının Allah’ın gayb âleminden kendisine ilham olunduğunu belirtir; ve böylece Mesnevî’nin söylenmesi ve Çelebi vasıtası ve ricasıyla yazılmasına başlanmış olur.

Ne Zaman ve Kaç Yılda Yazıldı?                     

Mevlâna’nın diğer eserleri gibi Farsça söylenip yazılan VI ciltlik Mesnevî’nin I.Cildine 1259 yılında başlanıp 1263 yılında tamamlandı. II. cilde başlanmak üzere iken Hüsâmeddin Çelebi’nin eşi vefat etti ve Mesnevî’nin yazılması iki yıl kadar beklemede kaldı. Çünkü; Mesnevî, Mevlâna tarafından sabah-akşam, semâ-sohbet, otururken-ayakta demeden söyleniyor ve Hüsâmeddin Çelebi tarafından da yazılıyordu.

Hüsâmeddin Çelebi, eşinin ölümünden iki yıl sonra tekrar Mevlâna’nın huzuruna gelerek vazifesine devam etmek istediğini belirtti. Böylece 14 Mayıs 1264 günü tekrar başlanan Mesnevî’nin kalan V cildi , hiç ara vermeden 1268 tarihinde  tamamlandı.

Yazma, Basma ve Beyit Sayıları                         

Mesnevî’nin her cildi bittikten sonra, Çelebi bunları gözden geçirerek Mevlâna’ya okur, kontrol ettirirdi. İşte  bu şekilde VI cilt halinde meydana getirilen Mesnevî’nin beyit sayısı  çeşitli yazmalara göre değişiklik göstermekte, 25585 ila 26660 arasında değişmektedir. Hindistan bölgesindeki yazmalarda 30 bin beyte kadar çıkan Mesnevî’nin beyit sayısı en güvenilir neşir olarak değerlendirilen Nicholson’un hazırladığı metinde ise 25632 dir. Şu ana kadar tespit edilebilen en eski nüsha özelliğine sahip 677/1278 tarihli, Mevlâna Müzesi teşhir salonunda sergilenen Mesnevî ise 25668 beyit olup, Nicholson metnini hazırlarken kısmen, Abdülbaki Gölpınarlı ve Veled Çelebi (İzbudak) da tercümelerinde bu nüshadan faydalanmışlardır. Bu nüsha, tıpkı basım olarak, 49x32 cm ve 32x23 cm olmak üzere iki boyutta Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır.(Ankara, 1993, XIV s.+325vr.) Aynı nüsha 1371 hş./1992 yılında İran’da da tıpkı basım olarak neşredilmiştir.( Zîr-i nazar-ı Nasrullah Pur- Cevâdî, Tahran, 28,5x22 cm; 7+610 s.)

Konuları, Kaynakları ve Amacı               

Mesnevî’nin konuları hakkında birkaç cümleyle fikir beyan etmek oldukça zordur. Çünkü Mesnevî’de hemen hemen akla gelebilecek her konuda bilgi verilmiş; Âyet, Hadis ve hikayeler yoluyla da bu bilgiler daha iyi aktarılmaya çalışılmıştır.

“Kur’ân’ın tefsiri” ve “Allah âşıklarının kitabı” olarak da nitelendirilen Mesnevî, Mevlâna’ya göre hakîkate ulaşma ve yakîn sırlarını açma hususunda din temellerinin, temellerinin temelidir. İşte Mevlâna bu amaç doğrultusunda hikmetli sözleri ve gizli sırları açarken sıkça hikâyelere başvurur; bu hikayelerin arasında başka bir konuya girer, sonra tekrar başladığı hikayeye geri dönerek öğütler içeren beyitleri sıralar; bununla da yetinmez, Âyet ve Hadis-i şeriflerden delil getirerek vermeye çalıştığı fikirlerin iyice anlaşılmasını amaçlar. Bütün bunlarla birlikte Mesnevî’yi anlamanın öyle kolay olmadığını da belirten Mevlâna, eserini “vahdet dükkânı” olarak nitelendirir ve okuyanlara şöyle der:

Bu kitap, masal diyene masaldır; fakat bu kitapta halini gören, bu kitap vasıtasıyla kendini tanıyan, anlayan da er kişidir.

Mesnevî, Nil ırmağının suyudur; Kıptiye kan görünür, ama Musa kavmine sudur.

Bu sözün (Mesnevî’nin) düşmanı, gözüme cehennemde tepe taklak olmuş bir halde görünüyor .

Mevlâna Mesnevî’sini aydın gönüllü, görüş sahibi ve ciğeri yanmış âşıklar için süslenmiş bir bahçe ve lezzetli bir rızk olarak nitelendirir ve Mesnevî’nin konularını anlama hususunda şu öğütleri dile getirir:

Mesnevî’nin nurlarla dolu sırlarını ve inceliklerini anlamak, Âyetlerin, Hadislerin ve hikayelerin tertibinden aralarındaki ilgiyi kavrayabilmek için büyük bir itikat, daimî bir aşk, tam bir doğruluk, selîm bir kalp, kıvrak bir zekâ ve anlama gücü ve bazı ilimleri bilmek gerekir ki insan onun  (Mesnevî) sırrının sırrına ulaşabilsin. Eğer doğru bir âşıksa bu özellikler olmadan da Mesnevî’yi anlama hususunda aşkı ona kılavuz olabilir ve bir menzile erişebilir.” (Eflâkî, II, 182 vd.)

Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled (ö.1312) de babasının Mesnevî’sine nazire olarak yazdığı İbtidânâme adlı eserinin girişinde Mesnevî hakkında «Mevlâna, Mesnevî’sinde geçmiş erenlerin kıssalarını zikretmiş; onların kerametlerini, makamlarını beyan buyurmuştur ki bunları anlatmaktan maksadı da kendi keramet ve makamlarını belirtmekti...» diyerek Mevlâna’nın amacının eskiden meydana gelen bu olayların kendi zamanında da olduğu ve bunlardan dersler çıkartmak gerektiğini belirtir.

Mevlâna’ya göre; sûfîlerin söyledikleri, yazdıkları ve sözünü ettikleri konu ne rüya, ne de fal; Allah tarafından gönüllerine doğan vahiy (gönül vahyi, ilhamı)dir. Hal böyle olunca da Allah istemedikçe dil söze gelmez; geldiğinde de O’nun ilham ettiklerinden başka bir şey söylemez. Bazen de kalbe doğan bu ilhamların söylenmesi yasaklanır; ya da halkın anlayabileceği, akılların alabileceği ölçü ve seviyede söylenir :

Sevgili, benim sözüme darılsaydı, susardım; bana bir lâhzacık mühlet verseydi, sükût ederdim;

Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kaza ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte.

         Ya beni bırak, hiç söylemeyeyim; ya da izin ver, tamamıyla açıklayayım.

Yine de ne bunu, nede onu istiyorsan ferman senin...”

...

Ey doğacak çocuğun oynaması gibi bu mânâları içimde oynatıp duran Allah’ım! Madem ki bunun (Mesnevî) tamamlanmasını diliyorsun;

Kolaylaştır, yol göster, başarı ver; ya da bu isteği, bu arzuyu gider, bizi suçlama.

Sen olmadıkça, senin inayetin lûtfetmedikçe gece-gündüz nazım ve kafiyenin ne değeri olabilir; (Sen olmadıkça) meydana getirilen şiire kim bakar ki?

Yukarıdaki beyitlerden de anlaşılacağı gibi Mesnevî’nin sadece kendi fikirlerinden oluşmadığını vurgulayan Mevlâna VI. cildin sonlarına doğru «Bu bahisler ancak buraya kadar söylenip, açıklanabilir; bundan sonrakilerin gizlenmesi gerekir.» (b.4620) der ve aşağıdaki beyitle eserini tamamlar:

Gönlümden kopup gelen o söz, o taraftan gelmededir. Çünkü gönülden gönle pencere  vardır.

Tercüme ve Şerhleri            

Mevlâna, yaşadığı dönemde «Bizden sonra Mesnevî şeyhlik edecek ve arayanlara doğru yolu gösterecek; onları yönetecek ve onlara önderlik edecektir.» demişti. İşte, Mevlâna’nın ölümünden yüzyıllar geçmesine rağmen bu söz hâlâ geçerliliğini devam ettirmekte; Mesnevî yüzyıllar boyu Mevlevîlerin el kitabı, başvuru kaynağı olarak vazifesini idame ettirmekteydi. Selçuklular döneminde resmî ve edebî dil olarak benimsenen Farsça, Osmanlı Devleti’nin kurulması ve bilhassa gelişmesiyle geçerliliğini yitiriyor, yerini Türkçe’ye (Osmanlıca) bırakıyordu. XVI.yy’dan itibaren Mevlevîhânelerin yaygınlaşması Mevlevî derviş ve muhiplerinin Farsça’yı tam olarak bilmemeleri ve Mesnevî’den gerektiği gibi istifade edememelerinden dolayı Mesnevî’nin Türkçe’ye tercüme edilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Bu dönemden itibaren sadece Mesnevî’yi anlayabilmek için Farsça-Türkçe sözlükler dahi yazılıyor; Mevlâna’nın döneminden üç yüz yıl geçtiği için Farsça bilinse dahi tercümenin yanında bu derin fikirler içeren eserin tam anlaşılması için onu şerh etmek (açıklamak) ihtiyacı duyuluyordu. İşte bu ihtiyaçlar doğrultusunda Mesnevî, Türkçe’ye tercüme edilmeye ve hakkında şerhler yazılmaya başlandı.

Şu ana kadarki tespitlere göre Mesnevî’nin Türkçe ilk tam tercüme ve şerhleri Şem’î’nin (ö.1600’den sonra) ve Sûdî’nin (ö.1596) eserleridir.

İlk yapılan bu tercüme ve şerhlerden sonra “Fâtihü’l-Ebyât” adlı eseriyle Hz.Şârih unvanı alan İsmail Rüsûhî Dede (Ankaravî) (ö.1631) bu konuda haklı bir şöhrete kavuşmuş; eseri günümüzde dahi Mesnevî’yi anlama hususunda en önemli kaynak olarak kabul edilmiştir. Bu değerli eser önce Mısır’da (1836) ikinci defa da İstanbul’da (1872) basılmıştır.

XVI.yy’dan günümüze kadar hâlâ devam eden Türkçe tercüme ve şerhlerin en önemlileri ise aşağıda sunulmuştur :

1-Sarı Abdullah (ö.1660), Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî, I-V c. (Mesnevî’nin sadece I. cildini kapsar), İstanbul, Matbaa-yi Âmire, 1287-1288/1870-1871

2-Bursalı İsmail Hakkı (ö.1725), Rûhu’l- Mesnevî, I-II c. (Mesnevî’nin bir bölümü), İstanbul, Matbaa-yi Âmire, 1287/1870

3-Âbidin Paşa (ö.1908), Tercüme ve Şerh-i Mesnevi-yi Şerîf, I-VI c. (Mesnevî’nin sadece I. cildini kapsar), İstanbul, 1324/1906

4-Ahmed Avni Konuk (ö.1938), Mesnevî Şerhi, 1937 yılında tamamlanan bu tam şerh henüz basılmamış, Mevlâna Müzesi’nde bulunmaktadır.

5-Tâhirü’l-Mevlevî (Tahir Olgun, ö.1951), Mesnevî’nin Tercümesi ve Şerhi, Mesnevî’nin ilk IV cildini ve V. cildin bir kısmını kapsayan bu eser, F. Sezai Türkmen’in teşebbüsüyle 1963-1975 yılları arasında XIV cilt halinde neşredilmiş; daha sonra bu neşir, Şamil Yayınları tarafından tekrar yayınlanmıştır (2000). Bu eksik tercüme ve şerhin kalanı Tâhirü’l-Mevlevî’nin öğrencisi Şefik Can (d.1910) tarafından yapılarak yayınlanmıştır.

6-Abdülbâki Gölpınarlı (ö.1982), Mesnevî ve Şerhi, I-VI c., Mesnevî’nin tamamının tercüme ve şerhini kapsayan bu eser de birkaç kez değişik yayınevleri tarafından basılmış, son olarak da Kültür Bakanlığı tarafından üç defa yayınlanmıştır. (I-VI c., Ankara, 2000, 3.Baskı)

Mesnevî’nin tercüme ve şerhini kapsayan bu eserler haricinde Muînî’nin, Sultan II. Murad’a (ö.1451) sunduğu Mesnevi-yi Murâdî (1436, Mesnevî hikayelerinin bir bölümünün manzum tercümesi) ilk Mesnevî tercümesi olarak kayıtlara geçer. Ayrıca Nahîfî (ö.1738) Mesnevî’yi aynı vezinde manzum olarak tamamını tercüme etmiştir. En son ve günümüzde en çok ilgi gören Mesnevî tercümesi ise Veled Çelebi (İzbudak, ö.1953) tarafından mensur olarak yapılmış ve Milli Eğitim Bakanlığı yayınları arasında VI cilt olarak defalarca basılmıştır. Bunların haricinde eski tercümelerden de yararlanılarak Mesnevî’nin bazı bölümleri ya da hikayeleri mensur yada manzum olarak tercüme edilmekte ve sık sık yayınlanmaktadır.

Oldukça hacimli bir eser olan Mesnevî’den, XVI.yy’dan başlayarak çeşitli seçmeler de yapılmış ve tercüme ve şerh edilmiştir. Buna ilk örnek de Yusuf Sîneçâk’ın (XVI.yy) Cezîre-i Mesnevî’sidir. Oldukça ilgi gören bu eser İlmî Dede (ö.1661) ve Şeyh Gâlib (ö.1799) tarafından Türkçe’ye tercüme ve şerh edilmiştir. Ayrıca XVI.yy Mevlevî şairlerinden Muğlalı Şâhidî Dede (ö.1550) de Mesnevî’nin her  cildinden 100’er beyit seçerek her bir beyiti 5 beyitle Farsça manzum olarak şerh etmiş (1530) bu şerh de Türkiye (İstanbul, 1880) ve İran’da (Meşhed,1372 hş./1993) birer defa basılmıştır. Şâhidî’nin Gülşen-i Tevhîd adlı bu eseri Mithat Bahari Beytur tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir (İstanbul, 1967).

Etkileri                  

Mesnevî, birçok âlim, edip ve şair tarafından tercüme edilmekle birlikte Mevlevî olsun olmasın birçok şaire de ilham teşkil etmiş ve adeta bir “Mevlevî Edebiyatı”nın doğmasına sebep olmuştur. Hayli tafsilatlı olan bu konuya burada girilmeyecek ve en önemlilerinden birkaç örnek verilecektir:

Şüphesiz Mesnevî’nin ilk tesiri Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’e (ö.1312) olmuş ve onun ilk mesnevîsi olan İbtidânâme (Velednâme) (1291, 8760 beyit) meydana gelmiştir. Sultan Veled bu konuda, babasına her hususta çok benzediğini mesnevî usulünde de onun yolunu takip etmek istediği için bu eserini meydana getirdiğini söyler ve “Gücüm yettiğince o Hazrete benzemeye çalıştım, ama buna imkan yoktu” der.

Mesnevî’yi ilham kaynağı alarak Türkçe mesnevîler oluşturan bazı önemli şairler ve eserlerinin te’lif tarihi de şu şekildedir:

1-     Gülşehrî (ö.XVI yy.), Mantıku’t-tayr (Gülşen-nâme, 1317)

2-     Âşık Paşa (ö.1333), Garîb-nâme, 1330

3-     Şeyh Gâlib (ö.1799) Hüsn ü Aşk, 1782

Bu eserler defalarca basılmış, günümüz diline aktarılmış ve haklarında gerek tez ve gerekse kitap olarak birçok araştırmalar yapılıp, yayınlanmıştır.

Diğer Dillerdeki Tercüme ve Şerhleri            

Mesnevi’ye başta Farsça olmak üzere Arapça, Fransızca, İngilizce ve Almanca tercüme ve şerhler yazılmış ve hâlâ da yazılmaktadır. Ayrı bir makale konusu olacak bu sahaya da burada girilmeyecek; temel teşkil etmesi bakımından bu dillerde yapılan ilk tercüme ve şerhlerin önemlileri sunulacaktır:

1- Kemâleddin Hüseyin b. Harezmî (ö.1436), Künûzu’l- Hakâyık, I-III c., Mesnevî’nin tamamının Farsça şerhidir.

2- Sürûrî (ö.1561-62), Şerh-i Mesnevî, I-IV c., Mesnevî’nin tamamının Farsça şerhidir.

3- Molla Fenârî (ö.1431), Mesnevî’nin mukaddimesini Arapça olarak şerhetmiştir.

4- Yusuf Ahmed el-Mevlevî(ö.1650), Menhecü’l-Kavî li-tullâbi’l-Mesnevî, I-VI c., Arap mevlevîleri için yazılan bu şerh de Arapça’dır.

5- J.D.Wallenbourg, Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi olan bu zât, Mesnevî’yi Fransızca’ya tercüme etmiş, 1799 yılında yayınlamak üzere iken İstanbul Beyoğlu’ndaki yangında eserinin büyük bir bölümünü kaybetmiş, daha sonra da neşre muvaffak olamamıştır.

6- E.H.Vhinfield, Mesnevî’nin VI cildinden seçtiği 2500 beyti 1887 yılında İngilizce’ye tercüme etmiştir.

7- S.James Redhouse, 1881 yılında Mesnevî’nin I.cildini manzum olarak İngilizce’ye çevirmiştir.

8- R.A.Nicholson (ö.1945), Mesnevî’nin tamamını İngilizce’ye tercüme ve şerh ederek orijinal metniyle birlikte VIII cilt halinde yayınlamıştır.(1925-1940, Leiden - Cambridge Univercity Press)

9- George Rosen, Mesnevî’nin üçte birini Almanca’ya tercüme etmiş ve 1849 yılında yayınlamıştır. (Mesnevî oder Doppelverse des Scheich Mevlâna Dschalâleddin Rûmî)

10- Eva de Vitray Meyerovitch et Djamchid Mortazavi, Mesnevî’nin tamamını Fransızca’ya tercüme etmişlerdir. (Djalâl-od-Dîn Rûmî, Mathnawî, La Quéte de l’Absolu, 1990,1705 s.)

MESNEVÎ’ DEN SEÇMELER, ÖZLÜ SÖZLER, NASİHATLAR

I. Cildin Önsöz’ünden:                 

Bu kitap Mesnevî kitabıdır. Mesnevî, hakikate ulaşma ve yakîn sırlarını açma hususunda din temellerinin, temellerinin temelidir. Allah’ın en büyük fıkhı, Allah’ın en aydın yolu, Allah’ın en açık delilidir...

Şüphe yok ki Mesnevî, gönüllere şifadır; hüzünleri giderir, Kur’an’ı apaçık bir hale koyar; rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir...

         Ekmek! Ama hem az, hem de helâlinden!

Sen gözyaşı zevkini nereden bilirsin? Gök görmedikler gibi ekmeğe âşıksın.

Karnından ekmeği boşaltırsan, ululuk incileriyle doldurursun.

Nur ve kemâli, artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.

Hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?

                                      (I,1638,1639,1642,1646)

         Balık baştan kokar!..

Yöneticilerin huyu halkına da tesir eder...

Yönetici bir havuza benzer; halk da bu havuza bağlı bu boruları gibidir.

Eğer havuzdaki su pis olursa, borulardan da aynı bu su akar.

Sen bu sözün mânâsına dal, adamakıllı dikkat et, iyice düşün bakalım!..

                                                                          (I,2820,2821,2823,2824)

         Gerçek makam bizim makamımız

İnsanlar makam ve derece için aşağılıklara katlanır, bayağı hallere düşer; yücelik ümidiyle aşağılık şeylerden lezzet alır.

On günlük makam için alçaklığa katlanırlar; gam ve kederle boyunlarını ip gibi ipince bir hale sokarlar

Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikle, aydın bir güneş olduğum mekâna gelmiyorlar?

Bana yapışın da doğan olun; eğer baykuşsanız bile doğan kesilin!

                                                                         (II,1104-1106,1165)

         Şekilden geç, mânâya ulaş!..

Ne güzel ibadet ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor; fakat bir parçacık bile tat yok.

İbadet kabuktan ibaret, içi yok; cevizler çok, ama içleri boş.

İbadetin netice vermesi için zevk; tohumun ağaç olması için iç gerek!

                                                                                     (II,3394-3396)

         Kuşkudan vazgeç, emin ol!

Yerde yarım arşınlık genişlikte bir yol olsa, insan hiç kuşkuya düşmeden rahatça yürür;

Fakat yüksek bir duvarın üstünde gitsen, yolun genişliği de iki arşın olsa, yine eğri-büğrü gidersin;

Hatta içindeki kuşku yüzünden belki de düşersin. İşte kuşkudan gelen bu korkuya iyice dikkat et de kuşkunun kötülüğünü anla!

                          (III,1559-1561)

         Mal-mülk, makam; ama sonuç!..

Sığır, kasapların ne yapacağını bilseydi, hiç onların peşine düşer, dükkana gider miydi?

Veya kasapların elinden kepek yer miydi? Yahut da onların gülücüğüne aldanıp, onlara süt verir miydi?

Hatta ot yese bile, niçin beslendiğini bilseydi, hiç otu hazmedebilir miydi?

Şu halde bu âlemin direği gafletten, bilmezlikten ibarettir. Devlet (maddî manevî zenginlik) “Dev” (koş) kelimesiyle “let” (dayak) kelimesinden meydana gelmiştir.

Önce koş; koş da sonundaki dayağa bak! Bu yıkık yerde (dünyada) devlet sahibine eşekcesine ölümden başka bir şey yoktur.

                                      (IV,1327-1331)

         Hâlâ şekilcilik mi?

Birisi şehâdet getirdi, imanını gösteren bir şey yaptımı dış görünüşe önem verenler, o adamın mümin olduğuna hükmederler.

Bu şekilde nice münafıklar şekle, gösterişe sığınmışlar; böylece de yüzlerce gerçek iman sahibinin kanını gizlice dökmüşlerdir.

                          (IV,2176-2177)

         Doğruyu söyle; ama gereği gibi!

Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yıkarsın tencereyi de.

Söyle; ama yumuşak söyle, sakın doğrudan başka da bir şey söyleme; yumuşak sözlerle de vesveseler satmaya kalkışma!

               (IV,3816, 3817)

         Herkesin doğrusu kıyamette ölçülür!

Tüm insanlar bir hayale kapılmış, bir bucağı eşelemekte. Biri define bulmak için bir köşeyi kazmakta;

Bir başkası papaz olmak için kiliseye kapanmış; bir başkası da hırs içinde ekine, tarlaya koşmuş,

Bir diğeri cin çağırmakla meşgul, gönlünü aklını kaybetmiş; öbürü yıldız bilgisine kapılıp nalı yıldızın üzerine koymuş, fal bakmada.

Bunların her biri, bir diğerine bakıp “Ne iş yapıyor bu” diye hayret etmede; her biri bir diğerinin işini boş bulmada.

Bunların hepsi can kıblesini kaybetmişlerde onun için herkes bir tarafa yönelmiş;

Nitekim bir bölük insan da kıble nerede, diye arar; bir hayale kapılıp her tarafa döner, durur.

Sabah olup da Kâbe göründü mü gerçekten kimin yolunu kaybettiği anlaşılır.

Bu şuna benzer: Hani, dalgıçlar denize dalar, denizin dibinde aceleyle ellerine ne geçerse toplarlar ya!

İnci bulurum ümidiyle onu bunu torbalarına doldurur;

Fakat o koca denizin dibinden çıktılar mı iri ve kıymetli inci kimin torbasındaysa meydana çıkar.

Birinin küçük bir inci, diğerinin sadece taş parçaları veya boncuk olduğu anlaşılır.

İşte, kıyamet günü de buna benzer; onları bu gaflet uykusundan uyandırıp, iyiyi, kötüyü, kimin ne topladığını ortaya çıkarır.

         (V,319,322,324,326,328-335)

         Ölüm gelmeden yoldaşını iyi seç!

Zamanede sana üç yoldaş vardır. Biri vefâkârdır, diğer ikisi ise gaddar :

Biri dostların, öbürü malın-mülkün, üçüncüsü ise iyi işlerin ki, vefalı olan budur.

Öldüğün vakit, malın seninle beraber gelmez, evden dışarı bile çıkamaz; dostun gelir, ama sadece mezarının başına kadar.

Fakat yaptığın işler vefakârdır; onlara iyice sarıl ki mezarının içine kadar seninle gelen onlardır.

Ama!.. Eğer amelin iyiyse, orada sana dost olur; kötüyse yılan kesilir.

                                                              (V,1045-1047,1050,1052)

         Koyacaksan iyi adet koy!

Yiğidim! Kim kötü bir gelenek koyarsa, ondan sonra halk cahilliğinden bu geleneğe uysa,

Bütün bu adeti işleyenlerin günahı, o adeti ilk koyana da yazılır. Çünkü o baştır, diğerleri kuyruk. (V,1956,1957)

         Ne ekersen onu biçersin...

Yiğidim! Kadere az bahane bul; nasıl oluyor da suçunu başkalarına yüklüyorsun? Kendini araştır, kendi suçunu kendin gör!..

Gündüz vakti çalışıyorsun da, akşam ücretini başkası mı alıyor?

Neye çalıştın da zararını yada faydasını görmedin? Ne ektin de zamanı gelince onu devşirmedin?

Sen de bilirsin ki elde ettiğin şey, yaptığının karşılığıdır. Yoksa âdil olan Allah’ın takdiri, insana yaptığına uygun olmayan cezayı nasıl olur da verir?

Suçu kendine bul! Çünkü o tohumu sen kendin ektin.

                                      (VI,413,415,417,418,423,427)

         Evlâdın hayırlısı

Babanın ağaca benzeyen vücudu, gizli bir yol vasıtasıyla oğlunun iki gözünden su alır, gıdalanır.

Oğuldan coşan bu kaynak ananın, babanın bahçelerine kadar akar gider.

Anayla babanın gönül ve hayat bahçeleri bu suretle yeşerir, tazeleşir...

Kaynak (oğul) kötü olursa o ağacın dalları, yaprakları da kurur;

Çünkü o, oğlun vücut kaynağından sulanıp, gıdalanıyordu.

Ey gafil insanlar! Nice, canınıza eklenmiş böyle su kaynakları var, bilir misiniz?

                                                                              (VI,3586-3591)

Mesnevî’den Nasihatler-Özlü Sözler              

-Ey oğul, bağı çöz; özgür ol! Ne zamana kadar altın ve gümüşün esiri olacaksın? (I,19)

-Merhamete nâil olmak istersen, zayıflara merhamet et! (I,822)

-İçinde pusu kurmuş olan nefis, kibir ve kin bakımından bütün insanlardan beterdir (I,906)

-Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz; şaşılacak şey koyunun kurda gönül vermesidir. (I,1292)

-İnsan dostunu göremiyor, ayırt edemiyorsa kör olsun daha iyi. (I,1407)

-Sözün faydası yoksa söyleme! (I,1524)

-Söz söylemek için önce dinlemek gerekir. (I,1627)

-Şekilde-surette kalırsan putperestsin; her şeyin dış yüzünü bırak, mânâya bak!(I,2893)

-İnsanların savaşı, çocukların kavgasına benzer; hepsi de anlamsız ve saçmadır.(I,3435)

-Maksada sabırla erişilir, aceleyle değil! Sabret, doğrusunu Allah daha iyi bilir. (I,4003)

-Türk sağ oldukça mutlaka kendine bir otağ(ülke) bulur, hele bu Türk Hak kapısının değerli bir kulu olursa? (II,455)

-Çalışıp, kazanmak define bulmaya engel değil ya! Sen çalışmana devam et; eğer nasibin varsa define de arkandan gelsin. (II,735)

-Ben, bu çalışıp-çabalama dünyasında iyi huydan daha üstün bir şey görmedim.(II,810)

-Akılsız dost zaten düşmandır. (II,1734)

      -Zafer için yardımcısı Allah olmayan kişiye tavşan bile aslan gibi görünür.(II,2298)

-Ey rüşvet alan! Sen fil yavrusu yemektesin; düşmanın olan o fil sonunda kökünü kazır, mahveder seni. (III,159)

-Nefis üç köşeli dikendir; nasıl koyarsan koy yine sana batar; ondan kurtulmanın imkânı var mı?(III,375)

-Buğday için, gökyüzünden buğday gönderenden ayrıldın ha!(III,431)

-Yer, gökyüzüyle düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü haline gelir.(III,,936)

-Adımımı nereye atacaksam bakar da öyle atarım; işte bu yüzden yanlıştan da kurtulurum, düşmekten de.(III,1753)

-Bütün bilimlerin özü “Mahşer günü ben kimim, ne hale geleceğim” ilmini bilmektir. (III,2654)

-Vay o kişiye ki nefsine uyar da lüzumsuz fetvalar verir. (III,3246)

-Helva kime nasipse o yer; parmakları uzun olan değil! (III,4532)

-Evlilikte iki kişinin birbirine denk olması lâzım; yoksa iş bozulur, geçim kalmaz.(IV,197)

-İyi huylu, kötü huylulara tahammül edip, onların kötülüğünü söylemeyendir. (IV,774)

-Belâların çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham kişileri yola getirmek zaten bir belâdır.(IV,2009)

-Otu ha çağırmışsın, ha çağırmamışsın ne fark eder? Ayağı toprağa çakılmış kalmıştır. (IV,2896)

-Kim işin sonunu görürse, yolda hiçbir zaman ayağı takılmaz. (IV,3371)

-Demircilik sanatını bilmeyen kişi, demirci ocağına yaklaşırsa sakalını, bıyığını yakar.(V,1381)

-Rızkı Allah’tan ara; ondan bundan değil!(V,1496)

-Allah sana bir el vermişse, bir iş yap, kazan da dostlarına yardımın dokunsun.(V,2420)

-Gönlün nâmertlikle dolu olduktan sonra sakalına ve bıyığına gülünür ancak!(V,2511)

-Tilki bir eşeği baştan çıkarıyorsa bırak çıkarsın. Sen eşek olma da üzülme! (V,2537)

-İyilik aradımı insanda kötü şey kalmaz ki! (VI,124)

-Allah için hizmette bulun; halkın kabul edip etmemesiyle ne işin var senin! (VI,845)

-Söz, dinleyene göre söylenir; terzi elbiseyi adamın boyuna göre diker. (VI,1241)

-Adaleti bilmeyen, kurt yavrusunu emziren keçiye benzer. (VI,1576)

-Kıyamet kurban gününe benzer; Mü’minlere bayram, öküzlere ise helâk olma günü. (VI,1876)

-Kurt çok zalimdir; ama hiç değilse hilesi yoktur. (VI,2472)

-Aynada çirkinliğini görünce aynaya kızma! (VI,3154)

-Evin içindeki acı su çeşmesi, dışarıdaki tatlı su ırmağından daha üstündür. (VI,3603)

-Niceleri kadın alarak Kârun gibi zengin oldu; niceleri de kadın yüzünden borçlandı gitti! (VI,3689)

-Hazırlığın olmadan bir madene bile girersen bir kuruş elde edemeden geri çıkarsın. (VI,4425)

-Sen ört ki, senin de ayıbını örtsünler. (VI,4526)

CİLT 1  (1-700 Beyitler)

1. Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım.
Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.

5. Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.
Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!

10. Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.
Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.
Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?
Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.
Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

15. Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.
Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen kal!
Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm.

*    *   *

Ey oğul! Bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın?

20. Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini…
Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inci ile doldu.
Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan, hırstan, ayıptan adamakıllı temizlendi.
Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi;
Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtun’umuz! Ey bizim Calinus’umuz!

25. Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti.
Ey âşık! Aşk; Tûr’un canı oldu. Tûr sarhoş, Mûsa da düşüp bayılmış!
Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım ( sırlarına tahammül edecek bir hemdem bulsaydım) ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim.
Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir.
Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.

30. Her şey mâşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan mâşuktur, âşık bir ölüdür.
Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!
Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrak edebilirim?
Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur?
Aynan, bilir misin, neden gammaz değil?
Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan!

 Padişahın bir halayığa âşık olup satın alması, halayığın hastalanması, onu iyi etmek için tedbiri

35. Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir.
Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din saltanatına malikti.
Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş, giderken.
Ana caddede bir halayık gördü, o halayığın kölesi oldu.
Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi, o halayığı satın aldı.

40. Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı.
Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği kurt kapmış.
Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış!
Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir.
Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım dermanım o.

45. Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı  (atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir).”
Hepsi birden dediler ki: “Canımızı feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim.
Bizim her birimiz bir âlem Mesih’idir, elimizde her hastalığa bir ilâç vardır.”
Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların âcizliğini gösterdi.
”İnşaallah” sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa ârızî bir halet olan inşaallah’ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir.

50. Hey gidi nice inşaallah’ı diliyle söylemeyen vardır ki canı “inşaallah” la eş olmuştur.
İlâç ve tedavi nev’inden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat da hâsıl olmadı.
O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz yaşı ırmağa döndü.
Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı.
Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.

 Halayığın tedavisinde hekimlerin âciz kalmalarını padişahın anlaması, Tanrı tapusuna yüz tutması ve bir uluyu rüyada görmesi

55. Padişah, hekimlerin âciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu.
Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından sırsıklam oldu.
Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:
“En az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.
Ey daima dileğimize penah olan Tanrı! Biz bu sefer de yolu yanıldık.

60. Ama sen “Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin.
Padişah, tâ can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı.
Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü.
Dedi ki:  “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir.
O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir.

65. İlâcında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et.”
Vade zamanı gelip gündüz olunca… güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca:
Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu.
Bir de gördü ki, faziletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;
Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.

70. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör!
Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.
Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.
Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pîrin çehresinde görünüp duruyordu.
Padişah bizzat mabeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı.

75. Her ikisi de âşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.
Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.
Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım” dedi.

Muvaffakıyetler verici Ulu Tanrı’dan muvaffakıyet ve bütün ahvalde edebe riayet dileyiş, edepsizlik ve terbiyesizliğin pek fena zararları

   Tanrı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Tanrı’nın lûtfundan mahrumdur.

80. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu.
Mûsâ kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “hani sarmısak, mercimek” dediler.
Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, ortak sallama kaldı.
Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi.
Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.

85. İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.
Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür” dedi.
O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı.
Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinadan dolayı da etrafa veba yayılır.
İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.

90. Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur.
Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı melekler mâsum ve tertemiz olmuşlardır.
Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.

Padişahın, kendisine rüyada gösterilen velî ile görüşmesi

   Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti.
Elini, alnını öpmeğe, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.

95. Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: “Nihayet sabırla bir define buldum.
Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır” sözünün mânası,
Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider.
Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elinitutan sensin.
Ey seçilmiş, ey Tanrı’dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.

100. Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse…”
O ağırlama, o hal hâtır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.

Padişahın hastayı görmek üzere hekimi götürmesi

   Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.
Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının ârazını ve sebeplerini de dinledi.
Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler.

105. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.”
Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi.
Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar.
İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur.
Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.

110. Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır.
Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.
Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum.
Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.
Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, âciz kalır.

115. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , âşıklığı yine aşk şerh etti.
Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa güneşten yüz çevirme.
Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler.
Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur).
Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.

120. Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür.
Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.
Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!
Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.
Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.

125. Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış!
“Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat.
Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor).
“Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu öğmekten âcizim.
Ayık olmayan kişinin her söylediği söz — dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın — yaraşır söz değildir.

130. Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil!
Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”
(Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır.
Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir.
Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir”.

135. Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak ver, işi onlardan anla!
Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.”
O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak… gizli anmaktan iyidir.
Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.
Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin!

140. İste ama, derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur.
Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!
Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme.
Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak.

O velînin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi

   (Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.

145. Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.”
Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.
Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır.
O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın?
Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.

150. Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor.
İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır.
Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver!
Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?
Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.

155. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım.
Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar.
O diken çıkaran hekim, üstaddı . Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu.
Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı.
Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.

160. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi.
Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu).
Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.
“Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.

165. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.
Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabiî haldeydi fazla atmıyordu.
Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:

170. “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer mahallesinde” dedi.
Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;
Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;
Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;
Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;

175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur;dedi.
Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.”
Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
Altın ve gümüş gizli olmasalardı… madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?
O hekimin vaitleri ve lûtufları hastayı korkudan emin etti.

180. Hakiki olan vaitleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar.
Kerem ehlinin vaitleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaitleri ise gönül azabıdır.

O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arzetmesi

   Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti.
Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.
Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.”
*Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti.

185. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.

Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’e elçiler yollaması

   O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’e kadar geldiler.
Dediler ki: “Ey lûtuf sahibi üstad, ey marifette kâmil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır.
İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kâmilsin.
Şimdicek şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”

190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı.
Adam, neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti.
Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!
Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden!
Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!

195. O garip kişi yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü;
Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti.
Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.
Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver;
Ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.”

200. Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift etti.
Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.
Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı.
Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti.
Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.

205. Ancak zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir âr olur.
Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve âr olsaydı, tamamıyla çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi!
Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.
Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur.
Kuyumcu, ”Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim sâf kanımı dökmüştür.

210. Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler.
Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü.
Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz!
Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur?
Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.

215. Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” dedi.
Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.
Çünkü ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez.
Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur.
O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder.

220. O‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular.
Sen “Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur” deme. Kerim olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.

Kuyumcuyu öldürme ve zehirlemenin Tanrı emriyle olup padişahın isteğiyle olmadığı

   O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne korkudan dolayı.
Tanrının emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için öldürmedi.
Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.

225. Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir.
Can bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O, nâibdir eli Tanrı elidir.
İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver.
Ki Ahmed’in pâk canı, Ahad’la nasıl ebediyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir halde kalsın.
Âşıklar, ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit içerler.

230. Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma, münakaşayı bırak!
Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı?
Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.
İyinin, kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.
Eğer işi Tanrı ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı.

235. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zâhiren kötü görünüyordu.
Hızır, denizde gemiyi deldiyse de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık var.
O kadar nur ve hünerle beraber Mûsâ’nın vehmi, ondan mahçuptu; artık sen kanatsız uçmaya kalkışma!
O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma!
Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kâfirim, onun adını ağzıma alırsam!

240. Arş kötü kişinin öğülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer.
O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de Tanrı hası.
Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir,en iyi bir makama çeker, yüceltir.
Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lûtuf, nasıl olur da kahretmeyi isterdi?
Çocuk hacamatçının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir.

245. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir.
Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüssün; iyice bak!

Bakkal ve dudunun hikâyesi, dudunun dükkândaki gülyağlarını dökmesi

   Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel sesli ve söyler duduydu.
Dükkânda dükkân bekçiliği yapar; bütün alışveriş edenlere hoş nükteler söyler, lâtifeler ederdi.
İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu, dudu gibi ötmede de mahareti vardı.
*Efendisi, bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkânı gözetliyordu.
*Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducağız can korkusundan,

250. Dükkânın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.
Sahibi, evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkâna geçti oturdu.
Bir de baktı ki dükkan yağ içinde, elbisesi yağa bulaşmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu.
Dudu, birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedametten âh etmeye başladı.
Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi.

255. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
Kuşu, yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.
Üç gün, üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkânda otururken,
Ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken,
Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu.

260. Dudu, hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:
“Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün?! “
Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.
Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan mânasına gelen) şîr, (süt manasına gelen) şîre benzer.
Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. Tanrı Abdallarından az kişi agâh oldu.

265. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.
“Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.
Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal.
Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.

270. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.
Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör!
Bu, yer; ondan pislik çıkar… o, yer; kâmilen Tanrı nuru olur.
Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder… o, yer; ondan tamamı ile Tek Tanrı’nın nuru husule gelir.
Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!

275. Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.
Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.
(Zevk sahibi olmayan) sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
Mûsâ ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi asâ aldılar.
Bu asâ ile o asâ arasında çok fark var, bu işle o işin arasında pek büyük bir yol var.

280. Bu işin ardında Tanrı lâneti var, o işe karşılık da vade vefa olarak Tanrı rahmeti var.
Kâfirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir âfettir.
İnsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan gördüğünü yapıp durur.
O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek?
Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı kişilerin başlarına toprak saç!

285. O münafık; muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için değil.
Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler.
Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.
İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li öbürü Rey’li!
Her biri, kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.

290. Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir.
Onun adı, zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, âfetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir.
Ona münafık dersen… o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar.
Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var?

295. O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı “kab” dan değildir.
Harf kabdır ondaki mâna su gibidir. Mâna denizi de “Ümm-ül-Kitap” yanında bulunan, kendisinde olan zattır.
Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar.
Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, tâ… onun aslına kadar yürü!
Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahminî olarak bilemezsin.

300. Tanrı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.
Diri bir kişinin ağzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlaşır.
Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar, sezer.
Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin merdiveni.
Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habib’den (H.Muhammed’den) .

305. Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harabetmektedir.
Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.
* Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mâna aşkıyla evini, barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır.
Altın definesi için evi harabetmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale getirmiştir.
Suyu kesmiş, suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtmıştır.
Deriyi yarmış,termeni çıkarmış… ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmiştir.

310. Kaleyi yıkıp kâfirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.
Hikmetinden sual edilmeyen Tanrı’’nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir.
Gâh böyle gösterir, gâh bunun aksini. Din işinin künhünü anlamaya imkân yoktur. Ona ancak hayran olunur.
Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.
Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine doğru.

315. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür.
Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Binaenaleyh her ele el vermek lâyık değildir.
Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar.
Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye afsun okumak, onu afsunlamak için çalar.
320. Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır.
Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline bürünür, onlar gibi görünürler),  Ebu Museylim’e Ahmet lâkabı verirler.
Ebu Müseylim’in lâkabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi.
O, Hak şarabının mührü, şişesinin kapağı; halis misktir. Âdi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.

Yahudi padişahın hikâyesi

   Yahudiler içinde zâlim, İsa düşmanı ve Hıristiyanları yakıp yandırır bir padişah vardı.

325. İsa’nın devriyle, nöbet onundu. Mûsâ’nın canı oydu, onun canı Mûsâ.
Şaşı padişah, Tanrı yolunda o iki Tanrı demsâzını birbirinden ayırdı.
Usta, bir şaşıya “yürü, var, o şişeyi evden getir” dedi.
Şaşı,”O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle dedi.
Usta dedi ki: “O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma!”

330. Şaşı, “Usta, beni paylama. Şişe iki” dedi. Usta dedi ki: “O iki şişenin birini kır!”
Çırak birini kırınca ikiside gözden kayboldu. İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur.
Şişe birdi onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü!
Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır.
Garez gelince hüner örtülür. Gönülden, göze, yüzlerce perde iner.

335. Kadı kalben rüşvet almaya karar verince zâlimi, ağlayıp inleyen mazlûmdan nasıl ayırtedebilir?
Padişah, yahudice kininden dolayı öyle bir şaşı oldu ki aman Ya Rabbi, aman!
Musa dininin koruyucusuyum, arkasıyım diye yüz binlerce mazlûm mümin öldürttü.

Vezirin padişaha hile öğretmesi

   Padişahın öyle yol vurucu, öyle hilekâr bir veziri vardı ki hile ile suyu bile düğümlerdi.
Dedi ki: “Hıristiyanlar, canlarını korurlar ve dinlerini padişahtan gizlerler.

340. Onları az öldür, çünkü öldürmede fayda yok, Dinin kokusu çıkmaz; misk ve öd ağacı değil ki!
Yüz tane kılıf içinde gizli sırdır. Dışı, sana malûmdur ama içi aksine.”
Padişah : “Peki söyle bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve tezvirde bulunalım, çaresi ne?
Ne yapalım ki dünyada ne açık dindar, ne gizli din tutar bir Hıristiyan kalmasın” dedi
Vezir dedi ki: “Bana gazebederek hükmet, kulağımı elimi kestir; burnumu, dudağımı yardır!

340. Ondan sonra beni dar ağacına götür. O esnada bir şefaatçi suçumun affını dilesin.
Bu işi dört yol ağzı bir yerde, tellâl pazarında yaptır.
Ondan sonrada beni, huzurundan uzak bir şehre sür ki ben, onların arasına yüz türlü din kayıtsızlığı sokayım.

Vezirin Hıristiyanlara hilesi

   Bu halde diyeyim ki: ben gizli Hıristiyanım; ey sır bilen Tanrı; sen benim gönlümü bilirsin!
Padişah, benim imanımı anladı; taassuptan dolayı canıma kasdetti.

350. Dinimi padişahtan saklamak, onun dininden görünmek istedim.
Padişah, benim sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda kusurlu göründü.
Dedi ki: “ Senin sözlerin, içinde iğne olan ekmek gibidir. Benim gönlümden senin gönlüne pencere var.
Ben, o pencereden halini gördüm; artık lâfını dinleyemem.”
Eğer İsa’nın ruhaniyeti bana imdat etmeseydi o, yahudicesine beni parça parça ederdi .

355. İsa için başımla oynar, canımı verir ve bunu canıma yüz binlerce minnet bilirim.
İsa’dan canımı sakınmam, fakat onun din bilgisine iyiden iyiye vâkıfım.
O pâk dinin cahiller arasında mahvolması, bana dokunmakta.
Tanrı’ya, İsa’ya şükrolsun ki biz, bu hak dine yol gösterici olduk.
Belimizi zünnarla bağladığımızdan beri Yahudiden ve Yahudilikten kurtulduk.

360. Ey halk; devir, İsa’nın devridir. Onun dininin sırlarını candan dinleyin!”
*Vezir, bu hileyi, padişaha sayıp dökünce padişahın gönlünden endişeyi tamamiyle giderdi.
Padişah, vezire, vezir ne dediyse yaptı.Halk, bu gizli ve hakikati meçhul hileden dolayı şaşırıp kaldı.
Onu Hıristiyanların oturdukları tarafa sürdü.Vezir de ondan sonra halkı davete başladı.

 Hıristiyanların vezirin hilesine inanmaları

   Yüz binlerce Hıristiyan, azar azar ozun etrafına toplandı.
O, onlara gizlice İncil’in, zünnarın ve namazın sırrını anlatmaktaydı.

365. Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu; fakat bu anlatış, hakikatte onları avlamak için ıslık ve tuzaktı.
Bunun için (gizli hileyi anlamak müşkül olduğundan) bazı Eshab, Peygamber’den, azgın ve hilekâr nefsin hilesini sorarlar;
“ Nefis, ibadetlere ve candan gelen ihlâsa gizli garezlerden ne karıştırır?” derlerdi.
Peygamber’den ibadetin faziletini ve sevabını arayıp sormazlar;”Apaçık ayıp hangisidir?”diye kötü huyları sorarlardı.
Gülü, kerevizden fark edercesine kıldan kıla,zerreden zerreye nefis hilesini tanır, bilirlerdi.

370. Eshab’ın kılı kırk yaranları, umumiyetle o vaız ve beyana hayran olurlardı.

Hıristiyanların vezire uymaları

   Hıristiyanlar tamamıyla ona gönül verdiler. Zaten avamın taklidinin kuvveti ne olabilir ki?
Kalplerinin içine onun muhabbetini ektiler, onu İsa’nın halifesi sandılar.
O ise hakikatte tek gözlü melûn Deccâl’dı. Ey Tanrı, feryadımıza yetiş; sen ne güzel yardımcısın!
Ey Tanrı, yüz binlerce tuzak ve yem var, bizler de yemsiz kalmış halis kuşlar gibiyiz.

375. Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz, istersek her birimiz, birer doğan ve simurg olalım.
Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey gani ve müstağnî Tanrı, biz yine bir tuzağa doğru gitmekteyiz!
Biz bu ambarda buğday biriktirmede, toplanan buğdayı yine kaybetmekteyiz.
Biz, bu vahşi mahlûklar topluluğu, düşünmüyoruz ki buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir.
Fare, ambarımızı deldikçe, hilesinden ambar harab olmuştur.

380. Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış, çabala!
O büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: “Huzuru kalb olmadıkça namaz tamam olmaz.”
Eğer bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibadet buğdayı nerde?
Her günlük azar azar sadikane ibadet taneleri niçin bu ambarımızda toplanmıyor?
Çakmak demirinden birçok ateş yıldızı sıçradı, o yanmış gönül, onları kabul edip çekti.

385. Ama karanlıkta bir hırsız, gizlice kıvılcımlara parmak basmakta.
Onları, felekte bir çırağ parlamasın diye, birer birer söndürmekte.
*İnayetlerin bizimle oldukça o bayağı hırsızdan bize nice ve ne vakit korku olabilir?
Bir adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç gam yok!
Her gece ten tuzağından ruhları kurtarmakta, tahtaları sökmektesin.
Ruhlar, her gece bu kafesten kurtulurlar, ne kimsenin hâkimi,ne de mahkûmu olmayarak feragate ulaşırlar.

390. Geceleyin zindandakilerin izndandan haberleri yoktur, sultana mensup davetliler, geceleyin devletten haberdar değildirler.
Ne gam var, ne kâr ve ne zarar düşüncesi.Ne bu filân kadının hayali, ne o filân erkeğin kuruntusu!
Ârifin hali , uyanıkken de budur, Tanrı”onlar uykudadırlar” dedi, bunu inkâr etme.
Onlar, gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar;Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.
Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır.

395. Tanrı, ârifin bu halinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı (gaflete dalıp ârifi anlamadılar).
Onların canı:sırrına akıl almaz sahraya gitti.Ruhlarıda istirahatte, bedenleri de.
Sonra tekrar bir ıslıkla onları tuzağa çeker, hepsini teklif kaydine düşürürsün.
*Sabah vaktinin nuru baş kaldırıp feleğin altın gerkesi kanat çırpınca,
Sabahı zuhura getiren, İsrafil gibi, herkesi o diyardan sûret âlemine getirir;
Yayılmış ruhları cisim yapar, her cismide tekrar gebe bırakır.

400. Can atlarını eğersiz kor; bu, “uyku ölümün kardeşidir”sırrıdır.
Fakat gündüzün geri gelmeleri için ayaklarını uzun bir bağla bağlar.
Tâ ki o çayırdan, onu geri çeke ve otlaktan yine yük altına getire.
Keşki Eshâb-ı Kehf gibi, yahut Nûh’un gemisi gibi bu ruhu koruyaydı.
Da bu fikir, bu göz ve kulak;şu uyanıklık ve akıl tufanından kurtulaydı.

405. Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanıbaşında ve önündedir.
Mağara da , dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var?

Halifenin Leylâ’yı görmesi

   Halife, Leylâ’ya dedi ki:”Sen o musun ki Mecnun, senin aşkından perişan oldu ve kendini kaybetti.
Sen başka güzellerden güzel değilsin. ” Leyla, “Sus, çünkü sen Mecnun değilsin” diye cevap verdi.
Uyanık olan daha ziyade uykudadır. Onun uyanıklığı uykusundan beterdir.

410. Canımız Hak ile uyanık olmazsa uyanıklık, bizim için iki dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir.
Canın; her gün hayalin tekmesini yemeden, ziyandan, faydadan, elden çıkarma, kaybetme korkusundan.
Ne temizliği kalır, letâfeti, ne kuvveti, ne de göklere çıkacak yolu!
Uyumuş ona derler ki o, her hayalden ümitlenir, onunla konuşur;
Uykuda Şeytan’ı Hûri gibi görür, sonra şehvetle Şeytan’a erlik suyu döker.

415. Nesil tohumunu çorağa dökünce uyanır, kendine gelir, hayalde ondan kaçar.
O rüyadan elde ettiği baş ağrısı, sersemlik beden pisliğidir. Ah, o zâhirde görünen, hakikatte görünmeyen, aslı olmayan hayalden!
Kuş havadadır, gölgesi yerde kuş gibi uçar görünür.
Ahmağın biri, o gölgeyi avlamaya kalkışır, takati kalmayıncaya kadar koşar.
O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok!

420. Gölgeye doğru ok atar. Bu araştırma yüzünden okluk bomboş kalır.
Ömrünün okluğu boşaldı. Ömür gitti; gölge avı ardında koşmada yandı eridi!
Bir kişinin dadısı, Tanrı gölgesi olursa onu gölgeden ve hayalden kurtarır.
Tanrı’ya kul olan, Tanrı gölgesidir. O bu âlemden ölmüş, Tanrı ile dirilmiştir.
Fırsatı kaçırmadan ve şüphe etmeksizin onun eteğine sarıl ki âhir zamanın sonundaki fitnelerden kurtulasın.

425. Tanrı gölgeyi nasıl uzattı (âyeti) evliyanın nakşidir. Çünkü velî , Tanrı güneşi nurunun delilidir.
Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halil gibi “Ben batanları sevmem ” de!
Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şah Şems-i Tebrîzî’nin eteğine yapış!
Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu bilmezsen Hak ziyası Hüsameddin’den sor!
Haset, yolda gırtlağına sarılırsa… bil ki İblis’in tuğyanı hasettedir.

430. Çünkü o, haset yüzünden Âdem’den arlanır… Kutlulukla haset yüzünden savaşır.
Yolda bundan daha güç geçit yoktur. Ne kutludur o kişi ki yoldaşı, haset değildir.
Bu beden, haset evi olagelmiştir. Soy sop hasetten bulaşık bir hale düşer.
Ten haset evidir ama Tanrı, o teni tertemiz etmiş, arıtmıştır.
“Evimi temizleyin” “âyeti” beden temizliğini bildirir. Bedenin tılsımı toprağa mensupsa da hakikatte nur definesidir.

435. Sen (hakikatte) teni olmayana hile ve haset edersen o hasetten gönül kararır.
Tanrı erlerinin ayakları altına toprak ol! ,bizim gibi sen de hasedin başına toprak at!

Vezirin haset etmesi

   O vezirciğin yaratılışı hasettendi, onun için abes yere kulağını, burnunu yele verdi!
O ümitle ki haset iğnesinden akan zehirle mahzunları tâ canlarından zehirliye.
Hasetten burnunu koparan kişi, kendisini kulaksız ve burunsuz bırakır.

440. Burun, odur ki bir koku alsın ve kokuda, koku alanı bir yüzün bulunduğu tarafa götürsün.
Kim koku almazsa burunsuzdur, koku da ancak din kokusudur.
Bir koku alıp onun şükrünü eda etmiyen kimse, küfranı nimet etmiş ve kendi burnunu mahveylemiştir.
Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî hayat kazan!
Vezir gibi sermayeyi, yol vuruculuktan edinme. Tanrı kullarını namazdan menetme.

445. O kâfir vezir, din nasihatçisi olarak hile ile badem helvasına sarımsak karıştırmıştı!


Vezirin hilesini aklı eren Hıristiyanların anlaması

   Zevk sahibi olanlar onun sözünde acılık karışmış bir tat sezdiler.
O, garezle karışık lâtif sözler söylemekte, gül sulu şeker şerbetinin içine zehir dökmekteydi.
Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, diyordu. Ardından da cana, gevşek ol demekteydi.
Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir hale hale gelir.

450. Ateş, kıvılcımlarıyla kızıl çehreli görünürse de onun yaptığı işin sonundaki karanlığa bak!
Yıldırım, bakışta sâf bir nurdan ibaret görünür; (fakat) göz nurunu çalmak (gözü kamaştırmak) onun hassasıdır.
Vezirin sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun halkasıydı (onun sözlerini kabul etmişler,ona uymuşlardı).
Vezir, padişahtan altı ay ayrı kaldı, bu müddet zarfında İsa’ya uyanlara penah oldu.
Halk, umumiyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarladı. Onun emir ve hükmü önünde herkes, can feda ediyordu.

Padişahın vezire gizlice haber göndermesi

455. Padişahla onun arasında haber gidip geliyordu. Padişah, ona gizlice vahitlerde bulunuyordu.
*Nihayet muradının hâsıl olması, hıristiyanların toprağını yele vermesi için.
Padişah “Ey devletli vezirim, vakit geldi, kalbini gamdan tez kurtar”diye mektup yazdı.
Vezir de “Padişahım; işte şimdicik İsâ dinine fitneler salma işindeyim” diye cevap verdi.

Hıristiyanların on iki kısmı

   Hükümetleri zamanında, İsâ kavminin on iki emîri vardır.
Her fırka bir emîre tâbiydi; kendi beyine tamah yüzünden kul olmuştu.

460. Bu on iki emîrler kavimleri, o kötü vezire bağlanmışlardı.
Hepsi, onun sözüne itimad ediyordu, hepsi onun mesleğine uymuştu.
O, öl, der demez her emîr hemen o anda ölürdü.

Vezirin İncil ahkâmını karıştırması

   Vezir, her emîrin adına birer tomar düzdü. Her tomarın yazısı, başka bir olaydı.
Her birinin hükmü başka bir çeşittir. Bu baştan aşağıya kadar ona aykırıdır.

465. Birinde riyazat ve açlık yolunu tövbenin rüknü, Tanrı’ya dönüşün şartı yapmış.
Birinde “Riyazat faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti.
Birinde demişti ki: “Senin açlık çekişin, mal verişin mâbuduna şirk koşmadır.
Gam ve rahat zamanında Tanrı’ya dayanmak ve tamamiyle teslim olmaktan gayri hepsi hiledir, tuzaktır.”
Öbüründe demişti ki: “Vacip olan hizmettir, yoksa tevekkül düşüncesi suçtan ibarettir.”

470. Birinde; “Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek içindir.
Tâ ki onlardan âciz olduğumuzu görelim de Tanrı kudretini bilelim, anlayalım” demişti.
Öbüründe, “Kendi âczini görme, uyan, kendine gel; o aczi görüş, küfranı nimettir.
Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır.
Kudretini, onun nimeti bil ki, kudret odur” demişti.
Birinde demişti ki: “Bu ikisinden de geç, nazarına her ne sığarsa put olur!”

475. Öbüründe; “Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum mesabesindedir.
Eğer nazardan ve hayalden geçersen gece yarısı visâl mumunu söndürmüş olursun” demişti.
Birinde demişti ki: “Söndür, hiç korkma ki yüz binlerce karşılığını göresin.
Çünkü nazar mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur. Sabrının yüzünden Leylâ’n Mecnun olur!
Kim, zâhitliği yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok, daha çok gelir!”

480. Başka birinde; “Hak sana ne verdiyse onu icat ederken tatlılaşmış.
Kolaylaştırmıştır. Onu güzelce al; kendini zahmete sokma” demişti.
Birinde demişti ki: “Kendine ait olanı terk et, çünkü tabiatının kabul ettiği, merduttur, kötüdür.
Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır, herkese bir din, can olmuştur.
Eğer Hak’kın din işlerini kolaylaştırması, doğru bir yol olsaydı her yahudi ve mecusi, Tanrı’yı duyar, anlardı” demişti.

485. Öbüründe demişti ki: “Kolay, odur ki gönlü hayatı ve canın gıdası ola.
Tabiatın hoşlandığı her şey, vakti geçince, çorak yere ekilmiş tohum gibi mahsul vermez.
Onun mahsulü, pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun kazancı, sahibine ziyandan başka bir şey getirmez.
O zevk, sonunda da önünde olduğu gibi kolay ve hoş görünmez; nihayette adı güç olur, güçlenmiş bir hale gelir.
Sen güçleştirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden ayırdet; bunun yüzünü de sonuna nazaran gör, onun yüzünü de sonuna nazaran.”

490. Bir tomarda da; “Bir üstad ara. Âkıbeti görme hassasını nesepte (şunun bunun soyundan gelmiş olmakta ve bununla öğünende) bulamazsın.
Her çeşit din sâlikleri üstad aramaksızın, peygamberlere tâbi olmaksızın işlerin âkibetlerini gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında istidlâllerde bulundular da bu yüzden hata ve dalâlete düştüler.
Âkıbet görme; elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl ayrılık olurdu?” demişti.
Bir tanesinde demişti ki: “Usta da sensin; çünkü ustayı da sen tanırsın.
Er ol, erlerin maskarası olma; kendi başının çaresine bak sersemleşme.”

495. Bir diğerinde; “Bunların hepsi birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır” demiş.
Bir tomarda da; “Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğer ki deli olsun!
Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice bir olur?
Zehirden de, şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku alabilirsin? demişti.
O İsâ dinine düşman olan vezir bu tarz da, bu çeşitte on iki tomar yazdı.

İhtilaf; gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde değil

500. O, İsâ’nın bir renkte oluşundan koku almamıştı. O, İsâ küpünün mizacından huy kapmamıştı.
Yüz renkli elbise, İsâ’nın sâf küpünden saba rüzgârı gibi sade ve lâtif bir hale gelir, tek bir renge boyanırdı.
Birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir.
Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve neşe içindedirler.
Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla cengi var!
Misal olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki yüce ve ulu padişah, ona benzesin!

505. Varlık âlemindeki yüz binlerce denizler ve balıklar, o ikram ve ihsan huzurunda secde ederler.
Nice ihsan yağmuru yağdı da deniz, inciler saçıcı bir hale geldi.
Nice kerem güneşi nur saçtı da bulut ve deniz, cömertlik öğrendi.
Suya ve toprağa zatının ışığı vurdu da o sebeple yeryüzü, tane ve tohum kabul eder oldu.
Toprak emindir; ona her ne ekersen ihanet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin.

510. Toprak bu eminliği o eminlikten bulmuştur, çünkü adalet güneşi ona nur saçmıştır.
İlkbahar, Hak fermanı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur?
O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu eminliği ve bu doğruluğu bir cemada , kuru yeryüzüne vermiştir.
Fâzıl ve ihsanı, kuru toprağı haberdar eder, kahır ve celâli de akıllı insanları kör eyler.
Canda, gönülde o coşmaya takat yoktur. Kime söyliyeyim? Cihanda bir tek kulak yok!

515. Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede bir taş varsa; onun lûtfiyle yeşim taşına döndü.
Kimyayı meydana getiren o dur, kimya ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır, simya ne oluyor ki?
Benim bu öğüşüm, öğmeyi terk etmenin ta kendisidir; çünkü bu öğüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır.
Onun varlığına karşı yok olmak gerektir: onun huzurunda varlık nedir? Mânasız bir şeyden ibarettir!
Varlık kör olmasaydı… Ondan erirdi, güneşin hararetini tanır, anlardı.

520. Bu zâhiri vucudun Allah’ın varlığıyla var olduğunu bilmemesi körlüğüne delildir.

Vezirin bu hilede ziyana uğraması

   Padişah gibi vezir de cahil ve gafildi. Varlığı vacip olan Kadim Tanrı ile pençeleşiyordu.
Öyle kudretli bir Tanrı ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu âlem gibi yüz tanesini var eder.
Senin gözüne kendini görmek hassasını verince nazarında âlem gibi yüzlerce âlem meydana getirir.
Her ne kadar dünya senin yanında azametli ve nihayetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile değildir.

525. Zaten bu âlem sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir.
Bu âlemin hududu vardır, o âlem ise esasen hadsizdir. Nakış ve sûret, o mânaya settir, mâniadır.
Firavun’un yüz binlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik asâsıyla kırdı.
Yüz binlerce Câlînus’un yüz binlerce hekimlik hünerleri vardı; İsâ’nın ve nefesinin yanında bâtıl oldu.
Yüz binlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümmi’nin kitabına karşı ayıp ve âr haline geldi.

530. Aşağılık olmayan kişi böyle galip Tanrı huzurunda niçin ölmesin*
Çok dağ gibi gönüller kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu.
Akıl ve zekâda kemale ermekle Tanrı’ya varılmaz. Padişahın fazıl ve ihsanı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.
Hey gidi hey… Çok köşe, bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup duran kişiye, o öküze (vezire) maskara oldular.
Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın. Toprak nedir ki sen onun otu olasın.

535. Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca Tanrı, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı.
Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da balçık haline geliş, çarpılma değil midir? Be inatçı?!
Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.
Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin.
Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı.

540. Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücum ilmi ile uğraştın da secde edilmiş Âdem’i tanımadın!
Ey hayırsız evlât! Nihayet sen Âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın.
Niceye dek “ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım” dersin?
Dünyayı baştanbaşa kar kaplasa güneşin harareti, bir görünüşte onu eritir.
O vezirin vebalini de, daha onun gibi yüz binlercesinin vebalini de Tanrı bir kıvılcımla yok eder.

545. O, aslı olmayan hayelleri, tamamıyla hikmet yapar; o, zehirli suyu şerbet haline getirir.
O zan ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakîn haline getirir. Kin ve adavet sebeblerinden dostluk ve muhabbet belirtir.
İbrahim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selâmeti yapar.
Onun sebep yakıcılığına hayranım. Onun hayallerinde Sofestâî gibiyim!

Hıristiyanları azdırmak hususunda vezirin başka bir hile kurması

   O vezir kendince başka bir hile kurdu. Vaiz ve nasihati bırakıp halvete girdi.

550. Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün halvette kaldı.
Halk onun iştiyakından, hal ve tavrı ile sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli oldular.
Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette riyazattan iki büklüm olmuştu.
Hepsi birden ”Biz sensiz kötü bir hale düştük, karışıklık içindeyiz. Değneğini yeden birisi olmadıkça körün ahvali ne olur?
İnayet et. Allah için olsun, bundan ziyade bizi kendinden ayırma!

555. Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi.
Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok.”
Emirler rica ve şefaate, müritler dil uzatmaya başladılar:
“Ey kerem sahibi! Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim kalmışızdır, dinden de.
Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz.

560. Biz senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz.
Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lûtfet, bugünü yarına bırakma!
Gönlün razı olur mu, âşıkların, âkıbet istifadesiz kalsınlar?
Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık!
Ey zamanede nazîri olmayan zat ! Allah aşkına halkın imdadına yetiş!”

Vezirin müritleri defetmesi

565. Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zâhiri vaizleri arayanlar!
Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını çözün!
O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır.
Hissiz, kulaksız, fikirsiz olur ki “İrciî – Tanrına geri dön” hitabını işitesiniz.
Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin!

570. Bizim sözümüz işimiz, hariçte yürümektedir. Bâtınî yürümek ise gökler üzerinde olur.
Cisim, kuruluğu (bu âlemi) gördü, çünkü kuruluktan (bu âlemden) doğdu; can İsâ’sı, ayağını denize attı.
Kuru cismin yürümesi, kuruya düştü, ama canın yürümesine gelince: Ayağını denizin ta ortasına bastı.
Ömür kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip gittikten sonra…
Abıhayatı, nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın?

575. Kara dalgası, bizim kuruntularımız, anlayışımız ve fikrimizdir. Deniz dalgası ise kendinden geçiş, sarhoşluk ve yokluktur.
Sen bu sarhoşlukta oldukça o sarhoşluktan uzaksın. Bundan sarhoş oldukça o kadehten nefret eder durursun.
Zâhir dedikodusu toz gibidir. Kulak gibi bir müddet dinlemeyi âdet edin!”

Müritlerin, halveti terk et diye tekrar ısrarla yalvarışları

Hepsi  dediler ki: “Ey bahane arayan hakîm bu cefayı bize reva görme!
Hayvana takati derecesinde yük yüklet. Zayıflara iktidarları nispetinde iş havale et!

580. Her kuşun yiyeceği lokma, kendine göredir. Nasıl olur da her kuş bir inciri (bütün olarak) yutabilir?
Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu o ekmek yüzünden öldü bil!
Ondan sonra dişleri çıkınca kendi kendine onun içi ekmek ister.
Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa her yırtıcı kedinin lokması olur.
Ama kanatlanınca o kendisinden teklifsizce, iyi ve kötü ıslık olmaksızın uçar.

585. Senin sözün Şeytan’ı susturur, senin lûtuf ve keremin, bizim kulağımıza akıl ve fehim verir.
Söyleyen, sen olunca kulağımız, tamam akıldan ibarettir. Madem ki deniz sensin, kurumuz da denizdir!
Ey (sekizinci gökteki) Simak burcundan (denizin dibindeki) balığa kadar her şey, kendisinden nurlanmış olan!
Seninle olunca yer, bize gökten daha iyidir. Sensiz, biz göğün tâ üstünde bile karanlık içindeyiz.  Ey ay! Gayrı bu felek, nedir ki seninle mukayese edilebilsin?
Göklerin sûreta yüksekliği var. Mâna yüzünden yükseklik, temiz ruhundur.

590. Sûreta yükseklik, cisimlerindir, fakat mâna huzurunda cisimler, isimlerden ibarettir.

Vezirin “ Halveti terk etmem “ diye cevap vermesi

   Vezir dedi ki: “Delillerinizi kısa kesiniz; nasihatimi, can ve gönülden dinleyiniz.
Emin isem, emin adam ittiham edilmez göğe ver desem bile!
Eğer ben mahzı kemâl isem kemâli inkâr nedir? Değilsem bu zahmet, bu eziyet ne oluyor?
Ben bu halvetten çıkmayacağım çünkü, kalp ahvali ile meşgulüm.”

Müritlerin vezire yalvarması

595. Hepsi birden dediler ki: “Ey vezir, inkâr etmiyoruz, bizim sözümüz ağyarın sözü gibi değildir.
Ayrılığından göz yaşlarımız akmakta, canımızın tâ içinden ahu vahlar coşmakta!”
Çocuk dadı ile kavga etmez. Gerçi ne kötüyü bilir ne iyiyi… Fakat boyuna ağlar durur!
Biz çenk gibiyiz sen mızrak vurmaktasın; inleme bizden değil, sen inliyorsun!
Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki seda senden.

600. Kazanıp kaybetmede satranç oyunu gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir.
Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim!
Biz yokuz. Varlıklarımız, fâni sûretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin.
Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgârdandır.

605. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır.
Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine âşık eylemiştin!
O İn’am ve ihsanın lezzetini… mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme!
Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücadele eder?
Bize, bizim ef’alimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak!

610. Biz yoktuk, mücadelemiz de yoktu. Senin lûtfun bizim söylenmemiş sırlarımızı da işitiyordu.
Nakış, nakkaşın ve kaleminin huzurunda ama karnındaki çocuk gibi âciz ve eli bağlıdır.
Kudret huzurunda bütün âlem mahlûkları, iğne önünde gergef gibi âcizdir.
Kudret gergefe bazen şeytan resmi, bazen insan resmi işler; gâh neşe, gâh keder nakşeder.
Gergefin eli yok ki onu def’ için kımıldatsın; dili yok ki fayda, zarar hususunda ses çıkarsın.

615. Sen beytin tefsirini Kur’an’dan oku Tanrı “Attığın zaman sen atmadın” dedi.
Biz bir ok atarsak, atış, bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan Tanrı’dır.
Bu “cebir” değil, cebbarlığın mânasıdır. Cebbarlığı anış da, ancak Tanrı’ya tazarru ve niyaz içindir.
Bizim figanımız muztar ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan utanmamız da elimizde ihtiyar olduğuna delildir.
Yapıp yapmamada ihtiyarımız varsa utanma ne? Bu acıklanma, bu utanış, bu teeddüp ne?

620. Hocaların şakirtleri terbiye etmesi niçin; fikir, neden tedbirlerden tedbirlere dönüyor?
Eğer sen: “O, cebirden gafildir. Hak’ka mensup olan ay, bulutta yüzünü gizliyor” dersen,
Buna hoş bir cevap var; dinlersen küfürden geçer, dini tasdik eder, bana tâbi olursun:
Hasret ve figan, hastalık zamanındadır. Hastalık zamanı tamamı ile uyanıklık zamanıdır.
Hasta olduğun zaman günahından istiğfar eder durursun.

625. Sana günahın çirkinliği görünür; iyileşince yola geleyim diye niyet edersin.
Bundan sonra kulluktan başka bir iş ihtiyar etmiyeyim diye ahdeylersin.
Şu halde bu yakinen anlaşıldı ki hastalık sana akıllılık, bahşediyor.
Ey asıl arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku almış, dermana ermiştir.
Kim daha ziyade uyanıksa o daha ziyade dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa onun benzi daha sarıdır.

630. Hak’kın cebrinden agâh isen feryadın nerede? Cebbarlık zincirini görüşün hani?
Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esir olan nasıl hürlük eder?
Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının dikildiğini görüyorsan.
Gayrı sende âcizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazife âcizlerin huyu ve tabiatı değildir.
Madem ki görmüyorsun; Tanrı’nın cebrinden bahsetme! Görüyorsan hangi gördüğünün nişanesi?

635. Hangi bir işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık görür durursun;
Hangi işe meylin ve isteğin yoksa… Bu, Tanrı’dandır diye kendini Cebrî yaparsın!
Peygamberler, dünya işinde Cebrîdirler, kâfirler de ahiret işinde.
Peygamberlerin, ahiret işinde ihtiyarları vardır, cahillerin de dünya işinde.
Zira her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni, geride uçmaktadır, canı daha tez, daha ileri gitmekte!

640. Kâfirler “Siccin” cinsinden olduklarından dünya zindanına rahat rahat gelmişlerdir.

Peygamberler, (İlliyyi) cinsinden olduklarından can ve gönül İlliyyine doğru gitmişlerdir.
Bu sözün sonu yoktur, fakat biz yine dönüp o hikâyeyi tamamlayalım:

Vezirin, halveti terk etmede müritleri ümitsiz bırakması

   Vezir içerden seslendi: “Ey müritler, benden size şu malûm olsun.
Ki İsâ bana “Hep yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol,

645. Yüzünü duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da halveti ihtiyar et” diye vahyetti.
Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile işim yok.
Dostlar, elveda! Ben öldüm, yükümü dördüncü göğe ilettim.
Bu suretle de ateşe mensup feleğin altında zahmet ve meşakkatler içinde yanmayalım.
Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, İsâ’nın yanında oturacağım.”

Vezirin her emîri ayrı ayrı veliaht yapması

650. Neden sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi.
Her birine “İsâ dininde Tanrı vekili ve benim halifem sensin,
Öbür emîrler senin tâbilerindir. İsâ, umumunu senin taraftarın ve yardımcın etti.
Hangi emîr, baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esir et, hapse at.
Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, reisliğe talip olma.

655. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe dâvasına kalkışma.
İşte şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri… Bunu ümmete tasih bir tarzda oku!” dedi.
O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi: “Tanrı dininde senden başka naib yoktur!”
Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söyledi ise buna da onu söyledi.
Her birine bir tomar verdi, her tomar öbürünün zıddını ifade ediyordu.

660. O tomarların metni “Ya” harfinden “Elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine aykırıdır.
Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı, bu zıt diyeti bundan önce bildirdik.

Vezirin halvette kendini öldürmesi

   Ondan sonra daha kırk gün kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu.
Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyamet yerine döndü.
Bir hayli halk onun yası ile saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne yığıldı.

665. Arap’tan ,Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını da ancak Tanrı bilir.
Mezarın toprağını başlarına serptiler. Onun derdini yerinde ve dertlerine derman gördüler.
Bir ay ahali, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara yol verdiler. Onun ayrılığı derdinden padişahlar da, büyükler de, küçükler de ah u figan ediyorlardı.

 İsâ Aleyhisselâm ümmetinin emîrlere “ İçinizde veliaht kimdir? “ diye sorması

   Bir ay sonra halk dedi ki: “Ey ulular! Siz beylerden o vezirin makamına oturacak kimdir.
Ki biz o zatı, vezirin yerine imam ve mukteda tanıyalım. Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim edelim.

670. Madem ki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun yerine çırağı yakmaktan başka çaremiz yok.
Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun visâlinden mahrum kaldık mı, yerine birisinin vekil olması, birisinin bize yadigâr kalması gerekir.
Gül mevsimi geçip gülşen harap olunca gül kokusunu nereden alalım? Gül suyundan!
Ulu Tanrı açıkça meydan da olmadığından, bu peygamberler Hakk’ın vekilleridir.
Hayır yanlış söyledim. Vekil ile vekil edeni iki sanırsan (bu) hatadır, iyi bir şey değil.
Sen sûrete taptıkça ikidir. Sûretten kurtulana göre ise birdir.

675. Sûrete bakarsan gözün ikidir. Sen onun nuruna bak ki o birdir.
Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru, birbirinden ayırdedilemez.

Bütün peygamberler doğrudur. “ Tanrı peygamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz

   Bir yerde on tane çırağ bulundurulursa görünüşte her biri, öbüründen ayrıdır.
Nuruna yüz çevirirsen şüphesiz ki birinin nurunu öbürlerinden ayırt etmeye imkân yoktur.

680. Yüz tane elma, yüz tane de ayva saysan her biri ayrı ayrıdır. Onları sıkarsan yüz kalmaz, hepsi bir olur.
Mânalarda taksim ve sayı yoktur, ayırma, birleştirme olamaz.
Dostun, dostlarla birliği hoştur. Mâna ayağını tut (ona meylet), sûret serkeştir.
Serkeş sûreti, eziyetle eritip mahveyle ki onun altında define gibi olan vahdeti göresin.
Eğer sen eritmezsen onun (Tanrı’nın) inayetleri, esasen onu eritir. Ey gönlüm, kulu olan Tanrı!

685.O, hem gönüllere kendini gösterir, hem dervişin hırkasını diker.
Hepimiz yayılmıştık ve bir cevherdik. Orada başsız ve ayaksızdık;
Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve sâftık…  su gibi.
O güzel ve lâtif nur sûrete gelince kale burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı.
Mancınıkla burçları yıkın ki bu bölüğün arasından ayrılık kalksın.

690. Mutlaka ben bunu açar, anlatırdım, fakat bir fikir bile sürçmesin, (bundan) korkarım.
Nükteler keskin bir çelik kılıç gibidir. Eğer kalkanın yoksa gerisin geriye kaç!
Kalkansız bu elmasın karşısına gelme. Çünkü kılıca, kesmekten utanç gelmez.
Ben bu sebepten kılıcı kına koydum; Ters okuyan birisi, aykırı mâna vermesin.
Hikâyeyi tamamlamaya, doğrular topluluğunun vefakârlığından bahse geldik:

695. O reisin ölümünden sonra kalktılar, yerine bir vekil istedilerdi.

Emîrlerin veliahtlık için savaşları ve birbirlerine kılıç çekmeleri

   O emîrlerin birisi öne düşüp o vefalı kavmin yanına gitti.
Dedi ki: “İşte o zatın vekili; zamanede İsa halifesi benim.
İşte tomar, ondan sonra vekilliğin bana ait olduğuna dair burhanımdır.”
Öbür emîrde pusudan çıkageldi. Hilâfet hususunda onun dâvası da bunun dâvası gibiydi.

700. O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her ikisinin de Yahudi kızgınlığı başladı.

[divide style="2"]
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 1 – 700 )

B. 1-18. En eski Mevlevi kaynaklarına göre Çelebi Husameddin; Mevlâna’dan Mesnevi’yi yazmasını rica edince Mevlâna, “Bu daha önce bizim gönlümüze doğdu” diyip sarığının arasından bu on sekiz beyti yazdığı kâğıdı çıkarmış. Çelebi’ye sunmuştur. Bu suretle bu beyitleri, bizzat Mevlâna yazmış. Mesnevi’nin mütebaki kısmını Çelebi Hüsameddin’e yazdırmıştır. Mevleviler, bu on sekiz beyte büyük bir ehemmiyet verir, bu beyitleri. Mesnevi’nin fatihası (başlangıcı) sayarlar ve bütün Mesnevi’nin bu beyitlerde olduğunu söylerler. Hattâ Kur’an’ın ilk suresi olan “Fatiha” suresinin Besmele ile, Mesnevi’nin de “Bişnev – dinle, duy!” diye “B” ile başladığını uzun uzuzadıya anlatırlar. Hemen her şerhte bu tafsilâta raslanır. Ayrıca bu on sekiz beyit için şerhler «de yazılmıştır. Mevlevilerde nezir ve niyaz sayısı on sekizdir. Yani bir Mevlevi dervişine, bir tekkeye, bir yoksula para verecek olan Mevlevi; bu parayı, on sekiz .kuruş, on sekiz yarım lira, on sekiz lira… gibi daima on sekiz sayısına riayetle verir. Mevleviler on sekiz sayısının “Ebcet hesabında Tanrı adlarından “Hay-Diri” adına uyduğunu söylerler. Fakat bu “Nezr-i Mevlâna” sayısında Mesnevi’nin ilk on sekiz beytinin tesiri de olsa gerekir. Eski Türklerde dokuz sayısının kutlu olduğu ve on sekizin bu sayının iki misli bulunduğu da dikkate değer.

B. 9. “Kimde bu ateş yoksa yok olsun.”Bu cümlede; görünüşte bir ilenme varsa da sofilerde “Yokluk-Fark, Fena”, zahiri varlıktan geçmek olduğundan “Yok olmak”, hakiki olmıyan varlıktan geçip Tanrı varlığıyle var olmaktır. Hattâ “Yokluk tamamlanınca Tanrı kalır. Tanrı varlığı meydana çıkar” mealinde Arapça bir söz de vardır ve bu söze tasavvuf kitaplarında daima raslanır. Bu bakımdan “Kimde bu ateş yoksa yok olsun” cümlesinin mânası, “o da bu ateşle yansın, erisin, yok olarak hakikî varlığa ulaşsın” demektir ve bir hayır duadır.

B. 25. 26. Musa, Tanrı’dan görünmesini dilemiş. Tanrı, göremiyeceğini, fakat dağa tecelli edeceğini, dağ yerinde durabilirse görmesi ihtimali olduğunu söyleyip Tûr’a tecelli etmiş. Tur, zerre zerre olmuş, Musa da düşüp bayılmış, kendisine gelince tövbe etmiştir. 26 ncı beytin ikinci mısraı:

Tür mest-u hane Musa saikadır ki “Ve harre Musa saika — Musa da baygın bir halde yere yığıldı” cümlesi, aynen Kur’an’dan alınmadır (Sure: 7 — A’râf, âyet: 143).

B. 35. ten itibaren. Hikâyede “Hakikatta o, Bizim bugünkü halimizdir” deniyor. Padişah bir halayığa âşıktır, halayık da başka birisini sevmekte. O sırada Tanrı tarafından bir hekim geliyor. Bu veli hekim, halayığın hastalığını anlayıp rakibi ortadan kaldırıyor, padişah da nihayet mecazi aşktan kurtulup hakikata ulaşıyor. Acaba Mevlâna, birisine âşıktı da Şemseddin-i Tebrizî, o sırada mı geldi? Bu gelen veli hekimin Şems’e işaret olması çok mümkün. Nitekim 118 inci beyitten itibaren açıkça Şemseddin öğülmekte. 123 üncü beyitte adı da geçiyor.

B. 47 Mesih, Kur’an’ın 3 üncü suresi olan Al-i İmran suresinin 45 inci âyetinde, 4 üncü suresi olan Nisa suresinin 171 ve 172 nci âyetlerinde, 5 inci suresi olan Mâide suresinin 17 ve 75 inci âyetleriyle 9 uncu suresi olan Tevbe suresinin 31 inci âyetinde İsa Peygamber, bu adla anılır. Çok gezen, yüce ve şerefli, yahut vaftiz eden mânalarına geldiğini söyliyenler vardır.

B. 48. 49, 50. “İnşallah — Tanrı isterse” demektir, Kur’an’da, hiçbir şeyin. Tanrı dilemedikçe olmıyacağı, onun için bir şey hakkında yarın yaparım denmemesi, bu sözün de söylenmesi bildiriyor (Sure: 18 — Kehf. âyet: 23 24). Bu âyetten alınan “İnşaallah” sözü halk arasında kullanılagelmişir. Anadolu’da, birçok yerlerde “Allah izin verirse” denir ki tam bunun karşılığıdır.

B. 53. Sirkencübin, Farsça Sirkengübin sözünün Arapçalaşmış şeklidir. Sirke ile baldan yapılan buzlu. bir şerbettir. Yazın sıcak günlerde içilir, harareti keser. Aynı beyitte bademyağının da kuruluk verdiği. yani. aksi bir tesirde bulunduğu söylenmektedir. Eski tıpta bademyağı yumuşatıcı bir ilâç olarak kullanıldığı gibi bugün de yine kullanılmaktadır.

B. 54. Halk dilinde helile denen halilenin karası, mülâyimlik vermek, sarısı ishali kesmek için kullanılır. Nebati bir ilâç olan helilenin Lâtincesi Terminaliadır.

B. 80-82. İsrailoğullarına çölde bulut gölgelik etmiş, gökten pişmiş, kebap olmuş kuşla kudret helvası yağmıştır (Sure: 2 — Bakara, âyet: 57). İsrailoğulları Musa’dan sarmısak, mercimek, soğan ve saire isteyip bir çeşit yemekten bıktıklarını söylemişler, bunun üzerine yokluğa, alçaklığa düşmüşler. Tanrı’dan gazap olarak veba hastalığına uğramışlardır.(aynı sure âyet:61)

B. 83-87. Havariyy un’un ricası üzerine İsa’nın duasiyle gökten yemek indiği Kur’an’da hikâye edilmektedir. (Sure: 5 — Mâide. âyet: 112-114).

B. 88. Peygamber’in “Yağmur yağmadığını gördünüz mü bilin ki halk zekât vermemektedir. Tanrı da rahmetini onlardan esirgemektedir. Veba çıktığını gördünüz mü bilin ki dünyada zina çoğalmış, etrafa yayılmıştır” dediği rivayet edilmiştir.

B. 92. Azâzil, Şeytan’nın eski adıdır. Melekler arasında Tanrı’ya ibadet edip dururken. Âdem yaratılmış. Tanrı emrini dinlemeyip kendisini, ateşten yaratıldığı için daha hayırlı görmüş, Adem’e secde etmemiş ve rahmetten uzaklaştırılmıştır. Kur’an’ın birçok yerlerinde

(o cümleden olarak sure: 18 — Kehf, âyet: 50, 7 — A’raf. 11). Adem – Şeytan hikâyesi tekrarlandığı gibi Mesnevi’de de sırası geldikçe tekrarlanmaktadır.

B. 96. “Sabır, genişliğin anahtarıdır” mealinde bir hadîs rivayet edilir.

B. 100. İkinci mısrada Kur’an’ın 96 ncı suresi olan Alâk suresinin 15 inci âyetinin ilk kısmı aynen alınmıştır. Bu ve bu âyetten önceki 14 üncü âyetin manaları şudur: “Ebucehil acaba Tanrı’nın onu görmekte olduğunu bilmez mi? Hayır, hiç de öyle değil; bilir. Bilir de bu işten vazgeçmezse biz onu alnındaki perçemden yakalarız.”

B. 107. Eski tıpta insanın vücudunda “Ahlat-ı erbaa”  -birbirine karışmış dört şey- vardır, bunlar da kan, balgam, safra ve sevdadır. Bu dördünün kâfi miktarda oluşundan mizaç, yani sıhhat meydana gelir. Hastalık, bunlardan birinin fazlalaşmasiyle başlar.

B. 110. Usturlap, üstüne gök küresinin haritası çizilmiş yarım daire şeklinde bir alettir. Bununla gökteki yıldızların mevkii ve bilhassa güneşin doğuş ve batışiyle zeval vaktinin saati tâyin edilir.

B. 121. Esir, havanın bulunmadığı boşluğu dolduran, havadan lâtif gözle görünmez, elle tutulmaz ve fevkalâde kuvvetli olan bir vasattır. Ziyanın, boşluktan geçip gelebilmesi için böyle bir vasatın lâzım olduğu düşünülmüştür.

B. 125. “Can” diye Çelebi Hüsameddin’e hitabediliyor. Bu beyitten  143 üncü beyte kadar olan konuşma, Mevlâna ile Çelebi Hüsameddin arasında geçmektedir.

B. 125. Yakup Peygamber’in Yusuf’tan ayrılınca ağlamadan gözlerine ak düşmüş, sonra kardeşleri Mısır’a gidince orada maliye veziri olan Yusuf, onlara kendini tanıtıp babasına gömleğini göndermişti. Kafile, Kenan eline yaklaşınca Yakup, Yusuf’un kokusunu almıya başlamış, nihayet gömlek, yüzüne, gözüne sürülünce, gözleri görmeye başlamıştı (Sure: 12 — Yusuf, âyet: 93 — 96). Bu yüzden büyük bir müjde, bir vuslat haberi, çok defa Yusuf gömleğiyle ve bu gömleğin kokusiyle ifade edilegelmiştir.

B. 133. Sofi “İbn-al Vakt — Vakit oğlu” dur. Yani geçmişle, gelecekle uğraşmaz. İçinde bulunduğu zaman, neyi icabediyorsa onu yapar. Bu suretle de Tanrı’nın tecellisine uymuş, hükmüne itiraz etmemiş olur.

B. 142. Bizce. Şems-i Tebrizî’nin şehit edildiğine delildir.

B. 144-181. Aşkın bu tarzda teşhis edilmesi, XII nci asır büyüklerinden Nizâmî-i Arûzî’nin “Çar Makale” sinde “İbn-i Sina”ya atfedilmektedir (Layden-1909 hikâye V. S. 76-80. haşiye 50-249. İbn-i Sina: Kanun, Bulak basması C. 2. S. 71- 72).

B. 175. “Muradınızı elde etmek için işlerinizi, hareketinizi gizli tutun. Çünkü nimete erişen herkes, hasede uğrar.” Hadîs (Feyz-al Kadir. Mısır 1356-1938. I. 493).

B. 224. Kur’an’ın 18 inci suresinin (Kehf) 65-82 nci âyetlerinde Musa Peygamber’le Hızır arasında geçen vaka hikâye edilir: Musa, Tanrı’dan. kendisine bilgi ihsan edilmiş olan Hızır’la buluşur, onun bilgisini elde etmek ister. Hızır, sabredemiyeceğini söylerse de Musa ısrar edince, kendisi anlatıncaya kadar göreceği şeyleri sormamasını şart koşar. Bir gemiye binerler. Hızır, gemiyi deler. Musa itiraz edince Hızır “Sabredemezsin demedim mi?” der. Musa derhal özür diler. Kıyıya çıkarlar. Hızır, rasladıkları küçük bir çocuğu tutup öldürür. Musa, yine itiraz edince Hızır “Demedim mi” der, Musa da yine özür diler. Tekrar yola düşerler. Bir köye gelip yiyecek isterler. Köylüler vermezler. Hızır, yolda yıkılmak üzere olan bir duvarı tamir eder. Musa bu sefer “Buna karşılık bir ücret alabilirdin” deyince Hızır der ki: “Artık ayrılmamız lâzım. Yalnız sana sabretmediğin şeylerin içyüzünü anlatayım: Gemi, çok yoksul kişilerindi. İleride bir padişah var, yeni gemileri zaptediyor. Bu gemiyi delik görünce almazlar, onun için deldim. Çocuğun anası, babası müslüman ve temiz insanlar, halbuki çocuk kâfir olacak; bundan korktum, öldürdüm. Tanrı onlara daha iyisini verir. Duvara gelince: Köydeki iki yetimin olan o duvarın altında bir define var. Onların büyüyüp defineyi meydana çıkarmaları için duvan tamir ettim. Yıkılsa zayi olacaktı.” Bu batini bilgiye, anlattığımız hikâyeye telmihan ve Kehf suresinin 65 inci âyetindeki “Ledün” sözünden alınarak “İlm-i Ledün “ Tanrı’ya ait bilgi” demişlerdir. Tasavvuf kitaplarında bu hikâye çok geçer ve Musa gibi ulu bir peygamberin bile batıni bilgiyi, Hızır’dan öğrenmek istemesi delil getirilerek herkese bir mürşit lâzım olduğu söylenir. Mevlâna. bu hızır ve gemi hikâyesini. Mesnevi’nin ikinci cildinin sonlarında da anlattığı gibi Sultan Veled  ”Veled-Nâme” de yine bundan bahseder.

B. 227. İbrahim Peygamber, gördüğü bir rüya üzerine oğlunu (İsmail yahut İshak) Tanrı’ya kurban etmeye kalkmış, o sırada gönderilen bir koçu, yine Tanrı  emriyle keserek rüyada aldığı emri yerine getirmiş sayılmıştır (Sure: 37 — Sâffât, âyet: 100-105).

B. 236. Hızır – Gemi, 224 üncü beytin izahına bakınız.

B. 240. “Kötü kişi öğülürse Tanrı gazaba gelir ve bu yüzden arş titrer” Hadîs (Feyz-al Kadir I. 441).

B. 259. Cevlâki: Cevlâk, Burhan’a göre Cevlah kelimesinin Arapçalaştınlması şeklidir ve bir cins yün dokumaya denir ki yoksul kişilerle derviş ve kalenderler, bundan kalçın yaparlar. Arapçada Caelk, baş tıraş etmeye denir. Her halde bu kelime, her iki kelime ile de münasebetlidir. Cevlâkî ve Cevâlıka, Kalenderilere denir. XIII üncü asırda Anadolu’ya ve sonradan Rumeli’ye yayılan ve ekseriyetle toplu bir halde davul, nefir, kudüm, ve bayraklarla gezen bu derviş taifesi Çâr-darb olurlar, yani saçlarını, bıyık, sakal ve kaşlarını ustura ile tıraş ettirirlerdi. Hattâ bu yüzden dilimizde saçlan ustura ile taraş ettirmiye “cascavlak olmak” denmiştir.

B. 264. Sofiler, Tanrı velilerinde dereceler, rütbe ve makamlar kabul ederler. Velilerden yedi. yahut kırk kişi vardır ki bunlar, bir anda birçok yerlerde görünebilmek kudretindedirler. Meselâ kendileri bir yerdeyken başka bir yerde, yahut bir çok yerlerde görünürler, kendilerine bedel, birçok cesetler gösterirler. Bu yüzden bunlara Abdal, yahut Büdelâ denmiştir. Halk arasında bu mertebe sahipleri “Yediler” yahut “Kırklar” diye anılır. Ayrıca “Rum Abdalleri,. yahut sadece “Abdallar” diye anılır taife vardır ki Kalenderîlere. çok benzerler. Anadolu ve Rumeli’de XVII nci asra kadar tesadüf edilegelen bu dervişler zümresini Bektaşilik temsil etmiş, bu suretle abdallar, ortadan kalkmıştır. Mevlânâ’nın kastettiği. Tanrı velileri olan Abdalleridir.

B. 266. Müşriklerin Peygamber’e “Bu ne biçim Peygamber? Yemek yiyor, sokaklarda geziyor. Bir melek gönderilseydi, onunla beraber halkı korkutsaydı ya. Yahut kendisine bir hazine verilseydi, yahut da meyvalarından yiyeceği bir bağı. bahçesi olsaydı” dedikleri Kur’an’-da hikâye edilmektedir (sure: 25 — Furkan. âyet: 7-8).

B. 278-279. Musa’nın mucizesine karşılık sihirbazlar. Firavun’un huzurunda ipleri, sopaları yere atmışlar, iplerle sopalar yılan şeklinde görünmüş. Musa’nın attığı asa da bir büyük yılan şekline girerek öbür yılanları yutmuş, sonra Musa. yılanı eline alınca sopa olmuş öbür iplerle sopalar ortada görünmez olmuş, bunun üzerine sihirbazlar îmana gelmişlerdi. Tevrat’tan alınan bu vak’a Kur’an’ın birçok surelerinde hikâye edilmektedir (sure: 26 — Şuarâ, âyet: 10-68. 42-47).

B. 296. Ümm-ül Kitap Kur’an’ın 13 üncü suresi olan Ra’d suresinin son âyeti olan 45 inci âyetinde “Ve kâfir olanlar, sen peygamber değilsin derler. De ki: benimle sizin aranızda şahit olarak Tanrı, bütün mukadderatın hakikatini ve aslını bilen zat kâfidir” demektedir. Yine aynı surenin 39 uncu âyetinde “Tanrı, takdir ettiği şeylerden dilediğini bozar, dilediğini yapar. Takdirin aslı ve hakikati ona malûmdur” deniyor. Bu âyetlere nazaran beyitteki mâna denizi, Tanrı’dır. Fakat sofilerce “Vücud-u Mutlak — Mutlak Varlık” olan. yani hiçbir suretle, hiçbir vasıfla kayıtlanamıyan Tanrı için mertebeler vardır. Tanrı’nın ilk mertebesi, zatını bilmesidir ki buna “Zuhura olan meyil” ve “îktiza-yı Zatî. Akl-ı Evvel, Kalem…” gibi adlar verirler. Bu mertebe; diğer mertebeleri yani Tanrı’nın ilminde sabit olan hakikatları, Tanrı adlarını, Tanrı sıfatlarını meydana getirmiştir. Bunların zuhuru da kâinattır. Bu bakımdan kâinat, kâinat olarak yoktur, fakat Tanrı ilminde sabit olan hakikatların zuhuru olmak bakımından vardır. Her şey, Tanrı’nın zuhura olan meylinde, yani ilminde mevcut olduğundan o mertebeye “Ümm-ül Kitab — Kitabın, takdir edilen şeylerin aslı, anası” dedikleri gibi “Hakikat-ı Muhammediyye” de derler. Bu mertebeye, her zaman âlemde tek bir kişi sahiptir ki bu zat. yeryüzünde Tanrı halifesidir. Buna “Kutb-Gavs” denir.

B. 297. “Tanrı, biri tatlı, öbürü acı iki denizi akıttı. O iki deniz, birbirine ulaştı. Aralarında bir mania var.. Birbirlerine tecavüz edip taşmazlar.” (sure: 55 -Rahman, âyet: 19). Mevlâna burada olduğu gibi bilhassa yine bu ciltte bu iki denizin hak ve bâtıl ehli, cennetlik ve cehennemlikler olduğunu söylemektedir (2570 inci beyitten itibaren 2603 üncü beytin sonuna kadar bu âyet tefsir edilmektedir).

B. 3I5. “Cennet ve cehennem ehlinin arasında bir perde vardır. O sınırın en yüce yerinde (A’raf) ta öyle erler vardır ki onlar, herkesi yüzlerinden tanır, bilirler… (Sure 7 — A’raf, ayet 46) Ali’nin “Biz A’raf erleriyiz,, dediği de rivayet edilir. Sofilerin bir kısmı, herkesi yüzünden tanıyan Araf erlerini, cennete ve cehenneme bağlı olmıyan Tanrı erleri olarak kabul ederler.

B. 321. Zaman zaman, dilenme için türlü türlü tarzlar icadedilmistir. Bir tepsiye mumlar dikip yakarak dilenmek, sırta vurulan, yahut bele takılan meşin torbadan tos tos su dağıtarak, mersiye okuyarak dilenmek, ilâhiler okuyup kapı kapı gezerek dilenmek gibi. Acaba o zamanlar yünden bir aslan yapılıp bununla maskaralıklar ederek de dilenme var mıydı? Biz, böyle anlıyoruz. Yine bu beyitteki Ebu Müseylim. H. Muhammedin son zamanlarında Peygamberlik dâvasına kalkışan “Müseylemel-ül Kezzâb — Yalancı Müseyleme” dir ki birinci halife Ebûbekir zamanında üzerine asker çekilerek savaşta mağlûp edilmiş ve öldürülmüştür.

B. 373. Deccal. son zamanlarda çıkıp halkı azdıracak tek gözlü bir Yahudidir. Peygamber, bu fitneden Tanrı’ya sığınmıştır.

B. 375. Simurg yahut Anka. mevhum bir kuştur. Yüzü insana benziyen bu kuşun boynu pek uzunmuş. Renk renk tüyleri varmış, vücudunda her hayvandan bir alâmet bulunurmuş.

Bütün hayvanları avladığı gibi insanlara da musallat olduğu için zamanın peygamberi dua etmiş. Tanrı da bu kuşu, dişisiyle beraber bir yıldırımla helak etmiş. Simurg. Rüstem’in cerrahı, babası Zâl’in de dadısıdır. Halk. bu kuşa Zümrüdü Anka der, masallarımıza kadar girmiştir.

B. 381. Peygamber’in “Huzuru kalb olmadıkça namaz da olmaz” dediği rivayet edilir ki bu huzur, yani hiçbir şeyle meşgul olmayış, namaz kılmanın değil, namazın tam namaz oluşunun şartıdır.

B. 332. “Sen onları uyanık sanırsın amma onlar uykudadır. Biz. onları sağa, sola çeviririz. Köpekleri de ön ayaklarını yere dayamış olarak mağara kapısında uyumaktadır. Onları görsen yüzünü çevirir, kaçardın, yüreğin korkuyla dolardı.” (Sure: 18 — Kehf, âyet: 18) Eshab-ı Kehf denilen bu kişiler, altı kişiymisler. Artlarına bir de çoban takılmış, çobanın köpeği de peşlerini bırakmamış. Zamanlarındaki padişah, halkı bir puta taptırıyormuş. Bunlar bu kötülüğü yapmamak için kaçıp bir mağaraya sığınmışlar, orada tam üç yüz dokuz yıl uyumuşlar. Bu köpeğin hareketi, şairlerimize ilham kaynağı olmuş ve sadakat sembolü olarak söylenegelmiştir. Mevlana, 1022 nci beyitte bilhassa bu köpekten bahseder.

B. 400. “Uyku ölümün kardeşidir. Cennettekilerse ölmezler.” Hadis (Feyz’al Kadir, VI 300).

B. 403. 392 nci beytin izahına bakınız. Bilhassa 2185 inci beyitten itibaren yine bunlardan bahsetmektedir. Yine bu beyitte Tufandan bahsedilmektedir. Nuh Peygamber zamanında, onun bedduası üzerine yerden sular fışkırmış, gökten yağmurlar yağmış, herkes boğulmuş, yalnız Nuh’a inanıp gemisine girenler kurtulmuştur. Kur’an’ın 71 inci suresi olan Nuh suresinde Tufan ve Nuh Peygamberin ahvali anlatılmaktadır.

B. 422. Tanrı gölgesi, bütün varlığını Hak’ta yok etmiş ve Tanrı varlığiyle var olmuş kâmil veli. Gölgenin varlığı, gölgeyi meydana getirenin varlığındandır. Bütün hareketleri de onun hareketine tâbidir. Kâmil veli de. Tanrı’ya nispetle aynı bir gölge gibidir.

B. 424. Kıyamete yakın birçok “fitne – imtihan” lar olacağı hadîslerde bildirilmiştir. Bu fitnelerin en büyüğü, asıl büyük Deccal’ın ve ondan önce çıkacak Deccalların fitnesidir.

B. 425. “Görmez misin, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı. Dileseydi onu sabit kılardı. Sonra gölgeye güneşi delil ettik, sonra da onu kolaycacık aldık yok ettik” (25 inci sure — Furkan, âyet: 45-46) Sofilere göre gölge kâinattır, güneş de Tanrı.

B. 426. Kur’an’da İbrahim Peygamberin Zühre yıldızını görüp “Rabbim budur” dediği, yıldız batınca “Ben batanları sevmem” deyip ondan vazgeçtiği, ay doğunca “Rabbim budur” dediği, o da batınca “Rabbim bana doğru yolu göstermezse, şüphe yok yol azıtanlardan olurum” dediği, güneş doğunca bu sefer “Bu daha büyük, Rabbim bu” dediği, fakat o da gurubedince “Ey kavim”ben sizin Tanrı’ya ortak ettiğiniz şeylerden vazgeçtim. Yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndüm, ihlâsla ancak ona yöneldim, şirk koşanlardan değilim” diyerek doğru yolu bulduğu hikâye edilmektedir (Sure: 6 — En’am. âyet: 75-79).

B. 343.”İbrahim ve İsmail’den, evimi, tavaf edenlere, orada oturup ibadet eyliyenlere, rukûda, sucutta bulunanlara temiz tutun diye ahd aldık.” (Sure: 2 — Bakara, âyet: 125) Sofilerce asıl Kabe ve Tanrı evi kalbdir.

B. 500 – 510. İsa Peygamber’i, Anası Meryem, bir boyacının yanına çırak olarak vermiş. O vakitler daha çocuk olan İsa’ya bir gün ustası “buradaki elbiselerin her birinde bir nişan var.

O nişana göre ne renge boyanacaksa boyarsın” deyip bazı işlerini görmek üzere gitmiş. İsa, bütün elbiseleri bir tek küpe sokmuş. Ustası gelip bunu görünce “Eyvah, elbiseleri berbadettin” deyip telâşlanırken İsa, elbiseleri birer birer çıkarmaya başlamış Her elbise, sahibinin istediği renge boyanmış olarak çıkmış. Bu mucizeyi görenler, İsa’ya inanmışlar ki “Havariyyun” bunlarmış.

B. 516. Kimya, eski telâkkiye göre civayı; gümüş, bakır ve sair madenlerle karıştırıp “İksir” denen şeyi de ilâve ederek altın elde etme sanatıdır. Simya, gözbağcılıkla, bakanlara hakikatta olmıyan bazı şeyleri göstermektir.

B. 518. Mor renk eski İran’da yas rengidir. Bu renge “Duhanî — duman rengi” de denir Mevlâna Celâleddin’in de Şems’in son defa olarak kaybolmasından, yahut şehidedilmesinden sonra bu renkte hırka giydiği ve bu renk sarık sarındığı en eski kaynaklarda yazılıdır.

B. 528. Calinus, Bukrat’tan sonra en büyük hekimdir. Milâdın 131 inci yılında Bergamada ölmüştür. Bu hekimin birçok eserleri Arapçaya çevrilmiştir.

B. 529. Kur’an’ın 7 nci suresi olan A’raf suresinin 157 ve 158 inci ayetleriyle 62 nci suresi olan Cumua suresinin 2 nci âyetinde H. Muhammed’in “ümmi” yanî anadan doğduğu gibi kalmış, okuma yazma öğrenmemiş olduğu bildirilmektedir. Böyle olduğu halde Kur’an gibi birçok yerleri hakikaten fevkalâde bir kitabı tebliğ etmesi, zamanındaki şairleri şaşırtmış; kendisine “kâhin. şair..” demişlerdi. 6 ncı sure olan En’âm suresinin 92 nci âyetinde Mekke’ye “Ümm-ül Kura — Köylerin, şehirlerin anası, aslı” dendiğine nazaran “ümmi”nin “Mekkeli” mânasına geldiğini de Peygamberin bir hocadan okumamış olmakla beraber okuma yazma bildiğini söyliyenler de vardır.

B. 535. Hârut, Mârut adlı iki melek, insan oğullarının kötülüklerini görüp Tanrı’ya şikâyette bulunmuşlar. Tanrı, onlara “Onlardaki şehvet sizde de olsa daha beter olursunuz” demiş. Fakat bu melekler, isyan etmeyeceklerini söylemişler. Bunun üzerine Tanrı, bunlara şehvet verip Bâbil’e inmelerini buyurmuş. Bâbil’de hâkimlik ederlerken gayet güzel bir kadın bir iş için geliyor. Melekler kadına meftun oluyorlar. Fakat kadın, ya kocasını öldürmelerini, yahut puta tapmalarını, yahut da şarap içmelerini, aksi takdirde onlara ram olmıyacağını söylüyor. Şarap içmeyi ehven bulup içiyorlar, bunun üzerine kadın “Her gece ism-i âzam okuyup göke çıkıyorsunuz. o ismi bana da öğretin” diyor, öğretiyorlar. Kadın, göke çıkınca Tanrı onu bir yıldız şekline sokuyor. Zühre yıldızı bu kadınmış. Meleklere de dünya azabiyle ahret azabından birini kabul etmelerini söylüyor. Dünya azabını kabul ediyorlar. Tanrı, bunları Bâbil kuyusuna baş aşağı astırıyor, orada kıyamete kadar azap çekmekteler. Kur’-an’da 2 nci surenin (Bakara) 12 nci âyetinde bu iki meleğin Bâbil’e indikleri, halka sihir öğrettikleri, kendilerine müracaat edenlere sihir öğretmeden “Biz Tanrı tarafından size bir imtihan olarak geldik. Sihir öğrenip kâfir olmayın” dedikleri hikâye edilmekte, yukardaki vak’a anılmamaktadır. Hârut, Mârut, esas itibariyle Ermenilerin iki mabudundan bozmadır. Mevlâna birinci ciltte 3320 nci beyitten 3359 uncu beyte kadar yine bu hikâyeden bahseder.

B. 547. İbrahim, putları kırdığı, onları tahkir ettiği için Nemrut tarafından ateşe atılmış, fakat ateş İbrahim’i yakmamıştır. (Sure: 21 — Enbiyâ, âyet: 51-70, Kur’an’da başka yerlerde de bu hikâye vardır). Bu ciltte S. 76, B. 790 ve S. 83, B. 861 de de yine bu vakaya işaret edilmektedir.

B. 548. Sofist’ler, eski yunan filozoflarının biı .kısmıdır. Eski kitaplar bunları “İndiye, İnadiye, Lâedriye” diye üçe ayırırlar. Bunların birleştikleri nokta ve felsefelerinin esası, duygularımıza inanmaktır. İndiye, duygularımızla idrâk ettiğimiz kâinat, idrakimize tâbidir; var dersek vardır, yok dersek yoktur der. İnadiye, kâinatı da hayallerden, vehimlerden ibaret olarak kabul eder. Lâedriye ise her hususta şüpheyi esas tutarak, kâinatın ve bizim varlığımızı ne biliyoruz, ne bilmiyoruz; hattâ şüphe ettiğimize de şüphemiz var der. Asıl sofistler de bunlardır. Sofistler, eski septiklerdir.

B. 568. “Ey tamamiyle inanmış, emin olmuş nefis, Tanrı’dan razı olarak ve Tanrı’nın razılığına nail olmuş bulunarak Rabbine dön, sonra da kullarımın arasına katılarak cennetime gir!” (sure: 89 — Fecr. âyet: 27-30).

B. 574. Abıhayat, Türkçede Bengisu denen muhayyel bir sudur. Karanlıklar diyarında olan bu suyu, İlyas Peygamber’le Hızır Peygamber bulmuşlar, içmişler ve ebedî hayata nail olmuşlar.

B. 602. Sofilerin büyük bir kısmına göre Tanrı, zatiyle var olan ve hiçbir şeyle mukayyet bulunmayan “Vücud-u Mutlak — Mutlak Varlık” tır. Her şey, ondan var olduğu için asıl var odur ve varlık onundur. Tanrı’nın bu mertebede hiçbir taayyünü yoktur, yani hiçbir suretle zahir değildir. Bilinmesine de imkân bulunamaz. İlk taayyünü bilgisidir. Bilgisinde bütün eşyanın hakikat ları sabit, olmuş, bunların zuhuru da kâinatı meydana getirmiştir. Kâinatın varlığı, onunla, vardır, hakikatta ise yok olan bir varlıktır. Ancak bu sözlerden; Tanrı vardı, sonra kendisini bildi, sonra bilgisinde eşya sabit oldu, bundan sonra da kâinatı meydana getirdi gibi bir şey anlaşılmamalı. Burada zaman, bahis mevzuu olamaz. Bunlar, mutlak varlığın mertebelerinden ibarettir, yani Tanrı, zatı itibariyle mutlaktır. Zatının iktizası, kendisini bilmesidir. Bu bilgide eşyanın hakikatleri sabittir. Bu sübut kâinatı izhar eder. Bu, her an böyledir (296 ncı beytin izahına bakınız).

B. .615, Bedir harbinden bahsedilirken Kur’an’da. “Onları siz öldürmediniz. Tanrı öldürdü.

Ok attığın zaman sen atmadın, Tanrı attı” denmektedir (sure: 8 — Enfâl, âyet 17).

B. 617. Cebir, kulda irade ve ihtiyar olmadığına, her şeyin Tanrı tarafından yaptırıldığına inanmaktır ki bu inanışa sahip olanlara, bu inanışı kendilerine “mezhep – gidilen yol” olarak kabul edenlere “Cebrî” denir..

B. 618. İhtiyar, kulun her şeyi kendi dileğiyle, kendi iradesiyle yaptığına inanmaktır. Bu inanışa sahip olanlara, bu inanışı kendilerine mezhep edinenlere “Kaderiye denir. Bunlar, kulların işledikleri işlerde kaderi, inkâr ederler. Kader, Tanrı bilgisidir. Fakat bu bilgi, bizi o işi yapmaya mecbur etmez derler. Mutezile bu. mezheptedir. Sünnilere göre kulda cüz’i bir irade vardır. Kul, iradesini sarfeder. Tanrı o işi yaratır.

B. 640. Sicciyn, daimî olan şey demektir. Cehennemde bir vadinin adıdır ve burası cehennemin en. kötü yeridir. Kur’an’da kötülük edenlerin hesap defterinin burada olduğu bildirilmektedir (sure: 83 — Mutaffifîn, âyet: 7-9).

B. 641. İlliyyîn, yedinci kat gökte bir yerin adı, Cennetlerin en yüksek ve iyi yeridir. Bir rivayete göre de yedinci kat gökün, yahut insanın iyilik ve kötülüğünü yazan meleklerin divanlarının adıdır. Kur’an’da iyilik edenlerin hesap defterlerinin burada olduğu bildiriliyor (sure: 83 — Mutaffifîn. âyet: 18-21).

B. 676.’dan sonraki başlıktaki cümle Kur’an’ın 2 nci suresi olan Bakara suresinin 285 inci âyetinden alınmıştır. Peygamberleri, bu birbirinden ayırt etmeyiş Peygamberlik bakımındandır. Çünkü aynı surenin 253 üncü âyetinde Peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğu bildirilmektedir.

B. 686. Cevher, kendi kendine var olan şeydir ki araz karşılığıdır. Araz kendi kendine var olmayıp varlığı için bir cevhere muhtaç olan şeydir. Meselâ cisim, cevherdir. Cismin sekli, rengi, hali, sayısı, bulunduğu yer, yaptığı iş ve saire arazdır.

CİLT 1  (701 – 1400 Beyitler) 

Diğer emîrler de bir bir katar olup (birbirlerinin ardınca dâvaya kalkışıp keskin kılıçlar çektiler.)
Her birinin elinde bir kılıç ve bir tomar vardı; sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler.
Yüz binlerce Hıristiyan öldü, bu suretle kesik başlardan tepe oldu.
Sağdan, soldan sel gibi kanlar aktı. Havaya, dağlarcasına tozlar kalktı.

705. O vezirin ektiği fitne tohumları, onların başlarına âfet kesilmişti.
Cevizler kırıldı; içi sağlam olan, kırıldıktan sonra temiz ve lâtif ruha malik oldu.
Ancak ten nakşına ait olan öldürmek ve ölmek, nar ve elmayı kırmak, kesmek gibidir.
Tatlı olan nardenk şerbeti olur, çürümüş olanın ise bir sesten başka bir şeyi kalmaz.
Esasen mânası olan meydana çıkar; çürümüş olan rüsvay olur, gider.

710. Ey sûrete tapan! Türü, mânayı elde etmeye çalış! Çünkü mâna sûret tenine kanattır.
Mâna ehliyle düş, kalk ki hem atâ ve ihsan elde edesin, hem de fetâ olasın.
Bu cisimde mânasız can; hilâfsız, kılıf içinde tahta kılıç gibidir.
Kılıfta bulundukça kıymetlidir. Çıkınca yakmaya yarar bir alet olur.
Tahta kılıcı muharebeye götürme, ah-ü figane düşmemek için önce bir kere kontrol et;

715. Eğer tahtadansa, yürü… başkasını ara; eğer elmassa sevinerek ileri gel!
Elmas kılıç, velîlerin silâh deposundandır. Onları görmek, size kimyadır.
Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demişlerdir: bilen âlemlere rahmettir.
Nar alıyorsan gülen (çatlak) narı al ki onun gülmesi, sana tanesi olduğunu haber versin.
O ne mübarek gülmedir ki can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.

720. Mübarek olmayan gülme, lânetin gülmesidir: Ağzını açınca kalbinin karalığını gösterir.
Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder.
Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun.
Temizlerin muhabbetini tâ… canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.
Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var.

725. Gönül, seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker.
Agâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!!!

Mustafa salâvatullahi aleyh’in İncil’de anılan iyi vasıflarını ululamaları

   İncil’de Mustafa’nın, o Peygamberler başının, o sefa denizinin adı vardı;
Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yiyişi anılmıştı.
Hıristiyan taifesi, o da, o hitaba geldikleri zaman sevap için.

730. Yüce adı öperler; lâtif vasfa yüz sürerlerdi.
Bu söylediğimiz fitne esnasında o taife, fitneden, kargaşalıktan emindiler.
Onlar, o emîrlerin ve vezirin şerlerinden emin olup Ahmed adının sığınağında korunmuşlardı.
Onların nesli de çoğaldı. Ahmed’in nuru, bunlara yardım etti, yâr oldu.
Hıristiyanlardan Ahmed adını hor tutan diğer fırka,

735. Fitnelerden ve o tedbiri de şom, fitnesi de şom vezir yüzünden hor ve kıymetsiz bir hale geldi.
Mânaları ters, sözleri aykırı tomarlara uymalarından dolayı dinleri de müşevveş bir hale geldi, hükümleri de!
Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur?
Ahmed adı sağlam bir kapı olunca o emin ruhun zatı ne olur?
Vezirin belâsı yüzünden yoldan çıkmış olan o nasihat kabul etmez padişahtan sonra.

İsâ dinini mahva çalışan diğer bir Yahudi padişahının hikâyesi

740. İsa kavminin dinini mahv için aynı Yahudinin neslinden diğer bir padişah meydana çıktı.
Bu diğer padişahın meydana çıkışını haber almak istersen “Vessemâi zatülburûc” sûresini oku.
Birinci padişahtan doğan kötü âdete bu padişah da ayak uydurdu.
*Bil ki o çeşit sitem ve zulümlerden bu, ne yaparsa Tanrı, günahını artıksız, eksiksiz ilk zâlimden sonra, arar.
Kim fena bir âdet koyarsa ona her an lânet gider durur.
İyiler gittiler, güzel usul ve âdetleri kaldı; kötü adamlardan da zulümler ve lânetler!

745. Kıyamete kadar o kötülerin cinsinden kim vücuda gelse yüzü o kötülüğedir.
Bu tatlı suyla tuzlu su; damar damardır. Halk arasında sûr üfürülünceye dek birbirine karışmadan böylece gider durur.
İyilere tatlı su miras kaldı. O ne mirasıdır? “Evrensel kitap” mirası.
Dikkat edersen görür anlarsın ki taliplerin dileği Peygamberlik cevherinin şûleleridir, o şûleleri dilerler.
Şûleler, mücevherlere tâbi olarak parıldar ve dönerler. Şûle, nereden çıkıyorsa, madeni neredeyse oraya gider.

750. Güneş, bir burçtan bir burca gidip durduğundan pencereye vuran ziyası da evin etrafında döner dolaşır.
Kimin bir yıldızla alâka ve merbuyeti varsa o; kendi yıldızıyla döner, dolaşır, o yıldızın tesiri altındadır.
Talihli Zühre ise şevkı, çalıp çağırmayı, aşkı diler, onlara adamakıllı meyli vardır.
Kan dökücü huylu Mirrih’e mensup ise cenk, bühtan ve düşmanlık arar.
Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirak ve nahis olmaz.

755. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde seyir ve hareket ederler.
Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar.
Her kimin talihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zatı, kâfirleri taşlayıp yakar.
Onun hışmı, bazen galip gelen, bazen mağlûp olan ve tesiri böylece değişerek yürüyen Mirrih’in hışmına benzemez.
Galip nur, noksandan ve karanlıktan emindir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır.

760. O nuru, canlara Hak saçtı. Devletliler, onunla eteklerini doldurmuşlardır.
O nur saçısını bulan yüzünü Tanrı’nın gayrısından çevirmiştir.
Kimin aşk eteği yoksa o nur saçısından nasipsiz kalmıştır.
Cüzülerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir.
Öksüzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı… her neyse içinden ara!

765. İyi renkler, temizlik küpünden hasıl olur. Çirkinlerin rengiyse, kirli kara sudan meydana gelir.
O lâtif rengin adı “Sıbgatullah-Tanrı boyası” dır. Bu kirli rengin kokusu ise… Tanrı lânetidir.
Denizden olan, yine denize gider; nerden gelmişse, yine oraya varır.
Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşka karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur!

Yahudi padişahının ateş yaktırması, ateşin yanına, kim puta secde ederse ateşten kurtuldu diye bir put diktirmesi

   O köpek Yahudi, bak, ne tedbirde bulundu? Ateşin yanına bir put dikti.

770. “Kim bu puta taparsa kurtulur. Secde etmeyen, ateşin tam ortasına oturur” dedi.
O, bu nefis putunun cezasını vermeyince nefis putundan, başka bir put doğdu.
Putların anası nefsinizin putudur. Çünkü o put yılan, bu put ejderhadır.
Nefis; demir ve taştan yapılan çakmaktır, put kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.
Fakat taş ve demir (çakmak), su ile söner mi? Âdemoğlu’nda, bu ikisi oldukça ne vakit ve nasıl emin olur?
*Taş ve demir, ateşi içlerinde tutarlar, su onların ateşine işleyemez, tesir edemez.
*Irmak suyundan haricî ateş söner. Fakat taş ve demirin içine su nasıl girer*
*Küpün ve testinin suyu fânidir. Lâkin pınarın suyu daima taze ve bâkidir.
*Ateş ve dumanın aslı demir ve taştır. Hıristiyan ve Yahudi küfrü, ikisinin fer’idir.

775. Put, bir testide gizli kara sudur. Nefsi, muhakkak olarak o kara suya pınar bil.
O, yontulmuş put, kara sel gibidir. Put yapan nefis, anayolda bir pınardır.
Bir taş parçası yüz testiyi kırar ama pınar suyu durmadan kaynar.
Put kırmak kolay, gayet kolaydır. Fakat nefsi kolay görmek cahilliktir.
Ey oğul, nefsin misal ve sûretini istersen yedi kapılı cehennemin kıssasını oku!

780. Nefsin her anda hilesi var, her hilesinde yüzlerce Firavun, Firavun’a uyanlarla boğulmuş!
Mûsâ’nın Tanrısına ve Mûsâ’ya kaç; Firavun’luk ederek îman suyunu dökme!
Ahad ve Ahmed’e yapış, ey kardeş, ten Ebucehl’inden kurtul!

O Yahudi padişahının, küçük bir çocukla bir kadını getirip, o çocuğu ateşe atması, çocuğun dile gelerek halkı ateşe atılmağa teşvik eylemesi

   O Yahudi, bir kadını çocuğuyla putun önüne getirdi, ateş yalımlanmıştı.
Çocuğu, anasından alıp ateşe attı. Kadın korkup gönlünü imandan ayırdı.

785. Kadın, put önünde secde etmek isteyince çocuk ateş içinde “Ben ölmedim” diye haykırdı.
“Ana, gel. Gerçi zâhirde ateş içinde isem de ben burada iyiyim, hoşum.
Bu ateş; perde olarak zâhirde bir gözbağıdır.Fakat hakikatte mâna yakasından baş çıkarmış, zuhur etmiş bir rahmettir.
Ana, gel de Tanrı’nın burhanını gör ki bu suretle Hak haslarının zevk ve işaretini de göresin.
Ana, hakikatte ateş olan, fakat zâhiren suya benzeyen bir âlemden çık, bu ateşe gir de ateşe benzeyen suyu gör!

790. Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim’in sırlarını gör.
Senden doğarken ölümü görüyordum, senden ayrılmaktan pek korkuyordum.
Halbuki senden doğunca havası hoş, reni güzel bir âleme gelip dar bir zindandan kurtuldum.
Şimdi şu ateş içindeki sükûn ve rahatı bulunca dünyayı ana rahmi gibi görmeye başladım.
Bu ateş içinde bir âlem gördüm ki her zerresinde bir İsâ nefesi var.

795. Şekli yok, kendisi var bir cihan… O zâhiren var olan dünya ise sebatsız şekilden ibaret.
Ana, analık hakkı için gel, gir… bu ateşin ateşlik hassası yok.
Ana, gel, gir… tam talih ve devlet zamanı. Ana, gel, gir… devleti elinden kaçırma.
O köpeğin kudretini gördün. Gel de bir de Tanrı’nın lûtuf ve kudretini gör.
Ben sana acıdığımdan ayağını çekiyorum, yoksa neşemden zaten seni kayıracak halde değilim.

800. İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur.
Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azaptan ibarettir.
Ey ahali, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasibe pervane gibi gelin, atılın!” diye bağırdı.
O, cemaat ortasında böylece bağırmakta; halk, sesinden heybet içinde kalmaktaydı.
Bunun üzerine kadın, erkek kendilerini, ihtiyarsız, ateşe atmağa başladılar.

805. Hem de memur olmaksızın, kimse kendilerine cebretmeksizin. Yalnız dost aşkıyla. Çünkü sevgili, her acıya lezzet verir.
Nihayet öyle oldu ki hademe, halkı “Ateşe atılmayınız” diye menetmeye başladı.
O Yahudi, yüzü kara ve mahcup bir hale geldi. Bu sebeple pişman oldu, gönlü sıkıldı.
Zira halk, imana eskiden olduğundan daha ziyade âşık, kendilerini feda etmekte daha fazla sadık oldular.
Şükrolsun ki, Şeytan’ın hilesi ayağına dolaştı. Şükrolsun ki, Şeytan da kendisini yüzü kara gördü!

810. Halkın çehresine sürüp bulaştırdığı zillet tamamıyla  o adamlıktan dışarı padişahın yüzüne bulaştı.
O, pervasızca, halkın elbisesini yırtardı, kendininki yırtıldı, halkın elbisesi sağlam kaldı.

        Muhammed Aleyhisselâm’ın adını eğlenerek anan kimsenin ağzının çarpık kalması

   Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alayla andı, ağzı çarpıldı öyle kaldı.
Pişman olup “Ey Muhammed, affet! Ey Peygamber, sen, Min ledün ilminden lûtuflara mahzarsın.
Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeğe lâyık ben oldum” dedi.

815. Tanrı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri ta’netmeye meylettirir.
Tanrı, bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz olur.
Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarmak ve munacatta bulunmak meylini verir.
Onun için ağlayan göz ne mübarektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.
Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübarek bir kuldur.

820. Akar su neredeyse orası yeşerir; nerede gözyaşı dökülürse oraya rahmet nazil olur.
İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki can meydanında yeşillikler bitsin.
Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı… Merhamete nailolmak istersen zayıflara merhamet et!

O Yahudi padişahının ateşe itap eylemesi

   Padişah ateşe yüz çevirip dedi ki: “Ey sert huylu! Tabiatındaki o cihanı yakıcılık nerede?
Niye yakmıyorsun? Ne oldu senin hassan? Yoksa bizim talihimizden niyetin mi değişti?

825. Sen ateşe tapana bile lûtfetmezsin. Sana tapmayan nasıl kurtuldu?
Ateş! Sen hiç sabırlı değildin. Niye yakmıyorsun, sebep ne, kadir mi değilsin?
Bu, gözbağı mı, yoksa akıl bağı mı? Böyle yücelmiş alev nasıl yakmaz?
Seni birisi  büyüledi mi, yoksa bu simya mı? Yahut tabiatının değişmesi bizim talihimizden mi?
Ateş dedi ki: “Ey Şaman! Ben yine o ateşim. Hele bir içeri gel de benim hararetimi gör!

830. Benim tabiatım da değişmedi, unsurum da. Ben Tanrı kılıcıyım, izinle keserim.
Türkmenin köpekleri, çadır kapısında misafire yaltaklanmış,
Ama çadır yanına yabancı biri uğrayacak olursa köpeklerden aslancasına hamleler görür.
Kullukta, ben köpekten aşağı değilim; Tanrı da hayat ve kudrette bir Türkten aşağı kalmaz.
Tabiat ateşi eğer seni gamlandırırsa o yakış, din sultanının emriyledir.

835. Tabiat ateşi eğer sana sevinç verirse ona o sevinci din sultanı verir.
Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam, Halik emriyle tesir eder.
Tanrı isterse bizzat gam, neşe… bizzat ayakbağı, azatlık ve hürriyet olur.
Rüzgâr, toprak, su, ateş; kölelerdir. Benimle, seninle ölüdürler. Hak’la diridirler, ancak onun emrini tutarlar.
Ateş, Tanrı huzurunda daima emre hazırdır, âşık gibi gece gündüz daima kıvranıp durmaktadır.

840. Taşı, demire vurunca kıvılcım sıçrar. Fakat kıvılcım (senin çakmağı çakmanla değil), Tanrı fermanıyla dışarıya ayak basar.
Zulüm demiriyle taşını birbirine vurma. Çünkü bu ikisi, erkek ve kadın gibi  çocuk meydana getirirler.
Taş ve demir, sebepten ibarettir ama, ey iyi adam, sen daha ileriye bak!
Çünkü bu sebebi o sebep olmaksızın zuhura getirmiştir. Zâhiri sebep, hakikî sebep olmaksızın kendi kendine nasıl meydana gelir?
Enbiyaya rehber olan o sebepler, bu sebeplerden daha yüksektir.

845. Bu sebebi müessir bir hale getiren o sebeptir. Bazen da olur ki semeresiz ve âtıl kılar, hükümsüz bırakır.
Bu sebebe akıllar mahremdir. O sebeplerin mahremi de Enbiyadır.
Bu sebep kelimesinin Türkçesi nedir? Denirse iptir diye cevap ver. Bu ip, bu kuyuda işe yarar.
Çıkrığın dönmesi, ipin sarılıp koyverilmesine sebeptir. Fakat çıkrığı döndüreni görmemek hatadır.

850. Dünyada bu sebep iplerini, sakın ha, sakın ha… bu başı dönmüş felekten bilme,
Ki felek gibi bomboş ve sersem bir halde kalmayasın; akılsızlıktan çıra gibi yanmayasın!
Rüzgâr Hal’kın emriyle ateş olur; her ikisi de Tanrı şarabıyla sarhoş olmuşlardır.
Ey oğul! Eğer gözünü açarsan hilim suyunun da, hışım ateşinin de Hak’tan olduğunu görürsün.
Rüzgârın canı Hak’ka vâkıf olmasaydı, Âd kavmini(müminlerden) nasıl ayırt ederdi?

Hûd Aleyhisselâm zamanında Âd kavmini helâk eden rüzgârın hikâyesi

   Hûd, müminlerin bulunduklarıyerin çevresine bir çizgi çizdi. Rüzgâr, o araya gelince hafif ve lâtif bir halde esiyordu.

855. Çizgiden dışarıda olanaların hepsini, havada parça parça ediyordu.
Şeybân-ı Râî de sürünün etrafında böyle apaçık bir çizgi çekerdi.
Cuma günü, namaz vakti Cuma namazına gidince kurtlar sürüye saldırmasın, yağmalamasınlar diye böyle yapardı.
Hiçbir kurt, çizgiden içeri girmezdi. Hiçbir koyun da çizgi dışına çıkmazdı.

860. Tanrı erinin dairesi, kurdun hırs yeline de set ve mânia olmuştu, koyunun hırs yeline de.
Böylece ecel rüzgârı da âriflere gül bahçelerinden esip gelen rüzgâr gibi lâtif ve hoştur.
Ateş, İbrahim’e diş geçiremedi. Çünkü Tanrı seçilmişiydi, onu nasıl ısırabilir?
Din erbabı da şehvet ateşinden yanmaz; halbuki başkalrını tâ yerin dibine geçirmiştir.
Deniz dalgası Tanrı fermanıyla koşunca Mûsâ kavmini Kıptilerden ayırt etti.
Tanrı fermanı erişince toprak, Karun’u altınlarıyla, tahtıyla tâ dibine çekti.

865. Su ile toprak, İsâ’nın nefeslerinden gıdalanınca kol kanat açtı, kuş olup uçtu.
Tanrı’yı tesbih etmen, su ve topraktan meydana gelmiş olan cesedinden çıkan bir buhardan, bir nefesten ibarettir. Fakat gönül doğruluğu yüzünden cennet kuşu olmuş, oraya uçup gitmiştir.
Tûr dağı, Mûsâ nurundan raksa geldi, kâmil bir sûfi oldu, noksandan kurtuldu.
Dağ bir aziz sûfi olursa şaşılacak ne var? Mûsâ’nın cismi de bir kemik parçasından ibaretti.

Yahudi padişahının bu söze ehemmiyet vermeyip inkâr etmesi, kendisine nasihat edenlerin nasihatlerini kabul etmemesi

O Yahudi padişahı bu acip mucizeleri gördü. Fakat ancak taan ve inkârda bulundu.

870. Nasihatçiler: “İşi haddinden ileri götürme, inat hayvanını bu kadar ileri sürme” dediler.
Nasihatçilerin ellerini bağlayıp hapsetti. Zulmünü birbirine uladı (biteviye ve daha fazla zulmeder oldu).
“Madem iş bu dereceye vardı. Ey köpek, sabret; kahrımız erişti!” diye bir ses geldi.
Ondan sonra ateş kırk arşın alevlendi; bir halka teşkil etti ve o Yahudileri yaktı.
Onların asılları önceden de ateşti; sonunda da asıllarına gittiler.

875. Zaten  zümre ateşten doğmuştu. Cüzüler kül tarafına yol alır, o tarafa giderler.
Onlar ancak mümini yakan bir ateştiler. Kendilerini kendi ateşleri çörçöp gibi yaktı.
Anası(mayası) Hâviye olan kimsenin mekânı, ancak Hâviyedir.
Çocuk anası, onu arar; asıllar, mutlaka feri’leri izler.
Su, havuz içinde zindanda mahpus gibidir ama hava onu çeker. Zira su, erkâna mensuptur (dört erkân denen havuz, ateş, su ve topraktandır. Havanın feri’dir).

880. Onu havuzdan kurtarır azar  azar dünya hapishanesinden de öyle çalar.
Sözlerin temizleri, bizden çıkarak ona yükselir, ondan başkasının bilmediği yere kadar varır.
Nefeslerimiz, temizlik sebebiyle bizden hediye olarak beka yurduna yücelir.
Sonra ululuk sahibi Tanrı’dan, ancak rahmet olarak sözlerimizin mükâfatı, iki misli bize gelir;

885. Sonradan kul nail olduğu şeylere bir daha nail olsun diye bizi, yine o güzel sözlere sevk eder, yine bize o çeşit sözler söyletir.
İşte böylece en güzel sözleri söyledikçe hep böyle sözlerin çıkmakta, Tanrı rahmeti inmektedir ve bu iki hal sende daimîdir.
Fârisî söyleyelim: Bu şevk ve cezbe, o zevkin geldiği taraftan gelir.
Her kavmin gözü, bir günceğiz zevk sürdüğü cihette kalmıştır.
Yakînen her cinsin zevki kendi cinsiyledir. Bak; cüz’ün zevki kendi küllünden olur.

890. Yahut o şey, bir cinse katılma kabiliyetinde olur da ona erişince o cinsten oluverir.
Su ve ekmek gibi ki bizim cinsimiz değilken bizim cinsimizden oluverdi ve vücudumuzu besledi, kuvvetimizi arttırdı.
Su ve ekmeğin sûreta bizimle cinsiyeti yoktur ama sonucu bakımından onu cinsimiz bil.
Eğer, bizimle cins olanlardan başka bir şeyden zevk alıyorsak o da ancak bizimle cinsiyeti olana benzer bir şeydir.
Cinse benzeyenden alınan zevk, dimî değildir. O zevk âriyettir. Âriyet nesne ise âkibet baki kalmaz.

895. Kuşa, ıslıktan zevk gelirse de cinsini bulamayınca ok gibi uçar gider.
Susuz kimseye seraptan zevk gelir, fakat ona erişince kaçar ve yine su arar.
Müflisler kalp altından hoşlanırlarsa da,  o altın darphanede rüsvay olur.
Dikkat et; altın suyu ile boyaman seni yoldan alıkomasın! Dikkat et; bâtıl hayal seni kuyuya düşürmesin!
Kelile’den bu hikâyeyi oku ve o kıssadan hisse almaya bak!

Av hayvanlarının aslana, tevekkül edip çalışmayı terk etmesini söylemeleri

900. Güzel bir derede av hayvanları, aslan korkusundan ıstırap içindeydiler.
Çünkü aslan, daima pusudan çıkıp birisini kapmaktaydı. O otlak bu yüzden hepsine fena geliyordu.
Hileye başvurdular; aslanın huzuruna geldiler. “Biz sana gündelikle yiyecek verip doyuralım,
Bundan sonra hiçbir av peşine düşme ki bu otlak, bize zehrolmasın” dediler.

Aslanın av hayvanlarına cevap verip çalışmanın faydasını söylemesi

Aslan dedi ki: “Hileye uğramasam, vefa görecek olsam dediğiniz doğru. Ben şundan, bundan çok hileler görmüşümdür.

905. İnsanların yaptıkları işlerden, ettikleri hilelerden helâk olmuşum; o yılanlar, o akrepler tarafından çık ısırılmışım.
İçinde pusu kurmuş olan nefis ise, kibir ve kin bakımından bütün adamlardan beterdir.
Benim kulağım “mümin, bir zehirli hayvan deliğinden iki kere dağlanmaz” sözünü işitti; Peygamber’in sözünü canla, gönülle kabul etti.”

Av hayvanlarının tevekkülü çalışıp kazanmaya tercih eylemeleri

Hepsi dediler ki: “Ey halden haberdar hakîm! Çekinmeyi bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz.
Kaderden çekinmekte perişanlık ve kötülük vardır, yürü, tevekkül et ki tevekkl, hepsinden iyidir.

910. Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya tutuşmasın.
Tanyerini ağartan Tanrı’dan bir zarar gelmemesi için kulun Hak  hükmüne karşı ölü gibi olması lâzımdır.”

Aslanın çalışıp kazanmayı tevekküle, teslimiyete tercih etmesi

Aslan: “Evet, tevekkül kılavuzsa da bu sebebe teşebüs de, Peygamber’in sünnetidir.
Peygamber, yüksek sesle “Tevekkülle beraber yine devenin ayağını bağla” dedi.
“Çalışan kimse Tanrı sevgilisidir” işaretini dinle: tevekkülden dolayı esbaba teşebbüs hususunda tembel olma” dedi.

Av hayvanlarının tevekkülü çalışmaya tercih etmeleri

915. Hayvanlar, ona: “Çalışıp kazanma, bil ki, halkın itikat zayıflığı yüzünden, harislerin boğazları miktarınca bir riya lokmasıdır.
Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Esasen Hak’ka teslim olmadan daha sevgili ne var?
Çokları belâdan belâya; yılandan ejderhaya sıçrarlar,
İnsan hile etti ama hilesi kendisine tuzak oldu… can sandığı, kan içici bir düşman kesildi!
Kapıyı kapadı , halbuki düşman evinin içindeydi. Firavun’un hile ve tedbiri de işte buna benzer masallardandı.

920. O kin güdücü, yüz binlerce çocuk öldürdü; aradığıysa evinin içindeydi.
Mademki bizim gözümüzde birçok illet var; yürü, kendi görüşünü dostun görüşünde yok et!
Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.
Çocuk; tutucu, koşucu değilken ancak babasının omzuna biner.
Fakat kuvvetlenip küstahlaşınca, elini, ayağını şuraya, buraya salmağa başlayınca hemen zahmet ve ıstıraba düşer.

925. Halkın canlar; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel vefadan sefaya uçuyordu.
Vakta ki “İniniz” emriyle hapsolundular, hiddet, hırs, kanaat ve zaruret kayıtlarına düştüler.
Biz Hak’kın ayali ve süt isteyen yavrularıyız. (Peygamber) “Halk Tanrı ayalidir” dedi.
Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye kadirdir” dediler.

Aslanın yine çalışmayı tevekküle tercih etmesi

Aslan dedi ki: “Evet ama kulların Tanrısı bizim ayağımızın önüne bir merdiven koydu.

930. Dama doğru basamak basamak çıkmalı , burada Cebrî olmak ham tamahtır.
Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var, neye pençeni saklarsın?
Efendi, kölenin eline beli verince söylemeden dileği malûm olur.
Bel gibi olan el de, Tanrı işaretlerindendir. Sonu düşünmek hassası da onun ibareleridir.
Tanrı’nın işaretlerini canına nakşederek ve o işarete vefakârlık ederek can verirsen.

935. Sana nice sır işaretleri bahşeyler; senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi eder.
Şimdi yük altındasın; Tanrı seni yükler, bindirir… Şimdi onun emrini kabul etmektesin; sonra seni makbul eder.
Şimdi onun emrini kabul etmişsin, sonra o emirleri söylersin. Şimdi vuslat arıyorsun, ondan sonra da vâsıl olursun.
Tanrı’nın nimetine şükretmeye çalışmak kudrettir. Senin cebrîliğin ise o nimeti inkârdır.
Onun verdiği kudrete şükretmek kudretini artırır. Cebir ise nimeti elinden çıkarır.

940. Senin cebrîliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergâhı görmedikçe uykuya dalma!
Ey dikkatsiz Cebrî! Sakın o meyvalı ağacın altından gayrı bir yerde uyuma.
Ki rüzgâr her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün.
Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur?
Eğer onun işaretlerine burun büküyorsan kendini erkek mi sanıyorsun? Dikkat edersen anlarsın ki kadınsın!

945. Sendeki bu kadarcık akıl da zayi olur, aklı uçan başsa buyruk kesilir!
Zira şükretmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir; o hal, şükretmeyeni, tâ ateşin dibine kadar çeker götürür.
Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Tanrı’ya dayan!”

Av hayvanlarının tekrar tevekkülü çalışmaya tercih eylemeleri

   Hepsi ona bağırarak dediler ki: “Sebep tohumlarını eken o harisler…”
Kadın, erkek nice yüz binlerce kişi, neden oldu da zamane menfaatlerinden mahrum kaldılar?

950. Dünyanın başlangıcından beri yüz binlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar;
O bilgili, idrakli kavimle hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile tâ dibinden kopar, yerinden ayrılırdı.
Tanrı, onların hile ve tedbirlerini “O tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu” diye öğdü.
(Bunca tedbirlerine rağmen) o avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi…
Hepsi tedbirlerden de âciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Tanrı’nın işi ve hükümleri kaldı.

955. Adı, sanı belli kişi! Kazanmayı bir addan başka bir şey bilme; ey kurnaz ve hilekâr adam! Çalışmayı bir vehimden başka bir şey sanma.”

     Azrâil’in birisine bakması, onun da Süleyman Aleyhisselâm’ın sarayına kaçması, tevekkülün çalışmadan üstün olduğu ve çalışmadaki faydaların azlığı

Sâf bir adam, bir kuşluk çağında koşa koşa Süleyman’ın adalet sarayına erişti.
Yüzü gamdan sararmış, dudakları morarmıştı. Süleyman, ona “Efendi ne oldu?” dedi.
O “Azrâil, bana öyle bir hışımla, öyle bir kinle baktı ki…” dedi
Süleyman “Peki, şimdi ne diliyorsan dile bakalım” dedi. O dedi ki: “Ey canları koruyan! Rüzgâra emret;

960. Beni tâ Hindistan’a götürsün; belki kulunuz oraya gidince canını kurtarır.”
İşte halk fakirlikten böyle korkar. Onun için insanlar hırs, emele lokma olurlar.
Fakirlikten korkmak, tıpkı o adamın ölümden korkmasına benzer. Hırsı, çalışmayı da sen Hindistan farzet!
Süleyman rüzgâra emretti; rüzgâr da onu derhal Hindistan’da bir adaya götürdü.
Ertesi gün Süleyman, divan vakti halkla buluşunca Azrâil’e dedi ki:
*”O Müslümana ne sebeple hışımla baktın? Ey Tanrı elçisi, bana anlat!

965. Acaba bu işi, o adamı hanümanından avare etmek için mi yaptın?
*Azrâil, cevaben dedi ki: “Ey cihanın zevalsiz padişahı! O ters anladı; ona hayal göründü.
Ben ona hışımla ne vakit baktım? Onu yol uğrağında görünce şaşırdım.
Çünkü Hak bana “Haydi bugün var, onun canını Hindistan’da al” buyurdu.
Taaccüple “Yüz tane kanadı olsa Hindistan’a gitmesi yine uzak” dedim.”
İşte sen dünya işlerini hep buna kıyas et, gözünü aç da gör!

970. Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak’tan mı? Ne boş zahmet!

Yine aslanın çalışmayı tevekküle tercih etmesi ve çalışmanın faydalarını bildirmesi

Aslan dedi ki: “Doğru ama Peygamberlerin, müminlerin çalışmalarını da gör.
Cefadan, kahırdan ne gördülerse mükâfata nail oldular; Tanrı onların mücahedesini zayi etmedi.
Onların başvurdukları çareler her hususta lâtif oldu. Çünkü zariften ne gelirse zariftir.
Tuzakları felek kuşunu tuttu; noksanları tanmamen sayıldı.

975. Ey ulu  kişi! Nebîlerin ve velîlerin yolunda çalış!
Kaza ve kaderle pençeleşmek mücahede sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.
Bir kimse îman ve itaat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyan etmişse kâfirim!
Başın yarılmamış, şu başını bağlama. Birkaç gün çalış da ondan sonra gül!
Dünyayı arayan kimse olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbayı arayansa kendine iyi bir hal aramış oldu.

980. Dünya kazancı için çarelere başvurmak soğuk bir şeydir. Dünyayı terk etmek için çarelere başvurmak ise caizdir, emredilmiştir.
Hile ve çare diye zindanı delip de çıkmaya derler. Yoksa birisi zaten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş, soğuk ve ters bir iştir.
Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpuslarız. Zindanı del, kendini kurtar!
Dünya nedir? Tanrı’dan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir.
Din yolunda sarfetmek üzere kazandığın mala, Peygamber, “ne güzel mal” demiştir.

985. Suyun gemi içinde olması geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye; geminin yürümesine yardımcıdır.
Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, ancak yoksul adını takındı.
Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp gitti.
İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur.
Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey değildir.

990. Şu halde kalbini Min Ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle!
Çalışma da haktır, deva da haktır, dert de hak. Münkir kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.”

Çalışmanın tevekküle tercihi

Aslan bu yolda birçok deliller getirdi. O Cebrîler, aslanın cevabına kandılar.
Tilki, geyik, tavşan ve çakal cebre inanışı ve dedikoduyu bıraktılar.
Bu bîatte ziyana düşmemek için kükremiş aslanla ahitlerde bulundular:

995. Zahmetsizce her günün kısmeti gelecek, aslanın başka bir teşebbüse ihtiyacı kalmayacaktı.
Kur’a kime isabet ederse günü gününe aslanın yanına sırtlan gibi o koşar, teslim olurdu.
Bu kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan haykırdı: “Niceyedek bu zulüm?”

Aslana gitmekte geciktiğinden av hayvanlarının tavşana itiraz etmeleri

Hayvanlar dediler ki: “Bunca zamanlardır biz ahdimize vefa ederek can feda ettik.
Ey inatçı, bizim kötü bir adla anılmamıza sebebolma, aslan da incinmesin. Yürü, yürü; çabuk, çabuk!”

Tavşanın av hayvanlarına cevabı

1000. Tavşan, “Dostlar, bana mühlet verin de hilemle siz de belâdan kurtulun.
Benim hilemle canımız kurtulsun, bu hile, çocuklarımıza miras kalsın.
Her Peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti.
Peygamberler, halk nazarında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi.
Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin mânen büyüklüğünü kimse anlayamadı.”

1005. Hayvanlar ona “Ey eşek , kulak ver! Kendini tavşan kadrince tut, haddini aşma!
Bu ne lâftır ki senden daha iyiler, dünyada onu hatırlarına bile getirmezler.
Ya gugurlandın, yahut da kaza, bizim izimizde. Yoksa bu lâf, senin gibisine nerden yaraşacak?” dediler.

Tavşanın av hayvanlarına cevabı

   Tavşan, “Dostlar, Hak bana ilham etti. Hakikaten zayıf birisi, kuvvetli bir rye ve tedbire nail oldu.
Hak’kın arıya öğrettiğini, aslan ve ejderha bilemez.

1010. Arı, teritaze balla dolu petekler yapar. Tanrı, ona, o ilimde kapı açtı.
Hak’kın, ipekböceğine öğrettiğini hiçbir fil bilir mi?
Toprağa mensup insan Hak’tan ilim öğrendi ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün âlemi aydınlattı;
Tanrı’ya şüphe eden kişinin körlüğüne rağmen meleklerin adını, sanını unutturdu;
Altı yüz bin yıllık zâhidin, o buzağının ağzını bağladı;

1015. Bu suretle din bilgisi sütünü emmesine, o yüce ve sağlam köşkün etrafında dönüp dolaşmasına mâni oldu.
Duygu ehlinin, yalnız zâhire itibar edenlerin bilgileri, o yüce bilgiden süt emenler için ağız bağıdır.
Gönül katresine bir inci düştü ki o inci denizlere; feleklere bile verilmemiştir.
Ey sûrete tapan! Niceyedek sûret kaygısı? Senin mânasız canın sûretten kurtulmadı gitti.
Eğer insan, sûretle insan olsaydı Ahmed’le Ebucehil müsavi olurdu.

1020. Duvar üstüne yapılan insan resmi de insana benzer. Bak, sûret bakımından nesi eksik*
O parlak resmin yalnız canı noksan. Yürü, o nadir bulunur cevheri ara;
Eshab-ı Kehf’in köpeğine el verilince, dünyadaki bütün aslanların başları alçaldı.
Canı, nur denizinde garkolduktan sonra ona, kötü ve çirkin sûretin ne ziyanı var?
Kalemler sûreti öğmezler. Kitaplara da adamın sûretine ait vasıflar değil, “âlim, adalet sahibi” gibi zatına ait vasıflar yazılır.

1025. Bilgi ve adalet sahibi… Hep mânadır, onları önde, artta… bir yerde bulamazsın,
Zata ait sıfatlar Lâmekân elinden cana şûle vermektedir, can güneşi, göklere sığamaz” dedi.

Tavşanın bilgisi, bilginin fazileti ve faydaları

Bu sözün sonu yoktur. Kulak ver, tavşan hikâyesini anla!
Eşek kulağını sat, başka bir kulak al ki bu sözü eşek kulağı anlayamaz!
Yürü, tavşanın tilki gibi kurnazlığına bak, onun düşüncesini ve aslanı mağlup edişini gör!

1030. Bilgi, Süleyman mülkünün hâtemidir; bütün âlem cesettir, ilim candır.
Bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların mahlûkatı, insanoğluna karşı âciz kalmıştır.
O yüzden kaplan, aslan; fare gibi korkmaktadır. O yüzdeb ovada, dağda bütün vahşi hayvanlar gizlenmişlerdir.
O yüzden periler, şeytanlar, kenarı boylamışlar, her biri gizli bir yerde mekân tutmuşlardır.
İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur. İhtiyata riayet eden kişi, akıllıdır.

1035. Bizden gizli; güzel, çirkin, nice mahlûkat vardır ki onlar, daima gönül kapısının çalıp dururlar.
Yıkanmak için dereye girince derenin dibindeki diken sana zarar verir;
Gerçi diken suyun dibinde gizlidir, fakat sana batınca mevcudiyetini anlarsın.
Vahiy ve vesveselerin ıstırapları, binlerce kişiden gelir, bir kişiden değil.
Şüphe ediyorsan sabret, duyguların değişince onları görürsün, müşkül hallolur;

1040. O vakit kimlerin sözlerini reddetmişsin, kimleri kendine ulu eylemişsin, görürsün.

Av hayvanlarının tekrar tavşanın sırrını ve düşüncesini araştırmaları

Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar!
Ey bir aslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!
Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.
Peygamber “ Ey tedbir sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emindir” dedi.

 Tavşanın, sırrını onlardan gizlemesi

1045. Tavşan, “Her sır söylenemez, gâh çift dersin, tek olur; gâh tek dersin, çift çıkar!
Aynanın berraklığını, yüzüne karşı öğersen nefesinden ayna çabucak buğulanır, bulanır, bizi göstermez olur.
Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.
Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar.
Bir iki kimseye söyledin mi, artık o sırra veda et. İki kişiyi aşan, bir başkasına da söylenen her sır, yayılır.

1050. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde mahbus kalırlar.
Üstü örtülü, güzel bir tarzda, kurtulmak için konuşur, danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinayelerledir.
Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi.Eshap cevap verir, düşman haberdar olmazdı.
Düşman, baştan ayağı bilmesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misalle söylerdi.
Bu misalle muradını anlatmış olurdu. Ağyar sualinden bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.

Tavşanın aslana oyun edip onunla başa çıkması

1055. Tavşan, aslana gitmede biraz gecikti, sonra pençesi kuvvetli aslanın yanına gitti.
Aslan, tavşan gecikti diye pençesiyle toprağı kazmakta, kükremekteydi:
“Ben, o alçakların ahdi hamdır, ham, ahitleri kötüdür, sözlerinde durmazlar demiştim.
Onların gürültüleri beni yaya bıraktı. Bu felek beni ne vakte kadar aldatacak, ne vakte kadar?
Tedbirsiz emîr, adamakıllı âciz kalır. Çünkü ahmaklığından dolayı ne önünü görür, ne ardını!” dedi.

1060. Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Yazının tarzı hoş ama içinde mâna kıt.
Sözler, yazılar, tuzaklara benzer. Tatlı sözler, bizim ömrümüzün kumudur.
İçinde su kaynayan kum pek az bulunur; yürü, onu ara!
*Ey oğul! O kum, Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hak’a ulaşmıştır.
*Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler.
*Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.
*Hakîm olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın.
Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur.
Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfuz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyzalır.

1065. Önce aklı hoca iken, sonra akıl ona şakirt olur.
Akıl; Cebrail gibi “Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım!
Sen beni bırak, bundan sonra sen ileri yürü. Ey can sultanı! Benim haddim bu karardır” der.
Tembellik yüzünden şükür ve sabırda mahrum kalan, ancak şunu bilir: Ayağını “cebir” tutmuştur. (Bana bunu Tanrı vermiş demektedir).
Cebir iddia eden, hasta değilken kendisini hasta göstermiştir. Nihayetle hastalık o kimseyi sıhhatten ayırmıştır.

1070. Peygamber, “Şakacıktan hastalanış gerçekten hastalık getirir ve o adam nihayet mum gibi söner gider” dedi.
Cebir ne demektir? Kırık sarmak, yahut kopmuş damarı bağlamak.
Mademki bu yolda ayağını kırmadın; kiminle alay ediyorsun, ayağını neye sardın?
Çalışma yolunda ayağı kırılana derhal Burak geldi, ona bindi.
Din emirlerini yüklenmişti, şimdi kendi bindi… Ferman kabul ediciydi, makbul oldu.

1075. Şimdiye kadar Padişahın fermanını kabul eder, o fermana uyardı, bundan sonra askere ferman verir!
Şimdiye kadar talih yıldızı ona tesir ederken bundan sonra o zat yıldızı üzerine emredici olur.
Eğer sen bundan şüphelenirsen o halde “Şakk-ı Kamer” den de şüphelisin.
Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele, ama yalnız dille olmasın.
Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü heva, îman kapısının kilididir.

1080. Bakir sözü tevil etmişsin; sen kendini tevil et, Kur’an’ı değil.
İsteğine göre Kur’an’ı tevil ediyorsun. Yüce mâna, senin tevilinden aşağılandı, aykırı bir şekle girdi!

Sineğin gevşek tevilinin değersizliği

   * Senin ahvalin o tuhaf sineğe benzer ki o kendini bir adam sanırdı.
* İçmeden kendi kendine sarhoş olmuş, zerresini, güneş görmüş.
* Doğan kuşlarının öğüldüğünü işitmiş; “Şüphe yok ki ben vaktin ankasıyım” demişti;
O sinek eşek sidiği birikintisindeki saman çöpünün üstünde gemi kaptanı gibi baş kaldırıp,
“Ben, deniz ve gemi hikâyesini okumuş, bir zaman bunu düşünmüştüm.
İşte şu deniz, şu gemi, ben de ehliyefli, rey ve tedbir sahibi bir kaptanın” dedi.

1085. Deniz üstünde salını sürüp durmaktaydı. O kadarcık bir su ona haddinden fazla göründü.
O sidik, sineğe göre hudutsuzdu. Sinekte, onu olduğu gibi görecek göz nerede?
Onun âlemi kendi görüşüne göre olur. Gözü, bu kadardır, denizi de ona göre!
Bâtıl tevilci, sinek gibidir. Vehmi eşek sidiği, tevil ve tasavvuru saman çöpüdür.
Eğer sinek kendi reyiyle saplandığı tevilden geçse, baht o sineği hümâ yapar.

1090. Bu ibret gözüne sahip olan sinek olmaz; ruhu, sûrete lâyık olmayacak derecede yüksek bir zat olur,

Tavşanın geç gelmesinden aslanın incinmesi

   Aslanla pençeleşen o tavşan gibi. Onun ruhu, nasıl olur da küçücük cüssesine lâyık olur?
Aslan, hiddetle: “Düşman, altadıcı sözlerle gözümü kapattı.
Cebrîlerin hileleri beni bağladı, tahta kılıçları vücudumu yordu.
Bundan sonra ben artık o gürültüyü dinlemem. Onlar hep şeytanların, gulyabanilerin sesleri!

1095. Ey gönül; durma, onları parçala, derilerini yüz. Zaten onlar deriden başka bir şey değildir!” diyordu.
Deriden maksat nedir? Renk renk lâflar… su üstündeki, durmalarına imkân olmayan menevişler gibi.
Bu söz deri gibidir, mâna onun içi; bu söz, ceset gibidir, mâna, can.
Kötü iç’in ayıbını deri örter; iyi iç’i de gayret dolayısıyla Gayb âlemi.
Kalemin rüzgârdan, kağıdın sudan olursa ne yazarsan derhal yok olur.

1100. Mânasız söz, su üstüne yazılan yazıdır. Ondan vefa umarsan iki elini ısırarak dönersin (pişman olur).
Rüzgâr, insandaki heva ve arzudur. Heva ve hevesten geçersen Tanrı’nın haberi karlı, ondan haber alırsın.
Tanrı’nın haberleri çok hoştu; çünkü baştan sona kadar ebedîdir.
Peygamberlerin ululuğundan ve hutbelerinden gayrı padişahların hutbeleri, ululukları, adları, sanları değişir, baki kalmaz.
Çünkü padişahların kuvvetleri hevadandır. Peygamberlerin icazetnameleri ise ululuk sahibi Tanrı’dandır.

1105. Paralara padişahların adlarını kazırlar; Ahmed’in adını ise kıyamete kadar hâkkederler.
Ahmed’in adı, bütün Peygamberlerin adıdır. Yüz ,elimizde olunca doksan da bizde demektir.

Yine tavşanın hilesi ve gitmede gecikmesi

   Tavşan aslana gitmede epeyce gecikti. Yapacağı hileyi kendisince kararlaştırdı.
Bir hayli geciktikten sonra aslanın kulağına bir iki sır söylemek üzere yola düştü.
Akıl diyarında nice âlimler vardır! Bu akıl denizi ne kadar engindir!

1110. Bizim şu şeklimiz bu tatlı denizde su üzerinde kâseler gibi yüzer.
İçi dolu olmadıkça kab, suyun yüzündedir. Dolunca denize batar.
Akıl gizlidir, ortada bir âlem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından, yahut ıslaklığından ibarettir.
Sûret, o denize ulaşmak için neyi vesile ittihaz ederse etsin, deniz; sûreti, o vesile yüzünden daha uzağa atar.
Gönül kendisine sır vereni; ok, kendisini uzağa atanı görmedikçe.

1115. Atımı kaybettim sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla yolda hızlı hızlı koşturur!
O yiğit, atını kaybolmuş sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla koşturmuştur!
O sersem bağırır, arar, tarar kapı kapı dolaşır, her tarafı arar, sorar:
“Atımı çalan nerede, kimdir?” Efendi, şu uyluğunun altındaki mahlûk ne?
Evet, bu attır; fakat bu at nerede? Ey at arayan yiğit binici, kendine gel!

1120. Can, apaçık olduğundan, pek yakın bulunduğundan görünmez. İnsan, içi su ile dolu, dışı kupkuru küp gibidir.
Kırmızı, yeşil ve sarı… bu üç renkten önce ziyayı görmezsen bunları nasıl görürsün?
Fakat senin akılın renkler içinde kaybolduğundan dolayı o renkler senin nurunu görmene engel oldu.
Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin nurdan olduğunu görüp anladın.
Haricî nur olmadıkça rengin görünmesi mümkün değildir. İçteki hayal rengi de böyledir.

1125. Dış renkleri güneş ve Süha yıldızının nuruyla görünür. İç renkleri ise yüce nurların aksiyle görünür.
Gözünün nurunun nuru da gönüldür. Göz nuru gönüllerin nurundan meydana gelir.
Gönül nurunun nuru da, akıl ve duygu nurundan olmayan, onlardan ayrı bulunan Tanrı nurudur.
Geceleyin nur yoktu, renkleri görmedin. Nurun zıddıyla tereddütsüz olarak bilirsin.

1130. Tanrı; bu zıddiyetle gönül hoşluğu meydana gelsin, her şey iyice anlaşılsın diye hastalığı ve kederi yarattı.
Şu halde gizli olan şeyler, zıddıyla meydana çıkar. Hak’kın zıddı olmadığından gizlidir.
Evvelâ nura bakılır, sonra renge. Çünkü beyaz ve zenci, birbirine zıt olduğu için meydana çıkar.
Sen nuru, zıddıyla bildin. Zıt, zıddı meydana çıkarır, gösterir.
Varlık âleminde Hak nurunun zıddı yoktur ki açıkça görünebilsin.

1135. Hulâsa gözlerimiz onu idrak edemez; o bizi görür, idrak eder. Sen bunu, Mûsâ ile Tûr kıssasında gör!
Sûretle mânayı; aslanla orman, yahut ses ve sözle düşünce gibi bil!
Bu söz, bu ses; düşünceden meydana geldi. Fakat düşünce denizi nerede? Onu bilmezsin.
Ama lâtif bir söz dalgası görünce onun denizinin de kadri yüce bir deniz olacağını anlarsın.
Bilgiden düşünce dalgası zuhura gelince mâna, söz ve sesten bir sûret düzdü.

1140. Sözden bir şekil doğdu, yine öldü. Dalga kendini yine denize iletti.
Sûret sûretsizliktençıktı, yine sûretsizliğe döndü. Zira biz yine Tanrı’ya döneceğiz.
Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa “dünya bir andan ibarettir” buyurdu.
Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Tanrı’ya gelir.
Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz.

1145. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimîlik gösterir.
Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse ömür de pek çabuk akıp geçtiğinden daimî bir şekilde görünür.
Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür.
Bu ömür uzunluğunu da Tanrı’nın tez tez halketmesindendir.
Tanrı’nın yeniden yeniye ve süratle halketmesi, ömrü öyle uzun e daimî gösterir.
Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir âlim bile olsa (kendiliğinden bilemez, ona de ki: işte Husâmeddin buracıktadır. O yüce bir kitaptır ondan öğren)

Tavşanın aslan huzuruna gelmesi, aslanın ona kızması

1150. Aslanın kızgınlığı arttı, titizlendi. Baktı ki tavşan, uzaktan geliyor.
Korkusuz ve çalımlı bir tavırla hiddetli, titiz, kızgın, suratı asık bir halde koşmakta.
Çünkü mütessir ve zebun bir halde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her türlü şüpheyi giderir.
Aslanın hizasına yaklaşıp ilerleyince aslan bağırdı: “Bire adam evlâdı olmayan!
Ben ki filleri parça parça etmişim; ben ki erkek aslanların kulağını burmuşum;

1155. Bir tavşan parçası kim oluyor ki böyle benim emrimi ayak altına atsın!
Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu aslanın kükreyişini dinle!”

Tavşanın mazeretini söylemesi ve aslana yaltaklanması

   Tavşan dedi ki: “Eğer efendimiz affederlerse aman dileyeceğim, mazeretim var.”
Aslan “Ey ahmaklardan arta kalan, bu ne biçim özür? Padişahlar huzuruna bu zaman mı gelinir?
Sen vakitsiz öten horozsun başını kesmeli. Ahmağın mazereti dinlenmez.

1160. Ahmağın özrü kabahatinden beter olur. Cahilin özrü her ilmin zehridir.
Ey tavşan! Senin özründe bilgi yok. Ben tavşan değilim ki kulağıma sokasın” dedi.
Tavşan “Padişahım, adam olmayanı da adam sırasına koy; zulüm görenin mazeretine kulak ver!
Hele mevkiinin sadakası olarak yolunu şaşıranı kendi yolundan sürme!
Bütün ırmaklara su veren deniz bile her çöpü başının üstünde taşır.

1165. Deniz, bu kereminden dolayı eksilmez; ihsanı yüzünden aşağılaşmaz” dedi.
Aslan dedi ki: “Ben yerinde ve lâyık olana kerem ve ihsanda bulunurum; herkesin elbisesini boyuna göre biçerim.”
Tavşan “Dinle, eğer lûtfa lâyık değilsem kahır ejderhasının önüne baş koydum, ne yaparsan yap!
Ben kuşluk vakti yola düştüm, arkadaşımla padişahıma geliyordum.
Arkadaşlarımla, senin için başka bir tavşanı da bana yoldaş etmiştiler.

1170. Bir erkek aslan, kulunuzun kanına kasdetti. Yolda, bu iki yoldaşa da sataştı.
Ben ona “Biz padişahlar padişahının kuluyuz, o kapının iki küçük kapı yoldaşıyız” dedim.
Dedi ki: “Utan be! Padişahlar padişahı dediğin kim oluyor? Benim huzurumda öyle her adam olamayanın adını anma!
Eğer huzurumdan iki adım ileri atarsan seni de, padişahını da paramparça ederim.”
“Beni bırak, bir kerecik daha padişahımın yüzünü görüp seni haber vereyim” dedim.

1175. Dedi ki: “Yoldaşını huzurumda rehin bırak; yoksa sen benim kanunumca kurbansın.”
Ona çok yalvardık, hiç fayda etmedi. Yoldaşımı alıp beni yalnız bıraktı.
Arkadaşım hem şişmanlık ve letafetçe, hem de güzellik ve irilik bakımından benim üç mislimdi.
Bundan böyle o aslan tarafından bu yol kapanmıştır, böyle bir düşman yüzünden, Padişahım, yol bağlıdır.
Bundan sonra tahsisattan ümidini kes. Ben doğru söylüyorum, doğru söz acıdır.

1180. Sana tahsisat lâzımsa yolu temizle. Haydi gel, o pervasızı oradan kaldır!” dedi.

Aslanın tavşana cevap vermesi ve onunla gitmesi

Aslan dedi ki : “Bismillah, haydi gel bakalım, nerede o? Doğru söylüyorsan düş önüme!
Onun da cezasını vereyim, onun gibi yüz tanesinin de. Fakat bu sözün yalansa seni cezalandırırım.”
Tavşan; onu, kurduğu dolaba düşürmek için kılavuz gibi öne düştü.
Nişan koyduğu bir kuyuya doğru yola çıktılar. Aslana derin bir kuyuyu tuzak yapmıştı.

1185. Her ikisi de kuyunun bulunduğu yere yaklaştılar. İşte sana hilebaz, saman altından su yürüten bir tavşan!
Su bir saman çöpünü ovaya götürür ama bir dağı nasıl sürükler acaba?
Onun hile tuzağı aslana kemenetti. Ne tuhaf tavşan ki bir aslanı avlıyor!
Bir Mûsâ, Firavun’u askeriyle, başındaki kalabalıkla Nil nehrinde öldürür;
Bir sivrisinek yarım kanadıyla pervasızca başın beynini yarar.

1190. Düşman sözü dinleyenin hali budur. Hasetçinin dostu olanın uğradığı cezayı gör!
Hâmân’ı dinleyen Firavun’un, Şeytan’ı dinleyen Nemrûd’un hali budur.
Düşman her ne kadar dostça söylerse de, her ne kadar taneden, yemden bahsederse de sen onu tuzak bil!
Sana şeker verirse sen bunu zehir bil, bir lûtufta bulunursa onu kahır bil!
Kaza gelince kabuktan başka bir şey göremez, düşmanları dostlardan ayıramazsın.

1195. Böyle olunca yalvarmaya başla, ağlayıp inlemeye, tesbihe, oruca devam et!
“Rabbim, sen gaipleri bilirsin. Günahtan dolayı bizden intikam alma” diye yalvar, yakar!
“Ey aslanları yaratan! Eğer biz bir köpeklik etmişsek bu pusudan bizim üstümüze aslanı saldırma!
Güzel suya ateş şeklini, ateşe de su letafini verme!” diye niyaz et!
Yarabbi, sen kahır şarabıyla insanı sarhoş edersen yok olan şeylere varlık sûretini verir, onları var gibi gösterirsin.

1200. Sarhoşluk nedir? Taşı gevher, yünü yeşim taşı görecek derecede gözün bağlanması, görmemesidir.
Sarhoşluk nedir? Ilgın ağacı göze sandal ağacı görünecek kadar duyguların değişmesidir!

Kaza gelince aydın gözlerin bile bağlanacağını bildiren Süleyman hikâyesi

Süleyman’ın büyük divan çadırı kurulunca bütün kuşlar huzuruna geldiler.
Onu, kendilerinin dilini anlar, sırrını bilir bir zat bulup huzuruna canla, başla bir bir koştular.
bütün kuşlar, cik cik ötmeyi bırakmışlar; kardeşinin seninle konuşmasından daha fasih bir surette Süleyman’la konuşmaya başlamışlardı.

1205. Aynı dili konuşma, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa benzer.
Nice Hindli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.
Şu halde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği dil birliğinden daha iyidir.
Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz bimlerce tercüman zuhur eder.
Kuşların hepsi, bütün sırlarını, hünerlerine, bilgi ve işlerine ait şeyleri.

1210. Süleyman’a birer birer apaçık söylüyorlar, kendilerini bildirmek ve tanıtmak için öğünüyorlardı.
Bu öğünmek kibirden, varlıktan dolayı değildi. Her kuş, onun huzuruna varsın, yakınlarından olsun diye öğünüyordu.
Bir kul, bir efendiye kul olmak dilerse hünerinden bir miktarını ona arzeder.
Fakat o efendi tarafından satın alınmayı istemezse kendisini hasta, sağır, çolak ve topal gösterir.
Hüthüdün hünerini arzetme sırası geldi; sanatını ve düşüncelerini bildirme nöbeti erişti.

1215. Dedi ki: “Ey Padişah, en küçük bir hünerimi kısaca arzedeyim. Kısa söylemek daha iyidir.”
Süleyman “Söyle bakalım, o hangi hünerdir?” dedi. Hüthüt, “Gayet yükseklerde uçtuğum zaman,
Havadan bakınca yerin tâ dibindeki suyu görürüm.
O su nerededir, derinliği ne kadardır, rengi nedir, topraktan mı kaynıyor, taştan mı? Hepsini görür, bilirim.
Ey Süleyman! Ordu kurulacak yeri tâyin etmek üzere beni sefere beraber götür” dedi.

1220. Süleyman da “Ey iyi yoldaş! Susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde sen bize arkadaş ol; bu suretle su bulur, seferde yoldaşlara saka olursun” dedi.

Karganın, Hüthüt’ün dâvasını kınaması

   Karga, bunu işitince hasedinden ilerleyip Süleyman’a “Hüthüt aykırı ve kötü söyledi.
Padişah huzurunda söz söylemek, edebe aykırıdır. Hele yalan ve olmayacak söz olursa.
Eğer onun böyle bir görüşü olsaydı bir avuç toprak altındaki tuzağı nasıl görmezdi?
Nasıl olur da tuzağa tutulurdu, nasıl olur da ümitsiz bir halde kafese girerdi?” dedi.

1225. Bunun üzerine Süleyman dedi ki: “Ey Hüthüt! Daha ilk kadehte böyle bulunman lâyık mı, akla sığar mı?
Ayran içen! Kendini nasıl oluyor da sarhoş gösteriyor, huzurumda sonu yalan çıkacak bir söz söylüyorsun?”

Hüthüt’ün karganın kınamasına cevap vermesi

Hüthüt dedi ki: “Padişahım, Allah aşkına bu çıplak yoksul hakkında düşmanın söylediği sözü dinleme!
Eğer ettiğim dâva yalansa işte başımı koydum, boyumu vur! Kaza hükmünü inkâr eden karga, binlerce aklı olsa yine kâfirdir.

1230. Sende “kâfirler” sözünden bir “kef” harfi, küfür sıfatlarından bir sıfat bulunsa kadının ferci gibi şehvet yerisin, pis pis kokarsın.
Eğer kaza gözümü ve aklımı kapatmazsa ben tuzağı havada da görürüm.
Fakat kaza gelince bilgi, uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur.
Kazanın bu çeşit hilesi nadir midir ki? Kaza ve kaderi inkâr edenin inkârı bile, bil ki kaza ve kaderdendir.”

     Âdem Aleyhisselâm’ın hikâyesi, açıkça emre uyup tevili terk etmede gözünü kaza ve kaderin bağlaması

   “Allemelesmâ” ya bey olan, her damarında yüz binlerce ilim bulunan insanlar atası,

1235. Her şeyin adını, nasılsa öylece bilmiş sonunda ne olacaksa sonuna kadar da agâh olmuştu.
O, eşyaya ne lâkap verdiyse değişmemiştir; çevik dediği tembel çıkmamıştır.
Sonunda mümin olacak kimseyi önceden gördü; sonunda kâfir olacak adam da ona belli oldu.
Her şeyin adını, bilenden işit; “Allemelesmâ” remzinin sırrını duy!
Bize göre her şeyin adı, görünüşüne tâbidir; nasıl görünüyorsa biz, ona öyle deriz. Fakat Tanrı’ya göre içyüzüne, hakikatine tâbidir.

1240. Mûsâ’ya göre sopasının adı asâ; Yaratan yanında ejderha idi.
Bu âlemde Ömer’in adı puta tapındı; halbuki tâ “Elest” te onun ismi mümindi.
Bizim yanımızda adı meni olan şey, Hak yanında şu benlikle zahîr olan sûretti.
Bu meni, yokluk âleminde vardı; eksiksiz, artıksız aynen Tanrı’nın ilminde mevcuttu.
Hâsılı Tanrı indinde sonumuz ne olacaksa hakikatte adımız o olmuştur.

1245. Tanrı, insana âkıbetine göre bir ad koyar. Halkın taktığı ödünç ada göre değil!
Âdem’in gözü Tanrı’nın pâk nuru ile gördüğünden adların hakikati ve içyüzü ona ayan oldu.
Melekler onda Hak nurunu görüce hepsi, ona yüzüstü secdeye vardılar.
Adını andığım şu Âdem’i kıyamete kadar öğsem, vasıflarını saysam yine öğmekten âcizim!
Âdem bunların hepsini bildi. Fakat kaza gelince nehyi bilme yüzünden hataya düştü.

1250. Acaba bu nehiy, haram olduğundan mıdır, yoksa korkutmak için mi?
Gönlünce tevili üstün tutunca kendisi hayretteyken tabiatı, buğdaya doğru koştu.
Bahçıvanın ayağına diken batınca hırsız fırsat buldu, esvabını çalıp kaçtı.
Âdem hayretten kurtulup tekrar yola gelince gördü ki hırsız eşyayı iş yerinden götürmüş!
“ Rabbena İnnâ zalemnâ” deyip âh etmeye başladı. Yani “karanlık bastı, yol kayboldu” dedi.

1255. Bu kaza, güneşi örten bir buluttur. Aslan ve ejderha bile ondan feryat ve figan etmektedir.
“Kaza ve kader zuhur edince bir tuzağı bile görmüyorsam bo yolda cahil olan yalnız ben değilim ya!”
Zorlamayı bırakıp feryad ü figana koyulan kişi me kutlu kişidir; o, iyi bir işe sarılmıştır.
Eğer kaza, seni gece gibi sararsa sonunda yine elinden tutacak odur;
Yüz kere canına kasdederse yine sana can veren derdine derman olan kazadır.

1260. Bu kaza yüz kere yolunu kesse de yine senin çadırını göklerin üstüne kurar.
Seni eminlik mülküne götürmek için bu korkutmasını inayet bil!
Bu sözün sonu gelmez, söz de uzadı. Sen tavşanla aslan hikâyesini dinle!

Kuyuya yaklaşınca aslanın yanında, tavşanın geri çekilmesi

   Kuyu yanına gelince aslan, tavşanın geri kaldığını gördü.
Dedi ki: “Niçin ayağını geri çektin. Ayağını geri çekme, ileri gel!”

1265. Tavşan “Ayağım nerede? Elim ayağım kesildi. Canım tir tir titriyor, yüreğim yerinden oynadı.
Yüzümün rengini görmüyor musun? Altın sarısı gibi. Rengim, ne halde olduğumu bildiriyor.
Tanrı yüze “bildirici” demiştir. Onun için âriflerin gözü, yüze dalmış, kalmıştır.
Renk ve koku, çan gibi haber verir; atın kişnemesi, atın mevcudiyetini bildirir.
Eşeğin sesini, kapının sesinden fark edesin diye her şeyin sesi, o şeyi haber verir.

1270. Peygamberinsanları ayırtetmek hususunda “insan, sözünde gizlidir” dedi.
Yüzün renginde gönül halinden bir nişan vardır. Bana acı, sevgi kalbinde tut!
Kırmızı yüz, sahibinin refah ve saadetine delâlet eder, sarı yüz, sahibinin meşakkat ve belâ içinde olduğunu bildirir.
Elimi, ayağımı alana, yüzümün rengini uçurana, kuvvetimi giderene, çehremi bozana uğradım.
Önüne geleni kırma, ağaçları kökünden, dibinden söküp çıkarana sataştım.

1275. Adamları, hayvanları, cemadat ve nebatatı mat edene rastladım.
Bunlar cüziyattır, külliyatın da onun yüzünden renkleri sararmış, kokuları bozulmuştur.
Cihan; gâh sabredip gâh şükrettikçe bağlar, bahçeler, gâh giyinir, gâh çırçıplak kalır;
Güneş, ateş renginde doğmuşken diğer bir saatte baş aşağı batar;
Göklerde pırıldıyan yıldızlar; zaman zaman ihtiraka uğrarlar;

1280. Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup hilâl olur;
Çok sakin ve edepli olan bu yeri de sarsıntı sıtmaya düşürür;
Nice dağlar, bu ansızın gelen felâketten dolayı yeryüzüne kumlar gibi dağılıvermişlerdir!
Ruhla eş olan hava bile kaza baş gösterince veba kesilir, ufunetlenir:
Ruhun kızkardeşi olan lâtif su, bir gölcükte sarı, acı ve bulanık bir hale gelir;

1285. Azametli ve kibirli ateşi bile bir yel söndürüverir!
Denizin halini de ıstırabından, coşkunluğundan anla, aklının değişik durduğunu, kalıptan kalıba girdiğini bil!
Tanrı rızasını arayıp duarn başı dönmüş feleğin hali de oğullarının hali gibidir:
Gâh en altta, gâh ortada, gâh en tepede. Onda da bölük bölük kutlu ve yomsuz zamanlar var!
Ey külliyat ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin halini de kendinden kıyas et!

1290. Külliyatın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzülerinin yüzü nasıl sararmaz?
Hele birbirlerine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü…
Koyunun kurttan kaçmasına şaşaılmaz; şaşılacak şey, bu koyunun kurda gönül vermesidir!
Sağlık, zıtların sulhüdür; aralarında savaşın başlamasını da ölüm bil!
Tanrı’nın lûtfu, bu aslanla yaban eşeğine, bu iki zıdda, vefakârlık hususunda bir ülfet vermiştir.

1295. Dünya hasta ve mahpus olunca, hastanın fâni olmasına şaşılır mı?”
Tavşan aslana bu çeşit nasihatler verip “Ben bu sebepler yüzünden geriledim” dedi.

Tavşanın ayağını geri çekmesindeki sebebi, aslanın ciddiyetle sorması

   Aslan dedi ki: “Sen bu sebepleri bırak da şu geriye çekilmenin sebebini söyle, benim maksadım o.”
Tavşan, “O aslan, bu kuyuda oturuyor; bu kalenin içinde bütün âfetlerden emin!” dedi.
Aklı olan kimse oturmak için kuyu dibini seçmiştir. Çünkü gönül sefaları halvetler.

1300. Kuyunun karanlığı, halkın verdiği karanlıklardan daha iyidir. Halkın ayağını tutan, halkla karışıp görüşen; başını kurtaramamış, selâmete erişememiştir.
Aslan “İleri yürü. Benim açacağım yara, onu kahreder, bir bak, o aslan oarad mı? “ dedi.
Tavşan “Ben o ateşten bir kere yanmışım. Sen beni kucağına alırsan,
Ey kerem madeni, ancak o vakit yardımınla gözümü açar, kuyuya bakabilirim” dedi.

Aslanın kuyuya bakıp kendinin ve tavşanın aksini görmesi

   Aslan onu kucağına aldı. O da aslanın himayesinde kuyuya kadar vardı.

1305. Kuyunun içine, suya bakınca aslanın ve onun aksi, sı içinde parıldadı.
Aslan su içinde parıldayan aksini gördü. Suda bir aslan şekliyle kucağında şişman bir tavşan şekli gördü.
Su içinde düşmanını görünce, tavşanı bırakıp kuyu içine sıçradı.
Kendi kazdığı kuyuya kendi düştü. Çünkü yaptığı zulüm, kendi başına geldi.
Zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur; bütün âlimler böyle dediler:

1310. Daha ziyade zalim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adalet “daha kötüye, daha kötü ceza verilir” buyurmuştur.
Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun.
İpekböceği gibi kendi etrafını örme; kendine kuyu kazarsan bari kararlıca kaz!
Zayıfları sen yardımcısız, kimsesiz sanma; Kur’an’dan “İza câe nasrullah” ı oku
Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak işte ebabil kuşu gelip çattı.

1315. Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar.
Sen birisini dişinle ısırıp ta kan içinde bırakırsan diş ağrısına tutulunca ne yaparsın?
Aslan, kuyuda kendisini görünce hiddetinden o anda kendini düşmanından ayırt edemedi.
Kendi aksini kendi düşmanı sandı, hulâsa, kendisine kılıç çekti.
Ey adam! İnsanlarda gördüğün birçok zulümler, senin huyundur; sen, kendi huyunu onlarda görüyorsun.

1320. Senin varlığın, nifakın, zulmün, gafletin onlara aksetmiştir.
Sen o sun, sen kendini yaralamaktasın. O anda lânet ipliğini kendine, kendin dokuyorsun!
O kötülüğü sen kendinde açıkça görmüyorsun. Görsen kendine kendin, candan düşman olurdun.
Ey ahmak! Kendine saldıran o aslan gibi sen de kendine saldırıyorsun.

1325. Ahlâkının künhüne erişir, hakikatını anlarsan o adam olmamazlığın senden olduğunu bilirsin.
Aslan; başka bir aslan gibi görünen şeklin, kendi aksinden ibaret olduğu kuyu dibinde zâhir oldu.
Bir zayıfın dişini söken, o ters gören aslanın işini işlemektedir.
Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi beninin aksidir, ondan nefret etme!
“Müminler birbirinin aynasıdır.” Bu haberi Peygamber’den rivayet etmediler mi?
Gözünün önüne gök renkli bir cam koymuşsun, o sebepten âlem sana gök görünüyor.

1330. Kör değilsen bu körlüğü kendinden bil. Kendine kötü de, başkasına deme!
Eğermümin, Tanrı nuruyla bakmamış olaydı; gaip mümine bütün çıplaklığıyla nasıl görünürdü?
Fakat sen Tanrı nuruyla değil, Tanrı ateşiyle baktığından kötülükte kaldın, iyilikten gafil oldun;
*İyiliği kötülükten ayırt edemedin, kötülükten de gafil oldun, iyilikten de.
Ey gama, kedere dalmış adam! Azar azar ateşe nur serp ki ateşin nura dönsün.
Ya Rabbi, sen de o tertemiz suyu serp de âlemin şu ateşi tamamıyla nur olsun.

1335. Denizin suyu hep ferman altındadır; ya Rabbi su da senindir, ateş de!
Sen istersen ateş, lâtif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir.
Bizim şu niyazımızı a yine sen ilham etmektesin. Zulümden kurtulmamız, senin ihsanındır.
Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin, hadsiz, hesapsiz ihsanlarda bulundun.

Tavşanın, av hayvanlarına “aslan kuyuya düştü” diye müjde götürmesi

Tavşan kurtulduğunda sevinerek ovaya, av hayvanlarına koştu.

1340. Aslanın kuyuda öldüğünü görünce çayıra doğru döne oynıya gitmekteydi.
Ölümün pençesinden kurtulduğundan ayağı yerden kesilmiş, sevinmiş, el çırpmakta, dallar, yapraklar gibi yeşermiş neşelenmiş, oynamaktaydı.
Dallar, yapraklar, toprak hapsinden kurtulunca başlarını yükseltir, rüzgârın eşi, arkadaşı olurlar.
Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp çıkınca ağacın tâ üstüne çıkarlar.
Her meyva ve her yaprak, tomurcuğunun diliyle Tanrı’nın şükrünü terennüm eder;

1345. Bizim aslımızı, ihsan sahibi Tanrı yetiştirdi, nihayet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi de.
Su ve çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir halde.
Tanrı aşkının havasında raksederler; ayın on dördü gibi noksansız ve tam bir hale gelirler.
Tenleri oynayıp durur, ya canları ne haldedir? Sorma! Tamamıyla can olanlara gelince: onları hiç sorma (anlatmağa imkân yok!)
Tavşan, aslanı zindana soktu. Aslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri kaldı!

1350. Böyle bir ayba sahip olduğu halde şaşılacak şey şurasıdır ki bir de kendisine Fahreddin lâkabını takmalarını ister!
Ey kişi! Sen, bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir aslansın. Tavşan gibi olan nefsin, seni nasıl kahretti?
Senin tavşan nefsin sahrada yeyip içmekte, zevk ve sefa etmekte. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münakaşa kuyusunun dibindesin!
O aslan avcısı tavşan, av hayvanlarının bulunduğu yere koşup “birbirinizi muştulayın. Size müjdeci geldi.
müjde, ey zevk u sefaya dalmış olanlar! Müjde ki o cehennem köpeği, geldiğ cehenneme gitti.

1355. Müjde! Tanrı o can düşmanının dişlerini söktü!
Pençesiyle nice başalr ezen düşmanı, ölüm süpürgesi çerçöp gibi süpürdü, gitti” dedi.

Av hayvanlarının tavşanın etrafına toplanıp onu öğmeleri

O zaman, bütün hayvanlar, sevinçli bir halde gülüp oynayarak, onun yüzünü öptüler,
Etrafına halka oldular. O, çırağ gibi ortalarındaydı. Bütün sahradakiler, ona secde ettiler.
“Sen gökten inen bir melek misin, yoksa peri misin? Hayır, ne meleksin, ne peri! Sen ,erkek aslanların Azrâilisin

1360. Ne olursan ol; canımız sana kurban olsun! Ona galip geldin, elin, kolun sağ olsun!
Tanrı bu suyu, senin arkından akıttı; eline, koluna aferin!
Bir daha söyle! Onu hile ile nasıl inandırdın; o zalimi, düzenle nasıl kahrettin?
Bir daha söyle ki hikâyen dertlere derman, canlara merhem olsun!
Bir daha söyle ki o sitemkârın zulmünden canlarımızda yüz binlerce yaralar var” dediler.

1365. Tavşan dedi ki: “Ey ulular! Tanrı yardım etti, yoksa dünyada bir tavşan kim oluyor ki?
Koluma kuvvet, kalbime kudret verdi; cenneti, huriyi kucağıma attı.
Üstünlükler, Hak’tan gelir, hallerin değişmesi de ondandır.

Tavşanın av hayvanlarına “buna sevinmeyin” diye nasihat etmesi

   Hak; bu kuvvet kudreti zan ve yakîn ehline nöbetle göstermektedir:
Ey ikbal nöbetine erişen! Kendine gel, sevinme! Sen nöbetle mukayyetsin, hürlük taslama!

1370. Saltanatı nöbetten üstün olan, ikbali ebedî bulunan nöbet davulunu yedi yıldızdan üstün bir yerde çalarlar.
Nöbetten üstün olanlar, bâki padişahlardır; onlar daima ruhlara sâkidir.
Bir iki gün su içmeyi terk edersen ağzını ebediyet şarabına daldırır, o hakikat şarabını içersin

“ Küçük muharebeden büyük muharebeye döndük “ sözünün tefsiri

   Ey padişahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir hasım var.
Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil. İçerideki aslan; öyle tavşan maskarası olmaz.

1375. Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez.
Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz.
Taşlar, taş yürekli kâfirler; ağlayıp inleyerek mahcup bir halde cehenneme girerler.
Hak’tan ona şu nida gelmedikçe bu kadar azaba da kanaat etmez:
“Doydun mu” denir. O, kurt ve sırtlan gibi “Hayır, doymadım” der. İşte sana ateş, işte sana hararet!

1380.Bütün bir âlemi, bir lokma edip yutar da yine midesi “Daha fazla yok mu” diye bağırır.
Nihayet Hak, onun üstüne Lâmekân âleminden ayağını koyar da işte o vakit derhal sakinleşir.
Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüzüler daima küllün tabiatındadır.
Nefsi öldürecek ayak da ancak Hak’kın ayağıdır. Zaten nefsin yayını Hak’tan gayrı kim çekebilir?
Yaya ancak doğru ok koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır.

1385. Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul! Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok.
Dış savaşından kurtulunca iç savaşına yüz tuttum.
Biz şimdi küçük muharebeden döndük; Peygamber’le beraber büyük muharebedeyiz.
Tanrı’dan denizleri yaran bir kuvvet isterim ki bu Kaf dağını iğne ile yerinden koparıp atayım.
Şunu bil ki safları bozup dağıtan aslanla savaşmak kolaydır, asıl aslan, nefsini mağlup edendir. “
*Bunun hakkında sen bir hikâye dinle de sözümden hisse al:

      Rum Kayseri elçisinin, Emîrülmü’minin Ömer’e – Tanrı ondan razı olsun – gelip Ömer’in  kerametini görmesi

1390. Rum Kayseri’den, Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi.
Medine halkına “Halifenin köşkü nerededir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim” dedi.
Halk, dedi ki: “Onun köşkü yok; Ömer’in köşkü, ancak aydın canıdır.
Gerçi emir diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var.
Kardeş, onun köşkünü nasıl görebilirsin? Gönül gözünde kıl bitmiş!

1395. Gönül gözünü kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet.
Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhal tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergâhını görür.
Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemalini gördü.
Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş oldukça “Semme vechullah”ı nasıl bilebilirsin?
Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür.

1400. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür.

[divide style="2"]

AÇIKLAMALAR  ( Beyitler  701 – 1400 )

B. 711. Fetâ, yiğit, delikanlı ve cömert mânalarına gelir. Orta çağlarda Anadoluda ve bütün müslüman memleketlerinde iktisadî bir teşekkül olan Ahilik’te “Fütüvvet” yani cömertlik esastır. Bu mesleği, anane bakımından Ali’ye götürürlerdi. Zaten Ali hakkında ”La seyfe illâ Zülfekar ve la fetâ illâ Ali” yani, yiğit ve cömert ancak Alidir, kılıç da ancak onun kılıcı olan Zülfekardır diye de bir söz vardır.

B. 741. Kur’an’ın 85 inci suresi olan ve “Burçları olan göke andolsun” diye başlıyan “Buruc” suresinde, 796 ncı beyitten 811 inci beytin sonuna kadar olan iki bahis, anlatılmaktadır.

B. 746. Sûr, boynuzdan yapılma nefir, boru demektir. Ulu meleklerden İsrafil, kıyamette sûru üfürecek, herkesin ruhu cesedinden çıkacak ve kıyamet kopacak, ikinci sûr üfürülünce ruhlar, cesetlere girecek ve herkes dirilecektir. Sûr üfürülmesi, kıyamet mânasını ifade eder.

B. 747. “Sonra Kur’an’ı kullarımızdan seçtiğimiz kişilere miras olarak verdik…” (sure: 65 — Fâtır, âyet: 32). Bu beyitteki “Evrensel kitap — kitabı miras olarak verdik” sözü bu âyetten alınmadır.

B. 751 – 753. Eskiden yıldızların dünyaya ve dünyadakilere tesir ettikleri kabul edilirdi. Âlemin merkezi olan arzın etrafında sırasiyle “Kamer, Utarit, Merih, Şems, Zühre, Müşteri, Zühal” vardır. Bunlara “Seb-a-i Seyyare — Yedi dönen ve yürüyen yıldız” denirdi. Bunlardan Zuhal, hayırsız, yömsüz bir yıldız olduğundan ve hayırlı olduğu zaman pek az bulunduğundan “Nahs-i Ekber — En büyük hayırsız yıldız” adını almıştı. Merihe de hayırsız olmakla beraber hayırlı zamanlan da bulunduğundan “Nahs-ı Asgar — küçük hayırsız yıldız” adı verildi. Bunların ikisine birden “Nahseyn — iki uğursüz, hayırsız yıldız”, bunlara karşılık Müşteri ile güneşe de “Sa’deyn — iki uğurlu, hayırlı yıldız” denirdi. Müşterinin kutsuz saati az olduğundan “Sa’d-i Ekber — en büyük hayırlı, uğurlu kutululuk yıldızı”, güneşin kutsuz, saatleri bulunduğundan güneşe de “Sa’d-i Asgar — uğurlu küçük kutluluk yıldızı” denirdi. Öbür yıldızlar bazan. kutlu, bazan kutsuz sayılırdı. Bu yedi yıldızın her biri haftanın bir gününe hâkim olduğu gibi yirmi dört saatten her saatte sırasiyle bir yıldızın hâkim olduğu kabul edilirdi. Bir saate hangi yıldız hâkimse o saatte o yıldızın tabiatına uygun olan iş rasgelirdi. Onun için işlerde muvaffakiyet elde etmek üzere her iş, o işe uygun yıldızın zamanında yapılırdı. Aynı zamanda bir çocuk doğunca “İlm-i Nücum — yıldız bilgisi” ile uğraşanlar, o anda gökyüzünün haritasını yaparlar, yıldızların vaziyetlerine-göre yedi yıldızdan hangisinin hâkim olduğunu bulurlardı ki bu hâkim yıldız, çocuğun yıldızı sayılır,

o yıldızın gökteki vaziyetlerine göre o adamın maddî hayatında inkılâplar olur, sanılırdı. Kozmoğrafyamn bu çocukça, telâkkisine “Astroloji” derler. Mevlâna’nın bu beyitlerinde. Astronomi bildiği fakat meselâ 540 ıncı beyitten ve burada 574 üncü beyiten itibaren on beyitten, yine üçüncü cildin başlangıcından da Astroloji’ye ehemmiyet vermediği anlaşılmaktadır.

B. 754. İhtirak ve Nahis: ihtirak, ay müstesna olmak üzere diğer yıldızların güneşle bir derecede bulun-malardır. Nahis, kutsuz, bir yıldızın hâkim olmasına denir. İkisi de Astroloji’ye göre kötüdür.

B. 755. Yedi yıldızın bulunduğu her gök, bir kattır. Bu suretle yedi kat gök vardır. Bu yedi kat gökü kuşatan gökte sabiteler, yani burçlar vardır. Bu gökü de bir kat gök kaplar ki bu gökte hiçbir şey yoktur. Onun. için bu göke “Atlas” denir. Bu suretle yedi kat gök dokuz olur.

751-753 üncü beyitlerin izahına bakınız.

B. 756. Kur’an’ın 15 inci suresi olan Hicr suresinin 16-18 inci âyetlerinde göklerin yıldızlarla; süslendiği ve şeytanların göklere çıkması menedildiği anlatılıp “Meleklerden haber çalmak üzere göklere çıkmak istiyen şeytanı da ardından apaçık bir şahap gelip yakar” denmektedir.

B. 759. “Şüphe yok ki kalpler. Tanrı parmaklarından iki parmak arasındadır, onları dilediği gibi çevirir” hadîs (Feyz-al Kadir II. 379).

B. 760-762. “Tanrı, halkı karanlıkta yarattı, sonra onlara nurunu saçtı. Bu nur, kime rasladıysa o, bugün doğru yolu bulmuştur. Kime raslamadıysa doğru yoldan sapmıştır” hadîs (Feyz-al Kadir II 230).

B. 764. “İnsanın alacası içinde, hayvanın alacası dışında” diye söylenegelen meşhur Türk ata sözünü hatırlatmaktadır.

B. 766. Kur’an’m 2 nci suresinin (Bakara 138 inci âyetinde “Tanrı boyası. Tanrıdan daha iyi renk veren, boyıyan kim var? Biz, ona ibadet edenleriz” denmektedir.

B. 779. “Şüphe yok, cehennem onların hepsinin buluşacağı yer. Cehennemin yedi kapısı var, her kısım cehennemlik bir kapıdan girer” (sure: 15 — Hicr, âyet: 42-43).

B. 813. Min Ledün, 224 üncü beytin izahına bakınız.

B. 829. Şaman: Kafiye dolay isiyle semen tarzında okunması lâzım gelen bu kelime Rudegi, Sa’dî, Selman, hattâ Firdevsî’de puta tapan mânasına kullanılmaktadır. Mevlâna’da da geçen bu söz, Türkçe midir, şamanizm ruhanilerine verilen bir ad mıdır. Erbabı incelesin.

B. 856. Şeybân-ı Râî: Ulu arif ve zahitlerdendi. Gazâlî, “İhyâ-al Ulûm” da Şafiî’nin bu zatın huzurunda mektep çocuğu gibi oturduğunu, hattâ ona suallerde bulunduğunu, bu hali görüp şaşanlara “O Tanrı bilgisine mazhardır” dediğini kaydediyor. Cuma namazına giderken, güttüğü sürünün etrafına bir çizgi çekermiş, Mevlâna’nın anlattığı gibi koyunlar bu çizgiden dışarı çıkamadığı gibi kurt da içeri giremezmiş. Mısır’da ölmüş. Şafiî’nin mezarı yanına gömülmüştür (Abdurrauf-al Menavi. Al Kevâkib-al Dürriyye fî Terâcim-al sâdât-al Sofiyye. Kahire 1357, 1938, s. 123-124). Abu Naim-al Isfehâni de Hilyet-al Evliya ve Tabekat-al Asfiyâ’sında bu. zattan bahseder (Kahire 1338. 1922. VIII. 317).

B. 863. Musa Peygamber, İsrailoğullarını Mısırdan çıkardıktan .sonra Şapdenizi’nin kıyısına gelmişler, Musa asâsiyle denize vurmuş. Deniz bölünmüş, ortadan açılan on iki yoldan İsrailoğullarınm on iki kabîlesi geçmişti. Firavun, askeriyle peşlerine düşmüş, denize açılanı yollara dalmışlar, bu sırada deniz kavuşmuş, hepsi boğulmuşlardı. Tevrat’ta uzun uzadıya anlatılan bu vak’a. Kur’an’ın birçok surelerinde (Meselâ 20 nci surede — Tâhâ, âyet: 76. 77 ve 26 ncı surede — Şuarâ. âyet: 63-67)  anlatıldığı gibi Mesnevi’nin de birçok yerlerinde geçer.

B. 864. Karun: Musa’nın kavminden ve bir rivayete göre amcası olan bu zat pek zenginmiş. Hazinelerinin anahtarlarını kırk tane güçlü kuvvetli adam güçlükle taşırmış. Böyle olduğu halde zekât vermediğinden Tanrı, hazineleriyle beraber kendisini de yere batırmış. (28 inci sure — Kasas, âyet: 76-82).

B. 865. İsa Peygamber’in toprağı kuş şeklinde yoğurduğu, sonra ona üfleyince canlanıp kuş olduğu, anadan doğma körlerin gözlerini açtığı alaca illetine-tutulmuş olanları iyileştirdiği ve ölüyü dirilttiği bildirilmektedir (sure: 5 — Mâide. âyet: 110).

B. 877. Hâviye, cehennem demektir. Kur’an’ın. 101 inci suresi olan Karia suresinin 8 -11 inci âyetlerinde “Fakat kimin terazisinde iyilikleri hafif gelirse yeri Hâviyedir. Hâviyenin ne olduğunu sana kim anlattı? O. çok pek çok yakıcı bir ateştir” denmektedir.

B. 879. Erkân: direkler, esaslar. Eskiler maddeyi dört unsur denen toprak, hava, su ve ateşten meydana gelmiş sayarlardı. Her şeyin aslı olan bu dört şeye “Erkân’ı erbaa — dört rükün” de derler.

B. 882. Kuran’ın 35 inci suresi olan Fâtır suresinin 10 uncu ayetinde “Temiz sözler, Tanrı’ya çıkar, iyi işleri o temiz sözler. Tanrı’ya yüceltir” denmektedir. Buradaki temiz sözden murat. Tanrı’nın birliğini ve H. Muhammed’in Peygamberliğini ikrar etmektir ki bu, yani iman olmadıkça iyi işler kabul edilmez.

B. 882 — 886. Bu beyitler Arapçadır. 887 nci beyitten itibaren yine Farsça başlar.

B. 899. Kelîle ve ‘Dimne: Aşağı yukarı milâttan yirmi asır önce Vişno şamara adlı bir Hintli tarafından hayvanlara ait hikâyeler yazılmış ve beş kısım üzerine tasnif edilmiştir. Bu kitap sonradan Pehlevi diline, Abbasoğullarından Al Mansur zamanında ibn-i Mukaffa tarafından Arapçaya çevrilmiş, sonra Farsçaya tercüme edilen bu kitap, XVII nci asır büyüklerinden Vasi Alisi diye şöhret kazanmış olan Kınalızade Ali Efendi taralından “Hümayunamen” adiyle Türkçeye nakledilmiştir. İşte “Kelile ve Dimne” diye anılan kitap, bu Hintlinin yazdığı eserin Farsçaya tercümesidir. Biz. bu kitabın müellifine Bîdpâ yahut Pîlpa deriz. Şark edebiyatındaki “Hamse — Beş hikâye” de bu kitabın tesiriyle meydana gelmiştir.

B. 907. Bu beyitteki sözler hadîstir. (Feyz-al Kadîr, VI 345).

B. 913. Bu da hadîstir (Aynı kitap II 7).

B. 914. Bu söz, hadîs olarak nakledilegelmiştir.

B. 919-920. Kur’an’ın 28 inci suresi olan Kasas suresinin 6-13 üncü âyetlerinde Firavun’un, İsrailoğullarmdan korktuğundan yeni doğan çocuklarını öldürttüğü, Musa’nın anasının da, oğlunu öldürmelerinden ürküp Musa’yı Tanrı emriyle bir sepete koyarak Nil nehrine attığı, Firavun’un karısının bu çocuğu bulup saraya götürdüğü, Musa’nın hiçbir kadının memesini almayıp nihayet anasının sütnine olarak saraya müracaat ettiği, hulâsa bu suretle Firavun saltanatını yıkan Musa’nın Firavun’un sarayında yetişip büyüdüğü anlatılmaktadır.

B. 926.    Âdem’le Havva, Şeytan’a uyup yememeleri emredilen ağacın meyvasından yemişler, bunun üzerine Tanrı “ihbitû — ininiz” emriyle onları cennetten   çıkarmıştır.  Bu hikâye Tevrat’ta ve Kur’an’da anılır     (sure: 2 — Bakara, âyet: 36).

B. 927. (Feyz-al Kadîr III 505).

B. 952.   Sure: 14 — İbrahim, âyet: 46.

B. 956 – 970.   Bu hikâyenin, Kazı-i Bayzavî tefsirinde  Kur’an’ın  31     inci suresi olan Lokman suresinin son âyetinin tefsirinde yazılı bulunduğunu Ankaravi söylüyor  (İstanbul.  Matbaa-i  Amire,  c.  I,  s.  220).  Ferideddîn-i Attâr’ın  İlâhi-Nâme’sinde de “Hikâyet-i Azrail    ve Süleyman Aleyhisselâm ve an merd” başlığı altında vardır   (Prof.   Ritter  tab’ı   1940   Maarif  Matbaası,   S.   101   -102).

B. 984. Peygamber’in “İyi adamın iyi malı ne güzeldir” dediği rivayet edilir.

B. 1014. Asıl adı Azâzîl olan ve cin taifesinden bulunan Şeytan, rivayete göre Âdem Peygamber yaratılmadan önce altı yüz bin sene ibadet etmiş, hattâ meleklere hocalıkta bulunmuştur. (92 nci beytin izahına da bakınız).

B. 1030. Süleyman Peygamber’in bir yüzüğü olduğu ve bu yüzükte “İsm-i Âzam — Tanrı’nın en ulu adı” kazılı bulunduğu, kurda, kuşa, insanlara, cinlere bu yüzden hüküm geçirdiği rivayet edilegelmiştir. Hattâ bir aralık, nasılsa bir şeytanın bu yüzüğü çaldığı ve bir müddet Süleymanlık ettiği, sonra yüzüğün yine Süleyman’ın eline geçtiği de rivayet edilir.

B. 1064. Levh-i Mahfuz: Levh, üstüne yazı yazılan düz şey, Levh-i Mahfuz, korunmuş, Levh mânalarına gelir. Tanrı’nın âlemleri yaratmadan önce bir Levh ve kalem yarattığı, her olacak şeyi Kalemle o Levhe yazdığı rivayet edilmiştir  ki sofilerce her şeyin hakikatının Tanrı bilgisinde sabit oluşundan, yani mukadderattan kinayedir. (296 ncı beytin izahına bakınız).

B. 1066. Miraç gecesi, H. Muhammed, Cebrail’le göklerde “Sidret-ül müntehâ — En son ağaç, sınır ağacı” denen yere kadar gitmiş, orada Cebrail “Bir parmak ileri gidersem yanarım” diye geri çekilmiş H. Muhammed ilerlemiştir.

B. 1077. Peygamber zamanında, Mekkeliler kendisinden mucize istemişler, o da parmağiyle aya işaret etmiş, ay ikiye ayrılmış, sonra iki parçası birbirine kavuşup bitişmiştir. (Sahîh-i Buhari, Bulak 1312, cüz: 4, s. 206-207). Kur’an’ın 54 üncü suresi olan Kamer suresinde de buna işaret edilmektedir. (âyet: 1-2).

B. 1094. Gulyabani, yolcuların yollarını azıtan cin taifesidir. İkinci ciltte bunlar hakkında tafsilât var.

B. 1125. Sure: 6 — En’am, âyet: 103 te “O gözleri görür, idrak eder; onu gözler idrak edemez. O lâtiftir. Her şeyden haberdardır” denmektedir.

B. 1142. ”İlk yaratıştan âciz kaldık mı ki ikinci yaratıştan âciz kalalım? Fakat onlar, ikinci yaratılıştan şüphe içindedirler.” (sure: 50 — Kaf, âyet: 15) Sofiler bu âyetin son kısmına “Hattâ onlar daima yaratılmaktadırlar. Daima yeni bir yaratılışla yaratılıyorlar” tarzında mâna verirler. Onlarca bütün âlem, her an Tanrı’dan zuhur etmekte, her an yine Tanrı”ya rücu etmektedir. Mevlâna da bu beyitte ve müteakip beyitlerde bu inanışı gösteriyor.

B. 1189. İbrahim Peygamber’i ateşe atan Nemrud’a Tanrı bir sivrisineği musallat etmiş, bu sinek, burnundan girip beyninde büyümüş, bundan meydana gelen baş ağrısından muztarip olan Nemrud, kafasını tokmaklatmaya başlamış, nihayet beyni patlayıp ölmüş.

B. 1234. Allemelesmâ, Tanrı Âdem’e adları belletti demektir .Allah Âdem’i yarattığı sırada melekler insanların yeryüzünde fesad çıkaracaklarını, kan dökeceklerini söylemişler Tanrı da “Siz benim bildiğimi bilmezsiniz” deyip Âdem Peygamber’i yaratmış, ona bütün adları belletmiş, sonra meleklere bu adların hakikatlarını sormuş, bilememişler, bunun üzerine hepsinin Adem’e secde etmesini buyurmuş, Şeytan’dan başka bütün melekler secde etmişlerdir. (sure: 2 — Bakara, âyet: 31). Sofilerce bu adlar. Tanrı adlarıdır. Âlemde her şey. Tanrının bir adına mazhardır, bu yüzden kâinat Tanrı sıfatlarının zuhurudur. Halbuki Âdem, bütün adlarına, zatına mazhardır.

B. 1241. “Elestü” değil miyim? demektir. Tanrı, Âdemoğullarının ruhlarına, kendileri yaratılmadan “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuş, onlar da tasdik etmişlerdir.

Bu ahde “Elest bezmi. Elest demi” gibi adlar verilegelmiştir (sure: 7 A’râf, âyet: 171).

B. 1250 – 1255. Âdem ile Havva, meyvasını yememeleri emredilen ağacın meyvasından yeyip Şeytan’a uyunca yeryüzüne sürülmüşlerdi. Bu Tevrat hikâyesi, Kur’an’ın 2 nci suresi olan Bakara suresinin 35-39 uncu âyetlerinde anlatılmaktadır. Aynı zamanda 7 nci sure olan A’raf suresinin 18-25 inci âyetlerinde de bundan bahsedilmekte ve Âdem’le Havva’nın “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Bizi yarlıgamaz, bize acımazsan ziyankârlardan oluruz” dedikleri 23 üncü âyette anlatılmaktadır. 1254 üncü beyitte buna işaret edilmektedir.

B. 1267. 315 inci beytin izahına bakınız.

B. 1313. Kur’an’ın 110 uncu suresi olan ve Nasr suresi diye anılan sure “İzâ câe nasrullahi” diye başlar. 3 âyetten ibaret olan bu surenin mealen mânası şudur: “Tanrı’nın yardımı erişip Mekke fethedilince halkın bölük bölük Tanrı dinine girdiğini gördün. Rabbini, hamdederek tesbih et ve ondan yarlıganma dile. Şüphe yok o. tövbeleri kabul eder.”

B. 1314. H. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib zamanında Yemen’de vali olan Ebrehe, San’a'da yaptırdığı mabedi ziyaret ettirmek ve bu suretle memleketinde alışverişi ilerletmek için Kabe’yi yıkmak üzere Mekke’ye gelmiş, fakat ordusu bir sâri hastalık yüzünden kırılmış, mahvolmuştu. Bu orduda bir de fil bulunduğundan bunlara “Eshab-ı Fil — fil sahipleri” denmiş, bu vakaya da “Fil vak’ası” adı verilmiştir H. Muhammed’in, bu vak’adan elli üç gün sonra doğduğu rivayet edilir. Kur’an’da bu vak’a hakkında 5 âyetlik bir de sure vardır.

(105 inci sure — Fil suresi).

B. 1331. “Müminin anlayışından sakının. Çünkü Mümin, Tanrı nuriyle bakar.” Hadîs (Feyz-al Kadîr VI. 256).

B. 1350. Bu beyitte meşhur teisir sahibi Fahreddîn-i Râzi’ye tariz vardır. Bu zat Mutezile ve Hükema inanışlarına uyduğu, Mehmed Hârzemşâh da ona tâbi olduğu için Mevlâna’nın babası sultan-al Ulema Muhammed Bahâeddin Veled, daha Belh’teyken vaızlarında bunların aleyhinde bulunurdu. Nihayet bu fikir ayrılığı ve Sultan-al Ulema’nın açık sözlülüğü. kendisinin ve kendisine uyanların Belh’ten hicretiyle neticelendi. Eflâki, bir gün Mevlâna’nın semada vecde gelerek ahlar çektiğini ve “nice zaman oldu ki bir gönül sahibinin gönlü sıkıldı, hâlâ zavallı Horasan, onun gücünü çekmekte.. Harap olmaya yüz tuttu, katiyen bir mamurluk görünmemekte” dediğini, semâdan sonra Çelebi Hüsameddin’in sorması üzerine Sultan-al Ulema’nın Belh’ten hicretini önden sona kadar anlattığını kaydedip bu vak’ayı, duyduğu gibi naklediyor. Fahr-i Râzî’nin. Abbasoğulları halifelerine de muhalif olup hilâfetin Peygamber, evlâdına ait olduğuna dair fetva verdiğini, bu fetva üzerine Harzemşah’ın Bağdad’a yürümiye karar verdiğini, hattâ, bir seyyidi hilâfete diktiğini “Cihan – Kuşa” tarihinden anlıyoruz. Fahr-i Razı, 606 hicride ölmüştür (1149).

B. 1375. Bu beyitteki başlıkta bulunan söz, hadîs olarak rivayet edilmektedir.

B. 1379 – 1381. Âyet (sure: 50 — Kaf. âyet: 30), Peygamber’in “Kıyamet günü cehennem, daha yok mu? der durur. Nihayet Tanrı, ayağını cehennemin üstüne kor da cehennem sakinleşir” dediği rivayet edilmiştir.

B. 1397 – 1391.    ”Doğu da Tanrı’nındır, batı da. Şu halde nereye dönerseniz dönün. Orada Tanrı’nın yüzü var.” (sure 2— Bakara, âyet: 115).

CİLT 1  (1401 -2100 Beyitler)

Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy: bir şey görebilir misin? İnsaf et!
Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom, nefsin parmağında.
Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.
Nûh’un ümmeti, Nûh’a “Nerede sevap?” dediler. Nûh “duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette.

1405. Elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz” dedi.
İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler.
İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa, karınca ondan yeğdir. ”
Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi, Ömer’i görmek iştiyakı arttı.
Gözünü o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da.

1410. O iş erinin ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı.
“Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş” diyordu.
Candan kul olmak için onu aradı. Şüphesiz, arayan bulur.
Bir bedevi karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp “İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında ;

Elçinin Emîrülmü’minin Ömer’i – Tanrı ondan razı olsun – bir ağaç altında uyur bulması

   Hurma ağacının dibinde, halktan ayrılmış, yapayalnız, gölgelikte uyuyan Tanrı gölgesini gör” dedi.

1415. Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı.
O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hal geldi.
Muhabbet ve heybet birbirinin zıttı iken gönlünde bu iki zıttın birleştiğini gördü.
Kendi kendine “Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum.
Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı.

1420. Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı.
Bir çok savaşlarda bulundum; savaş başlayınca
Bir hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi.
Bu adam silâhsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi âzam tir tir titremekte; bu ne?
Bu heybet  Hak’tan halktan değil; bu heybet, şu abalı adamdan gelmiyor” dedi.

1425. Bir kişi Hak’tan korkup takva yolunu tuttu mu: cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar.
Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı.

Ömer’in uykudan uyanması ve Kayser elçisinin ona selâm vermesi

   Elçi, Ömer’i tâzim etti, ona selâm verdi. Peygamber “önce selâm sonra söz” demiştir.
Ömer, selâmını alıp onu yanına çağırdı, onu teskin etti, karşısına oturdu.
Korkanı, emin ederler, gönlünü yatıştırırlar.

1430. “Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek tam onlara lâyıktır.
Korkusu olmayana nasıl ”korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki!
Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı.
Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı;
Elçiye, makam nedir? Hâl neye derler? Anlasın, bilsin diye Tanrı’nın Abdallara gönderdiği lûtuf ve ihsanları nakletti.

1435. Hâl güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir.
Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur.
Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır.
Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir.
Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.

1440. Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından,
Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti.
Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da!
Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı.
Şeyh, kâmildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı.

1445. O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti.

Rum Kayseri elçisinin Emîrülmü’minin Ömer’den suali

   Elçi “ ya Emirülmü’minin! Can yücelerden yere nasıl indi?
Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordu. Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar okudu, hikâyeler söyledi.
Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar.
Yok olanlar, onun afsuniyle varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler.

1450. Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer.
Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi.
Cisme bir âyet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi, parladı.
Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler, yüzüne yüzlerce perde iner.
O kelâm sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır.

1455. Toprağın kulağına ne söyledi ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı!
Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muamma söylemiştir.
Bu suretle onu iki şüphe arasında hapseder. “Ey yardımı istenen Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu?” der.
İki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hak’tandır.
Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıkma,

1460. Ki Tanrı’nın o muammalarını anlayasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrak edesin.
Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir? Zâhiri duygudan gizli söz.
Can kulağı ile can gözü, zâhirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta müflistir.
Cebir meselesi, aşkımı ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı elden aldı. Âşık olmayansa cebri hapsetti, onu inkâr yahut takyid eyledi.
Halbuki bu, Hak’la beraberlik ve birliktir, cebir değil… Bu, ayın tecellisidir bulut değil.

1465. Cebir bile olsa, herkesin bildiği cebir; yalnız kendi menfaatini gözeten Nefsi Emmarenin cebri değildir.
Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözünü açtıysa bu cebri onlar anlar.
Gayb ve istikbal onlara apaçık görünmektedir. Maziyi anış onlarca değersiz bir şeydir.
Onların ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur.
Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içinde ise küçük, büyük inciler.

1470. Onlarda misk ahusunun göbeğindeki kabiliyet vardır. Dışarıdaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir.
Sen, dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur? Deme!
Bu bakır, dışarıda âdi ve bayağı bir şeyken iksîrin içinde nasıl altın olmuş da deme!
İhtiyar ve cebir, sende bir hayalden ibarettir. Onlardaysa Tanrı azametinin nuru haline gelmiştir.
Ekmek, sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vucudunda neşeli ruh kesilir.

1475. Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkânsızdır. Fakat can, sel sebil suyu ile o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh haline getirir.
Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir?
İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle, madenlerle yarıp delmekte.
Dağ yaran (Ferhâd) ın candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir.
Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.

Âdem Aleyhisselâm’ın “ Rabbenâ zalemnâ “ diye hatayı kendisine isnadetmesi, İblîs’in “ Bimâ agveyteni “ diyerek suçu Tanrı’ya yüklemesi

1480. Hak’kın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda.
Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme!
Tanrı’nın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz, Tanrı işinin eserleridir.
Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür, yahut mânayı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir?
İnsan, konuşurken mânayı düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz, bir anda hem önünü, hem ardını göremez.

1485. Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?
Madem ki can, harfi ve mânayı bir anda ihata edemez, nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır?
Ey oğul! Tanrı, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mâni olamaz.
Şeytan, “Bima ağveytenî ” dedi; o alçak ifrit, kendi fi’lini gizledi.
Âdem ise “Zalemna enfüsena” dedi; bizim gibi Hak’kın fiilinden gafil değildi;

1490. Günah ettiği halde edebe riayet ederek Tanrı’ya isnad etmedi. Tanrı’nın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu.
Âdem, tövbe ettikten sonra Tanrı, “Ey Âdem! O suçu, o mihnetleri, sen de ben yaratmadım mı?”
O benim taktirim, benim kazam değil miydi; özür getirirken niye onu gizledin?” dedi.
Adem “Korktum, edebi terk etmedim” deyince Tanrı, “İşte ben de onun için seni kayırdım” dedi.
Hürmet eden, hürmet görür. Şeker getiren badem şekerlemesi yer.

1495. Temiz şeyler, temizler içindir; sevgiliyi hoş tut hoşluk gör; incit, incin!
Ey gönül! Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal getir ki ikisini de anlayasın:
Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el…
Her iki hareketi de bil ki Tanrı yaratmıştır; fakat bu hareketi onunla mukayeseye imkân yoktur.
İhtiyarınla el oynatmadan pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptelâ bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?

1500. Anlayışı kıt biriside şu cebir ve ihtiyar meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, aklî bir söz, aklî bir bahistir. Fakat zaten bu hilekâr akıl, akıl değildir ki.
Aklî bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir.
Can bahsi başka bir makamdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır.
Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı.
Fakat Ömer, akıl âleminden can âlemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu.

1505. Ebucehil, cana nispetle esasen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kâmildi.
Akıl ve bahsi, bil ki eser, yahut sebeptir (Onunla müessir ve müsebbip anlaşılır). Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.
Ey nur isteyen! Can ziyası parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktazî kalmadı. Bir gören kişinin.
Nuru doğmuş parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.
Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki?

“ Ve Hüve maaküm eynemâ küntüm “ âyetinin tefsiri

1510. Cehil bahsine gelirsek o Tanrı’nın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı.
Uyursak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz.
Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!
Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir, barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir.
Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elifinse esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!

Elçinin Ömer’den – Tanrı ondan razı olsun – , ruhların bu balçığa müptelâ olmalarının sebebini sorması

* Ömer’den, bu sözleri işitince elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi.
* Sual de mahvoldu cevapta… Hatadan da kurtuldu, doğrudan da.
* Aslı anladı, ferilerden geçti. Ancak bir hikmete erişip, faydalanmak için sormaya başladı:
1515. Ömer’e “O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var?
Duru su, toprakta gizlenmiş; sâf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi nedir?” dedi.
Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun. Meselâ mânayı harflerle takyid eder(bir söz söylersin).
Serbest olan mânayı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyid eyledin.
Sen faydadan mahçup iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmezken; bunu, bir fayda elde etmek için yaparsın da.

1520. Fayda, kendisinde zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez?
Mânanın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.
Cüzilerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, küllî bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen küll, neden faydasız olsun?
Sen bir cüz iken fayda görüyorsun. O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?
Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış!

1525. Tanrı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur. Kavga etmek, suratını ekşitmek, şükür değildir.
Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse yok!
Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona “şekerle karış da sirkengübin ol” de!
Mânayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, haptolmakla müsavi, ondan gayrı bir şey değil. Şiirde mâna, sapan gibi… istenen yere gitmesine imkan yok.

“ Tanrı ile oturmak dileyen tasavvuf ehliyle otursun “ sözünün mânası

   Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber!

1530. Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu.
Sel denize kavuştu deniz oldu. Tane ekinliğe vardı, ekin oldu.
Ekmek Âdem Atanın vucuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu.
Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.
Sürme taşı, (döğülüp) gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.

1535. Ne mutlu o adama kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır!
Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
Tanrı Kur’an’ına kaçar, sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın.
Kur’an; Peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların halleridir.
Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda !).

1540. Kur’an’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir.
Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.
Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya lâyık ve halka rehber olan peygamberlerdir.
Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu!
Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!

1545. Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir!
Zaten halk arasında meşhur olmak, sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?”

Bir tâcirin ticaret için Hindistan’a gitmesi ve mahpus dudusunun, onunla Hindistan dudularına haber yollaması

   Bir tacirin bir dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu.
Tacir, Hindistan’a gitmek üzere yol hazırlığına başladı.
Kerem ve ihsan dolayısıyla, kölelerinin, cariyeciklerinin her birine “Çabuk söyle, sana Hindistan’dan ne getireyim?” dedi.

1550. Her birisi ondan bir şey diledi. O iyi adam hepsine, istediklerini getireceğini vadetti.
Duduya da “Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne getireyim?” dedi.
Dudu dedi ki: “Oradaki duduları görünce benim halimi anlat.
Dedi ki: Sizin müştakınız olan filan dudu, Tanrı’nın takdiriyle bizim mahpusumuzdur.
Size selâm söyledi, yardım istedi; sizden bir çare, bir kurtuluş yolu diledi.

1555. Dedi ki: Reva mıdır ben iştiyakınızla gurbet elde can vereyim.
Sıkı bir hapis içinde olayım da siz gâh yeşilliklerde, gâh ağaçlarda zevk ve sefa edesiniz.
Dostların vefası böyle mi olur? Ben şu hapis içindeyim, siz gül bahçelerinde.
Ey Ulular! Bir seher çağı şarap meclisinde bu inleyen garibi de hatırlayın!
Dostların sevgiliyi anması, sevgiliye ne mutludur. Hele anan ve anılanın biri Leylâ, öbürü Mecnun olursa.

1560. Ey güzel endamlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymaneleri içmem reva mı?
Sevgili! Bana da bir nasip vermek istersen beni anarak bir kadeh iç! İçerken bu yerlere serilmiş düşkün âşığı yâd ederek toprağa bir yudum şarap dök!
Şaşılacak şey! Nerde o ahit, nerde o yemin? O şeker gibi dudağın verdiği vaadler hani?
Bu kulun ayrı düşmesi, fena kulluktansa… kötüye kötülükle mukabele edersen aramızda ne fark kalır?

1565. Fakat hiddetle, şiddetle senden gelen kötülük, sema’dan, çengin nağmelerinden daha zevkli, daha neşeli.
Ey cefası devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli dilber!
Ateşin bu… acaba nurun nasıl? matem, bu olunca düğünün nice?
Cevrinde öyle tatlılıklar var ki…malik olduğun letafet yüzünden kimse seni hakkıyla anlayamaz.
Hem inlerim, hem de sevgili inanır da kereminden o cevri azaltır diye korkarım.

1570. Kahrına da hakkıyla âşığım, lûtfuna da. Ne şaşılacak şey ki ben bu iki zıdda da gönül vermişim.
Tanrı hakkı için bu dikenden kurtulur, gül bahçesine kavuşursam bu sebepten bülbül gibi feryat ederim.
Bu ne şaşılacak şey bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür!
Bu bülbül değil, ateş canavarı! Onun aşkıyla bütün kötü şeyler, kendisine hoş gelmekte!
Güle âşık, halbuki esasen kendisi gül, kendisine âşık, kendi aşkını aramakta!”

İlâhî akıl kuşlarının kanatlarının evsafı

1575. Can dudusunun hikâyesi de bu çeşittir. Fakat nerede kuşlara mahrem olan kişi?
Nerede zayıf ve suçsuz bir kuş ki onun içine Süleyman, askeriyle ordu kurmuş olsun!
Şükür yahut şikâyetle feryat edince yere, göğe zelzeleler düşsün!
Her demde ona Tanrı’dan yüz mektup, yüz haberci erişsin; o bir kere “Ya Rabbi” deyince Hak’tan altmış kere “Lebbeyk” sesi gelsin!
Hatası, Tanrı indinde ibadetten daha iyi olsun; küfrüne nispetle bütün halkın imanı değersiz kalsın!

1580. Öyle kişiye her nefeste hususi miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce hususi taç koyar.
Cismi topraktadır, Canı Lâmekân Âleminde, O Lâmekân Âlemi, saliklerin vehimlerinden üstündür. (vehimlere sığmaz.)
O Lâmekân Âlemi, vehmine gelen bir âlem olmadığı gibi hayaline de doğmaz.(ne idrâk edebilirsin, ne tahayyül !)
Cennetteki ırmak, nasıl cennettekilerin hükmüne tâbi ise mekân âlemiyle Lâmekân Âlemi de, o âlemin hükmüne tâbidir.
Bu ilâhî akıl kuşlarına ait olan bahsi kısa kes, bu sözden yüzünü çevir, sükût et! Doğrusunu, Tanrı daha iyi bilir.

1585. Dostlar biz yine kuş, tacir ve Hindistan hikâyesine dönelim:
Tacir, Hindistan’daki dudulara, dudusundan selam götürmeyi kabul etti.

             Tâcirin, kırda Hindistan dudularını görüp onlara dudusundan haber götürmesi

   Hindistan uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü.
Atını durdurup seslendi, dudunun selâmını ve kendisine emanet ettiği sözleri söyledi.
O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi kesildi.

1590. Tâcir, bu haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: “Bir cana kıydım,
Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir.
Bu işi neye yaptım, o haberi neye verdim? Bu münasebetsiz sözle biçareyi yaktım, yandırdım.”
Bu dil, çakmak taşıyla çakmak demiri gibidir. Dilden çıkan da ateşe benzer.
Mânasız yere gâh hikâye yoluyla, gâh laf olsun diye çakmak taşıyla demirini birbirine vurma!

1595. Zira ortalık karanlıktır, her tarafta pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl durur?
Zalim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.
Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri aslan eder.
Canlar aslen İsâ nefeslidir; bir anda yara, bir anda merhem olurlar.
Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesih’i’ sözü gibi tesir ederdi.

1600. Şeker gibi söz söylemek istersen sabret, haris olma , bu helvayı yeme!
Feraset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler. Helva ise, çocukların istediği şeydir.
Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır!

Ferideddîn-i Attâr’ın – Tanrı ruhunu takdis etsin – sözünün tefsiri

   “Ey gafil! Sen nefis ehlisin, toprak içinde kan yiyedur! Fakat gönüle sahip olan kişi , zehir bile yese o zehir bal olur.”
Gönüle sahip olan kişi, apaçık öldürücü bir zehir bile yese ona ziyan gelmez.
Çünkü o, sıhhat bulmuş, perhizden kurtulmuştur. Fakat zavallı talip (kemale ermemiş salik), henüz hararet içindedir.

1605. Peygamber buyurdu ki:”Ey cüretli talip! Sakın hiçbir matlûp ile mücadele etme!”
Sende Nemrûd’luk var, ateşe atılma, atılacaksan önce İbrahim ol!
Madem ki sen ne yüzgeçsin, ne de denizci… aklına uyup kendini denize atma!
Yüzgeç ve denizci, denizden inci çıkarır, ziyanlardan bile bir hayli fayda elde eder.
Kâmil, toprağı tutsa altın olur; nâkıs, altını ele alsa toz toprak kesilir.

1610. O gerçek er, Tanrı’ya makbul olmuştur, bütün işlerde onun eli Tanrı elidir.
Nâkıs kimsenin eli ise Şeytan’nın, ifritin elidir. Çünkü Şeytan’nın teklif ve hile tuzağına tutulmuştur.
Kâmile göre bilgisizlik bile bilgi olur, nâkısın bildiği bilgi ise bilgisizlik kesilir.
İlletli kimse, ne tutarsa illet olur. Kâmil kâfir bile olsa o küfür, din ve şeriat haline gelir.
Ey yayan olduğu halde süvari ile yarışa girişen! Sen bu müsabakada kazanmayacak , onu geçmeyeceksin, iyisi mi, dur!

Sihirbazların “ Ne buyurursun, asâyı önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım? “ diyerek Mûsa Aleyhisselâm’a hürmey edip onu ağırlamaları, Mûsâ’nın da “ Siz atın “ demesi

1615. Melûn Firavun’un zamanında sihirbazlar Mûsâ ile kin güderek mücadeleye giriştiler.
Fakat onu büyük tuttular, öne geçirdiler, ağırladılar.
Zira ona “Ferman senin.  İstiyorsan önce sen asânı at” dediler.
Mûsâ “ Hayır, ey sihirbazlar, önce siz büyülerinizi meydana koyun” dedi.
Mûsâ’ya karşı gösterdikleri o kadarcık hürmet , din sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri ayakları kesildi.

1620. Sihirbazlar Mûsâ’nın hakkını anladıklarından evvelce işledikleri suça karşılık olarak ellerini, ayaklarını feda eylediler.
Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helâldir; madem ki sen kâmil değilsin yeme ve sükût et!
Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Tanrı, kulaklara “Ansitû” buyurdu.
Çocuk önce, süt emme kabiliyetinde doğar, bir müddet susar ve tamamı ile kulak kesilir.
Lâkırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman dudağını yumması, söz söylememesi gerekir.

1625. Kulak vermezse “ti ,ti “ diye mânasız sözler söyler; kendisini âlemin dilsizi yapar.
Anadan sağır doğan ise hiç dinlemediği için dilsiz olur; nasıl dile gelsin?
Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir.
Evlere kapılardan girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın!
Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı’nın sözüdür.

1630. Tanrı, yarattığını eşsiz, örneksiz yaratır; üstada tâbi değildir. Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur.
Ondan başka bütün mahlûkat; hem sanatında, hem sözünde üstada tâbidir, örneğe muhtaçtır.
Bu söze yabancı değilsen bir hırkaya bürün, bir viraneye çekil ve gözyaşı dök!
Çünkü Âdem, Tanrı itabından ağlamakla kurtuldu; tövbekârın nefesi ıslak göz yaşlarıdır.
Âdem, yeryüzüne, ağlamak için, daima feryadetmek, inlemek ve mahzun olmak için gelmiştir.

1635. Âdem, Firdevs’ten, yedi kat göklerin üstünden ayakları dolaşarak en âdi yere, tâ kapı dibine, özür dilemek için gitti.
Eğer sen de Âdemoğluysan onun gibi özür dile, onun yolunda yürü!
Gönül ateşiyle göz yaşından çerez düz. Bahçe, bulutla güneş yüzünden yetişmiş, yeşermiştir.
Sen gözyaşı zevkini ne bilirsin? Görmedikler gibi ekmek âşığısın!
Bu karın dağarcığından ekmeği boşaltırsan ululuk incileri ile doldurursun.

1640. Önce can çocuğunu Şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere ortak yap.
Sen karanlık, mükedder ve bulanık oldukça bil ki melûn Şeytan’la süt kardeşisin!
Nur ve kemali arttıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.
Çırağımıza katılınca söndüren yağa yağ deme, çırağı söndüren yağa su de!
İlim ve hikmet helâl lokmadan doğar; aşk ve rikkat helâl lokmadan meydana gelir.

1645. Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen; bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil!
Hiç buğday ektin de arpa verdiğini gördün mü? Hiç attan eşek sıpası olduğunu gördün mü?
Lokma tohumdur mahsulü fikirlerdir. ; lokma denizdir, incileri fikirlerdir.
Hizmete meyletmek ve o cihana gitmek azmi, ağıza alınan lokmanın helâl olmasından doğar.

Tacirin Hindistan dudularından gördüğünü duduya söylemesi

   Tacir alışverişi bitirip muradına nail olarak evine geri geldi.

1650. Her köleye armağan getirdi, her halayığa ihsan da bulundu.
Dudu “ Bu kulun armağanı hani? Ne gördün ve ne dedinse söyle” dedi.
Tacir, “Söylemem, zaten elimi çiğneyip parmaklarımı ısırarak,
Cahilliğimden, akılsızlığımdan böyle saçma haberi niye götürdüm diye hâlâ pişman olup durmaktayım” dedi.
Dudu, “Efendim, pişmanlık neden, bu hiddete bu gama ne sebep oldu?” dedi.

1655. Tacir dedi ki: “Şikâyetlerini sana benzeyen dudulara söyledim.
İçlerinden biri senin derdini anlayınca ödü patladı, titreyip öldü.”
Ben “Ne yaptım da bu sözü söyledim” diye pişman oldum ama bir kere söylemiş bulundum. Pişmanlık ne fayda verir?
Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir.
Oğul, o ok gittiği yerden geri dönmez, seli baştan bağlamak gerek.

1660. Sel önce bir kere coşup da etrafı kapladıktan sonra dünyayı harap etse şaşılmaz.
Yapılan işin Gayb Âleminde eserleri doğar, o meydana gelen eserler, halkın hükmüne tâbi değildir.
Onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek Tanrı tarafından yaratılmıştır.
Meselâ Amr’e Zeyd bir ok atar; o ok, Amr’i kaplan gibi yaralar.
Yara, bir yıl kadar Amr’ın vücudunda ağrılar, sızılar meydana getirir. O dertleri, Hak yaratmıştır, insan değil.

1665. Oka hedef olan Amr, o anda korkudan ölürse, yahut ölümüme kadar bedeninde yaralar, bereler vücuda gelir de,
O ağrılardan, o illetlerden ölürse Zeyd’e; ilk sebepten, ok attığından dolayı katil de!
Hepsi, Tanrı’nın icadı ise de o ağrıları Zeyd’e nispet et!
Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri hep Hak’ka mutîdir (eken, nefes alan, tuzak kuran, çiftleşen kuldur; bitiren, yaşatan, tuzuğa düşüren, doğurtan yahut bunların aksini meydana getiren Hak’tır).
Velîlerde Tanrı’dan öyle bir kudret vardır ki atılmış oku yoldan geri çevirirler.

1670. Tanrı velîsi, pişman olursa sebeplere eserlerin kapılarını kapar (fiilleri neticesiz bırakır). Fakat bunu, Tanrı eliyle yapar.
Tanrı kudretiyle; söylenmiş bir sözü söylenmemiş hale getirir. Bir halde ki ne şiş yanar ne kebap!
Bütün kalplerdeki nükteleri işitir, gönüllerden o sözü yok eder.
Ey ulu kişi! Sana delil ve huccet gerekse “Min âyetin ey nünsiha” âyetini oku.
“Ensevküm zikrî ” âyetini de oku velîlerin kalplere nisyan koyma kudretini anla!

1675. Velîler, hatırlatma ve unutturmaya kadirdirler; şu halde herkesin gönlüne hâkimdirler.
Velî, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlâl yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz.
Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız ama Kur’an’da “Ensevküm” âyetini bir okuyun!
Şehir ve köye sahip olan, cisimlerin padişahıdır. Gönül sahibi ise gönüllerinizin sultanıdır.
Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin fer’idir. Şu halde insan, ancak göz bebeğinden ibarettir.

1680. Ben bunu, tamamı ile söyleyemiyorum, çünkü merkez sahipleri (Peygamberler) men ediyorlar.
Madem ki halkı unutması, ve hatırlaması onun elindedir, imdatlarına da o, erişir.
O güzel huylarla huylanmış olan zat, her gece gönüllerden yüz binlerce iyi ve kötü hâtırayı giderir;
Gündüzün gönülleri, yine o hâtıralarla doldurmakta; o sedefleri, incilerle dopdolu bir hale getirmektedir.
Evvelki düşüncelerin hepsi, Tanrı’nın hidayetiyle sahiplerini tanırlar.

1685. Uyanınca, sanat ve hünerin, sebepler kapısını açmak üzere yine sana gelir.
Kuyumcunun hüneri demirciye gitmez, bu güzel huylunun huyu, öteki kötüye mal olmaz.
Hünerler ve huylar, kıyamet günü, çeyiz gibi sahibine döner.
Güzel olsun, çirkin olsun… bütün huylar ve hünerler, sabah çağında sahiplerine gelir;

1690. Nitekim posta güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.

Dudunun, duduların hareketlerini duyması ve kafeste ölümü, tacirin ona ağlaması

   Dudu, o dudunun yaptığını işitince titredi, düştü, kaskatı oldu.
Sahibi, onun böyle düştüğünü görünce yerinden sıçradı, külâhını yere vurdu.
Onu, bu renkte, bu halde görerek yerinden fırlayıp yakasını yırttı.
Dedi ki: “ Ey güzel ve hoş nağmeli dudu! Sana ne oldu, niçin bu hale geldin?

1695. Vah yazık, benim güzel sesli kuşum! Vah yazık, benim gönüldeşim, sırdaşım.
Yazık, benim güzel nağmeli kuşum; ruhumun neşesi, bahçem, çiçeğim!
Süleyman’ın böyle kuşu olsaydı hiç başka kuşlarla uğraşır mıydı?
Vah yazık; ucuz bulduğum kuştan ne çabuk ayrıldım!
Ey dil, sen bana çok ziyan veriyorsun! Söyleyen sen olduktan sonra ben sana ne diyeyim?

1700. Ey dil, sen hem ateşsin, hem harman! Ne vakte kadar harmanı ateşe vereceksin?
Can, ne dersen onu yapmakla beraber gizlice yine senin elinden feryad etmektedir.
Ey dil, sen hem bitmez tükenmez bir hazinesin; hem dermanı olmayan bir dertsin!
Hem kuşlara çalınan ıslık, yapılan hilesin; hem yalnızlık ve ayrılık zamanının enisisin!
Ey aman bilmez! Bana hiç aman vermiyorsun. Sen, yayını beni öldürmek için kurmuşsun.

1705. İşte benim kuşumu uçurdun. Zulüm ve sitem otlağında az otla!
Ya bana cevap ver, yahut insafa gel, yahut da bana neş’e ve sevinç sebeplerinden birini an!
Eyvah benim karanlığı yakıp mahfeden nurum; eyvah, benim gündüzü aydınlatan sabahım!
Vah benim güzel uçan; tâ sondan başlangıca kadar uçup gelen kuşum!
Cahil insan ilelebet mihnete âşıktır. Kalk, “Fî kebed” e kadar “Lâ uksimü” yü oku!

1710. Senin yüzünü gördüm de mihnetten kurtuldum; senin ırmağında köpükten, tortudan arındım.
Bu eyvah demeler, bu acınmalar onu görmek, peşin ve elde olan kendi varlığından kesilmek hayaliyledir.
(Bu kuşun ölümüne sebep) Tanrı’nın gayreti (kıskanması) idi. Hak’kın hükmüne çare bulunmaz. Nerede bir gönül ki Tanrı’nın hükmünden yüz parça olmamış olsun!
Gayret (kıskançlık) de her şeyden gayrı olan; vasfı söze ve sese sığmayan Tanrı gayretidir (kendisinden başka her şeyi kıskanır).
Ah keşke gözyaşım deniz olsaydı da o güzel dilberimin yoluna saçaydım!

1715. Benim dudum, benim anlayışlı kuşum; düşüncelerimin, sırlarımın tercümanı!
Rızkını vereyim, vermeyeyim… benim enisimdi. İlk söylenen sözlerden onu hatırlarım benimle ezelî bir âşinadır.
O öyle bir duduydu ki sesi, vahiden gelirdi; varlığı varlık meydana gelmeden önceydi.
O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, şunda bunda onun aksini görmüşsün.
O, kuş senin neş’eni alır, fakat yine sen ondan neş’elenirsin. Onun yaptığı zulmü, adalet gibi kabul edersin.

1720. Ey ten uğruna canını yakıp duran! Canını yaktın, tenini aydınlattın.
Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun da çerçöpü alevlensin, yaksın!
Kav, ateş alma kabiliyetindendir, şu halde ateşi cezbeden kavı al!
Vah vah vah; yazıklar olsun… öyle bir ay bulut altına girdi!
Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık aslanı çıldırdı, kan döker bir hale geldi.

1725. Ayıkken bile titiz ve sarhoş olan, kadehi ele alınca nasıl olur?
Anlatılamayacak derecede sarhoş olan bir aslan, çayırlığa gelince oraya yayılmış yeşilliklerden neşelenir, sarhoşluğu büsbütün fazlalaşır.
Ben kafiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: “Yüzümden başka hiçbir şey düşünme!
Ey benim kafiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi sensin.
Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı.!

1730. Harfi,  sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım!
Âdem’den bile gizlediğim sırrı, ey cihanın esrarı olan sevgili, sana söyleyeyim.
Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrail’in bile bilmediği gamı,
Mesih’in bile dem vurmadığı, hatta Tanrı’nın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana açayım.”
Biz (mâ) kelimesi, lûgatte nasıl bir kelimedir? İspata ve nefye delalet eden bir kelime. Halbuki ben ispat değilim; zatım, varlığım yoktur ki ispat edilebilsin. (Varlığım olmadığından ) Nefiy de değilim (yokun varlığı nefiy de edilemez, esasen olmadığı için yoktur da denemez).

1735. Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa feda ettim.
Padişahların hepsi kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün hak, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur.
Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umumiyetle kendi yolunda ölenin yolunda ölür.
Avcı onları ansızın avlamak için kuşlara av olmaktadır.
Dilberler; âşıkları, canla, başla ararlar. Bütün mâşuklar âşıklara avlanmışlardır.

1740. Kimi âşık görürsen bil ki mâşuktur. Çünkü o, âşık olmakla beraber mâşuk tarfından sevildiği cihette mâşuktur da.
Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.
Madem ki âşık odur, sen sus artık. Madem ki o, kulağını çekmekte, sen tamamıyla kulak kesil !
Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa âlemi perişan ve harap eder, her tarafı yıkar.
Fakat harap olmaktan niye gamlanayım? Harebenin altında padişah hazinesi var!

1745. Hakka dalan kişi daha ziyade dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister.
Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyade gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı?
Şu halde ey gönül! Neşe ve sefayı cefa ve belâdan ayırt edersen vesveseye zebun olmuş olursun.
Tutalım ki senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği, isteksizlik murat ve maksadı terk etme değil mi?
Onun her bir yıldızı yüzlerce hilâlin kan diyetidir. Ona, âlemin kanını dökmek helâldir!

1750. Biz değeri de bulduk kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk.
Ey âşık ! âşıkların hayatı ölümledir. Gönlü gönül vermeden başka bir suretle bulamazsın.
Yüzlerce nâz ü işveyle gönlünü almak istedim; sevgili bana istiğna yüzünü gösterdi, bahaneler etti.
“Bu akıl, bu can, senin aşkına gark olmuş değil mi ki?” dedim, dedi ki: “Git, git; bana bu efsunu okuma!
Ben, senin ne düşündüğünü bilmez miyim? Ey iki gören! Sen, sevgiliyi nasıl gördün; buna imkân mı var?

1755. Ey ağır canlı! Sen onu hor gördün; çünkü çok ucuz aldın!
Ucuz alan ucuz verir. Çocuk bir inciyi bir somuna değişir.
Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim bu aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkları da!
Ben, o aşkı kısaca söyledim, tamamıyla anlatmadım. Anlatacak olsam hem dudaklar yanar hem dil!
Lep (dudak) dersem maksadım leb-i derya (deniz kıyısı) dır; Lâ (hayır) dersem muradım illâ (ancak, evet) dir.

1760. Tatlılıktan dolayı yüzümü ekşitmiş olarak otururum; fazla sözden dolayı sükût etmekteyim.
İsterim ki bu suretle tatlılığımız, yüzümüzün ekşiliğiyle iki cihandan da gizli kalsın;
Bu söz, her kulağa girmesin. Onun için yüz ledün sırrından ancak birini söylemekteyim.

    Hakîm-i Senâî’nin “ Seni yoldan alıkoyan şey; ister küfür sözü olsun, ister iman…Seni dosttan uzak düşüren nakış; ister çirkin olsun, ister güzel… ikisi de birdir” sözü ve Peygamber Sallâllahu Aleyhi Vessellem’in “ Sa’d,çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı ise benden de kıskançtır.Kıskançlığından dolayı görünür, görünmez bütün kötülükleri haram etmiştir “ hadîsi

   Hak kıskançlıkta bütün âlemlerden ileri gittiği içindir ki bütün âlem kıskanç oldu.
O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü, canın tesiriyle kabul eder.

1765. Kimin namazında mihrap ve kıblesi Ayn (Tanrı’nın zatı, cemali) olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.
Padişaha esvapçıbaşı olan kişinin, padişah hesabına ticarete girişmesi ziyankârlıktan ibarettir.
Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah kapısında oturması yazıktır, aldanmaktır.
Bir kimseye padişaha elini öpmek fırsatı düşer de o, ayağını öperse bu, suçtur.
Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür.

1770. Padişah, birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.
Tanrı’nın gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların kıskançlığıdır.
Kıskançlıkların aslını haktan bilin. Halkın kıskançlıkları, şüphe yok ki Tanrı kıskançlığının fer’idir.
Bunu anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercai sevgilinin cefasından şikâyet edeyim.
Feryadedeyim, çünkü feryat ve figanlar, hoşuna gidiyor. İki âalemden de ona ancak feryat ve figan lâzım.

1775. Onun macerasından acı acı nasıl feryad etmiyeyim ki sarhoşlarının halkasına dahil değilim.
Onun gözünden ayrı, güne gün katan yüzünün vuslatından mahrum bir haldeyken nasıl gece gibi kapkara olmam?
Onun hoş olmayan şeyi de benim canıma hoş geliyor. O gönül inciten sevgilime canım feda olsun!
Naziri olmayan tek padişahımın hoşnut olması için ben, hastalığıma da âşığım, derdime de.
İki deniz gibi olan gözlerimin incilerle dolması için gam toprağını gözüme sürme gibi çekmekteyim.

1780. Halkın onun için döktüğü gözyaşları incidir; halk gözyaşı sanır.
Ben canlar canından şikâyetçi değilim, hikâye etmekteyim.
Gönül,” ben ondan incindim” dedikçe, gönlün bu asılsız ve ehemmiyetsiz nifakına gülmekteyim.
Ey doğruların medar-ı iftiharı! Doğrulukta bulun. Ey baş köşe! Ben senin kapında eşiğim. Mâna âleminde baş köşe nerede, eşik nerede? Sevgilimizin bulunduğu yerde biz ve ben nerede?

1785. Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh!
Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin.
Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin.
Bu suretle “ben” ve “sen” ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonunda da sevgiliye mustağrak olurlar.
(Ben, biz, ben ve bizim, varlıkların varlığı ve yokluğu, hulâsa) söylediklerimin hepsi vardır, vâkıdir. Ey kün emri, ey gel denmekten ve söz söylemekten münezzeh Tanrı, sen gel!

1790. Ten gözü, seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi?
Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye lâyıktır, deme!
Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar.
Halbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var!
Âşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız, hazansız terütazedir.

1795. Ey güzel yüzlü! Güzel yüzünün zekâtını ver; yine pare pare olan canı şerh et, onu anlat (dedim!).
Fettan gözünün ucuyla ve nazla bir baktı da gönlüme yeni bir dağ vurdu.
Kanımı bile dökse ona helâal ettim. Helâl sözünü söyledikçe o, kaçmaktaydı.
Mademki topraktakilerin feryadından kaçmaktasın. Kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın?
Her sabah; doğudan parlayınca seni, doğu pınarı (güneş) gibi coşmak ta, zuhur etmekte buldu.

1800. Ey şeker dudaklarına paha biçilmeyen güzel! Divanene ne bahaneler buluyorsun?
Ey eski cihana taze can olan! Cansız ve gönülsüz bir hale gelmiş olan tenden çıkan feryat ve figanı işit!
Allah aşkına olsun, artık gülü anlatmayı bırak da gülden ayrılan bülbülün halini anlat!
Bizim coşkunluğumuz gamdan neşeden değildir; aklımız irfanımız, hayal ve vehimden meydana gelmemiştir.
Nadir bulunur bir halettendir; inkâar etme ki Hak’kın kudreti pek büyüktür.

1805. Sen bu hali insanların ahvaline kıyas etme, cevir ve ihsan menzilinde kalma!
Cevir, ihsan, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse ölürler; Hak onlara vâristir.
Sabah oldu, ey sabahın penahı Tanrı! (Ben özür serd edemiyorum), bize hizmet eden Hüsâmettin’den sen özür dile!
Aklı-ı Küll’ün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.
Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz.

1810. Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin!
Şarap, coşkunlukla bizim yoksulumuzdur; felek; dönüşte aklımızın fakiridir.
Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil… Beden bizden var oldu, biz ondan değil!
Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Tanrı, bedenleri bal mumu gibi göz göz ev ev yapmıştır.
Bu bahis çok uzundur, tacirin hikâyesini anlat ki o iyi adamın ne hale geldiği, ne olduğu anlaşılsın.

Tacir hikâyesine dönüş

1815. Tacir, ateşler, dertler, feryatlar içinde, böyle yüzlerce karmakarışık sözler söylüyordu.
Gâh birbirini tutmaz sözler söylüyor, gâh naz ediyor, gâh niyaz eyliyor; gâh hakikat aşkını, gâh mecaz sevdasını ifade ediyordu.
Suya batan adam fazla debelenir, eline geçen ota tutunur.
O tehlike zamanında elini kim tutacak diye can korkusuyla şuraya, buraya elini sallar durur, yüzmeye çalışıp çabalar.
Sevgili, bu divaneliği, bu perişanlığı sever. Beyhude yere çalışıp çabalamak, uyumaktan iyidir.

1820. Padişah olan; işsiz, güçsüz değildir. Hasta olmayanın feryat ve figan etmesi, şaşılacak şeydir!
Tanrı, ey oğul, onun için “Külle yevmin hüve fi şe’n “ buyurdu.
Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma!
Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni sırdaş eder.
Padişahın kulağı, gözü penceredir; erkeğin canı olsun, kadının canı olsun… bir can neye çalışırsa, onu duyar, görür!

Tacirin, ölü duduyu kafesten dışarı atması ve dudunun uçması

1825. Tacir ondan sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir yüksek ağacın dalına kondu.
Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa o dudu da, o çeşit uçtu.
Tacir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrarını bu işe şaşırıp kaldı.
Yüzünü yukarı çevirip “Ey bülbül! Halini bildir, bu hususta bize de bir nasip ver!
Hindistan’daki dudu ne yaptı da sen öğrendin, bir oyun ettin, canımızı yaktın!” dedi.

1830. Dudu dedi ki: “O, hareketiyle bana nasihat etti; “Güzelliği, söz söylemeyi ve neşeyi bırak;
Çünkü söz söylemen seni hapse tıktı” dedi. Bu nasihati vermek için kendisini ölü gösterdi.
Yani “Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan! Benim gibi öl ki kurtulasın.
Taneyi gizle, tamamı ile tuzak ol. Goncayı sakla damdaki ot ol.

1835. Kim güzelliğini mezada çıkarırsa ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.
Düşmanların kem gözleri, kin ve gayızları, hasetleri; kovalardan su boşalır gibi başına boşalır.
Düşmanlar kıskançlılarından onu parça parça ederler; dostlar da ömrünü heva ve hevesle zayi eder, geçirirler.
Bahar zamanı, ekin ekmekten gafil kişi, bu zamanın kıymetini ne bilsin!

1840. Tanrı lûtfunun himayesine sığınman gerektir. Çünkü Tanrı, ruhlara yüzlerce lûtuflar döktü.
Tanrı’nın lûtfuna sığınman gerek ki bir penah bulasın. Ama nasıl penah? Su ve ateş bile senin askerin olur.
Nûh’a ve Mûsâ’ya deniz dost olmadı mı? Düşmanlarını da kinle kahretmedi mi?
Ateş, İbrahim’e kale olup da Nemrut’un kalbinden duman çıkartmadı mı?
Dağ, Yahya’yı kendisine çağırarak ona kastedenleri taşlarıyla paralayıp sürmedi mi?
Ey Yahya! Kaç, bana gel de keskin kılıçlardan seni kurtarayım, demedi mi? “ dedi” diye cevap verdi.

Dudunun tacire veda edip uçması

1845. Dudu ona hoşa gider bir iki nasihat verdi, sonra “Allahaısmarladık, artık ayrılık zamanı geldi” dedi.
Efendisi dedi ki: “Allah selâmet versin git. Sen bana yeni bir yol gösterdin”.
Tacir, kendi kendine dedi ki: Bu bana nasihatti. Onun yolunu tutayım, o yol aydın bir yol.
Benim canım neden dududan aşağı olsun? Can dediğin de böyle iyi bir iz izlemeli.”

Halkın, bir kişiyi ululamasının ve halk tarafından parmakla gösterilmenin kötülüğü

   Ten kafese benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla can bedende dikendir.

1850.Bu, “Ben senin sırdaşın olayım” der. Öbürü “Hayır, senin akranın, emsalin benim”der.
Bu der ki: “Varlık âleminde güzellik fazilet, iyilik ve cömertlik bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.”
Öbürü der ki: “İki cihan da senindir. Bütün canlarımız senin canına tâbidir.”
O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan çıkmağa başlar.
Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!

1855. Dünyanın lûtfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır!
Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda meydana çıkar.
Sen “Ben o medihleri yutar mıyım? O, tamahından methediyor. Ben, onu anlarım” deme!
Seni metheden, halk içinde aleyhinde bulunursa onun tesiriyle gönlün, günlerce yanar.
Onun; mahrumiyetten senden umduğunu elde edemeyip ziyan ettiğinden dolayı aleyhinde bulunduğu halde,

1860. O sözler, gönlüne dokunur, onun tesiri altında kalırsın. Medihten de bir ululuk gelir, dene de bak!
Medihin de günlerce tesiri altında kalırsın. O medih canın ululanmasına, aldanmasına sebebolur.
Fakat bu tesir, zâhiren görünmez, çünkü methedilmek tatlıdır. Kınanmak acı olduğundan derhal kötü görünür.
Kınanmak, kaynatılmış ilâç ve hap gibidir; içer, yahut yutarsa uzun bir müddet ızdırap ve elem içinde kalırsın.
Tatlı yersen onun zevki bir andır, tesiri öbürü kadar sürmez.

1865. Zâhiren uzun sürdüğü için de tesiri, gizlidir. Herşeyi, zıddıyla anla!
Medhin tesiri, şekerin tesirine benzer; gizli tesir eder ve bir müddet sonra vücütta deşilmesi icabeden bir çıban çıkar.
Nefis çok öğülmesi yüzünden Firavunlaştı. Alçak gönüllü, hor, hakîr ol; ululuk taslama!
Elinden geldikçe kul ol, sultan olma! Top gibi zahmet çekici ol, çevgân olma!
Yoksa; senin bu letafetin, bu güzelliğin kalmayınca o, seninle düşüp kalkanlar, senden usanırlar.

1870. Evvelce seni aldatıp duranlar, o vakit seni görünce “Şeytan” adını takarlar. Seni kapı dibinde görünce hepsi birden “Mezarından çıkmış hortlak” derler;
Genç oğlan gibi. Ona önce Tanrı adını takarlar, bu yaltaklıkla tuzağa düşürmek isterler.
Fakat kötülükle adı çıkıp da zaman geçince bu kötülükte sakalı çıkınca; artık ona yaklaşmaktan Şeytan bile utanır.
Şeytan, adamın yanına bir kötülük için gelir; senin yanına gelmez. Çünkü sen Şeytan’dan da betersin.

1875. Şeytan, sen insan oldukça izini izler, ardından koşar, sana şarabını tattırırdı.
Ey bir işe yaramaz adam! Şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşınca senden Şeytan da kaçmaktadır.
Eteğine sarılan kimse de, sen bu hale gelince senden kaçar!

“ Mâşâllahu Kân “ sözünün tefsiri

Bunların hepsini söyledik ama Tanrı inayetleri olmadıkça Tanrı yolunda hiçiz, hiç!
Tanrı’nın ve Tanrı erlerinin inayetleri olmazsa…melek bile olsa defteri kapkaradır.

1880. Ey Tanrı, ey ihsanı hacetler reva eden! Sana karşı hiçbir kimsenin adını anmak lâyık değil.
Bu kadarcık irşat kudretini de sen bağışladın, şimdiye kadar nice ayıplarımızı örttün.
Ezelde bağışladığın irfan katrasını, denizlerine ulaştır.
Canımdaki, bir katra ilimden ibarettir; onu ten havasından, ten toprağından kurtar!
Bu topraklar, onu örtmeden; bu rüzgârlar, onu kurutmadan önce sen halâs et!

1885. Gerçi rüzgârlar, onu kurutsa, mahvetse bile sen, onlardan tekrar kurtarmağa ve almağa kâdirsin.
Havaya giden, yahut yere dökülen katra, senin kudret hazinenden nasıl kaçabilir?
Yok olsa, yahut yokluğun yüz kat dibine girse bile sen onu çağırınca başını ayak yapıp koşar.
Yüzbinlerce zıt, zıddını mahveder; sonra senin emrin yine onları varlık âlemine getirir.
Aman ya Rabbi! Her an yokluk âleminden varlık âlemine katar katar yüz binlerce kervan gelip durmakta!

1890. Hele her gece, bütün ruhlar, bütün akıllar, o ucsuz bucaksız derin denizde batar, yok olurlar.
Yine sabah vakti, o Tanrı’ya mensup ruhlar ve akıllar, balıklar gibi denizden baş çıkarırlar.
Güz mevsiminde o yüz binlerce dallar, yapraklar; bozguna uğrayıp ölüm denizine giderler.
Kara kuzgun; yaslılar gibi siyahlar giyinerek bağlarda, yeşilliklerin matemini tutar.
Varlık köyünün sahibinden, yokluğa, “Yediklerini geri ver” diye tekrar ferman çıkar.

1895. “Ey kara ölüm; nebattan, ilâç olacak otlardan, köklerden, yapraklardan ne yedinse geri ver!” (diye emredilir) Kardeş, bir an için aklını başına al! Sende de her an hazan ve bahar var.
Gönül bahçesinin yemyeşil, terütaze, goncalar, güller, serviler ve yaseminlerle dolu olduğunu gör!
Yaprakların çokluğundan dal gizlenmiş; güllerin fazlalığından kır ve köşk görünmüyor.
Akl-ı Külden gelen bu sözler de, o gül bahçesinin, o servi ve sümbüllerin kokusudur.

1900. Gül olmayan yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp çoştuğunu hiç gördün mü ki?
Koku sana kılavuz ve rehberdir. Seni tâ ebedî Cennete ve kevser ırmağına götürür.
Koku, göze ilâçtır, nurunu artırır. Yakub’un gözü, bir kokudan açıldı.
Kötü koku gözü karartır. Yusuf’un kokusu ise göze nur verir.
Yusuf değilsen bile Yakup ol; onun gibi matlûbuna erişmek için ağla!

1905. Hakîm-i Gaznevî’nin şu nasihatini dinle de eski vücudunda bir yenilik bul:
“Naz için gül gibi bir yüz gerek. Öyle bir yüzün yoksa kötü huyun etrafında dönüp dolaşma, nazlanma!
Çirkin ve sarı bir yüzün nazı da çirkindir. Gözün hem kör, hem de hastalıklı oluşu müşküldür.
Yusuf’a karşı nazlanma, güzellik iddia etme! Yakub’casına niyaz etmek ve ah eylemekten başka bir şey yapma!
Dudunun ölümünün mânası niyazdı. Sen de niyaz ve yoksullukta kendini ölü yap!

1910. İsâ’nın nefesi seni diriltsin, kendisi gibi güzel ve mutlu bir hale getirsin!
Baharların tesiriyle taş yeşerir mi? Toprak ol ki renk renk çiçekler bitiresin.
Yıllarca gönüller yırtan, kalblere elem veren taş oldun; bir tecrübe et, bir zaman da toprak ol!

Tanrı razı olsun, Ömer zamanında yoksulluk gününde gidip mezarlıkta çenk çalan ihtiyar çalgıcının hikâyesi

   (Bilmem) işittin mi? Ömer zamanında pek güzel, pek lâtif çenk çalan bir çalgıcı vardı.
Bülbül onun sesinden kendini kaybeder; bir namesini dinleyenlerin şevki, yüz misli artardı.

1915. Meclisleri, cemiyetleri, onun nağmeleri süsler; onun sesinden kıyametler kopardı.
Sesi, israfil gibi mucizeler gösterir, ölülerin bedenlerine can bağışlardı.
Yahut İsrafil’e yardım ederdi; onun nağmelerini dinleyen fil bile kanatlanırdı.
İsrafil, birgün nağmesini düzer ve yüzlerce yıllık çürümüş ölüye can verir.
Peygamberlerin de içlerinde öyle nağmeler vardır ki o nağmelerde isteyenlere, değer biçilmez bir hayat erişir.

1920. Fakat o nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü his kulağı , kötülükler yüzünden pis bir haldedir.
İnsanoğlu perinin nağmesini işitmez; çünkü perilerin sırlarına yabancıdır.
Gerçi perinin nağmesi de bu âlemdedir ama gönül nağmesi her iki sesten de yüksektir.
Zira peri de, insan da mahpustur; ikisi de bu bilgisizlik ve gaflet zindanındadır.
Rahman Sûresinden “Yâ ma’şaralcinn” âyetini oku; “Tenfüzû testa’tîû “ nun mânasını iyice bil!

1925. Velîlerin içi nağmeleri evvelâ der ki: “Ey yokluk âleminin cüzüleri!
Kendinize gelin; nefis yokluğundan baş çıkaran; bu hayali, bu vehmi bir tarafa atın!
Ey Kevn ü fesat âleminde tamamiyle çürümüş canlar! Ebedî canlarınız ne vücuda geldi, ne doğdu!”
O nağmelerden pek az, pek cüzi bir miktarını söylesem canlar, mezar ve merkatlerinden baş kaldırırlar.
Kulak ver! O nağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeğe izin yok.

1930. Agâh ol ki velîler, zamanın israfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler.
Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar
Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Tanrı sesinin işidir.
Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.
Tanrı sesi ister hicab ardından, ister hicabsız gelsin…Cebrail, Meryem’e, yakasından üfleyerek ne verdiyse Tanrı sesi de insana onu verir.

1935. Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!
O ses, Tanrı kulunun boğazından çıksa da esasen ve mutlaka Padişahtan gelmektedir.
Tanrı ona dedi ki: “Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin, memnuniyet ve gazabınım,
Yürü! Benimle duyan, benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzat sır sensin.
Sen mademki hayret âleminde “Lillâh” sırrına mazhar oldun, ben de senin olurum. Çünkü “Kim, Tanrı’nın olursa Tanrı onun olur.”

1940. Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim.
Her nerede bir çırağlıktan parlasan orada bütün âlemin müşkülleri hallolur.
Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefsimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır.
Âdem evlâdına esmasını bizzat gösterdi. ( Âdem’i, isimlerine mazhar etti); diğer mevcudata esma, Âdem’den açıldı.
Nurunu, istersen Âdem’den al, istersen ondan…şarabı, dilersen küpten al, dilersen testiden!

1945. Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibi   ( zâhiri zevklerle şad değil, hakiki neşeyle neşelenmiş) tir.
Mustafa, “Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu” dedi.
Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakînen o mumu görmüştür.
Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir.
İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan…hiç fark yok.

1950. Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan.

 “ Zamanınızdaki günlerde Rabbinizin güzel kokuları vardır. Kendinize gelin; o güzel kokuları almaya çalışın “ hadîsinin tefsiri

   Peygamber, “Hakkın güzel ve temiz kokuları ,bu günlerde esecek,
O vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki, bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız dedi.
Güzel koku geldi, sizin haberiniz yokken esip, esip gitti… Dilediğine can bağışlayıp geçti.
Başka bir koku daha erişti; uyanık ol ey arkadaş, uyanık ol ki bundan da mahrum kalmayasın.

1955. Ateş meşrepli olan can, ondan ateş söndürme kabiliyetini kazandı. Hoş olmayan can, onun lûtfu ile hoş bir hale geldi.
*Ateşli can, onun yüzünden söndü. Ölü, onun aydınlığından kaftan giyindi.
Bu tazelik, Tûbâ ağacının tazeliği; bu hareket, Tûbâ ağacının hareketidir. Halkın hareketlerine benzemez.
Eğer bu ebedî nefha, yere göğe nazil olsa…  yer ehliyle gök ehlinin ödleri su kesilirdi.
Esasen bu nihayeti olmayan nefhanın korkusundan, gökler, yeryüzü ve dağlar o emaneti yüklenmekten çekindiler. “Feebeyne en yahmilnehâ” âyetini oku da gör.
Korkusundan dağın yüreği kan olmasaydı “Eşfakne minhâ” denir miydi?

1960. Bu Tanrı kokusu dün gece bize bir başka türlü zuhur etti, fakat birkaç lokma geldi, kapıyı kapadı.
Lokma için bir Lokman, rehin oldu. Şimdi Lokman’ın sırası; ey lokma sen çekil.
Bu mihnet ve meşakkat lokması yüzünden Lokman’ın ayağına batan dikeni çıkarın.
Onun ayağında diken değil, gölgesi bile yok. Fakat siz, hırstan onu fark edemiyorsunuz.
Hurma olarak gördüğünü diken bil. Çünkü, sen çok nankör, çok görgüsüzsün!

1965. Lokmanın canı, Tanrının bir gül bahçesindeyken neden can ayağı bir dikenden incinsin.
Bu diken yiyen vücut, devedir. Mustafa’dan doğan da bu deveye binmiştir.
Ey deve! Sırtında öyle bir gül dengi var ki kokusundan sende,  yüzlerce gül bahçesi meydana gelmiştir.
Halbuki sen, hâlâ mugeylân dikenine ve kumsala meylediyorsun. Bu arta kalası dikenden gülü nasıl toplayacaksın?
Ey bu arama yüzünden taraf  taraf, bucak bucak dolaşıp duran!  Ne vakte kadar “Nerede bu gül bahçesi” diyeceksin?

1970. Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin?
Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Âdemoğlu,  gizlice bir dikenin başında dolaşıp durmakta!
Mustafa bir hemdem elde etmek için geldi; “Kellimînî yâ Humeyrâ” dedi.
“Ey Humeyrâ! Nalı ateşe koyda bu dağ, lâl haline gelsin” buyurdu.
Humeyrâ kelimesi, müennestir, can da müennsi semâidir. Araplar cana müennes demişlerdir.

1975. Fakat canın müenneslikten pervası yok. Çünkü, ruhun ne erkekle bir alakası var, ne kadınla!
Müzekkerden de yükselir, müennesten de. Bu, kurudan yaştan meydana gelen ruh (-u hayvanî) değildir ki.
Bu can, ekmekten kuvvetlenen, yahut kâh şöyle, kâh böyle bir hale gelen can değildir.
Bu ruh hoşluk verir, hoştur, hoşluğun ta kendisidir. Ey maksadına erişmek için vesilelere baş vuran! Hoş olmayan, insanı hoş bir hale getiremez.
Sen şekerden tatlı bir hale gelsen bile o tat bazen senden gidiverir, bu mümkündür.

1980. Fakat fazla vefakârlık sebebiyle tamamen şeker olursan buna imkân yoktur. Nasıl olurda şekerden tat ayrılır, imkânı var mı?
Ey hoş arkadaş! Âşık, halis ve sâf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makamda artık akıl kaybolur, (bu sırra akıl ermez).
Aklı cüzi sırra sahip gibi görünürse de hakikatte aşkı inkâr eder.
Zekidir bilir; fakat yok olmamıştır. Melek bile yok olmadıkça Şeytandır.
Aklı cüzi sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hal bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibarettir.

1985. Varlıktan fâni olmadığı için o, hiçtir, yoktur. Kendi dileğiyle yok olmayınca nihayet zorla, istemediği halde yok olacaktır. Bu da ona yeter.
Can, kemaldir, çağırması sesi de kemaldir. Onun için Mustafa “Ey Bilâl bizi dinlendir ferahlandır;
Ey Bilâl! Gönlüne nefhettiğim o nefhadan, o feyizden dalga dalga coşan sesini yücelt.
Âdem’i bile kendinden geçiren, gök ehlinin bile akıllarını hayrete düşüren o nefhayla sesini yükselt!” buyurdu.
Mustafa o güzel sesle kendinden geçti. Ta’rîs gecesinde namazı kaçtı.

1990. O mübarek uykudan baş kaldırmadı; sabah namazının vakti geçip kuşluk çağı geldi.
Ta’rîs gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme devletine erişti.
Aşk ve can… her ikisi de gizli ve örtülüdür. Tanrıya gelin dediğim için beni ayıplama.
Sevgili, benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lâhzacık mühlet verseydi sükût ederdim.
Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kaza ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte.

1995. Ayıptan başka bir şey görmeyene ayıptır. Fakat gayb âleminin pâk ruhu, hiç ayıp görür mü?
Ayıp cahil mahlûka nispetle ayıptır; makbul Tanrıya nispetle değil.
Küfür bile yaratana nispetle bir hikmettir. Fakat bize nispet edecek olursan bir âfet, bir felâkettir.
Birisinde yüzlerce faziletle beraber bir de ayıp bulunsa o ayıp nebatatın sapı mesabesindedir.
Terazide her ikisini de birlikte tartarlar. Çünkü, nebatat ve sap… ikisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır.

2000. Şu halde büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır.
Onların sözleri de nişanı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur, nefisleri de, suretleri de.
Onlara düşman olanların canları ise sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibarettir.
Düşman toprağa girdi, tamamı ile toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp tamamı ile arındı.
O tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan meslâhat kazanmış, o yüzden melih sözü fasih olmuştur.

2005. Bu tuz, bu melâhat, ondan miras kalmıştır; vârisleri de seninledir, ara bul!
Vârisler senin huzurunda oturuyorlar, fakat nerede senin huzurun? Senin önündedirler, fakat nerede önü sonu düşünen can?
Eğer sen, kendinde ön, art olduğunu sanıyorsan cisme bağlısın, candan mahrumsun.
Alt, üst, ön, art; cismin vasfıdır. Nurani olan can ise bunlardan münezzeh ve cihetsizdir.
Kısa görüşlüler gibi zanna düşmemek için gözünü, o pâ padişahın nuruyla aç!

2010. Sen madem ki zâhiri önü, sonu düşünmektesin… Ancak ve ancak bu gam ve neşe âlemindesin. Ey hakikatte yok olan! Yok olan nerede ön, nerede son?
Yağmurlu gündür, gece çağına kadar yürü! Bu yağmur, bildiğimiz yağmur değil! Tanrı yağmurlarından.

Ayşe’nin -Tanrı ondan razı olsun- Mustafa Sallâllahu aleyhi vessellem’e “ Bugün yağmur yağdı. Sen mezarlığa gittiğin halde niçin elbisen ıslak değil? “diye sorması

    Mustafa, bir gün, dostlarından birinin cenazesiyle ve dostlarla mezarlığa gitti.
Onun mezarına toprak doldurdu, tohumunu yeraltında diriltti.
Bu ağaçlar, toprak altındaki insanlara benzerler. Ellerini topraktan çıkarıp;

2015. Halka doğru yüz türlü işaretlerde bulunurlar, duyana söz söylerler.
Yeşil dilleriyle, uzun elleriyle toprağın içindeki sırları anlatırlar.
Kazlar gibi başlarını su içine çekmişler…Karga gibiyken tavus haline gelmişlerdir.
Tanrı, onları kış vakti hapsetmişse de baharda o kargaları tavus haline getirir.
Kışın onlara ölüm vermişse de bahar yüzünden yine diriltip yapraklandırır, yeşertir.

2020. Münkirler der ki: “Eskiden beri olagelmiş bir şey. Neden bunu kerem sahibi Tanrı’ya isnad edelim?”
Onların körlüğüne rağmen Tanrı, dostların gönüllerinde bağlar, bahçeler bitirmiştir.
Gönülde kokan her gül, kül sırlarından bahisler açar.
Onların kokuları, münkirlerin burunlarını yere sürtmek için perdeleri yırtarak dünyanın etrafını dönüp dolaşırlar.
Münkirler, o gönül kokusuna karşı kara böcek gibidirler; dayanamazlar. Yahut davul sesine tahammül edemeyen beyni zayıf kimseye benzerler.

2025. Kendilerini meşgul ve müstağrak gösterirler. Şimşek parıltısından gözlerini yumarlar.
Göz yumarlar ama, onların bulundukları makamdaki göz değildir ki. Göz odur ki bir sığınak görsün.
Peygamber, mezarlıktan dönünce Sıddîka’nın yanına giderek konuşup görüşmeye başladı.
Sıddîka’nın gözü, Peygamber’in yüzüne ilişince önüne gelip elini onun üstüne,
Sarığına, yüzüne, saçına, yakasına, göğsüne, kollarına sürdü.

2030. Peygamber, “Böyle acele acele ne arıyorsun?” dedi. Ayşe “Bugün hava bulutluydu, yağmur yağdı.
Elbisende yağmurun eserini arıyorum. Gariptir ki üstünü, başını yağmurdan ıslanmamış görmekteyim” dedi.
Peygamber “O sırada başına ne örtmüşsün, baş örtün neydi? Diye sordu. Ayşe senin ridanı başıma örtmüştüm”dedi.
Peygamber dedi ki: “Ey yeni yakası tertemiz Hatun! Tanrı onun için temiz gözüne gayb yağmurunu gösterdi.”
O yağmur, sizin bu bulutunuzdan değildir. Başka bir buluttan, başka bir göktendir.

Hakîmi Senâî’nin “ Can elinde cihan göklerine iş buyuran gökler var. Can yolunda nice inişler, nice yokuşlar, nice yüksek dağlar ve denizler var “ beyitlerinin tefsiri

2035. Gayb âleminin başka bir bulutu, başka bir yağmuru, başka bir göğü, başka bir güneşi vardır.
Fakat o, ancak havassa görünür, diğerleri “ Öldükten sonra tekrar yaratılıp diriltileceklerinden şüphe ederler.”
Yağmur vardır, âlemi beslemek için yağar. Yağmur vardır âlemi perişan etmek için yağar.
Bahar yağmurlarının faydası, şaşılacak bir derecededir. Güz yağmuruysa, bağa sıtma gibidir.
Bahar yağmuru, bağı nazü naim ile besler, yetiştirir. Güz yağmuruysa bozar, sarartır.

2040. Kış, yel ve güneş de böyledir; bunların tesirleri de zamanına göre ve ayrı ayrıdır. Bunu böyle bil, ipin ucunu yakala!
Tıpkı bunun gibi gayb âleminde de bu çeşitlilik vardır. Bazısı zararlıdır, bazısı faydalı. Bazı yağmurlar berekettir, bazıları ziyan.
Abdâlin bu nefesi de işte o bahardandır. Canda ve gönülde bu nefes yüzünden yüzlerce güzel şeyler biter.
Onların nefesleri, talihli kişilere bahar yağmurlarının ağaca yaptığı tesiri yapar.
Fakat bir yerde kuru bir ağaç bulunsa cana can katan rüzgârı ayıplama!

2045. Rüzgâr, işini yaptı, esti. Canı olan da, rüzgârın tesirini candan kabul etti.

“ Bahar serinliğini ganimet bilip istifade edin. Çünkü o, ağaçlarınıza ne yaparsa bedenlerinize de onu yapar v.s hadîsinin mânası

   Peygamber, “Dostlar, bahar serinliğinden sakın vücudunuzu örtmeyin.
Çünkü bahar rüzgârı, ağaçlara nasıl tesir ederse sizin hayatınıza da öyle tesir eder.
Fakat güz serinliğinden kaçının. Çünkü o, bağa ve çubuklara ne yaparsa sizin vücudunuza da onu yapar “dedi.
Bu hadîsi rivayet edenler, zâhirî mânasını vermişler ve yalnız zâhirî mânasıyla kanaat etmişlerdir.

2050. Onların halden haberleri yoktur. Dağı görmüşler de dağdaki madeni görmemişlerdir.
Tanrı’ya göre güz, nefis ve hevadır. Akılla cansa baharın ve ebedîliğin ta kendisidir.
Eğer senin gizli ve cüzi bir aklın varsa cihanda bir kâmil akıl sahibini ara!
Senin cüzi aklın, onun külli aklı yüzünden külli olur. Çünkü Akl-ı kül, nefse zincir gibidir.
Binaenaleyh hadîsin mânası teville şöyle olur: Pak nefesler bahar gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır.
2055. Velîlerin sözlerinden, yumuşak olsun, sert olsun, vücudunu örtme çünkü o sözler, dininin zâhirîdir.
Sıcak da söylese, soğuk da söylese, hoş gör ki sıcaktan, soğuktan ( hayatın hâdiselerinden) ve cehennem azabından kurtulasın.
Onun sıcağı, hayatın ilkbaharıdır. Doğruluğun, yakînin ve kulluğun sermayesidir.
Çünkü can bahçeleri, onun sözleri ile diridir. Gönül denizi, bu cevherlerle doludur.
Eğer gönlün bahçesinden cüzi bir zevk ve hal eksilse aklı başında olan kişinin gönlünü, binlerce gam kapladı.

Sıddîka’nın –Tanrı ondan razı olsun- “ Bugünkü yağmurun sırrı neydi? “ diye sorması

*Sıddîka’nın aşkı çoşup edebe riayetle Peygamber’e sordu:

2060. “Ey şu varlığın hülâsası, vücudun zübdesi! Bu günkü yağmurun hikmeti neydi?
Bu yağmur, rahmet yağmurlarından mıydı, yoksa tehdit için mi yağıyordu, pek yüce, pek azametli Tanrı’nın adaletinden miydi?
Bu yağmur, bahara ait lûtuflardan mıydı, yoksa âfetlerle dolu güz yağmuru muydu?”
Peygamber dedi ki: “Bu yağmur musibetler yüzünden insanın gönlüne çöken gamı yatıştırmak için yağıyordu.”
Eğer Âdemoğlu, o keder ateşi içinde kalıp duraydı ziyadesiyle harabolur, eksikliğe düşer, ( hiçbir şey yapamaz bir hale gelir) di.

2065. O anda bu dünya harap olurdu, insanların içlerinde hırs kalmazdı.
Ey can, bu âlemin direği gaflettir. Akıllılık, uyanıklık, bu dünya için âfettir.
Akıllılık o âlemdendir, galip gelirse bu âlem alçalır.
Akıllılık güneştir, hırs ise buzdur. Akıllılık sudur, bu âlem kirdir.
Dünyada hırs ve haset kükremesin diye o âlemden akıllılık, ancak sızar, sızıntı halinde gelir.

2070. Gayb âleminden çok sızarsa bu dünyada ne hüner kalır, ne de ayıp.
Bu bahsin sonu yoktur. Başlamış olduğun söze dön, tekrar çalgıcının, hikâyesine devam et.

Çalgıcı hikâyesinin söylenmedik kısmı ve çalgıcının kurtuluşu

O, öyle çalgıcıydı ki âlem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler sesinden garip garip hayallere dalıyorlar, şaşılacak hallere düşüyorlardı.
Gönül kuşu onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı.
Fakat zaman geçip ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı, âcizlikten sinek avlamaya başladı.

2075. Sırtı, küp sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı. Gözlerinin üstünde kaşlar, âdeta eyer kuskununa döndü.
Onun cana can katan lâtif sesi fena, iğrenç , çirkin yürek tırmalayıcı geldi.
Zühere’nin bile haset ettiği o güzel sesi, kart eşeğin sesine benzedi.
Zaten hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır? Yahut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir.
Ancak Sûr’un üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibaret olan yüce azizlerin sesleri, bundan müstesnadır; onların sesleri bakidir.

2080. Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle bir yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan varolmuşlardır.
Her fikrin, her sesin kehlibarı (fikirleri ve sesleri çeken) o gönüldür. İlham, vahiy ve sır lezzeti yine o gönülden ibarettir.
Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp zayıflayınca kazançsızlıktan bir parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç hale geldi.
Dedi ki: “Tanrım, bana çok ömür ve mühlet verdin, hakîr bir kişiye karşı lûtuflarda bulundun.
Yetmiş yıldır isyan edip durdum. Benden bir gün bile ihsanını kesmedin.

2085. Bugün kazanç yok, senin konuğunum. Çengi sana çalacağım, gayrı seninim.”
Çengi omuzlayıp Tanrı aramağa yola düştü; ah ederek Medine Mezarlığına doğru yollandı.
“Tanrı’dan kiriş parası isteyeceğim. Çünkü o kendisine karşı halis olan kalplere kerem ve ihsanıyla eder” dedi.
Bir hayli çenk çalıp ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık yaptı bir mezara yaslandı.
Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da bırakıp sıçradı.

2090. Sâf bir âleme, can sahrasına vararak tenden ve cihan mihnetinden kurtuldu.
Canı, orada macerasını şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada bıraksalardı.
Canım bu bahçede, bu bahar çağında ne hoş bir hale gelir, bu ovanın bu gayb lâleliğinin sarhoşu olurdu.
Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız şekerler yedim.
Felek sakinleriyle zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre dalar, onlarla lâtifeler ederdim.

2095. Gözleri kapalı olarak bir âlem görür; elsiz, avuçsuz güller, reyhanlar devşirirdim…
Çalgıcı, bir su kuşuydu; bu âlem de bir bal denizi. Bu bal Eyyub Peygamber’in içtiği ve yıkandığı pınardı.
Eyyub, o pınarda yıkanarak tepeden tırnağa kadar doğu nuru gibi bütün hastalıklardan arındı, pirüpak oldu.
Mesnevi hacım bakımından felekler kadar bile olsa yine bu âlemin, hattâ küçük bir cüz’ünü ihata edemezdi.
Halbuki çok geniş olan o yerler gök, darlıktan gönlümü paramparça etti.

2100. Bu bir âlemdir ki bana rüyada göründü; açıklığıyla kolumu, kanadımı açtı.

[divide style="2"]

AÇIKLAMALAR  ( Beyitler  1401 – 2100 )

B. 1404. -1405. Nuh Peygamber diyor ki: “Ben, onları yargılamam için ne vakit çağırdıysam parmaklarını kulaklarına tıkadılar; elbiselerini başlarına çektiler, libaslarına büründüler; inatlarında ısrar ettiler; inadettikce ettiler, ululandıkça ululandılar.” (Sure: 71 — Kur, âyet: 7).

B. 1427.   (Feyz-al Kadir IV. 149).

B. 1479. dan sonraki başlık: Adem’le Havva. Tanrı tarafından yemişinden yememeleri emir buyurulan ağacın yemişini Şeytan’a uyup yeyince suçlu oldular ve Tanrı’dan “Rabbena zalemnâ — Rabbimiz. biz nefsimize zulmettik” diye yarlıganma dilediler (1250 – 1255) inci beyitlerin izahına bakınız). Şeytan’sa Kur’an’ın 7 inci suresi olan A’raf suresinin 16 ve 17 nci âyetlerinde bildirildiği veçhile “Febimâ agveyteni — Beni iğva ettiğin, rahmetinden uzaklaştırdığın için kullarını senin doğru yolundan azdıracak, sonra önlerinden, artlarından, sağlarından, sollarından gelip onları yoldan çıkaracağım…” demiş ve bu suretle suçu Tanrı’ya bulmuştur. Bu başlık altında bilhassa bundan halledilmektedir.

B. 1495. “Pis şeyler pislerin, pisler de pis şeylerindir. Temiz şeyler temizlerin, temizler de temiz şeylerindir…” (Sure: 24 — Nur, âyet: 26).

B. 1507. Lâzım, melzum, nâfî, muktazi. Bunlar aklî delillerdir. Lâzım olan, yani gereken şeyler bir melzum, yani gerekli aranır. Meselâ iyi insanda iyilik gereklidir, iyilik için de iyi insan gerektir. Nâfi ile muktaziye gelince: Bunlar birbirinin karşılığıdır. Her muktaziye bir muktaza lâzımdır. Meselâ yapılan bir işte muktazi, yani o şeyi iktiza ettiren, yaptıran arandığı gibi yapılan, meydana gelen iş de iktiza etmiş de vücut bulmuştur. Yapılmadığı takdirde o işin yapılmamasına sebebolan bir nâfî vardır, yapılmıyan, meydana gelmiyen şey ise menfidir, vücut bulmamıştır.

B. 1508. den sonraki başlıktaki cümle, Kur’an’-ın 57 nci suresi olan “Hadid” suresinin 5 inci âyetindendir.

B. 1528. den sonraki başlıkta bulunan söz hadîs değildir. Peygamber zamanında sofi ve tasavvuf sözleri yoktu. Nitekim Mevlâna da bunu hadîs olarak söylemiyor. Fakat muahhar tasavvuf kitaplarının bazılarında bu sözün hadîs olduğu yanlış olarak kayıtlıdır.

B. 1564.   Hayyâm’m şu rubaisini hatırlatır:

No herde günâh der cihan kist bigu
Van kes ki güneh nekerd çün zîst bigu

Men bed kunem-u tu bed mükafat kuni
Pes fark-ı miyan-ı men-u tu çist bigu

(Dünyada günah etmiyen kimdir? Söyle. Günah etmiyen kişi nasıl doğdu? Anlat. Ben kötülük eder, sen de kötülüğüme karşı bana kötülük verir, azabeylersen… Peki. söyle, benimle senin aranda ne fark var?) Abdullah Cevdet tab’ı, s. 368.

B. 1(03. Başlıkta söylendiği gibi Ferideddin-i Attâr’ın bir beytidir.

B. 1615. Ve sonraki beyitler. Kur’an’ın 20 nci suresi olan Tâhâ suresinin 65 inci âyetinden alınmadır.

B. 1622. “Kur’an okununca dinleyin ve susun de merhamet edilmişlerden olasınız.”

(Sure: 7 — A’raf. âyet: 204) bu beyitteki “Ansitû — susun” sözü, bu âyetten alınmadır.

B. 1628. “Evlere ardından girmek iyi değildir. İyilik, Tanrı’dan korkan ve haramdan çekinen kişinin işidir. Siz, evlere kapılarından girin. Tanrı’dan çekinin ki kurtulasınız.”

(sure: 2 — Bakara, âyet: 189).

B. 1673 – 1676. “Bir âyetin hükmünü değiştirir, -yahut o âyeti unutturursak yerine ondan daha hayırlı bir âyet, yahut ona benzer bir âyet getiririz. Tanrı’nın her şeye kaadir olduğunu bilmez misin” (Sure: 2 Bakara, âyet 106), 1673 teki arapça sözler bu âyetten alınmadır. .

B. 1674. “Siz. iman edenlerle alay ettiniz. Nihayet size beni anmayı unutturdum. Siz, müminlere gülerdiniz” (Sure 23 — Müminun – âyet: 110) bu beyitteki Arapça cümle, bu âyetten alınmadır.

B. 1709. Kur’an’ın 90 inci suresi olan ve Beled suresi denen bu surenin “fi kebed” e kadar olan 1-4 üncü âyetlerinin meal bakımından mânası şudur: “Bu şehre (Mekke’ye) ant olsun ki sen, bu şehirlisin. Babaya <Âdem Peygamber’e) ve oğula (Peygamberlere) ant olsun ki biz, insanı zahmet ve meşakkat için yarattık.”

B. 1732. Halil, dost manasınadır ve İbrahim Peygamber’in lâkabıdır.

B. 175S. La ve İllâ’dan murat “La ilahe illallah — ister elle yapılma olsun. İster vehimle icadedilmiş bulunsun, ibadete lâyık hiçbir mabut yoktur. İbadete lâyık mabut, ancak Tanrı’dır” sözündeki nefiy ve ispattır.

B. 1762. nci beyitten sonraki başlıktaki şiir, Hakim-i Senâî’nindir.

B. 1807 – 1809. Bu beyitlerden apaçık anlaşılıyor ki Mevlâna, bu bahisleri sabaha kadar söylemiş. Çelebi Hüsameddin yazmıştır. Burada Mevlâna, gün ışığını görünce Çelebi’yi uykusuz bıraktığından üzülüyor ve kendisinden tatlı bir dille özür diliyor. 1809 daki adı geçen Mansur, Abâ-al Mugıys Huseyn-ibn-i Mansûr al Hallac’dır ki hicrî 309 (922) de Bağdad’da idam edilmiştir. Şeriata aykırı sözleri yüzünden idam edilen Mansur, birçok sofilerce makbul sayılmıştır. Aynı zamanda bu beyitteki “Senin Mansur şarabın” sözünde iham da vardır. Çünkü “Mansur” yardım edilmiş; mânasına geldiğinden “Mansur şarabın” yardım edilmiş şarabın, feyzin ve lütfün mânalarına da gelir Mansur’la en fazla meşgul olan L. Massignon’ dur. Onun hakkında “Al-Hallaj, Martyr mystique de l’İslâm” adlı bir eser yazdığı gibi (Paris 1922) ayrıca “Ahbâr al Hallaj’ı (Paris 1936 ve Mansur’un “Kitâb al-Tavvâsîn”ini de bastırmıştır (Paris 1913).

B. 1877. den sonraki başlık. “Tanrı’nın dilediği olur, dilemezse olmaz” diye bir hadîs rivayet edilir.

B. 1898. Akl-ı Küll, Akl-ı Cüzi karşılığıdır. Akl-ı Cüzi, dünya işlerine eren akıldır ki buna geçim aklı mânasına “Akl-ı Maaş” da denir. Aynı zamanda akl-ı Küll, Hükema felsefesince yaratıcı kudretin faal tecellisidir. Bu faal tecelliye karşılık bir de  münfail tecelli vardır. Buna da Nefs-i Kül derler. Akl-ı Kül’le Nefs-i Külden felekler ve anasır meydana gelmiş, feleklerle unsurların birleşmesinden üç çocuk (Mevlâlîd-i Selâse) yani cemat, nebat ve hayvan vücut bulmuştur. Tasavvufu Hükema felsefesiyle birleştiren sofilerce Akl’ı Kül şeriat dilinde Cebrail’dir.

B. 1905. Hakîm-i Gaznevî, Senâî’dir ve bu beyitten sonraki iki beyit onundur.

B. 1924. Bu beyitteki cümleler., Kur’an’ın 55 inci suresi olan Rahman suresinin 33 üncü âyetinden alınmadır. Âyetin mânası şudur: “Ey cinler ve insanlar, göklerin ve yeryüzünün sınırlarından dışarı çıkabilirseniz çıkın! Çıkamazlar, ancak Tanrı kudretiyle.”

B. 1934. Tanrı, Cebrail’i Meryem’e göndermiş, Cebrail de Meryem’in yakasından üfürmüş, Meryem bu suretle gebe kalmış ve İsa Peygamber’i doğurmuştur. İncil’de de aşağı yukarı aynı olan bu rivayet, Kur’an’ın birçok surelerinde vardır. Hattâ 19 uncu suresi, bilhassa İsa Peygamber’i ve doğumunu anlatır. Bu yüzden de “Meryem suresi” adiyle anılır.

B. 1938. “Kul farzlardan başka ibadetlerle meşgul oldukça bana yaklaşıp durur. Nihayet ben, onun kulağı gözü. dili, eli ayağı olurum. Benimle duyar, benimle görür, benimle söyler, benimle tutar, benimle yürür” diye bir Hadis-i Kudsî rivayet edilir ki sofiler, buna bilhassa ehemmiyet verirler. Bu mertebeye “Kurb-i Nevafil — Nafileler yüzünden Tanrı’ya yakın olmak” mertebesi derler.

B. 1939. H. Muhammed’in “Bir kişi, Tanrı’ya mal olur, kendisini Tanrı’ya verirse.. Tanrı da onun için, olur” dediği rivayet edilmiştir.

B. 1953 – 1959. Bu iki beyitteki Arapça sözler. Kuran’ın 33 üncü suresi olan Ahzâb suresinin 72 nci âyetinden alınmıştır. Âyetin manâsı şudur: “Şüphe yok. ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik.. yüklenmekten çekindiler, ondan korktular.. İnsan yüklendi, yüklendi ama çok zalim ve bilgisiz.” 1959 daki “Feebeyne en yahmilnehâ” yüklenmekten çekindiler; “Eşfakne minhâ” da ondan korktular demektir.

B. 1972. “Ey beyaz kadıncağız, benimle konuş!” H. Muhammed’in Ayşe’ye böyle dediği rivayet edilmiştir. Sofilere göre Peygambere ruhaniyet galebe edince dünya ile meşgul olmak, oyalanıp o halden kurtulmak için. zevcesine böyle hitabeder, onunla konuşur görüşürdü. Beşeriyet galebe edince de müezzinleri olan Bilâl’e “Ezan oku, bizi ferahlandır” derlerdi.

1986 ncı beyitte de buna işaret edilmektedir.

B. 1973. Eskiden sihirle uğraşanlar, birisinin sevgisini kazanmak için bir nala sevgilisinin adını yazıp ateşe korlar, bazı şeyler okurlardı. Güya bu suretle sevgilinin kararı kalmaz, âşıka ram olurmuş. “Nalı ateşe-koymak” edebiyatta sevgiye delâlet eder. Bu beyitteki söz, hadîs, yani H. Muhammed’in sözü değildir.

B. 1986 – 1988. 1972 nci beytin izahına bakınız.

B. 1989 – 1991. H. Muhammed’in bazı savaşlarda bütün gece yürüdüğü, sabaha karşı, sabahleyin konaklayıp uyuduğu, bu suretle gün doğup kuşluk çağı geldiği ve sabah namazı vaktinin geçtiği, uyandıktan zaman namazı cemaatle kaza ettikleri rivayet edilmiştir. Yolcunun sabaha kadar yürüyüp sabaha karşı uyku ve istirahat için konaklamasına Arapça “Ta’ris” denir.

B. 2004. Arapçada milh tuz demektir. Melâhat de tuzluluktur. Yemeğe tuz çeşni verdiği cihetle Melâhat güzellik ve alım mânalarına kullanılagelmiştir. Biz, Melâhat kelimesini kullandığımız halde “tuzluluk” kelimesini güzellik, şirinlik mânalarına kullanmayız. Azerîlerde ise “tuzlu kişi” güzel ve melih adam yerine kullanılır H. Muhammed’in “Ben, kardeşim Yusuf’tan daha melihim, Yusuf benden daha güzeldi” dediği rivayet edilmiştir.

B. 2096. Eyyub Peygamber, Tanrı tarafından sınanıp birçok belâlara uğradıktan sonra hastalanmış, vücudu yaralar, bereler içinde kalmıştı. Sonra ona “Ayağını yere vur. Şu yıkanacak soğuk çeşme; şu kaynak da içilecek su” denmiş (sure: 73 Sâd, âyet: 42). O da ayağını yere vurmuş, yerden çıkan iki kaynağın birinde yıkanmış, vücudundaki hastalıklar iyileşmiş, öbüründen içmiş, içindeki hastalıklar geçmişti.

CİLT 1  (2101 - 2800 Beyitler)

Bu âlemle bu âlemin yolu meydanda olsaydı dünyada pek az kimse, ancak bir lâhzacık kalırdı.
İhtiyar çalgıcıya “Burada kalmaya tamah etme, mademki ayağından diken çıkmıştır, haydi git” diye emir gelmekte.
Canı ise orada, Tanrı’nın rahmet ve ihsanı meydanında “Durakla, bekle” demekteydi.

   Hâtif’in ruyada Ömer’e “ Beytülmalden şu kadar mal al, mezarlıkta yatan o adama ver “ demesi

   O sırada Hak Ömer’e bir uyku verdi ki kendini uykudan alamadı.

2105. “Bu mûtat bir şey değildi. Bu uyku, gayb âleminden geldi. Sebepsiz olamaz” diye taaccüpte kaldı.
Başını koydu, uyudu. Rüyasında hak tarafından bir ses geldi, bu sesi ruhu duydu.
O ses öyle bir sesti ki her sesin nağmenin aslıdır. Asıl ses odur, o sesten başka sesler, aksi sedadır.
Türk, Kürt, Zenci, Acem, Arap bütün milletler kulağa, dudağa muhtaç olmadan bu sesi anlamışlardır.
Hattâ Türk, Acem ve Zenci şöyle dursun... o sesi dağlar taşlar bile işitmiştir.

2110. Her dem Tanrı’dan “ Elestü” sesi gelir, cevherlerle arazlar da o sesten var olmaktadırlar.
Gerçi bunlardan zâhiren “Belâ” sesi gelmezse de onların yokluktan gelmeleri, var olmaları “Belâ” demeleridir.
Ağacın, taşın anlayışını söyledim ya. Hemen şimdicik bunu anlatan şu hikayeyi dinle!

“ Cemaat çoğaldı, vâzettiğin zaman mübarek yüzünü göremiyoruz “ diye Peygamber Sallâllahu Aleyhi vesellem için mimber yaptıkları vakit (evvelce dayanıp vâzettiği) Hannâne direğinin inlemesi ve Peygamber’le sahabenin o iniltiyi işitmeleri, Mustafa Sallâllahu Aleyhi vesselem’in o direkle açıkça sual ve cevabı

   Hannâne direği, Peygamberin ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu.
Peygamber, “Ey direk, ne istiyorsun?” dedi. O da “Canım, ayrılığından kan kesildi.

2115. Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın. Mimberin üstüne çıktın” dedi.
*Bunun üzerine Peygamber ona dedi ki: “Ey iyi ağaç, ey sırrı bahta yoldaş olan!
Söyle ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ki doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.
Yahut Tanrı, seni o âlemde bir servi yapsın da ebediyen terü taze kal” dedi.
Hannâne “Daim ve baki olanı isterim” dedi. Ey gafil, dinle de bir ağaçtan aşağı kalma!
Peygamber, kıyamet günü insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü.

2120. Bunu duy da bil ki Tanrı, kimi kendisine davet ettiyse o kimse bütün dünya işlerinden vazgeçmiştir.
Kim, Tanrı’dan tevfika mazhar olursa o âleme yol bulmuş, dünya işinden çıkmıştır.
Bir kimsenin Tanrı sırlarından nasibi olmazsa cemadın inlemesini nasıl tasdik eder?
Evet, der ama yürekten değil. Kendisine münafık demesinler diye tasdik edenlere uyar, zâhiren tasdik eder.
Eğer cemadat Tanrı’nın “Kün-ol” emrine vakıf olmasalar ( ve bu emri duyup, bu emre uyup, varlık âlemine gelmemiş bulunsalardı) bu söz âlemde o vakit reddedilirdi.

2125. Yüz binlerce taklit ve istidlâl ehlini, pek cüzi bir vehim, şüpheye düşürür.
Çünkü taklitleri de istidlâlleri de, hattâ bütün kolları, kanatları da zanla kaimdir.
O aşağılık Şeytan, bir şüphe meydana getirir. Bütün bu körler tepe takla düşerler.
İstidlâlcilerin ayakları tahtadır. Tahta ayaksa pek kudretsiz pek karasızdır.
Sebatiyle dağları bile hayran eden ve basiret sahibi olan zamanın kutbu ise böyle değildir. (İstidlâle değer vermez).

2130. Çakıl üstüne baş aşağı düşmemek için körün ayağı sopadır sopa.
Askerin, yani din ehlinin üstünlüğüne sebep olan o binici kimdir! Gören padişah!
Her ne kadar körler sopa ile yol görmüşlerdir ama yine gözlükler sayesinde.
Dünyada gözlükler ve padişahlar olamasaydı bütün körler ölürlerdi.
Körlerin elinden ne ekmek gelir, ne biçmek gelir, ne alışveriş gelir, ne de kâr ve kazanç.

2135. Tanrı onlara merhamet ve inayet kılmasaydı onların istidlâl değnekleri hemencecik kırılırdı.
Bu sopa nedir? Kıyaslar, deliller. O sopayı onlara kim verdi? Gören Tanrı!
Sopa, mademki savaş ve kavga âletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et!
O size sopa verdi de öyle meydana çıktınız. Sonra da kızgınlıkla o sopayı yine ona vurdunuz.
Ey körler güruhu! Ne iştesiniz, ne yapıyorsunuz? Aranıza bir gören kişi alın!

2140. Sen de sana sopa verenin eteğini tut. Bak bir kere Âdem Peygamber istidlâl ve isyan yüzünden neler çekti?
Mûsâ ve Muhammed’in mucizelerine dikkat et. Sopa nasıl yılan şekline girdi, direk nasıl irfan sahibi oldu?
Sopa yılan şekline girdi, direkten de inilti duyuldu. Bu mucizeleri, dini izhar için günde beş kere ilân ederler.
Bu din lezzeti eğer akla aykırı olmasaydı bunca mucizeye hacet var mıydı?
Akıl akla uygun olan her şeyi; mucizesiz, keşmekeşsiz kabul eder.

2145. Bu bâkir yolu, akla aykırı (akıl hududundan hariç, kıyas ve istidlâle sığmaz) gör ve bu görüş, her devlet sahibine makbuldür; buna da dikkat et.
Şeytanlarla canavarlar, nasıl insan korkusundan ve hasetlerinden ürküp adalara, ıssız yerlere kaçtılarsa,
Münkirler de Peygamberlerin mucizelerinden korkup başlarını otların içlerine sokmuşlar.
Bu suretle müslümanlık ediyle anılarak yaşamak, kim olduklarını, ne inanışta bulunduklarını sana bildirmemek istemişlerdir.
Kalpazanlar, kalp paraya nasıl gümüş sürerler ve üstüne padişahın adını kazırlarsa,

2150. Onları sözlerinin dış yüzü de tevhit ve şeriattir; fakat iç yüzü, ekmekteki delice tohumuna benzer.
Felsefecinin, dini inkâra, yahut din ehliyle mübahaseye kudreti yoktur. Böyle bir şeye girişirse Hak din, onu mahveder.
Onun eli, ayağı cansızdır. Canı ne derse ikisi de fermanına uyar, dediğini yapar.
Felsefeciler, dilleriyle cansız şeylerin hareketini, seslenmesini inkâr ederlerse de elleriyle ayakları, bunun imkânına şehadet edip durur.

 Peygamber Aleyhisselâm’ın mucizesi, Ebucehil Aleyhillâne’nin elinde taş parçalarının dile gelerek  Muhammed Sallâllahu Aleyhi Vesellem’in doğruluğuna şehadet etmeleri
                    

   Ebucehl’in elinde taş parçaları vardı. Dedi ki: “Ey Ahmed, şu avucumdaki nedir? Çabuk söyle!
Mademki göklerin sırlarına vâkıfsın, peygambersen avucumda ne saklı?”
Peygamber “Onlar nedir, ben mi söyleyeyim; yoksa onlar mı doğru olduğumuzu söylesin, bizi tasdik etsinler; hangisini istersin? Dedi.
Ebucehil “Bu ikincisi daha garip” deyince Peygamber dedi ki: “Evet, Tanrı ondan daha ilerisine de kadirdir.”
Derhal Ebucehl’in avucundaki taşların her biri, şahadet getirmeye başladı.
“İbadete layık hiçbir şey yoktur, ancak Tek Tanrı’ya tapılır” dedi ve “Muhammed, Tanrı elçisidir” incisini deldi.

2160. Ebucehil, taşlardan bu sözü işitince hiddetle taşları yere vurdu.

Çalgıcı hikâyesinin sonu ve Emirülmüminîn Ömer’in –Tanrı ondan razı olsun kendisine Hatifin söylediğini alıp ulaştırması 

   Bunu bırak da yine çalgıcının hikâyesine kulak ver. Çalgıcı, beklemekten bunalınca.
Ömer’e yine ses geldi! “Ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar!
Has, muhterem bir kulumuz var; mezarlığa kadar gitmek zahmetini ihtiyar et.
Ey Ömer, kalk. Beytülmâlden yedi yüz dinar al, hepsini onun avucuna say!

2165. O parayı huzuruna götürüp “O parayı huzuruna götürüp “Ey makbulümüz olan! Şimdilik bu kadarcığı al ve bizi mazur gör.
Bu kadarcık para sana ancak ibrişim (kirşi) parasıdır. Harcet, bitince yine buraya gel” de.
Bunun üzerine Ömer, sesin heybetinden sıçrayıp kalkarak bu hizmet için belini bağladı.
Koltuğu altında para kesesi olduğu halde koşarak çalgıcıyı arayıp taramak için mezarlığa yüz tuttu.
Mezarlığın etrafını bir hayli döndü, dolaştı; orada o ihtiyardan başka kimseyi göremedi.

2170. “Bu olmasa gerek” deyip bir kere daha koştu. Nihayet yoruldu, fakat yine o ihtiyardan başkasını göremedi.
Kendi kendisine “Hak, bana dedi ki: bizim sâf, makbul ve mübarek kulumuz var;
İhtiyar bir çalgıcı, nasıl olur da Tanrı haslarından olur? Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garip!”
Ava çıkan aslanın dönüp dolaşması gibi bir kere daha mezarlık etrafını dolaştı.
Orada o ihtiyardan başka kimsenin olmadığını iyice anlayınca “ karanlıklar içinde parlak gönüller çoktur” dedi.

2175. Gelip edebe fazlasıyla riayet ederek oraya oturdu. Bu sırada Ömer aksırdı, ihtiyar uyanıp sıçradı.
Ömer’i görünce şaşırdı, kaldı. Gitmek istedi, fakat titremeğe başladı.
İçinden dedi ki: “Yarabbi senin elinden elemân! Şimdi de çalgıcı ihtiyarcağıza muhtesip geldi, çattı.”
Ömer, o ihtiyarın yüzüne bakıp da onu utanmış çehresini sararmış görünce,
“Benden korkma, ürkme; çünkü sana Hak’tan müjdeler getirdim.

2180. Tanrı, senin huylarını o derece methetti ki nihayet Ömer’i, senin cemaline âşık etti.
Otur şöyle önüme; uzaklaşmağa kalkışma. Kulağına devlet ve ikbal âleminden bazı sırlar söyleyeyim.
Tanrı sana selâm söylüyor; halini, hatırını soruyor. Hadsiz hesapsız zahmetlerden, kederlerden, ne haldesin? Buyuruyor.
Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim parası olarak al, harca da bitince yine buraya gel!
İhtiyâr, bunu işitince kendini yerden yere vurup ellerini ısırmağa, elbisesini yırtmaya başladı.

2185. “Ey naziri olmayan Tanrı! Ziyade utancından zavallı ihtiyar su kesildi” diye bağırmağa koyuldu.
Bir hayli ağlayıp eleme düştü. Nihayet çengi yere çalıp parça parça etti.
Dedi ki: “Ey benimle Rabbimin arasında perde olan, ey beni ana yoldan azdırıp sapıtan!
Ey yetmiş yıldır kanımı emen, kemal sahibine karşı yüzümü kara eden!
İhsan ve vefa sahibi Tanrı, cefalarla, suçlarla, geçen ömrüme sen acı!

2190. Tanrı bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez.
Bense bütün o ömrü, her nefeste zir ve bem perdelerine harç ederek yele verdim.
Ah! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı.
Eyvallah olsun ki Kûçek makamının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü.

2195. Eyvahlar olsun bu yirmi dört makamın sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti!
Ey, Tanrı, bu feryat edenin elinden feryat! Hiç kimseden değil, bu medet isteyen medet! Şikâyetim en çok kendimden...
Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak bana, benden yakın olandan medet var.
Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte... Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil.”
Birisi sana para verse, altın saysa sen ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.

Ömer’in –Tanrı ondan razı olsun- ihtiyar çalgıcının nazarını varlık âlemi olan istiğrak âlemine çevirmesi

   Bunun üzerine Ömer, çalgıcıya dedi ki: “Senin bu ağlaman, aklının başında olduğuna delâlet eder.

2200. Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır.
Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Tanrı’ya perdedir,geleceğin de.
Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın?
Neyde boğum bulundukça sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz.
Sen, kendi tarafından tavaf edip durdukça nasıl tavafta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbeye gelmiş sayılırsın?

2205. Haberlerin haber vericiden bihaberdir; tövben günahından beterdir.
Ey geçen hallerden tövbe etmek isteyen! Bu tövbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin, söyle! Gâh zir nağmesini kıble edinirsin; gâh ağlayıp inlemeyi öper durursun.”
Faruk, sırlara ayna olunca ihtiyar çalgıcının canı da cisminde uyandı.
Artık can gibi, ağlamadan gülmeden kurtuldu. Canı gitti, bambaşka bir canla dirildi.

2210. O zaman gönlüne öyle bir hayret geldi ki yerden de dışarda kaldı, gökten de ( bütün âlemi unuttu).
Ona arayıp tarama hududu ardında öyle bir arayıcılık düştü ki ben bilmiyorum; sen biliyorsan söyle!
Halden de öte, kaalden de ileri şöyle bir hale, öyle bir kaale erişti; ululuk sahibi Tanrı’nın cemaline dalıp kaldı.
Ama tek bir kurtuluş imkânı bulunsun... Yahut denizden başka onu bir tanıyan, gören olsun... Hayır bu çeşit dalış değil.
Bu sözler, her an zuhura gelmeseydi, durmadan zuhur ediş, bu sözlerin söylenmesine sebep olmasaydı aklı cüzi, külle ait sözler söylemezdi.

2215. Fakat birbiri ardınca durmadan zuhur ettikçe zuhur ediyor. Bundan dolayı da denizin dalgaları buraya gelip durmakta.
İhtiyar çalgıcının hikâyesi buraya varınca ihtiyarda yüzünü perde arkasına çekti, ahvali de.
İhtiyar, eteğini dedikodudan silkti; ona ait bizim ağzımızda ancak yarım bir söz kaldı.
Bu ayşü işreti düzüp koşma uğrunda yüz binlerce can feda edilse değer.
Can ormanındaki avcılıkta doğan ol; cihanın güneşi gidip canla oyna!

2220. Yüce güneş, can vere gelmiştir; her nefeste boşaldıkça (nurla ) doldururlar.
Ey mânevi güneş, can ver de eski cihana yenilik göster.
İnsanın vücuduna akıl ve ruh, gayb âleminden akar su gibi gelmekte.

     Her Pazar yerinde “ Yarabbi, muhtaçları doyuranların her birerine verdiklerine karşılık mükâfat ihsan eyle. Yarabbi, vermeyip saklayanların mallarını da telef et, onları zararlandır” diye dua eden iki meleğin dualarını tefsir ve o verici kişinin Tanrı yolunda mücahit olduğu, heva ve heves yolunda müsrif olmadığı  

   Peygamber dedi ki: “Öğüt vermek üzere iki melek hoş bir surette nida ederler:
Ey Tanrı, muhtaçlara ihtiyaçları olan şeyi verenleri doyur, verdikleri her dirheme karşılık yüz bin ihsan et!

2225. Yarabbi, malını esirgeyenlere de ziyan içinde ziyandan başka bir şey verme!”
Fakat nice esirgemeler vardır ki vermeden iyidir. Tanrı malını Tanrı’nın buyurduğu yerden gayriye verme,
Ki hadde hesaba sığmaz hazine elde edesin ve bu suretle kâfirlere, küfranı nimet edenlere katılmayasın.
Kâfirler; kılıçları, Mustafa’ya üstün olsun diye develer kurban edenlerdi.
Tanrı emrini, Tanrı’ya ulaşmış birisinden sor, öğren. Her gönül, Tanrı emrini anlayamaz.

2230. (Yersiz ihsan), âsi bir kölenin, gûya adalet ediyorum, ihsanda bulunuyorum diye padişahın malını âsilere dağıtmasına benzer.
Kur’an’da “onların bütün ihsanları hasretten ibarettir” diye gaflet ehlini korkutan bir âyet vardır.
Şu âsinin adlü ihsanı, onu padişahtan daha ziyade uzaklaştırır, gözden düşürür ve ancak yüzünü kara eder.
Mekke ulularının Peygamberle harp ederken kurban kesmeleri de , Tanrı tarafından kabul edilir ümidiyleydi.
İşte bunun için mümin tevfika mazhar olamamak korkusundan daima namazda “İhdinas sıratal mustakim” der.

2235. O para veriş cömert kişiye lâyıktır. Can vermekse esasen âşıkın vergisidir.
Hak uğruna ekmek verirsen sana ekmek verirler; Hak uğruna can verirsen sana da can bahşederler.
Şu çınarın yaprakları dökülürse Tanrı, ona yapraksızlık azığı bağışlar.
Dağıtmaktan dolayı elinde mal kalmazsa Tanrı’nın inayeti, seni hiç ayaklar altında çiğnetir mi?
Bir adam ekin ekince ambarı boşalır ama bu işin iyiliği, tarlada belli olur.

2240. Fakat tohumu ambara kor, biriktirirse zaman geçtikçe bitler, fareler, o tohumu yiyip bitirirler.
Bu cihan tamamiyle fânidir; aradığını sebatlı, kararlı âlemde ara! Sûretin sıfırdan ibarettir; dilediğini mâna âleminde dile!
Acı ve tuzlu canı kılıç önüne koy, feda et de tatlı bir deniz gibi olan canı al!
Eğer bu kapıdan bunu almaya kudretin yoksa bari şu hikâyeyi dinle!

Zamanında Kerem ve ihsanda Hatemi Tai’yi geçen ve nazirî bulunmayan Halifenin hikâyesi

   Eski zamanda bir halife vardı ki, Hâtem’i cömertliğine köle etmişti.

2245. İhsan ve adalet bayrağını yüceltmiş, dünyadan yoksulluk ve ihtiyacı kaldırmıştı.
Deniz ve inci, onun vergisine nispetle ehemmiyetsiz bir hale gelmiş lûtuf ve ihsan Kaf’tan Kaf’a yayılmıştı.
O padişah, topraktan ibaret olan şu yeryüzünde bulut ve yağmurdu. İn’am ve ihsan sahibi Tanrı’nın vericiliğine mazhardı.
Deniz ve maden, onun ihsanına karşı zelzeleye düşmüş, onun cömertliğine doğru kafile kafile gelip duruyordu.
Kapısı, hacet kıblesiydi. Şöhreti, cömertlikle bütün âleme yayılmıştı.

2250. Onun vergisinden, onun cömertliğinden Acem de şaşırmıştı,Rum da. Türk de hayrete dalmıştı, Arap da.
Hayat suyu, kerem deniziydi. Onun yüzünden Arap da dirilmişti. Acem de!

Yoksul Arap bedevisinin hikâyesi ve yoksulluk yüzünden karısıyla arasında geçen şey

   Bir gece bir bedevi karısı, dedikoduyu hadden aşırarak kocasına dedi ki:
“Bütün bu yoksulluğu, bu cefayı biz çekmekteyiz. Âlemin ömrü hoşlukla geçiyor. Sade biz kötü bir haldeyiz.
Ekmeğimiz yok, katığımız dert ve haset... Testimiz yok suyumuz gözyaşı.

2255. Gündüzün elbisemiz güneşin ziyası... Geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı.
Açlığımızdan değil mi ayı, okkalık ekmek sanıp elimizle gökyüzüne saldırıyoruz.
Yoksullar bizim yoksulluğumuzdan ve gece gündüz yiyecek düşünmemizden arlanıyorlar.
Sâmirî’nin halktan kaçtığı gibi akraba, yabancı... herkes, bizden kaçıyor.
Birisinden bir avuç mercimek isteyecek olsak bize “Sus, geber, babalar çıkarasıca!” diyor.

2260. Arabın iftiharı, savaş ve ihsandır. Sence Arap içinde yazıda kazınıp yok edilecek bir yanlışa benziyorsun.
Ne savaşı? Zaten biz savaşsız öldürülmüş, bitmişiz; yoksulluk kılıcıyla başımız uçurulmuş, gitmiş!
İhsan nerede? Yoksulluğun etrafında dönüp dolaşarak ağ örmekte, havada uçan sineğin damarını sokup kanını emmekteyiz.
Hele bize misafir gelsin... Geceleyin uyuyunca elbisesini soymazsam ben de adam değilim!

  Muhtaç ve müştak müritlerin yalancı, düzenci dâvacılara aldanmaları ve onları Hakk’a ulaşmış, yüce  şeyh sanmaları, veresiyeyi peşinden, hileyle yapılmış çiçeği hakikî, bitmiş ve yeşermiş çiçekten farketmemeleri

   Bundan dolayı bilenler, hikmetle dediler ki: ihsan ve kerem sahiplerine konuk olmak gerek.

2265. Halbuki sen, öyle birisinin müridisin ki hasisliği yüzünden kendisi galip değil, seni nasıl galip edecek?
Sana nur vermesi şöyle dursun... bilâkis kapkara bir hale koyar.
Kendisinin nuru yok, onunla görüşüp konuşanlar nereden nurlanacak?
Bu çeşit şeyh, gözü akan ve görmeyen kişiye benzer. Gözüne ilâç çeker ama zararlı ilâçtan başka bir şey çekemez ki.
Yoksulluk ve meşakkatta bizim halimiz de böyledir. Bize aldanıp da hiçbir konuk gelmez.

2270. On yıllık kıtlığı mücessem olarak görmedinse gözünü aç da bize bak!
Görünüşümüz dâvacı adamların içi gibi gönlü kapkara, fakat dili şâşaalı!
Tanrı’dan onda ne bir koku var, ne bir eser. Fakat dâvası Şit’ten de ileri, Âdem’den de!
Hattâ ona, Şeytan bile kendisini göstermez. Böyle olduğu halde o “Biz Abdallardanız, hattâ daha ileriyiz “ der durur.
Kendisini adam sansınlar diye dervişlerin bir hayli sözünü çalmış çırpmıştır.

2275. Söz söylerken lâfı Bayezid’den ziyade inceler, onu bile kusurlu bulur. Halbuki onun içyüzünden Yezid arlanır.
Gökyüzünün ekmeğinden, sofrasından nasipsizdir. Hak, önüne bir kemik bile atmamıştır.
O ise “Sofrayı yaydım, Hakk’ın vekiliyim, halife oğluyum” diye bağırıp durmaktadır.
“ Ey aşağılık sâf kişiler, gelin... gelin de ihsan keremimin sofrasından, kimse mâni olmaksızın yeyin” demektir.
Onlar da onun başına toplanırlar. Nimet ve ihsan istedikçe yalancı şeyh “ Yarın” der. Fakat bir türlü o yarın gelip çatmaz.

2280. Âdemoğlunun, az çok sırrı meydana çıkabilmek için uzun zamanlar lâzımdır.
Tek duvarın altında define mi var, yoksa yılan karınca ejderha yuvası mı?
O yalancı şeyhin hiçbir şey olmadığı meydana çıkıncaya kadar tâlibin de ömrü tükenmiş olur: artık anlamanın ne faydası var?

 Bazen bir mürit, dâvacı ve yalancı bir şeyhe adamdır diye sadkatle inanır, itikat eder. Bu itikat yüzünden öyle bir makama erişir ki şeyhi, o makamı ruyada bile görmemiştir. Bu suretle müride su ve ateş bile zarar vermez. Halbuki şeyhe zararlıdır. Fakat bu. nadirdir

    Fakat nadir olarak tâlibin itikadındaki parlaklık yüzünden şeyhin yalanı tâlibe faydalı olur.
Şeyhi, can sanır, ceset çıkar ama tâlip, kendi iyi niyeti yüzünden öyle bir makama erişir ki...

2285. Hali, tıpkı gece ortasında kıble arayana benzer. Kıble bulunmasa bile namazı caizdir.
Dâvacı ve yalancı şeyhin can kıtlığı gizlidir. Fakat bizdeki ekmek kıtlığı meydanda.
Niçin bunu, dâvacı şeyh gibi gizleyelim? Neden fayda olmadığı halde utanıp arlanarak can çekişelim?”

     Bedevinin, karısına sabretmesini buyurması ve ona sabır ve yoksulluğun faziletini söylemesi

    Kocası dedi ki: “Daha ne vakte kadar gelir ve mahsul arayıp duracaksın; zaten ömrümüzden ne kaldı ki? Çoğu geçip gitti.
Akıllı kişi, artığa, eksiğe bakmaz; çünkü ikisi de sel gibi geçer.

2290. Sel ister sâf olsun, ister bulanık... Mademki baki değildir, ondan bahsetme?
Bu âlemde binlerce canlı, sıkıntısız, hoş bir halde yaşamakta, geçinip gitmektedir.
Üveyk kuşu, geceki rızkı henüz meydanda olmadığı halde ağaçta Tanrıya şükreder.
Bülbül “Ey duaya icabet eden Tanrı, rızık hususunda itimadımız sana” diye Tanrıya hamdeyler.
Doğan, rızkını padişahın elinden umduğundan bütün pis şeylerden ümidini kesmiştir.

2295. Böylece sivrisinekten tut da file kadar bütün mahlûkat Tanrı ailesidir; Hak da ne güzel aile reisi.
Gönlümüzdeki bütün bu gamlar, heva ve hevesimizin, varlığımızın tozundan, dumanından meydana gelir.
Bu kökümüzü söken gamlar, ömrümüzün orağına benzer. Bu böyle oldu kuruntuları da vesveselerimizdir.
Bil ki her hastalık ölümden bir parçadır. Çaresi varsa, ölümün bir cüz’ünü kendinden kov!
Ölümün bir cüz’ünden bile kaçamadığın halde onun hepsini başından aşağıya dökecekler, bunu iyice bil!

2300. Ölümün cüz’ü olan hastalık sana taht geliyorsa bil ki Tanrı küllü, yani ölümü de sana tatlılaştırır.
Hastalıklar, ölümden elçi olarak gelmektedir; ey boşboğaz, ölümün elçisinden yüz çevirme!
Tatlı yaşayan, sonunda acı öldü. Ten kaydında olan canını kurtaramadı.
Koyunları kırdan sürer getirirler; hangisi daha besli ise onu keserler.
Gece geçti, sabah oldu. Sen ne vakte kadar bu altın masalını yeni baştan söyleyip duracaksın?

2305. Gençken daha kanaatliydin; şimdi altın istiyorsun, halbuki sen önceden altındın.
Üzümlerle dolu bir asmaydın; nasıl oldu da kesada uğradın; üzümün tam olacakken bozulup gittin?
Meyvanın günden güne daha tatlı olması lâzım.İp eğirenler gibi gerisin geriye gitmenin lüzumu yok!
Sen bizim eşimizsin; işlerin başarılması için eşlerin aynı huyda olmaları lâzımdır.
Eşlerin birbirine benzemesi lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!

2310. Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işine yaramaz.
Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu? Ormandaki aslana kurdun çift olduğunu hiç gördün mü?
Bir gözü bomboş, öbürü tıka basa dolu olsa hurç, devenin üstünde doğru duramaz.
Ben sağlam bir yürekle kanaat yolunda gidiyorum; sen neye kınama yolunu tutuyorsun?”

 Bedevi karısının, kocasına “ Lime tekulûne mâ lâ tef’alûn denmiştir.Haddinden fazla söz söyleme. Bu sözler doğru olmakla beraber bu tevekkül makamı, senin makamın değildir. Makamından ve işinden yukarı söz söylemek, sana ziyan verir. “ Kebüre makten indallah “ hükmü zuhur eder, diye  nasihat vermesi

   Kanaatkâr adam ihlâsla, yüreği yanarak sabaha kadar karısına bu yolda sözler söyledi.

2315. Kadın ona haykırdı: “Ey namustan gayri bir şeyi olmayan, artık bundan fazla senin afsununu istemem.
Yürü git. Gayri bu davadan bahsetme; kibir ve azamete dair saçma sapan şeyler söyleyip durma!
Ne vakte kadar bu tumturaklı sözler, bu işler güçler? Kendi halini, kendi işini gör de utan!
Kibir çirkindir ama dilencilerden olursa daha çirkin. Soğuk gün ortalık kar... Bir de elbise ıslak olursa...
Ey örümcek ağı gibi evi olan! Ne vakte kadar dava, çalım; Ne vakte kadar kibir, azamet!

2320. Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın ki? Kanaatten ancak bir ad öğrendin.
Peygamber “Kanaat nedir? Hazinedir” dedi. Sen hazineyi mihnet ve
meşakkatten ayırt edemiyorsun.
Bu kanaat daimî bir hazineden başka bir hazineden başka bir şey değildir. Ey gönüle gam ve elem veren artık beyhude sözlere dalma!
Yürü bana “Eşim” deme, az koltukla. Ben insafın eşiyim, hilenin değil.
Neden padişahtan, beyden dem urup durmaktasın? Yoksulluktan havada sivrisineği bile avlamaktasın.

2325. Bir kemik parçası için köpeklerle dalaşmakta, içi boş ney gibi inleyip durmaktasın.
Bana öyle horlukla kötü kötü bakma ki damarlarının içinde dolaşan sırları söylemeyeyim.
Kendi aklını benden fazla görüyorsun; Ya şu az akıllı olan beni nasıl gördün? ( Büsbütün aşağı değil mi?)
Çirkin kurt gibi üstümüze atlama. Senin gibi insanı utandıracak akla sahip olmaktansa akılsızlık daha iyi!
Aklın, insanlara ayak kösteği olunca o akıl, akıl değildir, yılan ve akreptir.

2330. Senin hile ve zulmünün hasmı Allah olsun; hile elin bize uzanmasın!
Ne şaşılacak şey ki sen hem yılansın, hem afsuncu... Ey Arap, sen yılansın, hem de çirkin yılan!
Eğer karga kendi çirkinliğini anlasaydı, derdinden kar gibi erirdi.
Afsuncu düşman gibi, yılana afsun okur, yılan da onu afsunlar.
Yılanın afsunu, yılancıya tuzak olmasaydı yılanın afsununa aldanır, onunla meşgul olur muydu?

2335. Afsuncu, kazanç hırsına düşünce yılanın kendisini afsunladığını anlamaz.
Yılan “ Ey afsuncu, kendine gel. Kendi hünerini gördün, bir de benim afsunumu gör!
Sen beni Hak’kın adıyla afsunladın, bu suretle de beni halka rüsvay etmek istedin.
Beni Hak’kın adı bağladı, senin tedbirin değil. Hakk’ın adını tuzak yaptın, yazıklar olsun sana!
Senden benim hakkımı Tanrının adı alacak. Ben canımı da Tanrı adına ısmarladım, tenimi de.

2340. Tanrı adı, beni yaraladığın için ya can damarını koparsın, yahut seni de benim gibi mahsup etsin!” der.
Kadın bu yolda sert sözlerle genç kocasına tomarlar okudu.

  Erkeğin, karısına “ Yoksullara hor bakma, Tanrı’nın işine noksan isnadetme, kendi yoksulluğunla vehimlenip hayallenerek yoksulu ve yoksulluğu kınama “ diye nasihat etmesi

   Bedevi dedi ki: “ Ey kadın, sen kadın mısın, yoksa hüzün ve keder atası mı? Yoksulluk, benim için iftihar edilecek bir şeydir; başıma kakma!
Mal ve para başta külâh gibidir. Külâha sığınan, keldir.
Kıvırcık ve güzel saçları olan kişiye gelince: külâhı giderse ona daha hoş gelir.

2345. Tanrı eri göz gibidir. Gözün kapalı olmaktansa, açık olması daha iyidir.
Esirci, esiri satarken ayıp örten elbiseyi soyar.
Esirin bir kusuru olursa hiç onu soyar mı? Soyması şöyle dursun, bir hile ile ne yapıp yapar, onu elbiseyle gösterir.
“Bu; iyiden, kötüden, olur olmaz şeyden utanır. Soyarsam utanıp senden ürker” der.
Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalmıştır: fakat malı vardır ve mal ayıbını örter.

2350. Tamahkâr tamahı yüzünden zengin ayıbını görmez. Tamahkâr bütün gönülleri kaplar.
Yoksul, halis altın gibi sevilse yine kumaşı, dükkâna yol bulmaz, sözünü kimse dinlemez.
Yoksulluk, senin anlayacağın şey değildir; yoksulluğa hor bakma;
Çünkü yoksulların, mülkten, maldan öte ululuk sahibi Tanrı’dan pek büyük bir rızıkları vardır.
Ulu Tanrı âdildir; âdiller, nasıl olur da çaresiz biçarelere zulmederler?

2355. Birisine nimet, mal, matrah verip öbürünü yansın diye ateşe atarlar mı?
Böyle bir iş, Tanrı’dan, iki cihanı yaratan umulur mu?
“Elfakru Fahri” hadîsi, saçma ve asılsız bir söz mü; bu sözde binlerce yücelik, binlerce naz ve nimet gizli değil mi?
Hiddetle bana lâkaplar taktın; ben sevgilimin dostuyum, onu elde ederim. Halbuki sen bir yalancı, afsuncusun dedi.
Yılan tutsam bile dişini söker, bu suretle onu başı ezilmekten kurtarırım.

2360. Çünkü o diş, onun can düşmanıdır; ben, düşmanı da bu suretle kendime dost ederim.
Ben asla tamahtan afsun okumam. Ben bu tamahı baş aşağı etmişimdir.
Tanrı göstermesin... Benim halka karşı tamahım yok. Gönlümde kanaatten bir âlem var. Sen armut ağacı tepesinden böyle görüyorsun. Aşağı in de sende o şüphe kalmasın.
Biraz dönersen başın dönmeğe başlar; evi dönüyor görürsün... Halbuki dönen sensin!

Herkesin hareketi, görüşü, bulunduğu makama göredir. Herkes, âleme kendi görüş dairesinden bakar. Mavi cam, güneşi mavi gösterir; kızıl cam kızıl. Camların rengi olmazsa beyaz olurlar. Beyaz cam, öbür camların hepsinden daha doğru gösterir, hepsinin de başı, imamı odur.

2365. Ebucehil, Ahmed’i görüp “Beni Hâşim’den çirkin bir çehre zuhur etti” dedi.
Ahmet ona dedi ki: “ Haddini tecavüz ettinse de doğru söyledin.”
Sıddîk görüp “Ey güneş! Ne doğudasın, ne batıdan. Lâtif bir surette parla, âlemi nurlandır” dedi.
Ahmet dedi ki: “Ey aziz, ey değersiz dünyadan kurtulan! Doğru söyledin.”
Orada bulunanlar “ Ey halkın ulusu, ikisi birbirine zıt söz söyledi, sen ikisine de doğru söyledin, dedin... “Neden?” diye sordular.

2370. Peygamber “Ben Tanrı eliyle cilâlanmış bir aynayım. Türk, Hintli nasılsalar, bende o sûreti görürler” dedi.
Kadın! Eğer beni tamahkâr görüyorsan bu kadınca arayıştan yüksel!
Kanaate dair söz söylemek, tamaha benzer ama hakikatte rahmettir. O nimetin bulunduğu yerde tamah ne gezer?
Sen de bir iki günceğiz yoksulluğu sına da yoksulluktaki iki misli zenginliği gör.
Yoksulluğa sabret, bu gamı, gussayı bırak. Çünkü ululuk sahibi Tanrı’nın yüceliği yoksulluktur.

2375. Sirke satmada kanaat yüzünden bal denizine gark olmuş binlerce can gör.
Yoksulluk acılığı çeken yüz binlerce cana bak... Gül gibi gülbeşekere karışmış, o lezzetle lezzetlenmişler.
Ah yazık; sende kavrayacak kabiliyet olsaydı da, canımdan gönül şem’ası zuhur etseydi!
Bu söz can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor.
Dinleyen susuz ve arayıcı olursa vâzeden ölü bile olsa söyler.

2380. Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir.
Kapımdan içeri namahrem girince harem halkı, perde arkasına girer, gizlenir.
Zararsız ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki peçeleri açarlar.
Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır.
Çengin zir ve bem nağmeleri, nasıl olurda sağır kulak için terennüm edilir?

2385. Tanrı, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadı? Koku duyan için yarattı; koku almayan için değil.
Hak, yeri, göğü yaratmış, aralarında da bir çok nur ve nâr yüceltmiştir.
Bu yeri yerdekiler için yaratmış, göğü de göktekilerin yurdu yapmıştır.
Aşağılık kişi yükseğin düşmanıdır. Her şeyin müşterisi meydana çıkar.
Ey kapalı örtünüp bürünmüş kadın, sen hiç kör için süslendin mi?

2390. Dünyayı en değerli incilerle doldursan nasibin yoksa ne yapayım?
Ey kadın, kavgayı, darılmayı bırak; bırakmayacaksan beni bırak!
Ben, iyiyle, kötüyle, kavga edemem; kavga ile işim yok. Savaşmak şöyle dursun; gönlüm barışlardan bile ürkmekte.
Susacaksan ne âlâ; yoksa öyle bir iş yaparım ki şu anda hemen kalkar, evimi, barkımı bırakır, giderim.”

Kadının yola gelip söylediklerinden istiğfar eylemesi

   Kadın onu titiz ve hiddetli görünce ağlamaya başladı. Zaten ağlamak, kadının tuzağıdır.

2395. “Ben, senden bunu mu umardım? Senden başka ümidim vardı” dedi.
Kadın yokluk yoluna girip dedi ki: “Ben senin karın değil, ayağının toprağıyım.
Cismim, canım, nem varsa senindir; hüküm de senin, ferman da!
Yoksulluk yüzünden sabrım tükendiyse bu da kendim için değil, senin için.
Sen, bana dertli zamanlarda deva oldun; muhtaç olmanı istemiyorum.

2400. Canın için, bu kendim için değil. Bu ağlayış bu inleyiş hep senin için.
Ben, Tanrı hakkı için varlığımı her nefeste huzurunda feda etmek isterim.
Canım sana kurban olsun... Ne olurdu ruhun bana vâkıf olsaydı.
Fakat sen hakkımda böyle kötü zanna düşünce candan da usandım, tenden de.
Ey canımın rahatı! Sen bana böyle aykırı olunca altına da toprak saçtım, gümüşe de( artık ikisi de gözümde değil).

2405. Canımda da sen varsın, gönlümde de sen. Öyle olduğu halde bu kadarcık bir şeyden dolayı benden ayrılmaya kalkışıyorsun.
Kudret senin elinde, ayrılabilirsin; fakat senin bu niyetine karşılık candan özürler dilemekteyim.
O zamanları hatırla ki ben put gibi güzeldim, sen de karşımda puta tapan şamana benzerdin.
Bu kul sana tâbidir; gönlü, senin dileğine göre aydınlanmış, yanmıştır. Neyi “pişir, hazırla” dersen hemen “pişti, yandı bile” derim.
Ben senin ıspanağınım. İster ekşili pişir, ister tatlılı...

2410. Küfür söylemiştim; işte imana geldim. Can ve gönülle hükmüne tâbi oldum.
Senin şahane huyunu takdir edemedim. Huzuruna küstahça eşek sürdüm.
Fakat affından bir mum düzüp yakınca tövbe ettim; itirazı bıraktım.
Kılıçla kefeni huzuruna koyuyorum; önüne boynumu uzatıyorum; vur!
Acı ayrılıktan gem vuruyorsun. Ne istersen yap, fakat bunu yapma!

2415. Gönlünde benim için gizlice bir özür dileyici vardır ki o, ben olmasam da bana şefaat edip durur.
Gönlündeki o özür dileyicim senin huyundur. Ona güvendiğimden gönlüm, kendisine suç aradı.
Ey ahlâkı yüz batman baldan daha güzel, daha tatlı olan kızgın adam! Sen de bana gönlünden ve gizlice merhamet et.”
Bu suretle güzel, açık açık söylerken kadına bir ağlamadır geldi.
Ağlaması bile yüzünün güzelliğiyle gönülleri cezbeden o güzelin, hüngür hüngür ağlaması haddinden aşınca.

2420. O gözyaşı yağmurundan bir yıldırım zuhur etti, o naziri bulunmayan erin gönlüne bir kıvılcım sıçradı.
Adamın, güzel yüzüne kul olduğu dilber, kulluğa başlarsa hal ne olur, insan ne hale gelir?
Azametinden yüreğini oynatan, kibirinden seni tir tir titreten sevgili, gözünün önünde ağlamaya başlarsa ne hale girersin?
Naz ve istiğnası ile can ve gönülleri kan haline getiren güzel, niyaza girişirse hal ne olur?
Cevrü cefası, bize tuzak olan dilber, özür dilemeye kalkışırsa biz ne mazeret bulabilir, ne söyleyebiliriz?

2425. Züyyine linnâs, hükmünce Tanrı’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl kurtulabilir?
Tanrı; kadını erkeklere munis olmak üzere yarattı. Âdem nasıl olurda Havva’dan ayrılabilir?
Kişi yiğitlikte Zâloğlu Rüstem bile olsa Hamza’dan bile ileri geçse yine hükmetme hususunda karısının esiridir.
Âdem sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Muhammed bile “Kellimîni ya Humeyrâ” derdi.
Gerçi zâhiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır.

2430. İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir.
Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona mağlûpsun, sen onu istemektesin.
Böyle bir hassa ancak Âdemoğlundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. Hayvanın muhabbeti azdır ve bu da onun nâkıs olmasından ileri gelmiştir.

Kadınlar, akıllı kişiye galebe ederler, fakat cahil kişi onlara galip olur

   Peygamber dedi ki: “Kadınlar; akıllı kişilere ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar.
Fakat cahiller, kadına galebe ederler.” Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar.

2435. Onlarda acıma, lûtfetme, sevme azdır. Çünkü tabiatlarında, yaradılışlarında hayvanlık üstündür.
Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse... hayvanlık vasfıdır.
Kadın, Hak nurudur, sevgili değil... Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değildir!

 O adamın kendisini karısına teslim etmesi, kadının istek ve itirazını Hakk’ın emri bilmesi… Dönen bir şeyi bir döndürenin bulunduğu, her bilene göre alken sabittir

   Avamdan olan birisinin ölüm anında avamlıktan pişman olması gibi o bedevî de söylediğine pişman oldu.
“Canımın canına nasıl oldu da düşman kesildim; canımın başına nasıl oldu da tekmeler savurdum?” dedi.

2440. Aklımız baştan ayağı fark etmesin diye kaza geldi mi, gözümüzü örtüyor.
Kaza geçince, insan kendisini yemeğe başlar. Perdesi yırtılan, sırrı meydana çıkan, yakasını yırtar.
Bedevî dedi ki: “Ey kadın, pişman oluyorum. Kâfir olmuşsam bile müslüman olmaktayım.
Sana karşı suçluyum bana acı; beni kökümden, dibimden kâmilen söküp atma!”
İhtiyar kâfir, pişman olursa özür getirmeye başlar ve müslüman olur.

2445. Tanrı tapusu, rahmet ve keremlerle dopdoludur. Varlık da ona âşık yokluk da.
Küfür de o ululuk sahibi Tanrı’ya âşıktır, iman da; bakır da o kimyanın kuludur, gümüş de!

Zehirle panzehir, zulmetle nur nasıl Tanrı dileğine müsahharsa Mûsâ ve Firavun da Tanrı dileğine müsahhardır. Firavun’un, şerefine halel gelmemesi için Tanrı’ya yalnızca münacatı

   Mûsâ’nın da mâna cihetinden bir yolu vardır, Firavun’un da. Fakat, zâhiren Mûsâ yolludur, Firavun yolsuz.
Mûsâ , gündüzün Tanrı huzurunda ağlayıp inledi; Firavunda gece yarısı ağladı,
Dedi ki; “Ey Tanrı, boynundaki bu demir zincir nedir? Boynumda demir zincir olmasa kim “ Ben, benim” der (asılsız dâvaya. Benliğe kalkışır? )

2450. Şüphe yok ki Mûsâ’yı nurlandıran iradenle beni de karanlıklara daldırdın.
Mûsâ’yı, ay yüzlü bir hale getirten dileğinle canımın aynı kara yüzlü bir hale getirdin.
Yıldızım aydan daha iyi, daha talihli değil ki. Tutulursa ne çarem var?
Halk, benim nöbetimi Tanrı diye, Sultan diye tutuyor ama doğrusu ay tutulmuş, tas çalıyorlar!
Onlar tas çalıp gürültü ediyorlar ama o gürültüyle ayı rüsvay etmektedirler.

2455. Ben ki Firavun’um, şöhretten elâman! “Enerabbüküm-ül â’lâ demem de beni rüsvay eden tas gürültüsüdür.
Mûsâ’da, ben de aynı kapının kuluyuz. Fakat senin ormanında senin baltan işliyor; dalları senin baltan kesmektedir;
Bir dalı yetiştiriyor, öbürünü kesip atıyor.
Baltaya karşı dalın eli var mı? Ne gezer! Hiç dal baltanın elinden kurtulabilir mi?
Balta senindir, o kudret hakkı için kereminden bu eğrilikleri doğrult!”

2460. Firavun yine kendi kendine “Ne şaşılacak şey! Ben bütün gece “Ey Rabbimiz” diye yalvarmıyor muyum?
Yalnızken mütevazi bir hale geliyor, düzeliyorum. Neden Mûsâ’ya karşı öyle oluyorum?
Kalp altının rengi halis altından on derece daha parlak olsa ataşe karşı nasıl yüzü kara bir hale gelir!
Kalbim de kalıbım da onun hükmünde değil mi? Bir zaman, beni iç haline kor, bir zaman kabuk haline.
Bir zaman beni ay haline kor, bir zaman karartır. Tanrı’nın işi, bundan başka nedir ki?

2465. Ekin ol der beni yeşertir. Çirkinleş der, sarartır.
Varlığı emriyle yaratan Tanrı’nın çevgânları önünde mekân âleminde de koşup duruyoruz. Lâmekân âleminde de.
Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Mûsâ öbür Mûsâ ile savaşa düştü.
Renksizlik âlemine ulaşırsan Mûsâ ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.
Bu nükte yüzünden hatırına “renk, nasıl olur da kıylü kalden kurtulur?
Şaşılacak şey... Bu renk, renksizlik âleminden zuhura geldiği halde, renksizlikle nasıl savaşa girişir?

2470. * Yağın aslı sudandır ve su ile artar. Sonunda nasıl olur da suya zıt olur?
Mademki yağı su ile yoğurdular; yağ sudan oldu; su ile yağ neden birbirine zıt oldu?
Gül dikenden meydana meydana gelmiştir, diken de gülden... böyle olduğu halde niçin savaşa, maceralara düşmüşlerdi?.. gibi bir sual hatıra gelirse (bil ki bu)
Ya hakikatta savaş değildir, bir hikmet içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir. Bir sanattır;
Yahut ne savaş ne hikmet...Hayretten ibarettir. Bu, viraneliktir, içinde define aramak gerek.

2475. Sen define sandığın şey yüzünden, o vehminden defineyi kaybediyorsun.
Sen vehmi de, tedbirleri, düşünceleri de mamure bil, mamur yerlerde define olmaz.
Mamur yerlerde varlık, didişmek olur. Yok olan, varlıklardan utanır, arlanır.
Varlık, yokluktan feryad etmemiştir. Yokluk, o varlığı, kendisinden uzaklaştırmış, gidermiştir.
“Ben yokluktan kaçıyorum” deme. Hakikatte o, senden yirmi kere daha fazla kaçmakta!

2480. Görünüşte seni kendisine çağırmaktadır ama içinden seni reddetme sopasıyla sürmektedir.
Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey sâf kişi! Firavun’un, Mûsâ'dan nefretini, sen Mûsâ'dan bil.

        ” Hasiret dünya vel âhire “ hükmünce şakilerin, iki cihanda da mahrumiyetlerinin sebebi

   Tabiata inananlar; gök bir yumurtadır, yer de onun sarısı diye itikat etmişlerdir.
Birisi, “Bu yeryüzü, yeri kaplayan göğün ortasında nasıl duruyor?
Havaya asılmış bir kandil gibi ne aşağıya gitmekte, ne yukarı çıkmakta” dedi.

2485. O hakîm, “Altı cihetten de göğün çekmesi yüzünden hava ortasında kalır.
Mıknatıstan bir yuvarlak olsa ortasına konan demir, ortada kalır” diye cevap verdi.
Öteki hakîm de “Sâf gök, kara toprağı kendisine çekmez.
Onu altı taraftan da iter. Ondan dolayı da yeryüzü, kuvvetli yeller ortasında muallâkta kalmıştır” dedi.
Kemâl ehlinin gönülleri de firavunların canlarını böyle defeder de, onlar dalâletde kalırlar.

2490. Onları bu cihan da defeder, o cihan da. O yolsuzlar da bu yüzden o cihandan da mahrum kalırlar, bu cihanda da.
Ululuk sahibi Tanrının kullarından, velîlerden baş çeker, uzaklaşırsan bil ki onlar senden hoşlanmıyorlar, onlar seni istemiyorlar.
Onların kehlibarları vardır, meydana çıkarırlarsa senin saman çöpü gibi olan varlığını deliye döndürür, kendilerine çekerler.
Kehlibarlarını saklarlarsa derhal seni azgınlığa teslim ederler.
Hayvanlık mertebesi nasıl insanlığa esir ve mağlûpsa.

2495. İnsan mertebesinin de Tanrı velîlerinin elinde hayvan gibi mağlûp olduğunu anla ey yoksul!
Ahmed, irşadederken halka “Kullarım” dedi. Tanrı bütün âlemi “ Kul yâ ibâdî” diye çağır” buyurdu.
Senin aklın deveciye benzer, sen de devesin, Akıl, seni, ister istemez hükmünce çekip durmaktadır.
Velîler, akılların aklıdır. Akıllar da ta en sonuncusuna kadar develere benzer.
Onlara ibretle bak: bir kılavuz, yüz binlerce can!

2500. Ne kılavuzu ne deveciyi! Sen, güneşi gören gözü bul da sonra bak!
Bütün cihan, gece içinde kalmış, karanlıklara mıhlanmış, güneşi ve gündüzü bekleyip durmakta.
İşte sana zerrede gizli güneş, işte sana kuzu postuna bürünmüş erkek aslan.
İşte sana saman altında gizli bir deniz! Kendine gel, o samana şüphe ile ayak basma!
Ama yol gösterici hakkında içe gelen şüphe, Tanrı rahmetidir.

2505. Her peygamber dünyaya tek gelmiştir. Tektir ama içinde yüzlerce âlem gizli.
Âlem-i Kübra, kudretle sihir yaptı da cirmini, küçücük bir suret içinde gizledi.
Ahmaklar onu tek ve zayıf gördüler. Hiç padişahın dostu olan zayıf olur mu?
Ahmaklar, "O, ancak bir tek kişiden ibaret!” dediler. Vay âkıbeti düşünmeyen!

His gözünün Salih Peygamber’i ve devesini hakîr görmesi… Ulu Tanrı, bir orduyu helâk etmek isterse, düşmanları, galip olsalar bile onlara hor ve pek az gösterir “ Ve yukallilüküm fî a’yünihim liyakdiyallahu ermen kâne mef’ûlâ “

   Salih’in devesi görünüşte deveydi, o zâlim kavim, bilgisizlik yüzünden deveyi kestiler.

2510. Su için deveye düşman olduklarından kendileri, mezara su ve ekmek oldular. ( helâk olup mezarı doyurdular).
Tanrı devesi, ırmaktan buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakk’ın suyunu Hak’tan esirgediler.
Salih’in devesi, salih kişilerin cisimleri gibidir; onlar kötülerin helâki için tuzaktır.
Neticede” Tanrı devesinden ve içeceğinden çekinin” hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı, onları nasıl helâk etti!
Tanrı kahrının şahnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi.

2515. Ruh, Salih gibidir,ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır ten ihtiyaç içindedir.
Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı yaralanmaz.
Böyle ruha sahip olanlara kimse galip gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye değil.
Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı’nın nuru, kâfirlere mağlup olmaz.
Can, toprağa mensup cisme, kötü kişiler, incitsinler de Tanrı imtihanını görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle bağdaştı, birleşti.

2520. Canı inciten kişinin, bu incitmenin Tanrı’yı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir.
Tanrı bütün âleme penah olsun diye bir cisme alâka bağlamıştır.
*Onların gönüllerine kimse muzaffer olamaz. Sedefe zarar gelir, inciye gelmez.
Tanrı velisinin cisim devesine kul ol ki Salih Peygamberle kapı yoldaşı olasın.
Salih peygamber, “ Madem ki haset ettiniz, bu işi yaptınız… üç gün sonra Tanrı’dan azap erişecek.
Ondan üç gün sonra da can alıcı Tanrı’dan başka bir âfet gelecek ki onun üç alâmeti vardır:

2525. Hepinizin yüzünüzün rengi değişir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi türlü türlü renklerde görürsünüz.
İlk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır; ikinci günü erguvan gibi kızarır.
Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra da Tanrı’nın kahrı gelir, çatar.
Eğer bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu daha doğru kovalayın!
Eğer tutabilirseniz derdinize çare bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı, gitti!” dedi.
*Bu sözü duyunca hepsi birden köpek gibi onun ardından seğirtmeğe başladılar.

2530. Kimse yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.
*Temiz ruh gibi ten ayıbından, nimet ve ihsan sahibi Tanrı’ya kaçıp gitmekteydi.
Salih dedi ki: “Gördünüz mü Tanrı’nın bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu.”
Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin.
Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.
Salih’ten bu bulanık vâdi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar.

2535. Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk soğuk ah etmeye başladılar.
İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.
Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı.
Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere “Câsimîn” âyetini getirerek Kur’an’da anlattı.

2540. Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani belâ gelmeden diz çök!
Salih’in kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti.
Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.
Onların hâk ile yeksân olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok!
Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.

2545. Salih bunu duyup ağlamaya başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu:
”Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin çevrinizden Tanrı’ya şikâyet etmiş ağlamıştım.
Tanrı, bana “Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı” demişti.
Ben, “ Cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, sâflıktan coşup akar” demiştim.
Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu.

2550. Tanrı, bana “Ben sana lûtuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım” buyurdu.
Hak, gönlümü gök gibi sâf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
Yine size nasihatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye , sözler söylemeye başladım.
Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.
O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibarettiniz.

2555. Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz.
Gamın ölümüne ağlayıp feryat eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?”
Salih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryat eden, onlar feryat etmeye değmez!”
Ey Kur’an’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zâlim kavmin ardından nasıl yas tutayım?
Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.

2560. Gözyaşı damarları (yağmur gibi) yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katralar, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katralarıydı.
O ağlarken aklı diyordu ki: “Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak reva mı?
Neye ağlıyorsun, söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü kin askerine mi?
Onların paslı karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi?
Onların Segsar’larınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi?

2565. İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Tanrı onları nasıl hapsetti, helâk eyledi!
Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri...
Onlar, geçmişleri taklit edip naklettikleri reylere uyduklarından bu akıl pîrinin başına ayak bastılar.
Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısı ile hür ihtiyar olmadılar, kart eşek oldular.
Tanrı cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi...”

Tanrı iki deniz yarattı,birbirlerine kavuştukları halde aralarında bir perde vardır,birbirlerine karışmazlar“  âyetlerinin mânası

2570. Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkânda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar.
Nâr ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır ama aralarında Kaf dağı çekilmiştir.
Bunlar, madende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın karışıktır ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var!
Bu, bir dizide hakikî inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer.
Denizin yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak;

2575. Diğer yarısı, yılan zehiri gibi acı,lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.
Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar.
Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhuru da canların barışta, savaşta birbirlerine karışmalarına benzer.
Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir.
Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder.

2580. Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir.
Kahır ise, tatlıyı acılığa çekmektedir. Acı, tatlı ile bir arada bulunur, bağdaşır mı?
Acı tatlı; bu gözle görünmez. Basiret ehli, onları, akıbet penceresinden görmeyi bilir.
Akıbeti gören göz, doğruyu görebilir. Âhiri gören göz ise gururdan, körlükten ibarettir.
Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir gizlidir.

2585. Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder.
Şeytan “Yiyin” diye bağırır ama o adamın dudağı zehri, boğazına varmadan reddeder.
Başka biri boğazına varınca anlar, bir başkası yer, bedenini berbat edince anlar.
Zehir; diğer birisinde abdest bozarken yanış yapar; zaman zaman ciğerini delen bir acı peyda eder.
Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diğer birisinde ise ölümden ve Sûr üfürüldükten sonra meydana çıkar.

2590. Eğer o kişiye mezarda mühlet verirlerse mutlaka mahşer günü azap ederler.
Her otun, her şekerin zamanede bir oluş müddeti vardır.
Lâlin, güneşin tesiriyle renk, parlaklık ve letafet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir.
Alelâde otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir.
Yüce ve Ulu Tanrı, bunun için eceli, yani her şeyin müddetini En’am sûresinde anlatmıştır.

2595. Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin... Bu duyduğun âbıhayattır, afiyet olsun!
Bu söze söz deme, âbıhayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör.
Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık, meydandadır, hem gayet ince ve gizli.
Bir yer olur ki bu yılan zehri, Tanrı’nın tasarruflarıyla gayet tatlı ve lezzetli bir hale gelir.
Bir yerde zehirdir, bir yerde ilâç... Bir yerde küfürdü, bir yerde tam lâyık ve yerinde.

2600. Orada cana zarar verir ama burada derman kesilir.
Su, koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir.
Sonra küpün içine girince acır, haram olur...Sirke olunca ne güzel katıktır!

Müridin, küstahlık ederek kâmil vlî ne yaparsa yapması lâyık değildir. Çünkü helva, hekime ziyan vermez ama hastaya ziyan verir. Soğuk ve kar, olmuş üzüme dokunmaz, fakat koruğa dokunur. Çünkü koruk, daha kemâle gelmemiştir; yoldadır; “ Liyağfire lekellâhu mâ tekaddeme min zenbike ve ma teahhar “ haline gelmemiştir

   Velî, zehir yese bal olur, fakat talip yese aklı kararır zarara uğrar.
Süleyman ”Rabbi hebli” demiş, yani “”Benden başkasına bu saltanatı verme.”

2605. Yahut benden başkasına bu lûtufta, bu ihsanda bulunma” diye niyaz etmiştir. Bu hasede benzer ama değildir.
Lâ  yenbağı nüktesini candan oku.  Benden sonra bu saltanatı kimseye verme sırrını onun nekesliğinden bilme.
Hattâ o, saltanatta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanatı, kıldan kıla, baştanbaşa can kaygısından, baş korkusundan ibarettir.
Baş korkusuyla can ve din korkusu... Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.
Süleyman himmetli birisi gerektir ki bu yüz binlerce renkten, kokudan vazgeçsin.

2610. Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanatın dalgası Süleyman’ın bile nefesini tıkıyordu.
Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da.
Şefaat edip ”Bana verdiğin bu saltanatı, kemal sahibi olanlara da ver.
Bu saltanatı, kerem edip kime verir, kime bağışlarsan Süleyman odur, o da benim.
O benden sonra kimseye verme hükmüne dahil değildir; benimledir. Hattâ benimle ne demek? O kişi, davasız, nizasız benim” dedi.

2615. Bunu anlatmak farzdır. Ama biz, yine karıkoca hikâyesine dönüyoruz.

Arapla eşine ait hikâyenin sonu

    Bir Muhlis’in (Çelebi Hüsameddin’in) gönlü, o karı ve koca hikâyesinin neticesini istemekte.
Karıkoca hikâyesi, bir masaldan ibaret. Fakat onu nefsinle aklının misali bil.
Bu kadınla erkek nefisle akıldır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de.
Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde.

2620. Kadın durmadan evin ihtiyaçlarını ister, evin şerefini, yani eve lâzım olan ekmeği, yüceliği, hürmeti diler durur.
Nefis, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevazu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir.
Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Tanrı gamından başka bir şey yoktur.
Hikâyenin içyüzü, bu tane ve tuzaktır, nefisle akıl arasındaki maceradır, fakat sen dış yüzünün tamamını dinle.
Eğer yalnız mânaya ait anlatış kifayet etseydi âlem halkı, tamamı ile işten güçten kalır, âlemin nizamı bozulur giderdi.

2625. Sevgi, düşünce ve mânadan ibaret olsaydı senin oruç ve namazının zâhiri suretleri de kalmaz, yok olurdu.
Dostların birbirine armağan sunmaları, dostluğa nazaran ancak görünüşe ait şeylerdir.
Fakat bu suretle o armağanlar, gönüllerde gizli bulunan sevgilere şahadet eder.
Çünkü, ey ulu kişi, zâhiri iyilikler gizli sevgilere şahittir.
Şahidin de bazen doğrucu, bazen yalancı olur. Sarhoş, bazen şaraptan olur, bazen de ayrandan!

2630. Ayran içen de kendisini sarhoş gösterebilir. Gürültü eder, sarhoş görünür.
O murai de, kendisini muhabbet sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.
Surete ait işlerden meydana gelen şey bambaşkadır. Fakat gönülde gizli olan şeye alâmettir. Ya Rabbi, duamızı kabul et, bize bu temyizi ver de o eğri, yalancı alâmeti,doğrusundan ayırt edelim.
Hiç, bu temyize nasıl malik olur? Tanrı nuru ile bakar, görürse o zaman bu temyizi elde eder.

2635. Eser olmasa bile sebep onu meydana çıkarır. Akrabalık gibi...Akrabalık sevgiyi bildirir.
Fakat imam ve muktedası Tanrı nuru olan kişi, ne eserlere kul olur ne sebeplere.
Sevgi gönülde şûlelendikçe büyür, nihayet sevgi sahibi, eserden kurtulur.
Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi nurunu bütün kâinata yaymıştır.
Bu sözün tamamlanması için hayli tafsilât var ama sen ara.

2640. Gerçi mâna, bu suretten zâhir olmaktadır ama bir cihetten mânaya yakındır, bir bakımdan mânaya uzak!
Delâlet hususunda mâna ile suret, su ile ağaç gibidir. Mahiyetlerine bakarsan birbirlerinden tamamı ile uzaktırlar.
Sen mahiyetleri de bırak, hasasları da. O iki rızık arayan karıkocanın ahvalini anlat.

O Arabın, karısının dileğine uyması ve “ Bu inkıyatta bir hilem var, ne de imtihan yoluyla yapıyorum “ diye yemin etmesi

   Arap dedi ki: “Ayrılıktan vazgeçtim. Hüküm senin… Kılıcı kından çek, emret.
Ne dersen ben sana tâbiim; emrin, ister iyi olsun, ister kötü... ona bakmam.

2645. Senin uğruna feda olayım; çünkü seni seviyorum. Sevgi; insanı kör eder, sağır yapar.”
Kadın “Sahiden beni seviyor musun, yoksa hile ile sırrımı öğrenmek mi istiyorsun?” dedi.
Erkek dedi ki: “Gizli sırları bilen ve Âdem Safi’yi yaratan Tanrı hakkı için (Seni seviyorum).
Tanrı, Âdem’e üç arşın bir boy verdiği halde ruhlarda, levhlerde ne varsa hepsini gösterdi.
Tanrı, ona ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa, önceden ve “Allemelesmâ” sından ders verdi, öğretti.

2650. Bu suretle melekler, onun ders vermesine hayran oldular, kendilerinden geçtiler. Onun takdisiyle başka bir mukaddesliğe eriştiler.
Âdem’in yüzünden nail oldukları fütuhata, göklerde bile erişememişlerdir.
Âdem’in o pak ruhunun fezasına nispetle yedi gök sahası bile dardı.
Peygamber “Tanrı; ben, yücelere, aşağılara yere, göğe, hatta arşa sığmam. Bunu, ey aziz, yakînen bil.

2655. Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu” dedi.
Tanrı dedi ki: “Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.”
Arş, bile o nuriyle, o genişliğiyle beraber Âdem’ görünce yerinden kalktı.
Arşın sonsuz bir büyüklüğü var, fakat mânaya karşı suret nedir ki?
Her melek diyordu ki: Bizim bundan önce yeryüzüyle üfletimiz vardı.

2660. Hizmet ve ibadet tohumunu yere ekiyorduk. Yere olan bu meylimize, bu alâkamıza da şaşmaktaydık.
Gökten yaratıldığımız halde yeryüzüne bu alâkamız nedir?
Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur zulmetlerle yaşayabilir mi?
Ey Âdem! O ülfet, senin kokundanmış. Çünkü cisminin nesci yeryüzü.
Topraktan olan cismini yeryüzünde dokudular; pak nurunu burada buldular.

2665. Şimdi canımızın ruhundan bulduğu ülfet, bundan önce cisminin yoğrulduğu topraktan parlıyordu.
Yeryüzündeydik ama yerden gafildik, orada gömülü olan defineden haberimiz yoktu.
Tanrı da bize oradan göklere sefer etmeyi emredince, bu yurt değiştirme, acı geldi.
O yüzden Tanrı’ya deliller getirerek “Ey Tanrı! Bizim yerimize kim gelecek?
Bu tesbih ve tehlinin nurunu, dedikoduya satıyorsun” dedik.

2670. Tanrı hükmü, bize rahmet yaygısını döşedi:”Açıkça istediğinizi söyleyin.
Tek evlâtların babalarına söyledikleri gibi ağzınıza ne gelirse çekinmeden deyin.
Çünkü bu sözler, yaraşmasa bile rahmetim, gazabımdan artıktır.
Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze şüpheler salmaktayım;
Sen söyleyesin; ben darılmayayım, gazaplanmayayım. Bu suretle de benim hilmimi inkâr eden ağız açamasın.

2675. Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana doğar, yokluğa dalıp mahvolur.
O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim ve şefkat denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bâkidir dedi.”
Hayır, ne dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün köpüğüdür.
İşte o köpük hakkı için, o sâf deniz hakkı için bu söz bir sınama, bir lâf değil.
Sevgiden, vefadan, boyun büküp teslim olmadan ileri gelmiştir. Huzuruna varacağım Tanrı hakkı için.

2680. Bu hevesim, sence sınamadan ibaretse bu sınamamı sına.
Sırrını saklama ki sırrım meydana çıksın. Elimden geleni; gücümün yettiğini buyur!
Gönlündekini benden gizleme de benim gönlümdeki de ortaya çıksın bu suretle ne yapabileceksem kabul edeyim.
Fakat nasıl edeyim; elimde ne çare var? Bir bak hele, canım ne işe yarar ki?

Kadının kocasına rızık isteme yolunu göstermesi, onun da kabul etmesi

   Kadın dedi ki:”Bir güneş doğmuş, bütün cihan ondan aydınlanmıştır.

2685. O Tanrı vekili, Tanrı halifesidir. Bağdat şehri, onun yüzünden bahar gibidir.
O padişaha ulaşabilirsen padişah olursun. Ne vakte kadar ikbal sahibi olmayanların yanına gidip duracaksın?
İkbal sahiplerinin dostluğu kimya gibidir. Onların nazarına benzer kimya nerede?
Ahmed’in gözü Ebubekir’e değince o bir tasdik yüzünden Sıddıyk olmuştur.”
Kocası, “Ben padişah huzuruna nasıl kabul olunurum; bir bahanesiz onun yanına nasıl giderim?

2690. Buna bir münasebet, bir vesile gerek. Hiçbir sanat aletsiz meydana gelir mi?
Mecnun gibi ki, birisinden Leylâ’nın bir parça hastalandığını duydu.
Eyvah, dedi; bahanesiz nasıl gideyim? Gitmezsem, hatırını sormazsam ne hale gelirim?
Keşke hazık bir hekîm olaydım...O vakit Leylâ’ya koşa, koşa giderdim.
Tanrı, bize “Ya Muhammed, gelin de” buyurdu da bu davet, utanmamızın giderilmesine sebep oldu.

2695. Gece kuşlarının gözleri ve kabiliyetleri olsaydı gündüzün uçup gezerler, dönüp dolaşırlardı” dedi.
Kadın cevap verdi: “Kerem sahibi padişah meydana girer, kendisini gösterirse aletsizlik, aletin ta kendisi, vesileden mahrum oluş, vesilenin aynı oldu.
Çünkü alet, vesile… dâvaya düşmektir, varlık alâmetidir. Asıl hüner aletsizliktedir, alçalmadadır."
Arap “Aletsiz nasıl alışveriş edeyim de aletsizliği elde edeyim?
Müflisliğime de bir delil gerek ki padişah halime acısın.

2700. Sen, bana dedikodudan ve hileden başka bir şahit göster de o şen padişah merhamete gelsin.
Çünkü sözden ve kötü hileden ibaret olan bu şahitlik o hâkimler hâkiminin yanında mecruhtur.
Müflisin şahidi doğruluk olmalı ki nuru, söylemeden parıldasın (halini arzetmeden hali anlaşılan)” dedi.

Arabın, orada su kıtlığı var sanarak çölleri aşıp Bağdat’a, halifeye bir testi yağmur suyu hediye götürmesi

   Kadın dedi ki: “Doğruluk varlığından tamamı ile çıkıp arınarak, isteğini terk etmendir.
Testimizde yağmur suyu var. Malın, mülkün, sermayen bundan ibaret.

2705. Bu su testisini al, git; padişahlar padişahın huzuruna var, armağan götür.
De ki: Bizim bundan başka hiçbir malımız, mülkümüz yok. Çölde de bundan iyi su hiç yoktur.
Padişahın hazinesi ağır elbiselerle doluysa da bunun gibi suyu yoktur. Bu su az bulunur.
O testi nedir? Bizim mezar gibi cismimiz, içinde de bizim acı ve hislerimizin suyu var.
Ey Tanrı! “Tanrı, cennet karşılığına iman edenlerin canlarını, mallarını satın aldı” âyetindeki fazıl ve kereminden bizim bu küpümüzü, bu testimizi kabul et!

2710. Bu beş duygudan meydana gelme beş lüleli testideki suyu her türlü murdar şeylerden, her çeşit pisliklerden temiz tut.
Bu suretle şu testinin denize bir menfezi olsunda testim deniz huyuyla huylansın.
Armağanı padişaha tertemiz götürünce onu görür, anlamak ister.
Ondan sonra da artık testinin suyu nihayetsiz bir dereceye gelir. Testinin suyundan yüzlerce dünya dolar.
Lüleleri kapa, testiyi de küpten doldur. Tanrı” Gözlerinizi heva ve hevesten yumun” buyurdu.

2715. Arap, kimin böyle bir hediyesi var? Hakikaten bu armağan, öyle bir padişaha lâyık diye gururlanmaktaydı.
Kadın da bilmiyordu ki, orada yol üzerinde şeker gibi Dicle akıp durmakta.
Şehrin ortasından gemilerle, balık ağlarıyla dolu, deniz gibi akıp gitmekte.
Padişahın huzuruna var da şevketi, azameti gör; altından nehirler akan bahçeler diye övülen yerlere bak!
O saffet denizine nispetle bizim, anlayışlarımız bir katradan ibarettir.

Arabın su testisini keçeye sarıp dikmesi ve ağzını kapatması

2720. Arap, evet, dedi. Testinin ağzını kapa, hakikaten armağan, bize faydalı.
Keçeye sar, sarmala. Padişah, orucunu armağanla açsın.
Çünkü dünyada bunun gibi su yoktur. Bu halis şarap, zevk ve sefa kaynağı!
Çünkü onlar acı tuzlu suları içmekten daima hastadırlar, yarı kör olmuşlardır.
Durağı, yatağı acı subaşı olan kuş; sâf berrak suyu ne bilsin?

2725. Yurdun acı su kaynağı; Şatt’ı, Ceyhun’u nereden bileceksin?
Ey şu fâni konaktan kurtulmayan! Sen yokluğu, sarhoşluğu ve neşeyi ne bilirsin ki!
Bilsen bile babandan, atandan nakil ve rivayet yoluyla bilirsin. Senin yanında bu adlar ebced gibidir.
Ebced, hevvez. Bunlar, bütün çocuklara apaçık ve meydandadır, fakat mânası yok.
Hulâsa, Arap testiyi alıp yola düştü. Gece, gündüz onu taşımaktaydı.

2730. Testiye bir ziyan gelecek diye korkusundan titreyerek çölden ta... şehre kadar götürdü.
Kadın da evde seccadesini yaymış, namaz kılıp dua etmekte;
“Suyumuzu, bayağı kişilerden koru...Ya Rabbi, bu inciyi o denize ulaştır.
Her ne kadar kocam uyanıktır, hünerlidir ama incinin binlerce düşmanı olur.
Cevher dediğin de nedir ki... Bu su Kevser suyudur. İncinin aslı, bunun bir katrasıdır” diyordu.

2735. Kadının ağlayıp yalvarması; erkeğin derdi ve ağır yükü bereketiyle,
Arap, testiyi hırsızlara kaptırmadan, taşla kırdırmadan durup dinlenmeksizin ta Hilâfet Şehrine kadar götürdü.
Orada bir tapu gördü ki nimetlerle dolu. Haceti olanlar oraya tuzaklarını yaymışlar?
Zaman, zaman her tarafta bir haceti olan o tapudan ihsana nail olmuş, hil’atler elde etmiş.
O kapı; kâfire, Müslüman’a, güzele, çirkine güneş gibi… Hattâ cennet gibi.

2740. Bir bölük halk gördü, huzurda bezenmiş duruyor. Bir bölük halk gördü ayakta, hizmet bekliyor.
Süleyman’dan karıncaya kadar herkes, neşe içinde... Hepsi Sûr üfürülmüş te dirilmiş canlar gibi.
Görünüşe aldananlar, cevherlere gark olmuşlar... İç yüzüne ehemmiyet verenler, mâna denizini bulmuşlar.
Himmetsizler, himmete erişmiş... Himmet sahipleri nimete erişmiş!

Yoksul, nasıl ihsana ve ihsan sahibine âşıksa ihsan sahibi de yoksula âşıktır. Yoksulun sabrı çoksa ihsan sahibi onun kapısına gelir. İhsan sahibinin sabrı fazlaysa yoksul, onun kapısına varır. Fakat yoksulun sabrı, kemalidir, ihsan sahibinin sabrı ise noksanı

   Kapıdan ses gelmekteydi: Ey istekli, gel! Cömertlik, yoksul gibi, yoksullara muhtaçtır.

2745. Cilalı ve tozsuz ayna arayan güzeller gibi cömertlik de yoksul ve zayıf kişileri arar.
Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir. Onlar aynaya bakıp bezenirler. İhsan ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür.
Bundan dolayı Hak “Vedduhâ” sûresinde “ Ey Muhammed, yoksula bağırma” buyurdu.
Mademki yoksul, cömertliğin aynasıdır, iyi bil ki ağızdan çıkan nefes aynayı buğulandırır.
Tanrı’nın bir çeşit cömertliği, yoksulları meydana çıkarır, bir başka cömertliği de onlara bol bol ihsanda bulunur.

2750. Şu halde yoksullar, Tanrı cömertliği aynalarıdır. Hak ile Hak olan ve varlıktan tamamı ile geçen hakikî yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır.
Bu iki çeşit yoksuldan başkaları (yani varlığı olmayanlarla varlıktan geçenlerden başkaları) esasen ölüdür. Bu çeşit adam bu kapıda değildir, perdedeki, nakıştan, suretten ibarettir.

Tanrı’ya muhtaç ve susamış kişiyle Tanrı’ya ait bir şeye sahip olmayan ve ondan başkasını dileyen kişi arasındaki fark

   O kişi, yoksulun resmidir, canı yoktur, ekmek yemez. Köpek resmine kemik atma.
O, Tanrı fakiri değil, lokma fakiridir. Ölü resmin önüne yemek tabağını koyma.
Ekmek yoksulu, karada balıktır. Şekli balık şeklidir ama denizden ürküp kaçar.

2755. O evde beslenen kuştur, havada uçan Sîmurg değil. Nefis şeyler yiyip içer, gıdası Hak’tan değildir.
Yemek, içmek için Tanrı âşığıdır; canı güzelliğe âşık değildir.
Tanrının zatına âşık olduğunu vehmetse bile sevdiği zat değildir; vehmi, esma ve sıfâtın verdiği vehimdir.
Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar. Hak ise doğmamıştır, doğurmaz.
Kendi tasvir ettiği şeye, kendi vehmine aşık olan kişi, nereden nimet ve ihsan sahibi Tanrı âşıklarından olacak?

2760. O vehme âşık olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet hakikate çeker, götürür.
Bu sözü iyice anlatmak, açmak lâzım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum.
Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler.
Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz.
Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa...

2765. Balık resmine ister deniz olmuş, ister toprak. Kara yüzlüye ha sabun, ha kara boya!
Kâğıda gamlı bir adam resmi yaparsan o resmin ne gamla alışverişi vardır, ne neşeyle.
Resim, görünüşte gamlıdır ama, kendisi gamla alâkasızdır. Görünüşte gülen bir resmin de neşeyle münasebeti yoktur.
Gönülde bir haletten başka bir şey olmayan bu dünya gamı bu dünya neşesi; hakiki neşeye hakiki gama nispetle resimden ibarettir.
Resmin gamlı bir surette görünüşü, o resim yüzünden mânanın doğrulması, hakiki gamı anlaman içindir.

2770. Bu hamamlardaki resimler camekânın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar.
Sen, ancak dışardan elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!

         Halife adamlarının bedeviyi ağırlamak üzere karşılamaları ve armağanını kabul etmeleri

   Çünkü elbiseyle içeriye yol yoktur. Ten elbiseden, elbise de tenden haberdar değildir.
O bedevi Arap uzak çöllerden Hilâfet Şehrinin kapısına vardı.
Kapıcılar, bedeviyi karşılayıp üstüne lûtuf gülsuyunu serptiler.

2775. Bedevi söylemeden ihtiyacını, dileğini anladılar. Zaten onların işi istetmeden ihsan etmekti.
Ona “Ey Arab’ın en asili, en yücesi! Hangi diyardansın, yolla,  yol yorgunluğuyla nasılsın?” dediler.
Bedevi dedi ki: “Eğer bana yüz verirseniz asîlim, yüceyim. Fakat ardınıza atar mühimsemezseniz ne asaletim var ne yüzüm!
Ey yüzlerinde ululuk nişanesi olanlar, ey şevketleri Câferi altından daha hoş kişiler!
Sizi bir kerecik görmek, sizinle bir kerecik buluşmak, yüzlerce kişileri görmeye, yüzlerce güzellerle buluşmaya bedeldir. Sizi görmek için mal, mülk, servet... hepsi feda olsun!

2780. Ey Tanrı nuruyla bakanlar, bu dereceye erişmiş olanlar, padişahlar padişahının ahlâkıyla ahlâklanmış kişiler!
Kimya gibi olan bakışı nızla bakıra benzer insanlara bakar, onları altın haline getirirsiniz.
Ben garibim, padişahın lûtfunu umarak çöllerden geldim. Onun lûtfunun kokusu çölleri tuttu, kum zerrelerini kapladı, o zerreler bile lûtfiyle canlandı.
Buralara kadar paraya kavuşmak için gelmiştim, fakat ulaşınca sizin yüzünüzden sarhoş oldum.

2785. Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkânına koştu, fakat ekmekçinin güzelliğini görünce canını verdi.
Birisi, gezip eğlenmek üzere gül bahçesine gitti, bahçıvanın yüzü teferrüç yeri oldu.
Kuyudan su çekerken Yusuf’un yüzünden âbıhayat içen bedevi gibi...
Mûsâ ateş elde etmek için gitti, öyle bir ateş gördü ki ateşten vazgeçti.
İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu dördüncü kat göğe kadar çıkardı.

2790. Buğday başağı, Âdemin tuzağı oldu da bu suretle varlığı, insanlara başak oldu; bütün insanlar ondan var oldu.
Doğan kuşu, karnını doyurmak üzere tuzağa tutulur, fakat bu yüzden devlet ve kuvvet bulur, padişahın kolu, durağı olur.
Çocuk, babası lûtfedecek, kendisine kuş alacak ümidiyle, fakat hakikatte hüner sahibi olmak için mektebe gider.
Mektepten çıkınca yücelir, en yüksek mevkiye sahip olur. Hocaya aylık verirken âlemi aydınlatan bir bedir haline gelir.
Abbas, kin güderek eski dinin öcünü almak ve Ahmed’i ortadan kaldırmak üzere harp etmeye gelmişti.

2795. Öyle olduğu halde o ve evlâtları, hilâfet makamında kıyamete dek dine arka oldular, o makama şeref verdiler.
Ben, bu kapıya bir şey dilemek için geldim; daha dehlizde baş köşe oldum, yüceldim.
Ekmek ümidiyle armağan olarak su getirdim; ekmek kokusu, beni ta cennetin baş köşesine kadar çekti, götürdü.
Ekmek, bir Âdem’i cennetten sürdürdü; beni ise cennetliklerle kaynaştırdı.
Melek gibi sudan da vazgeçtim, ekmekten de. Bu kapıda gök gibi ihtiyarsız dönmekteyim.

2800. Âşıklarının cisimlerinin, âşıkların canlarının dönmesinden başka dünyada garezsiz bir dönüş yoktur. Her şey bir maksatla hareket eder, her şey bir maksatla dönüp dolaşır.”

AÇIKLAMALAR  ( Beyitler  2101 - 2800 )

B. 2110.    1241  inci beytin izahına bakınız.

B. 2112 - 2119. "Peygamber, hutbe okurken bir hurma ağacı dalına dayanırdı. Mimber yapılınca Peygamber, üstüne çıkıp oturduğu zaman mescidin direklerinden olan o hurma dalından bir inilti çıkmıya başladı. Nihayet Peygamber mimberden inip elini direğe koyunca direk sustu." (Sahîh-i Buhari, Bulak tab-ı 1312, Kitab-al Cumua, C. 2, S. 9). Bu hadis, biraz daha mufassal olarak da rivayet edilmiş ve Peygamberi'n direği koçtuğu, direğin ağlarken susturulan bir küçük çocuk gibi kesik kesik inlemiye başlayıp sonra sustuğu, Peygamber'in Tanrı zikrini duyardı. Ondan ayrıldığı için ağladı" dediği de ilâve olunmuştur (Ankaravi şerhi, Matbaa-i Âmire tab'ı, s. 426).

B. 2138. Kıyas, herhangi bir şeyle diğer bir şeyi mukayese etmek, istidlal de mukayeseden bir delille netice elde eylemektir. Kıyası, şer'î hüccet bilenler, yani dinî bir hükmü, kıyas üzerine verenler olduğu gibi kıyası kabul «etmiyenler de »ardır. Mevlâna, bir müçtehit  olduğundan kıyas ve istidlali kabul etmez, münasebet düştükçe onların çürüklüğünden bahseder.

B. 2207. Sazın alt perdesine "zir", üst perdesine "bem" denir.

B. 2222. den sonraki başlıktaki söz hadîstir (Buhârî ve Müslim: Ankaravî, S. 444).

B. 2231.    8 inci sure — Enfâl, âyet: 36.

B. 2244. Hâtem-i 'Tâî, Abdullah-ibn-i Sa'd'in oğuludur ve Tay kabîlesindendir. Cömertliğiyle meşhur olduğu gibi yiğitliği de ilerideydi. Yol kaybedenler gelsin, kendisine misafir olsun diye geceleri civardaki tepelere ateşler yaktırırdı. Hicretten aşağı yukarı 17 yıl önce (604) ölmüştür.

B. 2258. Kur'an'ın 20 nci suresi olan Tâhâ suresinin 84-98 inci âyetlerinde Musa Peygamber, Tûr'day-ken Sâmirî'nin İsrailoğullarını yoldan çıkardığı, onların, altınlarından bir buzağı yapıp "İşte bu, sizin Tanrınız ve-Musa'nın tanrısı, dediği ve hepsinin o buzağıya tapmıya başlayıp Harun'u dinlemedikleri, bu buzağının ses vermesi, inanışlarını büsbütün kuvvetlendirdiği, nihayet Musa'nın gelip Sâmirî'yi sorguya çektiği, onun da Cebrail, Mısırlıları denize gark etmek üzere gelirken görüp ayağının bastığı yerden aldığı bir avuç toprağı buzağının altınına karıştırdığını, o yüzden ses verdiğini söylemesi, Musa'nın Sâmirî'yi hudut haricine sürüp buzağıyı da ateşe atması hikâye edilmektedir.

B. 2272. Şit, Adem Peygamber'in oğullanndandır. Şîs de denir.

B. 2275. Bâyezîd-i Bistâmî, Melâmetîlerden büyük bir sofidir. Hemen bütün tarikatlar, silsilelerini bu zata bağlarlar. Adı Tayfur'dur. Bir rivayete göre Hicri 261 de (876), diğer rivayete göre de 234 te (848) vefat etmiştir. Yezid, Emevi Hanedanını kuran Muaviyye'nin oğlu ve Emevî halifelerinin ikincisidir. Hicrî 60 ta (679) halife olmuş, senesinde Kerbelâ vak'ası vukubulmustur. Yine bu adamın zamanında Medine isyanı üzerine Peygamber'in camii ve türbesi birkaç gün ahır olarak kullanılmış, şehirde birçok zulüm ve ahlâksızlıklar yapılmış, sonra Mekke muhasara edilmiş ve Kabe yakılmıştı. Mekke zap-tedilmeden 64 tarihinde (683) Yezid ölmüş, Mekke de kurtulmuştu.

B. 2314. ten sonraki başlıkta bulunan sözün mânası "Yapmadıklarınızı niye söylersiniz?" dir. Aynı başlıkta ikinci Arapça cümle "Bu, Tanrı yanında büyük bir gazaba uğramanıza sebebolur" mânasına gelir. Her iki cümle de 61 inci surenin (Sâff) 2-3 üncü âyetlerindedir.

B. 2357. "Yoksulluk, benim öğünmemdir. Öbür peygamberlere onunla öğünürüm" diye bir hadîs rivayet edilir. Sofiler, bu hadîse çok ehemmiyet verirler ve Buradaki yokluk ve yoksuzluğu mevhum varlıktan soyunmak. Tanrı varlığiyle var olmak mânasına alırlar.

B. 2363. Bu beyit, bir hikâyeye dayanmaktadır; Kadının, biri, sevgilisini bahçede bir otluğa gizlemiş, kocasiyle gezmiye çıkmış. Otluğa yaklaşınca "Dur, canım şu armut ağacına çıkmak istiyor" deyip ağaca çıkmış. Ağaçtan kocasına "O yanındaki kadın kim? Onunla gözümün önünde sevişmekten utanmıyor musun? diye bağırmıya başlamış. Adam, her ne kadar "Öyle bir şey yok" demişse de kadın feryadı basmış. Kocası aşağı inip bakmasını söylemiş, kadın inmiş "Hakikaten bir şey yok. Sen de çık bakalım, bir şey görecek misin?" diye adamı çıkarmış ve sevgilisiyle oynaşmağa koyulmuş. Bu sefer adam bağırmağa başlamış. Kadın bir müddet sonra "hele aşağı in de bak, bir şey var mı" demiş. Adamcağız aşağı ininceye kadar oynaşı kaçıp gitmiş. Bunun üzerine asağıda karısından başka kimseyi göremiyen adam, bu ağaçta bir sır olduğuna kani olmuş. Birisi bir şeyi doğru görmezse Farsça "Armut ağacından in de şüphen kalmasın" derler. Bu bir atalar sözü olup kalmıştır.

B. 2365. Hâşim. H. Muhammed'in dördüncü atasıdır. Kureyş kabilesinin Hâşim soyundan gelenlere-"Beni Hâşim — Hâşimoğullan" denir.

B. 2367. Sıddıyk, tamamiyle inanan, tasdik eden demektir. Ebubekir'in lâkabıdır.

B. 2425. "Kadınlardan, oğullardan, altın ve gümüşe ait toplanmış mallardan, damgalanmış atlardan, diğer hayvanlarla ekim biçimden olan şehvetlere meyil ve sevgi, insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar, dünya yaşayışına ait kanaatlerdir. Dönülecek iyi makam ise Tanrı indindedir." (Sure: 3 — Âl-i İmran. âyet: 14) Bu beyitteki "Züyyine linnâs — İnsanlar için ziynetlendirildi, onlara güzel gösterildi" cümlesi, bu âyetin başlangıcıdır.

B. 2427. Zâloğlu Rüstem, İran'ın meşhur esatiri kahramanıdır. Hamza, Peygamber'in amcasıdır. ve kahramanlığiyle meşhurdur. Uhud harbinde şehit düşmüştür.

B. 2428.    1972 nci beytin izahına bakınız.

B. 2453.    Ay  tutulunca halk sahan,  fincan gibi şeyler çalarlar.  Hattâ  tüfek,  tabanca atarlardı.

Bu  suretle ayı tutan şeytan korkup kaçarmış!

B. 2455.    "Ene Rabbüküm-ül a'la" ben, sizin en yüce Tanrınızım demektir. Kur'an'ın 79 uncu suresi olan. Nâziât  suresinin   15-26 ncı âyetlerinde  Firavun'un  kötülüğü anlatılırken 24 üncü âyette böyle dediği de hikâye edilmektedir.

B. 2481. den sonraki başlıktaki cümle "Dünyada da ziyan eder. Ahrette de" demektir. 22 nci surenin (Hac) 11 inci âyetinden alınmadır. Ayetin mânası şudur: "İnsanların bazısı Tanrı'ya dille ibadet eder; bir hayra uğrarsa inanır, bir sınanmaya düşerse dinden yüz çevirir. Bu çeşit adam dünyada da ziyan eder, ahrette de, işte görünür ziyankârlık budur."

B. 2508. den sonraki başlıktaki cümle 8 inci surenin (Enfâl) 44 üncü âyetinden alınmaktadır. "Sizi de onların gözlerine az gösterdi. İşler, nihayet Tanrı'ya döner, onun dediği olur" demektir. Âyetin tamamının mânası şudur: "An o zamanı ki Tanrı'nın takdir ettiği şey, yerine gelsin diye düşmanla karşılaştığınız vakit Tanrı, onları sizin gözünüze azlık gösterdiği gibi sizi de onların gözlerine az gösterdi. İşler, nihayet Tanrı'ya döner, onun dediği olur."

B. 2513. ten itibaren Salih Peygamber'den ve mucizelerinden bahsedilmektedir. Bu bahis, bilhassa Kur'-an'ın 91 inci üresi olan Şems suresinin 10-15 inci âyetlerinde vardır. 2513 üncü beytin ikinci mısraı, bu surenin 13 üncü âyetinden aynen ve lâfzen alınmıştır.

B. 2539. Bu kelime "diz çökmüşler" manasınadır. Kuran'da Semud kavminin helaki anlatırken "Salih Peygamber'in gönderdiği Semud kavmini yer deprentisi ve korkunç bir ses, tamamiyle helak etti. Onlar, evlerinde diz çökmüş olarak öldüler ve bu suretle sabahladılar" deniyor (7 nci sure — A'râf, âyet: 78).

B. 2558. "Zalim kavmin ardından..." Şuayb Peygamber, kavminin helakinden sonra böyle demiştir

(7 nci sure — A'râf, âyet: 93).

B. 2569. dan sonraki bahis, 297 nci beytin izahına bakınız.

B. 2594. "Tanrı, öyle bir Tanrı'dır ki sizi topraktan yaratmış, sonra belli olmıyan bir müddet hayatta kalmanızı takdir etmiştir. O müddetin, yani ecelinizin ne vakit ve ne suretle geleceğini ve kıyametin ne vakit kopacağını Tanrı bilir. Siz bunları bilirsiniz de sonra •yine şüpheye düşersiniz."

(Sure: 6 — En'âm, âyet: 3).

B. 2692. den sonraki başlıktaki Arapça söz. 48 inci surenin (Feth) 2 nci âyetinden alınmadır ve "Tanrı, suçlarından yapılıp geçmiş onları da yarhgar, geleceklerini de" demektir.

B. 2604. "Süleyman, Rabbim, beni yarlıga ve bana öyle bir saltanat ver ki benden sonra hiç kimseye nasibolmasın. Sen, şüphe yok, verici Tanrısın dedi" (38 nci sure — Sâd. âyet: 35). Bu beyitteki Arapça cümle "Rabbim, bana ver" demektir. 2606 ncı beyitteki cümle de "nasibolmasın" manasınadır. Her iki cümle de aynen bu âyetten alınmada.

B. 2610 - 2611. Süleyman Peygamber'in, kendisine gösterilen atlara dalıp ibadet zamanını geçirdiği 38 inci surenin (Sâd) 31-33 üncü âyetlerinde bildirilmektedir.

B. 2654. "Ben yerime, göğüme sığmadım ama bana inanmış, benden korkan temiz ve haramdan çekinen kulumun gönlü beni aldı, oraya sığdım." Kudsi hadîs.

B. 2656.    568 inci beyitin izahına bakınız.

B. 2694. "Ya Muhammed. de ki: gelin..." Bu cümle birkaç âyette vardır (3 üncü sure — Âl-i İmran. âyet: 64,  6 ncı sure — En'âm, âyet: 151.

B. 2709.    9 uncu sure — Tevbe, âyet: 111.

B. 2714.    24 üncü sure — Nur, âyet: 30.

B. 2728. Arap alfabesindeki 28 harf iki türlü tertibe tâbidir. Birincisi yazı bakımından birbirine benzer harfler yanyana getirilerek yapılmıştır. İkincisi harflerin terkiplerinden meydana gelmiştir. Ebc (e) d, H (e) v (ve) z... gibi. Bu ikinci tertibe "Epçet" denir. Epçet hesabı da bu harflere göredir. Bu harflere, yani Epçede mâna verenler ve Adem Ataya inen sahifelerin bunlar olduğunu söyliyenler de vardır.

B. 2734. Kevser, fazla nesil ve zürriyet, bir de cennette H. Muhammed'e mahsus bir havuzdur. Kur'an'-ın 108 inci suresinin adı da Kevser suresidir.

B. 2747. Kur'an'ın 93 üncü suresi "Vedduhâ — kuşluk çağına and olsun" diye başlar ve "Duhâ suresi" diye anılır. Bu beyitteki âyet, bu surenin onuncu âyetidir.

B. 2758. Kur'an'ın 112 nci suresi olan İhlâs suresinin 3 ve 4 üncü âyetlerinden alınmadır.

B. 2787. Yusuf Peygamber’i kardeşleri kuyuya atmışlar, bir kafile geçerken kuyudan su çekmek üzere kuyuya kova salmışlar, Yusuf bu suretle çıkmıştır. (12 nci sure, Yusuf, âyet: 19).

B. 2788. Musa Peygamber. Şuayb Peygamber'in kızını ve kendisine verilen hayvanları alıp bir yurt kurmak üzere giderken Eymen - Tuvâ vadisinde karşıdan bir ateş görmüş, yol sormak yahut ısınmak üzere biraz ateş almak için oraya doğru gidince çalılardan, ağaçlardan ateş çıktığını, fakat çalılarla ağaçların yanmadığmı görmüş, ilerleyince ateşin de ilerlediğini, gerileyince ateşin de gerilediğini görerek şaşırmış bir haldeyken bir ağaçtan "Ben senin Rabbinim, sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin, çıkar ayakkabılarını!" diye bir ses gelmiş. Asasının ejderha olması, koynuna soktuğu elin parıl parıl yanar bir hale gelmesi (Yed-i Beyzâ) mucizeleri, kendisine burada verilmiştir. Tevrat'ta anlatılan bu vak'a, Kur'an'ın da birçok surelerinde geçer (meselâ sure: 20 — Tâhâ, 9 uncu âyetten itibaren).

B. 2794 - 2795. Bu beyitlere göre Mesnevi'nin birinci cildi yazılırken Bağdad'da henüz Abbasoğulları halifeliğinin bulunduğuna hükmetmek icabeder. Bağdad, Hulâgû tarafından hicrî 656 da zaptedilmiş, Abbasoğulları imparatorluğu bu suretle tarihe karışmıştır. Buna nazaran Mesnevi'nin birinci cildi, nihayet 656 (1258) yılında ve bu beyitlerin, cildin sonlarında olduğuna göre herhalde Bağdad'ın zaptından önce tamamlanmıştır. Mevlana, ikinci cildin başlarında, bu cilde 662 recebinin on beşinci günü başlandığını ve birinci cildin bitmesinden sonra Mesnevi yazılmasının bir müddet durakladığını bildirir. Eflâki, bu duraklamanın. Çelebi Hüsameddin'in karısının ölümü ve yeniden evlenmesi yüzünden olduğunu ve iki yıldan ibaret bulunduğunu söylerse de ikinci cilde, birinci cildin bitmesinden aşağı yukarı altı sene sonra başlandığı yukardaki hesaptan açıkça meydana çıkmaktadır. Salih Ahmet Dede, "Mecmua-al Tavârîh-al Mevleviyye" de birinci cilde 659 cümadelâhırası sonlarında başlandığını, hiçbir kaynak göstermeden söyler. Herhalde bu hesabı, Eflâkî'nin iki yıl duraklama kaydını gözeterek ve nihayet bir cildin bir yılda biteceğini tahmin ederek yapmıştır. Halbuki arzettiğimiz gibi birinci cildin sonlarında henüz Abbasoğulları İmparatorluğu vardır. Şu halde bu kayıt da tamamiyle yanlıştır.

CİLT 1 (2801 -3500 Beyitler)

Dünyaya âşık olan kişi, üstüne güneş vurmuş bir duvara âşık olur. Bu parlaklığın, bu ziyanın duvardan olmayıp güneşten olduğunu anlamak için hiç zihnini yormamış ve gönlünü tamamıyla duvara vermiş olan kişiye benzer; güneşin ziyası, güneşe kavuşunca ebediyen mahrum kalır. Ve hîle heynehüm ve beyne mâ yeştehûn

Kül âşığı olanlar, bu cüz’e müştak olmazlar, Cüz’e müştak olan, külden mahrum kalır.
Cüzü, cüze âşık olunca mâşuku, çabucak küllüne gider, âşık ayrılığa düşer.
Cüz’ü seven, maskaralaştı, başkalarına kul oldu. Denize düştü, boğulmak üzere; eline geçen ota yapışmakta.
O zayıf mâşuk, hakim değildir ki âşığın derdine derman olsun. Efendisinin işini mi görsün, kendi işini mi?

Arapların atasözü: Zina edersen bari hür kadınla zina et (halayıkla değil), çalarsan bari inci çal

2805. “Zina edersen hür kadınla et” sözü bu yüzden ata sözü olup kaldı. ”Çalacaksan inci çal” sözü de neye meyledeceksen en iyisine meylet mânasına geldi.
Kul yani mâşuk; efendisinin, Tanrı’sının yanına gitti. Âşık ağlayıp inler bir halde kaldı. Gül kokusu, güle gitti; o, hor hakir kala kaldı.
Dileğinden uzaklaştı… Çalışması zayi oldu. Çektiği eziyet hiçe gitti, ayağı yaralandı.
Gölge avlayan avcıya benzedi. Hiç gölge ona sermaye olur mu?
Adam kuşun gölgesini sımsıkı tutmuş. Kuş da ağacın dalında ona şaşmakta ve.”

2810. Bu akılsız adam neye seviniyor?” demekte… İşte sana bâtıl, işte sana çürümüş sebep!
Eğer cüzü külle muttasıldır, ayrılmaz dersen diken ye, gül isteme. Diken de gülden ayrılmaz.
Cüz’ü kül’e ancak bir yüzden bağlıdır. Yoksa Tanrı’nın peygamberleri göndermesi abes olurdu.
Çünkü peygamberler, kulları Tanrı’ya ulaştırmak için gelmişlerdir. Herkes bir tenden ibaretse, Tanrı ile kul, kül ile cüz ise birbirine bağlıdır; kimi kime ulaştırırlar?
Oğul bu sözün sonu yoktur. Gün sona erdi, hikâyeyi tamamla!

Arabın, su testisini halifenin kullarına vermesi

2815. Su testisini sunup tapuya hizmet ve tâzim tohumunu ekti.
Dedi ki:” Bu armağanı o sultana götürün, padişahtan murat isteyeni ihtiyaçtan kurtarın!
Tatlı, lezzetli su…Yağmur sularından biriken gölden toplanmıştır. Testi de güzel, yepyeni.”
Padişah kullarının bu söze gülecekleri geldi. Fakat o armağanı can gibi kabul ettiler.
Çünkü basiret sahibi padişahın tabiatındaki lûtuf, bütün saray erkânına da sirayet etmişti.

2820. Padişahların huyu halka da tesir eder. Yeşil gök, yeryüzünü de yeşertir.
Padişah bir havuza benzer. Maiyetini de lüleler gibi bil. Su, göllere lülelerden akar.
Lülelerden akan suların hepsi, tertemiz bir havuzdan geldiği için her lüle, zevkli ve tatlı su akıtır.
Eğer havuzdaki su tuzlu ve pis olursa her lüleden aynı su akar.
Çünkü her lüle havuza muttasıldır. Sen bu sözün mânasına iyice dal, adamakıllı dikkat et, düşün!

2825. Yurdu olmayan padişahlar padişahı can da, bak, bütün bedene nasıl tesir etmiştir.
Tabiatı, soyu sopu hoş aklın lûtfu da, bak, bütün bedeni nasıl müeddep bir hale getiriyor.
Kararı, sükûnu olmayan şuh ve şen aşk da bütün bedeni nasıl cünuna sürüklüyor?
Kevser gibi olan deniz suyunun letafeti yüzünden dibindeki ateş parçalarının hemen hepsi inci ve mücevherdir.
Usta hangi hünerde tanınmışsa, hangi hünerle şöhret bulmuşsa çırağı da o hünerde ilerler ,o hünerde meşhur olur.

2830. Usul ilmini bilen üstadın yanında zihni çevik, istidatlı talebe usul okur;
Fakîh üstadın yanında da usul okumaz, fıkıh tahsil eder.
Nahiv üstadının talebesi nahiv üstadı olur.
Hakikat yolunda mahvolan üstadın talebesi ise üstadının sayesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir.
Ölüm günü bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.

Nahivciyle gemici hikâyesi

2835. Bir nahiv âlimi, gemiye binmişti. O kendini beğenmiş âlim, yüzünü gemiciye dönüp,
“Sen hiç nahiv okudun mu?” demişti. Gemici “hayır” deyince demişti ki : “Yarı ömrün hiçe gitti.”
Gemici bu söze kızdı, gönlü kırıldı. Fakat susup derhal cevap vermedi.
Derken rüzgâr gemiyi bir girdaba düşürdü. Gemici, o nahiv âlimine bağırdı:
“ Yüzmeyi bilir misin, söyle!” Nahivci “Bilmem bende yüzgeçlik arama”

2840. Deyince “Nahiv âlimi, bütün ömrün hiçe gitti. Çünkü gemi bu girdapta batacak.
İyi bil burada mahiv bilgisi lâzım, nahiv bilgisi değil. Eğer mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal!
Deniz suyu, ölüyü başında taşır. Fakat denize düşen adam diri olursa nerede kurtulacak?
Sen de eğer beşeriyet vasıflarından öldünse hakikat sırları denizi, seni başının üstüne kor.
Ey âlim, sen halka eşek diyorsun ama şimdi sen, eşek gibi buz üstünde kalakaldın.

2845. İstersen dünyada zamanın allâmesi ol, hele şimdicik dünyanın yokluğunu da gör, zamanın yokluğunu da!” dedi.
Nahivciyi, size yok olma nahvini öğretmek için hikâye arasında hikâye ettik.
Fıkhı bilmeyi de yok olmada bulursun, nahvi tahsil etmeyi de, sarftaki değişiklikleri de, ey yüce sevgilim!
O su testisi bizim bilgilerimizdi; halife de Tanrı bilgisinin Diclesi.
Biz dolu testileri Dicle’ye götürüyoruz. Böyle olduğu halde eşek olduğumuzu bilmezsek hakikaten eşeğiz!

2850. O Arap, bari o hususta ma’zurdu. Çünkü Dicle’yi bilmiyordu, çok uzaktaydı.
Bizim gibi Dicle’den haberi olsaydı o testiyi alıp konaktan konağa kona göçe götürmezdi.
Hattâ Dicle’yi bilseydi o testiyi kırar, bu işten tamamı ile vazgeçerdi.

Halifenin suya hiçbir ihtiyacı yokken o armağanı kabul edip testiyi altınla doldurması, Arabın sevinmesi

Halife, bunu görüp bedevinin ahvalini duyunca o testiyi altınla doldurdu, daha fazla da ihsanda bulunup.
Hediyeler, hususi hil’atler verdi, bedeviyi yoksulluktan kurtardı.
*O Ulu padişah, o ihsan dünyası, o adalet denizi, adamlarından birisine.

2855. “Bu altın dolu testiyi ona ver. Dönerken de onu Dicle yoluyla götür.
Çöl yolundan buraya gelmiş. Halbuki Dicle yolu, yurduna daha yakındır” dedi.
Bedevi, gemiye binip Dicle’yi görünce utancından iki büklüm olmaya, yere kapanmaya başladı.
“Bu ihsan sahibi cömert padişahın lûtfuna şaştım. Daha ziyade şaşılacak şey de şu ki, o suyu aldı.
O cömertlik denizi öyle hor ve kalp armağanı nasıl oldu da kabul etti?” diyordu.

2860. Ey oğul! Bütün dünyayı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil.
Fakat bu ilim ve güzellik, fevkâlade dolu olduğundan derisine sığamayan kişinin (zuhuru, zatının muktazası olan ve zuhur etmemesine imkân bulunmayan Tanrı’nın ) Dicle’sinden bir katradır.
O, gizli bir defineydi. Pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhar etti.Toprağı, göklerden daha parlak bir hale getirdi.
Gizli bir hazineyken coştu; toprağı atlas giyen bir sultan haline soktu.
O Bedevi, Tanrı’nın Dicle’sinden bir katrayı görseydi hakikatte bir deniz olan o katranın önünde testisini atardı.

2865. Onu görenler, daima kendilerinden geçmiş bir haldedirler. Bu yokluk halinde testilerini taşlayıp kırmışlardır.
Ey himmet edip testiyi kıran! O testi, kırılmakla daha iyi yapılmış olur.
Küp kırılır ama içindeki su dökülmez. Bu kırılmada yüzlerce sağlamlık vardır.
Küpün bütün parçaları oynamakta, hallenmektedir. Fakat Akl-ı Cüz’î, bunu imkânsız görür.
Bu halette ortada ne testi görünür, ne su. Bunu iyice gör, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.

2870. Mâna kapısını döversen açarlar. Fikir kanadını terket ki seni iri bir doğan haline getirsinler.
Fikir kanadı, çamurlara bulanmıştır, ağırdır. Sen toprak yemeğe alışmışsın; onun için toprak, sana can gibi geliyor.
Ekmek et… Bunlar topraktır, bunları daha az ye de toprak gibi yeryüzünde kalma.
Acıkınca kızgın geçimsiz, aslı kötü bir köpek oluyorsun.
Karnın doyunca murdarlaşıyor, ayak üstünde duran ve hiçbir şeyden haberi olmayan bir duvar kesiliyorsun.

2875. Şu halde sen bir zaman pis, murdar bir hale geliyor, bir zaman köpekleşiyorsun. Aslanların yolunda nasıl yürüyebilecek, nasıl koşup seğirteceksin?
Sana avlanmakta yarayan ancak köpektir. Bunu böyle bil de köpeğe daha az miktarda kemik at!
Çünkü köpeğin karnı doyarsa daha ziyade serkeşleşir. Bu serkeşlikle ava istediğin gibi gider mi?
O Bedeviyi, oraya yoksulluk çekiyordu. Nihayet o kapıyı, o devleti gördü.
O penahı olmayan yoksula padişahın ihsanını hikâye etmiştik.

2880. Âşık, aşk diyarında ne söylerse söylesin, ağzından aşk kokusu duyulur.
Fıkıhtan bahsetse ağzından hep yokluğa ait sözler çıkar; o sözlerden yokluk kokusu gelir.
Küfre ait bahis açsa o bahsinde din kokusu vardır. Şüpheye dair söz söylese sözleri, yakîni anlatmış olur.
Eğri söylese doğru görünür. O ne güzel eğridir ki doğruyu süsler.
Doğruluk denizinden zuhur eden o eğri köpük, feridir. Sâf asıl, o fer’i de sâflıkla bezemiştir.

2885. O köpüğü sâf ve makbul bil. Sevgilinin dudağından çıkan azarlayış say.
Âşığın, pek de istemediği o azar, sevgilinin yüzünün hatırı için hoş görülür.
Şekeri, ekmek şekline sokar, pişirirsen tadınca yine onda şeker lezzeti vardır, ekmek lezzeti bulunmaz.
Bir mümin, altından yapılmış bir put bulsa hiç onu Şamanlara bırakır mı?
Bırakmadıktan başka alır, ateşe atar. Onun ariyet şeklini bu suretle eritip bozar.

2890. Altında put şekli kalmaz. Çünkü suret, ibadete mânidir, yol vurucudur.
O putun hakikati, yani altın; Tanrı’nın bir ihsanıdır. Sonradan put şekline sokulmuştur. Altın, Tanrı ihsanı olup altınlık nasıl bu ihsan için âriyet bir suretse put şekli de altın için ârızi bir surettir.
Bir pire için yepyeni kilimi yakma. Sineğin verdiği baş ağrısı yüzünden gününü zayi etme.
Surette kalırsan putperestsin. Her şeyin suretini bırak, mânaya bak.
Hacca gidersen hac yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap.

2895. Onun şekline rengine bakma; azmine ve maksadına bak.
Rengi kara bile olsa değil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz de.
Bu hikâye parça buçuk söylendi (araya sözler karıştı, başka hikâyeler girdi.) Âşıkların işi gibi başsız, ayaksız nakledildi.
Fakat hakikatte başı yoktur, ezel gibi evveline evvel bulunmaz. Sonu da yok. Ebedle eş!
Hattâ su gibidir; her katrası hem baştır, hem ayak… Hem de başsız, ayaksız koşup gider.

2900. Haşa, bu hikâye değil, kendine gel! Bizim ve senin bugünkü halimizdir, dikkat et!
Kuvvet ve kudret sahibi olan sofilerin yanında geçmiş anılmaz.
Arap da biziz, testi de biziz, padişah da biziz, hepsi biziz. Ezelde mahrum olanlar, bunu anlamaktan mahrum kaldılar.
Aklı erkek bil. Kadın da bu nefis ve tabiattır. Bu ikisi zulmete mensup ve münkirdirler; akıl ise ışıktır
Şimdi dinle, asıl inkâr neden meydana geldi, Şundan: küllün çeşit çeşit cüzileri vardır.

2905. Bu küllün cüz’ü, cüzülerin külle nispeti gibi değildir (terkip kabul etmez); gülün cüz’ü olan gül kokusu gibi de değildir.(cüzülenmez. Bu cüz ve kül itibaridir).
Yeşilliğin letafeti güldeki güldeki letafetin (itibari olarak) cüz’ü olduğu gibi kumrunun sesi de (yine itibari olarak) bülbül nağmesinin bir cüz’üdür.
Eğer bu husustaki müşkül şeyleri anlatmaya, onlara cevap vermeye koyulsam susamışlara ne vakit su vereceğim?
Eğer sen, burada müşkül vaziyete düştüysen sabret. Sabır, gamdan kurtulmak için anahtardır.
Sakın, endişelerden sakın! Fikir aslan ve yaban eşeğidir, gönüller de ormanlıklar.

2910. Perhizler, ilâçların başıdır. Çünkü kaşınma, uyuzluğu arttırır.
Perhiz, şüphe yok ki ilâcın aslıdır. Düşüncelerden perhiz et de can kuvvetini gör!
Sen, kulak gibi bu sözlere kabiliyet kazan da sana altından küpe takayım.
Küpe de ne? Altın madeni olursun Aya, Süreyya’ya kadar yükselirsin.
Önce şunu duy ki bu muhtelif halkın canları da “elif”ten “ya” ya kadar olan harfler gibi muhteliftir.

2915. Bir yüzden baştan ayağa kadar hepsi birse de yine muhtelif harflerde birbirlerine benzerlik yoktur.
Harfler; bir yüzden birbirlerine zıt, bir yüzden birbirleriyle bir, bir yüzden faydasız ve alaydan ibaret, bir yüzden tamamı ile faydalı ve ciddîdir.
Kıyamet günü her şeyin Tanrı’ya arz edileceği, Tanrı tarafından görülüp sorulacağı en büyük bir gündür. Kendisini göstermeyi süslenip bezenen kişi ister.
O görünüş günü; Hindû gibi yüzü kapkara olan kişiye rüsvay olmak nöbetinin gelip çattığı gündür,
Yüzü güneş gibi olmayan, ancak yüzünü peçe gibi örten geceyi ister.

2920. Dikeninde bir gül yaprağı bile bulunmadığından baharlar onun sırlarına düşman kesilmiştir.
Fakat bahar, baştan ayağa kadar gül ve süsen olana iki aydın gözdür.
Mânadan mahrum olan diken, gül bahçesiyle bir arada bulunabilmek için güz mevsimini ister güz mevsimini!
Çünkü güz, hem gülün öğünecek halini, hem dikenin ayıbını örter. Bu suretle sen de onun rengiyle bunun halini görmezsin.
Şu halde güz, dikenin hayatıdır, baharıdır. Çünkü güzün ikisi de bir görünür.

2925. Ama bahçıvan, gülü güzün de görür. Bu bir kişinin görüşü yok mu? Yüzlerce cihanın görüşünden iyidir.
Zaten Cihan o bir kişiden ibarettir. Geri kalanlar, hep onun tâbileridir, hep onun yüzünden geçinenlerdir.
Onun için bütün güzel çiçekler “ Müjde, müjde; işte bahar gelmekte “ deyip dururlar;
Çiçekler, akarsu zinciri gibi parlamak, meyveler, tomurcuklanmak için hep baharı isterler.
Baharda çiçek dökülünce meyve baş gösterir. Ten de harap olunca can görünür.

2930. Meyve mânadır, çiçek onun sûreti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti!
Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar. O kayboldu mu bu fazlasıyla görünür.
Ekmek kırılıp yenmeyince kuvvet verir mi; salkımlar sıkılmadıkça şarap olur mu?
Helile, ilâçların arasında kırılıp ezilmedikçe ilâçlar, nereden sıhhati arttıracak?

Pîr kimdir? Pîrin sıfatları

Ey Hak Nuru Hüsâmeddin! Bir iki kağıdı fazla al da pîrin sıfatlarını anlatayım.

2935. Gerçi vücudun nazik ve çok zayıf , fakat sensiz cihanın işi yoluna girmiyor.
Gerçi ışık ( gibi nurlu, lâtif) ve sırça ( gibi ince ve nazik) oldun. Fakat gönül ehlinin başısın, onlara muktedasın.
Mademki ipin ucu senin elindedir, senin isteğine tâbidir; gönül gerdanlığının incileri de senin ihsanındır.
Yol bilen Pîrin ahvalini yaz; Pîri seç, onu yolun tâ kendisi bil.
Pîr, yaz mevsimidir; halk ise güz ayı…Halk, geceye benzer, Pîr aya…

2940. Genç ve terü taze talihe Pîr adını taktım. Fakat o, Halk tarafından Pîr olmuştur, günlerin geçmesiyle değil.
O öyle bir Pîrdir ki iptidası yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur.
Eski şarap esasen kuvvetlidir, hele “ Min ledünn” şarabı olursa…
Pîri bul ki bu yolculuk, Pîrsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, âfetlerle doludur.
Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın.

2945. Kendine gel! Hiç görmediğin o yola yalnız gitme, sakın yol göstericiden baş çevirme!
Ey nobran! Pîrin gölgesi olmazsa gulyabani sesi, seni sersemleştirir, yolunu şaşırtır.
Gulyabani, sana sana zarar verir, yolundan alıkor. Bu yolda nice senden daha dahi kişiler kaybolup gittiler.
Yolcuların yollarını şaşırdıklarını, kötü ruhlu İblis’in onlara neler yaptığını Kur’an’dan işit!
Onları ana yoldan yüz binlerce yıl uzak olan yola götürdü, felakete uğrattı, çırçıplak bıraktı.

2950. Onların kemiklerine, kıllarına ( onlardan kalan eserlere) bak da ibret al; eşeğini onların yoluna sürme.
Eşeğin başını çek, onu yola sok, doğru yolu bilen ve görenlerin yoluna sür.
Onu boş bırakma, yularını tut; çünkü o, yeşilliğe gitmeği sever.
Gaflet edip de bir an boş bıraktın mı çayırlara doğru fersahlarca yol alır.
Eşek yol düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmişlerdir.

2955. Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı hareket et; doğru yol, o aykırı yoldur.
Kadınlarla meşverette bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helâk oldular.
Heva hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Tanrı yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, heva ve hevestir.
Cihanda bu heva ve hevesi, yoldaşların gölgesini kırıp öldürdüğü gibi hiçbir şey kıramaz, yok edemez.

Peygamber –Sallâllahu Aleyhi Vesellem – in, Ali’ye –Tanrı ondan razı olsun – “ Herkes bir çeşit ibadetle Tanrı’ya yaklaşmayı diler, sen akıllı ve Tanrı’ya ulaşmış kulla sohbet yüzünden yaklaşmaya çalış ki o kulların en ileri gideni olasın “ diye nasihat etmesi

Peygamber, Ali’ye dedi ki: “ Ey Ali! Tanrı aslanısın, kuvvetlisin, korkmazsın, yüreklisin.

2960. Fakat aslanlığına dayanma, güvenme. Ümit ağacının gölgesine sığın!
Hiç kimsenin rivayetlerle, masallarla yoldan ayıramayacağı akıllı bir kişinin gölgesine gir.
Yeryüzünde onun gölgesi Kafdağı gibidir, ruhu da Simurg gibi çok yükseklerde uçmakta, yücelerde dolaşmakta.
Kıyamete kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama.
Güneş, insan suretiyle yüzünü örtmüştür, insan suretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.

2965. Ya Ali! Sen, Tanrı yolundakini bütün ibadetler içinde Tanrıya ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç.
Herkes bir çeşit ibadete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı.
Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın.
Bu, senin için bütün ibadetlerden daha iyidir.
Bu suretle yolda ilerlemiş olanların hepsini geçer, hepsinden ileri olursun.
Bir Pîr ele geçirdin mi hemen teslim ol; Mûsâ gibi Hızır’ın hükmüne girip yürü.

2970. Ey münafıklık nedir, bilmeyen! Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki Hızır” Haydi git, ayrılık geldi” demesin.
Gemiyi kırarsa ses çıkarma; çocuğu öldürürse saçını başını yolma.
Mademki Hak, onun eline “kendi elimdir” dedi; “Yedullahi fevka eydîhim” hükmünü verdi;
Şu halde Tanrı eli, onu öldürse de yine diriltir. Hattâ diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir.
Bu yolu, nadir olarak yapayalnız aşan bile yine Pîrlerin himmetiyle aşmış, varacağı yere onların sayesinde ulaşmıştır.

2975. Pîrin eli, kısa değildir, gaiptekilere de erişir. Onun eli, Tanrı kabzasından başka bir şey değildir ki.
Gaipte bulunanlara böyle bir hil’ati verirlerse huzurda bulunanlar şüphesiz gaiptekilerden daha iyidir.
Gaiptekileri bile doyururlar, onlara bile ihsan ederlerse artık konuğun önüne ne nimetler koymazlar?
Huzurlarında hizmet kemeri bağlanan nerede, kapı dışında bulunan nerede?
Pîri seçip ona teslim oldun mu, nazik ve tahammülsüz olma; balçık gibi gevşek ve sölpük bir halde bulunma.

2980. Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?”

Vücuduna aslan resmi döğdürmek isteyen, fakat iğne acısından dolayı pişman olan Kazvinlinin hikâyesi

Rivayetçiden şu hikâyeyi de dinle: Kazvinlilerin âdetleridir;
Vücutlarına, kol ve omuzlarına, kendilerine zarar vermeksizin iğne ile mavi dövmeler dövdürürler.
Bir Kavzinli, tellâğın yanına gidip “Bana bir döğme yap; fakat canımı acıtma” dedi.
Tellâk “ Söyle yiğidim; ne resmi döveyim?” diye sorunca “ bir kükremiş aslan resmi döv” dedi;

2985. “Talihim aslandır, onun için aslan resmi olsun. Gayret et, dövmeyi adamakıllı yap!”
Tellak “Vücudunun neresine döveyim?” dedi. Kavzinli “ İki omzumun arasına”” dedi.
Tellak, iğneyi saplamaya başlayınca yiğidin sırtı acımaya başlayıp,
“ Aman usta, beni öldürdün gitti. Ne yapıyorsun?”diye bağırdı.

2990. Usta “ Aslan yap dedin ya” dedi. Kazvinli sordu:” Neresinden başladın?
Usta “ Kuyruğundan” dedi. Kazvinli dedi ki:” Aman iki gözüm, bırak kuyruğunu.
Aslanın kuyruğu ile kuyruk sokumum sızladı, nefesim kesildi, boğazım tıkandı.
Aslan, varsın kuyruksuz olsun. İğne yarasından yüreğime fenalık geldi, bayılacağım.”
Usta, “Kavzinliyi kayırmadan, merhametsizce aslanın bir başka tarafını dövmeye başladı.
Yiğit yine bağırdı “Burası neresi?” Usta: “Kulağı” dedi.

2995. Kazvinli “ Bırak, kulaksız olsun. Orasını da yapma” dedi.
Usta bu sefer başka bir yerine başlayınca Kazvinli yine feryat etti:
“Bu üçüncü iğne de neresini dövüyor?” Usta:”Azizim, karnı” dedi.
Kazvinli “Fena acıyor, iğneyi bu kadar çok batırma, bırak, karınsız olsun” deyince
Tellâk şaşırdı, hayli müddet parmağı ağzında kaldı.

3000. İğneyi yere atıp “ Âlemde kimse böyle bir hale düştüm mü ki?
Kuyruksuz, başsız, karınsız aslanı kim gördü? Tanrı bile böyle bir aslan yaratmamıştır” dedi.
Kardeş, iğne yarasına sabret ki gâvur nefsin iğnesinden kurtulasın.
Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da.
Vücudunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tâbidir, bulut da.

3005. Gönlü ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.
Tanrı; doğması, batması muayyen olan güneş hakkında “Doğduğu ve battığı zaman onların mağaralarına vurmaz; o mağara hiç güneş yüzü görmezdi”demiştir.
Bir cüzü, külle ulaşırsa o cüz’ün yanında diken bile, gül gibi baştanbaşa letafet kesilir.
Tanrı’yı ululamak, yüceltmek, nasıl olur? Kendini, varlığını horlamak, toprak mesabesinde tutmakla.
Tanrıyı tevhid etmeyi öğrenmek nedir? Kendini tek Tanrı önünde yakıp yok etmek.

3010. Gündüz gibi şûlelenip parlamayı diliyorsan geceye benzeyen varlığını yak!
Varlığını o varlığı meydana getirenin varlığında bakırı kimya içinde eritir, yok eder gibi eritir, yok eder gibi erit, yok et (de altın ol)
Sen, sıkı sıkıya ben’e, yapışmış ( yokluğu ve birliğe ulaşmış) sın. Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar, ikilikten meydana çıkıyor.

Ava giden aslan, kurt ve tilki

Bir aslan, bir kurt, bir tilki avlanmak için dağlara düşmüşler.
Birbirlerine yardım ederek av hayvanlarını adamakıllı yakalamayı, onların yolunu kesmeyi kurmuşlardı.

3015. Üçü de beraberce o geniş ovada birçok av elde etmek niyetindeydiler.
Aslan, onlarla beraber avlanmaktan utanmaktaysa da yine onları ağırladı, onlara yoldaş oldu.
Böyle bir padişaha maiyetindeki asker, ancak zahmettir. Fakat bu “Topluluk rahmettir” deyip onlara uydu.
Böyle bir ay, yıldızlarla beraber gezmeden utanır. O, yıldızların içinde ancak onları parlatmak, onlara ihsan etmek için bulunur.
Reyine, tedbirine benzer isabetli bir rey, yerinde bir tedbir bulunmamakla beraber yine Peygamber’e “ Şâvirhum” emri geldi.

3020. Terazide arpa, altınla arkadaş olmuştur. Fakat bununla arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icabetmez.
Ruh, şimdilik kalıba yoldaş olmuştur. (kalıp, ruhu korumaktır). Nitekim köpek de bir zaman için kapıyı korur.
Bunlar; kudretli, şevketli aslanın maiyetinde dağa doğru gittikleri zaman
İşleri rast geldi, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avladılar.
Savaşçı aslanın maiyetinde giden kişinin kebabı, gece olsun, eksik olmaz.

3025. Ölmüş yaralanmış, kan içinde bulunan avlarını dağdan çeke çeke ormana getirince,
Kurt ve tilki padişahlara lâyık bir adaletle av hayvanlarının paylaşılmasına tamahlandılar.
İkisinin de tamahı, aslana aksetti, o tamahın sebebini anladı.
Sırların aslanı ve beyi olan, kalpten geçenleri bilir.
Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzurunda kötü düşüncelerden sakın!

3030. O bilir, o anlar, eşeği sükût içinde sürer. Sırrını bildiğini anlatmamak, ayıbını yüzüne vurmamak için de yüzüne güler.
Aslan, onların vesveselerini anladıysa da açmadı, bir şey söylemedi, onları korudu.
Fakat kendi kendine “Yoksul hasisler sizi! Ben, sizin cezanızı veririm, size gösteririm ben!
”Size benim hükmüm kâfi gelmedi mi? Benim ihsanım hususunda zannınız bu mu?
Sizin akıllarınız, reyleriniz de benden; benim dünyamı aydınlatan ihsanlarımdandır.

3035. Resim ressamı nasıl ayıplayabilir? Resme o ayıbı, o kötü görünüşü veren ressamdır.
Benim hakkımda böyle hasisçe bir zanna mı düşeceksiniz? Zamanın ayıbı, arı asıl sizsiniz.
Tanrı hakkında kötü zanda bulunanlar, sizin kellenizi uçurmazsam bu işim, hatanın ta kendisidir.
Dünyayı sizin ayıbınızdan kurtarayım da bu hikâye, dünya durdukça söylenip dursun dedi.
Aslan bu düşünceyle açıkça gülüyordu. Aslanın gülümsemelerine emin olma.

3040. Dünya malı, Tanrının gülümsemeleridir. Bizi bu suret sarhoş, mağrur ve perişan etmiştir.
Ey Kadri yüce kişi! Sana yoksulluk ve hastalık iyidir. Çünkü o gülümseme nihayet tuzağını kurar, seni düşürür!

Aslanın kurdu imtihan ederek “ Kurt, huzuruma gel, bu avları aramızda payet “ demesi

Aslan “Bunları payet. Ey koca kurt, adaleti tazele!
Pay etmede benim vekilim ol da ne mahiyettesin, meydana çıksın” dedi.
Kurt “Padişahım, yaban öküzü senin payın. O büyük, sen de büyük, iri ve çeviksin.

3045. Keçi orta boyda, orta irilikte, onun için benim. Tilki, sen de tavşanı al. Tavşan tam sana münasip” dedi.
Aslan dedi ki: “Ey kurt, hele bir daha söyle, ne dedin? Ben varken sen pay istiyorsun ha!
Kurt, ne köpek oluyor ki benim gibi misli, naziri bulunmayan bir aslanın huzurunda kendisini görüyor, varım sanıyor!
Kendini beğenen eşek, ileri gel!” Kurt ileri gelince bir pençe vurup onu parçaladı.
Onda akıl ve isabetli bir tedbir görmeyince cezasını verip derisini yüzdü.

3050. Mademki beni görmek, seni kendinden geçirmedi, huzurumda yok olmadın. Böyle cana inleyerek ölmek gerek.
Mademki huzurumda mahvolmadı, boynunu vurmak farz oldu.
Tanrı’dan başka her şey fânidir. Mademki onun zatında fâni değilsin, varlık arama!
Bizim hakikatimiz de yok olana “Her şey fânidir” cezası yoktur.
Çünkü o “İllâ” dadır, “Lâ” dan geçmiştir. “İllâ” da fâni olmaz.

3055. Kapıda dolaşan, Ben’den, biz’den dem vuran kapıdan sürülür, “lâ” makamında dolaşıp durur.

Birisinin, bir dostun kapısını döğdüğü zaman içeriden “ Kimsin “ sözüne “Benim “ demesi üzerine dostun “ Mademki sen, sensin, kapıyı açmıyorum. Çünkü dostlardan kimseyi tanımıyorum ki o, ben olsun” demesi

Birisi, bir dostunun kapısına gelip kapıyı çaldı. Dostu “Kapıyı çalan kim?” deyince.
“Benim” diye cevap verdi. Dostu “Git, şimdi zamanı değil. Böyle bir sofra, ham kişinin makamı olamaz.
Hamı, ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, nifaktan ne kurtarabilir? “ dedi .
Adamcağız gitti, tam bir yıl dostunun ayrılığıyla yanıp yakıldı.

3060. Yanıp pişerek tekrar döndü, geldi. Dostunun evinin etrafında dolaşmaya başladı.
Kapıya varıp ağzından edepten dışarı bir söz çıkmasın diye yüzlerce korku ile edepli edepli halkayı çaldı.
Sevgilisi “Kim o?” deyince “Gönlümü alan sevgili sensin” diye cevap verdi.
Sevgili “ Mademki bensin, ey ben, gel içeri gir! Ev dar, iki kişi sığmıyor dedi.
İğneye geçirilecek iplik iki ayrı iplik olursa geçmez. Mademki birsin, bu iğneden geç!

3065. İpliğin iğne ile münasebeti vardır, geçer. Fakat deve, iğne yordamından geçmez ki.
Devenin vücudu riyazat ve ibadet maksadından başka bir şeyle incelir mi?
Bu işe Tanrı eli kudreti gerektir. Çünkü Tanrı, her hayali, bir iradesiyle var eder.
Her olmayacak şey, onun eliyle mümkün olur; her serkeş onun kokusuyla sakinleşir.
Anadan doğma kör ve alaca illetine tutulmuş kişiler nedir ki? Onları bir tarafa bırak; ölü bile o aziz Tanrı’nın afsuniyle dirilir.

3070. Ölüden daha ölü yokluk bile, onun var etme avucunda muztar kalır, (varlığa bürünür).
Külle yevmin hüve fi’şe’n âyetini oku da onu katiyyen işsiz, güçsüz bilme.
En az işi bu dünyaya her gün üç bölük asker yollamasıdır.
Bir bölük asker, rahimde (çocukların) yetişip yeşermesi için babaların bellerinden analara gider.
Bir bölük asker, dünyayı erkek ve kadınla doldurmak üzere rahimlerden bu yeryüzüne sefer eder.

3075. Bir bölüğü de herkesin yaptığı işin karşılığını görmesi için yeryüzünden ecel tarafına yürür.
Bu sözün sonu yoktur. Kendine gel de iki temiz dostun hikâyesine dön!

”Benim” diyen kişinin pişman olarak suçuna karşılık tövbe ve istiğfar için bir yıl riyazat çekmesi ve o tövbekârın, tekrar dönüp o eve gelince ev sahibinin “Kim o” demesine “Sensin” diye cevap vermesi

Sevgilisi “Ey tamamı ile ben olan, içeri gir. Yeşillikteki gül ve diken gibi aykırı değilsin.
İplik bir oldu, artık ey yanlışlık, ortadan kalk! Kâf ve Nûn harflerini iki görürsen de hakikatte birdir” dedi.
Yokluğu, büyük ve müşkül işleri cezbetmek için Kâf ve Nûn çekicidir.

3080. İş yapma hususunda bir olmakla beraber halat, surette iki kattır.
İster iki ayak olsun, ister dört… Yol yürür. Makasa benzer, iki ağızlı olduğu halde birden keser.
Bez yıkayan iki arkadaşa bak. Görünüşte o, buna aykırı iş görmekte.
Birisi bezi suya sokar, öbür arkadaşı kurutur.
Sonra yine öteki ıslatır. Sanki birbirlerine aykırı iş görürler.

3085. Fakat, ey genç! Görünüşte birbirlerinin zıddına iş görür gibi olan bu iki arkadaşın gönülleri de birdir, yaptıkları iş de.
Her Peygamberin, her velînin bir mesleği vardır. Fakat değil mi ki hepsi halkı Hak’ka ulaştırıyor, birdir.
Dinleyenler, onların sözlerinden uykuya daldılar mı… Değirmenin taşlarını su götürdü demektir.
Bu suyun akışı, değirmen için değildir, değirmene sizin için gitmektedir.
Fakat değirmene ihtiyacınız kalmadığı için değirmenci, suyu yatağına koyuverdi, asıl dereye akıttı.

3090. Söz söyleme kudreti, öğretmek için ağza gelir; yoksa o sözün ayrı bir mecrası vardır.
Sessizce, akışı tekerrür etmeksizin, bir akan cüz’ü bir daha akmaksızın ta… altında nehirler akan gül bahçelerine kadar akıp gider.
Tanrı, harfsiz söz beliren o makamı, canımıza sen göster.
Ki pâk can, başını ayak yapıp yokluğun o uzak ve geniş sahasına koşsun.
Yokluk âlemi, pek geniş ve hudutsuz bir âlemdir. Bu hayal ve varlık, o âlemden yüzlerce gıda alır, o âlemden belirir, beslenir.

3095. Hayaller, yokluk âlemine nispetle dardır. Onun için hayal, darlık ve sıkıntıya sebep olur.
Varlık da hayalden daha dardır. O yüzden aylar, bu âlemde hilâl gibi görünür.
Duygu ve renk âleminin, yani bu dünyanın varlığı ise… yokluğa, hayale ve varlığa nispetle büsbütün dardır, âdeta daracık bir zindandır.
Âlemdeki terkip ve sayı, darlığa sebeptir. Fakat bizi duygularımız, terkip âlemine çekip durmaktadır.
O duygularla birlik âlemini bil, eğer birlik âlemini diliyorsan o tarafa yürü.

3100. Kün emri, bir tek iş yapar, fakat sözde Kâf ve Nûn harflerinden meydana gelmiştir. Mânası, yine tek ve sâftır.
Bu söze nihayet yoktur. Dön de o kurdun o savaşta ne olduğunu anlat.

Pay etmede edebe riayet etmediği için aslanın kurdu tedibetmesi

O yüce aslan; iki baş, iki üstünlük kalmasın diye kurdun başını kopardı.
Koca kurt! Mademki padişahın huzurunda kendini ölü saymadın, cezanı gör. İşte” Fentekamna minhüm?” budur.
Sonra yüzünü tilkiye dönüp “Hadi, bunları yememiz için pay et” dedi.

3105. Tilki secde edip dedi ki: “Bu semiz öküz, ey emin padişah, kuşluk yemeğin.
O keçiden de bahtı aydın padişaha gün ortasında yemesi için bir yahni olur.
Tavşan da lûtuf ve kerem sahibi padişahın akşam yemeğidir.”
Aslan “Tilki, adaleti parlattın, apaydın bir hale getirdin. Bu çeşit pay etmeyi kimden öğrendin?
Ey ulu kişi! Bu pay edişi nereden belledin? “ deyince Tilki dedi ki
“ Padişahım , kurdun halinden!”

3110. Bunun üzerine aslan “ Mademki sen bizim aşkımıza kendini rehin ettin; üçü de senin olsun, üçünü de al, git.
Ey tilki, sen baştanbaşa bizim oldun, seni nasıl incitebilirim? Mademki sen, biz oldun;
Biz de seniniz, bütün avlar da. Ayağını yedinci kat göğün üstüne bas, yüksel.
Alçak kurttan ibret aldığın için artık sen, tilki değilsin, benim aslanımsın” dedi.
Akıllı o kişidir ki çekinilen belâda dostların ölümünden ibret alır.

3115. O zaman tilki “ Aslan, bana bunu kurttan sonra teklif etti” diye yüzlerce şükürde bulundu.
“ Eğer önce bana, bunu pay et, diye teklif etseydi, ondan canımı kurtarmama imkân mı vardı? “ diye şükürler etti.
Şu halde bizden de Tanrı’ya şükürler olsun ki, bizi ancak helâk olanlardan sonra dünyaya getirdi.
Bu suretle Hakk’ın, geçmiş zamanlarda gelip geçen kavimleri nasıl helâk ettiğini duyduk.
Nihayet, o önce gelip geçen kurtların halini duyup da tilki gibi kendimizi koruyabiliriz.

3120. İşte Tanrı’nın o Hak Peygamberi, o sözü doğru peygamber, bize bu yüzden “Acınmış ümmet” adını taktı.
Ey ulular, o kurtların kemiklerini, tüylerini apaçık görün de bu halden ibret alın!
Akıllı, bu varlığı, bu kibir ve gururu terkeder; çünkü Firavun’un halini hatıra getirir.
Eğer ululanmayı bırakmaz, ibret almazsa onun azgınlığından başkaları ibret alır!

Nuh’un kavmini, “Benimle uğraşmayın. Çünkü ben, Tanrı’nın hicabıyım. Ey ziyankâr merdutlar, hakikatte Tanrı ile uğraşıyorsunuz” diye tehdit etmesi

Nuh “Ey serkeşler! Ben, ben değilim. Ben, canımdan öldüm, varlığımı terk ettim. Tanrı ile diriyim.

3125. İnsanlık duygularımı değiştirdiğim için Tanrı bana duyuş, anlayış, görüş oldu.
Çünkü ben, ben değilim. Bu nefes ondandır. Bu sözün karşısında söz söyleyen, inkârda bulunan kâfirdir” dedi.
Bu tilki suretinde aslan gizlidir. Bu tilkinin bulunduğu yerde yiğitlik taslamağa gelmez.
Sûretine bakıp aslan olduğuna inanmıyorsan ondan aslan kükreyişini de duymuyor musun?
Nuh’ta Tanrı’dan bir kudret yoktu da bütün dünyayı neden birbirine vurdu?

3130. Bir vücutta yüz binlerce aslan vardı. O, ateş gibiydi, âlemse bir harman.
Harman, onun onda bir hakkını gözetmeyince o da harmana böyle bir şûleyi saldı, yakıp kül etti.
Kim, bu gizli aslanın önünde kurt gibi ağız açıp edepten dışarı konursa,
Aslan, kurdu nasıl paraladıysa onu da paralar, ona nasıl “ Fentekamna” âyetini okuduysa buna da okur.
Aslandan pençeyi yer. Aslanın önünde yiğitlik satanın aklı yoktur.

3135. Keşke o yara yalnız vücuda gelseydi de gönül ve iman selâmette kalsaydı…
Söz buraya gelince kuvvetim kesildi. Bu sırrı nasıl açayım?
O tilki gibi siz de boğazınızı az düşünün, onun huzurunda hileye az sapın.
Huzurunda bütün bizi, beni terk edin… Mülk, onun mülküdür; mülkü ona teslim edin.
Doğru yola yoksulca gelirseniz aslan da sizindir, aslanın avladığı av da sizin.

3140. Çünkü o, paktır; Sübhan, onun vasfıdır. O, batınî şeylerden de müstağnidir, zâhiri şeylerden de.
Ondaki her türlü av, her çeşit ikram ve ihsan o padişahın kulları içindir.
Padişahın hiçbir şeye tamahı yoktur, O, bütün bu devleti halk için düzüp koşmuştur; ne mutlu anlayana!
Dünyanın ve ahiretin devletleri; devleti, dünyayı ve ahireti yaratan kişinin ne işine yarar?
Şu halde Süphan’ın huzurunda gönlünüzü koruyun ki sonra kötü düşünceden utanmayasınız.

3145. Çünkü o; halis sütün içindeki siyah kıl gibi bütün gizli şeyleri, düşünceleri arayıp taramayı…her şeyi görür.
Suretten geçip gönlünü arıtan kişi, gayp suretlerine ayna olur.
Şüphe yok, sırrımızı anlar; çünkü mümin, müminin aynasıdır.
Nakdimizi mehenge urunca derhal yakîni şüpheden ayırt eder.
Canı, nakitlerin mehengi olunca elbette ayarı sağlam olanı da görür, kalp olanı da.

Padişahların ârif sofileri karşılarına oturtması

3150. Hatırlarsan duymuşsundur; padişahların böyle bir âdeti vardı:
Sol taraflarında yiğitler, bahadırlar dururdu, çünkü kalp vücudun sol tarafındadır.
Defterdarlarla hesap memurlarının ve kalem ehli olanların makamı sağ taraflarındaydı. Çünkü yazı yazmak ve bir şeyi tespit etmek sağ elin işidir.
Sofilere karşılarında yer verirlerdi. Zira onlar, can aynasıdırlar, hattâ aynadan da iyidirler.
Gönül aynasının fikir suretleri kabul etmesi o aynada bu görülmemiş suretlerin görünmesi için kalplerini zikirle, fikirle cilâlamışlardır.

3155. Yaratılış sulbünden temiz ve güzel doğan kişinin önüne ayna koymak gerektir.
Güzel yüz aynaya âşıktır. Güzel yüz, aynaya âşık olduğu gibi cana cilâ, kalplere de temizlik verir.

Bir konuğun Yusuf-u Sıddıyk’a gelmesi, Yusuf’un ondan bir armağan istemesi

Uzak yerlerden bir merhametli dost, Yusuf-u Sıddıyk’a konuk oldu.
Çocukluktan beri birbirlerini tanırlardı. Eskiden beri âşinalık yastığına yaslanmışlardı.
Konukla, Yusuf’a kardeşlerinin yaptığı cefayı, onların hasetlerini konuştular. Yusuf “o haset ve cefa, zincirdi; biz de aslandık.
Aslanın zincire vurulması ayıp değildir. Bizim Tanrı’nın kaza ve kaderinden şikâyetimiz yok.

3160. Aslan, boynunda zincir bulunmakla beraber bütün zincir yapanlara beydir” dedi.
Dostu Yusuf’a “Zindanda ve kuyuda ne haldeydin?” dedi. Yusuf cevap verdi:
“Ay, bedir halinden çıkar ve eski ay haline gelir ya… işte öyle.”
Eski ay görünmez, sonra hilâl olur da iki büklüm bir halde görünür. Fakat sonunda yine gökte bedir haline gelmez mi?
İnci tanesini havanda döverler ama kadri yine yücedir, ya ilâç olarak göze çekilir, yahut macun haline getirilir, kalp ferahlığı için yenir.

3165. Buğdayı toprak altına attılar ama sonradan topraktan başaklar çıktı.
Ondan sonra değirmende öğüttüler, değeri arttı, cana can katan gıda oldu.
Sonra ekmeği bir kere daha diş altında ezdiler; akıllı kişiye akıl ve idrâk oldu.
Daha sonra da o can, aşkta mahvoldu da Hak yolunda ekildikten sonra mahsûl verdi, ekincileri hayrete düşürdü.
Bu sözün sonu gelmez. Sen, o iyi adamın Yusuf’a ne dediğini anlatmaya başla.

Yusuf-u Sıddıyk’ın konuktan armağan istemesi

3170. Yusuf, başından geçenleri anlattıktan sonra “ Eh…bize ne armağan getirdin, bakalım?” dedi.
Ey ulu kişi! Dostları görmeye eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer.
Ulu Tanrı bile mahşer günü, halka “ Kıyamet günü için armağanın nerede;
Bize yapayalnız, azıksız, âdeta sizi yarattığımız gibi geldiniz.
Kendinize gelin! Kıyamet günü için ne hediyeniz var, ne getirdiniz?

3175. Yoksa tekrar dönüp geleceğinizi ummuyor muydunuz, size bugünün vâdesi bâtıl mı göründü ki? der.
Ona konuk olacağımızı inkâr ediyorsan bu mutfaktan ancak toprak ve kül alabilirsin.
İnkâr etmiyorsan niçin böyle elin boş. O sevgilinin kapısına böyle nasıl ayak atacaksın?
Yemeyi, uyumayı biraz azalt da onunla görüşmek için bir armağan götür.
Geceleri az uyuyanlardan seher çağlarında istiğfar edenlerden ol.

3180. Sen de rahimdeki çocuk gibi az oyna da sana da nurları gören duygular bağışlasınlar.
Rahim gibi olan dünyadan çıkınca yeryüzünden daha geniş bir sahaya dalacaksın.
“ Tanrı yeri geniştir” derler ya; o geniş yer, bil peygamberlerin gidip daldıkları sahadır.
O geniş sahada gönül daralmaz; yaş ağaç, orada kuru dal haline gelmez.
Şimdi duygular, sen de. Fakat bir gün yorgun, bitkin, baş aşağı bir hale geleceksin.

3185. Uykuda duygularını taşımazsın, duygular seni taşır. Bu yorgunluk, bitkinlik gider, eziyetten, sıkıntıdan kurtulursun.
Sen uyku halini, velîlerin uyanıkken de duygularını taşımamaları halinde bir çeşni bil.
Be inatçı; velîler, Eshab-ı Kehf’dir. Ayakta olsalar da, yürüyüp gezseler de uykudadırlar.
Tanrı, onları, kendilerinin haberi olmadan işletir; sağa sola çevirir.
O sağa çevrilme nedir? İyi iş. Ya sola çevrilme? O da bedene, varlığa ait işler.

3190. Bu iki hal de peygamberlerden, dağdan ses gelir gibi zuhur eder. Onların, her ikisinden de haberleri yoktur.
Dağ, hayır olsun, şer olsun… Senin sesini sana verir, duyurur. Fakat ikisinden de bihaberdir.

Konuğun, Yusuf-u Sıddıyk’a “Sana armağan olarak ayna getirdim. Ona her baktıkça güzel yüzünü görür beni hatırlarsın” demesi

Yusuf “Hadi, armağanını çıkar” deyince konuk, bu istekten utanıp âdeta figan ederek.
”Sana getirmek için ne kadar armağan aradıysam hiçbir şeyi beğenmedim, lâyık görmedim.
Bir habbeyi alıp da madene, bir katrayı alıp da ummana nasıl götürebilirim?

3195. Sana gönül ve can bile getirsem Kirman’a kimyon götürmüş sayılırım.
Senin, misli olmayan güzelliğinden başka bir tohum yoktur ki bu ambarda olmasın.
Sana gönül nuru gibi bir ayna getirmeyi lâyık gördüm.
Ey güneş gibi gökyüzünün ışığı olan güzel! Ona baktıkça kendi güzel yüzünü görürsün.
Gözümün nuru, sana ayna getirdim, ona bakıp yüzünü gördükçe beni hatırlarsın” dedi.

3200. Koynundan aynayı çıkarıp sundu. Güzeller, aynayla meşgul olurlar.
Varlığın aynası nedir? Yokluk. Ahmak değilsen yokluğu ihtiyar et.
Varlık, yoklukta görünebilir. Zenginler, yoksula cömertlik edebilirler.
Ekmeğin saf aynası açtır; kav da çakmak taşının aynasıdır.
Bir yerde yokluk ve noksan oldu mu…bu, bütün sanatların güzelliğine aynadır.

3205. Elbise biçilmiş, dikilmiş olursa terzinin mahareti görünebilir mi?
Budaklar yontulmamış olmalı ki marangoz onu yontsun, rendelesin… Ondan asla, yahut fer’e ait bir şey yapsın.
Usta kırıkçı nerede ayağı kırılmış varsa oraya gider.
Hasta ve arık kişi olmazsa tıp sanatının güzelliği nasıl görünür?
Ey ulu kişi! Bakırların bayalığı, aşağılığı olmasa kimya nasıl olur da zuhur eder?

3210. Noksanlar, kemal vasfının aynasıdır. O horluk, yücelik ve ululuğa aynadır.
Çünkü yakinen zıt, zıddı gösterir. Ondan dolayı bal, sirke ile görünür, (sirkengebin olur)
Kim, kendi noksanını görüp anlarsa yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar.
Kendisini kâmil sanan, ululuk sahibi Tanrı’nın yolunda uçamaz.
Ey mağrur ve sapık! Canında kendini kâmil sanmaktan daha beter bir illet olamaz.

3215. Senden bu kendini beğenme defoluncaya kadar gönlünden de çok kan akar, gözünden de!
İblis’in illeti “Ben, Âdem’den hayırlıyım” demesiydi. Bu hastalık, her mahlûkta vardır.
Bu hastalığa müptelâ olan, kendisini hor görse bile sen onu, altında pislik olan sâf su bil!
İmtihan kasdıyla onu bir karıştırsan hemen su bulanır, pislik rengini alır.
Ey yiğit! Irmak sana sâf ve berrak görünüyor ama senin ırmağının dibinde de pislik var.

3220. Yol bilen anlayışlı pîr, Nefs-i küll bağlarına ark kazıcıdır.
Irmak, kendisini nereden temizleyecek? İnsanın bilgisi, Tanrı bilgisiyle fayda verir.
Kılıç sapını kesebilir mi? Yürü, bu yarayı bir cerraha göster.
Kimse, yarasının kötülüğünü görmesin diye her yaranın üstüne sinek üşer.
O sinekler; senin düşüncelerin, mallarındır; yaran da ahvalindeki zulmet!

3225. Eğer o yaraya pîr merhem korsa o zaman derdin iyileşir, feryat ve figanın kesilir.
Yara sahibi, merhem konunca sıhhat buldum sanır. Halbuki hakikatte oraya merhemin ışığı vurmuştur.
Kendine gel, ey sırtı yaralı, merhemden baş çekme; iyileşince de kendi kendime iyileştim deme, sıhhati merhemden bil!

Vahiy kâtibine vahyin ışığı urunca âyeti Peygamber Aleyhisselâm’dan önce okuması ve “Bana da vahiy geliyor” diyerek dininden dönmesi

Osman’dan önce bir kâtip vardı. Vahyi yazmağa gayret ederdi.
Peygamber, kendisine vahyedilen âyetleri söyledi mi o, hemen kâğıda yazardı.

3230. Vahyin ışığı, kâtibe vurunca, gönlüne bazı hikmetler doğardı.
Peygamber de onun içine doğanları aynen söylerdi. O herzevekil, bu kadarcık bir şeyden azdı. Yoldan çıkıp.
”Tanrıdan nur alan Peygamber, ne söylüyorsa o söylediği şey, benim gönlümde, o hakikat benim de gönlüme doğmakta” dedi.
Düşüncesinin ışığı, Peygambere vurdu, kâtibin canına Tanrı’nın kahrı gelip çattı.
Hem kâtiplikten çıktı, hem dinden. Kinlenip Mustafa’ya ve dine düşman oldu.

3235. Mustafa “ Ey inatçı kâfir! Nur, sendense niçin şimdi kapkara kesildin?
Eğer Tanrı ırmağının kaynağı olsaydın böyle bir kara suyun bendini açmaz, akıtmazdın” dedi.
Şunun, bunun yanında namusum bir paralık olmasın düşüncesi, ağzını bağladı.
Bu yüzden içten yanıp yakılıyordu. Fakat şaşılacak şey şurası ki tövbe de edemiyordu.
Ah ediyordu, fakat ah etmesi faydasız. Kılıç gelmiş, kelleyi uçurmuştu.

3240. Tanrı, namusu, ar ve hayayı yüz batman ağırlığında bir demir yapmıştır. Nice kişiler, görünmez bağlarla bağlanıp kalmıştır!
Kibir ve kâfirlik, o yolu, o kadar bağlamıştır ki kibir ve küfür sahibi, açıkça ah edemez bile!
Tanrı “Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmışlardır, indiremezler “ dedi. Bu zincirler, bizden dışarıda değil.
“Önlerine, artlarına mânialar koyduk, gözlerini perdeleyip örttük” buyurdu. Fakat bu hale uğrayan, önündeki, ardındaki mâniaya görmez.
O dikilen mânianın çetinliği görünmez. Çünkü o kişi, kaza ve kaderin tesiriyle kurulduğunu bilmez.

3245. Senin sevgilin, asıl sevgilinin yüzünü örtmekte…mürşidin, asıl mürşidin, sözünü dinlemene mâni olmaktadır.
Nice kâfirler vardır ki din sevdasındadırlar. Fakat namus, kibir, şu bu; onların mâniaları, halleridir.
Bu, gizli bir bağdır ama demirden beter. Demir bağı, ancak balta kırar…
Demir bağı kırmak, kaldırmak ne de olsa yine mümkündür. Fakat gayptan bağlanan bağa kimse çare bulamaz.
Bir adamı arı sokarsa tabiatı, derhal o kötülüğü gidermek için uğraşmaya başlar.

3250. Bu da arı sokmasıdır ama kendi varlığından, senden meydana gelmedir. Böyle olunca da gam kuvvetlenir, illet bir türlü geçmez.
İçimden bunu açmak, iyice anlatmak geliyor ama ümitsizlik verir diye korkuyorum.
Hayır , ümitsizlenme, sevin o feryada erişen Tanrı’ya feryat et!
Ey affetmeyi seven Tanrı, bizi affet! Ey eskimiş nasır illetinin bile hekimi, bizi bağışla!
Hikmetin gönlüne aksetmesi o kötüyü yoldan çıkardı. Sen de kendini görme ki bu görüş senden toz kaldırmasın.

3255. Kardeş sana akıp duran hikmet “ Tanrı Abdâli’ndendir, sana âriyettir.
O kendisinde bir nur bulmuştur ama o nur, padişahların eşiğinden vurmuştur.
Şükret, mağrur olma, ululanma, kulak as ve hiç kendini görme.
Yüz binlerce ah ki bu âriyet hal, ümmetleri ümmetlikten uzaklaştırdı.
Kendisini, her konakta sofra başına varacak sanmayan kişiye kul olayım.

3260. Adamın bir gün evine varabilmesi için bir çok konakları terk etmesi lâzımdır.
Demir kıpkırmızı oldu ama hakikatte kızıl değildir ki. Bu kızıllık, bir ocağın demire verdiği âriyet kızıllıktır.
Penceredeki cam, yahut ev; nurlanırsa, ışık verirse onu parlak sanma , anla ki parlaklık güneştedir.
Her kapı, duvar “ Ben parlağım, başkasının nuruyla parlamıyorum. Parlayan benim” diyebilir.
Fakat güneş “Ey ham! Hele ben bir batayım da ne olduğun meydana çıkar” der.

3265. Yeşillikler “ Biz kendimizden yeşerdik, sevinç içindeyiz, gülümseyip duruyoruz, ta ezelden beri bu yücelik bizde var” diyebilirler.
Fakat yaz mevsimi, onlara “ Ey ümmetler, ben geçeyim de o vakit kendinizi görün” der.
Vücut güzellikle öğünür, nazlanır durur. Çünkü ruh, kuvvetini, kolunu kanadını gizlemiştir.
Vücuda der ki: “Ey süprüntülük! Sen kim oluyorsun ki? Bir iki gün benim ışığımla yaşadın:
Nazın işven dünyaya sığmıyor? Hele dur, bekle; ben senden çıkayım da gör.

3270. Seni o ziyadesiyle sevenler, mezara tıkarlar; karıncalara, yılanlara gıda ederler.
Çok defalar senin önünde ölüme razı olan yok mu? İşte o, senin pis kokundan burnunu tıkar!”
Söz, göz, kulak… Hep ruhun ışığıdır. Suda coşan pırıldayan, ateşin parıltısıdır.
Canın ışığı nasıl tene vuruyorsa Abdâl’ın ışığı da benim canıma vurmakta.
Canın canı olan o Abdâl’ın ışığı candan ayak çekti mi…Ten, cansız ne hale gelirse o hale gelir. Şunu bil ki,

3275. Ben kıyamet günü bu sözüme şahit olsun diye yere baş koyuyorum.
Yerlerin şiddetle sarsıldığı kıyamet gününde bu yeryüzü, insanların hallerine şahit olur.
Gizlediği haberleri apaşikâr söyler. Yeryüzü ve dikenler söze gelir.
Filozof; kendi fikrince, kendi zannınca bunu inkâr eder. Ona de: Sen var, başını o duvara vura gör!
Gönül ehlinin duyguları; suyun, toprağın, çamurun sözünü duyar durur.

3280. Filozof, Hannâne direğinin inlemesini inkâr eder. Çünkü velîlerin duygularından haberi yok, onlara yabancı.
Der ki: “ Halkta sevdanın aksi, birçok hayaller yaratır, onlara gösterir”
Halbuki bu fikir, onun fesat ve küfrünün aksidir. Bu inkâr hayali; ona fikrinden, inanışındaki bozukluktan gelmiştir.
Filozof; cini, şeytanı inkâr eder; fakat inkâr eder etmez bir cinin, bir şeytanın maskarası olmuştur.
Ey filozof, eğer şeytanı görmedinse kendine bak!( Başını duvara vurup çürütmüşsün, gömgök olmuş) Deli olmadan alın böyle göğerir mi?

3285. Kimin gönlünde şüphe, vesvese varsa felsefeye inanmıştır, gizli münkirdir.
Bazen dine inanır ama bazı ,bazı da o filozofluk damarı yüzünü kapkara eder.
Sakının müminler; o felsefeye inanış sizde de vardır. Sizde nice sonsuz âlimler var.
Bütün bu yetmiş iki din ve şeriat sendedir. Senden zâhir olduğu gün eyvah haline!
Kimde o aykırı inanıştan bir yapracık varsa o günün korkusundan yaprak gibi titrer.

3290. İblis’e cine, kendini iyi adam gördüğünden güldün.
Fakat can, postunu ters giyer , içindekini dışarı verirse din ehlinden ne kadar ahlar vahlar çıkar.
Dükkânda altın gibi görünen madenlerin hepsi güler. Çünkü imtihan taşı gizlidir.
Ey ayıpları örten Tanrı! Perdemizi kaldırma; imtihan zamanında bize yardım et, bizi kurtar!
Geceleyin kalp altın, hakiki altınla yan yanadır. Altın ise gündüzü bekler.

3295. Hal diliyle der ki: “ Yalancı, hele bir dur. Herkesin meydana çıkacağı gün bir gelsin!”
Lânetlenmiş İblis; yüz binlerce yıl Abdâl’ dendi, müminler beyiydi.
Naz ve istiğnası yönünden Âdemle savaştı, kuşluk vakti kokmaya başlayan pislik gibi rüsvay oldu.

Temsil yoluyla Bâûr’un hikâyesi

Dünya halkı, Bâûr oğlu Bel’am’a zamanın İsa’sına mağlûp oldukları gibi mağlûp ve zebun olmuştu.
Ondan başka kimseye secde etmezlerdi. Afsunu, hastalara şifa verirdi.

3300. Kendisini beğendiği, ulu gördüğü için Musa ile savaştı. Sonra hali, duyduğun gibi oldu.
Dünyada yüz binlerce İblis ve Bel’am vardır ki gizli, açık hep bu hale düşmüşlerdir.
Tanrı, diğerlerine misal olsun diye bu ikisini meşhur etti;
Bu iki hırsızı darağacına çekti, yükseltti. Yoksa kahrına uğramış daha nice hırsız var!
Bu ikisini aşikâre kahredip şöhretlendirdi; yoksa onun kahrıyla ölenler sayılamayacak kadar çok!

3305. Nazeninsin, nazlısın, ama haddince Allah aşkına olsun haddini aşma!
Eğer kendinden daha nazenin birisine çatarsan seni yerin yedi kat dibine sokar.
Âd ve Semud kavminin hikâyeleri ne için söylenip duruyor? Peygamberlerin nazik, nazenin olduklarını bilmen için.
Yere batma, başlarına taş yağma, bir sesle canlarının alınışı…Hep bu vakalar, nefs-i natıka sahiplerinin yücelerini bildirmek içindir.
Bütün hayvanları insan için öldür, fakat bütün insanları da bir akıllı kişi için öldür. ( hiç beis yok!)

3310. Akıl dediğin nedir? Akıl sahibinin akl-ı Küll’ü. Cüzi akıl da akıldır ama pek arıktır.
İnsanlardan kaçan vahşi hayvanların hepsi, ehlî hayvanlara nispetle aşağılıktır.
Vahşi hayvanların kanı mübahtır. Çünkü yüce akıldan kaçmaktadırlar. Akılları yoktur.
İnsanın emrine uymuyor diye vahşinin yüceliği bu dereceye düşmüştür.
Şu halde ey garip adam! Aslandan kaçan yaban eşeklerine benzedikten sonra senin ne şerefin var ki?

3315. Eşek, işe yaradığı için öldürülmez. Fakat yaban eşeği olursa kanı mübahtır.
Eşeğin kendisini kötülükten koruyan iyiliğe sevk eden bir bilgisi olmadığı halde Tanrı onu mâzur tutmuyor.
Ey yüce sevgili! İnsan (akıllı olduğu halde) o nefesten, ( Peygamberlerin, velîlerin sözlerinden)kaçar, vahşileşirse nasıl mâzur olur?
Hulâsa oklar ve süngüler önünde kâfirlerin kanı mübahtır. Çünkü onlar, işe yaramaktan uzaktırlar.
Onların karıları ve çocukları da esir sayılır. Çünkü akılları yoktur, merdut ve aşağılık kişilerdir.

3320. Artık bir akıl, aklın aklından kaçarsa akıllılar taifesinden hayvanat zümresine geçmiştir.

Hârût, Mârût Hikâyesi

(Aklın aklından kaçan, peygamber ve velîlere uymayan kişi) meşhur Hârût’la Mârût’a benzer. Onlar da gururları yüzünden zehirli ok yediler.
Mukaddes yaradılışlarına, melek olduklarına itimat ettiler. Fakat bu itimat, su sığırının aslana itimadı gibidir. Manda, aslana ne kadar itimat edebilir?
Onun yüz tane boynuzu olsa ve bu boynuzlarla korunmaya çalışsa yine aslan, onun boynuzunu değil; boynuzunun boynuzunu bile parça parça eder.
Kirpi gibi baştan aşağı diken olsa, aslan, yine onu çaresiz öldürür.

3325. Kasırga, birçok ağaçları kökünden sökerse de alçacık bir ota ihsanda bulunur.
O sert rüzgâr, otun zayıflığına acır. Gönül, artık sen de kuvvetten dem vurma.
Balta; ağaçların, dalların çokluğundan, sıklığından hiç korkar mı? Hepsini paramparça eder, kesip biçer.
Fakat bir ota saldırmaz. Neşter yaradan başka yere vurulmaz.
Aleve, odunun çokluğundan ne gam? Kasap koyun sürüsünden kaçar mı?

3330. Mânaya nispetle suret nedir? Çok zayıf, çok âciz. Kötüyü baş aşağı tutan ondaki mânadır.
Dolap gibi dönüp duran gökten kıyas tut. Onun dönmesi nedendir? Onda müdebbir olan akıldan.
Oğul, siper gibi olan bu kalıbın dönüşü, hareketi de gizli ruhtandır.
Bu rüzgârın hareketi onun mânasından ( o suretle zâhir olan mânadan, Tanrı kudretinden) dir değirmen çarkına benzer; çark, ırmak suyunun esiridir.
Bu nefesin alınıp verilmesi, girip çıkması da hevesli candan başka kimdendir?

3335. Can, o nefesi, nefesle çıkan sözü, bazen cim haline kor; bazen de ha ve dal haline ( bu suretle de inkâr da bulunur). Gâh o sözü barış sözü yapar, gâh savaş sözü.
*Can, o nefesi bazen sağa götürmektedir, bazen sola ..Bazen gül bahçesine koymaktadır, bazen diken haline.
Yine böyle Tanrı’mız, bu rüzgârı Âd kavmine ejderha yaptığı halde, Yine aynı rüzgârı; müminlere rahmet, hayat ve emniyet verici bir hale getirmişti.
Âlemlerin Rabbinin mânalar denizi olan bin Şeyhi, “ mâna Allah’dır” dedi.
Bütün yerler, gökler; o yürüyen denizde, o can deryasında çör çöp gibidir.

3340. Suda çör çöpün saldırması, oynaması, suyun dalgalanmasındandır.
İnat eder de onları hareketsiz bırakmayı dilerse kıyıya atıverir.
Kıyıdan dalgalandığı yere, kendisine çekti mi… ateş, ota ne yaparsa deniz de onlara onu yapar (hepsini siler, süpürür, yok eder).
Bu söze de son yoktur. Ey genç sen yine Hârût Mârût hikâyesine dön.

Hârût, Mârût hikâyesinin sonu ve onların, dünyada Bâbil Kuyusunda cezalandırılmaları

Bu iki melek, cihan halkının günahını, kötülüğünü görünce,

3345. Hiddetlerinden ellerini ısırıyorlardı. Fakat gözleriyle kendi ayıplarını görmüyorlardı.
Bir çirkin, aynada kendisini görünce yüzünü çevirmiş, kızmış.
Kendisini gören kendisini beğenen; birisinde bir suç gördü mü…İçinde cehennemden daha şiddetli bir ateş parlar.
O, bu kibre din gayreti adını takar; kendi kâfir nefsini görmez.
Din gayretinin başka alâmeti vardır. O ateşten bütün bir dünya yeşerir, hayat bulur.

3350. Tanrı; Hârût’la Mârût’a “ Eğer siz, nurdan yaratılmış, mâsum melekseniz aldanmış, ziyankâr suçluları görmeyin.
Ey gökyüzünün askerleri, benim kullarım! Şükredin ki şehvetten ve cinsi temayülden kurtulmuşsunuz.
Eğer size de şehvet versem, artık gök, sizi kabul etmez.
Sizdeki mâsumluk, benim ismetimin, benim korumamın aksindendir.
O mâsumluğu benden bilin, kendinizden değil. Kendinize gelin, kendinize… Lânetlenmiş Şeytan, size galip gelmesin” dedi.

3355. Nitekim Peygamberin vahiy kâtibi de hikmeti kendisinde gördü, kendine de vahiy geliyor zannetti.
Tanrı kuşlarının sesi, kendinde de var sandı, o kötü ıslık, o kuşların sesi gibi güzeldir zannına düştü.
Sen, kuşların seslerini övüp dururken nereden kuşun muradını anlayacaksın.
Bülbülün sesini öğrensen, tanısan da gül ile ne yapıyor, ne işi var? Nereden bileceksin?
Kıyas ve şüphe yoluyla bildiğini farz edelim… O biliş sağırların, dudak oynamasından anladıkları kadar bir anlayış ve bilişten ibarettir.

Sağırın hasta komşusuna hatır sormaya gidişi

3360. Anlayışlı, hal hatır, yol yordam bilen birisi bir sağıra “ komşun hasta” diye haber verdi.
Sağır, kendi kendisine dedi ki: “ Bu sağır kulakla ben onun sözünü nereden anlayacağım.
Hele hasta olur, sesi pek çıkmazsa… Fakat mutlaka da gitmek lâzım.
Dudağını oynar görünce ne dediğini kıyas yoluyla kendiliğinden düşünür, bulurum.
Ey benim mihnete düşmüş dostum, nasılsın? Derim. O, elbette iyiyim, yahut hoşum, diyecek.

3365. Şükürler olsun diye cevap verir, ne çorbası yedin diye sorarım. O meselâ, mercimek çorbası diye cevap verir.
Afiyet olsun der, hekimlerden kim geliyor, kendini hangisine tedavi ettiriyorsun? derim.
O, filan deyince derim ki: ayağı çok kutludur. Geldi mi işin yoluna girdi demektir.
Biz de onun kademini denedik. Nerede vardıysa dilek hâsıl oldu.”
O iyi adam, kıyas yoluyla tasarladığı bu cevapları düzüp koşarak hastaya hal hatır sormaya gitti.

3370. “Nasılsın “dedi. Hasta “öldüm” deyince dedi ki: “ Çok şükür!” Hasta, bu sözden hiddetlendi, canı pek sıkıldı.
“ Bu ne biçim şükür? O bizim kötülüğümüzü istiyormuş, anlaşıldı” diye düşündü. Sağır bir sözdür, tasarladı ama yanlış düştü.
Sonra “Ne yedin ?diye sorunca hasta “Zehir” dedi. Sağır “ Afiyet olsun” der demez hastanın kahırlanması fazlalaştı.
Sağır, bundan sonra da “ Tedavi için hekimlerden kim geliyor?” diye sordu.
Hasta “ Hadi be, defol, Azrail geliyor!” diye cevap verdi. Sağır “ Ayağı pek kutludur, sevin, neşelen!”dedi.

3375. Sağır; şükür, böyle bir zamanda hal hatır sorup komşuluk hakkını gözettim diye sevinerek dışarı çıktı.
*Sağır, eşekliğinden tamamı ile aksini sandı, ziyanın ta kendisi olan o işi kâr zannetti.
Hasta ise “Bu, bizim canımıza düşmanmış, onun cefa madeni olduğunu bilmiyormuşuz” diyordu.
Hatırına yüz türlü kötü şeyler geliyor, ona türlü ,türlü haber göndermeyi kuruyordu.
Kötü bir yemek yiyenin o yemeği kusuncaya kadar gönlü bulanır.
İşte hiddeti yenmek budur; onu kusma ki karşılık tatlı sözler duyasın.

3380. Sabrı olmadığı için hasta kıvranmakta, “ nerede bu kötü sözlü köpek ki.
Söylediklerinin hepsine karşılık vereyim. O zaman tamamı ile hastaydım, aslan gibi olan aklım uyumuştu, hatırıma bir şey gelmedi.
Hal hatır sorma, gönül almak ve teselli etmek içindir. Halbuki bu, hatır sorma değil, düşmanlık!
Düşmanını zayıf ve bitkin bir halde görüp memnun olmak istemiş” diyordu.
Nice ibadetten vazgeçmiş, kulluktan çıkmış kişilerin gönüllerinde Tanrı’nın rızasını almak, sevaba nail olmak vardır, bunu umarlar.

3385. Halbuki bu, esasen gizli bir günahtır. Nice bulanık şeyler vardır ki sen, onları sâf ve berrak sanırsın.
O sağır gibi…Sağır, iyilik yaptım sanmıştı, halbuki aksi zuhur etti.
O, bir hastaya iyilikte bulundum hatırını ele aldım, komşuluk hakkını ele getirdim diye rahatça oturmuştu.
Halbuki hastanın gönlünde bir ateş alevlenmiş, kendisini de yakmıştı.
Yaktığınız ateşlerden korkun. Siz, onu günahlarınızla çoğalttınız, günahınız yüzünden alevdesiniz.

3390. Peygamber bir riyakâra namaz kıldığı halde “ Ey yiğit kalk, namaz kıl, çünkü senin kıldığın namaz değil” dedi.
Bu korkular yüzünden her namazda “ ihdinassırâtal müstakîme- sen bizi doğru yola hidayet et” denir.
Yani “ Ey Tanrı! Bu namazımı yolunu azıtmışların, riyakârların namazıyla karıştırma.”
O sağır adamın seçtiği kıyas yüzünden on yıllık konuşma hiç olup gitti.
Ulu kişi, hele bu kıyas, tavsif edilemeyecek vahiyde aşağılık duygusunun kıyası olursa…

3395. Senin duygu kulağın harfleri anlayabilirse de bil ki gaybı duyan kulağın sağırdır.

Nas karşısında ilk olarak kıyası ileri süren İblis’ti

Tanrı nurlarına karşı bu kıyasçıkları ileri süren ilk kişi, İblisti.
Dedi ki: “ Şüphe yok, ateş topraktan daha iyidir. Ben ateşten yaratıldım Âdem kapkara topraktan.
Şu halde fer’i, asla nispetle mukayese edelim: O zulmettendir, biz aydın nurdan.”
Tanrı “ Hayır, soy sop yok. Zâhitlik ve şüpheli şeylerden çekinmek, faziletin mihrabıdır.

3400. Bu, fâni dünyanın mirası değildir ki soy sop yüzünden onu elde edesin. Bu can mirasıdır.
Hattâ Peygamberlerin mirası. Bunun vârisi şüpheli şeylerden sakınan müminlerin canıdır.
O Ebucehl’in oğlu, açıkça müslüman oldu; şu Nuh Peygamberin oğlu yolunu yanılanlardan.
Topraktan yaratılan, ay gibi nurlandı. Ateşten yaratılan sen, yüzü kara oldun, defol!” dedi.
Bu kıyaslar, bu araştırmalar; bulutlu günde, yahut geceleyin kıbleyi bulmak içindir.

3405. Fakat güneş doğmuş, Kâbe de karşıdayken bu kıyası, bu araştırmayı bırak, arama!
Kıyas yüzünden Kâbe’yi görmezlikten gelme, ondan yüz çevirme. Doğruyu Tanrı daha iyi bilir.
Tanrı kuşundan bir ötüş duyunca ders beller gibi yalnız zâhirini beller, hatırında tutarsın.
Sonra da kendinden kıyaslar yapar, hayalin ta kendisini hakikat sanırsın.
Abdâllerin ıstılahları vardır ki sözlerin, onlardan haberi yok.

3410. Sen, kuş dilini, yalnız ses bakımından öğrendin; yüzlerce kıyas ve hevesler ateşledin.
Fakat o hastanın incindiği gibi senden de gönüller incindi, kederlendi. Halbuki sağır, kendi zannına kapılıp, isabet ettiğini sanıp sevincinden sarhoş oldu.
O Vahiy Kâtibi de kuşun sesini duyup kendini de o kuşla eşit sandı.
Fakat kuş, bir kanat vurup onu kör etti işte… Onu ölümün ve elemin ta dibine kadar götürdü.
Kendinize gelin, sizde bir akis, yahut zan yüzünden göklerdeki duraklarınızdan düşmeyesiniz.

3415. Hârût’la Mârût’sanız da, “ Biz sana saf saf ibadet ediyoruz” damının üstünde herkesten ileriyseniz de.
Kötülerin kötülüklerine acıyın. Benliğin kendini görüp beğenmenin etrafında dolaşmayın.
Kendinize gelin. Tanrı gayreti, pusudan çıkmayı görsün; baş aşağı yerin dibine gidersiniz.
İkisi de dediler ki: “ Tanrı, ferman senin,senin ihsanın, senin koruman olmazsa nerede bir ihsan, nerede bir koruyan?”
Hem bunu söylemekte, hem de yeryüzüne inip hükmetmek için yürekleri oynamaktaydı. “ Bizden kötülük gelir mi? Biz ne güzel kullarız!” diyorlardı.

3420. Bunların bu gurur ve istekleri, kendilerini rahat bırakmadı: nihayet bunları kendilerini beğenmiş bir hale soktu.
“Ey toprağa, suya, yere, ateşe mensup insanlar, ey ruhanilerin temizliğinden haberi olmayanlar.
Biz şu gökyüzünün üstünde perdeler dokuyor, yeryüzüne inip şadırvanlar kuruyoruz.
Adalet yapar, ibadet eder; her gece yine göklere uçar gideriz.
Bu suretle de şu devrin şaşılacak büyükleri olur, yeryüzüne adalet ve emniyeti yayarız” diyorlardı.

3425. Gökyüzü ahvalini yeryüzüne kıyas ettiler, fakat bu kıyas, doğru değil… Arada büyük bir fark var!

Halini, neşe ve sarhoşluğunu cahillerden saklamak lâzımdır

Perde altına girmiş olan Hakîmin sözünü dinle: Şarap içtiğin yere baş koy, yat.
Meyhaneden çıkıp yol, yanılan sarhoş, çocukların maskarası ve oyuncağı olur.
Her tarafa, her yola, çamurların içine düşer, her ahmak da ona güler.
O bu haldeyken onun sarhoşluğundan, içtiği şarabın neşe ve zevkinden haberleri olmayan çocuklar peşine takılırlar.

3430. Tanrı sarhoşundan başka bütün halk, çocuktur. Heva ve hevesinden kurtulmuş kişiden başka baliğ yoktur.
Tanrı “ Dünya kuru bir istek, faydasız bir oyuncaktan ibarettir, siz de çocuklarsınız.” Dedi. Tanrı doğru buyurur.
Oyuncağı terk etmedikçe çocuksun. Ruh arınmadıkça nasıl temiz olabilirsiniz?
Dünyada daima istenen, peşinde koşulan, bir türlü terk edilemeyen bu şehvet; bil ki çocukların cimaı gibidir.
Çocuğun cimaı nedir ki? Bir Rüstem’in, bir yiğidin cimaına nispetle oyundan ibaret.

3435. Halkın savaşı da çocukların savaşı gibidir. Tamamı ile mânasız, esassız ve hor!
Hepsi sopadan kılıçlarla savaşırlar. Hepsi faydasız bir şeyle uğraşıp dururlar.
Hepsi, bu bizim Burak’ımız Düldül yürüyüşlü atımız diye bir sopaya binmiştir.
Sırtlarında yük var, fakat bilgisizliklerinden kendilerini yüksek görüp ata binmiş, yol gidiyor sanırlar.
Hele dur… halk atlıları, bir gün atlarını sürerek dokuz kat gökten geçsinler de bak!

3440. O gün ruh ve melek Tanrı’ya yücelir. Ruhun yücelmesinden gök titrer!
Siz ise umumiyetle çocuklar gibi eteğinize binmişsiniz… Ata binmiş gibi eteğinizin ucunu tutmuşsunuz!
Tanrı’dan “ Şüphe yok ki zan fayda vermez” hükmü gelmiştir. Zan merkebi nerede gökler koşacak?
İki türlü zan olursa kuvvet hangisindeyse o tercih edilir. Fakat güneş zuhur etti mi… onun varlığında ve parlaklığında inat edilmez.
İşte o zaman bindiğiniz şeyleri görürsünüz; anlarsınız ki ancak ayaklarınıza binmişsiniz…

3445. Vehmi, fikri, duyguyu, anlayışları sopa gibi çocuk atı bil!
Gönül ehlinin ilimleri, kendilerini taşır. Ten ehlinin ilimleriyse kendilerine yüktür.
Gönle uran, adamı gönül ehli yapan ilim; insana fayda verir. Yalnız tene tesir eden, insana mal olmayan ilim yükten ibarettir.
Tanrı “ Yahmilü esfâra-Tevrat’ı bilip onunla amel etmeyen kitap taşıyan eşeğe benzer” dedi. Tanrı’dan olmayan bilgi yüktür.
Tanrı’dan vasıtasız olarak verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz, uçup gider.

3450. Fakat bu yükü iyi çekersen yükünü alırlar, rahat ettirirler.
Heva ve heves uğrunda o bilgi yükünü taşıma ki içindeki ilim ambarını göresin.
İlmin rahvan atına bindikten sonra sırtından yükü alırlar.
Tanrı kadehi olmadıkça heva ve heveslerden nereden geçeceksin? Ey Tanrı’ya ait yalnız “Hu” ismine kani olan!
Sıfattan, addan ne doğar? Hayal! O hayal, sahibine ancak vuslat delili olur.

3455. Medlulü olmayan bir delalet edici hiç gördün mü? Yol olmadıkça katiyen gül de olmaz…
Hakikatı olmayan bir adı hiç gördün mü; yahut Kâf ve Lâm harflerinden gül topladın mı?
Mademki ismi okudun; var, müsemmayı da ara. Ayı gökte bil derede değil!
Addan ve harften geçmek istersen hemencecik kendini tamamı ile kendinden arıt (yok ol!)
Demir gibi demirlikten çık, renksiz bir hale gel. Riyazatta tozsuz passız bir ayna ol!

3460. Kendini kendi vasıflarından arıt ki asıl kendi sâf, pak zatını göresin.
O vakit kitap, müzakereci ve üstat olmaksızın gönlünde peygamberlerin ilimlerini görür bulursun.
Peygamber “ ümmetimden öyleleri vardır ki onlar, benimle aynı yaratılıştadırlar, benimle aynı himmete sahiptirler.
Ben onları hangi nurla görüyorsam onların canları da beni mutlaka aynı nurla görür” dedi.
Bunlar Peygamberi, Sahîhayn kitapları, hadîsler, hadîsi rivayet edenler olmaksızın, bunlara hacet kalmaksızın abıhayat kaynağında (gönüllerinde) görürler.

3465. “Kürt olarak yattık” sırrını bil, “ Arap olarak sabahladık” sırrını oku!
Gizli ilme dair bir misal istersen Rum halkıyla Çinlilere ait hikâyeyi söyle:

Rum halkıyla Çinlilerin ressamlıkta bahse girişmeleri

Çinliler “ Biz daha mahir ressamız, dediler. Rum halkı da dedi ki: “ Bizim maharetimiz daha üstündür.”
Padişah “Sizi imtihan edeceğim; bakalım hanginiz dâvasında haklı” dedi.
Çinlilerle Rum diyarı ressamları hazırlandılar; Rum diyarı ressamları ilimlerine daha vakıf kişilerdi.

3470. Çin ressamları “ Bize bir hususi oda verin, bir oda da sizin olsun” dediler.
Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bir tanesini Çin ressamlar aldı. Öbürünü de Rum ressamları.
Çinliler, padişahtan yüz türlü boya istediler. Yüce padişah bunun üzerine hazinesini açtı.
Çinlilere her sabah hazineden boyalar verilmekteydi.
Rum ressamları “ Pas gidermekten başka ne resim işe yarar, ne boya!” dediler.

3475. Kapıyı kapatıp duvarı cilâlamaya başladılar. Gök gibi tertemiz, sâf ve berrak bir hale getirdiler.
İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse ay.
Bulutta parlaklık ve ziya görürsen bil ki yıldızdan aydan ve güneştendir.
Çinli ressamlar işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıkları resimlerin güzelliğine sevinmekteydiler.
Padişah kapıdan içeri girip odadaki resimleri gördü. Hepsi akıldan, idrakten dışarı, fevkalâde güzel şeylerdi.

3480. Ondan sonra Rum ressamlarının odasına gitti. Bir Rum ressamı, karşı odayı görmeye mâni olan perdeyi kaldırdı.
Öbür odada Çin ressamlarının yapmış oldukları resimlerle nakışlar, bu odanın cilâlanmış duvarına vurdu.
Orada ne varsa burada daha iyi göründü; resimlerin aksi, âdeta göz alıyordu.
Oğul Rum ressamları sofilerdir. Onların; ezberlenecek dersleri kitapları yoktur.
Ama gönüllerini adamakıllı cilâlamışlar, istekten, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmışlardır.

3485. O aynanın sâflığı, berraklığı gönlün vasfıdır. Gönle hadsiz hesapsız suretler aksedebilir.
Gaybın suretsiz ve hudutsuz sureti, Musa’nın gönül aynası da parlamış, koynuna sokup çıkardığı elde görünmüştür.
O suret göğe, arşa, ferşe, denizlere, ta en yüce gökten, denizin dibindeki balığa kadar hiçbir şeye sığmaz.
Çünkü bütün bunların hududu, sayısı vardır. Halbuki gönül aynasının hududu yoktur.
Burada akıl, ya susar, yahut şaşırıp kalır. Sebebi de şu : Gönül mü Tanrı’dır, Tanrı mı gönül?

3490. Hem sayılı hem sayısız olan (hem kesrete dalan, hem vahdeti bulan) gönülden başka bir nakşın aksi geçip gider, ebedî değildir.
Fakat ezelden ebede kadar zuhur ede gelen her yeni nakış, gönle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecilli eder.
Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler.
Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, Aynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır.
Düşünceyi bırakmışlar, âşinalık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır.

3495. Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir.
Kimse onların gönlüne galip gelmez. Sedefe zarar gelir, inciye değil.
Onlar fıkhı ve nahvı terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyar etmişlerdir.
Sekiz cennetin nakışları parladıkça onların gönül levhine vurur, orada tecelli eder.
Tanrı’nın doğruluk makamında oturanların, orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!

Peygamber Aleyhisselâm’ın, Zeyd’e “Bugün nasılsın, nasıl kalktın?” diye sorması, onun da “Mümin olarak ey Tanrı elçisi diye cevap vermesi

3500. Peygamber bir sabah Zeyd’e “ Ey temiz ve sâf arkadaş, sabahı nasıl ettin? Diye sordu.

[divide style="2"]

AÇIKLAMALAR ( Beyitler 2801 – 3500 )

B. 2962. Kafdağı, eskilerce dünyayı kuşak gibi kuşatan bir dağdır ki zümrüdüanka kuşunun yuvası da buradadır. Sofiler Kafdağına türlü türlü mânalar vermişlerdir ki bu beyitten de anlaşılır.

B. 2972. Beyitteki cümle, 48 inci surenin (Feth) 10 uncu âyetindedir ve “Tanrı’nın eli, onların ellerinden üstündür” demektir. Tekmil âyetin mânası şudur: “Şüphesiz, sana biat edenler, Tanrı’ya biat etmişlerdir. Tanrı’nın eli, onların ellerinden üstündür. Bu biatten dönen, kendisine zarar etmiştir. Tanrı ile ahdettiği şeye vefa edene gelince: Tanrı, ona pek büyük bir ecir ve mükâfat verecektir” Peygamber, haccetmek için eshabiyle Mekke’ye hareket etmiş, fakat Mekkeliler, henüz şehir kendilerinde olduğundan buna müsaade etmemişlerdi. Bunun üzerine Hudeybiye denilen yerde bir ağaç altına oturup eshaba ölünceye kadar savaştan dönmemek üzere kendisine biat etmelerini buyurmuş, sahabe de bu suretle biat etmişti. Aynı surenin 18 inci âyetinde biatte bulunanlardan Tanrı’nın razı olduğu bildirildiğinden bu biate “Biy’at-ür Rıdvan — Razılık Biati” denmiş, bir ağaç altında biat edildiği için ağaca da “Şeceret-ür Rıdvan — Razılık ağacı” adı verilmiştir. Sofilerin mürşitlerine biatleri, bu esasa bağlanır. Onlarca mürşidin eli, şeyhten şeyhe, Peygamber’e kadar gider. Peygamber’in eliyse Tanrı eli demektir. Hattâ bunu ‘El ele, el Hakk’a” diye anlatırlar.

B. 3006. Eshab-ı Kehf, mağaralarında uyurlarken beyitte, âyetten alınarak söylendiği gibi güneş, üstlerine vurmaz, doğunca mağaranın sağına, batarken de soluna dokunurdu

(Sure: 18 — Kehf, âyet: 17. 392 nci beytin izahına da bakınız).

B. 3019. “Şâvirhüm” onlarla danış, onlarla meşverette bulun demektir. 3 üncü surenin (Âl-i İmran) 159 uncu âyetinde geçer.

B. 3065. Bu mesel, yani devenin iğne yordamından geçmesi meseli, Kur’an’da da geçer

(Sure: 7 — A’raf, âyet: 40).

B. 3071. “O, her gün ve her an bir iştedir.” (Sure: 55 — Rahman, âyet: 29).

B. 3078 – 3079. “Ol, emrinin Arapçası “kün” dür. Bu kelimede Arap imlâsınca iki harf vardır: K, N. Bu harfler, “Kâf, Nün” diye okunur. Tanrı’ iradesiyle her şeyin olacağını bildirirken “Söz budur, bundan ötesi yok: Tanrı, bir işi murat etti mi ol der, o iş de olur” der. (sure: 36 — Yâsîn, âyet 82. 3100 üncü beyte de bakınız).

B. 3103. Beyitteki Arapça cümle, onlardan öç aldık demektir. 15 inci surenin (Hicr) 78-79 uncu âyetlerinde “Şuayb’ın kavmi olan Eshab-ı Eyke, şüphe yok zâlimdi. Onlardan öç aldık. Sedum ve Eyke şehirleri, yol başında ve konuklara aydın iki şehirdi” denmektedir.

B. 3120. “Benim ümmetim, acınmış, günahları yarlıganmış, tövbesi kabul edilmiş bir ümmettir (Feyz-al Kadir II. 185).

B. 3133. 3103 üncü beytin izahına bak.

B. 3140. Sübhan, noksan ve lâyık olmıyan sıfatlardan arı demektir.

B. 3178. 6 ncı surenin (En’âm) 94 üncü âyetinden alınmadır.

B. 3179. 51 inci surenin (Zâriyât) 17 ve 18 inci âyetlerinden alınmadır.

B. 3187 – 3190. 1314 üncü beytin izahına bakınız.

B. 3195. Kirman’da kimyon çok olur. En fazla ve en iyi kimyon, bu memlekette yetişir. Bu münasebetle Farsçada “Kirman’a kimyon, denize katra götürmek” ihtiyacı olmıyan bir adama, yahut bir yere bir şey götürmek yerinde kullanılır bir atalar sözüdür. Eski Farsça kitaplarda bu söze çok raslanır.

B. 3216. 92 nci beytin izahına bakınız.

B. 3227. den sonraki bahiste adı geçen Vahiy kâtibi, üçüncü Halife Osman’ın süt kardeşi Abdullah-ibn-i Sa’d-ibn-i Ebîserh’dir. Mekke fethinden önce müslüman olmuş ve hicret etmişti. Vahiy kâtipliğinde bulunmuştu. Sonra dinden dönüp müşrik oldu ve Mekke’ye kaçtı. “Ben ne istersem Muhammed’e onu söyletirdim. Ne dersem doğrudur der, yazdırırdı” diye iddiada bulundu. Peygamber, Mekke fethedilince öldürülmesini buyurdu. Osman araya girdi, bu suretle kurtuldu. Mısır fethine iştirak etmiştir. (İbn-i Abdülbirr: Al İstîâb fî Ma’rifet-il Ashâb, Haydarâbâd, 1318, c. I, s. 393).

B. 3242 – 3243. Her iki beyitteki âyet de 36 ncı sure olan Yâsîn suresindedir (8-9).

B. 3255, 3273. 3274. 264 üncü beytin izahına bakınız.

B. 3297. den sonraki bahiste adı geçen Bâûr oğlu Bel’am’ın hikâyesi. Kur’an’ın 7 inci suresi olan A’râf suresinde geçer (âyet: 175-176).

B. 3308. Yere batan Karun’dur, başlarına taş yağan kavim, Lût ve Hûd’ Peygamberlerin kavimleridir. Cebrail’in bağırmasiyle helak edilenler de Semûd kavimleriiyle Medyenlilerdir (29 uncu sure — Ankebut, âyet: 40). Nefs-i Natıka, insandaki idrâk ve natıka kabiliyetiyle tecelli eden mâneviyettir ki maddeden mücerret ve Tanrının hususî bir lütuf ve tecellisi olarak kabul edilmiştir.

B. 3320. den sonraki bahis. 535 inci beytin izahına bakınız.

B. 3335. Arap alfabesinde “c, h, d” harfleri “cahd” kelimesini meydana getirir ki inkâr etmek, hayırsız olmak ve kalbi daralmak mânalarına gelir. Bu suretle “can, nefesi, yani ağzımızdan çıkan sözü bazan inkâra delâlet eder bir hale kor, gah barış vesilesi yapar, gah kavga ve savaş” diyor.

B. 3338. Din Şeyhi. Sürûrî ve Semi, bundan maksat Sadreddin-i Konevî’dir demişlerdir. Sarih Anka-ravi, “Tahsise delilleri yoktur. Pes anlar da olsa kabil veyahut kibardan bir ahar kimse de olsa kabil. Belki Şeyh-i Ekber olsa da bait değildir. Zira bu mazmun üzere anın kelâmı çoktur ve sarahaten bu “El mâ’na hüvallah — Mâna Tanrı’dır” bu iki kâmilin mütedavel kitaplarında yoktur” diyor. Mevlevilerin hemen hepsi, bu beyitteki “Din Şeyhi” söziyle Muhyiddîn-i Arabi’nin kastedildiğini söylemişler, hattâ Veled Çelebi İzbudak “Al Seyf-al Katı” adlı kitabında Muhyiddîn’in buna benzer bir sözünü bulup tevile kalkışmışsa da bu, apaçık hatadır. Çünkü, Mevlâna’nın hiçbir gazelinde ve Mesnevi’nin hiçbir yerinde Muhyiddîn-i Arabi’den bahis olmadığı gibi Şeyh-i Ekber de hiçbir eserinde Mevlâna’yı anmamıştır. Mevlâna’nın “Dımışkıyım” redifli gazelini de, bilhassa:

Endeı Cebel-i Sâliha kâîst zi gevher
Zan gevher-i mâ garka-i derya-yı Dımışkıyım

yani “Sâliha dağında bir inci madeni var. O inci yüzünden Dımışık denizine gark olmuşuzdur” beytinde Muhyiddin-i Cebel-i Sâliha’da metfun olması dolayısiyle Şeyh-i Ekber’in kastedildiğini sananlar vardır. Halbuki Mevlâna; Bu gazeli, Şemseddîn-i Tebrizi’yi aramak üzere üçüncü defa olarak Şam’a girerken söylemiştir. Nitekim on üç beyitten ibaret olan bu gazelin on ikinci beytinde bunu

Ez Rûm betâzîm sevum bâr suy-i Şam
Kez turra-i çün şâm-ı mutarrâ-yı Dımışkıyım

Yani “Dımışk’ın gece gibi mutarra turreleri yüzünden, Rum ülkesinden Şam diyarına üçüncü defa olarak bir kere daha koşalım” beytiyle anlatmakta ve bu beyitten, sonraki son beyitte

Mahdum-i Şems-ül Hak-ı Tebriz ger ancâst
Mevlâ-yı Dımışkıym çı mevla-yı Dımışkıym

Yani “Eğer Tebriz’in Hak güneşi (Şemseddin) orada ise biz Dımışk’ın kölesiyiz, ama ne köle!” diye Şam’a ne yüzden gittiğini apaçık söylemektedir. (Hicrî 759 [1357-1358] de yazılmış ve asli nüsha ile karşılaştırılmış, düzeltilmiş nüsha, Konya Müzesi, No. 67, yaprak 228. Yine Konya Müzesi Kütüphanesindeki 68 – 69 numaralı divanın, ikinci cildinin 136 ncı yaprağı). Şu halde Celeb-i Sâliha’da olduğu duyulan İnci madeni, ancak Şems’tir. Apaçık anlaşılıyor ki Mevlâna, Şems’in oralarda bir handa, bir kervansarayda olduğunu duymuştur.

Esasen Mevlâna’nın Muhyiddîn-i Arabi’den bahsetmesi imkânsızdır. Çünkü Mevlâna ile Muhyiddîn’in meşrepleri tamamiyle birbirine aykırıdır. Mevlâna, aşk ve-cezbeyi sülûke esas olarak kabul ettiği halde Muhyiddin, bu yolda ilimle yürümüştür. Mevlâna felsefeye muarız, olduğu halde Muhyiddîn’in bilgisi felsefeyle meşbudur. Eflâkî, müntesiplerin bir gün “Fütûhât-ı Mekkiyye” den bahsederek “Acayip bir kitab, ne dediği anlaşılmadığı gibi söyliyenin de neden söylediği belli değil” dediklerini, bu sırada Zeki adlı bir Kavvâl, yani hanendenin gelip okumıya başladığını, Mevlana’nın “Şimdi fütûhat-ı Zeki, Fütûhat-ı Mekkî’den daha yeğ” deyip semaa kalktığını, söyler (üçüncü fasıl). Görülüyor ki Mevlâna, Muhyiddin’in en mühim kitabına bile ehemmiyet vermemektedir. Şems de tamamiyle Mevlâna meşrebindedir. Mevlâna* Şemsten bahsederken “Mevlâna Şemseddin, cin ve insan taifesini teshirde, Tanrı’nın mukaddes adlarındaki sırrı ve eşyanın esrarını bilmede Musa’nın Yed-i Beyzâsına malikti. Nefesi de şüphesiz, Mesih nefesiyle hemdemdi. Kimya ilminde eşi yoktu. Dâvet-i Kevakiple riyaziyat, ilahiyat, hikemiyat, nücum ve mantık ilimlerinde âfakta ve enfüste benzeri bulunmazdı. Fakat tanrı ile sohbet edince hepsini La ceridesine kaydedip külliyattan da mücerret oldu, mücerredat ve müfredattan da. Tecrit, tefrit ve tevhit âlemini ihtiyar etti” demektedir. (Dr. F. Uzluk nüshası, s. 291). Bu derece âlim olduğu halde ilme hiç ehemmiyet vermiyen, bilgiyi bir gaye değil, bir vasıta telâkki eden ve hele felsefeye hiç ehemmiyet vermiyen Şems de bir gün Mevlâna’nın medresesinde ve Mevlâna’nın huzurunda Fahr-i Râzi’den bahsedip onun, hattâ kâfir olduğunu söylemiş, sonra söz gelimini Muh-yiddîn’e getirerek “Nitekim Şeyh Muhammed-ibn-i Arabî de Dımışk’ta Muhammed bizim perdecimizdir diyordu. Dedim ki: kendinde gördüğünü neden Muhammed’de görmüyorsun? Herkes kendisinin perdesidir. İbn-i Arabî, Marifetin hakikati sabit olunca orada dâva olur mu? Yap, yapma nerde kalır” dedi. Ben, o mâna Muhammedindi. Bu diğer fazilet de fazla olarak yine ona aittir. Sense bu suretle inkâr ediyorsun, hadi git. Bu tasarruf değil, iddianın ta kendisi. Hem dâvaya kalkışıyor, hem dâvaya düşmemek gerektir diyorsun, dedim. Şeyh Muhammed iyi hemdertti. iyi munisti, büyük adamdı. Fakat şeriata mütebaatı yoktu. Birisi, kendisi mütabaatın ayniydi dedi. dedim ki: Hayır, mütabaatta bulunmadı. Şeyh Muhammed. bir zamanlar namaz kılar, rükû ve sucutta bulunur, şeriat ehlinin kuluyum derdi, fakat hakikatte şeriate mütabaatı yoktu. Ondan çok faydalandım, fakat sizden (Mevlâna’dan) faydalandığım kadar değil. Sizinki asla ona benzemez. Arada inciyle taş parçaları kadar fark var!” diyor (aynı nüsha, Şems’in Maarif ve kelimatı bahsinde, s. 316). Bir kere de “Şeyh Muhammed’in sözlerinde filân hata etti, filân yanıldı sözleri yoktu. Onu gördüm mü sen hata ettin demektir. Bir zamanlar ona baş indirmeyi gösterdim, tevazuu öğrettim…” demiştir (s. 316).

ilk zamanlarda Mevlâna ile Muhyiddîn-i Arabi’nin oğulluğu ve tarikatının naşiri olan Sadreddin arasındaki açıklığı da Sipehsâlar Menakıbiyle Eflâkî’den öğreniyoruz. Mevlâna’nm Sadreddin ve müntesipleri, yani Muhyiddin mensupları hakkındaki telâkkisini gösteren şu sözleri de dikkate değer: “Cerrâh-ı Mesihî dedi ki: Sadreddin’in eshabından benim nezdimde su içip böyle dediler: İsa Aleyhisselâm sizin za’mettiğiniz gibi Allah’tır. Hâşa, biz bunun Hak olduğunu biliriz. Lâkin muhafa-zaten ilimle kasden ketmedip inkâr eyleriz. Mevlâna Radıyallahu anh cevaben buyurdular: Allah’ın düşmanı yalan söyledi. Hâşa lillâh bu kelâm, Allah’ın indinde matrut ve müzil ve zelil ve kıylükal bulunan Şeytan’ın şarabından, sarhoş olan kimsenin kelâmıdır. Yahudilerin nekrinden bir mahalden bir mahalle kaçan ve kameti iki arşından daha az bulunan bir şahsın yedi kat gökleri hıfzetmesini nasıl tecviz edersin? Halbuki her bir göğün sihanı beş yüz yıllık ve her biri arasının mesafesi keza beş yüz yıllık yoldur…” (Fîhi mâ Fîh, Ahmed Avni tercümesi, Osman Ergin’deki nüsha, 60 a).

Hulâsa buradaki “Din Şeyhi” nin Muhyiddîn, yahut Sadreddin olmasına hiçbir surette imkân yoktur. İhtimal Şemseddin’i, yahut babası Sultan-al Ulema’yı Seyyid Bürhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî’yi, yahut çok hürmetkar olduğu Senâî veya Ferideddin-i Attâr’ı kesdetmiştir. Maalesef bu saydığımız zevatın kitapları, makaleleri matlap düşürülerek, yeni tâbirle elenip taranarak okunmamış ve ekserisi de basılmamıştır. Bu eserler, ilmî bir surette basılır ve tetkik edilirse “Mâna Tanrı’dır” sözünü» kime ait olduğu katî surette meydana çıkar.

B. 3343. Cüvan: genç. Ankaravi, bu kelimenin Arapça feta (Türkçe akı-ahı) karşılğı olduğunu ve Çelebi Hüsameddin’e hitabedildiğini söylüyor. Hüsameddin’in Ahıtürkoğlu olduğu düşünülürse çok doğrudur (711 inci beytin izahına bakınız).

B. 3391 – 3392. “Bizi doğru yola hidayet et; onlara nimet olarak verdiğin doğru yola Gazabettiğin kişilerin yoluna, dalâlette kalanların yoluna değil” (1 inci sure — Fatiha, âyet: 6-7).

B. 3395. den sonraki bahis Mevlâna’nın mezhepte müçtehit olup kıyası hüccet olarak kabul etmediği, gerek bu bahisten, gerek kıyasa ait diğer sözlerinden, apaçık anlaşılıyor. İmamiyye’nin dört hadîs kitabından biri ve en muteberi olan “Kâfi” nin usul kısmında “Bâb-al bidai ver re’yl vel mekayîs — Bid’atler, rey ve kıyaslar babı”ndan İmam Câ’fer-al Sâdık’ın Ebu Hanife’ye “Ya Eba Hanife, bana kıyasla amel ettiğini söylediler” dediği, Ebu Hanife’nin tasdiki üzerine “Amel etme. Çünkü önce kıyasla Amel eden İblis’tir. Beni ateşten yarattın, onu topraktan dediği zaman kıyas yapmış, ateşle toprağı mukayese etmişti. Âdem’deki nuraniyeti ateşin nuraniyetiyle mukayese etseydi iki nurun arasındaki fazileti, rüçhanı ve birinin öbüründen daha arı olduğunu bilir, anlardı” dediği kayıtlı olduğu gibi yine aynı kitapta İmam Cafer’in İblis, kendini Âdem’le mukayese ederek beni ateşten yarattın, onu topraktan dedi. Eğer Tanrı’nın Adem’i yarattığı cevheri ateşle mukayese etseydi bu cevherin ateşten daha nurlu ve parlak olduğunu anlardı” dediği zikredilmektedir.

B. 3402. Ebu Cehl’in oğlu Akreme, sahabedendir. Nuh Peygamberi’n oğullarından Kenan ise Tufanda babasına uymamış, bir dağa çıkıp kurtulmıya çalışırken boğulmuştur (11 inci sure — Hûd, âyet: 42-43, 45-47).

B. 3410. “Kuş dili — Mantık-al Tayr” Kur’an’ın. 28 inci suresi olan Neml suresinin 16 ncı âyetinde bildirildiğine göre Süleyman Peygamber’e öğretilmiştir. Ferideddin-i Attar’ın da (vefatı 618 – 1221 – hicrîden sonra) bu adda, Mesnevi vezninde ve Mesnevi tarzında bir kitabı vardır. Esasen tasavvuf ıstılahlarına ve tasavvufa bu adın verilmesinde de bu eserin tesiri olsa gerektir.

B. 3426. Perde ardında bulunan hakimden maksat, Hakîm-i Senâî’dir.

B. 3431. “Bu dünya yaşayışı, aslı olmıyan bir şeyden, bir oyundan başka bir şey değildir. Ahirete gelince: bilseler asıl hayat odur.” (29 uncu sure — Ankebût, âyet: 64).

B. 3440. ”Meleklerle ruh, miktarı elli bin yıl olan günde, yani kıyamet gününde Tanrı’ya yücelirler.” {70 inci sure — Maâric, âyet: 4).

B. 3442. 10 uncu sure — Yunus, âyet: 36.

B. 3452. 62 nci sure — Cumua, âyet: 5.

B. 3453. Hu, o demektir. Birçok âyetlerde Tanrı sıfatlarını bildiren adlar “Allah” adına izafe edilmiştir. Allah bilir, görür, duyar, kudret sahibidir… gibi. Allah adı da “O, öyle bir Allahtır ki” diye “O — Hû” adına bağlandığından sofilerin bir kısmı, bu işaret adını da Tanrı adı saymışlar, hattâ ”İsm-i Âzam — en ulu ve şerefli ad” olarak kabul etmişlerdir. Ali’nin ”Ey D — Yâ Huve” diye dua ettiği de rivayet edilmektedir. Şârih-i Ankaravî, Ali’den rivayet edilen sözleri, bu beyti şerh ederken almıştır.

B. 3464. Sahîhayn, iki doğru ve sahih kitap demektir. Ehl-i Sünnet, altı tane hadîs kitabını doğru sayar. Bu altı kitaba “Sıhah-ı Sitte — altı doğru kitab” adı verilir. Bu altı kitabın içinden Buhari (vefatı 256, 869-870) ve Müslim’in (vefatı 261, 874-875) kitaplarına bilhassa “Sahîh-i Buhâri” ve “Sahih-i Müslim” denir.

B. 3465. “Kürt olarak akşamladım, Arap olarak kalktım.” Bu sözü Tâc-al Ârifîn Abû-al Vefa-yı Kürdî söylemiştir, Hicrî 501 de vefat eden (1107) bu zat, rivayete göre okuma yazma bilmezmiş. Kendisinden va’zetmesini istemişler. O da ertesi günü va’zedeceğini vadetmiş. O akşam rüyada H. Muhammed’i görmüş. Peygamber’in, kendisine ilmin talim edildiğini müjdelemesi üzerine ertesi günü mimbere çıkıp va’za bu cümle ile başlamış. Bu zatın. Çelebi Hüsamedd’in ceddi olduğunu, Mesnevi’nin başlangıcından anlıyoruz.

B. 3433. Sofiler, yakîn mertebelerini üçe ayırırlar: llm-el yakin, bilgi bakımından inanmaktır. Ayn-el yakîn, bu bilgiyi görgü haline sokmak, Hakk-al yakîn de bilgiyle birleşmek, tahakkuk etmektir. Bu üç dereceyi şu misalle aydınlatabiliriz. Yiğitliği duyup inanmak birinci derecedir. Bir yiğidin bahadırlığını görmek ikinci derece, yiğitliğin kendisinden zuhuru da üçüncü derecedir. Hacı Bayram-ı Veli, bir ilâhisinde; bu üç dereceyi “bilmek, bulmak, olmak” sözleriyle Türkçeleştirmiştır:

Bayram özünü bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendü oldu
Sen seni bil, sen seni

CİLT 1  (3501 – 4000 Beyitler)

Zeyd: “ Mümin bir kul olarak” deyince “ İman bağın yeşermiş, çiçekler açmışsa nişanesi nerede?” dedi.
Zeyd dedi ki: “ Gündüzleri susuz geçirdim, geceleri aşktan, yanıp yakılmadan uyumadım.
Mızrak kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim. (onlar beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şey de bulaşmadı.)
Ondan dolayı bence bütün şeriatler, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı.

3505. Ezelle ebed birleşti. Fakat akıl, kabiliyetsizliğinden buraya yol bulamaz.”
Peygamber “Peki, o yoldan, bu diyarın anlayışınca, bu diyar akıllılarının harcına getirdiğin bir hediye var mı, nerede? Çıkar bakalım!” dedi.
Zeyd dedi ki: “ halk, gökyüzünü nasıl görürse ben de arşı, arştakilerle beraber öyle görüyorum.
Benim önümde sekiz cennetle yedi cehennem, şaman önündeki put gibi apaçık ve meydanda.
Halkı, değirmende buğdayı arpadan fark edercesine teker ,teker tanıyorum.

3510. Cennetlik kim, yabancı nerede? Bence yılan ve balık gibi apaşikâr.
“ Kıyamet günü, bazı yüzler ak olur, bazıları kara…” Sırrı, şimdiden meydana çıktı. Bu halkın bir kısmının yüzü ak, bir kısmının kara.”
Hakikatte bazı ruhlar, bundan önce de ( dünyaya gelmeden de) ayıplıydı. Fakat ana rahminde olduğu için hali, halka gizliydi.
Şakî, ana karnında şakî olur (fakat bilinmez) Cisim âlemindeyse cisimdeki hallerden, ruhun halleri de anlaşılır.
Vücut da ana gibi can çocuğuna gebedir. Ölüm, doğmak derdi ve kıyamettir.

3515. Bu dünyada geçmiş canların hepsi, “ O ferahlı can acaba nasıl doğacak?” diye beklemektedirler.
Zenciler, o mutlaka bizdendir derler. Beyazlar da, imkânı yok… O çok güzel olacak, derler.
Vücudun canı, ahiret âlemine doğunca artık beyaz, kara ihtilafı kalmaz.
Kara ise Zenciler alıp götürürler, beyazsa kendi cinslerinden olan bu çocuğu, beyazlar alıp götürürler.
Fakat doğmadıkça anlamak, âlemdeki müşkül işlerdendir.  Çünkü henüz doğmamış çocuğun nasıl olduğunu bilen azdır.

3520. Bunu anlayan kişi, ancak Tanrı nuruyla bakıp gören kişidir. Böyle olan zat, bâtına da nüfuz edebilir.
Nutfenin aslı beyaz renkli ve hoştur. Fakat beyaz kişinin canının aksi;
Nutfeye renk verir, onu en güzel şekle sokar; kara kişinin canının aksi de bir kısım halkı, en aşağılık bir renge, en bayağı bir şekle sürer, götürür.
Bu söze nihayet yoktur. Sen yine atını sür de biz kervandan geri kalmayalım.
Bir gün her zümrenin önünde, saman çöpü müsün , dağ mı. Hindu musun, Türk mü? Meydana çıkar.

3525. Hindu ile Türk, ana karnında belli olmaz. Fakat doğunca zayıf mı kuvvetli mi… herkes görür anlar.

Zeyd’in Peygamber Sallâllahu Aleyhi Vesellem’e “Halkın ahvali bence gizli değildir, apaçıktır” diye cevap vermesi

   Zeyd “ Ben halkı, kadın, erkek… Herkesi, kıyamet günündeymiş gibi apaçık görüyorum.
Hemen şimdicik söyleyeyim mi? Yoksa kapayayım mı?” dedi. Mustafa, dudağını ısırarak sus demek istedi.
Zeyd dedi ki: “Ey Tanrı Peygamberi, haşir sırrını söyleyeyim de bugün dünyada kıyameti koparayım mı?
Müsaade et bana, perdeleri yırtayım da aslım, mahiyetim güneş gibi parlasın;
Güneş benim nurumdan tutulsun… Hurma ağacı (gibi meyveliler) ile söğüt ağacını (gibi meyvesizleri) göstereyim.

3530. Kıyamet sırrını açayım, halis altın para ile ayarı bozuk parayı izhar edeyim.
Elleri kesik Eshab-ı Simal-ı küfür rengiyle al rengi…
Tutulmayan, gidilmeyen ayın ziyasında yedi nifak deliğini…
Şakîlerin pırtıl elbiselerini göstereyim. Peygamberlerin davullarını, nöbetlerini duyurayım.

3535. Cehennemi, cennetleri, ikisinin arasındaki A’raf’ı apaçık olarak kâfirlerin gözlerinin önlerine getireyim.
Kevser Havuzunun çoşmakta olduğunu… suyunun, cennetliklerin yüzlerine vurmakta. “İç, İç!” diye seslenmekte ve bu sesin de kulaklarına gelmekte bulunduğunu…
Susuzların, havuzun etrafında koşup durduklarını apaçık göstereyim.
Onların omuzları omuzlarıma sürünmekte, naraları kulağıma gelmekte.
İşte gözümün önünde… Cennet ehli, dilekleriyle birbirlerini kucaklamışlar;

3540. Birbirlerinin ellerini ziyaret ediyor, musafahada bulunuyorlar, dudaklarından buseler yağmalıyorlar.
Aşağılık kişilerin hasret naralarından, “ ah, ah” diye bağrışmalarından kulağım sağır oldu.
Bu söylediklerim ancak işaretlerden ibarettir. Daha derin söylerim ama Peygamberi incitmekten korkuyorum.”
Zeyd, böylece sarhoş, harap bir surette söyleyip duruyordu. Peygamber, yakasını büktü.
Dedi ki: “ Kendine gel, atın pek hızlı gidiyor, yuları çek. “Tanrı haya etmez” hükmünün aksi vurdu, utanma ortadan kalktı.

3545. Aynan, kılıftan çıktı. Ayna ve terazi yalan söyler mi?
Ayna ile terazi, kimse incinmesin, utanmasın diye sözünü saklar mı?
Ayna ile teraziye yüzlerce yıl hizmet etsen onlar yine doğrucu ve kadri yüce mihenklerdir.
Sen benim sırrımı sakla, doğruyu gizle; sen de eksik gösterme, fazla göster, ( diye yalvarsan bile)

3550. Onlar sana “ Kendini maskara etme ayna, terazi nerede; hile düzen nerede?
Tanrı, hakikatlerin bizim vasıtamızla anlaşılması için kadrimizi yüceltti.
Eğer bu doğruluğumuz olmasaydı ne değerimiz olurdu; iyilerin yüzünü nasıl ağartırdık?” derler.
Fakat sen, gönlüne Sinâ dağındaki Tanrı tecellisi vurduysa bile yine aynayı koynuna koy!”
Zeyd, “ Tanrı güneşi, ezeli güneş, hiç koltuğa sığar mı?
Aslı olmayan şeyleri de yırtar, yakar; koltuğu da. Önünde ne delilik kalır, ne akıllılık!” dedi.

3555. Peygamber dedi ki: “ Bir parmağını gözünün üstüne koydun mu… dünyayı güneşsiz görürsün.
Bir parmak bile, aya perde oluyor. İşte bu padişahın ayıp örtücülüğüne alâmettir.
Bu suretle bir nokta ( gibi olan parmak), cihanı örter; bir sürçme de güneşi küsufa uğratır.
Dudağını yum, denizin dibine bak. Tanrı, denizi, insana mahkûm etmiştir.
Nitekim Selsebîl ve Zencebîl ırmakları da Tanrı’nın cennete koyduğu kulların hükmü altındadır.

3560. Cennetin dört ırmağı bizim hükmümüzdedir.
Fakat bu gücümüzden, kuvvetimizden değil…Tanrı emriyle böyledir.
Bu ırmaklar, büyücülerin hükümlerine uyan büyüler gibi bizim hükmümüzdedir; onları nereye istersek oraya akıtırız.
Bu akıp duran ve gönlün hükmü altında, canın fermanına tâbi bulunan iki göz çeşmesi gibi…
Gönül dilerse gözler; zehrin, yılanların bulunduğu tarafa gider; gönül dilerse baktığı şeylerden ibret alır.
Gönül dilerse görülen şeylere bakar; gönül dilerse örtülü , gizli şeylere akar.

3565. Gönül dilerse, gözleri külliyat tarafına sevk eder; gönül dilerse cüziyatta hapseyler.
Bu beş duygu da ( çeşmelerdeki lüleler, nasıl çeşmeye tâbi ise) aynı tarzda gönle tâbidir. Onun muradınca ve onun emrine göre iş görür.
Gönül ne tarafı işaret ederse beş duygu da eteklerini toplayıp o tarafa gider.
Musa’nın elindeki sopa nasıl Musa’ya tâbi ise el, ayak da apaçık gönlün emrine tâbidir.
Gönül isterse ayak, raksa girer, yahut yavaş yürürken hızlı yürümeye başlar.

3570. Gönül isterse el, parmaklarla hesaba girişir, yahut kitap yazar.
El, gizli bir elin hükmündedir. O gizli el içerdedir, dışarıya teni dikmiş, kendisine onu vekil etmiştir.
Gönül dilerse el, düşmana bir ejderha kesilir. Gönül dilerse sevgiliye yardımcı olur.
Gönül dilerse el, yemek için kepçedir, on batmanlık gürz.
Acaba gönül, bunlara ne söylüyor ki? Bu ne şaşılacak vuslat, bu ne gizli sebep!

3575. Gönül, acaba Süleyman Mührünü mü ele geçirdi ki bu beş duygunun yollarını istediği gibi işaret etmekte!
Beş zâhirî duygu dışarıda kolayca onun mahkûmu olmuş, beş bâtınî duyguda içeride onun memuru…
On duygu bunlardan başka yedi endam… Daha da dille söylenmeyecek kadar çok kuvvetler… Gayri sen say.
Gönül mademki ululukta sen de bir Süleyman’sın…Parmağındaki saltanat yüzüğüyle perilere, şeytanlara hükmet!
Bu saltanatta hileye sapmazsan o üç şeytan, senin parmağından yüzüğü alamaz.

3580. Gayri adın, sanın, bütün dünyayı tutar. Cismin gibi iki cihan senin hükmüne uyar.
Fakat şeytan elindeki yüzüğü alırsa padişahlık bitti, bahtın öldü demektir.
Tanrı kulları, eğer iş böyle olursa bundan böyle kıyamete kadar ancak ve ancak “ Ah hasretlik!” der, durursunuz.
Hadi, tutalım, kendi hileni inkâr edersin; canını teraziyle aynadan nasıl kurtaracaksın?”

”Getirdiğimiz turfanda meyveleri o yedi” diye kölelerle kapı yoldaşlarının, suçlarını Lokman’ın üstüne atmaları

   Lokman, efendisinin hizmetinde bulunan köleler arasında hor, hakîr görünmekteydi.

3585. Efendi rahatça yesin, eğlensin diye kullarını meyve getirmek üzere bağa gönderdi.
Lokman, kullar içinde, âdeta onlara tâbi bir kuldu. İçi mânalarla dolu, görünüşü gece gibi kapkaranlıktı.
Köleler topladıkları meyveleri, tamah edip bir iyice yediler.
Efendilerine de “ Lokman yedi” dediler. Efendi, Lokman’a yüzünü ekşitti, ağır bir tavır takındı.
Lokman bunun sebebini araştırıp anlayınca efendisine dargın bir tarzda ağzını açıp.

3590. “ Efendi; hain kul, Tanrı yanında, onun rızasını kazanmış bir kul olmaz.
Ey kerem sahibi! Hepimizi imtihan et. Bize fazlasıyla sıcak su içir.
Ondan sonra beni büyük bir sahraya çıkar. Sen atlı olarak koş, bizi de yaya olarak koştur.
O zaman kötülük yapanı gör, sırları açan Tanrı’nın işlerini seyret” dedi.
Efendi, kullara sâki oldu, sıcak suyu içirdi. Onlarda korkularından içtiler.

3595. Sonra onları ovalarda koşturmaya başladı. Kullar aşağı yukarı koşup duruyorlardı.
Nihayet iyice yoruldular, kusmaya başladılar. İçtikleri su yedikleri meyvelerin hepsini çıkardı.
Lokman’ın da gönlü bulandı, o da kustu. Fakat onun karnından halis su geldi.
Lokman’ın hikmeti bunu göstermeyi bilirse, varlığın Rabbi olan Tanrı’nın hikmeti nelere kadir değildir?
Kıyamet gününde bütün sırlar çıkacak, bilinip görülecek. Sizin de bilinmesini istemediğiniz sır meydana çıktı.

3600. Sıcak suyu içtikleri gibi kendilerini rüsvay edecek sırları tamamı ile açığa vurulmuş oldu.
Taş; ateşle sınanacağı ( ateş içinde parçalanıp yumuşayacağı, eriyebileceği) için kâfirler, ateşe atılırlar, onların azabı ateşle olur.
O taş gibi gönle biz kaç kereler yumuşak sözler söyledik, fakat öğüt almadı.
Damarda da kötü yara olursa oraya kötü ilâç konur, eşeğin başına köpeğin dişi lâyıktır.
“Habîs olan şeyler habîsler içindir” hükmü bir hikmettir. Çirkine münasip olan çirkin eştir.

3605. Şu halde sen de hangi eşi dilersen yürü, onu al. Tanrı’da mahvol, onun sıfatlarını kazan!
Nur istersen nura istidat kazan; Tanrı’dan uzaklık istersen kendini gör, uzaklaş!
Yok, eğer bu harap zindandan kurtulmaya bir yol istersen sevgiliden baş çekme, secde et de yaklaş!

Zeyd’in, Peygamber Sallâllahu Aleyhi Vesellem’e cevabı, bu hikâyenin sonu

   Bu sözün sonu yoktur. Zeyd; kalk, natıka Burak’ını bağla!
Söz söylemek kabiliyeti ayıbı açar; gayb perdelerini yırtar.

3610. Tanrı, nice yerlerde gaybı ister. Şu davulcuyu sür, yolu kapa.
Atını hızlı sürme, yuları çek. Sırların gizli kalması, herkesin gizli zannından mesrur olması daha iyi.
Hak kendisinden ümit kesenlerin de bu ibadetten yüz çevirmemelerini istemektedir;
Onlar da bir ümide kapılsınlar, birkaç gün o ümidin maiyetinde koşup dursunlar;
Tanrı’nın merhameti herkese şâmil olduğundan diler ki o rahmet, herkesi aydınlatsın.

3615. Her bey, her esir, ümit ve korkuyla Tanrı’dan çekinsin.
Bu ümit ve korku: herkes bu perdenin ardında beslenip yetişsin diye perde ardına girmiştir.
Ümit ve korku perdesini yırttın mı… Gayb, bütün şâşâasıyla ortaya çıkar.
Bir genç dere kıyısında balık tutan birisini görüp, “Bu balıkçı Süleyman olmalı” diye zanna düştü.
Süleyman’sa neden yalnız ve gizlenmiş; değilse nasıl oluyor da bu derece Süleyman’a benziyor?”

3620. Süleyman tekrar müstakil bir padişah oluncaya kadar gönlünde bu şüphe vardı.
Dev, onun tahtından, diyarından yıkılıp gitti; baht kılıcı, o şeytanın kanını döktü.
Yine yüzüğünü parmağına taktı dev ve peri askerlerini yine başına topladı.
Halk, seyretmek için tapuya geldiler, düşünceye kapılmış olan genç de onların arasına katılıp huzura vardı.
Süleyman’ın parmağında yüzüğü görünce düşüncesi, kuruntusu tamamı ile geçti.

3625. Vehim, işin gizli, kapalı olduğu zamandadır. Bu araştırma görünmeyen şey içindir.
Ortada olmayan şeyin kuruntusu, büyüdükçe büyür. Fakat gaypta olana şey, meydana çıktı mı, kuruntu geçer.
*Gerçi bir şeyin hakikatini izhar etmek esasen kemaldir ve canları kuruntudan kurtarır;
*Fakat gayba imanın, görünen şeye inanmaya nispetle bire yüz fazileti vardır. Bunu iyice bil de şüphe ve tereddütten kurtul!
Nurlu gökyüzü yağışsız olmaz ama kara yeryüzü de nebatatı yetiştirmeden vazgeçmez.
Bana gayba iman edenler gerek… Onun için bu fâni konağın penceresini örttüm.
Nasıl izhar eder de gökleri yarar, açarım; eğer hakikatleri meydana korsam, nasıl “ Bunda bir ayıp, bir noksan gördün mü?” diyebilirim?

3630. Bu karanlıkta arayıp taradıkça herkes, yüzünü bir tarafa çevirir;
İşler bir zaman aksine gider; hırsız, polisi dar ağacına sürükler…
Böylece bir nice sultan, bir nice yüce himmetli, bir müddet kendi kuluna kul olur.
Kul, efendisinin huzurunda değilken de kulluğunu korur, itaatten çıkmazsa bu kulluk iyi ve hoş bir kulluktur.
Bu padişahın önünde onu öğen kişi nerede, padişah yokken bile ondan utanıp çekinen nerede.

3635. Memleket ucunda, padişahtan saltanat sayesinden uzak bir kale dizdarı;
Kaleyi düşmanlardan korur, orasını sayısız mal ve para verse bile satmaz,
Padişah orada değilken, hudut boylarında, padişahın huzurundaymış gibi vefakârlıkta bulunursa;
O dizdar; elbette padişahın yanında, huzurunda bulunan ve can feda eden kişilerden daha değerlidir.
Şu halde yarı zerre miktarı, fakat gaibane emir tutmak; emredicinin huzurunda kulluk etmek ve emrine uymaktan yüz binlerce defa üstündür.

3640. Kulluk ve iman, şimdi makbuldür. Fakat ölümden sonra her şey meydana çıkınca inanmak, bir işe yaramaz.
Hakikatın kapalı, örtülü olması ve gayba inanmak daha iyi, daha makbul olunca ağzın kapalı, dudağın yumuk olması elbette iyidir.
Kardeş, sözden el çek ki bizzat Tanrı, sende Ledün ilmini meydana çıkarsın.
Güneşin varlığına delil kendisi yeter. Tanrı’dan daha ulu şahit kimdir?
Hayır… söyleyeceğim çünkü Kur’an’da şahadet hususunda hep beraberce Tanrı da anılmıştır, melek de âlimler de.

3645. Tanrı da şahadet eder, melekler de, bilgili kişiler de: Şüphe yok ki Rabb, ancak daimî Tanrı’dır…
Hak, şahadet edince melek kim oluyor ki şahadette Tanrı ile müşterek olsun!
Çünkü ziyaya tahammül edemeyen zavallı gözlerle biçare gönüllerin güneşin nuruna ve güneşe takatleri yoktur.
Bu çeşit gözler, böyle gönüller, yarasaya benzerler. Yarasa güneşin ışığına, güneşin hararetine tahammül edemez, ümidini keser ( güneşten mahrum kalır)
Gökyüzünde cilve eden güneşe şahadette, melekleri de bize dost, bize eş bil!

3650. “ Biz o tek güneşten nurlandık, güneşin halifesi gibi zayıfları nurlandık” diye şahadet ederler.
Her melek; yeni ay, yahut üç günlük ay, yahut da dolunay gibi kemal, nur ve kudret sahibidir.
O şûle; üçer, dörder kanatlı meleklerin her birine, mertebelerine göre vurmakta, onları nurlandırmaktadır.
Meleklerin kanatları insanların akıl kanatlarına benzer. İnsanların akılları arasında da çok fark vardır.
İyilikte olsun, kötülükte olsun her insana kendisine benzer bir melek arkadaştır.

3655. Gözü tahammül edemediği için çipile, yıldız ışık verir, o da bu suretle yol bulur.

Peygamber Sallâllahu Aleyhi Vesellem’in Zeyd’e “Bunun sırrını faşetme; gözet!” demesi

   Peygamber “ Sahabem yıldızlar gibi yola gidenlere ışık, şeytanlara taştır” dedi.
Herkes uzaktan görebilseydi gökyüzündeki güneşle nurlanırdı.
Ve ey aşağılık kişi, güneşin nuruna delalet etmek üzere yıldıza ne lûzum kalırdı?
Ay; buluta, toprağa ve gölge der ki: “Ben de sizin gibi insanım. Ancak bana vahiy geliyor.

3660. Ben de yaratılışta sizin gibi karanlıktım. Fakat vahiy güneşi, bana böyle bir nur verdi.
Güneşlere nispetle biraz karanlığım, fakat insanların karanlıklarına nispetle nurluyum.
Tahammül edebilesin diye nurum zayıf. Çünkü sen parlak güneşin eri değilsin.
Balla sirkeden meydana gelen sirkengebin gibi ben de nurlu zulmetten meydana geldim ve bu suretle kalp hastalığına yol buldum, faydalı oldum.
Hasta adam hastalıktan kurtulunca sirkeyi bırak bal yiye gör.”

3665. Gönül tahtı, heva ve hevesten arındı; gönülde “Er Rahmânu alel arşistevâ” sırrı zuhur etti.
Bundan sonra Hak, gönle vasıtasız hükmeder. Çünkü gönül bu rabıtayı buldu.
Bu sözün de sonu yoktur. Zeyd nerede? Ona rüsvay olmak iyi değildir, diyeyim!

Zeyd’in hikâyesine dönüş

   Artık Zeyd’i bulamazsın, o kaçtı; kapı yanındaki son saftan fırladı, papuçlarını bile bıraktı!
Sen kim oluyorsun? Zeyd bile, üstüne güneş vurmuş yıldız gibi kendisini kaybetti, bulamadı!

3670. Ondan ne bir nakış bulabilirsin, ne bir nişan… Hattâ ne de saman uğrusu yoluna gidebilmek için bir saman çöpü!
Duygularımızla sonu gelmeyen sözümüz, sultanımızın bilgi nurunda mahvoldu.
(Bu mazhariyete erenlerin) duygularıyla akılları iç âlemde “Ledeynâ Muhdarûn” denizinde dalgalanmakta, dalga dalga üstüne, çoşup durmaktadır.
Fakat gece olunca gene teklif ve icazet vakti gelir; gizlenmiş yıldızlar işlerine, güçlerine koyulurlar.
Tanrı akılsızların akıllarını kulaklarında halka halka küpeler olduğu halde geri verir.

3675. Hepsi hamdüsena ederek ayaklarını vurur, ellerini çırpar, nazlı nazlı “Rabbimiz bizi dirilttin bize hayat verdin” derler.
O çürümüş deriler, dökülmüş kemikler, yerden tozlar koparan atlılar kesilir;
Kıyamet günü, şükrederek, yahut kâfir olarak yokluktan varlığa hamle ederler.
Niçin başını çevirir, görmezlikten gelirsin? Önce yoklukta da böyle baş çevirmemiş miydin?
“Beni nerede yerimden tedirgin edecek? Deyip yoklukta da böyle ayağını diremiştin.

3680. Tanrı’nın sun’u; görmüyor musun? Nasıl seni alnındaki perçemden tutup çekerek:
Evvelce hatırı hayalinde olmayan bu çeşit hallere uğrattı.
O yokluk da daima Tanrı’ya kuldur. Ey dev, kulluk et. Süleyman diridir!
Dev, havuzlar gibi kâseler yapmakta; kudreti yok ki bu işi yapmaktan vazgeçsin, yahut emredene bir cevap versin!
Bir kendine bak, yok olmaktan nasıl titreyip durmaktasın? Yokluğu da aynen böyle tir tir titrer bil!

3685. Dünya mansıplarını elde etsen bile yine kaybetme korkusundan canın çıkar.
En güzel olan (Güzeller güzeli ) Tanrı’nın aşkından başka ne varsa can çekişmeden ibarettir, hattâ şeker yemek bile!
Can çekişme nedir? Ölüme yaklaşmak, abıhayatı elde edememek.
Halkın iki gözü de toprağa ve ölüme saplanmıştır. Abıhayat var mı, yok mu, bunda yüz türlü şüpheler var.
Sen cehdet de bu yüz şüphen de sana düşsün. Geceleyin yürü ,yol al… Uyudun mu gece gitti gider!
O gündüzü geceleyin ara; karanlıkları yakan o aklı, kendine kılavuz yap!

3690. Kötü renkli gecede çok iyilikler vardır. Abıhayat, karanlıkların eşidir, karanlıktadır.
Böyle yüzlerce gaflet tohumunu ekip durdukça başını uykudan kaldırabilir misiniz?
Ölü uyku, ölü lokmaya dost oldu; efendi uyudu, geceleyin iş gören hırsız da hazırlığa koyuldu.
Senin düşmanın kimlerdir? Bilmiyorsun. Ateşten yaratılanlar, topraktan yaratılmışların varlığına düşmandır.

3695. Ateş suyun ve oğullarının düşmanıdır. Nitekim su da ateşin canına düşmandır.
Suyun ve çocuklarının düşmanı olduğundan su da ateşi öldürür, söndürür.
Bütün bunlardan sonra ( şunu da bil ki) bu ateş, şehvet ateşidir, günahın suçun aslı ondadır.
Dış âlemdeki ateşi su söndürür. Fakat şehvet ateşi kıyamete kadar sürüp gider.
Şehvet ateşi, su ile sakin olmaz. Çünkü azap ve elem bakımından cehennem tabiatlıdır.

3700. Şehvet ateşine ne çare var? Din nuru. Müminler ;nurunuz kâfirlerin ateşini söndürdü.
Bu ateşi ne söndürür? Tanrı nuru. Bu hususta İbrahim’in nurunu kendine usta yap.
Ki öd ağacına benzeyen bu cismin, Nemrut gibi olan nefis ateşinden kurtulsun!
Şehvet ateşi yanmakla eksilip bitmez. Yanmakla güzelce eksilir, nihayet yok olur.
Bir ateşe odun attıkça o ateş nereden sönecek?

3705. Fakat odun atmazsan söner. Çünkü bu çekinme ateşe su serper.
Yüzüne, kalplerin haramdan çekinmesinden kızıllık süren kişinin güzel yüzü, hiç ateşten kararır mı?

Tanrı ondan razı olsun, Ömer zamanında şehre ateş düşmesi

   Ömer’in zamanında bir yangın oldu. Ateş, taşları bile kuru ağaç gibi yakmaktaydı.
Yapıları, evleri yakmağa, hatta kuşların kanatlarını ve yuvalarını bile tutuşturmağa başladı.
Alevler şehrin yarısını sardı. Su bile ondan korkmakta, şaşırmaktaydı!

3710. Akıllı kişiler, ateşe kovalarla su ve sirke döküyorlar.
Yangın inada gelip alevini artırıyordu. Ona Tanrı yardım etmekteydi.
Halk Ömer’e yüz tuttular, koşa koşa gidip “Yangınımız suyla sönmüyor?” dediler.
Ömer “O yangın, Tanrı alâmetlerindendir. Sizin hasislik ateşinizden bir şûledir.
Suyu bırakın yoksullara ekmek dağıtın. Eğer bana tâbi iseniz hasisliği terk edin” dedi.

3715. Halk, Ömer’e “ Bizim kapılarımız açık. Cömert kişileriz, mürüvvet ehliyiz, dediler.
Ömer dedi ki: “ Siz, âdet olduğu için yoksullara ekmek verdiniz, Tanrı için eli açık olmadınız.
Öğünmek, görünmek, nazlanmak için cömertlik etmektesiniz; korkudan. Tanrı’dan çekinmeden, ona niyaz etme yüzünden değil!”
Mal tohumdur, her çorak yere ekmek; kılıcı her yol vurucunun eline verme!
Din ehlini kin ehlinden ayırt et; Hakla oturanı ara, onunla otur!

3720. Herkes, kendi kavmine ( meşrebine uygun kimselere) cömertlik gösterip mal, mülk verir, Nâdan kişi de bu suretle bir iş yaptım sanır.

Düşmanın, Ali –Keremallahu vechehunun yüzü- ne tükürmesi üzerine Emîr-ül Müminîn Ali’nin elinden kılıcı atması

   İbadetteki ihlâsı Ali’den öğren, Tanrı aslanını hilelerden arınmış bil.
Savaşta bir yiğiti atletti, hemen kılıcını çekip üstüne saldırdı.
O, her peygamberin, her velînin öğündüğü Ali’nin yüzüne tükürdü.
Bir yüze tükürdü ki ay, secde yerinde o yüze secde eder.

3725. Ali, derhal kılıcı elinden attı, onunla savaşmadan vazgeçti.
O savaşçı er, bu işe, bu yersiz af ve merhamete şaşıp kaldı.
Dedi ki: “Bana keskin kılıcını kaldırmıştın, neden kılıcı indirdin ve beni bıraktın?
Benimle savaşmadan daha âlâ ne gördün de beni avlamadan vazgeçtin?
Ne gördün ki bu derecede kızgınken kızgınlığın yatıştı; böyle bir şimşek çaktı, sonra sönüverdi?

3730. Ne gördün? O gördüğün şeyin aksi bana da vurdu; gönlümde, canımda bir şûle parladı.
Kevinden, mekândan yüce, candan daha iyi neydi o gördüğün ki bize can bağışladı?
Yiğitlikte Tanrı aslanasın, mürüvvette kimsin, bunu kim bilir?
Mürüvvette Tih sahrasında Musa’nın bulutusun. O bulutta eşi görülmemiş nimetler, ekmekler yağar.”
Bu bulutlar, çalışıp çabalar, buğday bitirirler. Halk onu pişirip bal gibi tatlı bir hale koyarl.

3735. Halbuki Musa’nın bulutu rahmet kanadını açar, halka zahmetsizce pişmiş ve tatlı nimetler verir.
O bulutun rahmeti, kerem sofrasında pişmiş yemek yiyenler için âlemde bayrak açmıştır.
O vergi ve o ihsan, niyaz ehlinden tam kırk yıl, bir gün bile eksik olmadı.
Nihayet onlar, bayağılıklarından kalkıp pırasa, tere ve marul istediler; onun üzerine kesildi.

3740. Ahmed’in yüce ümmeti için o yemek kıyamete kadar bakidir.
Peygamber’in “Rabbime misafir olurum” demesi ortalığa yayılınca, “O beni doyurur, su verir” sözü, bu mânevi yemekten kinaye oldu.
Bunu, hiç tevil etmeden kabul et ki boğazına bal ve süt gibi lezzetli gelsin.
Çünkü tevil ihsan edilen şeyi geri vermektir. Çünkü tevilci hakikatı hata görür.
Halbuki bu hata görmesi, aklının zayıflığındandır. Akl-ı Küll içtir, Akl-ı Cüz’i ise deridir.
Kendini tevil et, hadîsleri değil; kendi dimağına kötü de, gülbahçesine değil!

3745. Ey baştanbaşa akıl ve göz olan Ali! Gördüğünden bir parçacık söyle.
Hilim kılıcın canımızı parça parça etti; ilim suyun toprağımızı arıttı.
Açıver; biliyorum, bu Tanrı sırlarındandır.
Çünkü kılıçsız adam öldürmek, ancak onun işidir.
Tanrı, aletsiz, uzuvsuz bir yapıcıdır. Artıp duran bu hediyelerin vericisi odur.
Akla yüz binlerce şarap tattırır ki onlardan ne iki gözün haberi vardır, ne kulağın!

3750. Ey arşta hoş bir surette evlanıp duran doğan!  Bu anda Tanrı’dan ne gördün? Açıkça söyle.
Senin gözün gayb idrakını öğrenmiştir. Orada bulunan başkalrının gözleriyse kapalıdır.
Birisi ayı apaçık görür, öbürüyse dünyayı kapkaranlık.
Diğer birisi de bir yerde üç tane ay görür. Evet, bu üç kişi bir yerde oturmuşlardır:
Üçünün de gözü açık, kulakları duymakta… Fakat bunlar, senin eteğine yapışmışlardır, senin adamlarındır (Hallerini sen bilirsin), benden kaçıyorlar (ben bunları bilemem).

3755. Bu hal, acaba gabya mensup bir sihir mi, yoksa gizli bir lûtuf mu? Sende bir kurt sureti mi var, bende de Yusuf sureti mi?
Âlem on sekiz bin, hattâ daha fazla olsa bunların on sekizi bile her göze görünmez.
Ey Aliyyel Mürtezâ, ey kötü kaza ve kaderden sonra güzel kaza ve kader, sırrı aç;
Ya sen akılına geleni söyle, ya ben gönlüme doğanı söyleyeyim.
Bu sır, senden parladı, bana vurdu; nasıl gizleyebilirim? Ay gibi, söylemeden nur saçmakta.

3760. Fakat ayın kursu, söze gelirse gece yol alanları hemencecik yola sokar.
Yanlış yola gitmekten de emin olurlar, yoldan çıkmadan da. Ayın sesi, gulyabani sesinden üstün olur.
Ay, söylemeksizin yol gösterirse, söyleyince ne yapmaz, dünyayı ışığa boğar!
Madem ki sen ilim şehrine kapısın, mademki sen hilim güneşine şûlesin;
Ey kapı, kapı arayanlara açıl ki kabuklar içlensin (zâhir ehli, hakikate erişsin)!

3765. Ey rahmet kapısı, ey eşi, naziri olmayan Tanrı dergâhı, ebede kadar açık kal!”
Her istek, her zerre bir penceredir, fakat kör gönül nasıl olur da “Orada bir kapı vardır” der.
Gözcü, bir kapı açmadıkça gönle, orada kapı olmak ihtimali bile gelmez.
Fakat bir kapı açıldı mı, şaşırır. Tamah ümidinin kuşu uçup gider.
Akıllı bir kişi, bir viranede ansızın define buldu, onun için her viraneye koşuyor.

3770. Sen, yoklukta bir inci bulamadıysan gayri orada ne diye inci arıyorsun?
Zan, yıllarca kendi ayağıyla koşsa burnunun direğinden ileriye geçemez (olduğu yerde sayar, durur).
Burnuna gayptan bir koku gelmedikçe, söyle… burnunun ucundan başka bir şey görebilir misin?

O kâfirin, Ali –Keremmallahu Vechehu- ye “Bana üstün gelmişken niçin elinden kılıcını attın?” diye sorması

   *Bunun üzerine o yeni Müslüman velî sarhoşluk ve lezzetle.
Ali’ye dedi ki: “Ya Emîrel Müminîn, buyur da can; tende, ana karnındaki cenin gibi canlansın, oynasın.
Ey can, yedi yıldız; ana karnına düşen her çocuğu, muayyen müddetlerde ve nöbetle terbiye eder.

3775. Ceninin canlanma zamanı gelince ona yardım eden güneştir.
Cenin, güneşin tesiriyle harekete gelir. Güneş, ona derhal can bağışlar.
Cenine güneş doğmadıkça, güneşin nuru, ona vurmadıkça öbür yıldızların tesiriyle canlanmaz. Onlar, ancak suretine hizmet ederler.
Cenin, ana rahminde güzel yüzlü güneşle bu alâkayı hangi yoldan kazandı?
Bizim duygumuzdan gizli olan bir yoldan gökyüzündeki güneşe nice yollar var.

3780. Bir yol var; yakut, o yolla güneşten gıdalanır…Bir yol var; o yolla ve güneşin tesiriyle yakut olur.
Bir yol var, güneş o yola lâli kızıllaştırır. Bir yol var, o yolla nala kıvılcım saçma hassasını verir.
Bir yol var, güneş o yolda meyveleri oldurur… Bir yol var, o yolla korkaklara yürek verir.
Ey kandı aydınlanmış, padişahla ve padişahın koluyla ^şina olmuş doğan, açık söyle!
Ey padişahın ankayı bile avlayan doğanı, ey askerle değil, bizzat ve tek başına ordular kıran,

3785.   Sen, tek başına bir ümmetsin, fakat yüzbinlerce er sayılırsın. Ey bu kulu, himmet doğanına av eden!
Kahır zamanında bu merhamet neden? Ejderhayı elden bırakmak kimin yolu?”

Emîr-ül Müminîn Ali –Kerremallahu Vechehu- nun, cevap vermesi ve o sırada kılıcı elinden atmasının sebebi ne olduğunu söylemesi

   Ali dedi ki: “Ben kılıcı Tanrı için vuruyorum. Tanrı kuluyum ten memuru değil!
Tanrı aslanıyım heva heves aslanı değil… İşim, dinime şahittir.

3790. Ben “Attığın zaman sen atmadın, Tanrı attı” sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir.
Ben; pılımı pırtımı yoldan kaldırdım; Tanrıdan gayrısını yok bildim.
Bir gölgeyim sahibim güneş… Ona hacibim hicap değil.
Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum; savaşta diriltirim, öldürmem.
Kılıcımın gevherini kan örtmez. Rüzgâr nasıl olur da bulutumu yerinden teprendirebilir?
Saman çöpü değil; hilim, sabır ve adalet dağıyım. Kasırga dağı kımıldatabilir mi?

3795. Bir rüzgârla yerinden kımıldanıp kopan bir çöpten ibarettir. Çünkü muhalif esen nice rüzgârlar var!
Hışım, şehvet ve hırs rüzgârı, namaz ehli olmayan kişiyi silip süpürür.
Ben dağım; varlığım, onun binasıdır. Hattâ saman çöpüne benzesem bile rüzgârım, onun rüzgârıdır.
Benim hareketim, ancak onun rüzgarıyladır.  Askerimin başbuğu, ancak tek Tanrının aşkıdır.
Hiddet, padişahlara bile padişahlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, üstüne binmişimdir.

3800. Hilim kılıcım, kızgınlığımın boynunu vurmuştur. Tanrı hışmıysa bence rahmettir.
Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprak atası ( Ebu Turab) oldumsa da bahçe kesildim.
Savaşırken içime bir vesvese, bir benlik geldi; kılıcı gizlemeyi münasip gördüm.
Bu suretle “Sevgisi Tanrı içindir” denmesini diledim; ancak Tanrı için birisine düşmanlık etmeli.
Cömertliğimin Tanrı yolunda olmasını, varımı yine Tanrı için sakınmamı istedim.

3805. Benim sakınmam da ancak Tanrı içindir. Vermem de… Tamamı ile Tanrınınım, başkasının değil.
Tanrı için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum.
Hüküm çıkarmadan arayıp taramadan kurtuldum. Elimle Tanrı eteğine yapıştım.
Uçarsam uçtuğum yeri görmekteyim, dönersem döndüğüm yeri.
Bir yük taşıyorsam nereye götüreceğimi biliyorum. Ben ayım, önümde güneş, kılavuzuyum.

3810. Halka bundan fazla söylemeye imkân yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir.
Akılların alacağı kadar aşağı mertebeden söylemekteyim. Bu, ayıp değil, Peygamberin işidir.
Garezden hürüm ben; hür olan kişinin şahadetini duy. Kul, köle olanların şahadetleri iki arpa tanesine bil değmez!
Şeriatte dâva ve hükümde kulum şahitliğinin kıymeti yoktur.
Senin aleyhinde binlerce köle şahadet etse şeriat onların şahadetlerini bir saman çöpüne bile almaz.

3815. Şehvete kul olan, Tanrı indinde köleden, esir olmuş kullardan beterdir.
Çünkü köle bir sözle sahibinin kulluğundan çıkar,hür olur. Şehvete kul olansa tatlı dirilir, acı ölür.
Şehvet kulu, Tanrı’nın rahmeti, hususi bir lûtuf ve nimeti olmadıkça kulluktan kurtulamaz.
Öyle bir kuyuya düşmüştür ki bu kuyu, onun kendi suçudur. Ona cebir değildir, cevir de değil!
Kendisini kendisi, öyle bir kuyuya atmıştır ki ben o kuyunun dibine varacak ip bulamıyorum.

3820. Artık yeter… Eğer bu sözü uzatırsam ciğer ne oluyor? Mermer bile kan kesilir.
Bu ciğerlerin kan olmaması katılıktan, şaşkınlıktan, dünya ile uğraşmadan ve talihsizliktendir.
Bir gün kan kesilir ama bu kan kesilmesinin o gün faydası yok. Kan kesilme işe yararken kan kesil!
Mademki kulların kölelerin, şahadeti makbul değildir, tam adalet sahibi, o kişiye derler ki gulyabani kölesi olmasın.
Kur’an’da peygambere “Biz seni şahit olarak gönderdik” denmiştir. Çünkü o, varlıktan hür oğlu hürdür.

3825. Ben, mademki hürüm; hiddet beni nasıl bağlar, kendisine nasıl kul eder? Burada Tanrı sıfatlarından başka sıfat yoktur, beri gel!
Beri gel ki Tanrı’nın ihsanı seni azat etsin. Çünkü onun rahmeti gazabından üstün ve arıktır.
Beri gel ki şimdi tehlikeden kurtuldun, kaçtın kimya seni cevher haline soktu.
Küfürden ve dikenliğinden kurtuldun, artık Tanrı bahçesinde bir gül gibi açıl!
Ey ulu kişi, sen bensin, ben de senim. Sen Ali’ydin, Ali’yi nasıl öldürürüm?

3830. Öyle bir suç işledin ki her türlü ibadetten iyi bir anda gökleri bir baştan bir başa aştın.
O adamın işlediği suç ne kutlu suç! Gül yaprakları dikenden bitmez mi?
Ömer’in Peygambere kastedişi suçu, onu ta kabul kapısına kadar çekip götürmedi mi?
Firavun; büyücüleri, büyüleri yüzünden çağırmadı mı?
Onlara da bu yüzden ikbal yardım etmedi mi, bu yüzden devlete erişmediler mi?
Onların büyüsü, onların inkârı olmasaydı inatçı Firavun, onları huzuruna alır mıydı?

3835. Onlar da asâyı ve mucizeleri nereden göreceklerdi? Ey isyan eden kavim! Suç, ibadet oldu.
Tanrı ümitsizliğin boynunu vurmuştur. Çünkü günah ve suç ibadet olmuştur.
Çünkü Tanrı, şeytanların rahmine suçları ibadete, sevaba tebdil eder.
Bundan dolayı Şeytan, taşlanır; hasedinden çatlar, iki parça olur.
Şeytan bir günah meydana getirmek ve onunla bizi bir kuyuya düşürmek ister.

3840. “ O günahın ibadet olduğunu gördü mü?” işte o an, Şeytan’a yomsuz bir andır.
Beri gel; ben, sana kapı açtım; sen benim yüzüme tükürdün, bense sana armağan sundum.
Cefa edene bile böyle muamelede bulunur, aleyhime ayak atanların ayağına bile bu çeşit baş korsam,
Vefa edene ne bağışlarım? Anla! Cennetlerde ebedî mülkler ihsan ederim

Peygamber Aleyhisselâm’ın Emîr-ül Müminîn Ali –Kerremallâhu Vechehu- nun seyisinin kulağına “Ali’nin şahadeti senin elinle olacak, sana haber veriyorum” demesi

   Ben öyle bir erim ki kanlıma, katilime bile lûtuf şerbetim, kahır zehri olmadı.

3845. Peygamber, hizmetkârımın kulağına, bu başımı boynumdan onun ayıracağını söyledi.
Peygamber, sevgilinin vahyiyle nihayet ölümümün onun eliyle olacağını haber verdi.
O, daima “ Beni önce öldür de benden bu kötü ve yanlış iş zuhur etmesin” demekte;
Ben de “Mademki ölümüm senden olacak, ben kaza ve kadere karşı nasıl hile edebilirim?” demekteyim.
O, daima önümde yerlere kapanarak “Ey Kerem sahibi, beni Tanrı hakkı için ikiye böl,

3850. Ki bu kötü akıbete uğramayayım. Bu yüzden canım yanmasın” der;
Ben de daima “Yürü, git. Kader kalemi, bunu yazdı, yazının mürekkebi de kurudu. Olan oldu. Kader kaleminden nice bayraklar, baş aşağı olur.
Gönlümde, sana hiçbir düşmanlık yok. Çünkü bunu, ben senden bilmiyorum ki.
Sen Tanrı aletisin; yapan, Tanrı’nın eli. Hakkın aletini nasıl kınayayım, Hakkın aletine nasıl itiraz edeyim?” derim
O, “Öyle ise kısas niçin?” dedi. Ali cevap verdi: “ O da Hak’tan, o da gizli bir sır.

3855. Eğer Tanrı, kendi yaptığı işe itiraz ederse bu itiraz yüzünden bağlar, bahçeler yeşertir.
Kendi yaptığı işe itiraz, ancak onun kârıdır. Çünkü kahırda da tektir, lûtufta da.
Bu hâdiseler şehrinde bey odur, memleketlerde tedbir onundur,
Aletini kırarsa kırılanı tekrar iyileştirebilir.”
Ulu kişi, “ Hiçbir âyeti değiştirmedik ki ardından daha hayırlısını getirmeyelim” remzini bil.

3860. Tanrı hangi şeriatın hükmünü kaldırdıysa âdeta otu yoldu, yerine gül bitirdi demektir.
Gece, gündüz meşguliyetini giderir, bitirir. Akıl ermeyen şu uykuya bak!
Sonra tekrar gündüzün nuruyla gece ortadan kalkar, bu suretle de o yalımlı ateş yüzünden donukluk, uyku yanar, gider.
O uyku, o duygusuzluk zulmettir ama abıhayat, zulmette değil mi?
Akıllar, o zulmetle tazelenmiyor mu? Hanendenin bestedeki duraklaması sese kuvvet vermiyor mu?

3865. Zıtlar, zıtlardan zuhur etmekte… Tanrı, kalpte ki süveydada daimi bir nur yarattı.
Peygamberin savaşı sulha sebep oldu. Bu âhir zamandaki sulh o savaş yüzündendir.
O gönüller alan sevgili ( Peygamber), âlemdekilerin başları aman bulsun diye yüz binlerce baş kesti. Bahçıvan, fidan yücelsin, meyve versin diye muzır dalları budar.
Sanatını bilen bahçıvan, bahçe ve meyve gelişsin diye bahçedeki otları yolar.

3870. Sevgilinin ağrıdan, hastalıktan kurtulması için hekim, çürük dişi çekip çıkarır.
Noksanlarda nice fazlalıklar var. Şehitlere hayat yokluktadır.
Rızk yiyen boğaz kesildi mi “Onlar Rablerinden rızıklanır, ferahlarlar” nimeti hazmedilir.
Hayvanın boğazı kesilince insanın boğazı gelişir. O hayvan, insan vücuduna girer, insan olur, fazileti artar.
İnsanın boğazı kesilirse ne olur, fazileti ne dereceye varır? Artık agâh ol da onu bununla mukayese et.

3875. Öyle bir üçüncü boğaz doğar ki o, Tanrı şerbetiyle, Tanrı nurlarıyla beslenir, gelişir.
Kesilen boğaz, bu şerbeti içer ama “Lâ” dan kurtulmuş “Belâ” da ölmüş boğaz!
Ey kısa parmaklı, himmeti kesik kişi! Ne vakte dek canının hayatı ekmek olacak?
Beyaz ekmek için yüzsuyu döktüğünden dolayı söğüt ağacı gibi meyven yok!
Duygu canı, bu ekmeğe sabredemiyorsa kimyayı elde et de bakırı altın yap!

3880. Elbiseyi yıkamak istiyorsan bez yıkayanların mahallesinden yüz çevirme!
Ekmek orucunu bozduysa kırıkçıya yapış, yücel!
Onun eli, mademki kırıkları sarar, iyileştirir… Şu halde onun kırması şüphe yok ki yapmaktır.
Fakat sen kırarsan der ki: “Gel yap bakalım.” Elin ayağın yok ki yapamazsın.
Şu halde kırmak, kırığı sarıp iyileştiren adamın hakkıdır.

3885. Dikmeyi bilen yırtmayı da bilir. Neyi satarsa yerine daha iyisini alır.
Evi yıkar, hâk ile yeksan eder; fakat bir anda da daha mamur bir hale getirir.
Bir bedenden baş kesti mi yerine derhal yüz binlerce baş izhar eder.
Canilere kısas emretmese, yahut “Kısasta hayat var” demeseydi,
Kimin haddi vardı ki kendiliğinden, Tanrı hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin!

3890. Çünkü Tanrı, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir.
O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur.
Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil!

Âdem Aleyhisselâm’ın İblis’in sapıklığına şaşması ve ululanması

   Âdem Peygamber, ansızın esasen şakî olan İblise hor baktı.
Kendisini beğenip, kendisini ulu görüp melun şeytanın yaptığı işe güldü.

3895. Tanrı gayreti bağırdı: Ey tertemiz adam! Sen gizli sırları bilmiyorsun.
Eğer Tanrı kürkü ters giyerse dağı bile ta kökünden temelinden söker.
O zaman, yüzlerce Âdem’in perdesini yırtar, yüzlerce yeni müslüman olmuş suçsuz, günahsız iblis yaratır!
Âdem “Bu hor görüşten tövbe ettim. Bir daha böyle küstahça düşünceye düşmem” dedi.
Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidayet ver. Bilgilerle, zenginlikle öğünmeye imkân yok.

3900. Kerem ederek hidayet ettiğin kalbi azdırma; takdir ettiğin kötülükleri bizden defet;
Kötü kazaları üstümüzden esirge; bizi Tanrı’ya razı olan kardeşlerden ayırma!
Senin ayrılığından daha acı bir şey yok… Sana sığınmazsak sen esirgemezsen işimiz, gücümüz ancak kargaşalıktır.
Zaten malımız mülkümüz; malımızın, mülkümüzün yolunu kesmekte… Zaten cismimizi soyup çırçıplak bırakmakta!
Elimiz, ayağımıza kastettikten sonra artık kim, senin lûtfun olmadıkça canını kurtarabilir ki?

3905. Bu pek büyük tehlikelerden canını kurtarsa bile kurtardığı şey ancak idbar ve tehlike sermayesi kesilir.
Çünkü can, canana ulaşmadıkça ebediyen kördür… ebediyen yaslıdır.
Esasen senin inayetin olmazsa can, âdeta bir tutsaktır; seninle diri olmayan canı ölü farz et.
Sen kullara darılır,kulları kınarsan, Ey Tanrı hakkındır, yaparsın.
Aya, güneşe kusurlu, nursuz… Servinin boyuna iki büklüm;

3910. Feleğe, arşa hor ve aşağı… madene, denize yoksul dersen,
Kemaline nispetle yaraşır. Çünkü yokluklara kemal verip onlara eriştirme kudreti ancak senindir.
Çünkü sende yokluk ve ihtiyaç yoktur; yokları icat eden, onları ihtiyaçtan kurtaran sensin.
Yetiştiren, yakmayı da bilir; çünkü yırtık söken, dikmeyi de bilir.
Her güz; bağı bahçeyi yakıp yandırmakta. Sonra yeniden bahçeleri renklere boyayan kırmızı güllere boyayan kırmızı gülleri yetiştirmektedir.

3915. “ Ey yanıp yakılan, zuhur et, yenilen; tekrar güzelleş, güzel sesli bir hale gel” diye hepsini yeniden yaratır.
Nergisin gözü körleşir, o, tekrar açar… Kamışın boğazını keser, sonra yine kendisi tekrar okşar, ondan nağmeler çıkarır.
Biz mademki masnu’uz, sâni değiliz… Şu halde ancak zebunuz, ancak kanaatkârız.
Hepimiz “Nefsim, nefsim” deyip durmakta, hepimiz yalnız kendimizi düşünmekteyiz. Sen buna lûtufta bulunmazsan şeytanız.
Sen bizim canımızı körlükten kurtardığından, gözümüzü açtığından dolayı Şeytandan kurtulduk.

3920. Kim hayattaysa değnekçisi, yol gösteren sensin. Değneğin, değnekçisi olmadıkça kör nedir ki, ne yapabilir ki?
Senden gayrı hoş olsun, hoş olmasın… Her şey, insanı yakar, ateşin aynıdır.
Kim ateşe dayanır, ateşe arka verirse hem Mecusidir, hem Zerdüşt!
Tanrı’dan başka her şey bâtıldır, asılsızdır. Tanrı’nın ihsanı, yağmuru kesilmeyen bir buluttur.

Ali Kerremallâhu Vechehu hikâyesine dönüş, Ali’nin katilini hoş görmesi

   Tekrar Ali ve katilinin hikâyesine dön; katiline fazlasıyla gösterdiği kerem ve mürüvveti anlat.

3925. Ali dedi ki: “Ben düşmanımı gözümle görmekte, gece gündüz ona bakıp durmaktayım. Böyle olduğu halde hiç kızmıyorum.
Çünkü ölümüm, bana can gibi hoş geliyor; dirilmemle âdeta bir.
Ölümsüzlük ölümü bize helâl olmuştur; azıksızlık azığı, bize rızk ve nimettir.
Ölümün görünüşü ölüm, iç yüzü diriliktir; ölümün görünüşte sonu yoktur, hakikatte ise ebedîliktir.
Çocuğun rahimden, doğması bir göçmedir; fakatta cihanda ona yeni baştan bir hayat var.

3930. Ecele doğru meylimiz, ecele aşkımız olduğundan “Nefislerinizi elinizle tehlikeye atmayın” nehyi asıl bizedir.
Çünkü nehiy, tatlı şeyden olur, acı için nehye zaten hacet yok ki.
Bir şeyin içi de acı olur dışı da acı olursa onun acılığı kötülüğü esasen nehiydir.
Bana da ölüm tatlıdır. “Onlar ölmemişlerdir, Rablerinin huzurunda diridirler” âyeti benim içindir.
Ey inandığım, itimat ettiğim kişiler! Beni kınayın ve öldürün. Şüphe yok, benim ebedî hayatım öldürülmemdedir.

3935. Ey yiğit! Hayatım, mutlaka ölümdedir. Ne zamana kadar yurdumdan ayrı kalacağım?
Bu âlemde durmaklığım, ayrılık olmasaydı (öldüğümüz zaman) “Biz, şüphe yok, Tanrı’ya dönenleriz” denmezdi.
Dönen kişi; ayrıldığı şehre tekrar gelen kişidir; zamanın ayırışından kurtulup birliğe erişendir.

Seyisin Emir-ül Müminîn, beni öldür ve bu kazadan kurtar” diye ayaklarına kapanması

   Seyis tekrar gelerek “Ya Ali, beni tez öldür ki o kötü vakti, o fena zamanı görmeyeyim.
Sana helâl ediyorum, kanımı dök ki gözüm o kıyameti görmesin” dedi.

3940. Dedim ki: Eğer her zerre bir kanlı, bir katil olsa da elinde hançer olarak senin kastına yürüse.
Yine senin bir tek kılını kesemez. Çünkü kader kalemi böyle yazmıştır; sen beni öldüreceksin.
Fakat tasalanma, senin şefaatçin benim. Ben ruhun eri ve sultanıyım, ten kulu değil!
Yanımda bu tenin kıymeti yok; ten kaydına düşmeyen bir er oğlu erim.
Hançer ve kılıç, benim çiçeğim; ölüm meclisim… bağım, bahçemdir.”

3945. Tenini bu derece öldürüp ayaklar altına alan kişi, nasıl olur da beylik ve halifelik hırsına düşer?
O, ancak emirlere yol göstermek, emirliği belletmek için zâhiren makam işleriyle ve hükümle uğraşır;
Emirlik makamına yeni bir can vermek, hilâfet fidanını meyvelendirmek için bu işle meşgul olur.

Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem’in, Mekke’yi ve diğer yerleri fethetmek istemesi, dünya mülkünü sevdiğinden değildi; Tanrı emriyleydi. Çünkü “ Dünya cifedir” buyurmuştu.

   Peygamber, Mekke’yi fethe uğraştı diye nasıl olurda dünya sevgisiyle ittiham edilir?
O öyle bir kişiydi ki imtihan günü ( yani Miraç’ta) yedi göğün hazinesine karşı hem yüzünü yumdu, hem gönlünü kapadı.

3950. Onu görmek için yedi kat gök uçtan uca hurilerle meleklerle dolmuştur.
Hepsi kendilerini, onun için bezemişti, fakat onda sevgiliye aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir heva ve heves nerede ki:
O, Tanrı ululuğuyla, Tanrı celâliyle öyle dolmuştur ki bu dereceye, bu makama Tanrı ehli bile yol bulamaz.
“Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, hattâ ne de ruh” dedi. Artık düşünün anlayın!
“Göz Tanrı’dan başka bir yere şaşmadı, meyletmedi” sırrına mazharız, karga değiliz; âlemi renk renk boyayan Tanrı sarhoşuyuz; bağın bahçenin sarhoşu değil” buyurdu!

3955. Göklerin,  akılların hazineleri bile Peygamber’in gözüne bir çöp kadar ehemmiyetsiz görünürse.
Artık Mekke, Şam ve Irak ne oluyor ki onlar için savaşsın, onlara iştiyak çeksin!
Ancak gönlü kötü olan, onun işlerini kendi bilgisizliğine, kendi hırsına göre mukayese eden kişi onun hakkında böyle bir şüpheye düşer.
Sarı camdan bakarsan güneşin nurunu sapsarı görürsün.
O gök ve sarı camı kır da eri ve tozu gör!

3960. Atlı bir er, atını koştururken tozu dumana katar, etrafta bir tozdur kalkar. Sen, tozu Tanrı eri sanırsın.
İblis de tozu gördü, “Bu toprağın fer’idir. Benim gibi ateş alınlı birisinden nasıl üstün olur?” dedi.
Sen azizleri insan gördükçe bil ki bu görüş İblis’in mirasıdır
Be inatçı, İblis’in oğlu olmasan o köpeğin mirası nasıl olur da sana düşer?
Ben köpek değilim, Tanrı aslanıyım. Tanrı aslanı suretten kurtulandır.

3965. Dünya aslanı av ve rızk arar, Tanrı aslanı hürlük ve ölüm!
Çünkü ölümde yüzlerce hayat görür de varlığını pervane gibi yakıp yandırır.
Ölüm isteği, doğru kişilerin boyunlarına bir halkadır. Çünkü bu istek, yahudîlere imtihan oldu.
Tanrı Kur’an’da “Yahudîler, doğrulara ölüm; fütuhat, sermaye ve ticarettir.
Sermaye ve ticaret isteği var ya; ölümü istemek ondan daha iyidir.

3970. Ey yahudiler; halk içinde namusunuzu korumak istiyorsanız bu dileği, bu ölüm temennisini dile getirin” dedi.
Muhammed, bu bayrağı kaldırınca bir tek yahudi bile bu istekte bulunmaya cüret edemedi.
Peygamber “Eğer bunu dillerine getirirlerse dünyada tek bir yahudi bile kalmaz” dedi.
Bunun üzerine yahudiler ; “Ey din ışığı, bizi rüsvay etme! Diyerek mal ve haraç verdiler.
Bu sözün sonu görünmez. Mademki gözün sevgiliyi gördü, ver elini bana!

Emîr-ül Müminîn Ali Kerremallâhu Vechehu’nun, arkadaşına “Sen benim yüzüme tükürünce nefsim  kabardı, savaşımda ihlâs kalmadı. Seni öldürmeme mâni buydu” demesi

3975. Emirül Müminin, o gence dedi ki: “Ey yiğit! Savaşırken.
Sen benim yüzüme tükürünce nefsim kabardı, hiddet ettim, huyum harap berbat bir hale geldi.
Öyle bir hale geldim ki o anda savaşımın yarısı Tanrı içindi, yarısı nefsim için. Tanrı işinde ortaklık yaraşmaz.
Sen Tanrı nakışısın: Seni, o, kudret eliyle yarattı, bezedi. Onunsun, benim değil.
Tanrı’nın nakışını yine Tanrı eliyle kır; sevgilinin camına sevgilinin taşını at!”

3980. Kâfir bu sözü işitti, gönlünde öyle bir nur zuhur etti ki zünnarını kesti.
“Ben, cefa tohumunu ekmiştim, seni başka türlü sanıyordum.
Halbuki sen Tanrı huylu bir teraziymişsin, hattâ her terazinin oku senmişsin!
Meğer sen benim soyum sopummuşsun; meğer çırağımın, dinimin aydınlığı senmişsin!
Ben o görür göz arayan çırağın kulu, kölesiyim ki senin çırağın da ondan nurlanmış, aydınlanmıştır…

3985. Ben, o nur denizinin kulu, kurbanıyım ki böyle bir inci izhar eder.
Bana kelime-i şahadeti söyle, bende söyleyeyim ki seni zamanın en yücesi gördüm” dedi.
Onlar beraber akrabasından, kavminden elli kişiye yakın kimse de
âşıkçasına dine yüz tuttular, müslüman oldular.
Ali, ilim kılıcıyla bu kadar boğazı, bu kadar halkı kılıçtan kurtardı.
Hilim kılıcı, demir kılıçtan daha keskin, hattâ yüzlerce ordudan daha galip, daha üstündür.

3990. Yazıklar olsun ki iki lokmacık yendi de bu yüzden fikir çoşkunluğu dondu, yatıştı.
Bir buğday tanesi, Âdem Peygamberin güneşinin tutulmasına… arzın, güneş ile ay arasına girmesi , dolunayın kararmasına sebep oldu.
İşte sana gönlün letafeti! Bir avuç balçıktan (bir iki lokma ekmekten) ay  darmadağın bir hale gelmekte!
Ekmek mânevi olursa yenmesinde fayda var. Fakat bildiğimiz ekmeğin faydası yok, kalbi daraltıyor.
Mânevi ekmek, yeşil diken gibi… deve yiyince yüz türlü fayda, yüzlerce lezzet bulmakta.

3995. Fakat yeşilliği gitti de kurudu mu, onu çölde deve yiyince;
Damağını avurdunu yırtar, paralar. Yazıklar olsun; öyle yetişmiş gül kılıç kesildi.
Ekmek de mânevi oldukça o yeşil dikendi. Fakat şimdi zâhiri ekmek olduğundan kupkuru bir hale geldi, sertleşti.
Ey nazlı nazenin varlık (ey Husâmeddin), bundan önce onu yemeğe alışmıştın.
O alışkanlıkla bu kuru ekmeği de alıp yemek istiyorsun ama gayri mâna, yerle karıştı;

4000. Toprakla karışık, kaskatı, dili damağı yırtar bir hale geldi.  Ey deve, şimdi otu yeme, ondan çekin!
Söz, toprakla pek karışık bir hale geliyor, su bulandı… Kuyunun ağzını kapa.
Ki Tanrı onu yine sâf, yine hoş bir hale getirsin. Onu bulandıran, durultur da.
Maksada sabırla erişilir, aceleyle değil. Sabret, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.

 BİRİNCİ CİLDİN SONU

CİLT 2  (1 – 700 Beyitler)

Bu ikinci cildin gecikmesinde bazı hikmetler vardır.İşin faydalarına dair Tanrı hikmetleri, kula tamamiyle malûm olsa kul,o işi yapamaz,âciz kalır. Tanrının sonsuz hikmetleri;idrakini yıkar,harabeder. Kul o işe koyulmaz. Ulu Tanrı ,o sonsuz hikmetlerden pek az bir miktarını, kula yular yapar,onu o işe çeker. O işin faydasından hiç haber vermese kul hiç harekete gelmez. Çünkü hareket,insanların faydası içindir ve biz o yüzden işe koyuluruz.O işin hikmetini tamamiyle bildirse kul yine harekete gelemez. Nitekim devenin yuları olmasa yürümez.Fakat yular ağır ve büyük olsa yine gidemez,çöküverir. ”Hiçbir şey yoktur ki hazineleri bizde olmasın. Fakat onu  ancak mâlum bir miktarda indiririz. ”Toprak susuz kerpiç olmaz. Fakat “Tanrı gökyüzünü yüceltti,ölçülü yaptı. ”Her şeyi de ölçülü verir;sayısız,ölçüsüz değil. Ancak halk ve beşeriyet âleminden geçen kişiler, ”Tanrı,dilediğini sayısız bir surette rızıklandırır” hükmüne mahzar olanlar ve tatmayan bilmez sırrına erenler,bundan müstesnadır.

Birisi “Âşıklık nedir? Diye sordu.
Dedim ki:Benim gibi olursan bilirsin.

Aşk,sayıya sığmaz,ölçüye gelmez sevgidir.
Bundan dolayı,hakikatte Halk sıfatıdır,kula nispet edilmesi mecazidir demişlerdir.”Tanrı onları sever” sözü nerede kaldı?
Tanrı Peygamberine daimî ve çok salâtü selâm olsun.

MESNEVİ  II. Cilt

Bu Mesnevi bir müddet gecikti. Kanın süt olması için bir zaman lâzımdır.
Bahtın yeni bir çocuk doğurmadıkça kan, tatlı süt haline gelmez. Bunu güzelce duy.
Hak Ziyası Hüsamettin, göğün yücesinden tekrar dizgin çevirince yine Mesnevi’ye başlandı.
Hakikatler miracına gitmişti, o yüzden onun baharı olmadığı cihetle koncalar açılmamıştı.

5. Denizden tekrar kıyıya dönünce Mesnevi şiirinin çengi de düzeldi, çalınmaya başlandı.
Ruhların cilâsı olan Mesnevi’ye, yeniden recebin on beşinci günü başlandı.
Bu alışverişe başlayış tarihi, (Hicri) 662 tarihiydi.
Bir bülbül buradan uçup gitti, dönüp yine geri geldi. Bu manaları anlamak için doğanlaştı.
Bu doğanın konağı, padişahın kolu olsun; bu kapı, halka ebediyen açık kalsın.

10. Bu kapının afeti, heva ve şehvettir. Yoksa burada daima şerbetler içilir durur.
Bu ağzı kapa da o âlemi gör. O âleme gözbağı, boğaz ve ağızdır.
Ey ağız, sen esasen cehennemin bir alevisin! Ey cihan, sen zaten bir berzaha benzersin!
Baki nur, aşağılık dünyanın ardındadır. Saf süt, kan nehirlerinin ardındadır.
Oraya ihtiyarsız bir attın mı… sütün karışır, kan haline gelir.

15. Âdem peygamber, nefis zevkine bir adım attı, cennetin baş köşesinden ayrılma zinciri, boğazına geçti.
Melek, Şeytandan kaçar gibi ondan kaçmaya başladı. Bir lokma ekmek için ne kadar gözyaşı döktü.
Gerçi cüret ettiği suç bir kıl kadardı. Fakat o kıl iki gözde bitmişti.
Âdem,kadim nur’un gözüydü.Gözde kıl,büyük bir dağ kesilir.
Eğer  Âdem, o hususta meşverette bulunsaydı pişman olup özürler serdetmezdi.

20. Çünkü bir akıl, başka bir akılla birleşti mi; kötü işe, kötü söze mani olur.
Fakat nefis, başka bir nefisle dost olursa cüzi akıl muattal olur, bir işe yaramaz.
Yalnızlıktan ümitsizliğe düşünce güneş gibi bir sevgilinin gölgesi altına gir.
Yürü, tez bir Tanrı dostu ara. Böyle yaptın mı, Tanrı, senin dostun olur.
Halvette oturup gözünü yuman da bunu yine dosttan öğrenmiştir.

25. Ağyardan halvet etmek gerek, yardan değil. Kürk, kışın işe yarar, baharın değil.
Akıl başka bir akılla birleşti mi nur artar, yol meydana çıkar.
Fakat nefis, bir başka nefisle sevinir, gülerse karanlık çoğalır, yol gizlenir.
Ey avcı, dost senin gözündür. Onu çerçöpten arı tut.
Sakın dil süpürgesiyle ona toz kondurma. Göze tozu toprağı hediye götürme.

30. Zira mümin, müminin aynası olunca yüzü buğulanmadan kurtulur.
Mahzunluk zamanında dost, can aynasıdır. Aynanın yüzünü nefesle buğulandırma.
Nefesinden buğulanıp yüzünü senden örtmemesi için her nefeste soluğunu tutman lâzım.
Topraktan aşağı mısın ki ? Toprak bile sevgiliyi bulunca bir bahar yüzünden yüz binlerce çiçeğe kavuştu.
O yaş ağaç, sevgiliyle buluşunca hoş bir hava yüzünden baştan ayağa açıldı, donandı.

35. Fakat gözün aykırı bir dost görünce başını, yüzünü yorgana çekti.
“ Kötü dostla ünsiyet, belâya bulaşmaktır. Mademki o geldi, bana uyumak düşer.
Uyuyayım da Eshabı Kehf’ten olayım. O sıkıntıda o minnette mahpus kalmak, Dıkyanus’tan iyi” dedi.
Eshabı kehf’in uyanıklığı,Dıkyanus’a kulluk etmekti. Fakat uykuları; şereflerini, haysiyetlerini korumuş oldu.
Bilgiyle uyumak uyanıklıktır. Vay bilgisizle oturan uyanık kişiye !

40. Kargalar, güz mevsimi otağlarını kurdular mı, bülbüller gizlenir ve susarlar.
Çünkü gül bahçesi olmayınca, bülbül sükût eder. Güneşin kayboluşu, uyanıklığı öldürür.
Ey güneş ! Sen yeraltını aydınlatmak üzere bu gül bahçesini terk ediyorsun.
Fakat marifet güneşi, bir yerden bir yere gitmez, o güneş dolunmaz. Onun tanyeri akıl ve candan başka bir yer değildir.
Hele işi gücü ; gündüz olsun gece olsun, âlemi aydınlatmak olan o cihanın kemal güneşi hiç kaybolmaz.

45. İskender’sen gün doğusuna gel. Ondan sonra nereye gidersen nurlusun, kuvvetlisin!
Ondan sonra nereye varsan orası doğu olur; doğrular senin batına âşık kesilir.
Senin yarasa duygun batıya doğru koşmakta, inciler saçan duygun da doğuya doğru akmakta.
Ey atlı ! Duygu yolu, eşeklerin yoludur.Ey eşeklere karışan, utan!
Bu beş duygudan başka beş duygu daha vardır. O duygular kırmızı altın gibidir, bunlar bakır gibi.

50. Tanıyışta, anlayışta mahareti olanlar, o pazarda nasıl olur da bakır duyguyu altın duygu gibi alırlar?
Bedenlerin duygusu, zulmet gıdası yemekte, can duygusuysa bir güneşten çerezlenmekte.
Ey duygularını derleyip toplayarak gayp âlemine götüren! Musa gibi elini koynundan çıkar.
Ey sıfatları marifet güneşi olan! Bu âlem güneşi, bir sıfatla mukayyettir.
Halbuki sen gâh güneş olursun, gâh deniz. Gâh Kafdağı kesilirsin, gâh Anka.

55. Fakat hakikatte sen ne bu olursun, ne o. Ey vehimlerden uzak, ey ilerden ileri!
Ruh; ilimle, akılla dosttur. Ruhun Arapça’yla, Türkçe’yle ne işi var?
Ey nakşı, sureti olmayan! Bunca nakışlar, bunca suretlerle, sana hem müşebbih hayran olmuştur, hem muvahhit!
Gâh müşebbihi muvahhit yapmakta, gâh suretler muvahhidin yolunu kesmekte.
Gâh sarhoşlukla sana Ebül Hasen der, gâh ey yaşı küçük, ey bedeni taze ve yumuşak güzel diye hitabeder.

60. Bazen de kendi suretini viran eder ve bunu, sevgiliyi tenzih etmek için yapar.
Duygu gözünün mezhebi, İtizaldir. Akıl gözüyse vuslata kavuşmuştur, Sünnî’dir.
İtizale uyan, duyguya kapılmıştır. Fakat sapıklıktan kendini Sünnî gösterir.
Duyguda kalan kişi, Mutezilî’dir. Sünnî’yim dese de cahillikten der.
Duygudan çıkan kişi Sünnî’dir. Gören göz, izi hoş akıl gözüdür.

65. Hayvan duygusu padişahı görseydi öküzle eşek de Tanrıyı görürdü.
Sende hayvan duygusundan başka, heva ve hevesten dışarı bir duygu olmasaydı.
Âdem oğulları; nasıl olurda mükerrem, nasıl olur da hayvanla müşterek duygu ile sırra mahrem olurlardı?
Sen suretten kurtulmadıkça Tanrıya surete sığmaz, yahut sığar demen, aslı olmayan bir sözden ibarettir.
Tasvire sığar, yahut sığmaz bahsi; tamamiyle iç olmuş, suretten kurtulmuş adamın harcıdır.

70. Eğer körsen köre teklif yoktur. Değilsen yürü, var; sabır kurtuluşun anahtarıdır.
Sabır ilâcı, gözlerin perdesini de yakar, göğüsleri gönülleri de yarıp açar.
Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince sudan, topraktan hariç suretler görürsün.
Nakşı da müşahede edersin, nakkaşı da. Devlet yaygısını da, onu döşeyeni de.
Sevgilimin hayali bana Halil gibidir. Sureti put ama manası putları kırmakta.

75. Tanrı’ya şükür olsun ki o zahir olunca can, onun hayalinden, kendi hayalini gördü.
Kapısının toprağı, gönlümü teshir etti. Senin toprağına karşı ululananın toprak başına.!
Dedim ki; Eğer güzelsem bu güzelliği onun lûtfu olarak kabul ederim. Değilsem zaten çirkinlikler bile bana güler!
Çaresi şu: Kendime bakayım kendime çeki düzen vereyim. Bakalım, ona lâyık mıyım, değil miyim?
O güzeldir, güzelliği sever. Taze bir delikanlı, kart bir ihtiyarı nasıl seçer?

80. Temizler, kimlerindir? Temizlerin. Şu meydandadır: Güzel, güzeli sever, güzeli ister.
Şunu bil ki güzel, güzeli cezbeder. “ Temizler,temizler içindir” âyetini oku!
Âlem de her şey, bir şey cezbeder. Sıcak sıcağı çeker , soğuk soğuğu.
Aslı olmayan, aslı olmayanları çekmektedir, bakilerde bakilerden sarhoş olmakta.
Cehennem ehli olanlar, cehennem ehli olanları cezbeder. Nura mensup olanlar, ancak nura mensup olanları ister.
Gözünü yumdun mu canın kopuyormuş gibi bir eleme, bir ıstıraba düşersin. Gözün, gündüzün nurundan ayrılmaya sabrı yoktur.

85. Gözünü yumdun mu tasalanır, gama, gussaya düşersin. Gözün nuru, gündüzün nurundan ayrılamaz.
Senin tasan, gam ve gussan; hemencecik gündüzün nuruna kavuşmak isteyen göz nurunun cazibesinden ileri gelir.
Gözün açıkken de tasalanırsan bil ki gönül gözünü yummuşsundur,onu aç!
Bil ki  sıkıntı gönlünün iki gözü de kapalı olduğundandır. Gönül gözü kıyasa sığmaz bir ziya arayıp durmaktadır.
O iki ebedî nurun firkati, seni tasalandırmaktadır. Onu koru!

90. O madem ki beni çağırmakta, ben de kendime bakayım. Onun cazibesine lâyık mıyım, yoksa çirkin miyim?
Bir güzel, peşine bir çirkini takarsa onunla alay ediyor demektir.
Acaba yüzümü nasıl göreyim? Ne renkteyim ki, gündüz gibi miyim, gece gibi mi?
Diye can suretimi hayli zamandır arayıp duruyordum. Fakat suretim kimseden görünmüyordu.
Nihayet dedim ki, ayna neden icadedilmiş, ne güne yarar? Herkes nedir, kimdir, kendisini bilsin diye değil mi?

95. Demirden yapılma ayna suretler içindir. Can yüzünün aynasıysa çok pahalı, çok değerlidir.
Can aynası ancak sevgilinin yüzüdür. O sevgilinin yüzü ki, o diyardan.
Dedim ki: Ey gönül sen küllî bir ayna ara. Denize git, ırmaktan iş bitmez!
Kul, bu istek yüzünden civarına geldi. Meryem’i hurma fidanına derdi çekti.
Gönlüm, gözünü görünce o görmemiş göz yok oldu; gönlüm gözün ta kendisi kesildi.

100. Seni ebedî olarak küllî bir ayna gördüm. Gözünden kendi suretimi müşahede ettim.
Nihayet ben, beni buldum, iki gözünde aydın bir yol gördüm, dedim
Vehmin; kendine gel, o senin hayalindir. Kendini hayalinden ayırdet dedi.
Suretim gözünden seslendi: Birlikte ben senim, sen de bensin.
Hayal bu zevali olmayan aydın gözdeki hakikatlerden nasıl yol bulur da girer?

105. Suretini, benden başkasının gözlerinden görürsen onu hayal bil, onu reddet!
Çünkü benden başkası, gözüne yokluk sürmesi çekmekt, e hakikatte yok olan şeylerle gözünü sürmelemekte… Şarabı, Şeytanının tasvirinden tatmaktadır.
Onun gözü hayal ve yokluk evidir. Hulâsa o, yokları var görür.
Benim gözüme ululuk sahibi Tanrı’nın sürmesiyle sürmelenmiştir. Varlık evidir, hayal evi değil.
Gözünde bir tek kıl olsa hayalinde gevher, yeşim taşı gibi görünür.

110. Hayalinden tamamıyla geçersen o vakit yeşim taşını,gevherden ayırt edebilirsin.
Ey gevher tanıyan kişi, bir hikâye dinle de meydanda ve apaçık olan şeyi kıyastan fark et.

Tanrı razı olsun, Ömer zamanında birisinin, hayalini hilâl sanması.

Ömer zamanında oruç ayı geldi. Birkaç kişi bir dağın tepesine koştu.
Oruç ayının hilâlini görüp kutlulanmak,onu hayra yormak istiyorlardı. Birisi “ Ey Ömer, işte hilâl” dedi.
Ömer gökyüzüne baktıysa da ayı göremedi. “ Bu ay senin hayalinden meydana geldi.

115. Yoksa ben, gökleri senden daha iyi görürüm.Tertemiz hilâli nasıl olur da görmem?
Elini ısla da kaşını sıvazla. Ondan sonra hilâle bak!” dedi.
Adam elini ıslayıp kaşını sıvazlayınca ayı göremedi. “ Padişahım, ay yok görünmez oldu” dedi.
Ömer dedi ki: “Evet, kaşının kılı seni şüphelendirdi; yaydan sana bir ok attı”.
Onun yolunu bir eğri kıl kesti, o yüzden ayı gördüm diye davaya kalkıştı.

120. Bir eğri kıl gökyüzüne perde olursa bütün vücudun eğri olunca halin ne olur?
Her cüz’ünü doğrulara uyup doğrult. Ey doğru yola giden,o eşikten baş çekme!
Teraziyi, terazi doğrulttuğu gibi terazinin değerini azaltan da yine terazidir.
Doğru olmayanlarla tartılan eksikliğe düşer, aklı şaşar kalır.
Yürü, kâfirlere karşı şiddetli ol; ağyarın dostluğuna toprak saç!

125. Ağyarın başına kılıç kesil; kendine gel; tilkilik etme, aslan ol.
Ki dostlar gayretleri yüzünden senden kesilmesinler! Çünkü o dikenler, bu güle düşmandır.
Ateşe üzerlik tohumu serper gibi kurtların başına ateş serp; çünkü o kurtlar, Yusuf’un düşmanlarıdır.
Kendine gel, Şeytan sana “ babasının canı” der bu suretle o lain seni aldatır.
Bu kara yüzlü, babana da bu şeytanlığı yaptı. Âdem’i de mat etti.

130. Bu kuzgun, satranç başın da çeviktir. Yarı uykulu gözle kuzgunu doğan görme!
Çünkü o kadar çok oyunlar bilir ki boğazında bir çöp gibi kalakalır.!
Onun çöpü boğazlarda durur. O çöp nedir? Mevki ve mal sevdası.
Ey kararsız kişi, mal çöpten ibarettir. Ama boğazındaysa Abıhayatı içirmez.
Malını, düzenbaz bir düşman çalacak olsa bir yol keseni, başka bir yol kesen dolandırmış demektir.

                                   Bir yılancının başka bir yılancıdan yılan çalması

135. Bir hırsızcağız, bir yılan oynatıcısının yılanını çaldı. Aptallığından onu ganimet saymaktaydı.
Yılancı, yılanın zehirlemesinden kurtuldu. Yılan da hırsızını ağlatıp inleterek öldürdü.
Yılancı, o ölü adamı görüp tanıdı, “Onu benim yılanım öldürdü,canından etti.
Hırsızı bulayım da yılanımı ondan alayım diye dua edip duruyordum,gönlüm yılanımı bulmayı istiyordu.
Tanrıya şükürolsun ki o dua kabul edilmedi. Ben duamın kabul edilmeyişini ziyan sandım ama bana faydaymış” dedi.

140. Nice dualar vardır ki ziyanın, helâk olmanın ta kendisidir. Pak Tanrı, onları kereminden kabul etmez.

İsa Aleyhisselâm’ın yoldaşının İsa’dan kemikleri diriltmesini istemesi

İsa ile bir ahmak yoldaş oldu.Gözüne yol üstünde ölü kemikleri erişince,
Yoldaş,ölüleri diriltmek için okuduğun o yüce adı,
Bana da mutlaka öğret de bir ,y,l,kte bulunayım,o adı okuyup kemiklere can vereyim” dedi.
İsa dedi ki:”Sus! Bu senin işin değil.Senin nefeslerinin,senin sözünün harcı değil!

145. Nefesin yağmurlardan daha arı,duru olması, o nefes sahiplerinin melkelerden daha idrakli bulunması lâzımdır.
Âdem,ömürlerce yandı,yakıldı da arındı;felekler hazinesine emin oldu.
Sen de sağ eline bir sopa aldın ama senin elin nerede,Musa’nın eli nerede,”
O ahmak,”Benim sırlara kabiliyetim yoksa o adı bu kemiklere sen oku!” dedi.
İsa dedi ki: “Yarabbi,bunlar ne sırlardır?Bu ahmağın bu mücadeleye girişmesi nedendir?

150. Bu hasta, nasıl oluyor da kendi derdiyle uğraşmıyor? Bu murdar herif neye kendi canının derdine düşmüyor?
Kendi ölüsünü bıraktı da yabancı ölüyü diriltmeye kalkıştı!”
Tanrı,”Gerilemede gerilemeyi arar.Diken eken ancak yeşermiş taze diken elde edebilir.
Dünyada diken eken kişi,sakın ektiğin dikeni gül bahçesinde arama!
O, eline gül bile alsa diken olur.Bir dost varsa dost,yılan kesilir.

155. O şaki kötülüklerden çekinen kişinin kimyası hilâfına zehir ve yılan kimyasıdır(her şeyi zehirler,her şey ona karşı yılan haline gelir).

Sofinin hizmetçiye hayvanı tımar ettirmesini  söylemesi,hizmetçinin de “Lâhavle” demesi

Bir sofi seyahate çıktı, döne dolaşa bir gece bir tekkeye konuk oldu.
Bir hayvanı, vardı ahıra bağladı. Kendisi dostlarla, sofanın baş köşesine geçip oturdu.
Arkadaşlarıyla murakabeye daldı. Murakabede sevgilinin huzuru, adamın önünde bir defter haline gelir (Tanrının manevi huzuruna varılır, bütün hakikatler o huzurda okunur)
Sofinin defteri, harflerin yazılmasından meydana gelen karalama değildir. Ancak kar gibi bembeyaz ve temiz gönüldür.

160. Alimin azığı ve sermayesi, kalemden meydana gelen eserlerdir. Sofinin azığı ve sermayesi nedir? Ayak izleri!
Sofi; av peşine düşen, ceylanın ayak izlerini görüp onları izleyen avcıya benzer.
Bir müddet ceylanın ayak izleri işe yarar. Ondan sonra ise esasen ahudaki misk kokusu, yolu gösterir.
Bu izlere, bu izlemeye şükreder de yol alırsa nihayet o adım atma o yol alma yüzünden muradına ulaşır.
Misk kokusunu duyup bir konak yol almak, iz izleyerek yüz konaklık yol almadan, yüz konaklık yolu dönüp dolaşmadan daha iyidir.

165. Ay ışıkların doğusu olan gönül yok mu? O gönül, ariflere “kapıları açılmıştır” sırrıdır.
Sana duvardır ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci!
Senin aynada açıkça gördüğünü pir, hem de daha önce bir kerpiç parçasında görür.
Pir olanlar o kişilerdir ki bu alem yokken onların canları, kerem denizinde vardı.
Bu tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler,ekmeden önce meyveler devşirdiler!

170. Nakıştan, suretten evvel canlandılar,deniz yarılmadan inciler deldiler!

                   Tanrı’nın mahlukatı yaratmak hususunda meleklerle müşaveresi

   Tanrı, âlemi ve Âdemi yaratma hususunda meleklerle müşavere ederken onların canları, boğazlarına kadar kudret denizine dalmış bulunuyordu.
Melekler,buna mani olmak istedikleri zaman, gizlice meleklere ıslık çalıyorlar,onlarla alay ediyorlardı.
Bu nefsi Küll’ün ayağı bağlanmadan onlar her yaratılacak şeyin suretini biliyorlardı.
Feleklerden önce Zuhal yıldızını, tanelerden önce Ekmeği görmüşler;

175. Akılsız, gönülsüz fikirlerle dolmuşlar; askersiz, savaşsız galip gelmişlerdi.
O apaçık anlayış,onlara nispetle düşünüştür. Yoksa haddi zatında, bu sırdan uzakta kalanlara göre görüşün ta kendisidir.
Düşünüş; geçmişe, geleceğe dairdir. Bu ikisinden de kurtulunca müşkül hal olur
“Ruh üzümden şarabı,yoktan varı görür”
Onlar da keyfiyete düşecek olan her şeyi keyfiyetsiz görmüşler,madenden önce sağlamla kalpı fark etmişlerdir.

180. Üzüm yaratılmadan önce şaraplar içmişler, muhabbet sarhoşu olmuşlardır.
Onlar, sıcak temmuz ayında kışı, güneşin ziyasında gölgeyi görür.
Üzümün gönlünde şarabı,tamam yoklukta bütün varlığı müşahede ederler.
Gök, onların işret meclislerinde ancak bir yudumcuk içer.Güneş, ancak  onların cömertliğiyle bu sırmalı libası giyer.
Onlardan iki dostu bir arada gördün mü bil ki onlar hem birdir, hem altı yüz bin!

185. Onların sayıları dalgalar gibidir. Onlar rüzgâr,zahiren çoğaltır.
Halkın can güneşi, halkın pencerelere benzeyen bedenlerinde taaddüt eder,çoğalır.
Fakat güneşin kursuna bakarsan birdir.Bedenlerle  mahcup olan kişi şüphededir.
Çokluk, ruhu Hayvanidedir, Ruhu insani ise birdir.
Hak, onlara madem ki nurundan saçtı, Hakk’ın nuru, artık ayrılmaz .

190. Yoldaş, bir müddet usanmayı bırak da o güzelin tek benini sana anlatayım.
Onun güzelliği anlatılmaz, iki âlem de nedir? Onun yüzündeki benim aksi!
Onun güzel benini anlatmaya başladım mı söz, tenimi yarmak, parçalamak istiyor.
Ben bu harmanda bir karınca gibi memnun geçinip gidiyorum,hatta kendi cirmimden, kendi haddimden fazla yük çekmekteyim.

Dinleyen,hikâyenin zahirini istediğinden içyüzünün söylenmemesi,kapalı kalması

   O aydınlığın bile haset ettiği güzel, beni bırakır mı ki söylenmesi lâzım ve farz olan sırları söyleyeyim.

195. Deniz köpüklenir, köpükle örtülür, köpüğü ileri sürer. Sonra da köpüğünü çeker, açılır, kendisini gösterir.
Şimdi dinle, hikâyenin içyüzünü anlatmama ne mani oldu? Dinleyenin gönlü başka bir yere gitti.
Hatırına o konuk olan sofinin hali geldi. Boğazına kadar o sevdaya daldı.
Onun için bu sözü bırakıp ona başlamak hali anlatmak için o hikâyeyi söylemek icap ediyor.
Fakat ey aziz, sofiyi,suret sofisi sanma! Ne vakte kadar çocuklar gibi cevize,üzüme düşüp kalacaksın?

200. Oğul, bizim cismimiz cevizle üzümdür. Ersen bu ikisinden de geç!
Eğer sen geçmezsen Tanrı’nın lütfu, Tanrı’nın keremi seni dokuz kat gökten geçirir.
Şimdi hikâyenin zahirini dinle, fakat taneyi samandan ayır ha!

Hizmetçinin,hayvana bakmayı kabul etmesi, sonra da vaadini yapmaması

   O zevk ve huzur dileyen sofilerin zikir ve mürakabeleri, vecit ve şevkle sona erince.
Konuğa yemek getirdiler. Konuk, o zaman hayvanı hatırladı,

205. Hizmetçiye”Ahıra git, hayvana saman ve arpa ver ”dedi.
Hizmetçi dedi ki :“ Lâhavle… Bu ne fazla söz! Eskiden beri bu işler benim işim.”
Sofi “Önce arpayı ısla. Çünkü eşek karttır,dişleri sağlam değil” dedi.
Hizmetçi “ Lâhavle. Ey ulu, bunu niye söylüyorsun? Bu hizmet usulünü, hep benden öğrenirler” dedi.
Sofi “Önce semerini indir,sırtına da ilâç koy” dedi.

210. Hizmetçi “Lâhavle ey hakîm, benim senin gibi yüz binlerce konuğum geldi;
Hepsi de yanımızdan razı olup gittiler.”Konuk bizim canımızdır,bizdendir” dedi.
Sofi “Suyunu ver ama ılık olsun” deyince hizmetçi “ Lâhavle. Artık beni utandırıyorsun” dedi.
Sofi “Arpaya az saman karıştır” dedi. Hizmetçi “ Lâhavle. Bu sözü kısa kes artık” dedi.
Sofi “Yerini süpür, taş toprak kalmasın. Islaksa biraz kuru toprak serp” dedi.

215. Hizmetçi “Lâhavle, a babam, lâhavle de! Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle!” dedi.!
Sofi “Eşeğin sırtını tımar et” dedi. Hizmetçi “ Lâhavle. Baba, artık utan.!” dedi.
Bunu deyip eteğini sıkıca beline doladı. “işte gittim,önce arpa,saman getireyim”dedi.
Gitti ama ahır aklına bile gelmedi. Yalnız sofiyi aldattı.
Birkaç hazelenin yanına gitti, Sofinin sözlerine gülmeye, onunla alay etmeye koyuldu.

220. Sofi uzun zaman yolculukta bulunduğundan gözlerini yumup daldı,rüya görmeye başladı:
Eşeği bir kurda sataşmıştı. Kurt, sırtından, oyluğundan onu paralıyordu.
Uyanıp “Lâhavle. Bu ne biçim saçma rüya, Acaba o şefkatli hizmetçi nerede ki?” dedi.
Yine daldı. Bu sefer eşeğini yolda giderken gâh, bir kuyuya, gâh bir çukura düşüyor gördü.
Türlü , türlü kötü rüyalar görüyordu. Rüyasında bazen Fatiha suresini, bazan Karia suresini okuyordu.

225. “ Çare ne ? Dostlar kalkıp gittiler. Bütün kapıları da kapadılar” dedi.
Yine “O Hizmetçiceğiz, bizimle tuz ekmek yemedi mi ki ?
Ben ona lütuftan başka ne yaptım, yumuşak sözlerden başka ne söyledim? Aksine o bana neden kinlendi ki?
Her düşmanlığa bir sebep olur. Yoksa aynı cinsten oluş insanı vefakâr eder” diyordu.
Sonra tekrar “ Lütuf ve ihsan sahibi Âdem, iblis’e bir cefada bulundu mu ki?

230. İnsan; yılana, akrebe ne yaptı ki onlar,daima insanı sokmak öldürmek isterler.
Kurdun huyu yırtıcılıktır. Bu haset de nihayet yaradılışta vardır demekte”,
Sonra yine “ Böyle kötü zanna düşmek hatadır.. Neye kardeşim hakkında böyle bir zanda bulunuyorum?” diye söylenmekteydi.
Yine dönüp diyordu ki: “ Bu kötü zanna düşmek de bir tedbire sarılmaktır. Şüpheye düşmeyen muvaffak olur mu?”
Sofi vesvese içindeydi. Eşeğe gelince öyle bir haldeydi ki düşmanların cezası da, dilerim böyle olsun!

235. Zavallı eşek; taş toprak içinde,semeri tersine dönmüş, kuskunu kopmuştur.
Yol yürümekten ölmüş, bütün gece yemsiz.. gâh can çekişmekte,gâh ölüm haline gelmekteydi.
Bütün gece “Yarabbi,arpadan vazgeçtim, bir avuçcağızdan da az saman olsa” diye sayıklıyordu.
Hâl diliyle “Ey şeyhler,bir merhamet edin,bu ham ve edepsiz hizmetçinin elinden yandım” diyordu.
O eşeğin çektiği eziyeti duyduğu azabı ancak karada uçan kuş,sele kapılırsa çeker duyar!

240. Nihayet biçare eşek, açlık illetinden o gece seher çağına kadar yan üstü yattı.
Gündüz olunca, hizmetçi gelip hemen semerini düzeltti,sırtına vurdu.
Eşekçiler gibi birkaç sopa indirdi. O köpek hizmetçiden ne umulursa eşeğe onu yaptı.
Eşek dayağın,şiddetinden sıçradı,kalktı. Dili yok ki halini söylesin!

Kervan halkının Sofinin eşeğini hasta sanmaları

   Sofi, merkebe binip yola düzülünce merkep,her an yüzüstü düşmeye başladı.

245. Halk,merkep düştükçe onu kaldırmaya koyuldu. Herkes onu hasta sanıyordu.
Birisi kulağını burmakta,öbürü yara var mı diye damağını yoklamakta,
Diğeri nalında taş aramakta, bir diğeri de gözünü puslu görmekteydi.
Sofiye “ Ey Şeyh, bu ne hal? Dün,şükür olsun,bu eşek kuvvetlidir demiyor muydun?” dediler.
Sofi (Geceleyin “Lâhavle” yiyen eşek, ancak böyle gider.

250. Merkebin azığı geceleyin “Lâhavle” olur,Geceleyin tespih çeker durursa gündüzün de secde eder) dedi.
İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma!
Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lâfına pek kulak asma!
Şeytan’ın ağzından çıkan “Lâhavle”ye kanan kişi, savaşta o eşek gibi tepesi üstüne düşer.
Dünyada Şeytan’ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hilesine kanarsa,

255. O eşek gibi arıklıktan ve sersemlikten İslâm yolunda, Sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir.
Kötü dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak gör,emniyetle yürüme.
Yüz binlerce “ Lâhavle” okuyan Şeytan’a bak; ey Âdem, iblisi gör,bak nasıl yılanda gizlenmiş!
Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana “Ey can, ey sevgili” diye hitap eder.
Bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline!

260. Ağlatıp inleterek kanını dökmek için kasap gibi ayağın baş kor,sana hitaplarda bulunur.
Aslanlar gibi avını kendin avla. Yabancının yaltaklanmasını daterket,akrabanın yaltaklanmasını da!
Aşağılık kişilerin hürmetini, hatır saymasını, o hizmetçinin hürmeti ve hatır sayması gibi bil. Kimsesizlik, adam olmayan kişilerin işvesinden iyidir.
İnsanların arazisine ev kurma, kendi işini, gör yabancı kişinin işini değil!
Yabancı kişi kimdir? Senin toprak bedenin. Senin gama, eleme düşmen de onun yüzündendir.

265. Tene yağlı, ballı şeyleri verdikçe cevherini,hakikatini semirmiş göremezsin.
Teni miskler içine yerleştirsen yine ölüm gününde pis kokusu meydana çıkar.
Miski tene sürme, gönüle sür. Misk nedir? Ululuk sahibi Tanrı’nın adı.
O münafık, miski tene sürer de ruhu, külhanın ta dibine sokar.
Dilin de Tanrı adı, canındaysa imansız düşüncesi yüzünden pis kokular!

270. Onun zikretmesi külhanda biten yeşilliğe, aptes bozulan yerde yetişen gül ve süsene benzer.
O yeşillik orada ariyettir. O gülün yeri oturulan işret edilen yerdir.
Temiz şeyler temizlere aittir; pisler de pis şeylere… kendine gel!
Kin yüzünden yol azıtanlara kin tutma. Çünkü onların kabirlerini de kin tutanların yanına kazarlar.
Kinin aslı cehennemdir. Senin kinin o küll’ün cüz’üdür, dinin de düşmanı.

275. Mademki sen cehennemin cüz’üsün; aklını başına al cüzü, küllünün yanında karar eder.
Ey adı sanı duyulmuş kişi! Cennetin cüzüysen zevkin de cennet gibi ebedidir.
Acı, mutlaka acılara katılır. Bâtıl söz nasıl olur da Hakk’a ulaşır?
Kardeş, sen ancak o düşünceden, o ruhtan ibaretsin. Mütebaki varlığın bakımındansa kemik ve deriden başka bir şey değilsin.
Düşüncen, manevi varlığın gülse, gül bahçesisin; dikense külhana lâyıksın.
Gül suyu isen seni başa sürer, koyuna serperler; sidik gibiysen dışarı atarlar.

280. Koku satanların tablalarına bak.Her cinsi, kendi cinsinin yanına korlar.
Cinsleri, kendi cinsleriyle karıştırır, bu uygunluktan bir güzellik, bir süs meydana getirirler.
Fakat mercimek,şeker arasına karışırsa onları birer, birer ayırırlar.
Tablalar kırıldı,canlar döküldü de iyiyi, kötüyü birbirine karıştırdılar.
Tanrı, bu taneleri ayırıp tabağa koysunlar diye kitaplar verdi, peygamberler gönderdi.

285. Peygamberler,gelmeden önce hepsi bir görünmekteydi. Mümin, kâfir, Müslüman, çıfıt… Zahiren hepsi birdi.
Alemde kalp akçayla sağlam akça bir yürümekteydi. Çünkü ortalık tamamiyle geceydi, biz de gece yolcularına benziyorduk.
Peygamberlerin güneşi doğunca “Ey karışık, uzaklaş! Ey saf, beri gel” dedi.
Rengi göz ayırt edebilir; lâl’i, taşı göz bilebilir.
İnciyi, süprüntüyü göz anlar. Onun için çerçöp göze batar.

290. Bu kalpazanlar, gündüze düşmandır.Fakat madendeki altınlar gündüze âşıktır.
Çünkü gündüz,kuyumcu ve sarraf,altını fark etsin diye altına aynadır.
Kırmızı yüzle sarı yüzü gündüz gösterdiğinden Tanrı, kıyamete Gün lâkabını taktı.
Hakikatte gündüz, velilerin sırrıdır. Gündüz, onların aylarına nispetle gölgelere benzer.
Gündüzü,Tanrı erinin sırrının aksi bilin; gözü örten akşamı da onun ayıp örtücülüğünün aksi.

295. Tanrı onun için “Vedduha” buyurdu. “Vedduha”, Mustafa’nın gönlünün nurudur.
Tanrı, kuşluk zamanını sevdi derler ya. Bu söz de, kuşluk çağı, onun aksi olduğundandır.
Yoksa fâni olan şeye yemin etmek hatadır. Böyle olduğu halde fâni şeyin Tanrı’nın sözüne girmesi lâyık olur mu?
Halil “ Ben fâni olanları sevmem” dedi Halil böyle derse Ulu tanrı nasıl olur da fâni şeyi diler, sever?
“Velleyl” den maksat yine Mustafa’nın ayıp örtücülüğü, toprağa mensup olan cismidir.

300. Bu kuşluk çağının güneşi o, gökten doğdu da gece gibi olan tene “Seni Rabb’in terk etmedi” dedi.
Belanın ta kendisinden vuslat meydana geldi; “ Sana darılmadı da” sözü de o tatlılıktan zuhur etti.
Esasen her söz bir halete alâmettir. Hâl ele benzer, söz de alete.
Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner.
Çiftçinin yanında kunduracının aleti, köpeğin, önünde saman, eşeğin önünde kemik gibidir.

305. “Enel Hakk” sözü, Mansur’un ağzında nurdu. “Enallah” sözü, Firavunun ağzında yalan!
Sopa, Musa’nın elinde doğruluğuna şahit oldu, sihirbazın elindeyse bir şeye yaramadı.
İsa, bu yüzden yoldaşına Tek Tanrı’nın o yüce adını belletmedi.
Çünkü bilmez de alete noksan bulur. Taşı, toprağa vur. Hiç ateş çıkar mı?
Elle alet taşla demire benzer. Çift olması gerek ki ateş çıksın.

310. Çifti olmayan, aleti bulunmayan Tek Tanrıdır. Sayıda şüphe olabilir, Fakat Tanrıda şüphe yoktur.
İki diyenler,üç diyenler daha fazla diyenler, bir olduğunda mutlaka ittifak ederler.
Şaşılık gidince hepsi birleşir; iki, üç diyenler de bir derler.
Onun meydanında bir topsan, ona bir diyorsan durma, çevgânının etrafında dön dolaş!
Top padişahın elinin darbesiyle oynarsa, kemale ermiş olur.

315. Ey şaşı; bunları can kulağıyla dinle, gözüne kulak yoluyla ilâç ver!
Temiz söz, hakikatten uzak olan gönüllerde karar etmez, nurun aslına dek gider.
Çarpık ayakkabı, nasıl çarpık ayağa uyarsa Şeytanın afsun ve efsanesi de doğru olmayan gönüllere uyar.
Hikmeti istediğin kadar tekrarla… ona ehil değilsen hikmet, senden ne kadar uzak!
İster yaz, belle… İster bahset, söyle!

320. O, Ey inatçı senden yüzünü çeker, gizlenir; bağlarını koparır, kaçar.
Fakat sen okumasan da hakikat ilmi senin yanıp yakıldığını görürse elinde,alışmış kuş haline gelir.
Tavus kuşu, nasıl köylü evinde olmazsa, hakikat ilmi de her aceminin malı olmaz.!

                         Padişahın,doğanı ihtiyar kadının evinde bulunması

Doğanın padişahtan kaçıp un eleyen kocakarının evine gitmesi, bilgisizliğindendir.
O kadıncağız, çocuklarına tutmaç pişirmeye savaşırken o cinsi güzel, kendisi hoş doğanı görünce,

325. Tutup ayacığını bağladı, kanadını kesip güdük bir hale getirdi, tırnağını kesti, yesin diye de önüne saman koydu.
”Ehil olmayanlar sana iyi bakamamışlar, kanadın haddini aşmış, tırnağın da uzamış.
Na ehil kişiler seni hasta ederler. Ananın yanına gel ki sana iyi baksın!” dedi.
Arkadaş, cahilin sevgisini de böyle bil. Cahil yolda daima çarpık, daima yampiri gider.
Padişahın günü,doğanı aramakla geçti, nihayet o kocakarının çadırına yöneldi.

330. Ansızın orada doğanı, toz duman içinde gördü. Ona bakıp ağlamaya başladı.
Dedi ki: “Her ne kadar, bize dosdoğru vefakarlıkta bulunmadığın için bu hâl sana lâyıktı.
Çünkü cehennem ehliyle cennet ehlinin müsavi olmadığından gaflet ederek cennetten kaçtın, cehennemde karar ettin.
Halinden haberdar olan padişahtan sersemce bu kokuşuk kocakarının evine kaçağın layığı budur”
Doğan kanadını padişahın eline sürmekte, hal diliyle “Ben günah ettim”;

335. Ey kerem sahibi, sen iyilerden başkasını kabul etmezsen kötü nereye varsın da halini arz edip ağlasın?
Padişah, her kötüyü iyi ettiğinden onun lütfü cana bu cüreti vermekte, bu cinayetleri yaptırmaktadır” demekteydi.
Yürü, çirkin işlerde bulunma ki bizim iyiliklerimiz bile o güzel sevgilimizin huzurunda çirkin görünmektedir.
Halbuki sen ettiğin hizmeti ona lâyık sandın da cürüm bayrağını onun için yücelttin.
Sana onu anmaya, Onu çağırmaya izin verdiler de o yüzden günlüne gurur düştü.

340. Kendini Tanrı ile konuşur gördün. Halbuki niceler vardır ki bu şüphe yüzünden ondan ayrı düşer.
Gerçi padişah seninle beraber yerde oturur ama sen kendini tanı, haddini bil de daha iyi, daha edepli otur!
Doğan dedi ki: “Padişahım, pişmanım, tövbe ettim, yeniden müslüman oldum.
Sarhoş ederek aslanı bile tutacak derecede kuvvet ve cüret sahibi ettiğin kişi sarhoşluk yüzünden yolunu sapıtırsa özrünü kabul et.
Tırnağımı kestilerse de sen beni kabul eder, benden yüz çevirmezsen ben, güneşin bile perçemini koparırım.

345. Kanadım gittiyse de beni okşarsan, bana iltifat edersen felek bile benim oyunuma karşı mat olur.
Bana kuvvet kemerini bağışlarsan dağı yerinden koparırım, bana kudret kalemini verirsen bayrakları yıkar, orduları kırarım.
Nihayet benim cüssem, bir sivrisinekten de aşağı değil ya… Ben de Nemrut mülkünü kanadımla vurur, tarumar ederim.
Tut ki zayıflıkta Ebabilim, tut ki düşmanlarımın her biri bir fildir.
Bir fındık kadar, fakat yakıcı kurşun atarım; kurşunum, yüzlerce mancınık derecesinde tesir eder.
Taşım nohut kadarsa da savaşta ne baş bırakır,ne miğfer!

350. Musa, savaşa bir tek sopasıyla gitti ama o sopayla Firavun’u da, kılıçlarını da kırdı geçirdi.
Her peygamber, o kapıyı yalnızca döğmüş, bütün dünyaya tek başına saldırmıştır.
Nuh, ondan kılıç isteyince Tufan dalgası, Tanrı kudretiyle kılıç kesilmiştir.
Ey Ahmet, yeryüzünün askeri kim oluyor ki? Aya bak,ayın bile alnını yar!
Bu suretle yıldızların yomlu, yomsuz olduğuna inanan bihaberler, bu devrin senin devrin olduğunu,kamerin devri olmadığını anlasınlar.

355. Bu devir, senin devrindir. Çünkü Kelîm olan Musa bile daima senin zamanını arzuladı.
Musa, senin devrinin parlaklığını, o devirdeki tecelli sabahının zuhurunu gördü de;
“ Yarabbi, o ne rahmet devri… o devir, rahmetten de ileri … o devirde rüyet var.
Musa’nı denizlere daldır da Ahmet’in devrinde izhar et’’ dedi.
Tanrı dedi ki : “ Sana o devri onun için gösterdim, o halvetin yolunu onun için açtım”

360. Ey Kelîm, sen o devirden uzaksın; ayağını çek, çünkü bu iklim uzundur.
Ben kerem sahibiyim. Tamaha düşüp ağlasın diye mahluka ekmek gösteririm.
Ana, çocuk uyansın da gıdasını istesin diye çocuğun burnunu ovar.
Çünkü çocuğun, açlığından haberi olmaz, uyuyakalır. Fakat süt muhabbeti, ananın iki memesini de ağrıtmaya başlar.
“Ben gizli rahmet olan bir hazineydim, hidayete erişmiş bir ümmet gönderdim.”

365. Can ve gönülle dilediğim bütün keremleri sana Tanrı gösterdi de sen onlara tamah ettin.
Ahmet, ümmetler “ Yarab” desinler diye dünyada nice put kırdı.
Ahmet’in çalışması olmasaydı sen de ataların gibi puta tapardın.
Ahmet’in ümmetler üzerindeki hakkını bil, başın puta secde etmekten, bunu bilesin diye kurtuldu.
Söylersen bu puta tapmadan kurtulmanın şükrünü söyle de Tanrı, seni bâtın putundan da kurtarsın.

370. O, nasıl, başını putlardan kurtardıysa sende o kuvvetle gönlünü kurtar.
Dini babadan bedava bir miras olarak buldun da onun için başını şükretmeden çevirdin.
Miras yedi,mal kadrini ne bilsin? Rüstem can verdi, Zâl bedava şeref kazandı!
Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar; ağlayıp taşanda nimetime erişir.
Birisine bir şeyi vermek istemezsem o isteği göstermem. Fakat gönlünü kapattım mı artık açmam.

375. Rahmetim, o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı rahmet denizi, kabarmaya,dalgalanmaya başlar.

Tanrı, aziz sırrını takdis etsin, şeyh Ahmed-i Hıdraveyh’in Tanrı ilhamıyla borçlular için helva satması

   Bir şeyh vardı.Cömertlikle anılmıştı,o yüzden de daima borçluydu.
Büyüklerden on binlerce lira borç almış,âlemdeki yoksullara harcetmişti.
Borçlu bir de tekke kurmuş, canını da ,malını da,tekkesini de Tanrı uğruna feda etmişti.
Tanrı, Halil’e nasıl kumu un etmişse onun da borcunu her taraftan öderdi.

380. Peygamber dedi ki: “Pazarlarda iki melek daima dua eder.
Ey Tanrı,sen verenlere,ihsan edenlere fazlasıyla ver;nekes malını da telef et!
Bilhassa canını bağışlayan,kendisini Tanrıya kurban eden,
İsmail gibi boynunu veren kişiye fazlasıyla ver! “Hiç o boyna bıçak işler mi?
Şehirler de bu yüzden diridirler,bu yüzden zevk ve safa içindedirler.Sen kâfir gibi yalnız kalıba bakma!

385. Çünkü Tanrı,onlara karşılık olarak ebedi ve gamdan,mihnetten,kötülükten emin bir can vermiştir.
Borçlu Şeyh,yıllarca bu işte bulundu,vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta,halka vermekteydi.
Ölüm gününde ulu bir bey olmak için ölümüne kadar bu çeşit tohumlar ekmekteydi.
Şeyh’in ömrü sona erip de vücudunda ölüm alâmetlerini görünce,
Borçlular etrafına toplandı.Şeyh ,mum gibi kendi kendisine eriyip gidiyordu.

390. Borçluların ümidi kesildi,suratları ekşidi,dertlerine dert katıldı.
Şeyh,”Şu kötü şüpheye düşenlere bak! Tanrı’nın dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi.
Bu sırada dışardan bir çocuk ,birkaç para kazanmak ümidiyle “Helva” diye bağırdı.
Şeyh,hizmetçiye,”Git helvanın hepsini al,
Borçlular yesinler de bir müddetçik olsun bana acı,acı bakmasınlar” diye başıyla işaret etti.

395. Hizmetçi,helvanın hepsini almak üzere hemen dışarı çıktı.
Helvacıya ,”Bu helvanın hepsi kaça?” diye sordu.Çocuk “Yarım küsur dinar” dedi.
Hizmetçi,”Yoo,Sofilerden çok isteme.Sana yarım dinar veriyorum,artık söylenme!” dedi.
Helvayı bir tabağa koydurdu ve tabağı getirip Şeyh’in önüne koydu.Sır sahibi Şeyh’in esrarına bak!
Borçlulara  ,”Buyurun ,şu mübarek helvayı helâlinden bir güzelce yeyin”diye işaret etti.

400. Tabak boşalınca, çocuk tabağını aldı,”Ey kâmil kişi ,paramı ver” dedi.
Şeyh dedi ki: “Parayı nerden bulayım? Ben borçlu bir adamım,aynı zamanda ölüyorum!”
Çocuk derdinden tabağı yere vurdu,feryat ve figana başladı.
Eleminden hayhayla ağlamaya koyuldu,”Keşke iki ayağım da kırılaydı,
Keşke külhan’a gideydim de tekkenin kapısından geçmez olaydım” diyordu.

405. Boğazına düşkün, yemeye alışkın sofiler,köpek gönüllüdürler,fakat kedi gibi yüzlerini yıkarklar,temiz görünürler.
Çocuğun feryadından hırlı,hırsız birçok kişi başına toplandı.
Çocuk,”Ey kötü Şeyh,beni ustam muhakkak öldürür.
Eğer yanına eli boş gidersem beni keser,buna razı mısın?” diyordu.
Borçlular da inkâra düşüp Şeyh’e yüz çevirerek “Bu ne oyun ki?

410. Bizim malımızı yedin,borçlu gidiyorsun.Böyle olduğu halde neden başka bir zulümde daha bulundun?” diyorlardı.
Çocuk ikindi namazı vaktine kadar ağladı.Şeyh’e gelince,gözlerini yummuş,ona hiç bakmıyordu.
Bu cefaya,bu aykırı işe aldırış etmemekteydi.Ay gibi yüzünü yorganın içine çekmişti.
Ezelle hoş,ecelle sevinçli..havas ve acamın kınamasından,dedikodusundan el ayak çekmiş!
Can, bir adamın yüzüne gülerse, ona halkın ekşi suratlı oluşundan ne zarar.

415. Can birisini öperse,felekten,feleğin hışmından gam yer mi?
Mehtaplı gecede ay, Simâk burcundayken köpeklerden,köpeklerin havlamasından ne korkusu olur?
Köpek vazifesini yerine getirir,ay da ışığını yere döşeyip durur.
Herkes kendi işceğizini görür.Su,bir çöp için durulduğunu terk etmez.
Çöp, çöpçesine su üstünde yürür durur,sâf su da bulanmadan akıp gider.

420.Mustafa,gece yarısı ayı ikiye böler;Ebulehep, kininden saçma sapan söylenir!
İsa ölüyü diriltir; Yahudi,hiddetinden sakalını yolar.
Köpeğin sesi ayın kulağına girer mi? Hele o ay, Tanrı hası olursa..
Padişah ,sabaha kadar musiki âlemi yapar,su kenarında şarap içer, kurbağaların seslerinden haberi bile olmaz.
Çocuğun parası,orada bulunanlara müsaviyen takdim edilseydi herkese birkaç akçe düşerdi,çocuk da parasını alırdı.Fakat Şeyh’in himmeti bu cömertliği de bağladı.

425. Bu suretle kimse çocuğa bir şey vermedi. Pirlerin kuvveti bundan da fazladır.
İkindi vakti oldu.Hizmetçi, Hatem gibi cömert birisinin verdiği bir tabak altını getirdi.
Mal sahibi halli bir kişi, Şeyh’in halini biliyordu,ona hediye göndermişti.
Tabağın bir köşesinde dört yüz dinar vardı,bir tarafında da kâğıda sarılı yarım dinar.
Hizmetçi gelip Şeyh’i ağırladı,o misli bulunmaz Şeyh’in önüne o tabağı koydu.

430. Tabağın üstünden örtü kaldırılınca halk Şeyh’in kerametini gördü.
Hepsinden de feryat yüceldi: “ Ey şeyhlerin de başı, şahların da , bu neydi?
Bu ne sır, bu ne sultanlık ? Ey sır sahiplerinin efendisi !
Biz bilemedik, affet ; saçma sapan, uluorta hayli söylendik.
Körcesine sopa sallamaktayız, elbette kandilleri kırarız.

435. Sağırlar gibi bir tek söz duymadan kendi aklımızca cevap vermeye kalkıştık, hezeyanlarda bulunduk.
Biz Musa’dan da ibret almadık. O bile Hızır’ı kınadı da yüzü sarardı.
Hem gözü o kadar yüceleri gördüğü, gözünün nuru göklere bile nüfus ettiği halde !
Ey zamanın Musa’sı değirmendeki farenin gözü, ahmaklıktan senin gözünle bahse kalkıştı “ dediler.
Şeyh “ Bütün o sözleri size helâl ettim.

440. Bunun sırrı şuydu,ben Tanrı’dan bunu diledim, Tanrı da bana doğru yolu gösterdi.
O dinar gerçi az bir paraydı. Fakat gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı.
Helva satan çocuk ağlamasaydı,rahmet denizi coşmazdı” dedi.
Kardeş , çocuk, senin cisim çocuğundur. İyice bil ki muradına erişmen de ağlamana bağlı.
O libası elde etmek istersen cesedindeki göz çocuğunu ağlat !

Birisinin bir zahidi az ağla ki kör olmayasın diye korkutması

445. Bir zâhide ,çalışıp ,savaşan bir dostu “Az ağla ki gözün bozulmasın “ dedi.
Zâhit dedi ki: “İş iki halden dışarı olamaz.Göz, ya yüzü görür, ya görmez.
Eğer Tanrı nurunu görürse ne gam? Tanrı visaline erişmek içiniki gözden olmak pek değersiz bir şey!
Yok,eğer Tanrı nurunu, Tanrı ziyasını görmeyecekse böyle kötü gözün kör olması daha iyi!”
Gözden dolayı gam yeme ki İsa, senindir.Eğri yürüme de sana iki doğru göz bağışlasın.

450. Ruhunun  İsa’sı senin yanındadır,ondan yardım dile.Çünkü o, yardım etti mi  adamakıllı eder.
Fakat ey  temiz can, kemiklerle dolu olan tenle İsa’nın gönlüne saldırma, onun gönlünü çiğneme!
Doğru kişilere anlattığımız hikâyedeki  ahmağa benzeme.
İsa’ndan ten diriliği arama,Musa’dan Firavunluk muradı dileme!
Gönlüne geçim kaygısını az koy,sen kapıda oldukça rızkın azalmaz.

455.Bu beden , ruha bir otağdır. Yahut da Nuh’un gemisine benzer.
Türk sağ oldukça mutlaka kendisine bir otağ bulur, hele Hak kapısının azizi olursa.

Bütün kemiklerin İsa Aleyhisselâm’ın duasıyla dirilmesi

İsa ,o gencin isteğiyle kemiklere Tanrı adını okudu.
Tanrı’nın hükmü, o çiğ herif için o kemikleri diriltti.
Aradan bir kara aslan da dirilip sıçradı,ahmağa bir pençe vurup öldürdü.

460. Kellesini kopardı,hemen beynini yere akıttı.Kafasında ceviz içi kadar beyin bile yoktu.
Zaten beyni bile olsaydı o kırılmakta, o helâk olmakla ancak bedeni zail olur,ruhu kalırdı.
İsa aslana ,”Neden derhal onu paraladın?” dedi.Aslan,”Sen ondan sıkılmış,perişan bir hale gelmiştin de ondan “ diye cevap verdi.
İsa, “O halde niçin kanını içmedin?” deyince de dedi ki: “O benim rızkım değildi.Bana nasip olmamıştı.”
Nice kişiler vardır ki ,o kükremiş aslan gibiavını yemeden dünyadan gitmiştir.

465. Kısmeti bir saman çöpü bile değilken hırsı dağ kadar..Tanrı’ya yüzü yok.Âlem yanında kadir kıymet kazanmış!
Ey bize güç şeylari kolaylaştıran Tanrı! Bizi abes ve boş şeylerden kurtar.
Bize rızık diye gösterdin,halbuki tuzakmış.Bize her şeyi olduğu gibi göster.
O aslan ,”Ey Mesih,bu avlanma ancak ibret içindi.
Eğer benim dünyada rızkım olsaydı ölülerle ne işim vardı,nasıl olurdu da ölürdüm?

470. Fakat berrak suyu bulup da eşek gibi içine işeyenin lâyığı budur.
Eşek o ırmağın kadrini bilse ayağını sokacağı yerde başını kaldırırdı.
Hayat veren bir suya sahip öyle bir peygamber bulur da,
“Ey  Âbıhayat sahibi,bizi, ol, emriyle dirilt.” Deyip nasıl ölmez?” dedi.
Sen de kendine gel,köpek nefsini diriltmeyi isteme.Çünkü o nice zamandır senin düşmanındır.

475. Bu köpeği can avından alıkoyan kemiğin başına toprak!
Köpek değilsen neden kemiğe âşıksın,sülük gibi neden kanı seviyorsun?
O ne biçim gözdür ki görmez,sınamalarda ancak rüsvay olur!
Zanlarda bazen hata olur; fakat bu ne biçim zandır ki yoldan kör olarak gelmektedir!
Ey başkalarına ağlayan göz,gel,bir müddetçik otur da kendine ağla!

480. Dal,ağlayan buluttan yeşerir,tazeleşir. Çünkü mum,ağlamakla daha aydın bir hale gelir.
Nerde ağlıyorlarsa orda otur,çünkü sen,ağlamaya daha lâyıksın!
Çünkü gönülde taklit nakşı var;yürü bendini göz yaşıyla yık!
Taklit, her iyiliğin afetidir. Sağlam bir dağ bile hakikatte samandan  ibarettir.

485. Köre; kuvvetli, ve tez kızar olsa bile bir et parçasıdır,gözü yok!
Kıldan ince söz söylese bile gönlünün, o sözden haberi olmaz.
Kendi sözüyle sarhoş olur ama onunla şarap arasında ne kadar yol var!
Irmağa benzer, su içemez ki…su ,arktan su içecekler için akıp gider.
Onun içindir ki su ,arkta durmaz;su susamış değildir ki,su içemez ki!

490. Taklide düşen ney gibi feryat eder ama ancak o feryadı dinlemek isteyen için.
Mukallit ,söz söylerken ağlasa bile habîsin maksadı ,ancak tamahtır.
Ağlar da yanık sözler söyler. Fakat kendisinde yanan yürek nerde,yırtılan etek nerde?
Muhakkikle mukallit arasında çok fark vardır. Bu Davut gibidir,öbürü ses gibi!
Bunun sözleri yanıklıktan doğar,öbürüyse söylenmiş köhne sözleri belleyip nakleder.

495. Kendine gel,kendine! O hüzünlü sözlere kapılma.Öküzün üstünde yük var,kağnı da feryat edip ağlıyor!
Ama mukallit da sevaptan mahrum değildir.Hesaba gelince ağlayıcıya da para verirler.
Kâfir de Tanrı der,mümin de.Fakat ikisinin arasında adamakıllı fark var.
O yoksul,ekmek için Tanrı der,haramdan çekinense candan, gönülden.
Eğer yoksul,söylediği sözü bilseydi,gözünde ne az kalırdı ne çok!

500. Ekmek isteyen yıllardır Allah der,fakat saman için Mushaf taşıyan eşeğe benzer.
Dudağındaki gönlünden doğsa, gönlünü aydınlatsaydı bedeni zerre zerre olurdu.
Şeytan’ın adı büyü yapmaya yara, sen de Tanrı adıyla mangır elde edersin!

Köylünün karanlıkta öküzü sanıp aslanı okşaması

Köylünün biri, öküzünü ahıra bağlamıştı. Aslan gelip öküzü yedi,yerine geçip oturdu.
Köylü geceleyin ahıra gidip köşeye, bucağa el atarak öküzü aramaya koyuldu.

505. Elini aslana sürmekte, sırtını yağrısını yukarı aşağı okşamaktaydı.
Aslan “ Aydınlık olaydı ödü patlar, yüreği kan kesilirdi.
Fakat şimdi pervasızca beni okşuyor, kaşıyor. Çünkü gece vakti beni öküz sanıyor demekteydi.
Hak da “Ey mağrur kör, Tur dağı benim adımdan paramparça olmadı mı?
Eğer biz kitabımızı dağa indirseydik dağ parçalanır, yerinden kopar, başka bir yere göçerdi.

510. Eğer Uhud Dağı, beni anlasaydı o dağdan ırmak, ırmak kan akardı.” deyip duruyor,
Sen bu adı babandan,anandan işittin de onun için bu ada gafilce yapıştın.
Bu sırrı taklitsiz anlasan Tanrı lütfüyle nişansız bir hale gelir, hâtife benzersin.
Tehdit için söyleyeceğimiz şu hikâyeyi duy da taklidin zararını bil!

Sofilerin,sema için konuğun eşeğini satmaları

Bir sofi yoldan gelip bir tekkeye misafir oldu. Eşeğini götürüp ahıra çekti.

515. Eliyle sucağızını, yemceğizini verdi. Bundan önce söylediğimiz hikâyedeki gibi yapmadı. İhtiyatlı davrandı, fakat kaza gelince ihtiyatın ne faydası olur?
Sofiler, yok, yoksul kişilerdi. Yoksulluk, az kala helâk edici bir küfür ola yazdı.
Ey zengin, sen toksun, sakın o dertli yoksulun aykırı hareketine gülme!
O sofiler, acizlikten umumiyetle birleşip merkebi satmaya karar verdiler.

520. Zarurette murdar da mubahtır. Nice kötü şeyler vardır ki zarurette iyi ve doğru olur.
Hemencecik o eşekceğizi sattılar, yiyecek aldılar. Mumlar yaktılar.
Tekkeye, bu gece yemek var,sema var diye bir velveledir düştü.
“ Bu sabır niceye dek, bu üç günlük oruç ne vakte kadar, bu zembil taşıyıp dilenme ne zamana sürüp gidecek?
Biz de halktanız, bizim de canımız var. Bu gece devlete erdik, konuk geldi” dediler.

525. Hakikatte can olmayanı can sandıkları için batıl tohum ektiler.
O konuk da uzak yoldan gelmiş, yorulmuştu. O iltifatı,
Sofilerin kendisini birer, birer ağırladığını, güzel bir surette izzet ve ikram tavlasını oynamakta bulunduklarını,
Kendisine olan meyil ve muhabbetlerini görünce “ Bu gece eğlenmeyeyim de ne vakit eğleneyim?” dedi.
Yemek yediler sema’ya başladılar. Tekke, tavanına kadar toza, dumana boğuldu.

530. Bir taraftan mutfaktan çıkan duman, bir taraftan o ayak vurmadan çıkan toz,bir taraftan sofilerin iştiyak ve vecitle canlarıyla oynamaları ortalığı birbirine katmıştı.
Gâh el çırparak ayak vuruyorlar,gâh secde ederek yeri süpürüyorlardı.
Dünyada tamahsız sofi az bulunur. O sebepten sofi hayli hor, hakirdir.
Ancak Tanrı nuruyla doyan ve dilenme zilletinden kurtulmuş olan sofi, bundan müstesnadır.
Fakat sofilerin binde biri bu çeşit sofilerdendir. Öbürleri de onun sayesinde yaşarlar.

535. Sema, baştan sona doğru varınca çalgıcı bir Yörük semai usulünce taganniye başladı.
“ Eşek gitti, eşek gitti”,demeye koyuldu. Bu hararetli usule hepsi uyup,
Bu şevkle seher çağına kadar ayak vurup el çırparak “Ey oğul, eşek gitti, eşek gitti” dediler.
O, konuk olan sofi de onları taklit ederek “Eşek gitti” diye bağırmaya başlamıştı.
O aysuişret, o sema ve safa çağı geçip sabah olunca hepsi vedalaşıp gitti.

540. Tekke boşaldı,sofi kaldı. Eşyasının tozunu silkmeye başladı.
Nesi var, nesi yoksa hücreden dışarı çıkardı. Eşeğe yükleyip yola çıkmaya niyetlendi.
Alelacele yoldaşlarına yetişip ulaşmak üzere eşeği getirmek için ahıra gitti, fakat eşeğini bulamadı.
“ Hizmetçi suya götürmüştür. Çünkü dün gece az su içmişti.” dedi.
Hizmetçi gelince sofi, “Eşek nerede?” dedi. Hizmetçi “ sakalını yokla!” diye cevap verdi, kavga başladı.

545. Sofi, “Ben eşeği sana vermiştim onu sana ısmarlamıştım.
Yollu yordamlı konuş, delil getirmeye kalkışma. Sana ısmarladığım eşeğimi getir.
Sana verdiğimi senden isterim. Onu iade et.
Peygamber dedi ki. “Elinle aldığını geri vermek gerek”
Serkeşlik eder de buna razı olmazsan mahkeme işte şuracıkta, kalk gidelim” dedi.

550. Hizmetçi “ Sofilerin hepsi hücum etti, ben mağlup oldum, yarı canlı bir hale düştüm.
Sen bir ciğer parçasını kedilerin arasına atıyorsun, sonra da onu aramaya kalkışıyorsun.
Yüz açın önüne bir parçacık ekmek atıyor, yüz köpeğin arasına zavallı bir kediyi bırakıyorsun!” dedi.
Sofi dedi ki: “ Tutalım senden zulmen aldılar ve benim gibi yoksul birisinin kanına girdiler.
Ya niçin bana gelip de söylemiyor, biçare, eşeğini götürüyorlar, demiyorsun?

555. Eğer söyleseydin eşeği kim aldıysa ondan alırdım, yahut da parasını aralarında paylaşırlar, o paraya razı olurdum.
Onlar o vakit buradaydılar. Yüz türlü çare bulunurdu. Halbuki şimdi her birisi bir tarafa gitti!
Kimi tutayım? Kime gideyim? Bu işi başıma sen açtın, seni kadıya götüreyim de gör!
Niçin gelip de “ Ey garip, böyle bir korkunç zulme uğradın” diye haber vermedin”
Hizmetçi “ Vallahi kaç kere geldim, sana bu işleri anlatmak istedim.

560. Fakat sen de “ Oğul, eşek gitti” deyip duruyordun. Hatta bu nağmeyi hepsinden daha zevkli söylemekteydin.
Ben de “ O da biliyor, bu işe razı, ârif bir adam” deyip geri döndüm” dedi.
Sofi “Onların hepsi hoş, hoş söylüyorlardı, ben de onların sözünden zevke geldim.
Onları taklit ettim, bu taklit beni ele verdi. O taklide iki yüz kere lânet olsun!
Hele böyle ekmek için yüzsuyu döken saçma adamları taklide!

565. Onların zevki bana da aksediyor, bu akis yüzünden gönlüm zevkleniyordu” dedi.
Dostlardan gelen akis, sen denizden akse muhtaç olmaksızın su almaya iktidar kesbedinceye kadar hoştur.
İlkönce gelen aksi taklit bil. Sonradan birbiri üstüne ve biteviye gelirse anla ki hakikîdir.
Hakikî akse erişinceye kadar dostlardan ayrılma. Sedefi terk etme, o katra daha inci olmadı ki.
Gözün, aklın ve kulağın sâf olmasını istiyorsan o tamah perdelerini yırt.

570. Çünkü sofiyi yoldan çıkaran tamahtır. Yoldan çıkarır da sofinin hali tebah olur, ziyan içinde kalır.
Yemeğe, zevk ve sema’ya tamah ediş, hakikate akıl erdirmesine mani olur.
Ayna bir şeye tamah etseydi bizim gibi münafık olur, her şeyi olduğu gibi göstermezdi.
Terazinin mala tamahı olsaydı tarttığını nasıl doğru tartardı?
Her peygamber, kavmine açıkça “ Ben sizden peygamberlik için ücret istemiyorum.

575. Ben delilim, müşteriniz Tanrı’dır. Tanrı, benim tellâllığımı iki baştan da verdi.
Benim ücretim dosta kavuşmaktır. Ebubekir kırk bin dinar verdi ama.
Onun kırk bini benim ücretim değil ki. Hiç boncuk, Aden incisine benzer mi?” demiştir.
Bir hikâye söyleyeyim, can kulağıyla dinle de tamah, adamın kulağına nasıl perde oluyor, anla!
Kimde tamah varsa dili tutuk bir hale gelir. Nasıl olur da tamahla göz ve gönül aydınlanır, buna imkân var mı?

580. Tamahkâr adamın gözünün önünde makam ve altın hayali, gözdeki kıl gibidir.
Fakat Hak’la dolu olan sarhoş bundan müstesna. Ona hazineler de versen yine hürdür.
Sevgiliye kavuşma devletine eren kişinin gözünde bu dünya murdar bir şeyden ibarettir.
Fakat bu sarhoşluktan uzak olan sofi, nihayet hırs yüzünden nursuz, pirsiz bir hale gelir.
Hırsa düşkün olan, yüzlerce hikâye dinler de haris kulağına girmez.

Kadı tellâllarının,bir müflisi şehirde dolaştırarak halka bildirmeleri

585. Evsiz barksız, kimsiz,kimsesiz bir müflis vardır. Zindana düşmüş, amansız bağlara giriftar olmuştu.
Bir bahane bulup zindandakilerin yiyeceklerini yerdi. Tamahı yüzünden halkın gönlüne Kafdağı gibi ağır gelmekteydi.
Şerrinden kimsenin bir lokma ekmek yemeye kudreti yoktu. Çünkü hemen ucundan tutup kapardı.
Tanrı davetinden uzak olan, sultan bile olsa gözü açtır.
O adam da mürüvveti ayak altına almıştı. O lokma kapıcının yüzünden bir cehennem kesilmişti.

590. Bir rahata kavuşurum ümidiyle nereye kaçsan orada önüne bir âfet çıkar.
Âfetsiz, felaketsiz hiçbir köşe yoktur. Tanrının halvet yerinden başka hiçbir yerde dinlenmek, rahata kavuşmak mümkün değildir.
Kurtulmaya hiçbir çare olmayan bu dünya zindanının ayakbastı parası alınmayan, hapishane dayağı atılmayan bir bucağı yoktur.
Vallahi fare deliğine girsen yine bir kedi pençeliye çatarsın.
Ademoğlu, hayalle gelişir. Hayalleri güzelse onunla rahatlaşır.

595. Yok… Eğer gözüne kötü hayaller görünürse ateşten eriyen mum gibi erir gider.
Yılanların, akreplerin içinde bile olsan Tanrı, seni güzel hayallerle avutursa,
Yılanlar, akrepler sana munis olur. Çünkü , hayalin, aşağılık şeyleri altın yapan bir kimyadır.
Sabır, güzel hayallerle tatlılaşır. Çünkü her şeyden evvel içinde bulunduğun sıkıntıdan kurtulma hayaline düşersin.
O kurtuluş ümidi, içteki imandan gelir. İman zayıflığından da ümitsizliğe, iç sıkıntısına uğrarsın.

600. Sabır, iman yüzünden baş tacı olur. Bundan dolayıdır ki sabrı olmayanın imanı da yoktur.
Peygamber “Tanrı, gönlünde sabrı olmayana iman da vermemiştir.” dedi.
O, senin gözüne yılan gibi görünür ama ötekinin gözüne güzel görünür.
Çünkü senin gözünde onun küfrünün, kötülüğünün hayali var, halbuki dostun gözünde onun müminlik hayali cilve etmekte.
Görüyorsun ya.. Bu bir kişide iki iş de var. Gâh balık oluyor, gâh olta!

605. Yarısı mümin, yarısı kafir. Yarısı hırs, yarısı sabır!
Tanrın “ İçimizde mümin var de var, kâfir ve eski putperest de” dedi.
Öküz gibi… yarısı kara, yarısı ay gibi bembeyaz.
Bu yarısını gören onu almaz, öbür tarafını gören almak ister, üstüne düşer.
Yusuf, kardeşinin gözünde canavar gibiydi, fakat yine o Yusuf, Yakup’un gözüne huri gibi geliyordu.

610. Fer’e ait göz, kötü hayal yüzünden onu çirkin gördü, asli gözse ortada yoktur.
Zahiri gözü, o asli gözün gölgesi bil. O ne görürse bil ki, bu da onu görür.
Sen bir mekândasın, aslın Lâmekândır. Bu dükkânı kapa da o dükkânı aç.
Altı cihete kaçma, çünkü o cihetlerde altı kapı vardır. Tavlada altı kapı da alındı mı karşıda ki mat olu! Mat.

Zindandakilerin, kadı’nın vekiline o müflisi şikayet etmeleri

Zindandakiler, kadı’nın anlayışlı vekiline şikâyet ederek dediler ki:

615. “ Hemen bizim selâmımızı kadıya götür, bu aşağılık adamdan incindiğimizi söyle.
O, boşboğaz, obur ve muzır herif, bu zindanda kalıp duruyor.
Kötü ve çirkin huyu yüzünden sinek gibi çağrılmadan selâmsız,sabahsız her yemeğe konmada.
Altmış kişinin yemeği ona yetişmiyor. Ne kadar söylesek vurdumduymazlıktan geliyor.
Yüzlerce hileli tedbirlerle sofraya oturdu mu zindandakilere bir lokma bile kalmıyor.

620. Sofra serildi mi o cehennem boğazlı herif hemen gelip oturuyor. Delili de şu: Tanrı, yiyin dedi!
Üç yıllık kıtlığa benzeyen bu adamdan elaman . Efendimizin ömrü ebedî olsun!
Ya bu sığırı zindandan defolup gitsin, yahut doyması için vakıftan bir maaş tayin edilsin.
Ey hem erkeğin, hem kadının memnuniyetini kazanan, bize imdat eyle imdat!”
Tatlı sözlü vekil, kadı’nın yanına gelip halkın şikayetlerini bir ,bir anlattı.

625. Kadı, o adamı zindandan çağırttı. Kendi adamlarından da işi tahkik etti.
Zindandakilerin şikayetlerinde haklı olduklarını anladı.
“ Hemen zindandan git; sahipsiz kalası herif, var evine yıkıl!” dedi.
Herif dedi ki: “ Benim evim, barkım, senin ihsanından ibaret. Kâfir gibi, zindanın bana cennettir.
Eğer beni zindandan sürersen yoksulluktan, ihtiyaçtan öldüm gitti!

630. İblis gibi, Yarabbi, beni kıyamete kadar yaşat.
Ben bu dünya zindanında rahatım. Beni yaşat da düşmanımın evlâdını tepeleyeyim.
Kimin imandan nasibi varsa , kimin yol için bir lokma ekmeği mevcutsa,
Ondan, o azığı, o ekmeği gâh hile, gâh hud’a ile alayım da pişmanlıktan feryada başlasın.
Onları bazen yoksullukla korkutayım, bazen güzelliğin saçlarıyla, benleriyle gözlerini bağlayayım. dedi.

635. Bu zindanda iman azığı azdır. Bu azığa sahip olanlar da köpeğin korkusundan ıstırap içindedir.
Namazdan, oruçtan, yüz türlü çaresizlikten meydana gelen zevk azığını da gelip birden alır, götürüverir.
Tanrı Şeytanından Tanrı’ya sığınırım; ah, onun azgınlığından helâk olup gittik!
Bir köpek ama binlerce kişiye saldırmada, kime saldırır, kimin kanına girerse o adam da Şeytan kesiliverir.
Kim seni haktan, hakikatten soğutursa bil ki Şeytan o adamın içindedir. Derisinin altında gizlenmiştir.

640. Böyle bir adamın içine girip, böyle bir adamın suretine bürünüp seni aldatmazsa hayaline girer de seni o hayalle kötülüğe sevk eder.
Seni gâh  gezip eğlenme, gâh dükkân açıp alışveriş etme, gâh ilim öğrenme, gâh ev bark kurup çoluk çocuk sahibi olma hayallerine düşürür.
Kendine gel hemen “ Lâhavle” de. Ama sade dille değil; candan gönülden!

Müflis hikâyesinin sonu

Kadı “ Müflisliğini ispat et” dedi. Adam, “ İşte bütün zindandakiler tanık” deyince.
Kadı “ Onlar, senden şikayetçi. Senden kaçıp kurtulmak istiyorlar, senin elinden kan ağlıyorlar.

645. Senden kurtulmak istedikleri için yalan yere şahadette bulunabilirler” dedi.
Mahkemede bulunanların hepsi “Biz onun hem müflisliğine,hem kötülüğüne şahidiz”dediler.
Kadı, o adamı kime sorduysa “Efendim, bu müflisten elini yıka,bundan hayır gelmez” dedi.
Kadı dedi ki: “ bu müflis fazlasıyla da dolandırıcı bir adam diye şehri alenen dolaştırın.
Tellallar, yer ,yer bağırıp onun müflisliğini her tarafta ilân etsinler.

650. Kimse ona veresiye bir şey satmasın, kimse ona bir mangır bile borç vermesin.
Birisi hilesine uğrar da o yüzden davaya kalkışırsa artık onu hapse atmam.
Çünkü iflası bence sabit olmuştur. Elinde ne parası var,ne pulu!” dedi.
Ademoğlu da iflası sabit oluncaya kadar bu dünya hapishanesinde kalır.
Tanrımız da İblisinin müflisliğini Kuran’la bize bildirmiş, her tarafa yaymıştır.

655. O hilekâr,müflis ve kötü sözlüdür. Onunla hiçbir suretle ortak olma, oyuna girişme.
Alışverişe girişirsen kâr edemezsin, çünkü o müflistir, ondan nasıl olur da bir şey elde edebilirsin? diye anlatmıştır.
İş bu dereceye gelince odun, satan bir Kürdün devesini getirdiler.
Zavallı Kürt, hayli feryat etti, hatta memura para verdi, fakat kâr etmedi.
Devesini çağından akşama kadar aldılar. Feryat ve figanına aldırış etmediler.

660. O müthiş kıtlığı deveye bindirdiler. Deve sahibi de devenin ardından gitmekteydi.
Taraf, taraf, yer, yer gezdirip bütün halka teşhir ettiler.
Her hamamın, her çarşının önünde biriken halk ona bakıyordu.
Türk, Kürt, Rum, Arap ve sair milletlerden sesi gür olan tellallar da kendi dillerince,
“ Bu müflistir, hiçbir şeyi yoktur. Ona hiçbir kimse bir pul bile ödünç vermesin.

665. Zahiren, bâtınen bir habbesi bile yok. Müflisin biri, kalpın biri, kötü adamın biridir; bir hile, hud’a kabıdır.
Kendinize gelin, aklınızı başınıza alın, onunla arkadaşlık etmeyin. Size satmak için bir öküz bile getirse mutlaka çalmıştır,öküzü hemen tutup bağlayın.
Eğer aldanır da bu herifi davaya kalkışırsanız ben bu ölü herifi zindana atmam.
Bu herif, tatlı sözlüdür, boğazı da pek boldur. Üstündeki libas yenidir ama içindekiler paramparça.
Hile için o elbiseyi giyerse bilin ki kendisinin değildir, halkı aldatmak için giymiştir” diye bağırıyorlardı.

670. Ey temiz kalpli, hakîm olmayan kişinin dilindeki hikmet sözünü de iğreti elbise bil!
Hırsız, bir güzel elbise giyse bile o eli kesik, senin elini nasıl tutar, sana nasıl yardım edebilir?
Akşam vakti müflis deveden inince Kürt dedi ki: “ Evim uzak, vakit de geç.
Kuşluk çağından beri deveye bindin. Arpadan vazgeçtim,hiç olmazsa bir avuçtan az bile olsa biraz saman ver!”
Müflis “ Şimdiye kadar niçin gezip dolaştık? Aklın nerede? Hiç anlamadın mı?

675. Müflis olduğuma dair davul çaldılar, sesi yedinci kat göğe kadar vardı; duymadın mı?
Kulağın galiba ham tamahla dolu. Tamah insanı sağır ve kör eder.
Bu sözleri kerpice, taşa kadar her şey işitti. “ Bu kaltaban müflistir, müflis” diye bağırıp durdular.” dedi.
Bu sözü akşama kadar söylediler de devecinin kulağı tamahla dolu olduğundan duymadı.
Kulakta, gözde Tanrı mührü var; işitmiyor,duymuyor.

Yoksa hicaplarda nice suretler var, sesler var!

680. Tanrı güzellikten, kemalden, cilveden hangisini isterse göze onu gösterir;
Güzel sesten, müjdelerden,coşkun ve neşeli sözlerden hangisini dilerse kulağa onu duyurur.
Sen şimdi, ondan gaflettesin ama ihtiyaç vaktinde Tanrı onu izhar eder.
Peygamber “Kadri yüce Tanrı, her derde bir derman yarattı” demiştir.
Fakat sen, onun fermanı olmadıkça o dermandan derdine yarayacak bir renk göremez, bir koku duyamazsın.

685. Ey çarelere başvuran, ölünün gözü nasıl cana bakarsa sen de gözünü Lâmekân âlemine çevir, aklını başına al.
Varlık âlemi çarelerle doludur da Tanrı, bir yere perde çıkmadıkça yine çare yok!
Bu cihan, cihetsiz Lâmekân âleminden meydana gelmiş, bu cihana Lâmekân âleminden bir mekân verilmiştir.
Tanrı’yı candan gönülden istiyorsan varlıktan yokluğa dön.
Bu yokluk, gelir yeridir; ondan kaçınma. Bu varlık da çok olsun az olsun, gider yeridir!

690. Tanrı sanatının tezgâh evi, mademki yokluktur… O halde tezgâh evinin dışında ne varsa değersizdir.
Ey hilim sahibi Tanrı; bize, duyanın insafa gelip kabul edeceği ince sözler hatırlat.
Dua da senden, icabet de. Emniyet de senden korku da.
Yanlış söylediysek düzelt. Ey söz sultanı,düzeltme de senden.
Öyle bir kimyan var ki onu değiştirebilir, kan ırmağıysa Nil haline getirirsin.

695. Bu çeşit tebdil edişler, senin işin, bu türlü iksirler senin sırlarındır.
Suyu toprağı birbirine kattın; sudan topraktan âdem teninin suretini düzdün.
Sonra onu karıya,dayıya,amcaya,binlerce düşünceye, neşeye ve gama kattın.
Daha sonra da bazılarına hürlük verdin; bu gamdan, bu neşeden kurtardın:
Kendisinden, soyundan hâlâs etti, her güzeli, gözüne çirkin gösterdin.

700. Böyle adam, his alemine mensup ne varsa reddeder, görünmeyene dayanır.

CİLT 2  (701 – 1400 Beyitler)

701.  Aşkı meydandadır da maşuku gizli. Zahiri sevgili de, cihanda o gizli maşukun bir imtihanından ibaret.
Bunu bırak, surette olan aşklar mutlaka surete ve güzel kadına değildir.
İster bu cihanın aşkı olsun ister o cihanın aşkı . Hakikî maşukta suret yoktur.
Hakikaten surete âşıksan sevgili ölünce onu niye terk ediyorsun?

705. Sureti yine yerinde, bu terk ediş neden? Âşık, iyice ara, maşukun kim?
Sevgili, hisle idrak edilseydi her hisle idrak edilene âşık olurdum.
Vefa, aşkı artıyorsa,suret nasıl olur da vefayı değiştirir?
Güneşin ziyası duvara vurdu, duvar kendinden olmayan bir parlaklık, bir ziya elde etti.
Ey temiz ve sâf kişi neden bir kerpice gönül veriyorsun? Ebedi olan bir aslı iste.

710. Ey kendi aklına âşık olan ve kendisine surette tapanlardan üstün gören!
Hissine hâkim olan, akıl ziyasıdır. Bunu, bakırının üstündeki altın bil.
İnsanlardaki güzellik, altın yaldızdır. Öyle olmasaydı nasıl olurdu da sevgilin kart bir eşek haline gelirdi?
Melek gibiyken Şeytana döndü ya. Elbette çünkü o güzellik ona ariyetti.
O güzelliği yavaş ,yavaş alıyor, taze fidan gitgide kuruyor. ,

715. Var, “Yaşattıkça kuvvetlerini azaltır” ayetini oku da gönül iste, kemiğe gönül verme.
Çünkü o gönül güzelliği, baki güzelliktir. O güzellik devleti, Abıhayata sâkidir.
Esasen abıhayat da kendisidir, saki de kendisi, sarhoş da.Tılsımın bozuldu mu üçü birleşir.
Fakat bu birliği kıyas yoluyla bilemezsin. Kulluk et ey kendini bilmez, saçma sapan söylenme.
Senin mâna sandığın surettir, eğretidir. Sen kendince övünüp seviniyorsun!

720. Mâna odur ki seni senden alır; suretten müstağni kalır.
Seni kör ve sağır eden, insanı, surete bir kat daha âşık eyleyen, mâna olamaz.
Köre nasip olan, ancak gam arttıran hayallerdir. Gözün nasibi bu fâni hayallerden ibarettir.
Körler, Kuran’ın harflerini ezberlemişlerdir. Eşeği görmezler de semeri dövüp dururlar!
Gözün açıksa kaçan eşeği gör; ey puta tapan, niceye dek semercilik?!

725. Eşeğin oldukça semer de mutlaka bulunur.Canın oldukça ekmeğin mutlaka az çok gelir.
Eşeğin sırtı hem dükkândır, hem mal, hem mal kazanılacak yer. Kalbinin incisi, yüzlerce kalbe sermayedir.
Ey boşboğaz, eşeğe çıplak bin. Peygamber, çıplak binmedi mi?
Peygamber, çıplak eşeğe bindi. Yaya yürüdü de denmiştir.
Eşek nefsin kaçıyor, onu bir kazığa bağla. Ne zamana kadar işten, yükten kaçacak?

730. İster yüz yıl olsun, ister otuz yıl. Mutlaka sabır ve şükür yükünü yüklemeli.
Hiç bir suçlu başkasının suçunu çekmedi. Hiçbir kimse ekmeğini biçmedi.
Ekmeğini biçmeyi dilemek ham tamahtır, oğul, o ham tamaha kapılma. Ham şey yemek insana hastalık verir.
Birisi bir define buluverir; ben de onu istiyorum., dükkânla,alışverişle ne işim var? der.
Baht işi bu, fakat nadirdir. Tende kudret oldukça çalışıp kazanmak gerek.

735. Çalışıp kazanmak define bulmaya mâni değil ya. Sen işten kalma da nasibinde varsa define de arkandan gelsin.
Böyle yap ki “ Eğer” illetine uğramayasın, “ Eğer şunu yapsaydım, yahut bunu yapsaydım” deyip tereddüde düşmeyesin.
Çünkü halkla hoş geçinen peygamber “ Eğer” demeyi menetti, “ Onu söylemek münafıklıktandır” dedi.
O münafık da “eğer” derken, işi şarta bağlarken öldü, bu şarta bağlayıştan öbür dünyaya ancak hasret götürebilirdi!

Temsil

Bir yabancı adam, acele bir ev arıyordu. Bir dostu onu harap bir eve götürüp

740. “ Eğer tavanı olsaydı benim yanı başımda ev sahibi olur, otururdum.
Evde bir oda daha olsaydı çoluğun  çocuğun rahat ederdi” dedi.
Adam dedi ki: “Evet, dostlara bitişik komşu olmak iyi, fakat “ Eğer” de oturmaya imkân yok!”
Bütün âlem, hoşluğu ister, bu yüzden de ateş içindedir.
İhtiyar olsun, genç olsun herkes altın ister. Fakat herkesin gözü kalp parayı altından fark edemez ki.

745. Halis altın kalp akçaya bir ziya, bir parıltı vermiştir. Fakat ayar olmadıkça zan ile altını seçmeye kalkışma.
Ayarın varsa altın seç, yoksa yürü, kendini bilen bir kişiye teslim et.
Yahut da ruhundan mihenk olmalı. Bilmiyorsan yapayalnız yola düşüp ilerleme.
Yolda gulyabaniler vardır, sesleri bildik sesine seni mahvetmeğe çeken tanıdık sesine benzer.
“ Ey kervan halkı, buraya gelin; işte yol, iz buracıkta” diye bağırırlar.

750. Gulyabani kervan halkını yok etmek, onları da yok olanlara katmak için birer, birer adlarıyla çağırır.
Çağrılan kişi, oraya varınca bir de bakar ki karşısında kurt, aslan. Ömrü zayi olmuş, yol uzun, gün de geçiyor.!
Ey iyi huylu kişi, gulyabani sesi nasıldır? “Mal isterim, mevki isterim, şeref, isterim!” işte böyle.
İçimden bu sesleri menet de sırlar keşfedilsin.
Tanrı’yı an da gulyabanilerin seslerini mahvet. Nergis gibi olan gözünü bu gergese karşı kapa.

755. Subhu sadıkı, subhu kâzipten, şarabın rengini kadehin renginden ayırdet ki.
Bu sabır ve sebatla şu yedi renkli zâhiri gözden başka bir göz elde edersin.
O gözle bu renklerden başka renkler, taşlar yerine mücevherler görürsün.
Hattâ gevher nedir ki? Sen, kendin bir deniz olur, göklerde seyreden bir güneş kesilirsin.
İş sahibi, iş yurdunda gizlidir. Yürü, onu ancak iş yurdunda apaçık görürsün.

760. Madem ki iş,sahibine bir hicap olmuştur?Şu halde onu işinden başka bir yerde göremezsin.
Madem ki iş  yurdu; iş sahibinin mekânıdır, dışarıda kalan gafildir.
O halde iş yurduna, yani yokluğa gel ki sanatı da sanatkârı da bir arada göresin.
Madem ki iş yurdu;apaçık görüş yeridir, tabii iş yurdundan dışarısı da hicap mahallidir.
İnatçı Firavun, varlığa yüz tuttu çünkü, onun yerini görmüyordu.

765. Hulâsa kaderi değiştirmek istiyor, kazayı savuşturmak arzusunda bulunuyordu.
Kaza da o hileciye bıyık altından kıs, kıs gülmekteydi.
O,Tanrı’nın hükmünü, Tanrı’nın takdirini bozmak için yüz binlerce çocuk öldürttü.
Bu suretle Musa Peygamber’in zuhuruna mâni olmak istiyordu, boyuna binlerce zulüm aldı, binlerce kana girdi.
O kadar kan döktü ama Musa, yine doğdu ve onu kahretmek için hazırlandı,

770. Eğer zevali olmayan Tanrı’nın sanat yurdunu görseydi eli, ayağı kurur, hile yapamazdı.
Musa, onun evinde rahatça yaşadığı halde o, dışarıda beyhude yere çocukları öldürüp durmaktaydı.
Tenini besleyip yetiştiren; nefsine hizmet eden, sonra da başkalarının kendisine haset ettiğini,düşmanlıkta bulunduğunu sanan kişi gibi.
Bu, benim düşmanım, şu bana haset ediyor, der durur, halbuki kendisine haset eden, kendisine düşman olan o tendir,kendi nefsidir.
O, adam Firavun’a benzer, bedeni de Musa’ya. Böyle olduğu halde dışarıda “ Nerede düşman?” diye koşmaktadır. Nefsi ten evinde nazla, naimle beslenmektedir.

775. Nefsi ten evinde nazla,naimle beslenmektedir,kendisi başkalarına kin güdüp elini ısırmakta.

Halkın,bir töhmet yüzünden anasını öldüren kişiyi kınaması

Birisi, kızgınlıkla anasına hançerleyerek, döverek öldürdü.
Biri ona “ Huyunun kötülüğü yüzünden ana hakkını gözetmedin.
Çirkin herif, ananı neden öldürdün! niye söylemiyorsun, o sana ne yaptı ki?” dedi.
Adam “ Çok ayıp bir iş işledi,bende onu öldürdüm. Ayıbını toprak örtsün” diye cevap verdi.

780. Kınayan “Be adam, ananı öldüreceğine o kişiyi öldürseydin”deyince dedi ki: “Her gün başka birisini mi öldüreyim?
Onu öldürdüm, halkın kanına girmekten kurtuldum; halkın boğazını keseceğime onu boğazladım, bu daha iyi!”
O kötü huylu ana, fesadı her tarafta zâhir olan nefsindir.
Her an onun için bir azize kastedip duruyorsun; kendine gel, onu öldür!
Onun yüzünden bu güzel dünya sana dar geliyor. Onun yüzünden Tanrı ile de savaşıyorsun, halkla da.

785. Nefsini öldürürsen özür serdetmeden kurtulursun, ülkede hiçbir düşmanın olmaz.
Bir kimse peygamberlerle velileri düşünüp sözümüzden şüpheye düşer.
“Peygamberlerin nefisleri helâk olmamış mıydı? Onların neden düşmanları vardı, onlara niye haset ediyorlardı?” derse,
Ey doğru söz arayan, kulağını aç! Bu şüpheye, bu tereddüde vereceğimiz cevap şu:
O münkirler, kendilerinin düşmanlarıydı; onlar kendilerini yaralıyorlardı.

790. Düşman, ona derler ki cana kastetsin. Kendi kendisine can çekişene düşman demezler.
Yarasacağız, güneşin düşmanı değildir, hicaba girmiş,kendi kendisine düşman olmuştur.
Güneşin ziyası onu öldürür; fakat güneş, yarasanın zahmetini hiç çeker mi, yarasa güneşe bir kötülükte bulunabilir mi?
Düşman, ona derler ki ondan bir azap,bir eziyet gelsin; kabiliyeti olan taşın güneş tesiriyle lâl olmasına mümanaat etsin!
Halbuki kâfirlerin hepsi de peygamberlerin cevherlerindeki ziyadan kendilerini men ederler.!

795. Halk, nasıl olur da o tek kişinin gözüne perde olur? Bilâkis kendi gözlerini kör eder, kendi gözlerini kötü bir hale sokarlar.
Efendisiyle inada girişip kinlenerek kendisini öldüren Arap köle gibi!
Köle, sahibine ziyan vermek için kendisini damdan baş aşağı yere atar,helâk olup gider!
Hasta, doktora düşman olmuş; çocuk, kendisini terbiye edene düşmanlık beslemiş;( zarar kime?)!
Hakikatte hasta da, çocuk da kendi yolunu vurmakta, kendi akıl ve canının yolunu kesmektedir.

800. Bez yıkayan, güneşe kızar; balık, denize hiddet ederse,
Bir bak,ziyanı kime? Sonunda bu kızgınlık yüzünden kimin bahtı kararır?
Tanrı seni çirkin yarattıysa kendine gel de bari hem yüzü çirkin, hem huyu çirkin olma!
Ayakkabın olsa bile taşlığa gitme. İki boynuzun varsa dört boynuzlu olma!
Sen “ Ben filân kişiden daha aşağı mıyım ki talihim böyle ters gidiyor” diye haset ediyorsun ama,

805. Esasen haset de başka bir noksan, başka bir ayıp. Hattâ bütün aşağılıklardan daha beter!
Şeytan da aşağı olmadan arlandı, bunu ayıp telâkki etti de kendisini yüzlerce kötülüğe düşürdü.
Hasedinden yücelmek istedi. Fakat yücelik nerede? Kanlara bulanıp kaldı.
Ebucehil, Muhammet’e uymaya utandı,hasedinden kendisini yüceltmeye,ondan yüksek olmaya çalıştı.
Adı Ebül Hakem’di. Ebu cehil oldu. Nice ehliyetli kişiler vardır ki haset yüzünden naehil olup kalmışlardır!

810. Ben, bu çalışıp çabalama dünyasında iyi huydan daha iyi bir ehliyet görmedim.
Fazileti, mahareti,hüneri bir tarafa bırak. Bu yolda hizmet ve iyi huy işe yarar.
Tanrı,mihnet ve ıstıraplarla hasetler meydana çıksın diye peygamberleri vasıta etti.
Çünkü Tanrıdan kimse arlanmaz, Tanrıya kimse hasedetmez.
Fakat, halk, Peygamberi de kendisi gibi bir adam sanır, o yüzden ona hasededer.
Fakat peygamberin büyüklüğü tahakkuk etti mi, artık ona kimse haset edemez, ona herkes uyar.

815. Şu halde her devirde peygamber yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar daimidir.
Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa sınmıştır.
İşte diri ve faal imam, o velidir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan!
Ey yol arayan, Mehdi de O’dur, Hadi de O. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta.
O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.

820. Bu kandilden daha aşağı derece de olan veli de kandil konan yerimizdir. Nura mertebe bakımından dereceler vardır.
Çünkü Tanrı nurunun yedi yüz perdesi vardır. Nur perdelerini bu kadar kat bil!
Her perdenin ardında bir kavmin durağı var. İmam’a kadar bu perdeler saf saftır.
Son saftakilerin gözleri, zayıflıktan ön saftakilerin nuruna tahammül edemez.
Ön saftakilerin gözleri de görüş zayıflığı yüzünden daha ön saftakilerin nuruna takat getirmez.

825. İlk saftakilerin hayatı olan aydınlık, bu şaşının ruhuna azap ve âfettir.
Şaşılıklar yavaş, yavaş azalır; adam yedi yüz dereceyi geçti mi deniz kesilir.
Demiri, yahut altını sâf bir hale getiren ateş, terü taze ayva ve elmaya yarar mı?
Ayva ve elmanın da az bir hamlığı olabilir, fakat demire benzemezler, hafif bir hararet isterler.
Halbuki o hararet, o şuleler, demir için kâfi değildir. Çünkü demir, ejderha gibi olan ateşin yalımını ister.

830. O demir, meşakkatlere tahammül eden fakirdir. Çekicin altında, ateşin içinde kıpkırmızı bir hale gelir; ondan hoşlanır.
Bu çeşit fakir, ateşin vasıtasız perdecisidir, vasıta ve vesile olmaksızın ateşin ta ortasına kadar girer.
Fakat su ve su oğulları; hicap olmaksızın, bir vasıta bulunmaksızın ne ateşten olgun bir hale gelirler, ne ateşin hitabına mazhar olurlar.
Ayağa, yürümek için nasıl ayakkabı lâzımsa bunlara da ateşten feyz almak için bir tencere; yahut tava lâzımdır.
Yahut da ortada bir yer gerektir ki hava ısınsın, kızsın da harareti suya müessir olsun.

835. Fakir ona derler ki şûlelerle vasıtasız rabıtası vardır.
Hakikatte âlemin gönlü odur. Çünkü ten (gibi olan âleme) bu gönül vasıtasıyla feyz gelir, ten (gibi olan cihan), bu gönül yüzünden işe yarar.
Gönül olmasa ten, konuşmayı ne bilir? Gönül aramasa ten, araştırmadan ne anlar?
Demek ki şûlelerin nazargâhı o demirdir. Şu halde Tanrı’nın nazargâhı da gönüldür, ten değil!
Sonra bu cüzi olan gönüller de hakikî maden olan gönül sahibinin gönlüne nispetle ten gibidir.

840. Bu söz, çok misal ister, çok şerh ve izah ister. Fakat avamın anlayışı sürçer diye korkuyorum.
Bu suretle iyiliğimiz kötülük olmasın.. İyilik yapıyoruz diye kötülükte bulunmayalım, bu söylediğim de ancak kendimde olmadığından,ihtiyarım elimde bulunmadığından.
Çarpık ayağa çarpık ayakkabı daha iyi, yoksulun eli ancak kapıya varır.

Padişahın,yeni aldığı iki köleyi sınaması

Bir padişah ucuza iki köle satın aldı. Onlardan birisiyle bir iki söz konuştu.
Köleyi anlayışlı, zeki ve tatlı sözlü buldu. Zaten şeker gibi dudaktan ancak şeker şerbeti zuhur eder.

845. Ademoğlu dilinin altında gizlidir. Bu dil, can kapısına perdedir.
Bir rüzgâr esti de kapıyı kaldırdı mı evin içinde ne varsa görürüz.
O evde inci mi var, buğday mı.. altın hazinesi mi var, yoksa yılan ve akreplerle mi dolu?
Yoksa içerde hazinemi var da kapısında yılan beklemekte? Çünkü altın hazinesi bekçisiz olmaz.
Köle, düşünmeden öyle söz söylemekteydi ki başkaları beş yüz defa düşünür de ancak öyle bir söz söyleyebilir.

850. Sanki içinde deniz var, deniz de baştanbaşa söyleyen incilerle dolu…
Ondan parlayan her incinin nuru, Hak ile bâtılı ayırır.
Kuran’ın nuru da Hak ile bâtılı zerre,zerre fark eder, bize gösterir.
O incinin nuru, gözümüzün nuru olsaydı suali de biz sorardık,cevabı da biz verirdik.
Gözünü eğrilttin de onun için ayı iki gördün. İşte bu bakış, şüpheye düşüp sual sormaya benzer.

855. Gözünü doğrult da aya öyle bak ki tek göresin. İşte cevabı da bu!
Düşünceni doğrult, iyi bak. Çünkü düşünce de o incinin pırıltılarındandır.
Kulaktan gönüle doğan her cevaba göz; onu bırak, cevabı benden duy der.
Kulak vasıtadır, vuslata erense göz; Göz hâl sahibidir, kulaksa dedikoduda!
Kulağın duygusu sıfatları tebdil eder, halbuki gözlerin apaçık görgüsü, mahiyetleri bile değiştirir.

860. Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakîn hâsıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma.
Yanmadıkça o bilgi,Aynel Yakîn değildir. Bu yakîn’i istiyorsan ateşe dal.
Kulak, hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez.
Bu sözün sonu gelmez. Geri dön de padişah o kölelere ne yaptı,onu anlat!

Padişahın o kölelerden birini bir yere yollayıp öbüründen bazı şeyler sorması

Padişah o köleciği zeki görünce öbürüne “Beri gel”diye emretti.

865. Buradaki sevgiye ve acımaya delâlet eden “ceğiz” eki küçültme, horlama için değildir. Nitekim ana oğul’a “yavrucuğum” derse bu horlama sayılmaz.
İkinci köle padişahın huzuruna geldi. Ağzı kokuyordu,dişleri de kapkaraydı.
Padişah, onun sözünden pek hoşlanmadı ama nesi var, nesi yok diye sırlarını aramaya koyuldu.
“ Bu şekilde, bu pis kokulu ağızla biraz ötede otur; fakat o kadar da ileri gitme.
Çünkü seninle uzaktan konuşmak gerek. Benimle düşüp kalkamazsın, benimle bir yerde oturamazsın.

870. Biraz ötede dur da senin o ağzını bir tedavi edelim. Sen güzelsin, ben de hünerli bir doktorum.
Bir pire için yepyeni bir kilim yakılmaz ya. Sana da büsbütün göz yummak doğru değil.
Bütün ayıplarınla beraber otur, iki üç hikâye söyle de aklın nasıl bir göreyim” dedi.
O zeki köleyi de “ Haydi git yıkanıp arın” diye hamama yolladı.
Huzurundaki köleye “Aferin, sen akıllı bir adamsın, Hakikatte yüz köle değersin, bir değil.

875. Kapı yoldaşın, hakkında kötü şeyler söyledi, fakat sen hiç de öyle değilsin. O hasetçi herif, az kalsın bizi senden soğutuyordu.
Senin hakkında, hırsızdır, doğru adam değildir, münasebetsiz hareketlerde bulunur, ahlâksızdır, lânettir,şöyledir, böyledir demişti.” Dedi.
Köle dedi ki: “ O daima doğru söyler. Onun gibi doğru sözlü adam görmedim.
Doğru söyleme, yaradılışında vardır. Ne dese, aslı yok diyemem.
O iyi düşünceli adamı ben kötü bilmem, kusuru üstüme alırım doğrusu.

880. Padişahım, olabilir ki o bende bazı ayıplar görmüştür de ben onları kendimde görememişimdir.
Herkes, önce kendi kusurunu görseydi halini ıslah etmekten gaflet eder miydi?
Halk kendisisinden gafildir babam gafil. Onun için birbirlerinin kusurunu görürler.
Ben kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm; sen de benim yüzümü görürsün.
Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, halkın nurundan artıktır.

885. O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Tanrı görüşüdür.
Kendi yüzünü, gözünün önünde apaçık bir surette gören nur, bildiğimiz nur değildir”.
Padişah “Şimdi o senin ayıplarını söylediğin gibi sen de onun ayıplarını söyle,
Ki, benim dostum olduğunu, memleketimde emin bir vekilim bulunduğunu ve beni sevdiğini bileyim” dedi.
Köle dedi ki; “Padişahım, o benim iyi bir kapı yoldaşımsa da kusurlarını söyleyeyim:

890. Kusuru; sevgi, vefa, insanlık.. doğruluk, zekâ ve dostluktur.
En ehemmiyetsiz kusuru cömertlik, düşkünlere yardım etmektir. Ama nasıl cömertlik? Canını da verir.
Tanrı bu can bağışlamaya karşılık yüz binlerce can ihsan eder. Bunu görmeyen kişi nasıl cömert olabilir?
Eğer görseydin nasıl olur da can vermeden çekinir, bir can için bu kadar tasalanırdın?
Su kenarındayken suyu sakınan, esirgeyen, ancak ırmağı görmeyendir.

895. Peygamber “Kıyamet gününde verilecek karşılığı yakînen bilen,
Bire on karşılık verileceğini anlayan kişinin cömertliği artıp durur, bu çeşit adam, türlü, türlü cömertlikler icat eder.” dedi.
Cömertlik, bütün karşılıkları görmedir. Şu halde karşılığı görüş, korkunun zıddıdır.
Nekeslik de karşılıkları görmemektir. İnciyi görmek, denize dalan dalgıcı sevindirir.
Eğer cömertliğe karşılık verilecek olan şeyleri herkes görseydi dünyada kimse nekes olamazdı. Çünkü hiçbir kimse karşılıksız bir şey bağışlamaz.

900. Şu halde cömertlik gözden gelir, elden değil. İşe yarayan görüştür, gözü açıktan başkası kurtulamaz.
Arkadaşımın bir kusuru da kendisini görmemesidir. O, kendisinde kusur arar durur.
Kendi ayıbını söyler, kendi ayıbını arar. Herkesi iyi bilir, herkesle dosttur da kendisiyle dost değildir.”
Padişah “ Arkadaşını övmede ileri gitme. Onu överken kendini övmeye kalkışma.
Çünkü onu imtihana çekersem ilerde utanırsın” dedi.

Kölenin, iyi zannı yüzünden arkadaşının doğruluğuna ve vefakârlığına yemin etmesi

905. Köle dedi ki; “ Hüküm ve kudret sahibi, bağışlayan ve acıyan Ulu Tanrı’ya ant olsun…
Peygamberleri, ihtiyacı olduğundan değil de fazlından, kereminden gönderen,
Aşağılık topraktan, yüce padişahlar yaratan.
Onları topraktan yaratılmış mahlûkatın tabiatlarından arıtan, gök ehlinin derecelerinden üstün kılan,
Ateşten sâf bir nur yaratıp onunla bütün nurları parlatan,

910. Nurlara doğan, nurları aydınlatan nuru yaratan, Âdem peygamberin feyiz alıp marifete eriştiği aydın ziyayı meydana getiren,
Âdem’den bitip Şîs’in devşirdiği nuru, Âdem’in görüp Şîs’i yerine halife ettiği nuru.
Nuh’un feyiz aldığı, can denizi havasında inciler yağdırdığı nuru halk edene ant olsun.
İbrahim’in canı o nurlardan nurlandı da pervasızca ateş şulelerine koştu, ateşe atıldı.
İsmail, onun ırmağına düştü de o yüzden parlak bıçağın önüne baş koydu, boyun verdi.

915. Davut’un canı onun şulelerinden hararetlendi de ondan dolayı elinde demir yumuşadı, eridi.
Süleyman, onun vuslatından süt emdi de cinler periler onun için fermanına tabi oldular.
Yakup, onun kaza ve kaderine teslim oldu da ondan oğlunun kokusuyla gözü açıldı, aydınlandı.
Ay yüzlü Yusuf, o güneşi gördü de rüya tâbirinde o kadar uyanık hale geldi.
Asâ, Musa’nın ellinden su içti de o yüzden Firavun’un saltanatını bir lokma etti.

920. Meryem oğlu Îsa, merdivenini buldu da dördüncü kat göğün üstüne çıktı.
Muhammed, o mülkü, o nimeti buldu da hemencecik ayı ikiye böldü.
Ebubekir, tevfika mazhar oldu da öyle bir padişahın müsahibi oldu, öyle bir padişahı candan tasdik etti.
Ömer, o mâşuka âşık oldu da gönül gibi, hakkı bâtılı ayırt etti.
Osman, o apaçık görüşün ta kendisi oldu da feyizli bir nura nail olup Zinnûreyn oldu.

925. Mürteza, onun yüzünden inciler saçtı da can vâdisinde Tanrı aslanı kesildi.
Cüneyt, onun askerinden yardıma nail olunca eriştiği mertebeler sayıdan üstün oldu.
Bayezid, onun ihsanına yol bulunca Tanrıdan “ Kutbül Ârifin” adını duydu.
Kerhî, onun harimine bekçi olunca aşk halifesi oldu, nefesleri tanrı nefesi haline geldi.
Edhemoğlu, atını sevinçle o tarafa koşturunca âdil sultanların sultanı oldu.

930. Şakik, o ulu yolun meşakkati yüzünden güneş gibi aydınlatıcı bir reye, her şeyi gören bir göze erişti.
Daha nice yüz bin gizli Padişahlar var ki o nur âleminde yüceliğe sahiptirler, makamları vardır.
Tanrı, her yoksul, onların adlarını anmasın diye gayretinden adlarını gizledi.
O nura ve denizde balıklar gibi yaşayan nuranilere ant olsun…
O nura ve o denizi,denizin canı desem de lâyık değil.O âleme yeni bir ad aramaktayım.

935. O Tanrı’ya ant olsun ki bu da ondandır, o da ondan. İçler, hakikatler, ona nispetle kabuktur, zâhirdir.
Ant olsun o Tanrı’ya ki kapı yoldaşım ve dostum, bu benim sözlerimden yüz kat daha üstündür.
Arkadaşımın evsafından bildiklerimi söyledim, fakat, ey kerem sahibi inanmıyorsun; ne diyeyim?”
Padişah dedi ki : “ Şimdi artık kendi halinden bahset. Ne vakte dek şunun, bunun halini anlatacaksın?
Söyle bakalım,senin neyin var, ne elde ettin, deniz dibinden ne inciler getirdin?

940. Ölüm günü, bu duygun kalmaz. Can nurun var mı ki gönlüne yâr olsun?
Mezarda bu göze toprak dolar. Mezarı aydınlatacak nurun var mı?
Bu elin, ayağın gidince canının uçması için kolun kanadın var mı?
Bu hayvani can kalmayınca yerine koymak için baki bir cana sahip misin?
Şart, iyilik etmek değil, iyilikle gelmek, bu iyiliği Tanrı’ya götürmektir.

945. İnsanlıktan mı bir cevhere sahipsin, eşeklikten mi? Bu ârazlar yok olunca nasıl götüreceksin ki?
Bu namaz ve oruç arazlarını Tanrı’ya nasıl ileteceksin ki? Çünkü araz, iki zaman zarfında baki kalmaz, yok olup gider, bir anlıktır.
Arazları götürmeye imkân yoktur. Fakat cevherden hastalıkları giderirler.
Bu suretle de cevher, bu hastalık arazlarından kurtulur, değişir. Perhiz yüzünden hastalığın geçmesi gibi.
Perhiz arazı, çalışmalarıyla cevher olur; acı ağız perhizle tatlılaşır.

950. Ziraatla topraklar ekinle, başakla dolar. Saç ilacı, örgü, örgü saç bitirir.
Kadını nikâhlamak arazdı, mahvolup gitti. Fakat o arazdan bize evlât cevheri meydana geldi.
Atı, deveyi çiftleştirmek arazdır. Bundan maksat da yavru cevherini elde etmek.
Bostan ekmek arazdır, Bostanda biten mahsul cevheridir. Zaten maksat da budur.
Kimya ile uğraşmayı da araz bil, eğer o kimyadan bir cevher elde ettiysen onu getir.

955. Aynayı cilâlamak da arazdır. Fakat bu arazdan tertemiz bir ayna cevheri meydana gelir.
Şu halde “ Ben ibadette bulundum” deme, o arazlardan elde edileni göster, ürkme.
Senin o köleyi övmen de arazdır. Sus, koçun gölgesini kurban etmeye kalkışma!”
Köle dedi ki : “Padişahım, araz tebeddül etmez dersen bu söz, akla ancak ümitsizlik verir.
Padişahım, araz gider de bir daha geri gelmezse bu, kulu ancak meyus eder.

960. Eğer arazlar başka bir şekle tebeddül etmeseydi, başka bir şekle bürünüp var olmasaydı iş bâtıl olur, sözler manâsız bir hale gelirdi;
Bu arazlar başka bir varlık suretine bürünüp haşrolur. Her şey, neye lâyıksa o şekle tebeddül eder. Sürünün çobanı, sürüye lâyık kişidir.
Mahşerde her arazın bir sureti vardır,her araz suretinin de bir nöbeti.
Kendine bak, sen de araz değil miydin, anandan, babandan hâsıl olmadın mı ve bir maksat uğrunda birisiyle eş değil misin?

965. Evlere köşklere bak. Bunlar mühendisin tasavvuratından ibaretti.
Güzel olarak gördüğümüz sofası hoş. Tavanı, kapısı mükemmel olan filan ev ,(mühendisin zihnindeydi).
Mühendisin zihnindeki o araz, o düşünce aletleri hazırladı, ormanlardan direkleri getirdi (ev yapılıp meydana çıktı.)
Her hünerin aslı, esası, hayâlden,arazdan, düşünceden başka nedir ki?
Dünyanın bütün cüzilerine, fakat garazsızca bak; arazdan başka bir şeyden meydana gelmemiştir.

970. Önceki fikir, sonun da fiile gelir. Dünyanın kuruluşunu ezelden beri böyle bil.
Meyveler, gönülde evvelce vücuda gelir de sonunda fiile çıkar.
İşe girişip de ağaç diktin mi ilk harfi,sonunda okudun demektir.
Gerçi dal, yaprak ve kök evveldir ama onların hepside meyve için vücut bulur.
Feleklerin dimağı olan o baş da bunun için en sonunda “ Levlâk” sırrına mazhar oldu.

975. Bu sözler arazların nakline ait bahislerdir. Bu aslan ve tuzak, hep bunun içindir.
Bütün âlem,esasen arazdı. “ Hel Etâ” suresi, bu mânayı izah için geldi.
Bu arazlar neden doğar? Suretlerden. Ya bu suretler neden vücuda gelir? Düşüncelerden.
Bu cihan, Akl-ı Küll’ün bir düşüncesinden ibarettir. Akıl, padişaha benzer, suretler de peygamberlere.
İlk âlem, imtihan âlemidir. İkinci âlem şunun bunun yaptıklarının mükâfat ve mücazatını görme âlemidir.

980. Padişahım, kulun hain olsa o araz, yani hainliği, zincir ve zindan olmakta.
Yerinde ve değerinde bir hizmette bulunsa, savaşta bir yararlık gösterse o araz da bir hil’at şeklinde temessül etmekte.
Bu arazla cevher, kuşla yumurtadır; bu ondan olmakta, o bundan doğmakta.”
Padişah, köleye “ Tut ki dediklerin doğru, hepsini kabul ettim. Fakat arazlardan bir cevher doğmadı ki” dedi.
Köle “ Bu iyi ve kötü dünyası, gayp âlemi haline gelsin,iyilik ve fenalık apaçık bilinmesin diye akıl onları gizlemiştir.

985. Çünkü fikrin şekil ve suretleri meydana çıksaydı kâfir ve mümin,yalnız Tanrıyı zikreder, başka bir söz söyleyemezdi.
Eğer iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli olmayıp da meydana bulunsaydı küfür ve iman,apaçık meydana çıkar,alında yazılırdı.
O takdirde nasıl olurdu da bu âlemde put kalır, puta tapan bulunurdu? Nasıl olur da kimsenin kimseyle alay etmeye mecali kalırdı.?
O vakit bu dünyamız kıymet kesilirdi. Kıyamette kim suç işleyebilir” dedi.
Padişah “ Tanrı bütün mücazatı gizledi, gizledi ama avamdan gizledi, kendi haslarından değil.

990. Ben bir emîri tuzağa düşürmek dilersem emîrlerden gizlerim, fakat vezirden gizlemem.
Hak bana işlerin mükâfat ve mücazaatını, amellerden yüz binlercesinin büründüğü suretleri gösterdi.
Ben bilirim ama sen de bir nişane ver. Ay, bulutla örtülse de bana gizli değildir” dedi.
Köle, madem ki olanı ,biteni olduğu gibi biliyorsun; beni söyletmeden kastın ne? deyince.
Padişah “ Dünyayı izhar etmekteki hikmet, Tanrının ilmindekileri izhar etmektir.

995. Bildiğini izhar etmedikçe âlemdeki zahmet ve meşakkatleri belirtmez.
Senden bir kötülük yahut iyilik meydana gelmeksizin hattâ bir an bile duramazsın.
Bu amelleri izhar etme zarureti, sırrının açığa çıkması içindir.
Nasıl olur da ipliğin ucunu gönlün çekip durduğu halde iplik eğirme âletine benzeyen tenin işlemez?
Tasalanman, dertlenmen; gönlünün o çekişine, isteğine âlamettir. O işi yapmamak da sana açıkça can çekişmedir, ölümdür.

1000. Bu âlem de daimî olarak doğurur, o âlem de. Her sebep anadır, eser çocuğunu meydana getirir.
Eser doğdu mu ondan da şaşılacak sebepler doğması için sebep haline gelir.
Bu sebepler, nesilden nesile yürür gider. Fakat görmek için adamakıllı aydın bir göz lâzım dedi” dedi.
Padişah, onunla konuşurken söz buraya gelince o köleden bir alâmet gördü mü , görmedi mi? Bilmem.
Hakikati arayan o padişahın, köleden bir nişan, bir alâmet görmesi, hiç de umulmayacak bir şey değil. Fakat gördüğünü söylemek için bize izin yok.

1005. Öbür köle hamamdan gelince padişah, onu da huzuruna çağırdı.
“Sıhhatler olsun,daimi âfiyetler olsun. Ne de lâtif, ne de zarif, ne de güzelsin.
Yazık, öbür kölenin söyleyip durduğu kötü huyların da olmasa ne olurdu?
O zaman yüzünü gören neşeye dalardı. Seni görmek, cihana malik olmaya değerdi” dedi.
Köle dedi ki: “ Padişahım, o dinsizin hakkımda söylediklerini bir parçacık anlat!”

1010. Padişah “ Önce iki yüzlülüğünü anlattı. Ona göre sen görünüşte bir deva, fakat hakikatte bir dertmişsin”dedi.
Köle, dostunun kötülüğünü bu suretle padişahtan duyunca derhal, kızgınlık denizi köpürdü.
Ağzı köpüklendi, yüzü kızardı, onun aleyhinde bulunma dalgasına düştü, bu dalgalar, hadden aştı.
Dedi ki : “ O evvelce benimle dosttu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi hayli pislik yemişti.”
Çan gibi durmadan onun aleyhinde bulunmaya başlayınca padişah, elini ağzına götürüp “ Kâfi” dedi.

1015. “Bu sınamayla onu da anladım, seni de. Senin canın kokmuş, onun ağzı.
Ey kokuşuk canlı, uzak otur. O âmir olsun, sen onun memuru ol!”
Ulular bunun için “ Dünyada insanın rahatı, dilini korumasındadır” dediler.
“ Riya ile tespih, külhanda biten yeşilliğe benzer” mealinde bir hadis vardır, bunu böyle bil ey ulu kişi!
Güzel ve iyi suret, bil ki kötü huyla beraber olunca bir kalp akça bile değmez!

1020. Bil ki zâhiri suret yok olur, fakat mâna âlemi ebedidir, kalır.
Testinin suretiyle ne vaktedek oynayıp duracaksın? Testinin nakşından geç, ırmağa, suya yürü.
Suretini gördün ama mânadan gafilsin. Akıllıysan sedeften bir inci seç, çıkar.
Âlemdeki bu sedefe benzeyen kalıpların hepsi can denizinden diriyse de,
Her sedefte inci bulunmaz, gözünü aç da her birinin içine bak!

1025. Onda ne var, bunda ne var? Onu anla. Çünkü o değerli inci nadir bulunur.
Surete talip olursan (bu şuna benzer:) bir dağ, görünüşte büyüklük bakımından lâl’in yüzlerce mislidir.
Senin elin, ayağın,saçın, sakalın da gözünden yüzlerce defa daha büyüktür.
Fakat iki gözün, bütün âzadan daha kıymetli olduğu meydandadır.
Gönlüne gelen bir tek düşünce yüzünden de yüzlerce cihan, bir anda baş aşağı devrilir gider.

1030. Padişahın cismi, surette birdir ama yüz binlerce asker, arkasından koşar.
Fakat o tertemiz padişahın şekli ve sureti de gizli bir fikre mahkûmdur.
Gör ki bu sayısız halk, bir tefekkür yüzünden yeryüzünde akıp giden sel gibidir.
Halk, o düşünceyi küçük ve ehemmiyetsiz görür ama sel gibi cihanı suya boğar ,alıp götürür.
Âlem de her hünerin fikirle kaim olduğunu,

1035. Evlerin, köşklerin, şehirlerin,dağların, sahraların, nehirlerin hep onda meydana geldiğini,
Denizdeki balığın denizin vücuduyla yaşadığı gibi yerin de, denizin de, güneşin de, göğün de fikirle diri bulunduğunu madem ki görmektesin.
Neden kör gibisin, neden ahmaklık ediyorsun, neden sence ten Süleyman gibi oluyor da fikir karınca gibi?
Gözüne dağ, büyük görünüyor da fikri fare gibi küçük, dağı kurt gibi büyük sanıyorsun.
Âlem, gözünde pek korkunç, pek büyük görünmekte… Buluttan, gökten,gök gürlemesinden ürküp korkuyor,tir, tir titriyorsun.

1040. Halbuki ey eşekten aşağı kişi, fikir âleminden emin ve gafilsin, bir taş gibi o, cihandan haberin yok!
Çünkü suretten ibaretsin, akıldan nasibin yok. İnsan huylu değilsin, bir eşek sıpasısın!
Bilgisizlikten gölgeyi adam görüyorsun da insan o yüzden sence bir oyuncaktan ibaret, değersiz bir şey.
O fikir, o hayal örtüsüz bir surette kol kanat açıncaya kadar dur.
O zaman dağları yumuşak pamuk gibi görürsün, bir de bakarsın ki bu soğuk, sıcak yeryüzü yok oluvermiş!

1045. O zaman ezelî ve ebedî hayata ve muhabbete sahip olan Tanrı’dan başka ne göğü görürsün ne yıldızı!
Bir misal, ister doğru olsun, ister yanlış… doğrulukları aydınlatsın da.

O has köleye padişaha mensup adamların haset etmeleri

Padişah, lütfüyle bir köleyi bütün adamların içinden seçmiş, onlardan üstün etmişti.
Elbisesinin pahası, kırk emirin maaşına bedeldi. Onun kazandığı kadir ve kıymetin onda birini, hattâ yüz vezir bile görmemişti.
Talihin yaverliği, bahtının müsait oluşu yüzünden yücelmiş, âdeta bir Eyaz olmuştu. Padişah da sanki zamanın Mahmut’uydu.

1050. Ruhu padişahın ruhîyle birdi. Bu ten âleminden önce de o iki ruh, birbirine eş olmuş, birbirine âşina olmuştu.
Zaten iş, tenden önce olan iştir. Sonradan meydana gelenlerden geç!
İş ârifindir. Çünkü ârif, şaşı değildir. Gözü, ilk ekilen şeyleri görür.
Buğday mı ekildi, arpa mı? Gece, gündüz gözü ondadır. Gece, neye gebeyse onu doğurur.
Bunu menetmek için yapılan hileler, başvurulan tedbirler havadan ibaret!

1055. Tanrı’nın takdirini, kendi tedbirinden üstün gören kişi, nasıl olur da kendi tedbirleriyle gönlünü avutabilir?
Aklına, tedbirine güvense tuzak içinde olduğu halde tuzak kurar, fakat canına andolsun, ne bu kurtulur,ne o!
Yüzlerce çayır, çimen bitse de, dökülse de sonun da yine Tanrının ektiği çıkar!
Ekilmiş ekinin üstüne ekin ekerler ama bu ikincisi fânidir, ilki doğrudur,ilki yerindedir.
İlk ekin kemal bulur, seçilip toplanır. İkinci tohumsa bozulur, çürüyüp gider.

1060. Sevgilinin huzurunda tedbirini terk et; filvaki tedbiri de onun tedbirinden, onun kaderinden doğmadır ya!
Hakk’ın yücelttiği iş,işe yarar. Nihayet biten, ilk ekilendir.
Madem ki sevgiliye esirsin, ey âşık ektiğini onun için ek!
Hırsız nefsin etrafında dolaşma, onun işine bulaşma. Bir iş, Hakk’ın işi değil mi? Hiçtir hiç!
Kıyamet günü gelmeden, gece hırsızı, mal sahibinin yanında rüsvay olmadan bu işten vazgeç.

1065. Hilelerle, tedbirlerle çalınmış olan malın vebali adalet günü çalan adamın boynunda kalır.
Yüz binlerce akıl, bir araya gelip onun tuzağına aykırı bir tuzak kurmak isterler, kurarlar da.
Kurdukları tuzağı pek kuvvetli pek yerinde ve kâfi bulurlar ama bir çöp parçası rüzgâra nasıl dayanabilir?
Eğer sen “Şu halde varlığın ne faydası var?” dersen senin bu sualinde fayda var mı inatçı adam?
Sualinde fayda yoksa bu abes ve faydasız suali niye dinleyeyim?

1070. Eğer bir çok faydaları varsa neden bu cihan faydasız olsun öyle ise?
Cihan, bir cihetten faydasız, başka bir cihetten faydalarla dopdoludur.
Sana faydalı olan şey, bana faydasızsa.. mademki sence faydalı, onun yapmaktan geri durma.
Yusuf’un güzelliği kardeşlerince abesti,lüzumsuzdu.. Fakat bütün bir âleme faydalıydı.
Davut’un sesi kadar güzeldi ama güzel sesten anlamayanlar dinlemek istemezlerdi.

1075. Nil nehrinin suyu, Âbıhayattan daha hoştu, daha feyizliydi. Fakat nasipsiz ve münkir olanlara kandı.
Şehitlik, mümin için hayattır, münafık için ölüm ve çürüme!
Âlemde bir sürü halkın mahrum olmadığı bir nimet var mı? Söyle.
Şekerden öküze, eşeğe ne fayda var? Her canın başka bir gıdası vardır.
Fakat o gıda, gıdalanan kişiye arızî ise ona nasihat etmek de onu doğru yola getirmek demektir.

1080. Birisi hastalık dolayısıyla toprak yemeyi sevse toprağı,kendisine gıda sanır ama,
Asıl gıdasını unutmuş, hastalık yüzünden alıştığı gıdaya yüz tutmuştur.
Şerbeti bırakmıştır da zehir yemektedir. Hastalık yüzünden alıştığı gıda kendisine tatlı gelmiştir.
İnsanın asli gıdası Tanrı nurudur; ona hayvan gıdası lâyık değil!
Fakat gönül, hastalık yüzünden bu gıdaya düşmüştür; gece gündüz bu suyu içmekte, bu toprağı yemektedir.

1085. Bu gıdayı yiyen kişinin yüzü sapsarıdır. Ayağı tutmaz kalbi helacana uğrar. Nerede yol, yol olan göklerin gıdası nerede bu?
O, gıda devletin has kullarına mahsustur. O, boğazsız âletsiz yenir.
Güneşin gıdası, Arş nurundandır, hasetçinin, Şeytan’ın gıdası ferş dumanından!
Tanrı, şehitler için “ Onlar rızıklanırlar” buyurdu. O, gıda için ne ağız vardır, ne tabak!
Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her bilgiden bir lezzet alır.

1090. Her insanın sureti,bir kâseye benzer.Göz de suretinin mânasına ait bir duygu âletidir.
Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her buluştuğundan bir şey almaktasın.
Yıldız, yıldızla kırân etti mi mutlaka her ikisine uygun bir şey doğar.
Erkekle kadının buluşmasından çocuk doğduğu gibi,taşla demirin birleşmesinden de kıvılcım meydana gelir.
Toprağın, yağmurla kırânı, meyveleri, yeşillikleri, çiçekleri bitirir.

1095. İnsan, yeşilliğe baksa gönlü hoşlanır,gamı gider, neşelenir.
Canımız neşelenirse bizden iyilikler, ihsanlar doğar.
Güzelce, dilediğimiz gibi gezdik, eğlendik mi karnımız acıkır, iştahımız artar.
Rengin kızarması karanlıktandır.Kan da hoş ve gül renkli güneştendir.
Renklerin en güzeli kırmızı renktir. O renk de güneştendir, güneşten meydana gelir.

1100. Zuhale karîn olan her yer çoraklaşır, oraya ekin ekilemez.
Bir şeyin bir şeyle birleşmesi,kuvvetin halindeki fiili meydana çıkarır; Şeytan’ın münafıkla birleşmesi gibi.
Bu mânalara, dokuzuncu kat gökten yüce derecesiz dereceler, mekânsız yücelikler vardır.
Halkın makamı, derecesi ariyettir. Fakat Emir Âlemi olan Melekût diyarının makam ve derecesi aslidir.
Halbuki halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır,bayağı hallere düşer, yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır,hoşlanır!

1105. On günlük yücelik için zilleti çekerler, gam ve gussa ile boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar.
Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikten aydın güneş olduğum mekâna gelmiyorlar?
Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır!
Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Halbuki zatı ne doğar, ne dolunur!
Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz.

1110. Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şems’in etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep de yine Şems’in ışığı, aydınlığı!
Şems, hem sebepleri, vesileleri meydana getirmede, hem de sebepler, vesileler ona erişememekte!
Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şems’ten. Buna inanır mısınız?
Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma sakın!
Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğimde güneşin işidir, onun tecellisidir ey Hasan!

1115. Sanat, nasıl olur da sanatkârdan ayrılır? Hiç var olan,varlıktan başka bir yerde otlar mı?
Bütün varlıklar bu bahçede yayılır…İster Burak olsun, ister Arap atları, ister eşek!
Fakat bu hareketlerin bu denizden olduğunu görmeyen, her an yeni bir mihraba yüz çevirir.
O, tatlı denizden acı su içe, içe nihayet o acı su, gözünü kör etmiştir.
Deniz “ Ey kör, benden sağ elinle su iç de gözün açılsın” der.

1120. Burada sağ el, hüsnü zandır. Çünkü iyinin, kötünün nereden geldiğini hüsnü zan bilir.
Ey mızrak, seni bir döndüren var. O yüzden bazen dümdüz dikilmekte, bazen iki kat olmuş gibi eğilmektesin.
Şemsettin’in aşkıyla tırnağımız yok ki. Yoksa bu körün güzünü açardık!
Ey Hak ziyası Hüsâmettin; sen hasetçinin gözünün körlüğüne rağmen hemen yürü, onun illetini tedavi et!
Senin ilâcın çabucak tesir eden ululuk tutyası, eseri mutlaka görülen karanlıklar dağıtıcı bir ilâçtır.

1125. O ilâç, bir körün gözüne konsa yüzyıllık zulmeti derhal giderir.
Hasetçiden başka bütün körleri tedavi et! Fakat seni inkâr eden hasetçiyi tedavi etmek.
Hattâ, sana haset eden ben bile olsam, bırak, can çekişip durayım, sakın can bağışlama.
Güneşe haset eden, güneşin varlığından incinen kişi yok mu?
Ah, işte sana devası olmayan illet. O adam kördür, kör! İşte sana ebediyen kuyunun ta dibine düşmüş kalmış bir kişi!

1130. O ezeli güneşi yok etmek ister, fakat söyle, bu muradı nasıl olur da yerine gelir, imkan var mı?

Doğan’ın viranede baykuşlar içine düşmesi

Doğan diye, dönüp tekrar padişaha gelen doğana derler. Yolunu kaybeden kör doğandır.
Bir doğan, yolunu kaybetti, bir viraneye düştü, Baykuşların arasıda kaldı.
O rıza nurundandı, baştanbaşa nurdu; fakat kaza ve kader çavuşu, gözünü kör etti;
Gözüne toprak saçtı, onu yoldan sapıttı, viranede baykuşlar arasına uğrattı.

1135. Padişahtan ayrı düşmesi şöyle dursun, baykuşlar, başına vurmağa, güzelim kanatlarını yolmaya başladılar.
Baykuşlar arasına “Kendinize gelin; doğan yerinizi, yurdunuzu almaya geldi” diye bir velveledir düştü.
Mahalle köpekleri gibi hepsi de kızgın, korkunç bir halde garip doğanın başına üşüşüp hırkasını çekiştirmeye başladılar.
Doğan, “ Ben baykuşlara lâyık mıyım? Baykuşlara bunun gibi yüzlerce virane bağışladım.
Ben burada kalmak istemem, padişaha dönmek isterim.

1140. Tasalanıp kendinize kıymayın. Ben burada durmam vatanıma giderim.
Bu harabe, sizin gözünüze hoş bir yer görünüyor, bana değil. Benim naz ettiğim yer, padişahın koludur” diyordu.
Baykuş ise “ Doğan sizi evinizden, barkınızdan etmek için hileye sapıyor.
Hile ile bizi yurdumuzdan ayırmak, yuvamızdan etmek niyetinde.
Bu hileci tokluk gösteriyor ama Tanrı hakkı için bütün harislerden beterdir.

1145. Hırsından balçığı pekmez gibi yer. Ayıya kuyruğunuzu kaptırmayın.
Bizim gibi saf kişileri yoldan çıkarmak için padişahtan, padişahın elinden dem vurmakta.
Bir kuşcağız, hiç padişahla düşüp kalkar mı? Bir parçacık aklınız varsa dinlemeyin bu sözü,
O, padişahın cinsinden mi, vezirin cinsinden mi? Hiç sarımsakla badem helvası yenir mi?
Padişah, adamlarıyla beni arıyor demesi de hilesinden, fendinden.

1150. Bu, kabul edilmeyecek bir malihulya. Bu, olmayacak bir lâf, ahmak aldatmak için kurulmuş bir tuzak!
Kim buna inanırsa ahmaklığından inanır . Zayıf bir kuşcağızın padişahla ne münasebeti olabilir?
En aşağı bir baykuş , onun beynine vursa ona padişahtan yardımcı gelecek ha! Hani, nerede?” demekteydi.
Doğan dedi ki: “ Benim bir tüyüm bile kopsa padişah, baykuş yuvasının kökünü kazır.
Baykuş kim oluyor ki? Bir doğan bile beni incitir, gönlümü kırar, bana cefa ederse,

1155. Padişah; her yokuşta her inişte doğan başlarından harmanlar yapar, tepeler yüceltir.
Benim bekçim, onun inayetleridir. Nereye varırsam padişah arkamdadır.
Hayalim, padişahın gönlündedir. O, bensiz duramaz.
Padişah beni uçurunca onun ziyası gibi gönül yücelerinde uçarım.
Ay gibi güneş gibi uçup gök perdelerini aşarım.

1160. Akılların aydınlığı, benim fikrimden; göklerin halk edilmesi, benim yüzümdendir.
Öyle bir doğanım ki Hüma bile bana hayran olur. Baykuş kim oluyor ki sırımı bilsin.
Padişah, benim kurtulmam için zindanı açtı, Yüz binlerce mahpusu azadetti.
Bir zamancağız beni baykuşlara hemdem etti de benim yüzümden baykuşları doğanlaştırdı.
Ne mutlu o doğana ki uçuşuma uyar; talihi yâr olur da sırrımı anlar.

1165. Bana yapışın da doğan olun, baykuşsanız bile doğanlaşın!
Böyle bir padişaha sevgili olan nereye düşerse, düşsün, nasıl olur da garip olur.?
Padişah kimin derdine derman olursa o, ney gibi feryat eder, sessiz sedasız kalmaz.
Ben mülk sahibiyim, başkasının sofrasına oturup yemeğini yemiyorum. Padişah, uzaktan benim davulumu çalmakta,nöbetimi vurmakta.
Benim davulumu döğen “İrciî” sesidir. Benimle dâvaya girişenlerin rağmine şahidim, Tanrıdır.

1170. Padişahın cinsinden değilim, hâşa… bunu iddia etmiyorum. Fakat onun tecellisiyle, onun nuruna sahibim.
Cins oluş, sade şekil ve zat bakımından değildir. Su, nebatta toprağın cinsinden sayılır.
Rüzgâr, ateşi yaktığı, yanmasına yardım ettiği için rüzgârın cinsi demektir. Nihayet şarap,tabiata neşe verdiğinden onun cinsidir.
Cinsimiz, padişah cinsinden olmadığı için varlığımız onun varlığına büründü, yok oldu.
Varlığımız kalmayınca da tek olarak onun varlığı kaldı. Ben onun atının ayağı önünde toz gibiyim, toz gibi!

1175. Can da, canın nişaneleri de toprak oldu. Toprakta onun ayak izi var.”
Bu izi bulmak için ayağı altında toprak ol ki başı dik kişilerin tacı olasın.
Sizi şeklimin aldatmaması için sözümü dinlemeden şarabımı için, mezemi yiyin.
Nice kişiler var ki suret, onların yolarını kesti. Surette kastettiler, Allah’a çattılar.
Bu can da, bedenle birleşmiştir ya. Fakat hiç can bedene benzer mi?

1180. Göz nuru iç yağıyla eş olmuştur, gönül nuru bir katre kanda gizli.
Neşe ciğerin kızılındandır, gam karasında; akıl bir mum gibi beynim içinde.
Bu alâkadar keyfiyetsiz bir tarzdadır. Akıllar, bu keyfiyetsizliği bilmede âcizdir.
Külli can, cüzi cana alâkalandı; can ondan bir inci alıp boynuna koydu.
Meryem nasıl gönüller alan Mesih’e gebe kaldıysa can da onun gibi koynuna aldığı o inciden gebe kaldı.

1185. Fakat o Mesih, kuru ve yaş üstünde, yeryüzünde seyahat eden Mesih değildir. O Mesih’in şanı seyahatten yücedir.
Can, canlar canından gebe kaldı ya. İşte cihan, böyle candan gebe kalır.
Cihan da başka bir cihan doğurur. Bu mahşer de başka bir mahşer gösterir.
Kıyamete kadar söylesem, saysam bu kıyameti anlatamam.
Bu, sözler, mâna bakımından “ Yarab” nidasına benzer. Harfler, bir tatlı dudaklının nefesini avlamağa tuzaktır.

1190. Kulun “Yarab” sözüne Tanrının “Lebbeyk” cevabı geldikten sonra, nasıl olur da “ Yarab” demekte kusur eder?
Fakat bu “ lebbeyk” öyle bir “Lebbeyk” tir ki onu işitemezsin ama baştan aşağıya kadar bütün vücudunla tadabilirsin.

Susuz birisinin duvarın üstünden ırmağa taş,topaç atması

Bir ırmak kıyısında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstünde dertli bir susuz duruyordu.
Suya erişmesine o duvar mâniydi. Susuz adam, âdeta su için balık gibi çırpınmaktaydı.
Birden suya bir kerpiç parçası attı. Suyun sesi bir göz gibi kulağına geldi.

1195. O ses, tatlı bir sevgilinin sesi gibiydi. O ses, adamı şarap gibi sarhoş etmişti.
O minhetlere düşmüş adam, suyun temiz sesinden hoşlanıp duvardan kerpiç kopararak suya atmaya başladı.
Su sanki “Ey adam, bana taş atmadan ne fayda elde ediyorsun ki?” diye bağırmaktaydı.
Susuz dedi ki. “ Ey su, iki fayda var. Onun için ben bu işten el çekmem.
Birinci fayda şu: Su sesini duymak, susuzlara rebap dinlemek gibi.

1200. Su sesi İsrafil’in sesine benziyor. Ölü bile bu sesten hayat bulmada.
Yahut bu ses, bahar günlerindeki gök gürültüsü sesini andırıyor.
Bu ses yüzünden bağlar, bahçeler, ne kadar güzelleşiyor, çiçeklerle dolar.
Yahut yoksula zekât zamanını geldiği söylenmiş, mahpusa kurtuluş müjdesi verilmiş gibi.
Muhammet’e Yemen’den gelen ve ağızsız söylenen Rahman nefesine.
Yahut âsilere şefaate gelen Ahmed’in,

1205. Yahut da zayıf Yakub’un canına erişen güzel ve lâtif Yusuf’un kokusuna benziyor.
Öbür faydası da duvardan koparıp tertemiz suya attığım her taş, her kerpiç parçası,
Yüksek duvarı biraz daha alçaltıyor, her defasında duvar biraz daha inmiş oluyor.
Duvarın alçalması, suya yaklaşmama sebep olmakta.Duvarın ortadan kalkması vuslata çare bulmakta.”
Duvardaki o taşları, kerpiçleri koparmak “Secde et de yaklaş” âyetindeki yakınlığı mucip olan secdedir.

1210. Duvarın boynu yüksekken bu baş indirmeğe mânidir.
Bu toprak bedenden kurtulmadıkça  Âbıhayata secde edemem.
Duvar üstündekilerden en fazla susuz kimse; taşı, topacı en çabuk koparıp atan da odur.
Suyun sesine en fazla âşık olan duvardan en büyük taşı koparıp atar.
O adam, suyun sesinden, âdeta boğazına kadar şaraba batmışçasına neşelenir.
Yabancı kişi ise kerpicin suya düşünce bluk diye çıkardığı sesten başka bir şey duymaz.

1215. Ne mutlu o kişiye ki gençlik çağını ganimet bilir de borcunu öder.
Kudretli olduğu günlerde sıhhatli, güçlü, kuvvetli bulunduğu zamanlarda bu işi başarır.
Çünkü gençlik çağı, yemyeşil,terütaze bir bahçe gibi esirgemeksizin meyveleri yetiştirir.
Genç adamın kuvvet ve şehvet çeşmeleri akıp durur. Bedenin zeminini onlarla yeşertir.
Gençlik; mamur, tavanı adamakıllı yüksek, dört duvarı sapasağlam bir eve benzer.

1220. Ne mutlu o kişiye ki ihtiyarlık günleri gelip çatmadan, boynunu liften yapılmış iple bağlamadan…
Toprak çoraklaşıp akmadan, kaymadan işini başarmıştır. Çünkü çorak yerden güzel nebatat asla yetişmez.
İhtiyarın gücü, kuvveti kesilir, şehvet suyu akmaz olur. Kendisinden de faydalanmaz, başkalarına da faydası dokunmaz.
Kaşları eyer kuskunu gibi aşağı düşer, gözü yaşarır, görmez olur.
Yüzü buruşur, kertenkele sırtına döner. Söz söyleyemez, tat alamaz olur, dişleri bir şey kesmez bir hale gelir.

1225. Gün geçip gitmiş, akşam çağı gelip çatmış,leş gibi beden topallamakta, yolsa uzun.. İş görülecek yer yıkık iş işten geçmiş..
Kötü huyların kökleri kuvvetlenmiş, onu kökünden söküp çıkarma kuvveti de azalmış!

Valinin,yola diken ekene “Yola diktiğin dikenleri sök” diye emir vermesi

Bu iş, o tatlı sözlü, fakat kötü huylu adamın yol üstüne diken dikmesine benzer.
Yoldan geçenler ona darılmaya başladılar, bu dikenleri sök diye bir hayli söylediler, fakat fayda etmedi.
Her an o dikenler çoğalmakta, halkın ayağı dikenler yüzünden kanamaktaydı.

1230. Halkın elbisesi dikenlerden yırtılmakta, yoksulların ayakları paramparça olmaktaydı.
Vali, ona “Mutlaka bunları sök” dedikçe. “ Evet, bir gün sökerim” diyordu.
Bir müddet “Yarın, yarın” diye vâde verip durdu. Bu müddet için de diktiği dikenler kökleşti, kuvvetlendi.
Vali, bir gün “ Ey va’din de durmayan, beri gel, emrettiğimiz işi sürüncemede bırakma” dedi.
Adam dedi ki: Babacığım, bir hayli gün var, bugün olmazsa yarın!”Vali “ Hayır,acele davran, işi savsaklama.

1235. Sen bu işi yarın görürüm diyorsun ama şunu bil ki gün geçtikçe,
O dikenler daha ziyade yeşeriyor, dikeni sökecek de ihtiyarlayıp âciz bir hale geliyor.
Diken kuvvetlenmekte, büyümekte, diken sökecekse ihtiyarlamakta, kuvvetten düşmekte.
Diken her gün, her an yeşerip tazelenmekte.Diken her gün perişan bir hale gelmekte, kuruyup kalmakta!
O daha ziyade gençleşiyor, sen daha fazla ihtiyarlıyorsun. Çabuk ol, zamanını geçirme” dedi.

1240. Her kötü huyunu bir diken bil; dikenler kaç keredir senin ayağını zedelemekte.
Nice defalardır kötü huyunu bir diken bil; Dikenler kaç keredir senin ayağını zedelemekte.
Nice defalardır kötü huydan perişan bir hale düştün. Fakat duygun yok ki. Pek duygusuzlaştın.
Çirkin huyundan başkalarını ,zarara soktuğundan başkalarına mazarrat verdiğinden,
Gafilsen hiç olmazsa kendi yaraladığını bilirsin ya. Sen hem kendine azapsın, hem başkalarına!
Ya baltayı al, ercesine vur, Ali gibi bu Hayber kapısını kopar.

1245. Yahut bu dikeni gül fidanına ulaştır, sevgilinin nurunu nâra kavuştur?
Da onun nuru senin ateşini söndürsün; vuslatı, dikenini gül bahçesi haline getirsin.
Sen cehenneme benziyorsun, o ise mümindir. Mümine ateşi söndürmek imkânı var .
Mustafa, cehennemin sözünü naklederek buyurdu ki: “ Cehennem, korkusundan mümine yalvararak,
“Padişahım, çabuk geç, Nurun, ateşimi söndürecek” der.

1250. Şu halde ateşi helâk eden, müminin nurudur. Çünkü bir şeyi zıddından başka bir şeyle gidermek imkânsızdır.
Adalet gününde ateş, nurun zıddıdır, zira, ateş kahırdan meydana gelmedir, nur, ihsan ve fazıldan.
Ateşin şerrini defetmek istiyorsan ateşin gönlüne rahmet suyunu saç!
O rahmet suyunun kaynağı mümindir.Âbıhayat , ihsan sahibinin pâk ruhudur.
Nefsin ondan kaçmakta. Çünkü sen ateştensin, o su, ırmak suyu.

1255. Ateş, sudan söndüğündendir ki sudan kaçmaktadır.
Senin duygun, fikrin hep ateşten. Şeyhin duygusu ve fikri ise o güzel nur.
Onun nur suyu ateşe damladı mı ateşten cız ,cız sesi çıkmaya başlar.
O cızladıkça sen ona “ Öl, bit” de ki, bu nefis cehennemin sönsün.
Sönsün ki senin gül bahçeni yakmasın; senin adalet ve ihsanını söndürmesin.

1260. O söndükten sonra ne dikersen biter… Lâleler , ak güller, marsamalar çıkar.
Yine doğru yoldan alabildiğine gidiyoruz. Hocam, dön geri, yolumuz nerede?
Şunu anlatıyorduk: Hasetçi adam, senin eşeğin topal, konak yeri de adamakıllı uzak.
Yıl geçti, ekin vakti değil. Yüz karalığından, kötü işten başka da mahsul yok.
Ten ağacına kurt düştü. Onu söküp ateşe atmak lâzım.

1265. Yolcu, kendine gel, kendine… vakit geçti, ömür güneşi kuyuya doğruldu.
Bu iki günceğizinde olsun, kuvvetin varken kocalığını Hak yoluna sarf et.
Elinde kalan şu kadarcık tohumu olsun ek de bu iki anlık müddetten uzun bir ömür bitsin.
Bu aydın çırağ sönmeden kendine gel de hemen fitilini düzelt, yağını tazele.
Yarın yaparım deme. Nice yarınlar geçti.Ekin zamanı tamamıyla geçmesin ,agâh ol!

1270. Nasihatimi dinle: Ten , kuvvetli bir bağdır. Yeniyi istiyorsan, eskiden soyun!
Dudağını yum, altın dolu avucunu aç. Ten nekesliğini bırak, cömertliği ele al.
Cömertlik, şehvetleri, lezzetleri terk etmedir. Şehvet yüzünden düşen kalkmamıştır.
Bu cömertlik, cennet  selvisinin  bir dalıdır. Yazıklar olsun böyle bir dalı elinden bırakana.
Bu heva ve hevesi bırakma, sapasağlam bir iptir.Bu dal, canı göğe çeker.

1275. Ey güzel yollu, cömertlik dalı seni yukarı çeke, çeke aslına eriştirdi mi,
Güzellik Yusuf’un, bu âlem kuyu gibidir. Bu ip de Tanrı emrine sabretmedir.
Ey Yusuf, ip sarktı, iki elinle yapış. İpten gafil olma, vakit geçiyor.
Tanrıya hamdolsun ki bu ipi sarkıttılar, fazıl ve rahmeti birbirine kattılar.
Bu ipe yapış da yeni bir can âlemi apaşikar, fakat görünmez bir âlem göresin.

1280. Hakikatte yok olan şu cihan var gibi görünmekte, hakikatte var olan cihan da adamakıllı gizlenmede.
Rüzgâr esti mi toz toprak görünür, uçup savrulur, rüzgâr görünmez. Toz toprak kendisini gösterir, rüzgâra perde olur.
Zâhiren iş işleyen, hakikatte işsizdir, deriden ibarettir. Gizli olan içtir; asıl odur.
Toprak, rüzgârın elinde bir alete benzer. Asıl toprağı yüce ve tabiatı yüksek bil.
Toprağa mensup gözün bakışı da toprağa düşer. Rüzgârı gören göz başka bir çeşittir.

1285. Atı at bilir; at, atın eşitidir.Binicinin ahvalini de binici bilir.
Duygu gözü attır, binici Hak nuru. Binici olmadıkça at, zaten işe yaramaz ki.
Şu halde ata terbiye ver, kötü huyunu terk ettir. Yoksa padişah onu kabul etmez.
Atın gözüne yol gösteren, padişahın gözüdür. Padişahın gözü olmadıkça at, bir şey göremez.
Atların gözleri, ottan, otlaktan başka bir yerde değildir. Onları buralardan başka nereye çağırsan “ gelmem, niye geleyim” derler.

1290. Tanrı nuru, duygu nuruna binmiştir de ondan sonra can, Tanrıya rağbet etmiştir.
Binici olmayan at yol gitmeyi ne bilir? Doğru ve ana caddeyi bilmek için padişah lâzım.
Nuru, binici olan duyguya doğrul. O onur, duyguya ne güzel bir sahiptir.
His nurunu bezeyen, Tanrı nurudur. Bu suretle “Nur üstüne nur” âyetinin mânası zuhur eder.
His nuru adamı yere çeker, Hak nuru Kevser ırmağına götürür.

1295. Çünkü duygularla idrak edilen âlem, çok aşağılık bir âlemdir. Tanrı nuru bir denizdir, duygu ise bir çiğ tanesi gibi.
Fakat duyguya binmiş olan meydanda değildir, iyi eserlerinden, güzel sözlerinden başka bir şey görünmez.
Duyguya mensup olan nur bile, kesif ve cismani olmakla beraber gözlerin karasında gizlidir.
Öfkenden sen duygu nurunu bile görmüyorsun, dine mensup nuru nasıl görürsün?
Duygu nuru, bu kadar kesafetiyle beraber gizli olursa ap-arı olan bir ışık nasıl olur da gizli olmaz?

1300. Bu cihan, gayp rüzgârının elinde bir saman çöpüne benzer,tamamıyla âcizdir. Gayp âleminin dileği,
Onu gâh yüceltir, gâh alçaltır. Gâh doğrultur, gâh kırar.
Gâh sağa götürür, gâh sola… gâh gül bahçesi haline kor, gâh diken haline.
El gizlidir, yazı yazan kalemi gör. At oynayıp seğirtmekte, binici meydanda değil.
Fırlayıp giden oka bak, yay gizli. Canlar meydanda da canların canı görünmüyor.

1305. Oku kırma. O padişah okudur. Yaydan çıkan ok değildir, her şeyi bilenin şastından atılmıştır.
Hak, “ Mâ remeyte iz remeyte” dedi. Tanrı’nın işi, bütün işlere örnektir, misaldir.
Kendi kızgınlığını kır, oku kırma. Senin kızgın gözün sana sütü kan gösterir.
O kanlara bulanmış, senin kanınla ıslanmış oku alıp öp de padişaha götür.
Meydanda olan âcizdir, bağlanmıştır, zebundur. Görünmeyense pek kuvvetli ve galip.

1310. Biz avlardan ibaretiz, kimin böyle bir tuzağı var? Çevgânın önünde toplardan başka bir şey değiliz, çevgânı idare eden nerde?
Yırtıyor, dikiyor, nerde bu terzi? Üflüyor, yakıyor, nerde bu ateşi yakan?
Bir an içinde sıddıkı kâfir eder, bir an içinde zındıkı zâhit.
Onun içindir ki ihlâs sahibi, varlığından tamamıyla halâs olmadıkça tuzağa düşmek tehlikesindedir.
Çünkü yoldadır, yol kesicilerse sayısız.Ancak Tanrı amanında olan kurtulur.

1315. Aynası tamamıyla arınmayan, henüz ihlâs sahibidir. Kuş tutmayan henüz avla meşguldür.
Fakat ihlâs sahibini Tanrı ihlâs makamına ulaştırırsa ihlâs sahibi kurtulur, emniyet makamına varır.
Hiçbir ayna yoktur ki ayna olduktan sonra tekrar demir haline gelsin. Hiçbir ekmek yoktur ki tekrar harmandaki buğday şekline dönsün.
Hiçbir üzüm tekrar dönüp koruk olmaz. Hiçbir olmuş meyve tekrar turfanda haline gelmez.
Piş, ol da bozulmadan kurtul. Yürü, Burhan-ı Muhakkık gibi nur ol.

1320. Kendinden kurtuldun mu tamamıyla Burhan olursun. Kul yok oldu mu sultan kesilirsin.
Bunu apaçık görmek istersen Salâhaddin gösterdi, gözleri görür bir hale getirdi, açtı.
Tanrı nuruna sahip olan her göz, fakrı onun gözünden dersler verir.
Şeyh, Tanrı gibi aletsiz işler görür. Müritlere sözsüz dersler verir.
Gönül, onun elinde mum gibi yumuşaktır. Mührü, gönle gâh ayıp, gâh şeref damgasını basar.

1325. Mumundaki mühür,bir yüzüğe âlamettir, onu hatırlatır, ya asıl o yüzük de ki nakış kimin âlametidir, kimi hatırlatmaktadır?
O nakış, efkârının her halkası, öbürüne geçmiş, bu suretle birbirine zincirlenmiş olan o Zerger’in fikrini anlatır.
Gönül dağlarındaki bu ses kimin? Bu dağ, gâh sesle dopdolu, gâh bomboş ve sessiz.
Ev sahibi, nerde olursa olsun hâkim ve üstatdır,yaptığı iş yerli yerindedir. Bu gönül dağı, onun sesinden hâli kalmasın!
Dağ vardır, sesi iki misli aksettirir… Dağ vardır, yüz misli.

1330. Dağ; o sesten ,o sözden yüz binlerce halis ve sâf kaynaklar sızdırır.
Fakat dağdan o lütûf kesildi mi sular, kaynaklarında kan kesilir.
O kadehi kutlu padişahlar padişahı yüzünden Tûr dağı lâl haline geldi.
Dağın cüzileri canlandı, akıllandı. Ey halk biz bir taştan da aşağı mıyız ki ?
Ne candan bir çeşme coşmakta, ne beden yeşiller giymiş ruhanilere katılmakta…

1335. Onda ne bir iştiyak sahibinin sesi var, ne sâkinin bir yudum şarabının neşesi!
Nerde hamiyet ki böyle bir dağı; keserle, çapayla, neyle olursa kökünden yıksın.Belki cüzilerine bir ay parıltısı vurur, belki ay ışığı, ona yol bulur!
Kıyamette dağlar yerlerinden sökülecek… Senin bir davranman da ne vakit böyle bir keremde bulunacak?
Bu kıyamet, o kıyametten nasıl olur da aşağı sayılır? O kıyamet yaradır, bu, merheme benzer.

1340. Bu merhemi gören yaradan kurtulmuştur. Bu güzelliği gören kötü kişi bile ihsan sahibidir.
Ne mutlu o çirkine ki güzele eş, arkadaş oldu; vah eşi kış olan gül yüzlüye!
Ölmüş eşek cana eş olunca dirilir, canın ta kendisi olur.
Kara odun ateşe eş olur, karalığa gider, baştan başa nur kesilir.
Ölmüş eşek tuzluya düşünce eşekliği, murdarlığı bir tarafta kalır.

1345. Tanrı gününün rengi Tanrı boyasıdır. Onda her şey bir renge boyanır.
Birisi küpe düşse de sen, ona kalk desen neşesinden “ Beni kınama. Küp benim” der.
O “ Ben küpüm” demek “ Ben, Hakkım” demektir. Demir demirdir ama ateş rengine girmiş, o renge boyanmıştır.
Demirin rengi, ateşin renginde mahvolmuştur. Sükût eder gibi görünmekle beraber ateş olduğundan da dem vurmaktadır.
Madendeki altın gibi kızarınca sözü; ağızsız, dudaksız  “ Ben ateşim” sözüdür.

1350. Ateşin rengiyle, ateşin tabiatıyla ululanmıştır da der ki: “ Ben ateşim ,ben ateş!
Sen şüpheye düşsen de ben ateşim, istersen bir tecrübe et, elini sür.
Ben ateşim, eğer şüphe ediyorsan bir an olsun yüzünü bana koy ! ”
Âdemoğlu, Tanrı’dan nurlanırsa seçilir de meleklerin mescudu olur.
Canı melek gibi azgınlıktan ve şüpheden kurtulan kişi de âlemde secde eder.

1355. Ateş nedir, demir nedir? Dudağını yum. Bu benzetişte bulunanla alay etme.
Ayağını denize pek basma, denizden çok bahsetme… dudağını ısırarak susup kıyısında dur!
Benim gibi yüzlercesi bile denize tahammül edemezler. Fakat yine de denizde boğulmaktan korkmuyor, ona dalmadan duramıyorum.
Canım da denize feda olsun, aklım da. Canın da kan diyetini bu deniz vermekte, aklın da.
Ayağım oldukça denizde yürürüm, ayağım kalmazsa yine su kuşları gibi denize dalarım.

1360. Huzur da bulunan bîedep kişi huzurda bulunmayan kişiden daha hoştur. Halka da eğridir ama nihayet kapıda değil mi?
Ey teni bulaşmış, pisleşmiş kişi, havuz kenarında dön dolaş. İnsan, havuzun dışındayken nasıl temizlenir?
Havuzdan uzak düşen kişi nasıl temiz olur? O adam bâtın temizliğinden bile uzak düşmüştür.
Bu havuzun temizliğinin haddi yoktur. Cisimlerin temizliği ise pek az bir miktarda olabilir.
Çünkü gönül havuzdur ama gizli. Bu havuzun, denize gizli bir yolu var.

1365. Senin muayyen miktardaki temizliğin yardım ister. Yoksa sayılı şey  harcandıkça azalır.
Su, pis adama “ Bana koş” der. Pis adamsa “ Sudan utanıyorum” der.
Su der ki: “ Bu utanma, bensiz nasıl zail olur, bu pislik, bensiz nasıl temizlenir?”
Bulaşık ve pis adam; sudan utanır, gizlenirse bu utanma, “Hayâ, imana mânidir” sözünün tahakkukuna sebep olur.
Gönül, ten havuzunda çamura bulandı ama ten, gönül havuzunda arındı.

1370. Oğul, gönül havuzunun çevresinde olan, ten havuzundan sakın!
Ten deniziyle gönül denizi birbirine bitişiktir, fakat aralarında bir berzah var, birbirlerine karışmazlar.
İster doğru ol, ister eğri. O gönül havuzuna doğru gel, geri kalma.
Padişahların huzurunda can tehlikesi var ama himmetleri yüce kişiler can korkusu yüzünden padişahtan çekinmezler.
Padişah, şekerden daha tatlı olunca canın tatlılığına gitmesi de daha hoş, daha doğru.

1375. Ey beni kınayan, sen sağ esen ol. Ey selâmet arayan, sen beni bırak!
Benim canım ocaktır, ateşten hoşlanır, ocağa ateş yurdu olmak yeter.
Bana ocak gibi aşka yanmak düştü. Bundan kör olansa zaten ocak değildir.
Azıksızlık azığı sana azık olursa baki olan canı buldun,ölümden kurtuldun demektir.
Gamdan neşe artmaya başladı mı  can bahçen güllerle, süsenlerle dolar.

1380. Başkasının korktuğu şeyler, sana emniyet verir. Su kuşu, denizden kuvvet bulur, ev kuşuysa perişan olur.
Ey tabip, ben; yine divane oldum.. Sevgili, ben yine kara sevdalara uğradım.
Zincirinin halkalarından her halkanın başka, başka fenleri var. Her halka, başka bir delilik vermede.
Her halkanın eseri, başka, başka fenler. Onun için her an başka deliliklerim var.
Darbı meseldir, delilikler; fen, fen , çeşit çeşittir. Hele böyle ulu bir beyin zincirine bağlanmış kişide olursa!

1385. Bağımı, öyle bir divanelik kopardı ki bütün divaneler bana nasihat verirler!

Zünnun’un hatırını sormak üzere dostlarının tımarhaneye gelmeleri

Bu çeşit delilik, Zünnun’u,  Mısri’nin de başına geldi. Onda yeni ,yeni coşkunluklar, cezbeler meydana gelmekteydi.
Coşkunluğu âdeta göğün üstüne erişecek bir dereceyi buluyor, ciğerler acısı bir hale geliyordu.
Kendine gel ey çorak toprak, kendi coşkunluğunu bu işe sahip olan temiz kişilerin coşkunluğu ile bir tutma!
Halk onun deliliğine tahammül edemez bir hale geldi.Ateşi, âdeta halkın sakalını tutuşturmaktaydı.

1390. Avamın sakalına ateş düşünce onu körlüklerinden, inatlarından tutup bağladılar.
Halk, bu yolda umumiyetle dara düşse de yine yuları geri çekmeye imkân yoktur.
Bu padişahların hepsi, halktan can korkusuna düştüler. Çünkü bu güruh kördür, padişahların da nişanı yok!
Hüküm külhaniler eline geçince nihayet Zünnun zindana düştü.
Bir tek ulu padişah, tek başına atına binmiş, gitmekte.. ardına düşen, ona uyan yok. Böyle bir eşi bulunmaz inci, çocukların eline düşmüş.. kadrini bilen anlayan yok.

1395. İnci de nedir ki? Bir katrada gizlenmiş bir deniz.. bir zerreye sığmış güneş!
Öyle bir güneş ki kendisini zerre gösterdi de yavaş, yavaş yüzünü açtı.
Bütün zerreler,onda yok oldu. Âlem, onun yüzünden sarhoş oldu, onun yüzünden kendisine geldi.
Fakat kalem, bir gaddarın elinde oldu mu şüphe yok, Mansur, dâra çekilir.
Bu hüküm, bu hükümet, kötü kişilerin elinde oldukça elbette peygamberleri öldürmek lâzım.

1400. Yol azıtmış kavim, aptallıklarından  peygamberlere “ Biz, sizi şom bilmekteyiz. Bize sizin yüzünüzden kötülük geliyor” dedi.

CİLT 2  (1401 – 2100 Beyitler)

Hıristiyanların cehaletine bak ki asılan bir Tanrıdan medet ummaktadır.
Çünkü onlarca İsa’yı Yahudiler asmıştır. Peki.. iş böyleyse ona kim imdat etsin?
O  padişahın yüreği, onların yüzünden kan olunca “ Sen, onların içinde oldukça Tanrı onlara azap göndermez” hükmü nasıl olur da sürüp gider?
Hain kalpazandan, halis altınla kuyumcu, daha fazla korkar.

1405. Yusuflar, çirkin kişilerin hasedinden korkup gizlenirler. Güzeller, düşman korkusundan ateş içinde yaşarlar.
Yusuflar, kardeşlerinin hilesi yüzünden kuyuya düşmüşlerdir. Çünkü o kardeşler, hasetlerinden Yusuf’u kurtlara verip dururlar.
Hasetten Mısır Yusuf’unun başına neler geldi? Bu haset, pusuya yatmış büyük bir kurttur.
Hulâsa halîm Yakup, Yusuf’a bir şey yapmasın diye bu kurttan daima korkar.
Zahiri kurt, Yusuf’un etrafında dönüp dolaşmadı. Fakat bu haset, işlediği işle kurtları da geçti!

1410. Bu haset kurdu, Yusuf’u yaraladı da “ Biz onu elbiselerimizin başında bırakmış, gitmiştik, kurt kapmış” diye tatlı sözlerle özür serdetti.
Bu hile, yüz binlerce kurtta bile yok Hele dur, bak, bu kurt sonunda nasıl rüsvay olur!
Ondan dolayı herkesin yaptığı kötülüğün zararını göreceği gün hasetçiler, muhakkak kurt şeklinde haşredileceklerdir.
Hırsla dolu aşağılık ve haram yiyici kişi, o sayı günü domuz şeklinde,
Zina edenler,avret yerleri kokarak, şarap içenler, ağızları kokarak dirilirler.

1415. Gönüllerin duyduğu o gizli koku, mahşerde açığa çıkar, duyulur.
İnsanın varlığı bir ormana benzer. O deme agâhsan çekin bu varlıktan çekin!
Vücudumuzda binlerce kurt, binlerce domuz.. temiz, pis, güzel, çirkin binlerce sıfat var.
Herhangi huy galipse hüküm, onundur. Maden de altın bakırdan fazlaysa o maden altın sayılır.
Vücudunda hangi huy galipse o huyun suretine göre haşredilmen gerekir.

1420. İnsan da bir an olur, kurtluk zuhur eder, bir an olur, ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel haline gelir.

İyiliklerle kinler gizli bir yolda gönüllerden gönüllere gidip durmaktadır.
Hattâ insandan, öküzle eşek bile bilgi sahibi olur, akıllanır,hüner elde eder.
Serkeş at, rahvan bir hale gelir, alışır. Ayı oynar, keçi de selâm verir.
Köpeğe insanın huyu geçer, nihayet çoban olur, av, avlar yahut sürüyü korur.

1425. Eshabı  Kehf’in köpeğine onlardan öyle bir huy sirayet etti ki sonunda Tanrı’yı aramaya koyuldu.
Kalpte her an bir çeşit şey baş gösterir.. insan bazen şeytanlaşır, bazen melekleşir.. bazen tuzak kesilir, bazen yırtıcı hayvan!
Aslanların bildiği o acayip ormandan, gönüller tuzağına gizli bir yolu bulunan o meşelikten,
İçten içe hırsızlık et, can mercanını çal! Ey köpekten aşağı, âriflerin gönüllerinden o mercanı elde et.!
Madem ki hırsızlık ediyorsun, bari lâtif inciyi çal! Mademki hamallık ediyorsun, bari yüce bir yük yüklen!

Müritlerin, Zünnun’un deli olmayıp mahsustan öyle göründüğünü anlamaları

1430. Dostlar Zünnun’un bu işinde düşünceye daldılar, zindana gittiler, bu hal hususunda konuşup fikirlerini söylemeye başladılar:
Dediler ki: “Bunu herhalde kasten yapıyor. Bunda bir hikmet var. O bu dinle bir kıbledir, bir delildir.
Ona delilik hükmetsin, o çaldırsın.. imkân mı var? Böyle bir şey onun deniz gibi hudutsuz aklından ne kadar uzak!
Hâşa delilik bulutu, onun ayını örtsün.. böyle bir şey onun ulu makamının kemalinden değildir.
O halkın şerrinden bir bucağa sindi. Akıllılardan utandı da divane oldu.

1435. Tane tapan sersem akıldan usanmış da bu yüzden mahsus kendisini deli göstermiştir.”
Maden de der ki: “Yiğit , beni bağla.. öküz kuyruğundan yapılma kamçı ile başıma, sırtıma vur.. fakat deşeleme!
Kamçı yarasından hayat bulayım.Musa’nın öküzü yüzünden dirilen maktul gibi dirileyim.
Öküz kuyruğundan yapılma kamçının açtığı yaradan iyileşeyim, Musa’nın mucizesiyle dirilen o öldürülmüş adam gibi canlanayım.
O öldürülmüş adam öküz kuyruğu kamçısının açtığı yaradan dirildi. Bakır gibi kimya yüzünden altın oldu.

1440. Sıçrayıp kalktı, sırları söyledi, kanını dökenleri gösterdi.
Beni bunlar öldürdü, bu fitnenin tohumunu bunlar ekti diye açıkça söz söyledi.
Bu ağır beden de öldürüldü mü sırları bilen ruh varlığı dirilir.
O adamın canı cenneti de görür, cehennemi de.. bütün sırları da tanır, bilir.
Kanlı şeytanları, hile ve hud’a tuzağını ve şeytanlıkları gösterir.

1445. Kuyruğunun açacağı yara yüzünden can kurtulsun diye öküz kesmek, yol şartlarındandır.
Sen de tez öküz nefsi tepele de gizli ruh dirilsin, akıllansın.
Onlar, ahvali anlamak üzere Zünnun’un yanına yaklaşınca Zünnun onlara bağırdı: “ Hey, kimlersiniz? Sakının!”
Onlar, edepli, edepli “ Biz dostlardanız. Buraya canla başla hal hatır sormak için geldik.
Nasılsın ey hünerli, marifetli akıl denizi? Akıllı olduğun halde niye kendini deli gösteriyorsun, bu ne bühtan?

1450. Güneşe külhanın dumanı erişir mi? Anka, kargaya zebun olur mu?
Bizden çekinme, şunu anlat.Biz seni sevenleriz. Bize bu işi etme.
Sevenleri, kendinden uzaklaştırmak yaraşmaz. Onlardan işi gizlemek onları hileyle aldatmak doğru değildir.
Padişahım, sırrı açığa vur. Ey ay yüzlü, yüzünü bulutla gizleme.
Biz seni seviyoruz,sana sadığız, âşığız. İki âlemde de gönlümüzü sana verdik” dediler.

1455. Zünnun, sövüp saymaya başladı, delicesine saçma sapan sözler söyledi.
Sıçrayıp onlara taş topaç yağdırmaya, sopa sallayıp fırlatmaya koyuldu. Hepsi yaralanıp ezilmek korkusundan kaçtılar.
Zünnun, kahkahayla gülüp başını salladı. Dedi ki: “ Şu dostların heva ve hevesine bak.
Dostlara bak! Hani dost olanların nişanesi? Dostlara zahmet can gibi sevimlidir.
Dosta, dostun zahmeti ağır gelir mi? Zahmet içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer.

1460. Dostluk nişanesi belâdan, âfetlerden, minhetlerden hoşlanmak değil midir?
Dost altın gibidir. Belâ da ateşe benzer. Halis altın, ateş içinde saf bir hale gelir”

Efendisinin Lokman’ı sınaması

Tertemiz bir kul olan Lokman, gece gündüz kullukta çevik ve gayretli değil miydi?
Efendisi, onu ileri tutar, oğullarından üstün görürdü.
Çünkü lokman, filvaki kul oğluydu ama efendiydi, heva ve hevesten hürdü.

1465. Bir padişah, konuşma esnasında bir şeyhe dedi ki: “ Benden bir şey dile”
Şeyh “ Padişahım, bana böyle söylemekten utanmıyor musun? Hele biraz daha yüksel!
Benim iki kulum var. Onlar hor hakîr kişilerdir ama ikisi de sana hükmederler, ikisi de emrederler” dedi.
Padişah “ Bu söz hatalı bir söz. O iki kul kimler ?” deyince ,şeyh “ Birisi kızmak, öbürü şehvet” dedi.
Padişahlıktan feragat edeni padişah bil. Onun nuru ayla güneş  olmaksızın da parlar durur.

1470. Mahzene sahip olan, zatı mahzen olmuş kişidir. Varlığa, mağlûp olan, varlığa düşman olan kişidir.
Lokman’ın efendisi, görünüşte onun efendisiydi ama hakikatte Lokman’ın kuluydu.
Bu ters dünyada benzerler pek çoktur. Onların nazarında bir gevher, çöp parçasından da bayağıdır.
Her çöle, geçip  kurtulunacak yer adı verilmiştir. Ad ve suret, halkın akıllarına tuzaktır.
Bir güruhu, elbisesi tanıtır. Onu o libasla görünce avamdan derler.

1475. Mürailik sureti de bir güruhun adını zâhitliğe çıkarmıştır.Halbuki kendisi riyaya boğulmuştur.
Taklitten, kapıp kaçmadan arınmış nur gerek ki, onu, sözünü dinlemeden, işini görmeden tanısın.
Bu nura sahip olan , akıl yoluyla onun kalbine girer, nakdini görür, nakil ve rivayete bağlanmaz.
Gaybı adamakıllı bilen Tanrının has kulları can âleminde kalp casuslarıdır.
Hayal gibi gönle girerler. Gizli şey ve hal, onların önünde apaçıktır.

1480. Serçenin vücudunda ne kuvvet, ne kudret vardır ki sırrı, doğanın aklından gizli kalsın?
Tanrı sırlarına vakıf olan kişinin önünde mahlukatın sırrı nedir ki?
Göklere çıkan adama yeryüzünde yürümek güç gelir mi?
Be zâlim, Davut’un elinde demir mum haline gelir,erirdi, artık onun avucunda mum ne oluyor?
Lokman, kul şeklinde bir efendiydi. Kulluğu, yalnız zahiri bir görünüşten ibaretti.

1485. Meselâ, efendi tanımadık bir yere giderse kuluna elbisesini giydirir.
Kendisi de o kölenin libaslarını giyer, köleyi kendisine efendi yapar.
Kullar gibi onun ardından yürür. Bu suretle kendisini kimseye tanıtmaz.
Ey kul, sen baş köşeye otur. Ben, eski bir kul gibi ayakkabılarını götüreyim.
Sen sertlik et, bana söv, hiçbir suretle ağırlama.

1490. Şimdi hizmetin, bence bana hizmet etmeyi bırakmadan ibarettir. Ben, bu suretle gurbet diyarında bile tohumu ekeceğim” der.
Efendiler, kendilerini kul sanılsınlar diye kulluğu kabul etmişlerdir.
Onların gözleri toktur, efendiliğe doymuşlardır, kendilerine lâzım olan işi yapa gelmişlerdir.
Halbuki bu heva ve heves kulları, onların aksine kendilerini akıl ve can efendisi gösterirler.
Efendi kulluk edebilir. Fakat kuldan kulluktan başka bir şey zuhur edemez ki.

1495. Şunu bil ki o âlemden bu âleme böyle tersine akseden nice şeyler vardır.
Lokman’ın efendisi bu gizli hali biliyordu, ondan bir nişane görmüştü.
Sırrı bildiği için o yol gösterici,iş başarmak için eşeğini güzelce sürmekteydi.
Lokman’ı daha önceden azat ederdi ama hoşnutluğunu diliyordu.
Çünkü Lokman’nın muradı buydu. O aslan, o yiğit, istiyordu ki kimse sırrına ermesin.

1500. Sırrını kötülerden gizlemen, şaşılacak bir şey değil; şaşılacak şey kendinden de saklaman,kendinden de gizlemendir.
Fakat sen, işini gözünden bile gizle de işine kötü göz değmesin.
Kendini ücret tuzağına teslim et de sonra kendinden, kendiliğin olmaksızın bir şey çal.
Yaralıya, vücudundan temreni çıkarabilmek için afyon verir, uyuturlar.
Ölüm vaktinde de adama elem ve ıstıraplar verirler. O halde meşgulken canını alıverirler.

1505. Şu halde anlıyorsun ya, gönlünü herhangi bir düşünceye verdin mi, gizlice senden bir şey alacaklardır.
Her ne düşünür, her ne elde edersen hırsız, emin olduğun yerden gelip çatmaktadır.

Binaenaleyh bari en iyi işe koyul da hırsız, senden hiç olmazsa en bayağı, en aşağı bir şeyi alıp götürebilsin.
Tacirin yükü suya düşerse ondan daha iyi bir kumaşa el atar.
Senin de madem ki suya bir şeyin düşecek, mahvolacak.. en aşağı şeyi terk et de daha iyisini bul.

          İmtihan edenlerce,Lokman’ın fazilet veferasetinin meydana çıkması

1510. Lokman’ın efendisi, kendisine yemek getirdiler mi, Lokman’a adam gönderip çağırtır,
Önce o yemeğe Lokman el sunar, efendisi de ondan sonra yerdi.
Bu suretle onun artığını afiyetle yer, bundan zevk alır, onun yemediğini ise dökerdi.
Hattâ yese bile gönülsüz, iştahsız yerdi. İşte asıl sonsuz dirlik, birlik budur.
Bir gün Lokman’ın efendisine hediye olarak bir karpuz getirdiler. Hizmetçiye “ Git, oğlum Lokman’ı çağır” dedi.

1515. Lokman gelince, efendisi, karpuzu kesip ona bir dilim verdi. Lokman, o dilimi bal gibi, şeker gibi yedi.
Hem de öyle lezzetle yedi ki Lokman’ın efendisi, ikinci dilimi de kesip sundu. Böyle, böyle karpuzu tekmil yedi;
Yalnız bir dilim kaldı. Efendisi “ Bunu da ben yiyeyim; bir göreyim,bakayım, nasıl şey, herhalde tatlı bir karpuz” dedi .
Çünkü Lokman, öyle lezzetle,öyle zevkle,öyle iştahlı,iştahlı yiyordu ki görenlerin de iştahı geliyordu.
Efendisi, o dilimi yer yemez karpuzun acılığından ağzını bir ateştir sardı, dili uçukladı, boğazı yandı.

1520. Bir eyyam acılığından âdeta kendisini kaybetti. Sonra “ A benim canım, efendim,
Böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı, tatlı yedin, böyle bir kahrı nasıl oldu da lütuf saydın?
Bu ne sabır? Neden böyle sabrettin? Sanki canına kastın var?
Niye bir şey söylemedin, niye biraz sabret şimdi yiyemem demedin?” dedi.
Lokman dedi ki: “ Senin nimetler bağışlayan elinden o kadar rızıklandım ki utancımdan âdeta iki kat olmuşumdur.

1525. Elinle sunduğun bir şeye ; ey marifet sahibi; bu acıdır demeğe utandım.
Çünkü vücudumun bütün cüzileri senin nimetlerinden meydana geldi. Ben senin tanene, tuzağına gark olmuştum;
Bu kadarcık bir acıya dayanamaz, feryat edersem vücudumun bütün cüzileri Hak ile yeksan olsun!
Şekerler bağışlayan elinin lezzeti bu karpuzdaki acılığı hiç bırakır mı?
Sevgiden acılıklar tatlılaşır,sevgiden bakırlar altın kesilir.

1530. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur.
Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.
Bu sevgi de bilgi neticesidir. Saçma sapan şeylere kapılan kişi nasıl olur da böyle bir tahta oturur ki?
Noksan bilgi nerden aşkı doğuracak? Noksan bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk, cansız şeylerdir.
Noksan bilgi sahibi, cansız bir şey de dilediği şeyin rengini görünce âdeta bir ıslıktan sevgilinin sesini duymuş gibi olur.

1535. Noksan bilgi, fark ve temyize malik değildir. Nihayet şimşeği güneş sanır.
Bu yüzden peygamber, noksanı olan kişiye melûn dedi. Fakat bu noksan, tevil de akıl noksanıdır.
Teninde noksan bulunan acınır, acınan kişiye lânet etmek böyle bir adamı yaralamaksa hiç de yaraşır bir şey değil.
Kötü hastalık, lânet edilmesi icap eden, uzaklığa lâyık olan illet, akıl noksanıdır.
Zira noksan akılları tamamlamak, yani akıllanmak mümkündür, fakat bedendeki noksanı tamamlamaya imkân yok.

1540. Tanrı’dan uzak düşen her kötü kişinin kâfirliği, Firavunluğu, umumiyetle akıl noksanından ileri gelmiştir.
Beden noksanı için Kuran’ da “ Köre teklif yok” diye bir genişlik var.
Şimşek çabucak sönüp gider, pek vefasızdır. Sen aydın ve parlak olmayan geçici şeyi baki olandan ayırt edemiyorsun.
Şimşek güler o kişiye. Kime biliyor musun ? Onun nuruna gönül bağlayana.
Felek nurlarının sonu yoktur. O nurlar, şarkta ve garpta bulunmayan Tanrı nuruna benzer mi hiç?

1545. Şimşek, bil ki göz nurunu alır, baki nur da, bil ki gözlere yardımcıdır.
Deniz köpüğü üstüne at sürmekle şimşek ziyasıyla mektup okumak,
Hırs yüzünden âkıbeti görmemek, kendi gönlüne, kendi aklına gülmektir.
Aklın hassası, işin sonunu görmektir. Âkıbeti görmeyen akıl, nefistir.
Nefse mağlûp olan akıl, nefis haline gelmiştir. Müşteri, Zuhal tesiri altında kalırsa Zuhalleşir.

1550. Sen bu yomsuzluk içinde gözünü döndür de sana bu nuhuseti verene bak!
Bu cezirle meddi gören kişi, yomsuzluktan kurtulur, saadete erer.
Tanrı, bir halden bir hale döndürme esnasında her şeyi zıddıyla meydana çıkararak seni halden hale döndürür durur.
Bu suretle de Eshabı Şimalden olmaktan korkar durur, erler gibi de Eshabı Yemin’in lezzetini umarsın.
Bir yandan korkuya, bir yandan ümide düştün mü iki kanadın olur. Bir kanatlı kuş kat’iyen uçamaz, âcizdir.

1555. Ya beni bırak, hiç söylemeyeyim, yahut da izin ver tamamıyla söyleyeyim.
Yoksa ne bunu istiyor, ne onu istiyorsan yine ferman senin. Kim ne bilir ki maksadın ne, muradın nerede?
Can, İbrahim canı olmalı ki nuruyla  ateş içinde cennetler, köşkler görsün.
Derece, derece aya, güneşe kadar yücelsin; halka gibi kapıya kalmasın.
Halil gibi yedinci kat gökten de geçsin.. Çünkü ben batanları, geçenleri sevmem.

1560. Bu ten âlemi, şehvetten kurtulan kişiden başkasını yanılta gelmiştir, yanılta gider.

Hüthüdün küçücük vücudunu görünce,Belkıs’ın kalben Süleymen Âleyhisselâm’dangelen haberi ulu bulması 

Belkıs’a yüzlerce rahmet olsun. Tanrı, ona yüzlerce erkeğin aklını vermişti.
Bir hüthüt kuşu, Süleyman’dan birkaç satırdan ibaret bir mektup getirdi.
Belkıs okudu. Elçinin getirdiği o şümullü nükteleri hor görmedi.
Gözü, hüthütü gördü, gönlü onun Anka olduğunu anladı. Duygusu onu bir köpekten ibaret gördü, gönlüyse bir derya.

1565. Nasıl olur da bir görür, ikisini de yetiştirmek için zahmet çeker, hele gözü her şeyin sonunu görüp dururken buna imkân mı var?
O iki ağaç, filvaki şimdi görünüşte bir görünüyor ama ağaçlardan maksat ne? Meyve vermek değil mi?
Tanrı nuruyla gören, sondan önden agâh olan şeyh;
Âhiri gören gözü Tanrı uğrunda yummuş, menzile ulaşma hususunda sonu gören gözü  açmıştır.
O hasetçiler, kötü ağaçtır.Yarattıkları acı, bahtları kötüdür.

1570. Hasetten coşarlar,ağızları köpürür durur, gizlice hileler kurarlar.
Bu suretle has kölenin boynunu vurmak, dünyadan kazımak dilerler.
Canı, padişahın canı olan kişi, nasıl fâni olur? Birisinin gönlünü Tanrı korursa o adam nasıl yok olur?
Padişah o sıralara vâkıftı, fakat Ebubekr-i Rebabi gibi ses çıkarmıyordu.
Yaratılışları kötü, ahlâkları fena kişilerin gönüllerini görüyor, o testicilerle gizlice alay ediyordu.

1575. Hileciler, hile düzüp koşuyorlar,padişahı çömleğe sokmak istiyorlardı.
O kadar büyük bir padişah, a eşekler, nasıl bir çömleğe sığar?
Padişah için bir tuzak ördüler ama nihayet bu hileyi de ondan öğrendiler.
Ne kötü talebedir o talebe ki hocasıyla baş koşar, onunla kendisini bir görür.
Hem de hangi hocayla? Huzurunda gizli, aşikâr bir olan cihan hocasıyla.

1580. Onun gözü, Tanrı nuruyla bakmakta, bilgisizlik perdelerini yırtıp yakmaktadır.
O talebe, eski kilim gibi paramparça, delik deşik olmuş gönülleri bir perde yapıp o hâkimin önüne gerer.
Halbuki o perde bile yüzlerce ağzıyla ona gülüp durur.Her ağzı hocaya bir delik olmuştur. ( deliklerden talebenin gönlünü seyreder durur.)
Hoca , talebeye der ki; “ Ey köpekten de aşağı olan, bana hiç mi vefan yok?
Haydi beni kuvvetli, müşküller halledici bir hoca farz etme, tut ki senin gibi bir talebeyim, senin gibi gönül gözüm kör.

1585. Fakat canına, gönlüne yardımım da mı dokunmadı? Sana ben olmadıkça bir feyiz bile akmıyor.
Şu halde görüyorsun ya, gönlüm, senin bahtının tezgâhı. Be doğru düzen olmayan, bu tezgahı niye kırarsın? Çakmağı gizlice çakıyorum dersen kalpten, kalbe pencere yok mu ki?
Gönül, nihayet senin fikrini de pencereden görür, andığın şeye şahadet eder.
Tut ki kereminden yüzüne vurmuyor, yüzünü yerlere sürtmüyor, ne söylersen gülüp “ Evet, evet” diyor.

1590. Fakat senin hilene, hud’ana gülmüyor. Kötü huyuna, yaptığın şeylere gülüyor.
Hile edenin göreceği, bulacağı karşılık hileden ibarettir. Büyük testiyi vur kır, küçük testiyi al iç. İşte lâyığın bu! Eğer o senden razı olur, bu yüzden gülerse sana yüz binlerce gül açılır.
Gönlü senden razı olursa bil ki o, Hamel burcunda bir güneş kesilir.
O yüzden hem gündüz güler hem bahar.Çiçeklerle yeşillikler birbirine karışır.

1595. Yüz binlerce bülbülle kumru ötüşmeye başlar; sessiz cihanı sesle doldurur.
Ruh yaprağını sararmış,kararmış bir halde görüyorsun da padişahın gazabından yine haberin yok.
Padişahın güneşi itap burcunda olunca yüzleri kebap gibi karartır.
O Utarit’in sayfaları , bizim canımızdır; o sayfalardaki beyazlık, karalık, bizim mizanımız.
Sonra ruhları; sevdadan, âcizlikten kurtarsın diye tekrar kırmızı ve yeşil bir ferman yazar.

1600. Hulâsa ilkbaharın yazıp çizdiği şeyler de kavsikuzah gibi kırmızı ve yeşil sayılır”.

Padişah adamlarının o has köleye haset edişlerine dair olan hikâyenin sonu

Padişah beylerinin hikâyesi,o ebedî sultan kölelerinin has köleye hasetleri,
Söz, sözü aça, aça hayli geri kaldı. Yine o hikâyeye başlamak, onu tamamlamak gerek.
İkbâl sahibi ve bahtlı melek bahçıvan, nasıl olur da ağacı ağaçtan fark etmez?
Acı ve kötü ağaçla, bire yedi yüz meyve veren meyveli ağacı.

1605. Akıl, bu iki renkli tılsımlar yüzünden Muhammet’le, Ebucehil’lerin savaştığı gibi duygu ile savaşır durur.
Kâfirler, Ahmet’i beşer gördüler. Çünkü onun ayı böldüğünü görmemişlerdi.
Hisse ait gözüne toprak serp. His gözü, akla da düşmandır, dine de.
Tanrı duygu gözüne kör dedi, putperest dedi, bizim zıddımız dedi.
Çünkü o, köpüğü gördü de denizi görmedi. Bu demi gördü de yarını görmedi.

1610. Bu günün sahibi de odur, yarının sahibi de. Her ana sahip olan, önünde durup durur da o, hazineden bir pul bile görmez.
Bir zere bile o güneşten haber verir ve güneş; o zerreye kul, köle kesilir.
Birlik denizinin elçisi olan katraya yedi deniz esir olur.
Bir avuç toprak bile onun yüzünden çevikleşirse felekler, o, bir avuç toprağın önüne baş koyar.
Âdemin toprağı Tanrıdan çevikleşince Tanrı melekleri o toprağın önünde secde ettiler.

1615. Göğün yarılması nedendi? Toprakla olan münasebeti kaldıran, müşkülleri halleden bir gözden.
Toprak, kesafeti yüzünden suyun dibine gider. Öyle olduğu halde toprağa bak ki çevikleşti, süratle Arşı bile geçti.
Bil ki o letafet sudan değildir, ancak Verici ve Eşsiz, Örneksiz Yaratıcının ihsanından,.
Dilerse havayı, ateşi aşağılatır, dilerse dikeni gülden üstün eder.
Tanrı hükmedicidir, dilediğini yapar.Derdin ta kendisinden deva yaratır.

1620. Havayı, ateşi aşağılatırsa onları karartır, bulandırır, ağırlaştırır.
Yeri ve suyu yüceltirse kâinat yolunu ayaklarıyla arşınlarlar, yürürler.
Gayrı tamamıyla anlaşıldı ki dilediğini yüceltir, toprağa mensup olana “Kanatlarını aç” der.
Ateşe mensup olana der ki: “ Yürü, İblis ol, yedinci kat yerin altında şeytanlık et.
Ey topraktan yaratılan adam, sen de yürü, Süha yıldızını bile geç.Ateşten yaratılan İblis, sen de yerin dibine git.

1625. Ben dört tabiat ve illet-i şlâ değilim. Her şeyi tasarruf etmede Baki ve Daimîyim .
İşim illetsiz, sebepsiz ve dosdoğrudur. Ey kötü düşünceli; takdirim, sebebe bağlı olamaz.
Bir vakit olur,âdetimi değiştirir.. bir vakit olur, bu tozu yatıştırırım.
Denize “ Durma, hemencecik ateşlerle dol” derim. Ateşe “ Haydi, gül bahçesi kesil” diye emrederim.
Dağa derim ki: “ Pamuk gibi hafifleş!” Göğe derim ki: “Göze baş aşağı görün”

1630. Güneşe “ Ey güneş, ayla birleş” der, ikisini de iki kara bulut haline getiririm.
Güneş çeşmesini kurutur, kan çeşmesini, sanatımla misk haline getiririm”
Tanrı, güneşle ayın boyunlarına boyunduruk vurur, onları iki kara öküz gibi bağlayıverir.

 Filozofun “İn asbaha mâüküm gavra”yı inkar etmesi

Kuran okuyan biri, Kuran’dan “ Mâüküm gavra” yani “ Suyu kaynağından keser,
Yerin derinliklerinde gizler, kaynakları kurutur, kupkuru bir hale getirirsem,

1635. Benim gibi ihsanda, ululukta misalsiz olan tek Tanrıdan başka kim vardır ki suyu tekrar kaynağına getirebilsin?” âyetini okuyordu.
Bir hor, hakîr felsefeci, bir aşağılık mantıkçı, mektep yanından geçerken,
Bu âyeti duyup hoşuna gitmedi. Dedi ki: “ Suyu külünkle biz çıkarırız.
Belin, kazmanın darbesiyle ta yerin dibinden kaynatırız”
Gece uyudu, rüyada aslan gibi bir adam gördü. O adam felsefeciye bir tokat vurdu. İki gözünü de kör etti.

1640. Dedi ki: “ Ey kötü kişi, eğer doğrucuysan, gözün doğruysa bu iki göz kaynağını da, haydi kazma ile nur landır”
Gündüzün felsefeci sıçrayıp uykudan kalktı. Gördü ki iki gözü de kör olmuş, iki gözünün nuru da sönmüş!
Eğer ağlayıp inleseydi, eğer tövbe ve istiğfar etseydi mahvolan nur, Tanrı keremiyle yine zuhur ederdi.
Fakat istiğfar etmek de elde değildir. Tövbe zevki, her sarhoşun mezesi olmaz.
Yapılan işlerin çirkinliği, küfür ve inkârın şomluğu, onun gönlüne tövbe gelmesine mani oluyordu, tövbe yolunu bağlamıştı.

1645. Gönlü, katılıkta taşa dönmüştü. Tövbe onu ekin ekmek için nasıl yarabilir?
Nerede Şuayb gibi biri ki duasıyla dağı, ekin ekmek üzere toprak haline getirsin.
Halil’in niyazı ve inanışı yüzünden güç ve olmayacak iş mümkün oldu.
Yahut Mukavkıs’ın Peygamberden dilemesi üzerine taşlık yer, gayret güzel bir tarla haline geldi.
Bunlar gibi o kötü adamın inkârı da aksine olarak altını bakır haline getirir, sulhu savaş yapar.

1650. Bu kötü kişi, çarpma kehribarıdır. Kabiliyetli toprağı bile taş topaç yapar.
Her gönle secde için izin yok, her ücretlinin ücreti rahmet değil.
Kendine gel de “ Tövbe eder, Tanrıya sığınırım” diye cürümde bulunma, günah etme.
Tövbeye de bir parlaklık gerek. Tövbeye de bir şimşek bir bulut şart.
Meyvenin olması için hararet ve su lâzımdır. Bunun için de bulut ve şimşek icabeder.

1655. Gönül şimşeğiyle iki göz bulutu olmadıkça tehdit ve hışım ateşi nasıl yatışır?
Vuslat zevkinin yeşilliği nasıl yetişir, kaynaklardan arı, duru su nasıl coşar?
Gül bahçesi; yeşilliğe nasıl sır söyler, menekşe nasıl olur da yaseminle ahdedebilir?
Çınar, dua için nasıl el açar, ağaç havada nasıl baş sallar?
Çiçek bahar mevsiminde ( renklerle, kokularla dolu olan) eteğini nasıl serper?

1660. Lâlenin yüzü nasıl kan gibi kızarır? Gül, kesesinden nasıl altın saçar?
Nasıl olur da bülbül gülü koklar; üveyik kuşu, bir istekli gibi “Kû-kû- nerede, nerede” diye öter?
Nasıl olur da leylek “ lek, lek – senin sesin” sesini canla, başla çıkarır. Ey yardımı dilenen Tanrı, senin de ne demek? Zaten her şey senin mülkünden ibaret.
Nasıl olur da toprak, içteki sırları gösterir? Nasıl olur da bahçe gökyüzü gibi aydınlanır?
Bu güzel ve ağır elbiseleri nereden getirdiler? Hepsini de kerem sahibi Tanrıdan.. hepsini de merhamet sahibi Tanrıdan!

1665. O letafetler, bir güzellik nişanesidir, o nişane de ibadet edici bir erin ayak izi.
Padişahtan nişane gören sevinir. Görmeyene gelince, uyanıp kendine gelemez.
Elest deminde Rabbini görüp sarhoş olarak kendinden geçen kişinin ruhu bu gün de Rabbini görür, kendinden geçer.
Şarap kokusunu şarap içen tanır. Şarap içmeyen şarap kokusunu ne bilsin?
Hikmet, müminin kaybolmuş devesine benzer, Hikmet, teşrifatçı gibi adamı padişahla görüştürür.

1670. Rüyada güzel yüzlü birisini görürsün, o sana vâde verir, alâmetler söyler.
Muradın olacak, nişanesi de bu: Yarın sana filân kişi gelecek.
Onun bir alâmeti atlı oluşudur. Bir alâmeti de şu: Seni görünce kucaklayacak.
Bir alâmeti de seni görünce gülmesi; diğer bir nişanesi de sana karşı el kavuşturmasıdır.
Diğer bir alâmeti de şudur ki: Heveslenip bu rüyayı yarın hiç kimseye söylemeyeceksin.

1675. Bu alâmet, Yahya’nın babasına da gösterilmiş, ona da “ Üç güne kadar kimseye bir söz söylemeye muktedir olamazsın.
Üç geceye dek iyiden kötüden bahsetme, sus. İşte bu senden Yahya adlı bir çocuk olacağına alâmettir.
Üç gün konuşma. Bu susmak senin maksadına erişeceğine delâlet eder.
Kendine gel, bunları dile getirme. Bu sözü gönlünde gizli tut” denmişti.
Sana da bu alâmetleri şeker gibi tatlı, tatlı söyler. Hattâ bunlar nedir ki?Daha yüzlerce nişaneler var.

1680. Bu rüya; durmadan dinlenmeden biteviye Tanrı’dan dilediğin saltanata, istediğin makama erişeceğine alâmettir.
Olması için uzun gecelerde ağlayıp inlediğin, seher çağlarında niyaz ettiğin muradına;
Eline girmedikçe günlerini karartan, boynunu iğ gibi incelten maksadına erişeceğine delâlet eder.
Temiz erler nasıl varını, yoğunu verirlerse sen de onu elde etmek için varını,yoğunu verdin;
Malını, mülkünü, uykunu feda ettin, yüzünün rengi kaçtı, hatta başından bile geçtin, bir kıl gibi kaldın;

1685. Nice demdir ödağacı gibi ateşlere atıldın.Kaç kereler miğfer gibi kılıç önüne gittin!
Bunlar gibi, yüz binlerce biçarelikler, âşıkların huyudur. Bunlar, sayıya gelmez ki!
Geceleyin bu rüyayı görünce gündüz oldu mu o ümitle günün aydınlanır.
O alâmetler nerede acaba diye gözünü sağa, sola çevirir durursun.
Eyvah, gün geçer de o alâmetler zuhur etmezse diye yaprak gibi titrersin.

1690. Mahallelerde, pazarlarda buzağısını kaybetmiş adam gibi koşarsın.
Birisi “ Baba, hayrola, ne koşup duruyorsun? Burada bir şey mi kaybettin, kaybettiğin ne? ” dese,
“ Hayırdır ama bana. Benden başka kimsenin bilmesi caiz değil.
Söylersem bana gösterilen nişaneler kaybolur. Onlar kayboldu mu ben, öldüm gitti” dersin.
Her atlının yüzüne dikkatle bakarsın. Baktığın adam, sana “ Bana deli gibi bakma be”der.

1695. Ben, bir sahip kaybettim. Onu aramaya yüz tuttum.
Ey atlı, devletin daimî olsun. Âşıklara acı, onları mazur tut” dersin.
Madem ki gayretle aradın dikkatle baktın, bu işe adamakıllı sarıldın.. elbette bulursun. Bir işe ciddi bir suretle sarılan yanılmaz demişler.
Ey iyi bahtlı, ansızın atlı gelir, seni sımsıkı kucaklar.
Sen kendinden geçer, dostlarından ayrılırsın. Bu işten haberi olmayan da “ İşte sana riyakâr, işte sana münafık!” der.

1700. Ne bilsin o, kendisinden geçen kişinin coşkunluğu nedir? Bu kimin vuslatı, nişanesi? Bilmez ki.
Bu nişane, gören kişinin hakkındadır. Başkasına bu nişane nereden zuhur edecek?
Âşığa her an, ondan bir nişane görünmekte, canına can katılmaktadır.
Sanki çaresiz kalmış balığın önüne su gelmiş.. bu nişaneler, o kitabın delilleridir.
Peygamberlerde olan nişaneler de âşina olan cana mahsustur.

1705. Bu söz noksan kaldı, bir karara bağlanmadı. Gönlüme malik değilim ki mazur gör.!
Zerreleri kim sayabilir ki? Hele saymaya kalkışan, aklını aşka kaptırmış bir adam olursa!
Bağdaki yaprakları, keklik ve karganın  ötüşlerini sayabilir miyim?
Bunlar sayıya gelmez ama ben, sınanmış adamı ir şadetmek için sayıyorum.
Zuhal yıldızının nuhusetiyle Müşterinin saadeti, saymaya kalkışan da sayıya sığmaz.

1710. Fakat böyle olduğu halde bu ikisinin bazı tesirini, yani zarar ve faydalarını anlatmak yine lâzımdır.
Bu suretle kaza ve kaderin eserlerinden cüzi bir miktarı saadet ve nuhuset ehlince anlaşılmış olur.
Talihi Müşteri olan kişi, neşesinden, ululuğundan sevinir;
Talihi Zuhal olan da şer işlere düşmemek için yaptığı şeyler de ihtiyat etmek lüzumunu anlar.
Yıldızı Zuhal olan kişinin ahvalini tamamıyla söylesem zavallı,o yıldızının ateşinden yanar.

1715. Padişahımız, bize “ Tanrı’yı anın” diye ruhsat ve müsaade verdi; bizi ateş içinde gördü de nur ihsan etti.
Dedi ki: “ Filvaki ben, sizin beni anmanızdan müstağniyim. Beni tasvir etmek, övmek, anmak lâyık değil.
Fakat tasvire, hayale kapılan, bizim zatımızı misalsiz, tasvirsiz anlayamaz”
Cisme mensup anış, nâkıs bir hayaldir. Padişahlara lâyık olan tavsif, cismani anışlardan arınmıştır.
Birisi padişaha, “ Çulha değildir” dese bu ne biçim metih? Yoksa padişahın çulha olmadığını bildirmiyor mu ki?

  Musa  Aleyhisselâm’ın çobanın münacatını hoş görmeyip reddetmesi

1720. Musa, yolda bir çoban gördü. Çoban, şöyle söylenip duruyordu: “ Ey kerem sahibi Tanrı!
Neredesin ki sana kul, kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım.
Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım.. Ulu Tanrı, sana süt ikram edeyim.
Elceğizini öpeyim ayacığını ovayım. Uyuma vaktin gelince yerceğizini silip süpüreyim.
Bütün keçilerim sana kurban olsun. Bütün nağmelerim, heyheylerim senin yâdınladır Tanrım!”

1725. O çoban, bu çeşit saçama sapan şeyler söyleyip duruyordu. Musa “Kiminle konuşuyorsun?” diye sordu.
Çoban, “ Bizi yaratanla, bu yeri göğü halk edenle” diye cevap verince,
Musa dedi ki: “ Vah ,vah, sen sersemlemişsin. Daha Müslüman olmadan kâfir oldun,
Bu ne saçma söz, bu ne küfür, bu ne olmayacak şey? Ağzına pamuk tıka.
Küfrünün pis kokusu dünyayı tuttu. Küfrün, din kumaşını yıprattı.

1730. Çarık, dolak,ancak sana yaraşır. Bir güneşe bu çeşit şeylerin ne lüzumu var?
Böyle sözlerden ağzını kapamazsan bir ateş gelir, halkı yakar.
Zaten ateş gelmedi de bu duman ne?Can niye kapkara bir hale geldi, ruh merdutlaştı?
Tanrının her şeye kadir ve her hususta âdil olduğunu biliyorsan nasıl oluyor da bu hezeyanlara, bu küstahlığa cüret ediyorsun?
Akılsız dost, zaten düşmandır. Ulu Tanrı, bu çeşit hizmetlerden ganidir.

1735. Sen bunları kime söylüyorsun. Amcana, dayına mı?Tanrı sıfatlarında cisim sahibi olmak ve ihtiyaç var mı?
Büyüyüp gelişmekte olan süt içer. Ayağı muhtaç olan çarık giyer.
Eğer bu dedikodu, kulu içinse… Tanrı, onun hakkında da “ O, benim” dedi. Yine beyhude ve bâtıl.
Tanrı, onun hakkında, “ Hastalandım da yine halimi hatırımı sormadın? Yalnız o hastalanmadı, ben de hasta oldum” demiştir.
Bu çeşit sözler, “ Benimle duyar, benimle görür” haki katına erişen kişi içinde bâtıldır.

1740. Tanrı haslarıyla edepsizce konuşmak gönlü öldürür amel defterini kapkara bir hale koyar.
Sen bir erkeğe Fatma desen; erkekle kadın, hep bir cinsten olmakla beraber,
İmkân bulursa kanına kasteder, isterse haddi zatında halîm ve mülâyim olsun!
Fatma sözü, kadınlar için övünçtür. Fakat erkeğe söylersen kılıç yarası gibi tesir eder.
El ayak.. bizim için övünç vesilesidir; fakat Tanrının arılığına nispetle kusur.

1745. “ Doğmaz, doğurmaz” vasfı ona lâyıktır . Babayı da halk eden o, oğlu da.
Doğma, cisim olanın vasfıdır. Doğan, ırmağın bu yüzüne mensuptur.
Çünkü doğan, Kevnü Fesat  âlemindendir, aşağılıktır, sonradan olmadır. Elbette onu bir meydana getiren lâzım.”
Çoban, “ Ya Musa ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın” dedi;
Elbisesini yırtıp yana ,yana bir ah çekti, başını alıp çöle doğru yola düştü.

Ulu Tanrı’nın Musa’ya çoban yüzünden darılması

1750. Musa’ya Tanrı’dan şöyle vahiy geldi: “ Kulumuzu bizden ayırdın.
Sen ulaştırmaya mı geldin, yoksa ayırmaya mı?
Kaadir oldukça ayrılığa ayak basma. Bence en hoşlanılmayan şey ayrılıktır.
Ben, herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah verdim.
Ona metih olan söz, sana zemdir; ona göre baldır, sana göre zehir!

1755. Bizse temizden de münezzehiz, pisten de. Ağırlıktan da arıyız, çeviklik ve titizlikten de!
Kullara ibadet edin diye emrettimse bir kâr, bir fayda elde edeyim diye değil, kullara ihsanlarda bulunayım diye.
Hintlilere, Hintlilerin sözleri metihtir. Sintlilere, Sintlilerin.
Onların beni tespih etmeleriyle münezzeh, mukaddes olmam. Bu tespih incilerini saymakla kendileri temizlenirler.
Biz; dile, söze bakmayız; gönle hale bakarız.

1760. Kalp huşu sahibiyse kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve aşağılık olmasın!
Çünkü gönül cevherdir.. söz söylemekse araz. Bu yüzden araz, âriyettir,maksat cevherdir.

Mânası gizli kapalı, yahut başka olan bu çeşit lâflar, ne vakte kadar sürecek? Yanıp yakılmak isterim ben, yanıp yakılmak.O ateşe düş!
Canda sevgiden bir ateş tutuşur.. düşünceyi, sözü, baştanbaşa yakıver!
Musa, edep bilenler başka, canı, ruhu yanmış âşıklar başka.

1765. Âşıklara her nefeste bir yanış var. Yıkık köyden haraç, âşar alınmaz.
Hatalı söz söylerse bile ona hatalı deme. Kanına bulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma.
Şehitlere kan, sudan yeğdir. Bu yanlış sözde yüzlerce doğrudan yeğ!
Kabenin içinde kıbleden eser yoktur, dalgıcın ayağında dolak olmazsa ne gam!
Yürü, sarhoşlardan kılavuzluk arama. Elbisesi paramparça olana yamadan bahsetme.

1770. Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı da Allah’tır, mezhebi de.
Lâlin, lâl olduğunu ispat eden bir damgası olmasa da ne çıkar? Aşk, gam denizinde gamlanmaz ki!

Musa  Aleyhisselem’a  o çobanın mazur olduğuna dair vahiy gelmesi

Ondan sonra Hak, Musa’nın sırrına dile gelmeyecek sırlar söyledi;
Musa’nın gölüne sözler döktüler.. görmekle söylemeyi birbirine karıştırdılar.
Nice defa kendisinden geçti, nice defa kendisine geldi.. kaç kere ezelden ebede uçtu!

1755. Eğer bundan ötesini anlatmaya kalkışırsam ahmaklık etmiş olurum.Çünkü bunu açmak, bunu anlatmak, anlayışın ötesindedir.
Söylesen akıllar hayran olur. Yazsam birçok kalemler kırılır!
Musa Tanrıdan bu azarı duyunca çöle düşüp çobanın ardınca koştu.
O hayran âşığın izini izledi, çöldeki otların tozunu silkti.
Âşık ve hayran adamların ayak izleri, başkalarının izlerinden ayrılır, hemen belli olur.

1780. Âşık, Ruh gibi bir ayağını yukardan aşağıya atar; bir ayağını fil gibi eğri büğrü basar.
Bazen bir dalga gibi bayrak diker, yücelir.Bazen balık gibi suyun içinde gider, görünmez.
Bazen de remilcinin remil dökmesi gibi ahvalini toprak üstüne yazar.
Musa nihayet onu bulup gördü. Dedi ki: “Müjdemi ver! Tanrı’dan izin geldi.
Hiçbir sebep ve tertip yolu arama; daralan gönlün ne isterse onu söyle!

1785. Senin küfrün, din, dinin can nuru.. Sen emniyete erişmişsin; bütün bir cihan da senin yüzünden amanda.
Ey “ Tanrı dilediğini yapar” sırrına erişip o sırla her şeyden affedilmiş olan kişi; pervasızca yürü, dilini aç!
Çoban “ Ey Musa, ben o halde, o sözden geçtim. Şimdi kendi gönlümün kanına bulandım.
Ben Sidret-ül Müntehâ’dan da aşmış, oradan bile yüz binlerce yıl öte gitmişim.
Sen bir kamçı vurdun, atım şahlanıp sıçradı, kâinatı aştı.

1790. Nâsutumuzun mahremi Lâhut’u olsun artık.Aferin eline koluna!
Şimdi benim halim, söze sığmaz. Zaten bu söylediğim de benim ahvalim değil.
Ayna da bir suret görürsün ya.. fakat o senin suretindir, aynanın değil.
Neyzen, ney üfler. Fakat bu nefes ve bu nefesten çıkan ses, neyin midir, neyzenin mi.. Bu ses, neyin harcı mı, neyzenin harcı mı?” dedi.
Kendine gel, kendine! Tanrı’yı övsen de bu övüşünü, çobanın lâyık olmayan övüşü gibi bil, öyle tanı.

1795. Senin övüşün, çobanın övüşüne nispetle daha iyidir. Ama Tanrı’ya nispetle onun da değeri yok, onun da sonu gelmez.
Ne vakte dek ben Tanrı’ya hamlederim deyip duracaksın? Perde kaldırılınca oldu sanılan nice şeylerin olmamış bulunduğu meydana çıkar.
Tanrı’yı anışımın mâkul olması Tanrı rahmetindendir.Âdeta istihaze olan kadının namaz kılması gibi bir ruhsattan ibarettir.
Onun namazına nasıl kan bulaşmışsa senin Tanrıyı anışına da benzetiş ve zannediş bulaşmış!
Kan pistir ama bir parçacık su ile temizlenir. Fakat içte öyle pislikler vardır ki,

1800. Tanrı’nın lütuf suyundan gayrı bir şeyle arınmaz, ibadet eden kişinin gönlünden eksilmez.
Keşke secdende kıbleden yüzünü çevirmiş olaydın da tek “ Sübhane rabbiyel A’lâ”’nın mânasına ereydin!
“Tanrım secdem de varlığın gibi sana lâyık değil. Sen, kötülüğe iyilikle mukabele et” diyeydin.
Bu yeryüzünde Hakk’ın hikmetinden eser vardır. Ondan dolayı pislikleri giderir, çiçekleri bitirir.
Bizim pisliklerimizi örter, karşılığın da ondan koncalar biter.

1805. Kâfir vergide, cömertlikte topraktan daha aşağı, daha verimsiz olduğunu görüp,
Varlığından çiçek ve meyve bitmediğini, hattâ bütün temizlikleri bozup pislemekten başka bir şey yapmadığını anlar da
“ Ben aykırı anlamış, yanılmışım, yazık, keşke toprak olsaydım;
Keşke topraktan sefer etmeseydim,keşke bir avuç toprak gibi ben de bir tane düşürüp yetiştirseydim..
Topraktan sefere düştüm ama beni yol imtihan etti, bu yolculuktan ne armağan getirdim ki?” der.

1810. Kâfir yolculuğundan bir fayda görmez, ondan dolayı da bütün meyli toprağadır.
Adamın yüzünü geriye çevirmesi, hırstan tamahtandır…yüzünü yola çevirmesi; doğruluktan niyazdan.
Büyümeye meyli olan her ot, büyüyüp durur, yaşar günden güne gelişir!
Fakat başını yere eğdi mi de günden güne küçülür, kurur, noksan bulur, mahvolur!
Ruhunun meyli, yüceliklere ise yücelir durursun, varacağın yer de orasıdır.

1815. Aksine olarak başını yere eğdin mi battın gitti, Hak “ Ben batanları sevmem” demiştir.

Musa  Aleyhisselâm’ın Ulu Tanrı’dan zâlimlerin galip gelmelerindeki sırrı sorması

Musa, “ Ey kerem sahibi, ey her işi yapan, ey bir an zikri, uzun bir ömre bedel olan Tanrı!
Bu balçık âleminde eğri büğrü bir iz gördüm. Gönül melekler gibi itiraz etti.
“ Bir nakış yapıp ona fesat tohumunu ekmekteki maksat nedir?
Zulüm ve fesat ateşini alevlendirip mescidi de, secde edenleri de yakmakta ne hikmet var?

1820. Bir yalvarış için kan ve irin kaynağını coşturmak neden?” dedim.
Ben bunların aynı hikmet olduğunu biliyorum. Fakat maksadım, bu hikmetin büsbütün açığa çıkması ve benim açıkça görmem.
O yakîn bana “Sus” dediği halde görme hırsı “ hayır, coş!” demekte.
Sen, Meleklere sırrını gösterdin. Böyle bir lezzet, kahır ve minhete değer!
Âdemin nurunu Meleklere açıkça arz ettin, müşküllerini halleyledin.

1825. Ölümün sırrını hasredilmen söyler, yaprağın hikmetini meyveler anlatır!
Kanın, meninin sırrı da insanın duygusudur; her artmanın sonu da nihayet eksilme!
Yazan kişi önce yazı yazacağı tahtayı yıkar, temizler; sonra ona harfleri yazar.
Tanrı da önce gönlü kan eder, hor hakir gözyaşıyla yıkar, sonra o gönle sırları kaydeder.
Yıkamakla, o levhi bir defter yapmak istediklerini bilmek, anlamak gerek.

1830. Bir evin temelini atacakları vakit oradaki eski ve evvelki yapıyı yıkarlar.
Sonunda arı duru su çıkarmak için önce yerden toprak çıkarırlar.
Çocuklar, hacamattan ağlarlar. Çünkü işin hikmetini bilmezler ki.
Halbuki adam, hacamatçıya para verir, kan içen hançere iltifatlarda bulunur.
Hamal ağır yükün altına koşar, yükü, başkalarından kapar.

1835. Yük için hamalların savaşlarına bak.Din işinde çalışma da böyledir.
Rahatın aslı zahmet olduğu gibi acılıklar da nimetin önüdür.
Cennet, hoşumuza gitmeyen şeylerle kaplanmış, cehennem de zevkimize giden şeylerle dolmuştur.
Ateşin aslı yaş ağaç olduğu gibi ateşe yanan da Kevser’e ulaşmıştır.
Zindan da mihnetlere düşen adam, bir lokmanın, bir zevkin yüzünden düşmüştür.

1840. Bir köşkte devlete erişen de bir savaş, bir mihnet karşılığı olarak o devleti bulmuştur.
Kimi altına, gümüşe sahip olmuş, zenginlikte naziri olmayan bir dereceye erişmiş görürsen, bil ki o, kazanma zahmetine sabretmiştir.
Gözü açık olan bunları sebepsiz, Tanrı hikmeti olarak görür. Fakat madem ki sen duygu âlemindesin, sebeplere kulak as!
Sebeplere yapışmamak, onları görmemek makamı; ruhu tabayi âleminden kurtulmuş olanındır.
Bu çeşit adam, peygamberlerin mucizeleri çeşmesini sebepsiz görür.Onları, sudan, ottan meydana geliyor bilmez.

1845. Bu sebep, doktorla hasta, kandille fitil gibidir. Gece kandiline yeni bir fitil bük, fakat güneş kandilini bunlara muhtaç sanma.
Yürü, aşevinin damı için samanlı balçık hazırla. Fakat bil ki kâinatın damı, buna muhtaç değil.
Ah.. sevgilimiz, gamımızı yakıp mahvedince gece yalnızlığı bile geçti, gündüz oldu.
Ay, ancak geceleyin cilve eder.Gönlün istediği sevgiliyi gönül derdinden başka bir şey de arama.

1850. Fakat sen, İsa’yı bıraktın da eşeği besledin. Hulâsa eşek gibi perdenin ardında kaldın gitti!
Bilgi ve irfan, İsa’nın talihidir, ey eşek sıfatlı, eşeğin talihi değil!
Eşeğin anırmasını duyar, acırsın. Halbuki bilmezsin ki eşek, sana eşeklik telkin ediyor.
İsa’ya acı, eşeğe değil.. tabiatı aklına baş etme.
Bırak tabiatını, ağlaya dursun.. sen, ondan al, canın borcunu öde!

1855. Yeter artık yıllarca eşeğe kul oldun. Çünkü eşeğe kul olan , eşeğin ardından gider.
“ Onları artta bırakın” dan murat nefsindir.
Nefis geride, aklın ilerde gerek.
Ama bu aşağılık akıl da eşekle aynı mizaçta. Çünkü bütün fikri onu nasıl elde ederimden ibaret.
İsa’nın eşeği gönül mizacına malik olmuş, akıllar makamında yer tutmuştur.
Çünkü akıl galebe çalmıştı, eşekse zayıftı.Eşek, şişman ve kuvvetli biniciden zayıflar.

1860. Ey eşek değerli; aklının azlığından bu eşek, ejderhalaştı.
Gönlün İsa’dan hastalandıysa yine ondan iyileşir, sıhhat yine ondan gelir, onu bırakma.
Ey nefesi hoş Mesih, cihanda yılansız hazine olmaz.. eziyetlerle nasılsın?
İsa, Yahudileri görünce ne hale gelir; Yusuf, hasetçi kardeşler elinde ne olur?
Sen, gece gündüz bu azgın kavmin ardından koştukça, nasıl olur da gece gibi, gündüz gibi ömre medet bağışlar, yardım edersin?

1865. Ah safra illetine tutulmuş o hünersiz kişilerden! Safradan ne hüner meydana gelir? Ancak baş ağrısı.
Sen, hemen doğu güneşinin yaptığını yap. Bizse nifak hile, hırsızlık ve riya içinde yüzelim!
Sen dünyada da balsın, dinde de.. Bizse sirke. Safraya ancak sirkengübin iyi eder, giderir.
Halbuki biz karın ağrısına tutulmuş olduğumuz halde boyuna sirkeyi artırıp duruyoruz. Sen keremi terk etme de balı artır!
Bizden bu lâyıktı, bunu yaptık. Kum, gözde ancak körlüğü fazlalaştırır.

1870. Fakat ey aziz sürme, senden her değersiz şey, değer bulur, bir şey olur; sana bu lâyıktır.
Bu zâlimlerin ateşinden gönlün kebap olduğu halde daima “ Yarabbi, kavmime hidayet et” diye hitap ediyordun.
Sen, öd ağacı madensin. Seni ateşe atsalar, bu âlem, ıtırla, fesleğen kokusuyla dolar.
Sen o öd ağacı değilsin ki ateşte yansın, eksilip bitsin. Sen o ruh değilsin ki gama esir olsun.
Öd ağacı yanar ama madeni yanmadan uzaktır. Rüzgâr, nurun aslına nasıl hamle edebilir.

1875. Ey göklere saflık veren, ey cefası vefadan daha iyi olan!
Çünkü akıllıdan bir cefa gelse o cefa, cahillerin vefasından daha iyidir.
Peygamber, “ Akıllının düşmanlığı, cahilin sevgisinden yeğdir” dedi.

Bir emîrin,ağzına yılan kaçan birisini incitmesi

Akılı birisi, atına binmiş geliyordu. Uyumakta olan birisinin ağzına da bir yılan kaçmak üzereydi.
Atlı onu görüp adamcağızı kurtarmak, yılanı ürkütüp kaçırmak için koşmaya başladı. fakat fırsat bulamadı.

1880. Aklı, kendisine yardım ettiğinden, pek akılı kişi olduğundan o uyumakta olan adama şiddetlice birkaç topuz vurdu.
O şiddetlice vurulan topuzun acısı, adamı bir ağaç altına kadar kaçırdı.
Oraya bir hayli çürük elma dökülmüştü. Adama “ Ey dertli kişi, bunları ye” dedi.
“ Beyim, ben sana ne yaptım, bana ne kastın var?

1885. Eğer bana hakikaten bir kastın varsa vur kılıcı, birden kanını dök!
Sana çattığım saat ne menhus saatmiş. Ne mutlu senin yüzünü görmeyene!
Dinsizler bile kimseye suçsuz, günahsız, az çok bir şey yapmadan böyle sitem etmezler, bu sitemi caiz saymazlar” diyordu.
Söz söylerken ağzından kan geliyordu “ Yarabbi cezasını sen ver!” diye bağırmakta,
Her an ona kötü söylemekte, lânet etmekteydi. Atlı ise “ bu ovada koş”diye onu dövüyordu.

1890. Adam, topuz acısıyla atlının korkusundan yel gibi koşmağa başladı. Hem koşuyor, hem yüzüstü düşüyordu.
Karnı toktu, uykulu ve gevşemiş bir haldeydi. Ayağında, yüzünde yüz binlerce yara vardı.
Atlı o adamı akşam çağına kadar çekiştirip durdu. Nihayet, adamın safrası kabardı, kusmağa başladı.
İyi, kötü yediklerini kustu. Bu kusma esnasında yılan da içinden dışarı çıktı.
O yılanı görünce kendisine iyilik eden atlıya secde etti.

1895. O kapkara çirkin ve heybetli yılanı görünce bütün dertlerini unuttu.
Dedi ki: “ Sen, bir rahmet Cebrailisin, yahut da velinimet Tanrı’sın
Ne kutlu saatmiş ki beni gördün.Ölüydüm, bana yeni bir can bağışladın.
Sen, beni analar gibi aramaktayken, ben eşekler gibi senden kaçıyordum.
Eşek, sahibinden eşekliği yüzünden kaçar. Halbuki sahibi, iyiliğinden dolayı onun peşine düşer.

1900. Onu, bir fayda elde etmek, bir ziyandan kurtulmak için aramaz. Kurt, yahut yırtıcı bir canavar paralamasın diye arar.
Ne mutlu yüzünü görene, yahut ansızın senin bulunduğun yere ulaşana!
Pak ruh bile seni övmüş.. halbuki ben, sana ne kadar kötü ve saçma şeyler söyledim.
Fakat efendim, padişahlar padişahı sultanım, onları ben söylemedim, bilgisizliğim söyledi.
Bir parçacık olsun bu hali bilseydim, böyle abes sözler söyleyebilir miydim?

1905. Ey iyi huylu, eğer bana bu hali kinaye ile bile olsa çıtlatsaydın seni bir hayli överdim.
Fakat sükut ederek kızgın göründüm. Hiçbir şey söylemeksizin kafama vurmaya başladın.
Başım sersemleşti, aklım gitti. Hele benim bu başım.. zaten aklı da kıt!
Ey yüzü de güzel, işi de güzel adam, affet. Deliliğimden söylediğim sözleri bağışla!..
Atlı “ Eğer ben, bunu biraz çıtlatsaydım derhal yüreğin su kesilir, ödün patlardı.

1910. Yılanı anlatsaydım, korkudan canın çıkıverirdi.
Mustafa “ Canınızdaki düşmanı size, olduğu gibi anlatsam.
Yiğitlerin bile ödü patlar.. ne yol yürümeğe takatları kalır, ne bir işin tasasına düşerler!
Ne kimsenin gönlünde niyaz etmeğe kudret kalır, ne tenin de oruç tutmaya, namaz kılmaya kuvvet” buyurdu.
Bunu duyan, kedi önündeki sıçan gibi yok olur; kurt önündeki kuzu gibi mahvolur..

1915. Ne uyku uyuyabilir, ne yemek yiyebilir. Onun için ben sizi, bunu söylemeden terbiye etmekte, yetiştirmekteyim.
Ebu Bekr-i Rebabi gibi susmakta, Davut gibi demire el vurmaktayım.
Bu suretle de olmayacak şey, benim elimde mümkün olur, bir hale yola girer, kanadı yolunmuş kuşun bile kanadı çıkar.
Çünkü Tanrı’nın eli, insanların ellerinden üstündür. Tek Tanrı da bizim elimize “ Benim elim” demiştir.
Şu halde şüphe yok ki benim kolum uzundur;her yere,her şeye erişir. Ta yedinci kat gökten bile aşar.

1920. Elim gökte bile hünerler göstermiştir. Ey Kuran okuyan “İnşakkal Kamer” âyetini okuyuver!
Bu övüş de akıllar zayıf olduğu içindir. Zayıf olanlara kudreti anlatmaya imkân mı var?
Uykudan başkaldırırsan anlarsın.Bu iş böyledir işte.. doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
Eğer sen içinde ki yılanı bilseydin ne elma yemeğe kuvvetin kalırdı, ne yol yürümeye, ne de kusmağa!
Sen beni sövüyordun, ben de seslenmiyor, fakat atımı sürüyordum. Gizlice de Yarabbi, sen işimi kolaylaştır demekteydim.

1925. Sebebi söylememe izin yoktu, fakat seni kendi haline bırakmaya da kaadir değilim.
Her an gönlümdeki dert yüzünden, Yarabbi, kavmime yolu sen göster, çünkü onlar bilmiyorlar, demekteydim” dedi.
Derdinden kurtulan adam, secdeler etmekte “ Ey bana saadet, ikbal ve hazine olan!
Ey yüce kişi! Tanrı’dan hayırlar bul! Bu zayıfın sana şükretmeye kudreti yok.
Mükâfatını Tanrı versin. Ağzım, dilim, sana şükretmekte âciz” demekteydi.

1930. İşte akıların düşmanlığı bu çeşittir. Onların zehirleri bile cana neşe verir.
Ahmağın dostluğu ise eziyettir, sapıklıktır. Misal olarak birde hikâyeyi dinle:

Bir adamın, ayının vefakârlığına güvenmesi

Bir ejderha bir ayıyı yakalamıştı. Yiğidin biri, giderken ayının bağırmasını duydu.
Âlemde düşkünlere yardımcı erler vardır. Onlar, mazlumlar feryat ettiler mi derhal yetişirler.
Mazlumların seslerini her yerden işitirler, Hak rahmeti gibi o tarafa koşarlar.

1935. Âlemin sarsıntılarına, yıkıntılarına direk, destek olan.. gizli dertlerin tabibi bulunan o erler;
Muhabbetin, adaletin, rahmetin ta kendisidirler.Onlar, Hak gibi illetsiz, rüşvetsiz kişilerdir.
Onlardan birine “ Can ve gönülden ettiğin bu yardım için, neden yardım ediyorsun?” denilse ancak “ yardım isteyenin gamından, çaresizliğinden” der.
Erin avı merhamettir. İlaç, âlemde dertten başka bir şey aramaz.
Nerede bir dert varsa, deva oraya gider. Su, neresi alçaksa, oraya akar.

1940. Sana da rahmet suyu gerekse yürü, alçal da sonra rahmet suyunu iç, sarhoş ol.
Ta başa kadar rahmet içinde rahmet var. Oğul, bir tek rahmete dalma, bir tek rahmete kani olma.
Ey yiğit, gökyüzünü ayak altına al, feleğin üstünden nağme seslerini duy!
Kulağından vesveseler pamuğunu çıkar ki, kâinat’ın cuş’u huruşunu duyasın.
Gözlerini ayıp kılından arıt ta gayp bağını,gayp  selviliğini gör.

1945. Burnundan, beyninden nezleyi gider de Tanrı kokusu burnuna gelsin.
Sıtmadan, safradan hiçbir eser bırakma da âlemden şeker lezzetini bul.
Sen yüz türlü güzel yüzlü evlât olması için erlik ilâcını kullan, erlikten kesilmiş olarak koşup tozma.
Can ayağından ten bukağısını çıkar da meclis etrafında dönüp dolaşsın.
Hasislik zincirini elinden, boynundan at, eski felekte yeni bir baht bul.

1950. Lütuf  Kâbesine uçmaya kanadın yoksa çare bulana arz et.
Ağlayıp inleme kuvvetli bir sermayedir; külli rahmet, pek güçlü bir dadıdır.
Dadı ve ana, çocuk ne vakit ağlayacak diye bahaneler ararlar.
Tanrı da sizin hacet çocuklarınızı, ağlasın da süt meydana gelsin diye yarattı;
“Tanrı’yı çağırın” dedi; ağlayıp inlemeyi bırakma ki Tanrı’nın merhamet sütleri coşsun.

1955. Rüzgârın sesi de bizim gamımızı teskin etmek içindir, bulutun süt yağdırması da. Hele bir an sabret.
“ Rızkınız gökyüzündedir” âyetini duymadın mı? Neden bu aşağılık yere saplanıp kaldın?
Korkunu, ümitsizliğini gul sesleri bil. Onlar, seni aşağılıkların ta dibine kadar çekerler.
Seni yücelere çeken her ses, bil ki yücelerden gelmektedir.
Sana hırs veren her sesi de adamları paralayan bir kurt sesi bil.

1960. Bu yücelik, mekân bakımından değildir.. bu yücelikler, akıl ve can yücelikleridir.
Her sebep eserinden yücedir.Çakmak, kıvılcımdan üstündür.
Birisi, azametli birinin alt yanına otursa bile hakikatte üst tarafına oturmuş sayılır.
Çünkü orasının üstünlüğü şeref bakımındandır. Baş köşeden uzak olan yer, alçaktır.
Kıvılcım çıkarmak için taş ve demir gerek. Bunların varlığına lüzum olduğundan bu ikisi, kıvılcımdan üstün sayılabilirse de.

1965. Çakmaktan maksat  taş ve demirden meydana gelen kıvılcım olduğundan, kıvılcım onlardan çok ileridedir.
Taş ve demir evvel, kıvılcım sonra. Fakat bu ikisi ten, kıvılcım can.
Kıvılcım, zaman itibariyle çakmaktan sonra ise de değeri bakımından ondan üstündür.
Zaman bakımından dal, meyveden öncedir, fakat hüner bakımından daldan üstün.
Çünkü ağaçtan maksat meyvedir; şu halde meyve evveldir, ağaç sonra gelir.

1970. Ayı, ejderhadan feryat edince o er, ayıyı onun pençesinden kurtardı.
Hile ile babayiğitlik birleşti, er de ejderhayı bu kuvvetle alt edip öldürdü.
Ejderhanın gücü vardır ama hilesi yoktur. Senin hilen var ama hilenden üstün hile de var!
Hile ve tedbirini görünce yürü, o hile, o tedbir nereden geldi? O başlangıç tarafına dön, o tarafa yönel.
Aşağılık âlemde bulunan her şey yücelikten gelmiştir. Haydi var, gözünü yüceliklere dik.

1975. Yücelere bakmak, önce gözü alır, kamaştırır ama sonra bakışa bir aydınlık bağışlar.
Gözünü aydınlığa alıştır.Yok.. eğer yarasaysan karanlıklara baka dur!
Âkıbeti görme, nurunun nişanesidir, bu şehvete düşmense senin mezarın.
Yüz türlü oyun görüp, yüz türlü tecrübe geçirip âkıbeti gören kişi, bir tek oyun görene benzemez.
Bir oyun gören, o tek oyuna öyle mağrur oldu ki ululanması yüzünden üstatlardan uzak kaldı.

1980. Sâmirî gibi.. o, kendisinde bir hüner görünce ululanıp Musa’dan baş çekti.
Halbuki o, hünerini Musa’dan öğrenmişti. Öyle olduğu halde öğretmeninden gözünü yumdu.
Hulâsa Musa da başka bir oyun etti ; onun oyununu kapıverdi, kendisini de!
Başta dönüp dolaşan nice hünerler, nice bilgiler vardır ki insan onlarla baş oluncaya kadar, baş elden gider!
Başının gitmemesini istersen ayak ol, rey ve tedbir sahibi Kutb’a sığın!

1985. Şah bile olsan kendini ondan üstün görme.Bal bile olsan onun otundan başka bir şey devşirme.
Senin fikrin surettir, onun ki can . Senin paran kalptir, onunki maden.
O, sensin. Kendini onda ara. “Kû, Kû- Nerede, nerede?” diye onun civarında bir üveyik ol!
Sefa ehline hizmet etmek istemezsen ejderha ağzına düşen ayıya benzersin.
Belki bir üstat seni kurtarır, tehlikelerden çekip çıkarır.

1990. Madem ki gücün kuvvetin yok.. ağlayıp inle! Madem ki körsün.. yol görenden baş çekme!
Ayıdan daha aşağı mısın ki derdinden ağlayıp inlemiyorsun.? Ayı feryat ettiği için dertten kurtuldu.
Ey Tanrı, bizim taş yüreğimizi mum gibi yumuşat; kerem et de feryadımıza acı!

Kör bir dilencinin “Bende iki körlük var” demesi

Bir kör vardı, derdi ki: “Ey zamane ehli, elâman.. benim iki körlüğüm var.
Şu halde bana iki kat acıyın. Çünkü iki kat körüm, bu iki körlüğe birden müptelâyım”

1995. Birisi “ Bir körlüğünü görüyoruz. Öbür körlüğün nedir? Göster” dedi.
Kör dedi ki; “ Sesim çirkin, avazım bed. Ses çirkinliği ve körlük iki kat körlüktür.
Çirkin sesim halka keder vermekte. Halkın acıması, sesim yüzünden azalmakta.
Kötü sesim nereye varırsa hiddet, gam ve kin meydana gelmekte.
İki körlüğe siz de iki kat acıyın. Böyle hiçbir yere sığmayan kişiyi gönlünüze sığdırın, hoş görün”

2000. Bu şikâyet, bu sızlanma yüzünden sesinin çirkinliği kalmadı. Halkın hepsi ona acımaya başladı.
Sırrını söyleyince gönlünün güzel sesi, sesini güzelleştirdi, sesindeki çirkinlik gitti.
Fakat birisinin gönül sesi de çirkin olursa o adamda üç ebedî körlük vardır.
Fakat sebepsiz illetsiz hacetleri reva edenler, olabilir ki onun çirkin başına bir el korlar.
O dilencinin sesi hoş ve acınacak hale gelince taş yüreklilerin yüreği bile muma döndü.

2005. Kâfirin sesi çirkin olduğundan icabete eş olamaz.
“ Susun” emri, kötü ses hakkındadır. Çünkü o ses, halkın kanından köpek gibi sarhoş olmuştur.
Ayının feryadı bile acındıracak bir ses olur da senin feryadın olmazsa bu çok kötü bir şeydir!
Bil ki sen Yusuf’a kurtluk etmişsin, yahut bir suçsuzun kanını içmişsin.
Tövbe et içtiğini kus.. Eğer yara eskidiyse yürü, dağla!

Ayıyla,onun vefakârlığına güvenen ahmağın hikâyesi

1210. Ayı, ejderhadan kurtulup o babayiğit erden o keremi görünce,
Eshâb- Kehf’in köpeği gibi onun peşine takıldı.
O Müslüman, hastalanıp yastığa baş koyunca da ayı, ona bağlanmış, gönül vermiş olduğundan bırakmadı, başın da beklemeye başladı.
Birisi oradan geçerken “ Halin nasıl? Kardeş, bu ayıyla ne işin var” dedi.
Er, ejderha hikâyesini nakletti. O adam “ Ayıya güvenme be ahmak.

2015. Ahmağın dostluğu düşmanlıktan beterdir. Ne suretle olursa olsun sürülmesi gerek” dedi.
Er dedi ki; “Vallahi bunu hasedinden söyledin, yoksa sen ayıya ne bakıyorsun, sevgilisini gör!”
Adam, “ Ahmakların sevgisi aldatıcı bir sevgidir, benim bu hasedim, onun sevgisinden iyidir.
Be adam, gel benimle bir ol da o ayıyı sür, defet.Hemcinsini bırakıp ayıya güvenme” dediyse de
Er, “Git, git hasetçi herif, kendi işine bak” dedi. Adam “İşim buydu ama sana nasip değil.

2020. Yüce kişi ben bir ayıdan daha aşağı değilim ya. Onu bırak da eşin dostun ben olayım.
Başına bir şey gelecek diye yüreğim titriyor. Böyle bir ayı ile ormanlığa gitme.
Yüreğim asla olmayacak şeyden titremedi. Bu seziş Tanrı nurundandır, saçma değil.
Ben müminim “ Mümin Tanrı nuruyla bakar” sırrına mazharım. Kendine gel, kendine! Bu ateşgedeyi bırak!” dedi.
Bu sözler, erin kulağına girmedi. Suizan adama kuvvetli bir settir.

2025. Ayının elini tuttu, adamın elini bıraktı. Adam da “ Senin aklın başında değil, gidiyorum” dedi.
Er dedi ki: “ Git benim kaydıma kalma. Boş boğaz herif, o derece bilirlikten dem vurup durma”
Adam tekrar “ Ben senin düşmanın değilim. Peşimden gelirsen kendine lütfetmiş olursun” dedi.
Er “ Uykum geldi. Bırak beni işine git”dedi. Adam “ Yahu, ne olur bir dosta uy da,
Akıllı birisinin himayesinde, gönül sahibi bir dostun civarında uyu” dedi.

2030. Babayiğit, o adamın ısrarından hayallenip kızıverdi, yüzünü çevirip,
“ Bu galiba bir katil, bana kastetmeye geldi; yahut bir şey umuyor, dilenci ve külhani herifin biri!
Yahut da beni bu ayıyla korkutma hususunda evvelce dostlarıyla bahse girişmiş olmalı” dedi.
İçinin kötülüğünden hatırına iyi bir şey gelmedi.
Bütün hüsnü zannı ayıyaydı. Sanki ayıyla aynı cinstendi!

2035. Bir köpek uğruna bir akılıyı itham etti, ayıyı muhabbet ve merhamet sahibi bir dost bildi!

Musa Aleyhisselâm’ın öküze tapana “Nerde düşüncen,nerde ihtiyatın,tedbirin?” demesi

Musa bir hayal sarhoşuna dedi ki: “ Ey kötülükten, sapıklıktan fena düşüncelere saplanmış kişi,
Benden bunca bürhan görmene ne benim bu derece güzel huyuma rağmen, peygamber olup olmadığıma dair yüzlerce şüphen vardı.
Benden yüz binlerce mucize gördüğün halde hayalin yüz kat artmakta, o derece şüpheye,zanna düşmekteydin.
Hayalden, vesveseden daraldın, Peygamberliğime ta’nedip durmaya başladın.

2040. Seni Firavuna uyanların şerrinden kurtarmak için denizden apaçık toz kopardım.
Gökten kırk yıl kâselerle yemek geldi, duam bereketiyle taştan ırmak coştu.
Bu ve buna benzer nice yüzlerce mucize, senin vehmini azaltmadı, eksiltmedi.
Fakat sihirli bir buzağı ses verdi.Tanrım sensin diye derhal secde ettin.
O vehimlerini Nil götürdü, o soğuk anlayışın uykuya daldı.

2045. Onun hakkında da niye kötü bir zanna düşmedin? Ey kötü suratlı, onun önüne nasıl baş koydun?
Niçin onun hilesinden şüphelenmedin, onun ahmakları aldatan sihrinden niye işkillenmedin?
Be aşağılık kişiler, Sâmirî kim oluyor ki âlemde bir Tanrı düzüp koşsun.
Onun bu hilesine nasıl oldu da kapıldın, nasıl oldu da ona uydun, onunla aynı fikirde bulundun?Nasıl oldu da bütün şüpheleri attın,kurtuldun?
Sence öküz, bir lâfla Tanrılığa lâyık oluyor da sonra benim peygamberliğimde şüpheye düşüyorsun ha?

2050. Bir öküze eşeklikten secde ettin, aklın Sâmirînin sihrine av oldu.
Ululuk sahibi Tanrı’nın nurundan göz yumdun. İşte sana adamakıllı bilgisizlik, işte sana sapıklığın ta kendisi!
Yuf olsun sendeki akla, irfana. Senin gibi bilgisizlik madenini öldürmek gerek.
Altından yapılan öküz ses verdi de ne dedi ki, ahmaklar ona bu derece rağbet ettiler?
Ben size daha ziyade şaşılacak pek çok şeyler gösterdim. Fakat aşağılık kişiler, nasıl olur da hakkı kabul ederler?

2055. Bâtılları ne cezbedebilir? Ancak bâtıl! Tembellere ne hoş gelir tembellik!
Çünkü her cins, kendi cinsini çeker. Öküz nasıl olur da erkek aslana yüz tutar?
Kurt neden Yusuf’a âşık olacak? Ancak hile ile onu sever görünür, sonra da onu parçalayıp yer.
Fakat kurt, kurtluktan kurtulursa Yusuf’a mahrem olur.Eshab-ı Kehf’in köpeğin gibi âdemoğullarından sayılır.
Ebubekir, Muhammet’ den bir koku alınca “Bu yüz yalancı yüzü değil” dedi.

2060. Fakat Ebu cehil, dert sahiplerinden olmadığı için yüzlerce Şakkı Kamer gördü de yine inanmadı.
Leğeni damdan düşen, şöhreti âleme yayılan dertliden Hakk’ı gizledik, fakat gizlenmedi gitti.
Cahil olan ve Tanrı derdinden uzak bulunan kişiye de hakikat sırlarını nice defalar gösterdiler de o görmedi.
Gönül aynası sâf olmalı ki orada çirkin suratı güzel surattan ayırt edebilsin”

Nasihatçının,ayıya kapılan kimseyi,bir çok nasihat verdikten sonra terketmesi

O Müslüman, kızarak ve içinden “ Lâ havle” diyerek ahmağı bırakıp gitti.

2065. “ Benim ona ciddiyetle nasihat vermemden, üstüne düşmemden, gönlündeki hayaller attı, büsbütün vehimlendi.
Demek ki nasihat yolu kapandı” dedi. “ Fa’rıd anhum” emrine bağlandı.
Verdiğin ilâç derdi arttırırsa sen de sözü isteyene söylet. Abese suresini okusana.
Tanrı “ Kör, Hakk’ı diliyorsa onun yoksulluğu yüzünden gönlünü kırmak yaraşmaz.
Sen, halk, ulularından öğrensin diye uluları irşat etmek istiyorsun ama,

2070. Ey Ahmet, büyüklerin bir kısmı seni dinlemeye koyulunca hoşlandın,belki,
Bu ulular, dine güzelce yardımcı olurlar, bunlar Arab’a Habeş’e reistir.
Bunların yüzünden İslam dininin şöhreti Basra’yı Tebük’ü aşar. Çünkü halk, padişahlarının dinindendir.
Diye düşündün, bu yüzden de hidayet isteyen körden yüz çevirdin, onun sohbetinden sıkıldın.
“ Bunlar her vakit ele geçmez. Sen dostlarımızdansın, vaktin de geniş.

2075. Bu dar vakitte işime mâni olma.Bunu sana darılarak, kızarak söylemiyorum, nasihat yollu söylüyorum” dedin.
Fakat Ey Ahmet , Tanrı indinde bu bir tek kör, yüzlerce Kayserden, yüzlerce vezirden yeğdir.
İnsanlar madenlerdir, sözünü hatırına getir. Öyle maden olur ki yüz binlerce madenden daha değerlidir.
Gizli kalmış lâl ve akik madeni, yüz binlerce bakır madeninden değerlidir.
Ey Ahmet, burada malın faydası yok.Aşkla, dertle, dumanla dolu gönül lâzım.

2080. Gönlü aydın kör gelince kapıyı kapama. Ona nasihat ver, nasihat onun hakkıdır.
İki üç ahmak seni inkâr etse neden acılaşırsın, sen zaten şeker madenisin.
İki üç ahmak seni itham etse bile Hak, sana tanıklık eder” dedi.
( Muhammed dedi ki:) “ Âlemin ikrarından fariğim. Birisine Tanrı tanık olursa gayrı ona ne gam!
Yarasa, güneşi göremez.Görüyorum dese bile gördüğü güneş değildir.

2085. Yarasaların nefretinden de anlaşılıyor ki ben ulu Tanrı’nın parlak bir güneşiyim.
Bir gül suyuna bokböcekleri rağbet etseler bu, onun gül olmadığına delâlet eder.
Kalp akça mihenk istese, mihengin mihenk oluşunda şüphe hâsıl olur.
Bil ki hırsız geceyi ister, gündüzü değil.Ben gece değilim, cihanda parıldayan gündüzüm.
Bey ayırıcıyım. Benden bir saman çöpü bile geçmesin diye kalbur gibi her şeyi eler, ayırt ederim.

2090. Bunların nakışlardan, suretlerden ibaret olduğunu, onlarınsa can bulunduğunu göstermek üzere unu, kepekten ayırırım.
Ben, dünyada Tanrı terazisiyim.Hafif olan her şeyi ağırdan tefrik eder, gösteririm.
Öküz, elbette bir buzağıyı Tanrı tanır. Eşek müşteri olup bir şey alsa, elbette ham kavun alır.
Ben öküz değilim ki, beni buzağı satın alsın. Ben, diken değilim ki beni deve yesin!
O, bana cevrettim sanır, halbuki hakikatte âdeta aynamı siler, cilâlar.”

Bir delinin Calinus’a yaltaklanması,Calinus’un  bundan korkması

2095. Calinus, eshabına “ Bana filân ilâcı verin” dedi.
İçlerinden birisi dedi ki: “ Ey her fenni bilen üstat, bu ilâcı delilik için verirler.
Delilikse, senin aklından uzak. Bu sözü bir daha söyleme!” Calinus, “ Bana bir deli baktı.
Bir müddet güzelce yüzümü seyretti. Bana göz kırptı; sonra yenimi yakamı yırttı.
Eğer benim, onunla bir münasebetim olmasaydı o çirkin suratlı nasıl olur da bana yüz çevirirdi?

2100. Eğer bende kendisiyle bir cinsiyet, bir münasebet görmeseydi nasıl olur da bana gelip çatardı? Nasıl olur da kendi cinsinden olmayana musallat olurdu?

CİLT 2  (2101 – 2800 Beyitler)

İki kişi birbiriyle uzlaştı, birbirine sataştı mı, hiç şüphe yok, aralarında bir kadr-i müşterek vardır.
Kuş ancak kendi cinsinden olan kuşlarla uçar. Kendi cinsinden olmayanla sohbet âdeta mezara girmedir” diye cevap verdi.

Bir kuşun kendi cinsinden olmayan bir kuşla uçup yayılmasındaki sebep

   Bir hakîm dedi ki: “ Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraberce koşup uçmakta olduğunu gördüm.
Hayret ettim, bakalım aralarındaki kadr-i müştereke ait emare bulabilir miyim, diye hallerini araştırmaya koyuldum.

2105. Hayretle yanlarına yaklaşınca gördüm ki ikisi de topal!”
Hele Arşa mensup bir doğanla ferşin malı olan bir yarasa nasıl olur da beraber bulunur?
Biri İlliyîn’in güneşi, öbürü Siccîn’in yarasası.
Biri her ayıptan arınmış tertemiz bir nur, öbürü her kapının dilencisi bir kör.
Biri Pervin burcuna ziya veren bir ay , öbürü fışkıda debelenen bir kurt.

2110. Biri Yusuf yüzlü, İsa nefesli.. öbürü bir kurt, yahut çıngıraklı bir eşek.
Biri Lâmekân âleminde uçmakta.. öbürü köpekler gibi samanlıkta kalakalmış!
Gül, hâl diliyle bokböceğine şu sözleri söyleyip durmaktadır: “ Ey koltuğu kokmuş,
Gül bahçesinden kaçıyorsun ama bu nefretin gülistanın kemaline delâlet eder.
Benim gayretim, senin başına dikilmiş bir yasakçıdır.Ey bayağı mahlûk, buradan uzak ol.” Gül bokböceğine şöyle bağırmaktadır:

2115. “ Ey aşağılık mahlûk, sen benimle ihtilât edersen benim madenimdesin diye bir şüphe hasıl olabilir.
Bülbüllere çayır, çimen yaraşır. Bokböceğine vatan da pisliktir.
Tanrı, beni pislikten murdarlıktan arıttı. Başıma bir murdarı dikmesi lâyık mıdır?
Benim de bir damarım onlardandı, fakat Tanrı o damarı kesip attı.Artık o kötü damar bana nasıl hükmedebilir?
Âdem’in bir nişanı ezelde şuydu: Melekler, ona secdeye lâyık olduğu için baş indirdiler, secde ettiler.

2120. Başka bir nişanı da İblis’in “Şah ve ulu benim” diye baş indirmemesiydi.
Fakat İblis de Âdem’e secde etmiş olsaydı Âdem , Âdem olmazdı, başka birisi olurdu.
Her meleğin ona secde etmesi, Âdem’in Âdemliğine delil olduğu gibi o düşmanın, İblis’in inadı da bir delildir.
Meleğin ikrarı, ona bir şahit olduğu gibi o köpeğin inkârı da bir şahittir”

O aldanmış kişinin,ayının vefasına güvenmesi

   Adam uyudu, ayı sinek kovalamaktaydı. Sinek, kovulunca kalktı, fakat inadına gene kalktığı yere gelip kondu.

2125. Ayı, o gencin yüzünden kaç kere sineği kovdu. Fakat sinek gene derhal kalktığı yere gelip konmaktaydı.
Ayı, sineğe kızıp, gitti dağdan kocaman bir taş yakalayıp getirdi.
Sineğin gene uyuyan adamın suratına konmuş olduğunu görünce,
O koca değirmen taşını alıp, sineği ezmek için adamın suratına fırlattı.
Taş, uyuyan adamın suratını paramparça etti. Bu mesele de bütün âleme yayıldı;

2130. Aptalın sevgisi şüphesiz ayının sevgidir. Kini sevgidir, sevgisi kin.
Ahdi gevşek, zayıf ve bozuk.. sözü büyük, vefası artık.
Ant içse bile inanma. Eğri sözlü adam andını da bozar.
Madem ki yeminsiz sözü yalan. Hilesine yeminine de inanma.
Onun nefsi beydir, aklı esir.. farz et ki yüz binlerce defa Mushaf’a yemin etmiş olsun!

2135. Mademki yeminsiz ahdi bozuyor, yemin etse onu da bozar.
Çünkü nefsi, ağır yeminle bağlanan nefis, bundan daha ziyade daralır, perişan olur.
Bu, bir esirin hâkimi bağlanmasına benzer. Hâkim o bağı koparır,o bağdan kurtulur.
Kızgınlıkla o bağı, kölesinin kafasına fırlatıp atar.Nefis de o yemini, kendisine esir olan adamın suratına vurur.
Sen onun “Ahitlerinize vefa edin” hükmünden el yıka. “ Yeminlerinizi koruyun, ahitlerinizde durun” hükmünü ona söyleme.

2140. Kiminle ahdettiğini bilen tenini iplik haline kor, o ahdin etrafında dolanır, o ahdi örer durur.

Mustafa Aleyhisselâm’ın bir hasta sahabenin hatırını sormaya gitmesi,hasta halini,hatırını sormasının faydası

Sahabeden biri hastalandı, o hastalık yüzünden zayıfladı, iplik gibi inceldi.
Mustafa halini, hatırını sormaya geldi. Çünkü Peygamber’in huyu tamamıyla lütuf ve keremden ibaretti.
Hastanın halini, hatırını sormaya gitmekte fayda vardır. Faydası da gene sanadır.
Birinci faydası şudur; O hasta adam, bir kutup, bir ulu şah olabilir.

2145. Mademki inatçı adam, gönlünün iki gözü de yok, odunu ödağacından ayırt edemezsin.
Âlemde hazineler var. Beyhude üzülme, yorulma. Yalnız hiçbir viraneyi de definesiz bilme.
Her dervişe ne olur, ne olmaz diye mülâzemette bulunadır, bir nişane buldun mu da artık onun etrafında adamakıllı dön, dolaş!
Mademki sende o can gözü yok, her vücutta define var san!
Kutup olmasa bile belki bir yol dostudur, padişah değilse bile bir atlı askerdir.

2150. Kim olursa olsun, ister yaya, ister atlı.. yol dostlarıyla buluşmayı, onların halini sormayı, hatırlarını ele almayı lâzım bil.
Hattâ o adam, düşman bile olsa yine ihsan iyidir. Çünkü ihsan yüzünden düşman bile adama dost olur. ;
Dost olmasa bile hiç olmazsa kini azalır. Çünkü ihsanda bulunmak, kine âdeta merhemdir.
Bundan başka daha nice faydaları var ama ey iyi adam, sözü uzatmadan korkuyorum.
Sözün hülâsası şu: Topluluğa dost ol. Hattâ bir dost bulamazsan put yapan Amad gibi taştan bir dost yont, onu sev!

2155. Zira kalabalık ve kervan halkının çokluğu yol vurucuların belini kırar, onları kahreder.

Ulu Tanrı’nın Musa Aleyhisselâm’a “Niçin
hastalığımda benim halimi,hatırımı sormağa
gelmedin?” diye vahyetmesi

Tanrı’dan Musa’ya şu hitap geldi: “Ey koltuğundan ayın doğduğunu gören!
Seni Tanrı’lık nurunun doğusu haline getirdiğim halde ben ki Tanrı’yım, hastalandım da niçin halimi hatırımı sormaya gelmedin?”
Musa, “ Tanrı” sen kusurdan münezzehsin. Bu ne remizdir, Yarabbi, bunu bildir” dedi.
Bunun üzerine Tanrı, yine “ Hastalığımda kerem edip niçin halimi sormadın?” buyurdu.

2160. Musa, “ Yarabbi, senin bir noksanın olamaz. Aklım şaştı, bu sözün hakikatını anlat” dedi.
Tanrı, “ Evet, has ve seçilmiş bir kulun hastalanmıştı. İyice bir bak hele.. o, benim.
Onun özür serdetmesi benim özür serdetmemdir. Onun hastalığı benim hastalığımdır” buyurdu.
Tanrı ile oturup kalkmak isteyen kişi veliler huzurunda otursun.
Velilerin huzurundan kesilirsen helâk oldun gitti. Çünkü sen küllü olmayan bir cüzüsün.

2165. Şeytan, birisini kerem sahiplerinden ayırırsa onu kimsiz, kimsesiz bir hale kor, o halde de bulunca başını yer, mahvedip gider.
Topluluktan bir an bile ayrılmak bil ki Şeytan’ın hilesinden ibarettir.

Bağcının,sofi,fakîh ve alevîyi birbirinden
ayırıp yalnız bırakması

Bir bahçıvan , bahçesine üç tane hırsızın girdiğini gördü.
Bu üç kişinin birisi bir fakîh,birisi bir  şerif, bir tanesi de bir sofi idi. Üçü de hafif meşrep ve vefasız kimselerdi.
Bahçıvan, kendi kendine “Bunlara karşı söyleyeceğim nice sözler, bunları ilzam için getireceğim yüzlerce deliller var. Fakat bunlar, bir topluluk. Topluluksa kuvvettir,

2170. Tek başıma bu üç kişinin hakkından gelemem, Önce onları birbirinden ayırmak lâzım.
Her birisini, öbüründen ayırayım. Ondan sonra birer ,birer saçlarını, sakallarını yolarım” dedi.
Hile edip arkadaşlarıyla arasını açmak üzere önce  sofiyi yola vurdu.
Sofi gidince öbür iki arkadaşıyla yalnız kaldı.
Sofiye “ Eve git, bu arkadaşlar için bir kilim getir” dedi.
Fakîhe “ Sen fakîhsin, bu da ünlü bir şerif.

2175. Biz, senin fetvanla ekmek yemekte, senin bilgi kanadında uçmaktayız.
Bu da bizim şehzademiz, sultanımız. Seyit ve Mustafa’nın soyundan, sopundan.
Bu pisboğaz, bu hasis sofi kim oluyor ki sizin gibi padişahlarla düşüp kalkıyor.
Gelince onu savın gitsin. Siz de tam bir hafta benim bahçemde, çayır çimenliğimde kalın.
Hatta bağ da nedir ki? Canim bile sizin.Siz benim sağ gözüm mesabesindesiniz” dedi.

2180. Onları vesveselendirip kandırdı. Ah, arkadaştan ayrılmamak gerek.
Sofi gelince onu savdılar. Bu sefer bahçıvan, koca bir sopayla ardından seğirtti.
Dedi ki : “ Ey köpek sofi, demek sen cüret edip benim bağıma giriyorsun ha!
Sana bu hususta Cüneyt mi yol gösterdi, Bayezid mi? Bu sana hangi şeyhin, hangi pirinden kaldı?
Sofiyi yalnız bulunca bir iyice dövdü, âdeta yarı canlı bir hale koydu, başını yardı.

2185. Sofi “ benim nöbetim geçti.Fakat arkadaşlar, bir iyice sıranızı gözetin.
Beni ağyar bildiniz. Fakat bilin ki bu kaltabandan daha ağyar değilim.
Benim yediğimi siz de yiyeceksiniz. Bu çeşit şerbet, her aşağılık kişiye lâyıktır.
Bu âlem dağdır, senin sözlerin, yine ses vererek sana gelir” dedi.
Bahçıvan sofiden kurtulunca yine o çeşit bir bahane kurdu.

2190. Şerife “ Ey şerif, eve git de kuşluk öğünü için, yufka ekmeği pişirmiştim,
Evin kapısını vur.Kaymaz’a söyle, o yufka ekmeğiyle kazı getirsin” dedi.
Şerif gidince, fakîhe dedi ki: “ Ey işi yerinde, güneş görmüş her şeyi anlar bilir adam, den fakihsin, bu meydanda.
O şerif, mânasız bir iddiada bulunuyor. Anasının ne iş ettiğini kim bilir ki?
Karıya ve karı işine gönül bağlıyor, hem kadınlar nâkıs akıllıdır diyor, hem de onlara itimat edemiyorsunuz.

2195. Zamanede nice ahmaklar, Ali’ye Peygambere nispet iddia ederler.”
Zinadan ve zina edicilerden olan herkes, Tanrı mensupları için işte bu zanda bulunur.
Dönen ve bu yüzden başı dönmüş olan kişi elbette evi de kendisi gibi döner görür.
O edepsiz bahçıvanın söylediği sözler, kendi haliydi. Evlâdı Resulden o işler, uzaktır.
O bahçıvan mürtetlerin dölü olmasaydı Peygamber hanedanı hakkında böyle söyler miydi?

2200. Afsunlar  okudu, fakîh de bunları dinledi. Bunun üzerine o sitemkâr fakîh şerifin ardından gidip,
“ Ey eşek, bu bağa seni kim davet etti? Hırsızlık sana Peygamberden mi miras kaldı?
Aslan yavrusu, aslana benzer, sen söyle bakayım, Peygambere ne yüzden benziyorsun?” dedi.
O zâlim herif, şerife, Haricî  Âl-i Yâsîn’e ne yaparsa onu yaptı.
Hattâ şeytan ve gul, Âl-i Resul’e Yezid ve Şimir gibi  nasıl kin tutarlarsa o da öyle kin tuttu, öcünü aldı .

2205. Şerif, o zâlimin zulmünden harap oldu, fakîhe “ Ben sudan çıktım.
Ayağını tetik bas, şimdi yapayalnız kaldın. Davula benze, boyuna karnına tokmak ye!
Şerifliğimi bir tarafa bırak. Hattâ tut ki arkadaşlığa da lâyık değilim, fakat sana karşı bu çeşit bir zâlimden de aşağı değilim ya” dedi.
Bahçıvan ondan da kurtulup fakîhe geldi ve dedi ki: “ Ey fakîh! Ne fakîhi, ey her sefih kişinin bile arlandığı herif!
Ey eli kesilecise, bağlara gir de, caiz midir? Emir var mı bile deme. Fetvan bu mu senin?

2210. Böyle bir ruhsatı Vasît’temi okudun? Yoksa bu mesele Muhit’te mi var?”
Fakîh “ Vur, vur, hakkın var. Fırsat ele geçti. Dostlardan ayrılanın lâyığı budur” dedi.

Hastanın ve Peygamber Sallâllahü Aleyhi Ve Sellem’in hasta sahabeyi dolaşıp hatırını sorması hikâyesine dönüş

Hastanın hatırını soruş, dostluğu, birliği temin etmek içindir. Bu birlik, bu dostluk da yüz türlü sevgi doğurur.
Naziri olmayan Peygamber, hastayı dolaşmaya, hatırını sormaya gidince o sahabeyi ölüm halinde gördü.
Velilerin huzurundan uzaklaşırsan hakikatte Tanrı’dan uzaklaşırsın.

2215. Yoldaşlardan ayrılmanın sonu bile gam olursa padişahlardan ayrılık nasıl olur da ondan daha aşağı olur.
Her an durma, padişahların gölgesini ara bul ki o gölgede güneşten de iyi bir hale gelesin.
Sefere çıkarsan bu niyetle çık, oturuyorsan yine bundan gafil olma!

Bir şeyhin Ebu Yezid’e “Kâbe benim,benim etrafımda tavaf et” demesi

Ümmet Şeyhi Bayezid, hac ve umre için yola düşmüş, Mekke’ye doğru koşa, koşa gidiyordu.
Hangi şehre varıyorsa önce o şehirdeki azizleri arıyor,

2220. Bu şehirde basiret sahibi, gönül gözü açık kim var diye dolaşıp araştırıyordu.
Tanrı, “ Sefer esnasında nereye varırsan önce bir er araman gerek” dedi.
Hazine elde etmeye çalış, çünkü kâr, zarar, işin ardından gelir, sen bunları feri bil.
Biri buğday elde etmek için ekin ekerse sonunda saman da elde eder.
Fakat saman ekersen buğday elde edemezsin ki. İnsanların gözbebeği olan insanı ara, insanların gözbebeği olan insanı, insanların gözbebeğini!

2225. Hac zamanı gelince Kâbe’yi ziyaret etmeye niyetlen. Oraya vardın mı Mekke’yi de görürsün.
Miraçtan maksat dostu görmekti. Bu arada Arş da görüldü,melekler de.

Hikâye

Yeni bir mürit günün birinde bir ev yaptırdı. Pir gelip evini gördü.
Şeyh, o yeni müridini, o iyi düşünceli kişiyi imtihan etmek maksadıyla dedi ki:
“ Yoldaş, eve niçin pencere açtın?” O da şöyle cevap verdi: “ Işık gelsin diye”

2230. Şeyh “ O feridir. Şunu niyaz etmek gerek: Bu pencereden ezanı duyasın” dedi.
Bayezid, seferde vaktin Hızır’ı olan kişiyi bulmak için uğraşmakta, böyle bir er araştırmaktaydı.
Vücudu hilâl gibi incelmiş bir pir gördü; onda erlerin halini, kalini buldu.
Pirin gözü görmüyordu, fakat gönlü güneş gibiydi. Âdeta rüyasında Hindistan’ı görmüş bir file benziyordu
Gözünü yummuş, uyumakta.. fakat yüzlerce zevk ve neşe âlemi görmekte.Gözünü açarsa nasıl olurda görmez? Şaşılacak şey!

2235. Rüya deyince şaşılacak şeyler açığa çıkar. Gönül uykuda pencere kesilir.
Uyanık olduğu halde güzel rüya gören âriftir.Sen onun bastığı toprağı gözüne sürme gibi çek.
Bayezid o pirin huzuruna varıp oturdu, halini sordu ; onun hem fakir, hem de aile efradı çok olduğunu anladı.
Pir, “ Ey bayezid nereye gidiyorsun gurbet pılı pırtısını nereye kadar çekip sürüyeceksin” dedi.
Bayezid “ Hac mevsimi.. Kâbe’ye gidiyorum” diye cevap verdi. Pir dedi ki : “ Yol masrafı olarak yanında ne var?”

2240. Bayezid “ İki yüz dirhem gümüşüm var. Ridamın ucuna sımsıkı bağladım işte.” deyince,
Pir, “ Etrafımda yedi kere tavaf et. Bu tavafı hac tavafından daha makbul bil.
O dirhemleri de, ey cömert kişi, bana ver.Bil ki hac ettin muradın hâsıl oldu.
Umre ettin ebedi ömre nail oldun, sâf bir hale geldin, Safa’ya koştun, Saiy erkânını yerine getirdin.
Canının gördüğü Hak hakkı için ki o, beni kendi evinden daha üstün, daha makbul etmiştir;

2245. Kâbe her ne kadar onun lütuf ve ihsan evidir ama benim vücudum da onun sır evi.
Tanrı, Kâbe’yi kurdu ama kurdu kuralı ona gitmedi. Halbuki bu eve, benim vücuduma, o ebedi diri olan Tanrı’dan başka kimse gelmedi.
Beni gördün ya, bil ki Tanrı’yı gördün; doğruluk Kâbe’sinin,hakikî Kâbe’nin etrafında tavaf ettin.
Bana hizmet, Tanrıya itaat etmek, onu övmektir. Sakın Hakkı benden ayrı sanma.
Gözünü iyi aç da bana öyle bak ki beşerde Tanrı nurunu göresin” dedi.

2250. Bayezid, o nükteleri dinledi, altın bir küpe gibi kulağına taktı.
Bu yüzden derecesi yükseldi, fazileti arttı. Hakikat yolunun sonuna erişmiş olan Bayezid, artık ondan sonra bir son tasavvur edilemeyecek olan bir makama vardı.

Peygamber’in o şahsın hastalandığına,duada küstahlık
etmesinin sebep olduğunu bildirmesi

Peygamber, o hastayı görünce halini hatırını sordu, o hakikî dosta iltifatlarda bulundu.
Adam, Peygamber’i görünce dirildi, sanki o anda yeniden yaratılmıştı.
Sahabe, “ Hastalık beni bu bahta eriştirdi; bu sultan sabah çağında beni dolaşmaya geldi.

2255. Bu suretle bana sıhhat erişti, saltanatına bir hudut olmayan bu padişahın kademi bereketiyle iyileştim.
Ne güzel, ne mübarek ağrı, sızı.Ne mutlu, ne kutlu hastalık hararet, dert ve gece uykusuzluğu!
İşte Tanrı bana bu kocalığımda lütuf ve kereminden böyle bir hastalık, böyle bir illet verdi.
Arka ağrısı ihsan etti de her gece yarısı uykudan uyandırdı.
Bütün gece manda gibi uyumayayım diye Hak, lütfetti, bana dertler ihsan etti.

2260. Bu sınıklıktan da padişahların merhameti coştu. Cehennem de beni tehdit etmeden vazgeçti, sukût etti” dedi.
Ağrı, sızı ve hastalık hazinedir. Rahmetler ondadır. Deri yırtıldı mı iç tazelenir.
Kardeş, karanlık yere, soğuğa, gama, kırıklığa ve hastalığa sabretmek,
Âbıhayat kaynağı ve sarhoşluk kadehidir. Çünkü yücelikler, hep aşağılıktadır.
Baharlar güz mevsiminde gizlidir, güz mevsimi de baharda.Kaçma ondan!

2265. Gama yoldaş o, vahşetle ünsiyet kesbet. Ölümünden uzun bir ömür isteyip dur!
Nefsinin “ Bu kötü” dediğine kulak asma. Çünkü onun işi hep zıddınadır.
Onun dediğinin zıddını yap. Âlemde peygamberlerin de vasiyetleri böyledir.
Sonun da az pişman olasın diye yapacağın işlerde müşaverede bulunmak vâciptir.
Ümmet “ Kiminle meşveret edelim?” dediler de, peygamberler “ Mukteda olan akılla” diye cevap verdiler.

2270. Hattâ soran adam “ İyi ama ya hiçbir tedbiri, isabetli aklı olmayan bir çocuk, yahut kadın gelirse.. onunla da meşverette bulunalım mı? deyince,
Peygamber, “ Onunla da meşverette bulun, fakat ne derse onun zıddını yap, ona aykırı yola git” dedi.
Nefsini kadın bil, hattâ kadından da beter. Çünkü kadın cüzüdür, nefsinse şerrin küllü!
Nefsinle meşveret edersen o aşağılığın dediğine uyma, aksini yap;
Hatta sana namaz kıl, oruç tut diye emretse bile, nefis hilecidir, o emriyle bile sana bir hile kuracaktır.

2275. Yapacağın işde nefsinle meşveret etmek ve ne derse aksini yapmak kemaldir.
Onunla başa çıkamaz, onun inadına karşı koyamazsın. Yürü, bir dost kazan, onunla uzlaş!
Akıl, başka bir akıldan kuvvet bulur.Şeker kamışı, şeker kamışından kemal kazanır.
Ben, nefsimin hilesinden neler gördüm neler.. sihriyle akıl ve temyizi bile giderir!
Sana yeniden yeniye vaatlerde bulunur da binlerce kere bozar.

2280. Ömrün, sana yüzlerce yıl mühlet verse nefis, her gün yeni bir bahane bulur, sana mÂni olur;
Soğuk vaatleri sıcak bir surette söyler.O öyle bir sihirbazdır ki insanı kıskıvrak bağlar.
Ey hak ziyası Hüsamettin, gel.. bu çoraklıkta sensiz ot bitmiyor.
Bir velinin gönlünün kırılması yüzünden nefse uyanların önüne bir perde çekilmiştir.
Bu kazaya yapılacak ilâcı yine kaza bilir. Halkın aklı kazaya pek şaşkındır.

2285. Yola düşmüş bir kurt gibi olan o kara yılan, ejderha kesilmiştir.
Fakat ejderha da, yılan da senin elinde asâ kesilir, ey Musa’nın canını bile sarhoş eden, ey Musa’yı bile kendisinden geçiren!
Tanrı, sana “ Onu al, korkma, ejderha elinde asâ haline gelecek” hükmünü vermiştir.
Ey padişah, haydi, Yedi Beyzâyı göster.Kara gecelerden yepyeni bir sabah meydana getir.
Bir cehennem yandı, alevlendi. Ona üfür ey nefesi, denizin nefesinden üstün ve artık olan!

2290. Deniz, hilebazdır, sana bir köpük gösterir; cehennemdir, sana bir hararet izhar eder..
Onun için de gözüne ehemmiyetsiz görünür, bu suretle onu zebun görürsün, hışmın tepreşir.
Nitekim kalabalık askerde Peygamberin gözüne pek az göründü.
De Peygamber, tehlike görmeksizin onlara hücum etti. Eğer fazla görseydi çekinirdi.
Ey Ahmet o bir inayetti ve sen onun ehliydin. Yoksa gönlün kötüleşir bozulurdu.

2295. Tanrı, o zâhiri ve bâtınî savaşı ona da ehemmiyetsiz gösterdi, eshabına da.
Bu suretle de kolay şeyi ona kolaylaştırdı, güçten de artık yüz çevirmez oldu.
Düşmanı ona ehemmiyetsiz göstermek kutlu bir şeydi.Çünkü ona dost olan, yol yordamı öğreten Tanrı’ydı.
Fakat zafer için yardımcısı Tanrı olmayan kişiye gelince: Ona tavşan bile erkek aslan görünür!
Vay uzaktan yüzü bir görür de gururlanarak, savaşa girişirse!

2300. Zülfikâr bir harbe gibi, erkek aslan da bir kedi gibi görünür de,
Ahmak, yiğitçesine savaşa girişir, bu hileyle pençeye düşer.
Bu suretle ateşe tapanlar, ateşgedeye kendi ayaklarıyla gelmiş olurlar.
O iş sana bir saman çöpü gibi görünür. Hemencecik onu üfler, yerinden uçururum sanırsın.
Halbuki kendine gel, o saman çöpü, dağları bile yerinden söker. Onun yüzünden âlem ağlamaktadır, o ise gülmekte!

2305. Bu ırmak suyunun dibindeki topuk da görünür ama Uc-ibn-i Unuk gibi yüzlercesi onda boğulup gitmiştir!
Kan dalgası, misk tepesi.. deniz gibi, kuru toprak görünür.
Kör Firavun da o denizi kuru gördü de erlik gösterip içine at sürdü.
Fakat içine dalınca denizin dibini boyladı. Firavun’un gözü nasıl olur da görür?
Göz Tanrı yüzüyle görür. Hak, nerede her ahmağın sırdaşı olacak?

2310. Şeker görür ama o gık demeden öldüren zehir kesilir. Yol sanır, fakat yol gösteren esas, esasen gul sesinden ibarettir!
Ey felek, âhır zaman fitnelerine pek sıkı sarıldın, nihayet bir an mühlet ver!
Sen, bizim kastımıza çekilmiş keskin bir hançersin; bizi hacamat etmek için zehirli bir hacamat aletisin.
Ey felek, Tanrı’nın merhametinden merhamet öğren. Yılan gibi, karıncaların gönlünü yaralama!
Bu yapının üstünde senin çarkını döndüren hakkı için.

2315. Kökümüzü söküp çıkarmadan biraz da başka türlü dön, merhamete gel..
Emriyle önce dadılığımızı yaptığın, fidanımızı sudan, topraktan bitirdiğin Tanrı hakkı için;
Seni sâf yaratan, sen de bu kadar meşaleler meydana getiren padişah hakkı için.
O seni o kadar mamur ve baki bir hale soktu ki, Dehrî, nihayet senin evveline evvel yok sandı.
Şükür olsun ki senin evvelini bildik. Peygamberler sırrını söyledi.

2320. İnsan olan bilir ki o, sonradan yapılmalıdır. Fakat evde ağ kuran örümcek ne bilsin!
Sivrisinek ne bilir, bu bağ kimin? Baharın doğar, kışın ölür.
Tahta içinde sınık bir halde doğan kurt, tahtanın fidanlık halini bilir mi?
Bilse bilse o vakit mahiyeti itibariyle akıl sahibi olur, isterse sureti kurt olsun.
Akıl, kendini renk, renk, çeşit,çeşit gösterir, ama peri gibi o suretlerden fersahlarca uzaktır.

2325. Hatta peri de nedir ki? Melekten bile üstündür. Fakat sen sinek kanatlısın da onun için aşağılarda uçuyorsun.
Gerçi aklın, seni yüceliklere çekmekte; ama taklit kurşun aşağılıklarda yayılmakta.
Taklitten doğan bilgi canımızın vebalidir, iğretidir. Bizse o bizim malımızdır diye oturup kalmışız.
Bu çeşit akıldansa cahil olmak daha iyi.. deliliğe vurmak daha yeğ!
Faydanı nede görüyorsan ondan kaç. Zehir iç, Âbıhayatı dök!

2330. Seni öveni söv, kazancını, sermayeni müflise borç ver!
Eminliği bırak, korku yerine var. Namusu terk et, apaçık rüsvay ol!
Ben uzun uzadıya ilerisini düşünen aklı denedim. Bundan böyle divaneliğe vuracağım!

Seyyid’in “Niçin orospuyu aldın?” demesi üzerine Delkak’ın mazereti

Seyyid-i Ecel, bir gece Delkak’a “ Hemencecik bir orospuyu neden aldın?
Bunu bana söylemeliydin. Sana namuslu bir kız alırdık” dedi.

2335. Delkak “ Dokuz tane namuslu, temiz kadın aldım, hepsi orospu oldu. Derdimden eridim, bittim.
Bunun üzerine bu hiçbir işe yaramaz orospuyu aldım. Görelim bakalım, bunun sonu ne olacak?” dedi.
Ben, birçok defalar aklı sınadım. Bundan sonra bir tarla arayacak, oraya delilik tohumu saçacağım!

Birisinin kendisini deli gösteren bir uluyu hile ile söyletmesi

Birisi” Bir akıllı arıyorum, onunla meşverette bulunacağım, bir müşkülüm var, ona söyleyeceğim” dedi.
Bu sözü duyan da “ Şehrimizde kendisini deliliğe vuran birisi var, ondan başka akıllı yok.

2340. İşte bir sopaya binmiş, çocuklarla beraber koşup duruyor.
Rey ve tedbir sahibi, ateş parçası gibi bir adamdır.
Kadri gök gibi yüce, yıldızlar yağdırıcı bir zattır.
Kudreti, parlaklığı, Kerrûbilere can olmuştur. O, kendisini bu divanelikte gizlemiştir.” dedi.
Fakat her divaneyi kendine can sayma.. Sâmiri gibi buzağıya secde etme.
Bir veli sana gayb’a ait yüz binlerce şeyi, yüz binlerce sırrı apaçık söylese bile,

2345. Sen de o anlayış, o bilgi olmadıkça yine fışkıyı ödağacından ayırt edemezsin.
Veli, kendisine deliliği perde etti mi, ey kör, sen onu nasıl tanıyabilirsin?
Eğer yakîn gözün açıksa bak da her taşın altında bir erin gizli olduğunu gör!
Yol gösterici ortada, göz önünde; her Kelîm’in bir kilime bürünmüş olduğu meydandadır.
Veliyi meşhur eden yine velidir. Veli, kime dilerse nasip verir.

2350. Fakat deliliğe vurdu mu kimse akıl edip de onu anlayamaz.
Bir hırsız, körden bir şey çaldı mı kör, onu bulabilir mi hiç?
Hırsız, gelip ona çatsa bile kör, hırsız kimdir? Ne anlasın?
Köpek, kör yoksulu ısırsa bile kör, kendisini dalayan köpeği nereden bilecek?

Köpeğin kör bir dilenciye saldırması

Bir köpek, mahallede bir kör bir dilenciye savaş aslanı gibi saldırdı.

2355. Ay bile yoksulların izi tozunu gözüne sürme gibi çektiği halde, köpek, kızgınlıkla yoksullara saldırır.
Kör, köpeğin sesinden korktu, âciz oldu. Ona tâzim etmeye başladı:
“ Ey avcılar beyi, ey av aslanı, el senin elin (hüküm senin hükmün), benden el çek” demeye başladı.
Hakîmin biri de zaruret yüzünden eşeğin kuyruğunu ağırlamış, o kuyruğa Kerim lâkabını takmıştır.
Kör de zora gelince köpeğe “ Ey aslan, benim gibi arık birisini avlayıp da ne yapacaksın?

2360. Dostların çölde yaban eşeği avlamaktalar, sense mahallede kör avlıyorsun, bu ne kötü şey!
Dostların avda yaban eşeği arıyorlar, sen sokakta hile düzüp kör arıyorsun” dedi.
Bilgili köpek yaban eşeği avlar, bilgisiz köpekse köre kasteder.
Köpek bile, ilim öğrenince azgınlıktan kurtulur, ormanlarda helâl hayvanlar avlar.
Köpek bile âlim olunca savaşta çevikleşir.. köpek bile ârif olunca Eshâb-ı Kehif’ten olur.

2365. Köpek bile avcıları kimdir, anlar, tanır. Yarabbi, her şeyi tanıtan o nur nedir ki?
Körün tanıyamaması, gözü olmadığından değildir; bu, onun bilgisizlikten sarhoş olması yüzündendir.
Kör, bu yeryüzünden de daha gözsüz değil ya! Halbuki bu yer bile Tanrı inayetiyle düşmanı tanıdı!
Musa’nın nurunu gördü, ona iltifat etti, Karun’u ise tanıdı yere geçirdi.
Benlikte bulunan her kişiyi helâk etti, Tanrının “ Ya ard ublai” emrini anladı.

2370. Toprak su, yer ve kıvılcımlı ateş.. bizimle her şeyden habersiz fakat Tanrı ile her şeyden haberdardırlar.
Bizim ise onun aksine Hak’tan gayrı her şeyden haberimiz var da Hak’tan haberimiz yoktur. Tehditçilerden bihaberiz!

Hülâsa onların hepsi Tanrı emanetini yüklenmekten korktular, çekindiler. Fakat hayvanla karışınca bu çekinmeleri, bu çalışmaları körleşti, neticesiz bir hale geldi!
“ Hepimiz de halkla diri, Hak’la ölü bir hale gelen bu hayattan bîzarız” dediler.
Birisi, anası babası öldü mü yetim olur. Hak’la ünsiyet için kalb-i selim gerek!

2375. Hırsız, bir körden bir kumaş çaldı mı kör, bilmeden feryada başlar.
Fakat hırsız ona “Senin malını ben çaldım,ben hilebaz bir hırsızım” demedikçe,
Kör, hırsızı nereden bilecek? Gözünün nuru, gözünün ışığı yok ki!
Ama sesini duydun mu onu sımsıkı tut, koy verme de çaldığı şeyleri söylet.
Hırsızı yakalayıp, sıkıştırmak, çaldığını çırptığını söyletmek cihadı ekberdir.

2380. O , önce senin gözünün sürmesini çaldı. Onu elde ettin mi, yine gözlerine nur gelir.
Gönül’ün kayıp malı olan hikmet kumaşı, ehli dilden elde edilir.
Kör olan gönül, canı, kulağı,gözü olsa bile hırsız Şeytan’ın izini bulamaz, onu elde edemez.
Şeytanın izini bulmayı, hırsızı elde etmeyi, gönül ehli olanlardan um, bu işi onlardan iste; taştan topraktan değil. Çünkü halk, gönül ehline nispetle taş, topaç gibidir, âdeta cansızdır.
Danışacak adam arayan da o deliliğe vurmuş delinin huzuruna geldi, dedi ki : “ Ey kendini çocuk gösteren baba, bana bir sır söyle.”

2385. Veli dedi ki: “ Git bu halkayı çalıp durma. Kapı kapalı. Bu gün sır söylenecek gün değil, başka vakit gel.
Eğer Lâ mekân âleminde mekâna yer olsaydı ben de şeyhler gibi dükkânda oturur, alışverişe koyulurdum”

Muhtesibin,harap bir halde yere yıkılmış sarhoşu zindana dâvet etmesi

Muhtesip gece yarısı bir yere uğradı. Duvar dibinde bir adamın uyuduğunu gördü.
“ Hey, sarhoş musun,ne içtin? Söyle”dedi. Adam dedi ki: “ Testidekinden içtim!”
Muhtesip “ Söyle, testide ne var?” diye sordu. Adam, “İçtiğim şey” diye cevap verdi. Muhtesip, “ Bu gizli bir lâf.

2390. Ne içtin, içtiğin ne ?” diye sordu. Adam “ Testide gizli olan şey işte” dedi.
Bu sual cevap, birbirine ulanıp gitti.Muhtesip de eşek gibi çamura saplanıp kaldı.
Ona, “ Gel de bir ah de bakalım” dedi. Sarhoş söz söylerken “ Hu, hu” dedi.
Muhtesip, “ Ben sana ah dedim, hu, de demedim,sen hu diyorsun” deyince, adam, “ Ben neşeliyim, sen gamdan iki büklüm olmuşsun.
Ah; dertten , gamdan, zulümden olur. Sarhoşların bu hu’larıysa neşedendir.” dedi.

2395. Muhtesip, “ Ben şunu,bunu bilmem,kalk.Marifet satıp durma. Bu dırıltıyı bırak”dedi.
Adam, “Yürü be.. sen neredesin, ben nerede?” deyince, Muhtesip, “ Hadi kalk, zindana gel” dedi.
Sarhoş dedi ki: “ Be Muhtesip, beni bırak da yürü işine. Çıplak adamdan rehin alabilir misin sen?
Eğer benim yürümeye kuvvetim olsaydı burada yatar mıydım. Evime giderdim.
Eğer benim de aklım olsaydı, imkânını bulsaydım şeyhler gibi dükkân başında bulunurdum.”

Adam’ın halini anlamak için o ulu zatı ikinci defa olarak konuşturması

2400. O, büyük adamın ahvalini öğrenmek isteyen adam “ Ey sopayı at edinip binen atlı, bir an için olsun atını bu tarafa sür dedi.
Adam, “ Çabuk söyle, atım çok serkeştir, pek huyludur.
Çabuk ol ki seni tepmesin. Ne soracaksan açıkça sor bakalım” diyerek sopasını o tarafa sürdü.
Adam gönlündeki sırrı söylemeye imkân bulamadı. Ondan vazgeçip veliyi alaya aldı.
Dedi ki: “ Bu sokakta oturan kadınlardan birini almak istiyorum. Benim gibi bir adama acaba hangisi lâyık?”

2405. Veli, “ Dünyada üç türlü kadın vardır. İkisi zahmet ve mihnetten ibarettir, biri dâimi bir hazinedir.
Onu alırsan tamamıyla senin olur. İkincisinin yarısı senin olur, yarısı senden ayrı kalır.
Üçüncü ise hiç sana mal olmaz. Bunu duydun ya. Hadi şimdi yürü, ben gidiyorum.
Sen de durma atım seni tepelemesin. Yoksa bir düştün mü, bir daha kalkamazsın!” dedi.
Şeyh, sopasını sürüp çocukların arasına katıldı.O genç adam ona tekrar bağırdı.

2410. “ Gel de hiç olmazsa şunu etraflıca anlat. Bu söylediğin üç çeşit kadın kimlerdir? Onu bir söyle!”
Şeyh, yine onun yanına at sürüp dedi ki : “ Bakir, tamamıyla sana mal olur, gamdan kurtulursun.
Yarısı senin olan da duldur. Fakat hiçbir suretle sana mal olmayan, evlâdı olan kadındır.
İlk kocasından evlâdı olursa sevgisi de, bütün hâtıraları da oraya gider.
Hadi git, atım seni tepmesin.Uzaklaş, yoksa serkeş atımın nalı seni ezer!

2415. Şeyh yine hay huy edip sopasını sürdü, yine çocukları yanına çağırdı.
Adam tekrar bağırdı : “ Ey ulu padişah, bir sualim kaldı, gel!” dedi.
Şeyh tekrar o tarafa gelip “ Çabuk söyle, nedir? Çok duramam, çünkü o çocuk meydandan topumu kaptı!” dedi.
Adam “ Ey Padişah, bu kadar akla, edebe sahip olduğun halde bu ne divanelik, bu ne iş. Şaşılacak şey!
Sen söz söylerken Aklı Küllünde ötesindesin; bir güneş olduğun halde nasıl delilikle gizleniyorsun” dedi.

2420. Şeyh dedi ki:”Bu külhanbeyleri beni bu şehre kadı yapmaya karar verdiler.
Reddettim, imkânı yok. Senin gibi âlim , fâzıl kimse yok.
Şeriatta da senden aşağı birisini kendimize ulu yapmamıza müsaade yok.” dediler.
Bunun zoruyla kendimi deli gösterdim, deliliğe Tanrı rahmeti geç erişir ama adamakıllı eriyordum. Fakat hakikatte evvelce ne idiysem yine oyum benim ben.

2425. Aklım hazinedir, ben viraneyim. Deliyim hazineyi gösterirsem!
Divane odur ki divane olmadı, divane odur ki bu bekçiyi gördüğü halde evine girmedi.
Benim bilgim cevherdir, araz değil.Bu değerli bilgi, bir maksada erişmek için değil ki.
Ben şeker madeniyim, şeker kamışıyım, hem benden yetişmekte, hem ben yiyorum.
Bir bilgiyi işiten kişi beğenmez, kabul eylemez, feryat ederse o bilgi taklit bilgisidir, öğrenilerek elde edilmiştir.( adama mal olmamıştır.)

2430. Çünkü geçim elde edilmiştir, gönül aydınlatmak için değil. Bu ilim de, tâlibi gibi aşağılık dünya ilmidir.
Bazı adamlar, havas ve avama görünmek için ilim öğrenmek ister, bu âlemden halâs olmak için değil.
Böyle adam fareye benzer; her tarafı deler ama vuslat nurlarından gafildir.
Nuru, sahraya yol bulamadığı için ona bu karanlık kuyusu, hoş bir meskendir.
Fakat Tanrı, ona akıl kanadını ihsan ederse farelikten kurtulur, kuşlar gibi uçar.

2435. Kanat aramazsa yerin dibinde kalır, Simâk burcuna yol bulmaktan ümitsiz bir hale düşer.
Söze gelen ilim, cansızdır; satın alıcıların yüzüne âşıktır.
Münakaşa ve mübahase zamanı o ilim, büyük görünür ama alıcısı olmayınca ölür gider.
Halbuki benim müşterim Tanrı’dır. Beni o yüceltir, o satın alır.
Benim kanımın diyeti ululuk sahibi Tanrı’nın cemalidir. Ben kendi kan diyetimi yemekteyim, bu bana helâl bir kazançtır.

2440. Bu müflis alıcıları bırak. Bir avuç toprak, ne satın alabilir ki?
Toprak yeme, toprak alma, toprağı arama. Çünkü toprak yiyenin yüzü daima sapsarıdır.
Gönül ye de daima genç kal. Benzin, tecelliden erguvana dönsün!”
Yarabbi , bu ihsan bizim işimiz değil. Senin lûtfun, gizli lûtfe yol göstericidir.
Ey düşkünlerin ellerini tutan, elimizi tut. Bizi al.. perdeyi kaldır, perdemizi yırtma.

2445. Bizi bu murdar nefisten kurtar. Çünkü bıçağı kemiğimize kadar dayandı.
Ey tacı,tahtı olmayan padişah, bizim gibi biçarelerden bu kuvvetli bağı kim çözebilir?
Ey muhabbet ihsan eden muhabbetli Tanrı, böyle sağlam bir kilidi, senin fazlından başka kim açabilir?
Biz kendimizden vazgeçer, yüzümüzü sana tutarız.Çünkü sen, bize bizden yakınsın.
Bu dua da senin öğretmenledir, senin ihsanındandır. Yoksa külhanda nasıl olur da gül bahçesi yetişir?

2450. Kan ve bağırsak arasında kalmış olan anlayış ve akıl senin ikramından başka bir şey nakletmez ki,
İki parça yağdan çıkan bu ruhani nurun nurani dalgası göklere vurmakta..
Bu dil denen et parçasından hikmet nehri ırmak gibi akmakta..
Kulak denen deliklerden akıp, meyvesi akıl ve anlayış olan can bağına kadar gitmekte.
Canlar bağının ana yolu da o anlayışın yolu. Âlemin bağları, bostanları onun fer’inden ibaret.

2455. Bu hoşlukların aslı ve kaynağı o. Haydi, hemen “ O, bahçelerin inişlerinde nehirler akar” âyetini oku artık.”

Peygamber Sallâllahu Aleyhi Ve Sellem’in hastaya nasihat etmesi hikâyesinin sonu

Peygamber, o hastayı dolaştı, o ağlayıp inleyen zavallının halini hatırını sordu. Sonra dedi ki :
“ Acaba sen bir çeşit dua mı ettin, bilmeyerek bir zehirli aş mı yedin?
Hele bir hatırla bakayım, nefsin, hilesinden coşunca ne çeşit duada bulundun?”
Hasta “ Hiç hatırıma gelmiyor. Himmet et de hatırlayayım” dedi.

2460. Mustafa’nın nur bağışlayan huzuru hürmetine duayı hatırladı.
Her yanı aydınlatan Peygamber’in himmeti, ona hatırlayamadığını hatırlattı.
Hakla bâtıl arasını ayırt eden aydınlık, gönülden gönüle açılmış olan pencereden parladı.
Dedi ki : “Ya Resulallah, bir hezeyandır ettim, şimdicek duamı hatırladım.
Daima günaha giriftar olup duruyordum. Denize düşenin yılana sarılması gibi önüme ne gelirse sarılıyordum.

2465. Sen, suçluları çok şiddetli azaplarla tehdit etmiştin.
Istıraba düştüm, çarem kalmadı. Bağ pek sıkı, kilit kapalıydı.
Ne sabredebiliyordum. Ne kaçacak, kurtulacak yer vardı. Ne tövbe etmeye bir ümidim kalmıştı, ne dayanmama imkân.
Elemden Harut’la Marut gibi ah ederek dedim ki : Ey yaratan Tanrı’m.
Harut’la Marut  tehlikeden kurtulmak için Bâbil Kuyusunu dilediler.

2470. Gürbüz, akıllı, hatta sihirbaza benzer, her şeye muktedir oldukları halde onlar bile ahret azabını o kuyuda çekmek istediler.
İyi de ettiler, tam yerinde bir işti. Dumandan çekilen zahmet ateşe nispetle elbette kolaydır, ehemmiyetsizdir.
Ahiret âzabını tavsife imkân yoktur. Onun yanın da dünya azabının ehemmiyeti olamaz.
Ne mutlu o kişiye ki savaşır, çabalar, bedenine azap eder.
O cihanın azabından kurtulsun diye bu azap çekme ibadetine katlanır.

2475. Ben de, Yarabbi, bana o azabı hemencecik burada çektir de,
O âlemde rahat edeyim diye dua edip durmaktaydım. İstek kapısının halkasını bu suretle çalışıyordum.
Derken bu hastalığa tutuldum. Canım zahmetten âramsız bir hale düştü.
Zikrinden, evradımdan kaldım. Kendimden de haberim yoktu, iyiden, kötüden de.
Yüzünü görmeseydim; ey kutlu, ey kokusu güzel ve mübarek Peygamber ;

2480. Hayat kaydından tamamıyla sıyrılacaktım. Bana padişaha lütfedip derttaş oldun da bu gamdan kurtardın”
Peygamber, “ Ne yaptın? Sakın bir daha bu duada bulunma. Kendi kökünü kendin kazıp sökme.
Ey zayıf karınca, senin ne takatin var ki böyle bir yüce dağı yüklenmeye kalkışıyorsun ! ” dedi.
Adam dedi ki : “ Sultanım, tövbe ettim. Bir daha böyle bir cürette bulunmam, böyle bir lâf etmem.”
Bu cihan bir çöldür, sen Musa’sın. Biz de günahımız yüzünden çölde iptilâlara uğramış kişileriz.

2485. Yılarcadır yol görüyoruz, fakat sonunda yine ilk konakta esiriz.
Musa’nın kavmi bir hayli yol aldıkları halde sonunda yine kendilerini ilk adım attıkları yerde buldular.
Musa’nın gönlü bizden razı olsaydı, bu çöle bir yol, bir uç bulunurdu.
Fakat bizden tamamıyla usanmış olsaydı hiç yemeğimiz gökten gelir miydi?
Bir taş parçasından kaynaklar coşar mıydı, çölde canımızı kurtarabilir miydik?
Hattâ bundan vazgeçtik, yemek yerine üstümüze ateş yağar, konduğumuz bu konakta alevlenir, yanardık.

2490. Musa, bizden hem hoşnut, hem değil.. gâh dostumuz, gâh düşmanımız.
Hışımı; pılımızı, pırtımızı ateşlemekte.. hilmi belâya siper olmakta.
Nasıl olur da hem hilimle muamele eder, hem hışımla? Fakat ey aziz Tanrı, bu senin lütfundan, bu lütuf, az görülmüş, bir şey değil ki.
Adamın karşısında bulunan kimseyi yüzüne karşı methetmesi hoş bir şey değil. Onun için Musa’nın adını mahsus anıyorum.
Yoksa değil Musa, kim olursa olsun.. senin karşında başka birinden bahsetmem yaraşır mı?

2495. Bizim ahitlerimiz yüzlerce, binlerce defa bozuldu. Fakat senin ahdin dağ gibi , yerinden bile oynamıyor.
Bizim ahdimiz saman çöpüne benzer, her çeşit rüzgâra karşı zebundur. Senin ahdinse dağ gibi, hattâ yüzlerce dağdan da kuvvetli.
O kuvvet hakkı için ey renklere sahip olan, bizim renkten renge girişimize bir acı!
Kendimizi de gördük, rüsvay oluşumuzu da.Padişahım, bizi fazla imtihana çekme.
De ey kerem sahibi ve yardımı istenen Tanrı, öbür ayıplarımızı, öbür kötülüklerimizi gizli bırak.

2500. Sen cemalde, kemalde sonsuzun; biz eğrilikte sapıklıkta sonsuz!
Şu bir avuç aşağılık kişililerin kötülükteki sonsuzluğunu sonsuz lütfunla, cemal ve kemalinle ört.
Aman elbisemizden zaten bir tek iplik kaldı. Bir şehirdik, tek bir duvarımız yerinde.
Ey sahibimiz, şu kalanı koru, şu kalanı koru da Şeytan, tamamıyla sevinmesin.
Bizim hatırımız için değil, suçluları yine arayıp kayırdığın o kadim lütfun hakkı için Yarabbi.

2505. Madem ki kudretini gösterdin, merhametini de göster,ey et ve yağ parçalarına merhametler ihsan eden Tanrı.
Eğer bu dua gazabını arttırıyorsa ulu Tanrı, sen bize bir dua öğret.
Nitekim Âdem cennetten çıkınca ona tövbe etmeyi nasip ettin de kötü Şeytan2dan kurtuldu.
Şeytan da kimdir ki Âdemden üstün olsun, böyle bir düzenle oyunu kazansın, onu alt etsin.
Bunların hepsi de hakikatte Âdem’in faydasını temin etti. Şeytan’ın hilesi, düzeni, o hasetçiye lânet edilmesine sebep oldu.

2510. Şeytan, bir oyunu gördü de iki yüz oyunu göremedi. O yüzden kendi evinin direğini kendisi kesti.
Gece vakti başkalarının ekinini ateşlemek istedi, fakat yel, ateşi kendi ekinine sürdü.
Lânet, Şeytana bir gözbağı oldu, bu yüzden hileyi düşmanı olan Âdem’e ziyan sandı.
Lânet dediğin de işte insanı böyle ters görüşlü yapar. Hasetçi, kendini görür, beğenir, kindar bir hale gelir.
Nihayet kötülüğün, sonunda dönüp kötülükte bulunana geleceğini, ona ziyan vereceğini anlamaz.

2515. Kendisini mat edecek şeylerin hepsini aksine görür. Halbuki mat olan kendisidir, kendisi ziyan eder!
Çünkü kendisi bir hiçten ibaret olduğunu görse, yarasının öldürücü ve şiddetli olduğunu bilse,
Böyle görüş, böyle biliş ,adamın gönlünü dertlendirir. Dert de onu hicaptan çıkarırdı.
Anaları doğum ağrısı tutmasa çocuk doğmaya hiçbir yol bulamaz.
Bu emanet gönüldedir, gönülde gebe.Bu nasihatlerse ebeye benzer.

2520. Ebe “ Kadının ağrısı yok, ağrı lâzım, ağrı çocuğa yoldur” der.
Dertsiz kişi yol vurucudur, dertsizlik “Enel Hak- ben Hakk’ım” demektir.
Bu “Ene” sözünü vakitsiz söylemek; lânete düşmektir, “ Ene” yi vaktinde söylemek rahmettir.
Mansur’un “ Ene” deyişi, şüphe yok ki rahmetten ibarettir; fakat Firavunun “ Ene” deyişine bir bak, lânetin ta kendisi!
Hulasa vakitsiz öten her horozun ibret için başını kesmek gerekir.

2525. Baş kesmek nedir? Dünyada nefsi öldürmek, nefsin dileklerini terk etmek.
Bu da öldürülmekten kurtulsun diye akrebin iğnesini çıkarmak gibidir.
Taşla tepelenme belâsından kurtulsun diye yılanın zehirli dişini sökersin ya!
Nefsi, pirin gölgesinden başka hiçbir şey öldürmez. O nefis öldürenin eteğine sımsıkı sarıl.
Eteğini sıkıca tuttun mu , bu, Tanrı tevfikidir. Sende beliren her kuvvet, onun seni çekişinden, dileyişinden meydana gelir.

2530. “ Ma remeye iz remeyte” iyi bil. Canın nesi varsa canlar canındandır.
Elini tutan, yükünü yüklenen odur. Her an, her nefes, o anı, o nefesi ondan um!
Onun feyzine geç mazhar olduysan gam yeme. Bilirsin ki ihmal etmez, imhal eder.
Tanrı rahmeti geç erişir ama adamakıllı erişir, seni bir an bile huzurundan ayırmaz, her an seninledir.
Bu vuslatın, bu muhabbetin şerhini duymak istersen adamakıllı düşünerek “Vedduha” suresini okuyuver!

2535. Eğer sen kötülükler de ondandır dersen öyledir ama bundan onun kemaline noksan mı gelir ki?
Bu kötülük ihsanı da onun kemalindendir. Dinle ulu kişi, sana bir misal getireyim:
Meselâ ressam iki türlü resim yapar: Güzellerin resimleriyle,çirkin resimleri.
Yusuf’un, yaratılışı güzel hurinin resmini de yapar, ifritlerin,çirkin iblislerin resmini de.
İki türlü resim de onun üstatlığının eseridir.Bu,ressamın çirkinliğine delil olamaz, bilâkis üstatlığına delildir.

2540. Çirkini gayet çirkin olarak yapar, o derecede ki bütün çirkinlikler, onun etrafında döner, örülür.
Bu suretle de bilgisindeki kemal meydana gelir, üstatlığını inkâr eden rüsvay olur.
Eğer çirkinin resmini yapmayı bilmezse ressam, nâkıstır. İşte bu yüzden Tanrı hem kâfirin yaratıcısıdır, hem müminin.
Bu yüzden küfür de Tanrı’lığına şahittir, iman da. İkisi de ona secde eder.
Fakat bil ki müminin secdesi dileyerektir. Çünkü mümin, Tanrı rızasını arar, maksadı onun rızasını almaktır.

2545. Kâfir de istemeyerek Tanrı’ya tapar ama onun maksadı başkadır.
Padişahın kalesini yapar amam beylik dâvasındadır.
Kale, onun malı olsun diye isyan eder, fakat nihayet kale, padişahın eline geçer.
Müminse o kaleyi padişah için tamir eder, makam sahibi, mevki sahibi olmak için değil.
Çirkin, “ Ey çirkini de yaratan padişah, sen güzeli de yaratmaya kaadirsin, çirkini de” der.

2550. Güzel de “ Ey güzellik padişahı, beni bütün ayıplardan arıttın” der.

Peygamber Sallâllahu Aleyhi Ve Sellem’in nasihat  etmesi ve hastaya dua öğretmesi

Peygamber, o hastaya dedi ki: “ Sen, şunu söyle; Tanrı, sen bize güçlükleri kolaylaştır.
Dünya yurdunda bize iyilik ver, ahiret yurdunda da.
Yolumuzu gül bahçesi gibi lâtif bir hale getir, ey Yüce Tanrı, konağımız zaten sensin.”
Müminler mahşerde derler ki; “ Ey melekler, cehennem müşterek bir yol değil miydi?

2555. Mümin de oraya uğrayacaktı, kâfir de. Fakat biz bu yolda ne duman gördük, ne ateş.
İşte burası cennet, emniyet yurdu. Peki o aşağılık uğrak nerede?”
Melekler derler ki: “ Hani geçerken filân yerde gördüğümüz o yemyeşil bahçe vardı ya.
Cehennem, o şiddetli azap yurdu, işte orasıydı. Fakat size bağlık, bahçelik, yeşillik bir yer oldu.
Siz, bu cehennem huylu, kötü suratlı, ateş meşrepli nefsi.

2560. Çalışıp, çabalayıp tertemiz bir hale getirdiniz; Tanrı için ateşi söndürdünüz:
Şulelenip duran şehvet ateşini takva yeşilliği, hidayet nuru haline soktunuz; Hırs ateşiniz hilim, bilgisizlik karanlığı ilim oldu;
Hırs ateşini attınız; o ateş diken gibiydi, gül bahçesine döndü..
Mademki siz kendinizdeki bütün ateşleri bizim için söndürdünüz, bu suretle de zehir, bal haline geldi.

2565. Madem ki ateşe mensup olan nefsi bir bahçe yapıp oraya vefa tohumları ektiniz,
Oradaki zikir ve tespih bülbülleri, yeşillikte, ırmak kıyısında güzel bir tarzda ötüşmeye koyuldular.
Tanrı’ya, çağırana icabet ettiniz, nefis cehennemine su serptiniz.
Bizim cehennemimiz de size yeşillik, gül bahçesi, ağaçlık haline geldi.”
Oğul, ihsanın karşılığı nedir? Lütuf, ihsan ve en değerli sevap.

2570. Siz, biz kurbanız, varlık, iyilik vasıflarına karşı fâniyiz:
Kalleşsek de, divaneysek de o sâkinin, o kadehin sarhoşlarıyız;
Onun hükmüne, onun fermanına baş koymakta, tatlı canımızı ona peşkeş sunmaktayız.
Sevgilinin hayali, gönüllerimizde oldukça; işimiz, kulluk ve can vermedir, demediniz mi?
Nerede bir belâ çırağı uyandırdılarsa orada yüz binlerce âşığın canını yaktılar.

2575. Evin içinde ki âşıklar, sevgilinin cemali çırağına pervanedirler.
Gönül, seninle nurlanan yere, belâlardan sana siperlerden olanların meclisine,
Sana canlarında yer verenlerin, seni şaraplarla dopdolu bir kadeh haline getirenlerin yanına git!
Onların canlarında yurt kur; ey aydın dolunay, gökyüzünde mekân tut!
Onlar, sana sırları belirtmek için Utarit gibi gönül defterini açarlar.

2580. Madem ki yerin yurdun yok.. bildiklerin yanına var, ay parçasıysan kâmil ve tamam bir aya yüz vur!
Cüz’ün, küllünden çekinmesi de ne oluyor? Muhalifle bu kaynaşma da ne?
Cinse bak, bir nev’ile karışınca, o cinsin nev’i olmuş.. gayıpları gör, ayn’ın nuru ile ayn kesilmiş.!
Be akılsız, karı gibi işvelendikçe, yalana işveye kalkıştıkça, nasıl üst olacaksın?
Halkın seni övmesini, sana yaltaklanmasını, halkın tatlı ve kandırıcı sözlerini alıyor, altın gibi cebine indiriyorsun!

2585. Sana Padişahların sövmesi, vurması, sapıkların övmesinden daha iyidir .
Padişahların tokadını ye de aşağılık kişilerin balını yeme.. bu suretle er olanların ikbali yüzünden sen de bir er ol.
Çünkü onlardan hil’at gelir, devlet gelir. Onlar, ruhun penahında cesedi, can haline getirirler.
Nerede bir çıplak, bir yoksul görürsen bil ki bir kâmilden kaçmıştır.
Gönlünün dilediğini yapmak, o kör, o kötü ve sermayesiz gönlün istediğini yerine getirmek için bir üstattan firar etmiştir.

2590. Eğer ustanın dilediğine uysaydı kendisini de bezerdi, akrabasını da .
Dünyada kim ustadan kaçarsa, devletten kaçar; bunu böyle bil.
Ten kazancında bir sanat öğrendin, din sanatına da bir el ur!
Dünyada elbisen var, zenginleştin; fakat bu âlemden gidince nasıl edeceksin?
Ahiret için de bir sanat öğren ki mağfiret kazancını elde edesin.

2595. O cihan da pazarla, kazançla dolu bir şehirdir. Zannetme ki kazanma yalnız bu âlemdedir ve bu kazanç kâfidir!
Ulu Tanrı “ Bu cihanın kazancı, o kazancın yanında çocuk oyuncağıdır” dedi.
Hani bir çocuk, öbür çocuğun üstüne yürür, onunla konuşuyor birleşiyor gibi hareketlerde bulunur ya..
Çocuklar, dükkâncılık oynarlar ya.. fakat zaman geçirmeden başka, ellerine bir şey girmez.
Gece gelip çatar, çocuk evine aç döner, Öbür çocuklar giderler, tek başına kalakalır.

2600. Bu âlem oyun yeridir, ölüm de gece. Geri döner gidersin, fakat kese bomboş,sen de yorgun argın!
Be serkeş herif, din kazancı; aşktır, gönül cezbesidir, Hak nuruna kabiliyettir.
Bu aşağılık nefis, senden fâni kazanç ister. Fakat niceye bir aşağılık şeyleri kazanıp duracaksın, bırak artık, yeter.!
Aşağılık nefis eğer senden yüce bir kazanç dilese bile bu dilekte hile ve düzen vardır.

İblis’in Muaviye’yi “Kalk,namaz vakti geldi” diye uyandırması

Rivayet ederler : O Muaviye köşkünde bir bucakta uyumuştu.

2605. Köşkün kapısı içerden kilitliydi, çünkü Muaviye halkın gelip gitmesinden yorulmuştu.
Ansızın birisi onu uyandırdı. Muaviye gözünü açınca adam gözden sır oldu.
Kendi kendisine, “ Köşke kimse giremez. Bu küstahlıkta, bu cürette bulunan kim acaba?” dedi.
Etrafı dolaştı, gizlenen adamdan bir nişan bulmak için her tarafı araştırdı.
Kapı ardında bir herif gördü. Adam kapıya sinmiş, yüzünü perde ile örtmüş gizlenmişti.

2610. Muaviye “Hey sen, kimsin, adın ne ?” diye sordu. Adam “ Adım açıkça söyleyeyim, Şaki İblis” diye cevap verdi.
Muaviye “ Niye gayret ettin, beni niçin uyandırdın? Bana doğru söyle, aykırı konuşma” dedi.

İblis’in Muaviye’yi eşekten düşürmesi,kapalı konuşup bahaneler etmesi,Muaviye’nin ona cevap vermesi

Şeytan “ Namaz vakti geldi. Hemen mescide koşmak gerek.
Mustafa, mâna incisini delerek “ Acele edin, ibadetleri vakti geçmeden yapın buyurdu” dedi.
Muaviye “ Hayır, hayır senin böyle bir maksadın olmaz. Bana hayra delil olasın, imkânı mı var?

2615. Hırsız, evime gizlice giriyor da “ Bekçilik ediyorum” diyor.
Ben o hırsıza nasıl inanayım? Hırsız, sevabı, ecri ne bilir” dedi.

Yine İblis’in Muaviye’ye cevap vermesi

Şeytan dedi ki: “ Biz, evvelce melektik. İbadet yoluna canla başla düzülmüştük .
Yol saliklerine mahremdik, Arş sakinlerine hemdem,
ilk sanat gönülden çıkar mı? İlk sevgi nasıl olurda unutulur?

2620. Seferde Rum diyarı ehlinden birisini, yahut Huten’li birisini görmekle vatan sevgisi kalbinden çıkar mı?
Biz de bu şarabın sarhoşlarındandık, biz de kapısının âşıklarındandık.
Göbeğimizi onun sevgisiyle kestik, sevgisini canımıza ektiler.
Zamanede güzel günler gördük, baharda rahmet suları içtik.
Bizim varlığımızı da “ Onun fazıl” ve ihsan eli ekmemiş midir? Bizi de yoktan yaratan o değil mi?

2625. Ondan nice lûtuflar görmüşüz, rıza gülistanında nice dolaşmışız.
Başımıza rahmet elini koyar, bize de lûtuf çeşmelerini izhar ederdi.
Ben daha çocukken, süt emiyorken beşiğimi kim salladı? O!
Onun sütünden başka kimden süt emdim, onun tedbirinden başka beni kim yetiştirdi?
Vücuda sütle giren huyu, çıkarmaya kimin iktidarı vardır?

2630. Kerem denizi bir itapta, bulunsa bile, kerem kapılarını kapalı bırakır mı?
Onun, asıl peşin ihsan ettiği para, lûtuf ve vergisidir.Kahırsa, o paranın üstüne konmuş arızi bir tozdan ibarettir.
Âlemi lûtfetmek için yarattı. Zerrelere, onun güneşi riayetlerde bulundu.
Ayrılık bile, onun kahrından doğmakla berber vuslatın kadrini bilmek içindir.
Bu suretle diler ki ayrıldığı, canın kulağını bursun, onu tedibetsin de can, vuslat günlerini bilsin.

2635. Peygamber “ Tanrı, âlemi yaratmadan maksadım, ihsan etmekti.
Yarattım ki benden bir fayda görsünler, balıma parmaklarını bansınlar.
Ben bir fayda göreyim, çıplak adamdan bir libas elde edeyim diye yaratmadım, dedi” buyurmuştur.
Birkaç gün oldu ki beni huzurundan kovdu. Fakat yine gözüm onun güzel yüzünde.
Böyle bir yüzden bu çeşit kahra uğramak şaşılacak şey.Herkes sebeple meşgul olup durmakta.

2640. Halbuki ben sebebe bakmam. Çünkü sebep sonra meydana gelen bir şeydir. Sonradan meydana gelen bir şeyin varlığına sebep olur.
Ben ezeli lûtfa bakar, sonradan meydana geleni yırtar, iki parça ederim.
Tutalım, Âdem’e secde etmemem hasettendi. Ama o haset de aşktan meydana geldi; inattan, inkârdan değil.
Her haset, şüphesiz dostluktan meydana gelir. Sevgiliyle başkaları bir arada oturunca haset baş gösterir.
Aksırana “ Çok yaşa “ demek dostluktan olduğu gibi, kıskançlık da dostluğun şartıdır.

2645. Onun oyununda bundan başka bir oyun yoktu ki? Oyna dedi, ben ne bilirim ki ona katayım?
Bir tek oyunum vardı, oynadım, kendimi kaldırıp belâya attım.
Belâda da onun lezzetlerini tatmak istedim, ona mat oldum, ona mat oldum, ona mat oldum!
Ey ulu kişi, bu altı cihetli âlemde kim, kendisini altı duygu kapısından kurtarabilir ki?
Altının cüz’ü, nasıl olurda küllünden kurtulur? Hele keyfiyetsiz Tanrı onu eğri yaratmışsa!

2650. Bu altı cihet içinde ateşe dalmış kişiyi ancak altı ciheti yaratan Tanrı kurtarabilir.
Küfür olsun, iman olsun.. onun eliyle dokunmadır, onundur.”

Muaviye’nin tekrar İblis’e İblis’in hilelerini anlatması

Emîr ona dedi ki: “ Bunlar doğru. Fakat bunlardan senin payın eksik.
Sen, benim gibi yüz binlerce kişinin yolunu urdum delik deldin, hazineye girdin!
Hem ateş ve neft olasın, hem yakmayasın, buna imkân var mı? Kimdir ki senin elinden elbisesi yırtılmamış olsun!

2655. Ey, ateş senin tabiatın yakmaktır, bir şeyi yakmaman mümkün değil.
Tanrı seni yakıcı bir hale getirmiş, bütün hırsızların üstadı etmiştir. İşte lânet budur.
Tanrı ile yüz yüze konuştum. Ey düşman, senin hilene karşı ben kim oluyorum?
Senin marifetlerin, ıslık sesi gibidir, kuşların seslerine benzer, fakat kuş avlar.
O, yüz binlerce kuşun yolunu urmuştur. Kuş,âşina bir kuş geldi sanıp aldanmıştır.

2660. Havada uçarken ıslık sesini duyunca havadan iner, burada esir olur.
Nuh’un kavmi senin hilenden feryada düşmüşler, gönülleri yanmış, göğüsleri paramparça olmuştur.
Cihanda  Âd kavmine rüzgârı sen yolladın, onları azaplara, mihnetlere sen düşürdün.
Lût kavminin başına taş yağmasına sen sebep oldun. O kara suyun içinde, senin yüzünden boğuldular.
Nemrut’un beyni, senin yüzünden döküldü binlerce fitneler meydana getiren Şeytan!

2665. Filozof, zeki Firavunun aklı körleşti, senin yüzünden bir şey anlamaz oldu.
Ebulehep de senin yüzünden naehil,oldu.Ebülhakem de senin yüzünden Ebucehil kesildi.
Ey bu satrançta nam için yüz binlerce ustayı mat eden!
Ey müşkül oyunlarıyla gönülleri yakan ve gönlüne merhamet gelmeyen!
Sen hile denizisin, halk bir katradan ibaret. Sen dağ gibisin, selim kalpli insanlara ancak bir zerre!

2670. Ey düşmanlık edip duran Şeytan, senin hilenden kim kurtulabilir? Hepimiz tufana gark olmuşuz. Ancak Tanrı’nın koruduğu müstesna.
Nice saadetli yıldız, senin yüzünden ihtiraka düşmüştür. Nice askerler, nice topluluklar, senin yüzünden darmadağın olmuştur!”

İblis’in Muaviye’ye cevap vermesi

İblis Muaviye’ye dedi ki: “ Bu bağı çöz. Ben, kalpla halis için mehenğim.
Hak, beni aslanla köpeği imtihan etmek için yarattı, halisle kalpı ayırt etmek için halk etti.
Ben, kalpın yüzünü ne vakit karartmışım.Kuyumcuyum ben, ona daima değerini verdim.

2675. İyilere yol gösteririm, kuru dalları keserim. Bu otları niye ortaya koyarım?Hayvan hangi cinstendir, meydana çıksın diye.
Kurt, ceylândan bir yavru doğursa onun kurt, yahut ceylân oluşunda şüphe edilir.
Önüne otla kemik koy. Bakalım hangisine tezce adım atacak, hangisine meyledecek?
Eğer kemiğe gelirse köpektir, ota meylederse şüphe yok, ceylân cinsindendir.

2680. Kahırla lûtuf, birbirine eş oldu. Bu ikisinden bir hayır ve şer âlemi doğdu.
Sen otla kemiği göster, nefis ve can gıdasını arz et.
Nefis gıdasını isterse aşağılıktır, ruh gıdasını isterse serverdir.
Tene hizmet ederse eşektir. Can denizine dalarsa inci bulur.
Gerçi bu ikisi birbirine aykırı, hayır ve şerdir ama ikisi de bir iş başındadır.

2685. Peygamberler, ibadetlerini arz ederler, düşmanlar şehvetlerini.
Ben iyiyi nasıl kötüleştirebilirim? Tanrı değilim ya! Ben bir davetçiyim, onları yaratan değil!
Güzeli çirkin yapabilir miyim? Rab değilim ki. Güzele çirkine bir aynayım.
Hintli, bu, adamı kara suratlı gösteriyor diye aynayı yaktı.
Ayna dedi ki: suç benim değil. Benim yüzümü cilâlayana kabahat bul!
O beni gammaz yaptı, çirkin kimdir, güzel kim? Söyleyeyim diye o, beni doğru sözlü etti.

2690. Ben şahidim, şahidi zindana atmak nerede görülmüş? Zindan ehli değilim. Tanrı şahidimdir.
Ben de nerede meyveli bir ağaç görürsem onu dadı gibi besler, yetiştiririm.
Fakat nerede bir acı ve kuru ağaç görürsem fışkı, miskten kurtulsun diye keserim.
Kuru ağaç, bahçıvana “ Yiğit, suçsuz,günahsız niye benim başımı kesiyorsun?” der.
Bahçıvan der ki: “ Sus, kötü huylu. Kuruluğun suç olarak yetmez mi?”

2695. Kuru ağaç “Ben doğruyum, eğri değil. Niçin suçum yokken beni kesiyorsun der?” der.
Bahçıvan der ki: “ Kutlu bir şey olsaydın da keşke eğri olsaydın, fakat yaş olsaydın!
Öyle olsaydın Âbıhayatı çeker, dirilik suyu ile karışır, hayat bulurdun.
Tohumun kötüymüş, aslın kötüymüş, güzel bir ağaca ulaşamamışsın.
Güzel bir ağaç dalı, kötü bir ağaca aşılansa o güzellik, kötü ağacın tabiatını da güzelleştirir.”

Muaviye’nin Şeytan’a kızıp sert muamelede bulunması

2700. Emîr, Şeytana dedi ki: “ Ey yol urucu, delil getirme. Beni kandırmağa yol bulamazsın, yol arama.
Sen bir dolandırıcısın ben de garip bir tâcirim. Getirdiğin her elbiseyi nasıl alabilirim?
Kâfirlik edip pılımın, pırtımın etrafında dolaşma. Sen hiç kimsenin malına müşteri değilsin.
Dolandırıcı müşteri olamaz. Müşteri gibi görünse bile bu, hileden, düzenden ibarettir.
Kim bilir, bu hasetçinin kabağında ne var? Tanrı, bu düşmanın elinden bizi kurtar, feryadımıza yetiş!

2705. Bir kere daha bana üfürür, beni bir kere daha afsunlarsa bu hırsız, hırkamı kaptı gitti!
Onun bu sözü duman gibidir. Ey Tanrı, elimi tut, yoksa kilimim elden gider.
Bir delil getirmekle İblis’e üst olamam.Çünkü o, her yüce, her aşağılık kişinin fitnecisi, imtihancısıdır.
“ Allemel esma” ya bey olan Âdem bile bu köpeğin yıldırım gibi koşuşuna karşı yaya kalmıştır.
Şeytan,onu bile cennetten yeryüzüne atmıştır. Âdem bile Simâk burcundayken balık gibi onun oltasına düşmüş,

2710. “ Rabbenâ, zalemnâ” diye ağlayıp feryat etmiştir. Onun hilesine, düzenine nihayet yoktur.
Onun her sözünde bir şey vardır, her sözünde yüz binlerce sihir gizlidir.
Erlerin erliklerini bir nefeste bağlar; kadının erkeğin hevesini bir nefeste arttırır.
Ey halkı yakıp yandıran fitneci İblis, niçin beni uyandırdın? Doğruyu söyle!
Şeytan, “ Kötü zan sahibi olan kişi, yüz nişan da olsa doğruyu işitmez.

2715. Bir gönül, hayale düştü mü delil getirsen bile hayali artar.
Söz, o gönülde illet haline gelir; gazinin kılıcı hırsıza âlet olur.
Bu takdirde, öyle adama verilecek cevap susmaktan ibarettir.Ahmakla konuşmak deliliktir.
Ey ahmak, benim şerrimden Tanrı’ya ne ağlayıp sızlanıyorsun? Sen, o aşağılık nefsinin şerrinden ağla, sızlan!
Sen helva yersin, çıban olur; sıtmaya tutulursun, sıhhatin bozulur.

2720. Sonra da İblis’e suçu yokken lânet edersin. Niçin o şeytanlığı kendinde görmezsin?
Bu, ey azgın, İblis’ten değil,sendendir. Tilki gibi kuyruk peşinde koşup durmaktasın.
Yeşillikte bir kuyruk gördün mü o tuzaktır, bunu niye bilmiyorsun?
Bilmiyorsun, çünkü kuyruğa meylin seni bilgiden uzaklaştırdı, gözünü, aklını kör etti.
Sevdiğin şeyler seni kör ve sağır eder; düşmanlığa kalkışma, bu cinayeti, kara nefsin işledi.

2725. Bana suç bulma , aykırı görme.Ben, kötülükten de bizarım, hırstan da, kinden de!
Bir kere kötülük ettim, hâlâ pişmanım; gecem gündüz olsun diye bekleyip duruyorum.
Halk arasında müttehim oldum, herkes, kadın olsun erkek olsun kendi işini bana isnat ediyor.
Zavallı kurt, aç bile olsa uyduruyor diye itham edilir.
Zayıflıktan yol yürümeye kudreti olmasa bile çok yemeden imtilâ olmuştur derler” dedi.

Muaviye’nin tekrar İblis’e ısrarı

2730. Muaviye dedi ki: “ Seni doğruluktan başka bir şey kurtaramaz. Adalet, seni doğruluğa davet etmekte.
Doğru söyle de elimden kurtul. Hile , savaşımın tozunu yatıştıramaz.”
Şeytan, “Ey hayal kuran, düşüncelere dalan, doğruyu, yalanı nasıl anladın?” dedi.
Muaviye, “ Peygamber, nişanesini bildirmiş, kalpla sağlamı anlamak için mehenk vermiş;
“ Yalan kalplerde şüphe uyandırır, doğru kalplere emniyet ve neşe verir “demiştir.

2735. Gönül, yalan sözden istirahat bulmaz.Suyla yağ karışık olursa çırağ aydınlık vermez.
Doğru söz kalbe istirahat verir. Doğru sözler, gönül tuzağının taneleridir.
Gönül hasta olur, ağzı kokarsa ancak o vakit doğruyla yalanın tadını almaz.
Fakat gönül ağrıdan illetten salim olursa, yalanla doğrunun lezzetini adamakıllı bilir, anlar.
Âdem’in buğdaya hırsı artınca bu hırs, gönlünden sıhhati, selâmeti kapıp götürdü.

2740. Senin yalanına, işvene kulak astı, aldanıp öldürücü zehri içti.
O anda akrebi buğdaydayken ayırt edemedi. Hevesle mest olan kişinin temyizi uçup gider.
Halk, arzu ve heva sarhoşudur. Onu için senin yalanını dinler.
Fakat hevadan vazgeçen, gözünü sırlara âşina etmiştir.

Kadı’nın kadılıktan şikâyeti,naibinin ona verdiği cevap

Birisini kadı yaptılar. Ağlayıp inlemeye koyuldu. Naip “ Kadıya bu ağlama nedir diye?

2745. Ağlamak, feryat etmek zamanı değil.. sevinecek, kutlanacak zamanın “ dedi.
Kadı, bir ah edip dedi ki: “ Gönlüne hâkim olmayan, işin iç yüzünü bilmeyen kimse nasıl hükmedebilir? O, işin hakikatini bilen iki kişi arasında bir cahilden başka bir şey değildir ki.
O iki hasım , ne yaptıklarını bilirler.Zavallı, kadı o iki kişinin hilesini ne bilsin?
Hallerini bilmez, gafildir. Böyle olduğu halde kanlarına, mallarına nasıl hükmedecek?”
Naip “ Hasımlar, bilgili ama illetlidir. Halbuki sen, cahilsin ama şeriat mumusun.

2750. Çünkü sende bir kasıt ve illet yok. İşte şu illetsizlik yok mu? Gözlerin nurudur.
O iki bilgiyi, garazları kör etmiştir. Bilgilerini de kasıtları, illetleri mezara tıkmıştır.
Kasıtsızlık, bilgisizi âlim yapar, kasıt ve garaz, ilmi aykırı bir hale sokar, zulüm haline koyar.
Sen rüşvet almadıkça kör değilsin, fakat tamah ettin mi körsün, kul köle kesilirsin” dedi.
Ben hevadan vazgeçmişim, şehvet lokmalarını az yemişim.

2755. Gönlümün tat alma duygusu aydın.. doğruyu yalandan ayırt eder.

Muaviye’nin İblis’i söyletmesi

Sen niçin beni uyandırdın? Be hilebaz, sen uyanıklığa düşmansın.
Sen, afyona benzersin, daima uyutursun. Şaraba benzersin, aklı, bilgiyi giderirsin.
Seni çarmıha gerdim. Haydi doğru söyle. Ben doğruyu bilir, anlarım, hileye sapma.
Ben herkesten, tabiatında, huyunda ne varsa, neye sahipse onu ararım.

2760. Sirkeden şeker lezzetini aramam. Karı tabiatlı erkeği asker yerine saymam.
Gâvurlar gibi, bir putun Hak oluşunu, yahut Hak’tan bir alâmet, bir nişan buluşunu ummam.
Fışkıdan misk kokusunu istemem. Irmak içinde kuru kerpiç araştırmam.
Ağyar olan Şeytan’dan beni hayır için uyandırmayı ummam.”
İblis, birçok hileye, düzene kalkıştıysa da Emîr, onun inadını, inkârını dinlemedi.

İblis’in ,hilesini Muaviye’ye doğru söylemesi

2765. Bunun üzerine sözü ağzının içinde geveleyerek dedi ki: “ Ey Muaviye, ben seni şunun için uyandırdım:
Cemaate yetişesin, devletli Peygamber’in ardında namaz kılasın.
Eğer namaz fevt olsaydı, vakit geçseydi bu cihan, sana nursuz, kapkaranlık kesilecekti.
Bu ziyandan bu dertten dolayı ağlayacak, gözlerinden âdeta kâselerle yaş dökecektin.
Herkes, ibadetten bir zevk alır, bu yüzden de bir an bile sabredemez, ibadette bulunur.

2770. Fakat o dert, o gussa yüzlerce namaza değer. Nerede namaz, nerede o niyazın ışığı?”

İhlâs sahibi birisinin cemaati kaçırdığından dolayı tahassür ve iştiyakı

Birisi mescide girerken baktı ki halk mescitten çıkıyor.
Cemaat dağıldı mı ki herkes acele,acele mescitten çıkıyor?” diye sordu.
Birisi, “Peygamber, cemaatle namazını eda etti, duasını bile bitirdi.
Ey ham adam, nereye gidiyorsun? Peygamber, çoktan selâm verdi” dedi.

2775. Adam bir ah çekti ki ahının dumanı göründü.Bir vah etti ki gönlünden kan kokusu geldi.
Cemaatten biri “Sen bu ahı bana ver, ben o namazı sana bağışlayayım” dedi.
Adam “Verdim, namazı da kabul ettim” dedi. Öbürü o ahı, yüzlerce niyazı aldı.
Gece rüyasında hâtif ona “ Sen Âbıhayatı, derde dermen olan ameli aldın,
O ahı seçmen, o âşıklar zümresine girmen yüzü suyu hürmetine de bütün cemaatin namazı kabul edildi” dedi.

İblis’in Muaviye’ye hilesini söylemesi hikâyesinin sonu

2780. Bunun üzerine Azazil dedi ki: “ Ey emîr, artık hilemi açığa vurayım.
Eğer namazın fevt olsaydı gönlüne dert düşecek, ah ve figana başlayacaktın.
O teessüf, o figan, o niyaz, yüzlerce zikirden, namazdan üstün olacaktır.
Böyle bir ah, hicapları yakmasın diye korktum da seni, onun için uyandırdım.
İstedim ki öyle bir ah etmeyesin, bu suretle de o yola sahip olmayasın.

2785. Ben hasetçiyim, işte böyle bir hasette bulundum.Düşmanım; işim, gücüm, hile ve kinden ibarettir”
Muaviye, bunun üzerine “ İşte şimdi doğruyu söyledin, senden bu beklenir, lâyığın budur.
Sen örümceksin, ancak sinek tutabilirsin. Halbuki ben sinek değilim, zahmet etme a köpek!
Ben ak doğanım, beni padişah avlar. Örümcek, etrafımızda nasıl olur da ağ örebilir?
Kudretin varken yürü, sinek avla, sinekleri bir ayran tası civarına çağır!

2790. Onları bala çağırsan bile bu çağırış, şüphe yok yalandır, çağırdığın şey de yine ayran!
Sen beni uyandırdın ama o uyandırış, uykunun ta kendisiydi. Bana gemi gösterdin ama gösterdiğin gemi, girdaptan ibaretti.
Sen beni, daha iyi bir hayırdan mahrum etmek için hayra sevkettin” dedi.

Ev sahibinin ,hırsızı yakalamak üzereyken birisinin seslenmesi yüzünden kaçırması

Bu, şuna benzer: Bir adam, odasında hırsız görüp kovalamaya başladı.
Birkaç kere peşinden dolaştı, iyice terledi.

2795. Nihayet son saldırışta hırsıza yaklaştı. Bir sıçrasa tutacaktı.
Biri “Buraya gel de belâ nişanelerini gör!
Çabuk ol savaş eri, çabuk gel de burada ki ahvali bir gör” diye bağırdı.
Adam, herhalde orada da bir hırsız olacak,hemen gitmezsem başıma belâ kesilecek,
Çoluğuma ,çocuğuma el uzatacak. O vakit bunu tutmaktan ne faydam olur?

2800. Bu Müslüman, kerem edip beni çağırıyor.Hemencecik gitmezsem herhalde bir kötülüğü düşeceğim deyip.

CİLT 2  (2801 – 3500 Beyitler)

O iyilikçi Müslüman’ın şefkatine güvenerek hırsızı bıraktı yola düzüldü.
Varıp “ Aziz dost ne var? Böyle kimin elinden feryat ediyorsun ?” dedi.
Adam “ İşte, hırsızın ayak izine bak. Hırsız çalacağını çalıp bu tarafa gitmiş.
İşte o kaltabanın ayak izi. Yürü, bu izi izle, ardından koş!”dedi.

2805. Adam “ Be ahmak, sen ne söylüyorsun?Ben onu tutmuşum.
Sen bağırınca koyuverdim. Sen bir eşekmişsin meğerse. Bense seni adam sandım.
Bu ne herze, bu ne hezeyan? Ben kendisini tutmuştum, ayak izini ne yapayım?” dedi.
Sen bir hilebazsın, yahut aptalın birisin. Hattâ belki de hırsızın ta kendisisin ve bu işi de mahsus yaptın.
Öbürü “ Ben ayak izini gösteriyorum. İşin haki katından âgahım” dedi.

2810. Adam dedi ki: “Sen ya düzenbazsın, ya ahmak, belki de hırsızın ta kendisisin de işi biliyorsun.
Ben hasmımı çeke, çeke yakalamak üzereydim. İşte ayak izi diye sen koyuverttin. Sen cihetten bahsediyorsun, bense cihetlerden çıkmış, kurtulmuşum. Vuslatta delil ve âlamet olur mu?”
Sıfatlarla perdelenmiş olan kişi, ancak sıfat görür. Zatı kaybeden kişidir ki sıfatlarda kalır.
Oğul, Tanrı’ya ulaşanlar, zata gark olmuşlardır. Artık onlar sıfatlara nazar ederler mi?
Başın ırmağın dibinde oldukça renge bakabilir misin?

2815. Suyun rengine bakmak için dipten çıktın mı?Güzel bir halıyı bırakmış, köhne bir kilimi almış olursun.
Avamın ibadeti, havasın günahıdır. Avamın vuslatı bil ki havasın hicabıdır.
Padişah bir veziri muhtesip yapsa, onun dostu değildir, düşmanıdır.
Mamafih o vezir belki suç işlemiştir. Böyle birden bire muameleyi değiştirmek elbette sebepsiz olamaz.
Çünkü önce muhtesip olan kişiye baht ve devlet nasip olmuş demektir.

2820. Fakat önceden padişaha vezir olanı, sonra muhtesip yapmak kötü bir iş yaptığından olabilir.
Fakat padişah, seni eşikten huzuruna çağırmış, sonra tekrar eşiğe sürmüşse,
Şüphe etmeksizin bil ki bir suç ettin. Bilgisizlikle cebre yapışır.
Kısmetim buymuş dersen neden önce o devlet kısmetin olmuştu?
Bilgisizlikle kendi kısmetini kendin teptin. Halbuki ehil olan kişi kısmetini artırır.

Münafıkların Mescid-i Dırâr yapmaları

2825. Aykırı gidişe Kuran’dan getireceğimiz başka bir misal de dinlesen yerindedir.
Münafıklar, buna benzer bir çift- tek oyununu da Peygamberle oynamışlardı.
“Ahmet dinini yüceltmek için bir mescit yapalım” dediler. Halbuki bu mürtetlikten başka bir şey değildi.
Bu çeşit aykırı bir oyuna girişerek Peygamber’in mescidinden başka bir mescit yaptılar.
Döşemesini, tavanını, kubbesini düzdüler.Fakat bununla cemaati ayırmak diliyorlardı.

2830. Yalvararak Peygamber’in yanına geldiler, deve gibi huzuruna çöktüler.
“ Ey Tanrı Peygamberi, lûtfedip o mescide kadar bir zahmet etsen;
Kademlerinle kutlasan.. günlerin kıyamete kadar ter-ü taze olsun!
Topraklı, bulutlu günün, zaruret ve yoksulluk gününün mescidi işte.
Diledik ki oraya bir garip gelirse yer bulsun, bu hizmet konağında bolluğa ersin.

2835. Bu suretle de din şiarı çoğalsın, etrafa yayılsın, dostlarla olunca acı yemiş bile hoştur.
Bir an orayı şereflendir, bizi tezkiye et ,diğer sahabeye bildir.
Mescide, mescittekilere iltifat et..sen aysın, biz de gece. Bir an olsun bizimle ol da.
Gece cemalinle gündüze dönsün, ey cemali, geceleri aydınlatan güneş.!” dediler.
Ah ne olurdu bu sözleri gönülden söyleselerdi de muratları olsaydı.

2840. Gönül istemeden ağza gelen lâtif sözler, külhandaki yeşilliğe benzer dostlar.
Uzaktan bak, geç. Yavrum onlar yemeye kokmaya değmez.
Vefasızlara gitme. Onlar; iyi dinle, yıkık köprüdür.
Bilgisiz biri oraya ayak basarsa köprü de yıkılır, ayağı da kırılır.
Asker, nerede bir bozgunluğa uğrarsa, iki, üç karı tabiatlı adamın yüzünden uğrar.

2845. O, erkek gibi silahlanıp savaş safına girer. Diğerleri de, işte tam dost diye ona güvenirler.
Fakat savaş zahmetlerini gördü mü yüz çevirir. Onun kaçışı senin mânevi kuvvetini de kırar.
Bu bahis, uzundur. Uzadıkça uzar, maksat da gizli kalır, geçelim.

Münafıkların Peygamber’i Mescid-i Dırâr’a götürmek için kandırmaya çalışmaları

Halk Peygamber’e masallar okumakta; yalan dolan atını sürmekteydiler.
O merhametli, şefkatli Peygamber gülümseyerek ancak “ Peki” diyebildi.

2850. O cemaatin teşekkür edilmesi icap eden işlerini anladı, icabet edeceğini söyleyerek haber getirenleri sevindirdi.
Onların hileleri gözünün önünde görünüp duruyor, o hileleri süt içinde kıl görür gibi birer, birer görüyordu.
Fakat o lûtuf sahibi Peygamber, kılı görmemezlikten geliyor, o zarif kimse sütü övüyordu..
Yüz binlerce hile ve hud’a kıllarına o an gözünü yummuştu.
O kerem denizi doğru buyurmuştu: “ Ben, sizi, sizden ziyade esirgerim,

2855. Ben âdeta dehşetli surette alevlenmiş, yalınlanmış bir ateşin kıyısına oturmuş bir adama benzerim.
Siz pervane gibi  o tarafa koşuyorsunuz. Ben de iki elimle pervane koymaktayım”
Münafıkların dileği üzerine Peygamber, o tarafa yürüyünce Tanrı gayreti haykırdı: “ Gul sesini dinleme,
Bu habisler hile ettiler, söyledikleri sözlerin hepsi aykırıdır.
Maksatları kara yüzlülükten başka bir şey değildir. Hıristiyanlarla Yahudiler, en hayırlı dini nasıl olur da aralar?

2860. Cehennem köprüsü üstüne bir köprü kurdular, Tanrı’ya tavlada hileye giriştiler”
Maksatları Peygamber’in sahabesinin arasını bozmaktı. Her herzevekil Hakk’ın fazıl ve ihsanını nasıl tanır?
Şam’dan buraya bir Yahudi getirmek niyetindeydiler. Yahudiler, o Şam’lı Yahudi’nin va’zından sarhoş olmuşlardı.
Peygamber, “ Gelmeğe gelirim ama şimdi yol üstündeyiz. Savaşa gidiyoruz.
Savaştan dönünce o mescide giderim” buyurdu;

2865. Onları defetti; savaşa gitti. O kötü, o yalancı kişileri bu suretle avuttu.
Dönünce münafıklar, tekrar gelip evvelki va’dini hatırlattılar.
Tanrı, “ Peygamber, açıkça söyle. Neticesi savaş bile olsa onların hıyanetlerini açığa vur” dedi.
Peygamber de “ Ey hilebaz Kavim,susun da sırlarınızı söylemeyeyim”
Deyip sırlarından birkaçını söyleyiverdi. Derhal halleri kötüleşti.

2870. Münafıkların elçileri ,hemen “Hâşa, hâşa” demeğe başladılar.
Her münafık, koltuğuna bir Mushaf urup hile ile Peygamber’e koştu;
Yemin etmeye koyuldu. Çünkü yemin etmek siperdir, ve yemin etmek,yalancı kişilerin âdetidir.
Yalancı, dolancı adam, dinde vefakâr olmadığından her an yeminini bozar.
Doğruların yemin etmeğe ihtiyaçları yoktur. Onların gözleri aydındır.

2875. Ahdi, misakı bozmak, ahmaklıktandır.Yeminine vefa etmek ve yemininde durmaksa temiz kişinin işidir.
Peygamber dedi ki : “Sizin yemininize mi inanayım, Tanrı’nın yeminine mi?”
Münafıklar, yine ellerin de Mushaf olduğu halde güya ağızlarının orucuyla yemin etmeye giriştiler.
“ Bu doğru ve temiz kelâm hakkı için o mescidi kurmamız Tanrı rızası içindir.
Bu hususta hiçbir hilemiz, düzenimiz yok. Orada ancak Tanrı’yı anacak, doğru bir yürekle Tanrı’ya ibadet edeceğiz” dediler.

2880. Peygamber dedi ki : “ Tanrı’nın sesi, kulağına diğer sesler gibi gelmekte.
Hak, kulaklarınızı mühürledi de Tanrı sesini duymuyorsunuz.
İşte apaçık kulağıma Tanrı sesi gelip duruyor. Âdeta tortuyu saftan süzmekteyim”
Nitekim ey bahtı kutlu, Hak sesi, Musa’ya da bir ağaçtan gelmişti.
“ Ben Tanrıyım” sesini bir ağaçtan duymuştu. O sesle beraber nurlar belirmiş, parlamıştı.

2885. Vahiy nuruna karşı aciz kalınca yine yemin etmeye koyuldular.
Tanrı yemine siper demiştir. Savaşçı ,siperi elden bırakır mı?
Peygamber, yine apaçık onları yalanladı ve fasih bir surette onlara “ Şüphe yok, yalan söylüyorsunuz” dedi.

Sahabeden birisinin inkâr düşüncesine düşüp ”Peygamber Sallâhü Aleyhi Ve Selem ne için ayıpları   örtüyor” diye düşünmesi

   Peygamber, va’dinden dönünce sahabeden birisinin gönlüne inkâr düşüncesi düştü.
Peygamber böyle ak sakallı, kâmil, koca kişileri utandırıyor.

2890. Nerede kerem, nerede ayıp örtmek, nerede hayâ? Hani Peygamberler, yüz binlerce ayıbı örterlerdi?
Dedi; derhal yine bu itiraz, yüzümüzü saratmasın, mahcup düşmeyeyim diye gönlünden istiğfar etti.
Münafık kişilerle dost olmanın şomluğu mümini de onlar gibi çirkinleştirdi, âsileştirdi.
Yine “ Ey gizli şeyleri bütün inceliğiyle bilen Tanrı, beni küfrümde ısrar eder bir halde bırakma.
Bakışım nasıl elimde değilse, gönlüm de elimde değil. Yoksa bu an hışımla gönlümü yakardım” dedi.

2895. Bu düşünceyle uykuya daldı, münafıkların mescidini fışkı ile dolu gördü.
Mescidin taşları pislik içinde harap olmuştu. Onlardan kara dumanlar tütüyordu.
Çıkan dumanlar, adamın boğazına girdi, boğazı yandı. O acı dumanın kokusundan uyandı.
Hemen yüzüstü kapanıp ağlamaya başladı. Tanrı, bunlar, münkirlik nişanesi.
Kahır ve gazap, beni iman nurundan ayıran böyle bir şefkatten daha iyi” diyordu.

2900. Mecaz ehlinin çalışıp çabalamasını araştırsan görürsün ki soğan gibi kat, kattır.
Fakat her katı, öbüründen daha içsiz, daha boş. Halbuki doğruların her işi öbüründen daha iyi, daha yerindedir.
Münafıklar, ziyneti libaslarının üstüne. Kubâ Mescidini yıkmak için yüzlerce gayret kemeri kuşanmışlardı.
Onlar, Eshab-ı Fil’e benziyorlardı. Habeşistan’da bir Kâbe yapmışlardı da Tanrı, Kâbelerine ateş vurmuştu.
Bunun üzerine öç almak için Kâbe’yi yıkmaya niyetlendiler. Halleri nice oldu, Kuran’ı oku, anla!

2905. Dinde kara yüzlü olanların hileden düzenden,savaştan başka bir şeyleri yoktur.
Her sahabe, mescit hakkında apaçık bir rüya gördü, bu suretle münafıkların o mescidi yapmaktaki maksatları meydana çıktı.
Bu rüyaları bir, bir söylesem şüphe edenlerce de hakikat apaçık anlaşılır.
Fakat sırlarını açmaktan ürküyorum. Çünkü peygamberler nazenindirler, onlara naz yaraşır.
Onlar şeriatı, taklide uymaksızın kabul etmişler, o peşin parayı mehenge vurmadan almamışlardır.

2910. Kuran’ın hikmeti müminin kayıp malıdır. Herkes kaybını bilir, tanır.

Kaybolmuş devesini soran kişinin hikâyesi

Meselâ bir deven olsa da kaybetsen, araştırmaya koyulsan bulunca, senin deven olduğunu nasıl bilmezsin?
Arapça da “ Dalle” kaybolmuş, elinden kurtulup kaçmış, bir yere gizlenmiş deveye derler.
Kervan, yükü yüklemeğe gelmiş. Seninse deven kaybolmuş, ortada yok.
Dudağın kupkuru.. o yana bu yana koşup durmaktasın; kervan da uzaklaşıyor, gece de yakın.

2915. Pılı pırtı kokulu yerde, toprak üstünde kalmış, sen deve peşinde şuraya buraya dönüp dolaşıyorsun.
“ Müslümanlar; sabahleyin ahırdan bir deve kaçtı göreniniz var mı ?
Kim söylerse, kim haber verirse şu kadar para veririm” demeye başlarsın;
Herkesten sorup soruşturursun. Her aşağılık adam, sana bıyık altından güler.
Biri “ Bir deve gördük, şu tarafa, çayıra doğru gidiyordu” der.

2920. Öbürü “ Ha ,ha.. kulağı da kesikti” der, bir başkası da der ki: “Üstünde nakışlı bir çuval vardı.”
Diğer biri “ Gördüm, tek gözlüydü” der, bir diğeri de der ki “ Uyuzluktan tüyü filân da kalmamıştı..
Müjde almak için her bayağı adam, yüzlerce nişan söyler durur.

Birbirine aykırı mezhepler arasında mütereddit bir hale geliş ve onlardan kurtuluş yolu

Bu şuna benzer: Herkes marifet hususunda gayp mevsufunu bir sıfatla över.
Filozof onu başka bir çeşitte anlatır. Mübahase eden, onun sözünü cerh eder.

2925. Başka biri her ikisini de kınar. Bir başkası da riya ile can çekişir.
Halk, bunları da o köyün adamı sansın diye her biri, bu yola ait deliller söyler.
Hakikatten şunu bil ki bunların hepsi hak değildir. Fakat bu sürünün hepsi de sapık değil.
Çünkü hak olmadıkça, bâtıl meydana çıkmaz. Ahmak, kalp altını, altın kokusunu duyar da alır.
Âlem de sağlam ve geçer akçe olmasaydı kalpı nasıl harcayabilirdin?

2930. Doğru olmasaydı yalan olur muydu hiç? O yalan, doğrudan nurlanır.
Doğru ümidiyle eğriyi de alırlar. Zehri şekere dökerler de öyle içerler.
Güzel ve tatlı buğday olmasaydı, buğday gösterip arpa satan ne yapardı?
Şu halde bütün bu sözler bâtıldır. Bâtıllar hak ümidiyle gönüle tuzaktır.
Ama hepsi hayalden, sapıklıktan ibarettir de deme. Çünkü âlemde hakikatsiz hayal olmaz.

2935. Tanrı Kadir gecesidir. Kadir gecesi, insan her geceyi ibadetle geçirsin diye geceler içinde gizlidir ya Tanrı da öyle gizli.
Ey genç, her gece Kadir gecesi değildir ama bütün geceler de ondan hâli değil.
Hırka giyenler arasında bir Tanrı fakiri vardır. Sana da haksa ona yapış!
Nerede anlayışlı bir mümin ki padişahtan yoksulu ayırt etsin.
Âlemde her şey ayıpsız olsaydı, ticaret edenlerin hepsi aptal olurdu.

2940. Bu taktirde kumaş tanımak pek kolaylaşırdı. Madem ki ortada ayıp yok, ehil ne oluyor, nâehil ne oluyor?
Fakat eğer her şey de ayıplı olsaydı bilginin ne faydası olurdu? Mademki hepsi odun, burada ödağacı yok demektir.
Her şey hak demek ahmaklıktır, fakat her şey bâtıl diyen de şakîdir.
Peygamberlerin tacirleri kâr ettiler; renk ve koku tacirleriyse ziyan!
Yılan, güzel mal gibi görünür. İki gözünü de ovuştur da iyice bak!

2945. Bu alışverişe gıpta ile bakma, Firavunla Semud kavminin ziyanını gör!

 Hayır ve şerri anlaşılsın diye her şeyi sınama

Şu göğe defalarca bak. Çünkü Tanrı “ Ona bir kere daha dön de bak” buyurdu.
Bu nurani tavana bir kere bakmakla kani olma, defalarca bak, “ Bir çatlak görebilir misin?”
Tanrı, sana “ Bu güzel göğe ayıp arayan kişi gibi defalarca bak” dedi.
Gök hususunda böyle olunca ya, bu kara yeri görmek, fark edip anlayarak beğenmek için bilir misin. Ne kadar bakmak gerek!

2950. Tortuyu süzmek, sâfı meydana getirmek için aklımızın ne kadar zahmetler çekmesi lâzım.
Kış ve güz imtihanlarıyla yazın harareti, can gibi olan bahar,
Yeller, bulutlar, şimşekler, hep hâdiselerin zuhur etmesi;
Rengi toprak olan yerin, yeninde, yakasında bulunan lâlle, âdi taşı meydana çıkarması içindir.
Bu abus suratlı toprak, Hak hazinesinden, kerem deryasından ne çalmışsa,

2955. Takdir şahnesi, hadi der, doğru söyle..aldığın neyse bir kılına kadar anlat!
Hırsız, yani toprak “ Hiçbir şey almadım, hiçbir şey” derse de şahne, onu durmadan çekiştirip durur, eğip büker.
Şahne, ona gâh şeker gibi lâtif sözler söyler; gâh onu asar, en kötü işkencelerde bulunur.
Bu suretle kahırla, lûtufla, korku ve can ateşinin tesiriyle o gizli şeylerin açığa vurulmasına gayret eder.
O baharlar, Kibriya, şahnesinin lûtfudur. Hazan da Tanrı’nın korkutması, tehdit etmesidir.

2960. Kış da “ Ey gizli hırsız, meydana çık” diye mânevi bir çarmıhtır.
Savaş erinin gönlü bir zaman ferahlar, bir zaman daralır; derde, gıllıgüşa düşer.
Çünkü bedenlerimiz olan bu su ve toprak, bu balçık, münkirdir.Canların ziyasının hırsızıdır.
Ulu Tanrı, ey yiğit; sıcağı soğuğu, zahmeti, derdi bedenlerimize havale etmiştir.
Bütün bunlar, korku, açlık,malların azlığı, bedenimizin hastalığı, hepsi can nakdinin meydana çıkması içindir.

2965. Vaitlerle tehditler, bu birbirine karışmış olan iyi ve kötüyü ayırt etmek içindir.
Hakla,bâtıl birbirine karıştığından, sağlam parayla kalp akçayı bu hareme döktüklerinden dolayı,
Ayırt etmek için hakikatları sınamış, görmüş bir mehenk gerektir ki,
Bu hileleri fark etsin, şu tedbirlerin esası olsun.
Ey Musa’nın anası, Musa’ya süt ver, belâya düşeceğini düşünme, suya at!

2970. Kim, Elest gününde o sütü emmişse Musa gibi sütü fark eder.
Çocuğun fark ve temyiz sahibi olmasını cidden istiyorsan, ey Musa’nın anası, hemen şimdi onu emzir de,
Anasının sütündeki lezzeti anlasın, yaratılışı kötü dadılara teslim olmasın.

Devesini arayan adamın hikâyesinin faydası

Ey itimada lâyık adam, sen bir deve kaybetmişsin, herkes sana devenden bir nişan vermekte.
Sen devenin nerede olduğunu bile bilmiyorsun ama o söylenen nişanların yanlış olduğunu biliyorsun.

2975. Devesini kaybetmeyen de taklitle devesini kaybeden kişi gibi bir deve arar.
“ Ben de devemi kaybettim. Kim bulursa müjdesini vereceğim” der.
Deve aramakta seninle yoldaşlık eder, deveye tamah ettiğinden böyle bir oyuna girişir.
Sen, kime “ Bu söylediklerin yanlış” dersen o da sana uyup aynı sözü söyler.
O, yanlış nişaneyle doğrusunu ayırt edemez ama senin sözün, o mukallidin asâsıdır, ona dayanır.

2980. Doğru ve benzer bir nişane verirlerse inanırsın, şüphen kalmaz.
O nişane, hasta canına şifa olur, benzinin rengi yerine gelir, iyileşir, kuvvetlenirsin.
Gözün ışıklanır, ayağın tutar, yürür.. cismin can olur, canın tamamıyla ruh kesilir.
“ Doğru söyledin ey emniyetli kişi, bu nişaneler, tamamıyla deveme ait.
Bu nişaneler, apaçık ve inanılır deliller.. bu nişaneler, devemi gördüğüne delâlet etmekte, âdeta Berat ve Kadir, âdeta kurtuluşun ta kendisi”

2985. Der, bu nişaneleri vereni “ Haydi, önden yürü. Yürüme vakti, sen öne düş de,
Ben senin ardınca geleyim. Doğru sözlü kişi, devemin kokusunu aldın, şimdi de nerede, göster” diye onu öne salarsın.
Fakat deve sahibi olmayıp bu araştırmada taklide uyan kişinin,
Bu doğru nişanelerle yakını artmaz, ancak hakikaten devesi kaybolanın inanışı ona da akseder.
Onun ciddiyetinden, tahassüründen bir koku alır, anlar ki onun bu yelip yortması saçma değil, elbette bir aslı var!

2990. Bu deve arayışı doğru değil ama o da bir deve kaybetmiştir.
Başkasının devesine tamah edişi onun yüzünü örter de kendi kaybını unutturur.
Devesi kaybolan nerelerde koşarsa bu da koşar, tamahından dertliye dost ve yoldaş olur.
Yalancı da doğrucuyla yoldaş olunca yalanı, ansızın doğru olur.
Devenin koştuğu o ovada yalancı da kendi devesini buluverir.

2995. Onu görünce devesini hatırlar; dostunun, arkadaşının devesinden tamahını keser.
Devesini orada otlar görür de mukallitten muhakkik olur.
Deveyi orada aramadığı halde bulunca o an hakikaten deveye talip kesilir.Bu nişaneler, apaçık ve inanılır deliller.
Ondan sonra yalnızca yürümeye başlar, gözünü kendi devesine açar.
Asıl deve arayan “Beni bıraktın mı, halbuki şimdiye kadar arkadaşlık ettik” deyince,

3000. “ Şimdiye kadar abes bir şeyle meşguldüm,tamahtan sana yaltaklanıp duruyordum.
Bu arayışta senden zâhiren, cismen ayrıldım ama asıl şimdi seninle derttaş oldum.
Şimdiye kadar devenin evsafını senden çalmıştım . Halbuki şimdi canım, benimkini gördü, artık gözüm doydu.
Onu görmedikçe aramadım, istemedim. Fakat şimdi bakır mağlûp oldu, altın üst geldi.
Bütün suçlarım, şükür olsun,ibadet oldu, alay fena buldu, doğruluk kaldı.

3005. Suçlarım, Hakk’a vesile oldu. Gayri suçlarımı kınama, onlara dokunma.
Seni, doğruluğun arayıcı etmişti. Bana da ciddiyetim ve araştırmam doğruluk kapısını açtı.
Seni, doğruluğun aramaya sevk etti, beni de aramam doğruluğa çekti.
Alay olsun diye, iş olsun diye yere devlet tohumu ekiyordum.
Halbuki onun aslı varmış, hakikî kazancımmış.. ektiğim her taneye bedel yüzlerce tane çıktı” diye cevap verir.

3010. Hırsız, bir eve girmeğe kalkışır, girince görür ki girdiği kendi eviymiş!
Ey soğuk, hararetlen ki ısınasın, sertliğe alış ki yumuşayasın.
O iki deve değildir ki.. bir devedir. Fakat söz dar, mâna ise pek geniş!
Söz mânaya daima kifayetsiz. Onun için Peygamber” Tanrıyı bilenin dili tutulur” dedi.
Söz, hesapta usturlaba benzer. Usturlap, göğü güneşi ne kadar bilebilir ki?

3015. Hele bu gök olursa.. bu öyle bir gök ki, gökyüzü, buna nispetle bir katre. Bu güneş,o güneşe nispetle bir zerre!

Her an bir Mescidi Dırâr var

Münafıkların yaptıkları mescidin hakikî bir mescit olmayıp hile yurdu, Yahudi tuzağı olduğu anlaşılınca,
Peygamber “ Onu yıkın! Süprüntülük, küllük, gübürlük yapın” buyurdu.
Mescidin sahibi de mescit gibi kalptı. Tuzağa saçtığın taneler, cömertlik sayılmaz ki.
Oltandaki et lokması, balığı avlamak içindir. Öyle bir lokma ne ihsandır, ne cömertlik!

3020. Kubâ’lıların Mescidi, taştan, topraktan ibaretken yine kendisinin naziri olmayan Mescid- i Dırar’ın vücuduna meydan vermedi.
Taşa toprağa bile böyle bir zulüm ve sitem yapılmadı. Adalet emîri olan Resulullah, Kubâ mescidine benzemeyen o mescide şûle vurdu, onu yakıp yıktı!
Asılların aslı olan hakikatların da, bil ki, farkları, ayrılıkları vardır.
Ne hayatı onun hayatına benzer, ne mematı onun mematına.
Hattâ kabrini bile öbürünün kabri gibi sanma. O cihanın farkını ben nasıl söyleyeyim?

3025. Ey iş eri, sen işini mehenge vur da bir Mescid’i Dırâr da sen yapma.
Sen o mescit yapanları kınıyor, onlarla alay ediyorsun ama gözünü çevirip baksan görürsün ki sen de onlardansın!

Bir iş için savaşan, fakat kendisinin de o hale müptelâ olduğından haberi olmayan Hintli

Dört Hintli bir mescitte Tanrı’ya ibadet için namaza durmuşlar, rükû ve sücuda koyulmuşlardı.
Her biri niyet edip tekbir alarak huzur ve huşuyla namaz kılmaktaydı.
Bu sırada müezzin içeriye girdi. Hintlilerin birisinin ağzından bilâihtiyar bir söz çıktı; “ Müezzin, ezanı okudun mu, yoksa vakit var mı?”

3030. Öbür Hintli, namaz içinde olduğu halde “ Sus yahu, konuştun, namazın bozuldu.” dedi.
Üçüncü Hintli ikincisine dedi ki : “Onu ne kınıyorsun baba, kendi derdine bak, kendini kına!”
Dördüncü “ Hamd olsun ben, üçünüz gibi kuyuya düşmedim” dedi.
Hulasâ dördünün de namazı bozuldu. Âlemin ayıbını söyleyen daha fazla yol kaybeder.
Ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbını görür.Kim birisinin  ayıbını görürse o alınır, o ayıbı kendisinde bulur.

3035. Çünkü insanın yarısı ayıptandır, yarısı gayıptan! Madem ki başında onlarca yara var, merhemini başına vurmalısın.
Yarayı ayıplamak, ona merhem koymaktır. Sınık bir hale düştü mü “ Bir kavmin azizi zelil oldu mu acıyın ona”hadîsine mazhar olur.
Sende o ayıp yoksa da yine emin olma. Olabilir ki o ayıbı sen de yaparsın, günün birin de o ayıp, senden de zuhur edebilir.
Tanrıdan “ Emin olmayın” sözünü duymadın mı? Peki o halde neden müsterih ve emin oluyorsun?

3040. İblis, yıllarca iyi adla anılarak yaşadığı halde nihayet bak, nasıl rüsvay oldu, adı ne oldu?
Yüceliği âlemde tanınmıştı; aksiyle tanındı, yazık!
Emin değilsen, tanınmayı isteme. Yürü, yüzünü korkuyla yıka da sonra göster.
Güzelim, sakalın çıkmıyorsa başka sakalsızları kınama.
Şu işe bak: Şeytan, belâlara düştü de sana ibret oldu.

3045. Sen belâya uğrayıp ona ibret olmadın.. o zehri içti, sen şerbetini iç,(ibret almana bak!).

Oğuzların,birini korkutmak için başka birini öldürmeye kalkışmaları

Kan dökücü Oğuz Türkleri, malları yağma etmek üzere bir köye girdiler.
O köyün eşrafından iki kişi yakalayıp birini öldürmeye niyet ettiler.
Öldürmek üzere elini bağladıkları zaman dedi ki : “ Padişahlar, yüce erler.
Niye benim kanıma kastediyorsunuz. Neden benim kanıma susadınız?

3950. Öldürülmemde ki maksat, garaz ne? Görüyorsunuz ya, gördüğünüz gibi yoksulum, çırçıplak bir adamım”
Oğuzların biri “ Arkadaşın korksun, ürksün de altınları çıkarsın diye öldürüyoruz” dedi.
Adam “O benden yoksul” deyince Oğuz, “ Haber verdiler onun altını var” dedi.
Adam dedi ki : “Madem ki bizim ikimizden bir şey umuyorsunuz,
Evvelâ onu öldürün de ben korkayım, altınların yerini göstereyim!”

3055. Şimdi sen de Tanrı’nın keremine bak ki biz âhir zamanda geldik.
Zamanlardan sonuncusu, ilk devirlerden daha üstündür. Hadîste “ Ahirûnes Sâbikun” denmektedir.
Merhamet sahibi Tanrı, Nûh ve Hûd kavimlerinin helâkini bize gösterdi;
Biz korkalım, ibret alalım diye onları kahretti. Ya aksi olsaydı vay haline!

Kendisine tapanların–peygamber ve velilerin– Aleyhimüsselâm—varlıkları nimetken buna şükretmeyenlerin hali

   Peygamberlerden hangisi, suça, ayıba dair bir şey söylediyse taş gibi katı gönül’e, kapkara cana,

3060. Tanrı fermanlarına ehemmiyet vermemeye, yarın ki ahret gününü düşünmeyip rahatça keyfine bakmaya,
Bu aşağılık dünyaya heves etmeye,bu aşağılık dünyaya âşık, karılar gibi nefse zebun olmaya,
Nasihat edenlerden kaçmaya, temiz kişilerle buluşmaktan çekinmeye,
Gönül’e, gönül ehline karşı yabancı durmaya, padişahlara hile düzmeye, onlara karşı tilkilik yapmaya kalkışmaya,
Gözü tok kişileri yoksul sanmaya,onlara haset edip gizlice düşman olmaya dair söyledi.

3065. Onlardan biri verdiğin bir şeyi kabul ederse yoksul dersin, kabul etmezse riyakâr ve mürai!
İnsanlara karışırsa tamahkâr dersin. Karışmaz, çekingen davranırsa kibirli!
Yahut da münafıklar gibi “ Çoluğun, çocuğun nafakasını kazanmaya uğraşıyorum,
Ne başımı kaşımaya vaktim var , ne din kaydına düşüp ibadet etmeğe!
Lûtfet, bizi himmetle bir an da sonunda biz de velilerden olalım” diye mazeret serdedersin.

3070. Fakat bu sözde, dertten, aşktan değildir. Âdeta uyuyan bir adamın bir aralık uyanıp sayıklayarak tekrar uykuya dalmasına benzer.
“Ayalimin rızkını kazanmaktan başka bir şey yapamıyorum. Ne çare? Dişimle, tırnağımla çalışıp çabalıyor, helâlinden kazanıyorum” dersin.
Ey sapıklara karışan, ne helâli? Senin kanından başka helâl göremiyorum.
Çare Tanrı’dandır. Lokmandan değil.. çare dindendir puttan değil!
Ey aşağılık dünyaya bile sabredemeyen, bu yeryüzünü güzel bir tarzda döşeyen Tanrı’ya nasıl sabredebiliyorsun?

3075. Ey naz ve nimete bile sabredemeyen, kerim Tanrı’ya nasıl sabredebiliyorsun?
Ey temize, pise bile sabırsız, Yaradanına nasıl sabredebiliyorsun?
Nerede bir Halil ki mağaradan çıkıp ayı görünce “ Bu benim Rabbim” dedikten sonra battığını görünce kendisine gelip “ Nerede kâinatı yaratan Tanrı?” desin.
Ben, bu iki meclis sahibini görmedikçe iki âlemi de görmek istemem.
Tanrı sıfatlarını görmedikçe ekmek bile yesem boğazımda kalır.

3080. Onun yüzünü görmedikçe, onun gülünü , gül bahçesini temaşa etmedikçe lokma nasıl siner?
Tanrı’yı ummadan bu suyu bir an bile kim içer? Ancak öküz ve eşek!..
Hayvan gibi olanlar, hatta ondan da aşağı bir dereceye düşmüş bulunanlar, hileyle dolu olsa bile yine pis, murdar, kokmuş kişilerdir.
Böyle kişinin hilesi de baş aşağı olmuştur, kendisi de. Zamanı geçip gitmiş, günü bir türlü gelmez olmuştur.
Düşüncesi körleşmiş, aklı bozulmuş ömrü hiçe gitmiştir. Elif gibi hiçbir şeyi yoktur!

3085. “ Ben de bu düşüncedeyim” dese bile bu da o nefsin hilesinden,masalındandır.
“ Tanrı yargılayıcıdır, merhametlidir” demesi de aşağılık nefsin hilesinden başka bir şey değildir.
Ey elimde ekmeğim yok diye gamdan ölen, Tanrı yargılayıcı ve merhametliyse ya bu korku ne?

İhtiyar bir adamın hastalıklardan doktora şikayeti,doktorun cevabı

İhtiyarın biri, bir doktora “ Dimağım yorgun, aklım yerinde değil” dedi.
Doktor dedi ki . “ O akıl zayıflığı ihtiyarlıktandır.” İhtiyar, “ Gözüm de kararıyor” dedi. Doktor “Koca ihtiyar, ihtiyarlıktan” dedi.

3090. Doktor,”Koca ihtiyar,ihtiyarlıktan” dedi.Adam, “ Arkam dehşetli ağrıyor” deyince,
Doktor dedi ki: “A zayıf ihtiyar, ihtiyarlıktan!” Adam, “ Ne yiyorsam hazmedemiyorum” dedi.
Doktor “ Mide zayıflığı da ihtiyarlıktan” dedi. Adam, “ Nefes alırken sıkıntı çekiyorum, nefes darlığım var” dedi.
Doktor dedi ki: “Evet, nefes darlığı da ihtiyarlıktan. İhtiyarlayınca insanda iki yüz türlü illet peyda olur.”
İhtiyar kızıp, “ Be ahmak, lâfın hep bu mu, sen doktorluktan yalnız bunu mu belledin?

3095. Be herif, Tanrı her derde bir derman verdi, bunu bilemiyor musun?
Sen ahmak bir eşeksin,bilgin de kıt, aklın da. Ayağın kısa olduğundan yeryüzünde kalakalmışsın” dedi.
Doktor cevap verdi: “ Ey yaşı altmış, işi bitmiş adam, bu kızgınlık, bu hiddet de ihtiyarlıktan!”
Vücudun bütün cüzileri, zayıflar, yıpranır, sabır da azalır.
İki çift söze bile tahammül edemez, haykırır. Bir yudum suyu bile hazmedemez, kusuverir!

3100. Ancak Tanrı sarhoşu olan ihtiyar müstesna. O tertemiz bir yaşayışa sahiptir.
Zâhiren ihtiyardır ama hakikatte çocuk. Zaten o veli ve nebi nedir ki?
Eğer iyinin, kötünün yanında zâhir olmasalar bu aşağılık kişilerin onlara şu hasedi neden?
Onlar yakîn  ilmini bilmiyorlarsa  onlara karşı bu buğuz, bu hilekârlık, bu kin ne?
Onlara düşman olanlar ölümden sonra dirilmeyi ve kıyamet gününü bilselerdi kendilerini keskin kılıcın üstüne nasıl atarlardı.

3105. O pir sana gülümser, fakat sen onu öyle görme; onun için yüzlerce kıyamet var.
Cennet, cehennem.. hepsi onun cüzileri. Ne düşünürsen, O, o düşünceden de üstün.
Ne düşünüyorsan yokluk kabul eder, fakat düşünceye sığmayan yok mu? İşte Tanrı odur.
İçinde kim olduğunu biliyorsa, evin kapısındaki küstahlık neden?
Ahmaklar Mescidi ulular da, gönül ehlinin gönlünü yıkmaya çalışır.

3110. Halbuki o mecazidir be eşekler, bu hakikat. Uluların gönülden başka Mescidi yoktur.
Herkesin secdegâhı olan velilerin gönül mescitlerinde Tanrı vardır.
Tanrı erinin gönlü derde düşmedikçe Tanrı, hiçbir milleti rüsvay etmemiştir.
Peygamberlerle savaşa girişenler, onları cisim görüp kendileri gibi insan sanmışlardır.
Sende o ilk gelenlerin ahlâkı var. Nasıl oluyor da sen de onlar gibi helâk olmaktan korkmuyorsun?

3115. Onlardaki nişanelerin hepsi sende de var. Madem ki onlardansın, nerde kurtulacaksın?

   Cuha ile babasının cenazesi önünde feryat eden çocuk

Çocuğun biri, babasının tabutu önünde ağlamakta, başına vurmaktaydı.
“ Baba, seni nereye götürüyorlar? Nihayet seni toprağın altına yatıracaklar.
Öyle bir dar, öyle bir elemli eve götürüyorlar ki orada ne halı var, ne hasır.
Ne geceleyin bir ışık var, ne gündüzün bir dilim ekmek.. ne yemek kokusu var, ne yiyecekten eser..

3120. Ne mamur bir kapı var, ne damında bir yol.. ne de sığınılacak bir komşu!
Halkın öptüğü cismin o elemli yurda nasıl gidecek?
Amansız bir ev, dar bir yer.. orada ne bet kalır, ne beniz” demekte.
Bu suretle o evin vasıflarını sayıp gözlerinden kanlı yaşlar saçmaktaydı.
Cuha, babasına dedi ki: “ Babacığım, vallahi bu adamı bizim eve götürüyorlar.”

3125. Babası , Cuha’ya “ Ahmak olma” dedi. Cuha, “ Baba, şu nişaneleri dinle.
Birer ,birer saydığı bu nişanelerin hepsi, şeksiz şüphesiz bizim evin nişaneleri.
Ne hasır var, ne ışık var, ne yemek. Ne kapısı mamur, ne içi, ne damı!”
Halkta da bu suretle kendilerine ait yüzlerce alâmet olduğu halde azgınlar, bu nişaneleri görmezler.
Kibriya güneşinin şuanından mahrum ve ışıksız olan gönül evi,

3130. Yahudilerin canı gibi dar ve karanlıktır; muhabbet ihsan eden Tanrı’nın zevkinden mahrumdur.
Ne güneşin o gönüle ışığı parlar, ne o gönlün sahası genişler, ne kapısı açılır.
Sana böyle bir gönülden mezar yeğdir. Gönül mezarından çık artık!
Ey şuh ve neşeli can, dirisin, diri oğlusun. Bu dar gönül mezarında nefesin daralmıyor mu?
Sen vaktin Yusuf’usun, gökyüzünün güneşi. Bu çölden, bu zindandan çık yüzünü göster!

3135. Yunus, balık karnında pişti. Yunus Peygamber, bu belâdan ancak tespihle kurtuldu.
Balık karnında tespih etmeseydi kıyamete kadar o hapiste, o zindan da kalırdı.
Yunus, balıktan Tanrı’yı tespih ederek halâs oldu. Tespih nedir? Elest gününün nişanesi.
Eğer can tespihini unutursan şu balıkların tespihini dinle.
Tanrı’yı gören Tanrı’ya mensuptur; o denizi gören, o balıktır.

3140. Bu cihan denizdir, ten balık.. ruh da sabah nurundan mahcup Yunus.
Yunus Tanrı’ya tespih ettiği için balıktan kurtuldu, yoksa hazmolur, yok olup giderdi.
Bu deniz, can balıklarıyla dopdoludur. Sen görmüyorsun ama etrafında uçuşup duruyorlar.
O balıklar, sana kendilerini çarpmaktalar. Gözünü aç da apaçık gör.
Balıkları görmüyorsan bile bari kulağın, tespihlerini duysun.

3145. Sabretmek, canının tespihleridir. Sabret, asıl doğru tespih odur.
O derecede hiçbir tespih yoktur. Sabret, asıl doğru tespih odur. O derecede hiçbir tespih  yoktur. Sabret, “ Sabır, sıkıntının, darlığın anahtarıdır.”
Sabır, sırat köprüsüne benzer, cennet se öbür tarafta. Her güzelin bir çirkin lalası vardır.
Laladan çekinirsen vuslata imkân yok.Çünkü lala,gözlerden ayrılmaz.
Ey azıcık bir şeyden kırılan sırça gönüllü, sen sabrın zevkini ne bilirsin? Hele o Çikil güzeline ulaşmak için çekilen sabrın lezzetini!

3150. Savaş zevki, kudret ve kuvvetli ere göredir, karı tabiatlı adamsa ancak zekerden zevk alır.
Zekerden başka ne dini vardır, ne zikri; o düşünce , o adamı ta aşağılık yere kadar çekip götürür.
Gökyüzüne bile çıksa korkma ondan.Çünkü o, ancak aşağılık aşkıyla ders öğrenmiştir.
Çanı yukarılarda çalınsa, Çan sesi yukarılardan gelse bile atını aşağıya doğru sürüp durur.!
Yoksulların âlemlerinden korkulur mu? O âlemler lokma elde etmek için bir yoldur.

Oğlanın iriyarı adamdan korkması.adamın ”Korkma çocuğum,ben er değilim” demesi

3155. Bir iri adam bir oğlanı ele geçirdi. Bu adam bana kast eder diye çocuğun yüzü sarardı.
Adam dedi ki “ Güzelim, emin ol.. sen benim üstüme bineceksin.
Ben korkunç görünsem de aldırış etme, bil ki ben bir ibneyim. Deveye biner gibi bin üstüme, sür”
İnsanların suretleriyle mânaları da işte böyledir. Dışardan adam görünürler, içerden melûn Şeytan!
Ey Âd gibi ipiri adam, sen rüzgârın tesiriyle dalın vurduğu davula benziyorsun.

3160. Tilki, hava ile dolu tulum gibi bir davul yüzünden avını yele verdi.
Davulda bir can olmadığını, içinin hava dolu olduğunu görünce dedi ki: “ Domuz bile şu bomboş tulumdan yeğ!”
Davul sesinden tilkiler korkar, fakat akıllı kişi onu öyle döver ki deme gitsin!

Ormana dalan süvariden korkan okçu

Bir atlı cins ata binmiş, pür silâh, heybetle bir ormana dalmış, gidiyordu.
Usta bir okçu görüp korkarak yayını çekti.

3165. Onu vurmak isterken atlı bağırdı: “Ben cüssece iriyim ama hakikatte zayıf bir adamım.
Sakın benim iriliğime bakma, savaş zamanı kocakarıdan da aşağıyım.”
Okçu “ haydi git, iyi ki söyledin, yoksa korkumdan seni vuracaktım” dedi.
Nice adamlar vardır ki erkek olmadıklarından ellerinde kılıç olduğu halde karşıdakini silâhla tepelenmişlerdir.
Rüstemlerin silâhını bile kuşansan ehli olmadıktan sonra canından olursun.

3170. Oğul, kılıcı bırak da can siperini ele al. Bu padişahtan ancak başsız olan başını kurtarır.
Senin silâhın; hilen, düzenindir.Hem senden doğar hem canına kast eder.
Bu hilelerden madem ki bir fayda elde edemedin, hileyi bırak da devletlere kavuşasın.
Madem ki hileden bir meyve elde edip yiyemedin, bırak hileyi, Tanrı’yı ara!
Bu bilgiler, sana madem ki kutlu değil, kendini ahmak yerine koy, şom şeyi terk et!

3175. Melekler gibi “ Tanrım, bizim bilgimiz, ancak senin bildirdiğin bilgidir, başka bir şey bilmiyoruz” de!

Bedevinin çuvala kum doldurması ve filozofun onu kınaması

Bir bedevi, devesine iki dolu çuval yüklemiş, birisi onu lâfa tuttu.
Vatanından sorup konuşturdu ve o suallerle bir hayli inciler deldi.
Sonra dedi ki: “ O iki çuvalda ne dolu? Doğruca söyle!”

3180. Bedevi “ Bir tanesinde buğday var. Öbürü kum, yiyecek bir şey değil! ” dedi.
Adam “ Neden bu kumu doldurdun” diye sordu.Bedevi cevap verdi: “ O çuval boş kalmasın diye”.
Adam; “ Akıllılık edip buğdayın yarısını bu çuvala, yarısını da öbür çuvala koy.
Bu suretle hem çuvallar hafifler, hem devenin yükü “ dedi. Bedevi bu fikri pek beğenip “ Ey akıllı ve hür hakîm,
Böyle bir ince fikir, böyle bir güzel rey sahibi olduğun halde neden böyle çırçıplaksın, yaya yürüyor, yoruluyorsun?”

3185. Dedi. O iyi kalpli bedevi, hakîme acıdı, onu deveye bindirmek istedi.

Tekrar “ Ey güzel sözlü hakîm, birazcık halinden bahset.
Böyle bir akılla, böyle bir kifayetle sen ya vezirsin, ya padişah. Doğru söyle!” dedi.
Hakîm dedi ki: “ İkisi de değilim, halktan bir adamım. Halime, elbiseme baksana!”
Bedevi “ Kaç deven, kaç öküzün var?” diye sordu.Hakîm cevap verdi: “ Uzun etme. Ne ona malikim, ne buna!”

3190. Bedevi, “ Peki, bari dükkânındaki mal ne, onu söyle!” dedi. Hakîm dedi ki “ Benim dükkânım nerede, yerim yurdum nerede?
Bedevi, öyleyse paranı sorayım: sen yapayalnız gidiyorsun, hoş nasihatlarda bulunuyorsun, ne kadar paran var?
Âlemdeki bakırları altın yapacak kimya senin elinde, akıl ve bilgi incilerin tümen, tümen dedi!” dedi.
Hakîm, “ Ey Arabın iftiharı, vallahi para şöyle dursun, bir gecelik yiyecek alacak mangırım bile yok.
Yalınayak, başı kabak koşup duruyorum. Kim, bir dilim ekmek verirse oraya gidiyorum.

3195. Bu kadar hikmet, fazilet ve hünerden ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim” deyince;
Arap dedi ki : “ Yürü, yanımdan uzaklaş.. senin nuhusetin benim başıma da çökmesin.
O şom hikmetini benden uzaklaştır. Sözün, zamane halkına şom.
Ya sen o yana git, ben bu yana gideyim. Yahut sen önden yürü, ben arkadan yürüyeyim.
Bir çuvalımda buğday, öbüründe kum olması, senin hikmetinden daha iyi be hayırsız!

3200. Benim ahmaklığım, çok mübarek bir ahmaklık. Gönlümde azığım var, canım perhizkâr!”
Sen de şekavetin azalmasını istiyorsan çalış, sendeki hikmet azalsın.
Tabiattan doğan, hayalden meydana gelen hikmet, Tanrı nurunun feyzinden nasipsiz bir hikmettir.
Dünya hikmeti, zannı, şüpheyi artırır, din hikmetiyse insanı feleğin üstüne çıkarır.
Âhir zamanın âdi ukalâsı, kendilerini evvelce gelenlerden üstün görürler.

3205. Hileler öğrenip ciğerler yakmışlar, hileler, düzenler bellemişlerdir.
Asıl sermaye iksiri olan sabrı, ihsanı, cömertliğiyle vermişlerdir.
Fikir ona derler ki bir yol açsın.. yol ona derler ki önüne bir padişah çıkagelsin.
Padişah ona derler ki kendiliğinden padişah olsun; hazinelerle, askerlerle değil.
Zira kendiliğinden padişah olursa padişahlığı, Ahmet’in pâk dininin yüceliği gibi ebedîdir.

     Tanrı rahmet etsin,İbrahim Ethem’in deniz kıyısında gösterdiği keramet

3210. İbrahim Ethem’den rivayet edilmiştir: Bir yerde deniz kıyısında oturmuş,
O can sultanı, hırkasını dikmeğe koyulmuştu. Ansızın oraya bir emîr geldi.
O emîr, Şeyh’in kullarındandı. Şeyh’i tanıyıp hemen secde etti.
Şeyh’in hırka dikmekte olduğunu görüp şaşırdı. Şekli de değişmişti, huyu da!
Emîr, kendi kendisine “ Öyle bir ulu sultanlığı terk etti de şu yoksulluğu ihtiyar etti. Bu ne acayip iş!

3215. Yedi iklim padişahlığını kaybetsin de yoksullar gibi kendi hırkasını diksin” diyordu.
Şeyh, onun düşüncesini anladı.Şeyh aslana benzer,gönülleri ormana.
Şeyh, ümit ve korku gibi gönüllere girer, yürür. Cihan esrarı ona gizli değildir.
Ey sermayesizler, gönül sahiplerinin huzurunda gönüllerinizi koruyun!
Ten ehlinin yanında edep, zâhiri muameleden ibarettir. Çünkü Tanrı, onlardan gizli şeyleri örtmüştür.

3220. Fakat gönül ehillerinin yanında edep, bâtıni bir muameledir. Bâtına aittir. Zira onların gönülleri, gizli şeyleri anlar.
Sen ne aykırı iş yapıyorsun. Körlerin yanına bir makam kapmak hevesiyle gidiyor, huzur ile edebe riayet ederek ta kapı yanında oturuyor.
Gözlülerin yanındaysa edebi terk ediyorsun. Onun için şehvet ateşine odun oldun ya!
Madem ki anlayışın yok, hidayet nurundan mahrumsun.. körler için yüzünü cilâla, süsle dur.
Gözlülerin huzurunda da yüzüne pislik sür; sonra da bu kokmuş halinle nazlan!

3225. Şeyh, derhal iğnesini denize attı ve yüce sesle iğneyi istedi.
Yüz binlerce Tanrı balığı, her birinin ağzında birer altın iğne olduğu halde,
Ey şeyh Tanrı’nın iğnelerini al, diye Tanrı denizinden baş çıkardı.
İbrahim Ethem, yüzünü o emîre dönüp dedi ki; Ey emîr, gönül saltanatı mı iyi, öyle bayağı bir saltanat mı?
Bu zâhiri bir işaretten ibaret, bir hiç bile değil. Bâtın âlemine varırsan bunun yirmi mislini görürsün.

3230. Şehre bahçeden bir dal getirirler. Fakat bağı bostanı oraya nasıl götürsünler?
Hele bu gökyüzü, ancak bir yaprağı olan bir bağ olursa.. hatta o âlem bir içtir, hakikattir de şu cihan, onun kabuğuna benzer.
Sen, o bağa doğru adım atamıyorsun. Fazla koku kokla da nezleni gider!
Bu suretle o koku, canını çeksin de gözlerinin nuru olsun.
Yakup Peygamberin oğlu Yusuf, bu koku hakkında “ Gömleğimi alın, götürüp babamın yüzüne koyun” dedi.

3235. Ahmet, bu koku için vaizlerinde daima “ Gözüm namazda ışıklanır” buyurdu.
Beş duyguda birbirleriyle birleşmiştir.Çünkü beşi de bir asıldan meydana gelmedir.
Bu beş duygudan biri kuvvetlense öbürleri de kuvvetlenir; birisi her birisine sâki olur.
Gözün görüşü, söz söyleme kabiliyetini artırır. Gözdeki aşk da doğruluğu.
Doğruluk, her duygunun uyanıklığıdır, bu suretle duygulara zevk, munis olur.

 Ârifin gaybı gören nurla nurlanması

3240. Sülûkta bir duygu, bağını çözdü mü öbür duyguların hepsi birden değişir.
Bir duygu, zâhiri duygularla idrâk edilemeyecek şeyleri duydu, gördü mü, gayba ait şeyler bütün duygulara aşikâr olur.
Sürüden bir koyun yürüyüp dereyi atlayınca öbür koyunlar da birer, birer o tarafa atlarlar.
Sen de duygu koyunlarını sür, Tanrı yazısında yay, otlat.
Da orada sümbül ve ağustos gülü yesinler, hakikat bahçelerine yol bulsunlar.

3245. Öbür duyguların hepsi birer, birer o cennete ulaşsın diye her duygun, duygulara peygamberlik eder.
Duygular, senin duyguna dilsiz, dudaksız, hattâ hakikatten de öte, mecazdan da öte sırlar söyler.
Çünkü bu hakikat dediğin türlü, türlü tevil edilebilir. Bu vehimlenme de hayaller doğurur durur.
Halbuki âyan âlemine mensup olan hakikatse hiçbir suretle tevil edemez.
Her duygu, senin duyguna kul olunca gayri felekler bile senden ayrılamaz.

3250. Bir derinin sahibi kimdir diye dâva çıksa, deri kiminse içi de onundur.
Bir saman denginin kime ait olduğunda nizaa düşülse buğday kimin? Sen ona bak! (çünkü saman da buğday sahibinindir.)
Felek kabuktur, ruhun nuru iç. Bu görünürde o görünmez. Ayağın kaymasın, sallanma, kendine gel!
Cisim zâhiridir, ruhsa gizli. Cisim yen gibidir, ruh el gibi.
Akılsa ruhtan daha gizlidir. Duygu, ruhu çabucak anmalı.

3255. Meselâ bir hareket gördün mü anlarsın ki o hareket eden diridir. Fakat akıllı mı acaba? Bunu bilemezsin.
Mevzun hareketlere başlar, bakırın kimya ile altın oluşu gibi o da hareketlerini bilgisiyle tanzim ederse,
Ele benzeyen ruhun o münasebetli, o muntazam hareketlerinden anlarsın ki aklı vardır.
Vahiy kabul eden ruhsa akıldan da gizlidir. Çünkü o gayptır, gayp âlemindendir.
Ahmed’in aklı kimseden gizli değildir, herkes onun akıl ve kemal sahibi olduğunu bilirdi. Fakat vahiy ruhunu her can anlayamadı.

3260. Vahiy ruhuna münasip şeyler de var,fakat onları akıl anlayamaz. Çünkü o ruh pek yücedir.
Akıl, o ruhun işlerine gâh delilik diye bakar, gâh şaşkınlık diye. Çünkü onu anlamak, o olmaya bağlıdır.
Hızır’a göre alelâde olan işler Musa’nın aklını şaşırttı, Musa onları görünce bulandı.
O işler Musa’ya aykırı göründü. Çünkü Musa o hale sahip değildi.
Musa’nın aklı bile gayp işlerine ermezse, ey ulu kişi, bir farenin aklı nedir ki bu işlere ersin!

3265. Taklit bilgisi, satış içindir, bu bilgi sahibi, müşteri buldu mu, bilgisini güzelce satar.
Fakat hakikat bilgisine müşteri, Tanrı’dır. Bu bilgi sahibinin pazarı daima işler, daima parlar.
Alışveriş ederken mest bir halde ağzını yumup oturur. Fakat müşterisi Tanrıdır.
Âdemin dersine melek müşteridir, o derse dev ve peri mahrem değildir.
Âdem, senin dersin her şeyin adını haber vermektir. Haydi, Tanrı sırlarını kıldan kıla anlat.

3270. Kısa görüşlü, daima halden hale giren, renkten renge boyanan ve temkini bulunmayan,
Kişiye fare dedim, çünkü yeri, yurdu topraktır. Farenin de geçim yeri topraktan ibarettir.
Yolları, izleri bilmez değil, bilir ama yer altındakileri bilir. O , her yanda toprağı delmiş, delik deşik etmiştir.
Fare gibi nefis, ancak lokma ufalar. Tanrı fareye de miktarınca akıl vermiştir.
Çünkü yüce Tanrı, hiç kimseye, ihtiyacından artık bir şey vermez.

3275. Eğer âlemin yeryüzüne ihtiyacı olmasaydı âlemlerin Rabbi, yeri yaratmazdı.
Bu titreyip duran yeryüzü, dağlara muhtaç olmasaydı Tanrı, o heybetli dağları halk etmezdi.
Göklere de ihtiyaç olmasaydı yedi kat göğü yoktan meydana getirmezdi.
Güneş, ay ve şu yıldızlar, ancak ihtiyaç yüzünden zuhura geldi.
Şu halde varlıkların kemendi,( yoklukları çekip varlık âlemine getiren) ihtiyaçtır. Tanrı’nın ihsanı, ihtiyaç miktarınca zâhir olur.

3280. Yürü, çabuk ihtiyacını arttırır da Tanrı’nın kereminden cömertlik denizi coşsun.
Şu yol üstünde dilenen, şu dilenciliğe düşmüş olan yoksullar, halka ihtiyaçlarını arz ederler.
Kör , sakat, hasta, illetli olduklarını gösterir, bu suretle halkın merhametini coşturmak isterler.
“ Ey halk, ekmek verin. Benim de ambarım var, benim de malım, benim de sofram var” derler mi hiç?
Köstebeğin yemek içmek için göze ihtiyacı yoktur. Onun için Tanrı onu gözsüz yarattı.

3285. Köstebek, gözsüz de pekâlâ yaşayabilir. Ter-ü taze toprakta göze ne ihtiyacı var?
Zaten ancak hırsızlık etmek için topraktan çıkar, başka bir iş için değil, Tanrı, onu bu hırsızlıktan arıtsa,
O da kanatlanır, kuş olur; melekler gibi göklere uçup gider.
Tanrı’nın gül bahçesinde her an bülbül gibi yüzlerce nağme çıkarır.
“ Ey beni çirkin sıfatlardan kurtaran, ey cehennemi cennet haline getiren,

3290. Bir yağ parçasına aydınlık bahşetmekte, bir kemiğe işitme kabiliyeti vermektesin ey gani Tanrı.
Fakat o maanınin cisimle ne alâkası var?Eşyanın adlarıyla,anlayışın ne münasebeti var?
Söz yuva gibidir,mâna kuş gibi.Cisim ırmak gibidir, ruh akıp giden su gibi.
O ırmak akıp gitmektedir, fakat sen ona duruyor dersin.. o koşup gelmektedir, sen onu bir yere kımıldamıyor sanırsın.
Eğer su, yerden yere gitmiyorsa, eğer su akıp durmuyorsa üstündeki yeniden, yeniye görünen çerçöp nedir ki?

3295. Senin çerçöpün de fikrî suretlerindir. Aklına her an yeniden yeniye el dokunmamış düşünceler gelmektedir.
Düşünce ırmağın yüzü de güzel ve sevimsiz çerçöpten halî değil.
Bu kadar suyun üstünde görünen kabuklar, gayp bağı meyvelerinin kabuklarıdır.
Bu kabukların içini suda ara. Çünkü su ırmağa bağdan kaynamakta, bağdan gelmektedir.
Âbıhayatın akışını görmüyorsan ırmağın üstündeki dalların, yaprakların,çerçöpün akışına bak.

3300. Su, yeğin akarsa üstündeki kabuklar ve çerçöp de daha çabuk sürüklenip gider.
Bu feyiz şiddetle zuhur etti mi gayri âriflerin gönüllerine gam gelmez, o gönüllerde elem eğleşmez olur.
Nitekim ırmak da, dopdolu olur, pek hızlı akarsa üstünde çerçöp eğlenmez!

 Halden bigâne birisinin bir şeyhi kınaması ve müridin şeyhe cevap vermesi

Birisi, şeyhin birini “ Kötü adam, doğru yolda değil.
Şarap içiyor, mürai ve pis herif. Böyle adam nereden müritlerin imdadına yetişecek?” diye kınadı.

3305. Başka biri de ona dedi ki “ Edebe riayet et. Büyükler hakkında böyle zanda bulunmak yaraşmaz.
Onun sâf seli, bulanıversin.. bu ondan ve onun sıfatlarından ne kadar uzak!
Hak ehline böyle bühtanlarda bulunma. Bu, senin hayalinden ibaret, çevir yaprağı!
Böyle bir şey olmaz ya.. şayet olsa bile ey toprakta uçan kuş, bahrimuhite pislikten ne zarar!
O, iki testiden az, yahut küçük bir havuz değil ki.. bir katracık pislik onu nasıl bulandırır, nasıl kirletir.?

3310. Ateş, İbrahim’e bir ziyan veremedi. Kim Nemrutsa sen ona de : Kork ateşten!
Nefis Nemrut’tur, akılla can da Halil. Ruh, işin tam içindedir. Kılavuza ihtiyaç yok.. kılavuza muhtaç olan nefistir.
Kılavuz yolcuya, çöllerde her an kaybolana lâzımdır.
Menzile ulaşanlara gözden, ışıktan başka bir şey lâzım değil. Onlar kılavuzdan da kurtulmuşlardır, çölden de.
Eğer o vuslat eri bir delil getirirse henüz mücadele içinde bocalayanlar anlasınlar diye getirir.

3315. Baba, küçük çocuğuna onun dilince “ Ti, ti” der, aklı, âlemi ölçüp biçse bile!
Üstat “ Elifte bir şey yok” dese fazileti eksilmez, yücelikten düşmez.
Henüz söz bilmez cahile bir şeyler öğretmek için kendi dilini terk etmek,
Onun dilince konuşmak gerek. Ancak bu suretle senden bir bilgi, bir fen öğrenebilir.
Bütün halk da şeyhin çocukları mesabesindedir. Nasihat verdiği zaman pîre, onların seviyesine inmek lâzım”
*Şeyhin müridi, o kötü sözlüye, o küfürle, sapıklıkla dopdolu kişiye dedi ki:
*“Kendini keskin kılıç üstüne atma. Aklını başına al, padişah ve sultanla savaşa girişme.
*Havuz ,deryaya omuz vurur, onunla boy ölçüşmeye kalkışırsa mahvoldu gitti.
*O, öyle bir deniz değil ki ucu, kıyısı bulunsun da sizin pisliğinize bulansın!

3320. Küfrün de bir haddi, hududu var. Fakat şeyhe ve şeyhin nuruna bir kenar, bir had yok!
Haddi hududu olmayanın yanında mahdut olan şey, yok demektir. Tanrı’dan başka her şey fanidir.
Onun bulunduğu yerde ne küfür var, ne iman.Çünkü, o içtir, küfürle imansa deri.
Bu yokluklar, yüze perdedir.O, leğen altında gizli ışığa benzer.
Hulâsa bu ten başı, o başa perdedir. O başın önünde bu ten başı kesilmiş gibidir, bir şeye yaramaz.

3325. Kâfir kimdir? Şeyhin imanından gafil olan. Ölü kimdir? Şeyhin canından haberdar olmayan!
Can, tecrübelerle sabittir ki haberdar olmaktan ibarettir. Kim, daha fazla haberdarsa daha ziyade canlıdır.
Canımız hayvan canından daha üstündür, neden? Çünkü daha fazla biliyoruz.
Meleklerin canı da bizim canımızdan üstün.Çünkü onlarda Hissi Müşterek yoktur.
Ehil olanların canlarıysa meleklerin canlarından üstündür, şaşkınlığı bırak!

3330. Melekler, Âdeme secde ettiler; çünkü onun canı, meleklerinkinden üstündür.
Üstün olmasaydı secde ederler miydi? Üstün olanın daha aşağı mertebede bulunana secde etmesini emretmek doğru bir şey değil değildir, yaraşmaz.
Tanrı’nın adaleti, Tanrı’nın lûtfu bir gülün dikenine secde etmesini hoş görür mü?
Bir can, oldu da son mertebeyi de aştı mı artık her şeyin canı, ona mûti olur;
Kuş, balık, in,cin,insan.. hepsi ona itaat eder. Çünkü o üstündür, öbürleri noksan.

3335. Balıklar, hırkasını diksin diye ona iğne getirirler. Bu, ipliğin iğneye tâbi olmasına benzer.

–Tanrı rahmet etsin—İbrahim Ethem hikâyesinin sonu

O emîr, balıkların İbrahim Ethem’in emrini yerine getirdiklerini, balıkların ağızlarında iğneyle sudan baş çıkardıklarını görünce vecde geldi.
Bir ah çekip “ Balık bile pîri tanıyor. Yuh olsun o tapudan sürülen tene!
Balıklar bile pîri biliyorlar da biz ondan uzağız. Biz, bu devletten mahrumuz da onlar erişmiş” deyip,
Secde ederek ağlaya ,ağlaya perişan bir halde yola düzüldü; bu kerametin aşkından divaneye döndü.!

3340. Hey yüzünü yıkamamış pis herif, neredesin sen ? kiminle kavgaya girişiyor, kime haset ediyorsun?!
Sen aslanın kuyruğuyla oynamakla, meleklere saldırmaktasın.
Hayırdan ibaret olana neden kötü söylüyorsun. Kendine gel, o alçalışı yücelme sayma.
Kötü nedir? Aşağılık ve muhtaç bakır, Şeyh kimdir? Ucu, sonu olmayan kimya!
Bakır, kimya yüzünden altın olmak kabiliyetinde değilse kimya, bakır yüzünden bakırlaşmaz ya!

3345. Kötü nedir? İşi ateş gibi serkeş kişi, şeyh kimdir? Ezel denizinin ta kendisi.
Ateşi daima su ile korkuturlar. Fakat suyu hiç ateşle korkutabilirler mi?
Sen ayın yüzünde ayıp noksan buluyor, cennette diken topluyorsun.
Ey diken arayan, cennete gitsen bile orada senden başka bir diken göremezsin.
Güneşi balçıkla sıvıyor, kâmil bedirde gedik arıyorsun.

3350. Âlemde parlayıp duran güneş bir yarasa için nasıl gizlenir?
Ayıplar, pîrler ret ettiğinden ayıp oldu.Kayıplar onların hasedi yüzünden kayıp kesildi.
Huzurdan uzaksan bari dost ol, çabucak nedamet getir, işe güce koyul,
Da o yoldan sana da bir rüzgâr essin. Rahmet, suyuna neden hasetle mani oluyorsun?
Uzaktaysan bile bulunduğun yerden o tarafa yönel, “ Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün!”

3355. Eşek bile hızlı yürüyeyim derken balçığa saplandı mı oradan kurtulmak için anbean oynar durur.
Orada kalmak için yerini düzeltmeğe kalkışmaz, bilir ki orası geçim yeri değildir.
Duygun, eşek duygusundan daha aşağı mı ki gönlün bu balçıktan sıçramadı bile.
Balçığın içinde tevile ruhsat vermektesin.Çünkü oradan gönlünü almak istemiyorsun ki.
“ Bana bu lâyık..ihtiyarım elimde değil. Allah kerimdir. Bir âcizi de suçlu tutacak değil ya” dersin.

3360. Ey sırtlan gibi kötülüğe giriftar olmuş kişi, sen gafletinden bu muahezeyi görmüyorsun.
Sırtlanı mağaranın içinde değil, dışarıda arayın derler,
De mağarayı kapatırlar, halbuki sırtlan “ Benden haberleri yok.
Bu düşmanlar, benden haberdar olsalardı sırtlan nerede, hani ya? diye bağırırlar mıydı” der.

Birinin Ulu Tanrı günah yüzünden beni suçlu tutmuyor,bana ceza vermiyor diye iddiaya girişmesi ve  Şuayb aleyhisselâm’ın ona cevap vermesi

   Şuayb zamanında birisi, “Tanrı benden nice ayıplar gördü.

3365. Nice suçlarda bulundum. Böyle olduğum halde kereminden bana ceza vermiyor,beni muahaze etmiyor” dedi.
Ulu Tanrı, Şuayb’ın kulağına dedi ki. “ Ona gayp âleminden fasih bir dille cevap ver:
Sen, ben ne kadar suç işledim, öyle olduğu halde Tanrı kereminden suçuma bakmıyor, bana mücazat etmiyor dedin ama,
Ey aykırı düşünceli, ey sersem, ey yolu bırakıp da çölü tutmuş!
Seni nice kereler cezalandırdım. Fakat senin haberin yok. Ayağından tepene kadar zincirler içinde kalmışsın.

3370. A kara kazan, isin, pasın kat,kat; için, yüzün berbat!
Gönlünde is üstünde is, kurum üstünde kurum. Bu is ve kurum bir derecede ki nihayet gönlün, bütün sırlara karşı kör olmuş.
Eğer o is, kurum, yeni bir kazana ursa bir arpa tanesi kadar küçük bile olsa eseri görünür.
Çünkü her şey, zıddı ile meydana çıkar. Bembeyaz kazanın beyazlığı ütünde o kara is berbat bir şekilde kendini gösterir.
Fakat dumanın tesiriyle kazan karardı mı artık onun üstünde isi, kurumu kim görür a inatçı?

3375. Demirci zenci olursa yüzü, dumanla isle aynı renktedir.
Fakat beyaz adam demirciliğe kalkışırsa yüzü yer ,yer kararır, kızarır.
Bu takdirde de günahın tesirini derhal anlar da ağlayıp sızlamaya başlar  ve “ Aman Yarabbi” demeye koyulur.
Fakat bir adam ,günahta ısrar eder,kötülüğü kendine sanat edinir,düşünce gözüne toprak saçarsa,
Artık tövbe etmeyi bile aklına getirmez; o suç gönlüne tatlı gelir;böyle böyle nihayet dinsiz olur gider.

3380. O pişman oluş,o “Yarabbi” deyiş ondan zail olur, gönül aynasının yüzünü beş kat pas örter.
Paslar, demirini  yemeye gevherini yok etmeye başlar.
Beyaz bir kâğıda yazı yazarsan o yazı, kâğıda bakar bakmaz okunur.
Yazılı kâğıda bir yazı yazarsan okunur ama iyi anlaşılmaz, insan yanılabilir.
Çünkü o karalanmış kâğıt üstüne kara yazı yazıldı mı her iki yazı da körleşir, hiçbir mânası kalmaz.

3385. O kâğıda üçüncü defa bir şey yazarsan kâfirlerin canı gibi tamamıyla kapkara olur.
Şu halde her şeye çare bulan Tanrı’ya sığınmaktan başka ne çare var? Bakırın ümitsizliğine iksir, ancak onun nazarıdır.
Ümitsizlikleri ona arz edin de devasız derdinizden kurtuluverin!”
Şuayb ona bu nükteleri söyleyince Şuayb’ın nefesleri yüzünden adamın gönlünde güller açıldı.
Canı, gökyüzünden gelen vahiy sesini duydu. Dedi ki. “ Eğer bizi cezalandırdıysa nişanesi nerede?”

3390. Şuayb “ Yarabbi, beni kabul etmiyor. Bu muhazeye, bu cezaya nişane aramakta” dedi.
Tanrı “ Ben ayıpları örtücüyüm, sırlarını söylemem. Ancak iptilâsına dair şu tek remzi söyleyeyim:
Onu cezalandırdığımın bir nişanesi şu: Oruç tutmak da dua etmekte..
Namaz kılmakta, zekât vermekte.. başka ibadetlerde bulunmakta. Fakat ruhu bir zerre bile zevk duymuyor.
Ne güzel ibadetler ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor. Fakat bir parçacık bile tat yok.

3395. İbadeti kışırdan ibaret, iç, yok. Cevizler çok ama içleri boş!
İbadetlerin netice vermesi için zevk gerek.. tohumun ağaç olması için iç gerek!
İçsiz tohum, fidan olur mu? Cansız surette hayalden başka bir şey değil.

 O hale âşina olamayan müridin şeyhi kınaması hikâyesinin sonu

O habis, şeyh hakkında hezeyanlarda bulunmaktaydı. Eğri bakan kişinin gözü daima eğri ve aykırı görür.
“ Ben, onu bir mecliste gördüm, takvası yok, bir müflisten ibaret.

3400. İnanmıyorsan bu gece kalk da şeyhinin fıskını apaçık gör” dedi.
Geceleyin o adamı bir pencere başına götürdü, dedi ki : “ Fasikliğe bak, işreti gör”
Gündüzün riyasiyle gecenin fıskını seyret. Gündüz Mustafa gibi, gece Ebuleheb  gibi!
Gündüz adı Abdullah ,gece elinde kadeh, nezübillâh!”
Pîrin elinde dolu bir kadeh vardı. Mürit bunu görünce “ Şeyhim, sen de mi aldatıcısın?

3405. Sen, “Şeytan, şarap kadehine hemencecik işeyiverir” demez miydin?” dedi.
Şeyh dedi ki: “Benim kadehimi öyle doldurdular ki içine tek bir üzerlik tohumu bile sığmaz.
Bir bak hele.. buraya bir zerre bile sığar mı? Sen sözü yanlış anlamışsın, aldanmışsın.
Bu zâhiri şarap, zâhiri kadeh değil ki. Onu, gaybı bilen şeyhten uzak bil.
Be ahmak, şarap kadehi, şeyhin varlığıdır. Oraya Şeytan’ın sidiğine asla yol yok!

3410. O varlık, Tanrı nuruyla dolu, hem de dudağına kadar. Ten kadehi kırılmış, mutlak nur kalmıştır.
Güneşin nuru, pislik üstüne düşmekle pislenmez ya, yine aynı nurdur”
Şeyh bu sözleri söyledikten sonra “ Bu, ne kadehtir, nasıl şarap, bir gel de bak be hey münkir” dedi.
Mürit gelip baktı, gördü ki halis bal. O mânasız düşmansa kör oldu, bir şey göremedi.
O zaman pîr müridine dedi ki: “ Yürü ey ulu mürit bana şarap bul,

3415. Bir hastalığım var, şarap içmek zaruretindeyim. Hastalıktan ölüm haline geldim, hattâ bu halden de ileri bir hale düştüm.
Zaruret vakti her pis, temiz sayılır. İnkâr edene lânet, başına toprak!
Mürit, meyhaneleri dönüp dolaşmaya,şeyh için her küpten şarap taşımaya başladı.
Fakat küplerin hiç birin de şarap bulamadı. Hurma şarabıyla dolu olan küpler, balla dolmuştu.
“ Rintler, bu ne hal, bu ne iş? Hiçbir küpte şarap bulamıyorum” dedi.

3420. Bütün Rintler, ağlayıp ellerini başlarına vurarak Şeyhin yanına geldiler.
“ Ey ulu Şeyh, sen meyhaneye geldin, bütün şaraplar, kudümünün hürmetine bal oldu.
Şarabı arıttın, bizim canlarımızı da kötü huylardan arıt, tebdil et “dediler.
Cihan, baştanbaşa ağız, ağıza kanla dolu olsa Tanrı kulu yine ancak helâl yer.

Tanrı razı olsun,Ayşe’nin Mustafa Sallâllahü Aleyhi Ve Sellem’e “Sen seccade yaymadan her yerde   namaz kılıyorsun” demesi

Bir gün Ayşe, Peygamber’e dedi ki. “ Ey Tanrı Resulü, sen aşikâr, gizli,

3425. Neresini bulursan orada namaz kılmaktasın. Halbuki evde pis adamlar da gezip tozuyor.
Sen de bilirsin ki pis çocuklar, nereye varırsa orasını pislerler.”
Peygamber, “Şunu  bil: Tanrı, büyükler pis şeyleri temiz etmiştir.
Hakk’ın lûtfu, bu yüzden secdegâhımı, ta yedinci kat göğe kadar arıttı” diye cevap verdi.
Kendine gel, kendine. Padişahlara hasede kalkışma. Terk et  hasedi.Yoksa âlemde sen de bir iblis olursun.

3430. Veli,zehir yese bal olur.. sen bal yesen zehir kesilir.
O, varlığını Tanrı varlığına tebdil etmiştir. İşi de eşyayı tebdil etmedir.O, lûtuftan ibaret bir hale gelmiştir, her türlü ateşi de nur olmuştur.
Ebabil kuşlarında Tanrı kuvveti vardı. Yoksa bir kuşcağız nasıl olurda bir fili helâk edebilirdi?
Koca bir orduyu birkaç kuş kırıp geçirdi. Bak da bu kudretin Tanrı’dan olduğunu bil.
Eğer bundan şüpheye düşersen yürü var, Eshabı fil suresini oku.

3435. Onunla inada kalkışır, beraberlik dâvasına girişirsen, yok mu? Eğer onlardan başını kurtarabilirsen beni de kâfir bil sen!

 Farenin deve yularını çekmesi ve kendi kendisine gururlanması

Bir fareceğiz, bir devenin yularını eline aldı, kurula, kurula yola düştü.
Deve , tabiatındaki mülâyimlik yüzünden onunla beraber yürümeye koyuldu. Fare “ Ben, ne de pehlivan, ne de yiğit ermişim” diye gurura düştü.
Düşüncesinin ışığı deveye aksetti. “ Hele hoşindi. Ben sana gösteririm!” dedi.
Gide, gide bir büyük ırmak kenarına geldiler. Öyle büyük, öyle derindi ki ulu bir fil bile o ırmakta zebun olurdu.

3440. Fare orada duru, kaskatı kesildi. Deve “ Ey dağda, ovada bana arkadaş olan,
Bu duraklama ne, niye şaşırdın? Irmağa ercesine ayak bas, gir suya!
Sen kılavuzsun, benim öncümsün. Yol ortasında durup susma” dedi.
Fare dedi ki: “ Bu su, pek büyük, pek derin bir su. Arkadaş,ben boğulmaktan korkuyorum.”
Deve “ Hele bir göreyim, ne kadarmış bu su ?” deyip hemen ayağını attı.

3445. Dedi ki: “ A kör sıçan, su diz boyuymuş. A hayvanların kusuru, neden şaşırdın?”
Fare, “ Sana karınca ama bize ejderha! Dizden dize fark var.
Ey hünerli deve, sana diz boyu ama benim tepemden yüz arşın geçer.” dedi.
Deve dedi ki: “ Öyleyse bir daha küstahlık etme de cismin, canın yanıp yakılmasın.
Sen, kendin gibi farelerle boy ölçüş. Deveyle sıçanın sözü yoktur.”

3450. Fare, “ Tövbe ettim, Tanrı hakkı için beni bu helâk edici sudan geçir.” dedi.
Deve acıdı, “ Haydi hörgücüme sıçra, otur.
Bu geçiş, benim işim. Seni de, senin gibi yüzlercesini de geçiririm” dedi.
Madem ki peygamber değilsin, yola düş de günün birin de kuyudan kurtulup yüce bir makama erişesin.
Sultan değilsen yürü, raiyet ol. Kaptan değilsen gemiyi öyle alabildiğine yürütme.

3455. Ticarette kâmil değilsen yalnız başına dükkân açma; yoğrulup kemale gelinceye dek birisinin hükmü altına gir.!
“ Susun, dinleyin” emrini işit, sükût et. Madem ki Tanrı dili olamadın, kulak kesil.
Söylersen bile sual tarzında söz söyle. Padişahlar padişahıyla edepli konuş!
Kibir ve kinin başlangıcı şehvettendir. Şehvetinin yerleşip kuvvetlenmesi de itiyat yüzündendir.
Kötü huy, âdet edindiğinden dolayı sağlamlaşır, yerleşir. Seni ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın.

3460. Toprak yemeye alışırsan kim seni bundan menetmeye kalkışırsa onu düşman sayarsın.
Puta tapanlar, bu tapmayı huy edindiklerinden men edenlere düşman olmuşlardır.
İblis, ululanmayı huy edinmişti de eşekliğinden Âdem’i kendisinden aşağı gördü.
“ Benden daha ulu başka birisi yok ki. Benim gibi bir kişi, ona secde eder mi?” dedi.
Ululuk zehirdir. Ancak, ta ezelden panzehire sahip olan ruh müstesna.

3465. Dağ, yılanla dolu ise içersinde panzehir yeri bulundukça korkma.
Kafana ululuk yerleşmiş, onun için kim seni kırarsa onu ezelî düşman sayarsın.
Birisi huyuna aykırı söz söylerse ona bir hayli kinlenirsin.
Beni huyumdan çevirecek, şakirt haline sokacak, kendisine tâbi kılacak dersin.
Böyle adamın kötü huyu serkeş olmasa, o huya aykırı şeylere niye ateşlenir, kızar;

3470. Yahut muhalife müdana eder, onun gönlünde bir yer kazanır?
Çünkü kötü huyu adamakıllı kuvvetlenmiştir.Karınca gibi olan şehvetti, itiyat yüzünden adeta ejderha kesilmiştir.
Şehvet yılanını önceden öldür. Yoksa hemencecik ejderhalaşır.
Fakat herkes, yılanını karınca görür. Sen kendini bir gönül sahibine sor!
Bakır, altın olmadıkça bakırlığını; gönül padişah olmadıkça müflisliğini bilmez.

3475. Bakır gibi sen de iksire hizmet et.Gönül, dildarın cevrini çek.
Dildar kimdir? İyice bil. Dildar ehli dildir. Çünkü ehli dil olan, gece ve gündüz gibi cihandan kaçıp durmakta, âlemde eğleşmemektedir.
Tanrı kulunun ayıbını az söyle, padişahı hırsızlıkla az kına.

Gemide bir dervişi hırsızlıkla töhmet altına almaları

Bir gemide bir derviş vardı. Erliği kendisine arka yastığı yapmış, ona dayanmıştı.
Gemide bir kese altın kayboldu.O, uyuyordu.Herkesi aradılar. Birisi onu da gösterip,

3480. “ Bu uyuyan yoksulu da arayalım” dedi. Para sahibi derdinden onu da uyandırdı.
“ Bu gemide bir kese kayboldu. Herkesi aradık, bu arayıştan sen kurtulamazsın.
Hırkanı çıkar, soyun da senin hakkında kimsenin şüphesi kalmasın” dedi.
Derviş “Yarabbi, şu aşağılık kişiler, kulunu töhmet altına alıyorlar, fermanını eriştir” dedi.
Dervişin gönlü dertlenir dertlenmez hemen denizin her tarafından,

3485. Yüzbinlerce balık baş çıkardı. Her birinin ağzında bir inci vardı. Ama ne inci?
Her tanesi bir memleket haracı. Tanrı’dan geliyor, elbette eşi bulunmaz.
Derviş gemiye birkaç inci atıp fırladı, havayı âdeta kendisine bir taht edip oturdu.
Padişahlar gibi tahtının üstüne bağdaş kurup kuruldu.
O, havanın yücesinde, gemi de onun önünde!

3490. Dedi ki: “Yürüyün, gidin. Gemi sizin Hak benim, yoksul bir hırsız sizinle bir arada olmasın!
Bakalım, bu ayrılıktan kim ziyan eder? Ben hoşum, Hak’la çift, halktan tek!
O,ne beni hırsızlıkla töhmet altına alır ne yularımı bir gammaza verir!”
Gemidekiler dediler ki: “ Ey ulu, sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?”
Derviş, “Yoksulu töhmet altına almak, hor hakîr bir şey için Hakk’ı incitmek yüzünden.

3495. Hâşa, bu yüzden değil. Ululara tâzim ettiğimden. Çünkü ben, yoksullar hakkında hiç kötü zanna düşmedim.
Onlar öyle lâtif, öyle nefesleri hoş kişilerdir ki onları ululamak için Tanrı’dan “ Abese” suresi geldi.
Onların yoksulluğu, dünyayı dönüp dolaşma yüzünden ve dünyalık için değil. Hak’tan başka hiçbir şey olmadığından onlarda yokluğu, yoksulluğu kabul etmişlerdir.
Nasıl töhmet altına alabilirim ki. Hak, ondan yedinci kat göğe kadar hazinelerine emin etmiştir” dedi.
Töhmetli nefistir;yüce akıl değil.Töhmetli duygudur; lâtif nur değil.

3500. Nefis Sofestai olmuştur, vur nefsin kafasına! Çünkü hakikati kötekle anlar, delil getirmekle değil.

CİLT 2  (3501 – 3810 Beyitler)

Mucize görür, aydınlanır. Sonradan der ki: O bir hayaldi.
Hakikat olsaydı o gördüğüm şaşılacak şey gece gündüz gözümün önünde dururdu.
Halbuki o temiz gözlerde mukimdir, hayvan gözüne karin olmaz.
O şaşılacak şey, o mucize, bu duygudan utanır çekinir. Tavus kuşu, hiç dar bir kuyuya girer mi?

3505. Sakın bana, çok söylüyor deme. Ben, yüzde birini söylüyorum, söylediğim de pek cüzi, muhtasar!

 Sofilerin,şeyhin huzurunda çok söz söyleyen sofiyi kınamaları

Sofiler, bir sofiyi kınayıp tekke şeyhinin yanına gelerek,
Şeyhe “ Ey ulumuz, medet.. bu sofiden öcümüzü al”dediler.
Şeyh “ Sofiler, şikâyetiniz neden” diye sorunca birisi “ Bu sofinin üç kötü huyu var;
Söze başladı mı çan gibi susmak bilmez, boyuna söyler. Yemeğe girişti mi yirmi kişinin öğününden fazla yemek yer.

3510. Yattı mı uyudu mu  Eshabı Kehf’ benzer” dedi. Sofiler, bu üç huy, yol ehline yaraşmaz diye şeyhin huzurunda savaşa giriştiler.
Şeyh o fakire yüz çevirip dedi ki: “ Ne halin olursa olsan, o halde itidali koru.
“ İşlerin hayırlısı orta hallisidir” diye haberde bile var. Vücuttaki Ahlât itidal yüzünden faydalı.
Bunların biri herhangi bir ârızî sebeple fazlalaştı mı insanın bedeninde hastalık meydana gelir.
Yoldaşına pek yüklenme, çok söz söyleme, onu pek övme, çünkü bu, nihayet ayrılığa sebep olur.

3515. Musa’nın sözü, kendince haddindeydi ama o iyi dosta fazla geldi.
O fazlalık da Hızır’la arasının açılmasına sebep oldu. Musa’ya “ Haydi, git.. sen çok söylüyorsun.. gayri ayrılık geldi, çattı!
Musa, sen ne fazla konuşuyorsun, git, uzaklaş.. Yahut da benimle olunca kör dilsiz kesil.
Yok.. eğer gitmez, inadına oturursan hakikatte de bence gitmiş, benden ayrılmış sayılırsın” dedi.
Meselâ namazda ansızın yellensen , biriside sana git yeniden aptes al dese,

3520. Gitmez, orada kakılır kalır namaz kılmaya devam edersen istediğin kadar eğil bükül, yat kalk.. be şaşkın, zaten namazın gitti!
Yürü, seninle eş olanların, sözünü sohbetini susamışçasına sevenlerin yanına var.
Bekçi, uyuyanlara göredir. Balıkların bekçiye ne ihtiyacı var?
Çamaşırcıya elbise giyenler muhtaçtır. Çırçıplak canın ziyneti Tanrı tecellisidir.
Ya çıplakları bırak, bir yana çekil.. yahut onlar gibi elbiseden vazgeç!

3525. Yok.. eğer tamamıyla soyunamıyorsan bari elbiseni azalt da orta halli ol!”

Fakirin şeyhe özrünü arzetmesi

Fakir, o şeyhe ahvalini anlattı, suçuna özürler diledi.
Şeyh’in sualine, Hızır’ın cevapları gibi güzelce, doğruca cevaplar verdi.
Nitekim Kelîmin suallerine Hızır’ın Alîm Tanrı’dan verdiği cevaplarlarla;
Musa’nın müşkülleri halloldu. Hızır, Musa’ya her müşkülü için anlatılamayacak derecede miftahlar verdi.

3530. Dervişe Hızır’dan mirastı, o da şeyhin suallerine cevap vermede himmet etti.
Dedi ki : “Orta yol hikmetse de bu orta hallilik de nispidir.
Su, deveye göre azdır, fakat fareye göre deniz gibiydi.
Birisinin dört ekmeğe ihtiyacı olurda iki, yahut üç tanesini yerse bu, orta bir yiyiştir.
Fakat dördünü de yerse bu yiyiş, orta bir yiyiş değildir ki. O adam, kaz gibi hırsına esir olmuştur.

3535. Birisinin on ekmeğe iştahı olsa da altısını yese bu orta sayılır.
Fakat benim elli ekmeğe ihtiyacım var, senin altı yufkaya müsavi değiliz ki.
Sen on rekât namaz kılınca usanırsın, ben beş yüz rekât namaz kılsam usanmam.
Birisi, ta Kâbe’ye kadar yaya gider, öbürü mescide varıncaya kadar kendisinden geçer.
Birisi o kadar cömerttir ki gönlü bulanmadan canını bile verir, öbürü bir dilim ekmek verebilmek için can çekişir.

3540. Bu orta halli oluş, sona göredir; önü, sonu olan şeye nispetledir.
Bir şeyde evvel, âhir olmalı ki ortası tasavvur edilebilsin.
Sonsuz şeyin önü, sonu nasıl olur.. önü, sonu olmayanın ortası nasıl bulunur?
Tanrı, “ Deniz mürekkep olsa biterdi de Rabbimin kelimeleri bitmezdi” dedi. Kimse Tanrı tecellisinin evvelini, âhirini göremedi.
Hattâ  yedi deniz, tamamıyla mürekkep olsa gene biteceğini umma.

3545. Bağ, orman baştanbaşa kalem olsa bu söz, yine eksilmez.
O mürekkebin, o kalemlerin hepsi biterde sonu olmayan bu söz yine kalır.
Benim halim uyuyan adamın haline benzer. Gören sapık, beni uyuyor sanıyor.
Halbuki bil ki gözüm uyur, gönlüm uyanıktır. Bil ki işsiz güçsüz gibi duruyorum ama işimde var, gücüm de!
Peygamber “ Gözlerim uyur ama Tanrı lûtfuyla kalbim uyumaz” dedi.

3550. Senin gözün açık, kalbin uyuyor; benim gözüm uyuyor, gönlüme kapı açılmış!
Gönlün ayrı beş duygusu var, gönül duygusuna iki cihan da pencere.
Sen, kendi zayıflığınla bana bakma.. sana gece çağı ama o gece, bana kuşluk vakti.
Sana zindan, fakat o zindan bana bahçe gibi. Meşguliyetin ta kendisi bana istirahat hali.
Senin ayağın balçıkta, bana balçık gül kesilmiş .. sana yas, bana düğün, dernek davul zurna !

3555. Seninle yeryüzünde oturup duruyorum ama Zuhal yıldızı gibi yedinci kat göğün üstünde koşup durmaktayım.
Seninle oturan ben değilim, benim gölgem. Mertebem, düşüncelerden üstün.
Çünkü ben düşüncelerden, vesveselerden geçtim, onların dışında koşup gezmekteyim.
Ben endişelere hâkimim, mahkûm değil. Usta, binaya hâkimdir.
Bütün halk, endişelere, vesveselere mahkûmdur. O yüzden hepsinin gönlü hasta, hepsi gamlı, gussalıdır.

3560. Onların arasından çıkıp kurtulmak istersem kendimi mahsustan endişeli gösteririm.
Ben, yücelerde uçan bir kuşum, endişe sinek! Sinek nasıl olurda beni elde edebilir?
Ayakları kırık olanlar da benimle buluşsunlar, konuşsunlar diye göğün yücelerinden kasten aşağıya inerim.
Aşağılık sıfatlardan usandım mı melekler gibi uçuveririm.
Benim kanadım, kendinden çıkmadır. Vücuduma iki kanat yapıştırmadım ben.

3565. Cafer-i Tayyar’ın kanadı kendindendir, Cafer-i Tarrar’ın kanadı ise iğreti.
Tatmayan adama göre bu, dâvadan ibarettir. Fakat makamı yüce kişilere göre dâva değil, mânadır.
Bu söz,kargaya göre lâftan, kuru iddiadan ibarettir. Nitekim sineğe göre dolu tencere ile boş tencere birdir.
İçinde lokma gevher olduktan sonra çekinme muktedir olduğun kadar ye!
Şeyhin biri bir gün, halkın kötü zannını gidermek için leğene kustu, leğen inciyle doldu.

3570. Bu suretle o basiret sahibi pir, halkın az akıllılığına acıyıp ancak akılla anlaşılır inciyi gözle görülür inci haline getirdi.
Fakat midende temiz de pis murdar bir hale geliyorsa boğazını kilitle, anahtarı da sakla.
Lokma, kimde ululuk nuru haline gelirse ne dilerse yesin.. Ona helâl!

Doğruluğuna kendisi tanık olan iddia

Eğer benim canıma âşina isen bilirsin ki şu mânalı sözüm boş dâva değildir.
Gece yarısında bile senin yanındayım; kendine gel.. geceleyin korkma; ben senin adamınım, hısmınım dersem,

3575. Bu iki iddia da, eğer hısımlarının sesini tanırsan sence doğrudur.
Yanında olmak da, hısmın bulunmak da iddiadır ama iyi anlayan kişiye göre ikisi de mânadan ibarettir ve doğrudur.
Sesinin yakından gelişi de şehadet eder ki bu nefes, bir sevgilinin yanından gelmekte.
Hısımların seslerindeki tat da o hısmın doğruluğuna şahittir.
Fakat Tanrı ilhamına mazhar olmayan ve bilgisizliğinden yabancı sesiyle akraba sesini birbirinden ayırt edemeyen ahmağa göre,

3580. Bu adamın sözü dâvadan ibarettir. Bu ahmağın bilgisizliği, inkârına sebep olur.
Fakat gönlünde Tanrı nurları olan akıllı, anlayışlı kişiye göre bu ses, mânanın ta kendisidir ve doğrudur.
Bu, şuna benzer: Arapça bilen birisi, Arapça “Ben Arapça bilirim” dese,
Onun Arapça bilirim demesi dâvadır ama Arapça söyleyişi de mânadır, dâvasının ispatıdır.
Yahut bir kâtip, kâğıdın üstüne “ Ben kâtibim, yazı okuyabilirim, yüce bir kişiyim” diye yazsa,

3585. Bu yazı filvaki dâvadır ama, yazılan şeyde dâvanın doğruluğuna şahittir.
Yahut da bir sofi “ Dün akşam rüyada birisini gördün ya.. hani omuzun da seccade vardı.
İşte o benim. Rüyada sana nazardaki feyizleri anlatmıştım.
Onları kulağına küpe et. O sözü aklına rehber yap, sözlere uy” dese,
Bu söz, sana rüyayı hatırlatır. Yeni bir mucize, eski bir altındır.

3590. Bu söz, dâva gibi görünür ama rüyayı görenin ruhu” Evet” der. Tasdik eder.
Hikmet, müminin kaybolmuş malı olduğundan kimden duysa inanır, kabul eder.
Fakat kendisini hikmetin yanında bulursa nasıl şüphe edebilir. Nasıl yanılabilir?
Susuz birisine “ Acele et, çabuk, kadehteki suyu al iç” desen,
Susuz, “Bu bir dâvadan ibaret. Yürü ey dâvacı benden uzaklaş”

3595. Yahut “Kadehtekinin su, o içilen güzel, berrak su olduğuna dair bana bir delil göster!””der mi?
Ana, süt emer çocuğuna “Gel yavrum, süt em, ben senin ananım” dese,
Çocuk “Ana, sütünü emersem karnım doyacak mı bir delil göster!” der mi?
Her ümmetin gönlünde Hak’tan bir tat vardır. Peygamberlerin yüzü ve sesi de mucizedir.
Peygamber, dışardan seslendi mi ümmetin canı, içerden secde eder.

3600. Çünkü can kulağı, âlemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır.
O misilsiz ruh, o misli olmayan sesten neşelenir, Tanrı’ya yaklaşır.

Yahya aleyhisselâm’ın,anasının karnındayken İsa aleyhisselâm’a secde etmesi

Yahya’nın anası, Meryem’e hamlini vazetmeden az önce gizlice dedi ki:
“ Karnında bir padişah var. Ülülazm ve her şeyi bilen bir peygamberdir. Ben bunu yakinen gördüm.
Sana rastlayınca karnımda ki çocuğum hemen secdeye vardı.

3605. Karnımdaki çocuk, karnındaki çocuğa secde etti. Secdesinden bedenime titreme düştü”
Meryem de “Ben de karnımdaki çocuğun secde ettiğini hissettim” dedi.

Buna karşı şüphe

Ahmaklar derler ki: “Bırak şu masalı. Yalan, yanlış.
Meryem, doğuracağı zaman yabancıdan da uzaktı, akrabadan da.
O güzel hatun şehirden dışarı çıktı. Doğurmadıkça şehre girmedi.

3610. Doğurunca yavrusunu kucağına alıp, bağrına basıp soyunun, sopunun yanına geldi.
Yahya’nın anası, onu nerede gördü de bu hikâyeyi anlattı, bu sözü söyledi?”

Bu şüpheye verilen cevap

Bunu ilhama mazhar olan, afakta, gayp âleminde bulunan şeyleri yanındaymış gibi bilen kişi anlar.
Yahya’nın anası, uzakta olmakla beraber Meryem’in yanında bulunabilir.
Vücut, göz göz olunca gözler kapalı olduğu halde de sevgilinin yüzü görülebilir.

3615. Mamafih baş gözüyle de göremediğini,can gözüyle de göremediğini  farzet, ne çıkar? Ey düşkün, sen kısadan hisse almaya bak!
Kıssaları duyup” Nakış” kelimesine “ Ş” harfinin eklendiği gibi o kıssaların suretine bağlanan, dış yüzüne kapılan kişiye benzeme.
Dilsiz Dimne, Kelile’ye nasıl söz söyler?Söz söylemekten ‘aciz Dinme,Kelile’ye meramını nasıl anlatırdı?
Tutalım, bunlar, birbirlerinin sözlerini anladılar, söz söylemeden meramlarını ifade eden bu hayvanların ne demek istediklerini insan nasıl anlayabilir?
Dimne, aslanla öküz arasında nasıl bir elçi oldu, ikisini de nasıl kandırdı?

3620. O akıllı öküz nasıl aslana vezir oldu. Fil ayın aksinden nasıl korktu?
Bu Dimne ve Kelile hikâyesinin hepsi yalan. Yoksa karganın leylekle ne alışverişi olur,nasıl leylekle savaşır?” deme.
Kardeş, kıssa bir ölçeğe benzer, mâna içindeki taneye.
Akıllı kişi taneyi alır, ölçek var mı, yok mu ? Ona bakmaz.
Aralarında sözden eser yok, fakat bülbülle gülün macerasına dinle!

Hâl diliyle söz söyleyiş ve anlaşılması

3625. Mumla pervanenin başından geçenleri duy, bunların mânasına vâkıf ol güzelim.
Aralarında bir söz yok ama sözün sırrı, mânası var ya. Agâh ol, yücelere uç, baykuş gibi aşağılarda uçma.
Birisi “ Burası satrançta ruh hanesi” demiş. Bu sözü duyan “ O, evi nereden elde etmiş?”
Satın mı almış, yoksa mirasa mı konmuş?” diye sormuş. Ne mutlu mâna anlayana!
Nahivcilerden biri “ Zeyd, Amr’ı dövdü” diye bir misal getirmiş. Dinleyen “Suçu yokken neye dövmüş?

3630. Amr’ın ne suçu varmış ki o çiğ Zeyd, onu köleler gibi suçsuz dövüyor?” der.
Nahivci, “ Bu, mâna ölçeğinden ibaret. Sen buğdayı almaya bak, ölçeğe lüzum yok.
Zeyd’le Amr, irap için kullanılan misallerde geçer, onlar yalan olsa bile sen irabı düzeltmeye çalış!” derse de,
Öbürü “ Ben onu,bunu bilmem. Zeyd, Amr’ı suçsuz,sebepsiz nasıl dövdü”deyince,
Nahivci naçar kalır,alaya başlar:Amr,, fazla olarak bir “V” çalmıştı.

3635. Zeyd, anlayınca o hırsızı dövdü. Çünkü Amr, haddi aşmıştı, tabii haddini bildirmek lâzım!

Bâtıl gönüllerin bâtıl sözü kabul etmesi

Bunun üzerine o adam “ Hah, doğru.. şimdi bunu canla başla kabul ettim” der. Doğru bile eğrilere eğri görünür.
Bir şaşıya “ Ay birdir” desen “ İkidir, bir olmasında şüphe var” der.
Birisi alay eder, güler ve “ Sahi, iki” derse bu sözü doğru olarak kabul eder. Kötü huyun lâyığı budur.
Yalancılar yalanla konuşurlar “Pis şeyler, pislere aittir” sözü ışık verip durmaktadır.

3640. Gönlü açık olanların elleri de açık olur. Körlerin taşlık erde düşmeleri de pek tabiîdir.

Birisinin,meyvesini yiyenin ölümden kurtulup ebedî hayata ulaşacağı ağacı aramaya kalkışması

Bilgili biri, hikâye yollu “Hindistan’da bir ağaç vardır.
Meyvesini yiyen ne ihtiyarlar, ne ölür!” der.
Bir padişah bunu duyar, doğru sanıp o ağaca ve meyvesine âşık olur.
Bu ağacı bulmak, meyvesini getirmek üzere divan adamlarından bilgili birisini Hindistan’a yollar.

3645. Adamcağız yıllarca Hindistan’da o ağacı arar, tarar.
Bulmak için şehir şehir gezer, ne ada bırakır, ne dağ bırakır, ne ova bırakır!
Kime sorduysa “ Bu ne arıyor, deli mi, ne?” diye güler, alay eder.
Niceler alaya alıp döverler, niceler istihza edip “Akıllı,
Senin gibi zeki ve temiz kişinin bu arayışında elbette bir esas var, hiç boş olur mu?” derler.

3650. Ona alay yollu ettikleri bu riayet de ayrı bir tokat hattâ bu eni konu tokattan da beter!
Bazıları alaya alıp “ Ey ulu kişi pek korkunç, pek geniş bir iklim olan filân iklimde,
Falan ormanda yemyeşil bir ağaç vardır. Pek yüce, pek korkunç.. her dalı koskocaman” derler.
Padişah adamı, kimden ne duyarsa aramak için gayret kemerini kuşanır.
Orada nice yıllar gezip tozar. Padişah da ona mallar yollar durur.

3655. Gurbet diyarında bir hayli zahmetlere uğrar, nihayet âciz kalır.
Ne maksudundan bir eser görünür, ne de sözden başka bir şey!
Ümit ipi üzülür, aradığını aramaz olur, usanır.
Padişah yanına dönmeye niyet eder, ağlaya, ağlaya yola düşer.

 Şeyhin o mukallit talibe,o ağacın sırrını anlatması

Meğerse o nedimin ye’se kapılıp geriye döndüğü memlekette kerem sahibi, kutuplardan âlim bir şeyh varmış.

3660. Nedim ümitsiz bir halde “ Önce onun tekkesine gideyim de oradan yola düşeyim.
İstediğimi bulamadım, ümidim kesildi. Bâri duası yoldaşım olsun” der;
Gözleri yaşlı bulut gibi yaş döke, döke Şeyhin huzuruna varır.
“ Şeyhim,acımanın, esirgemenin tam zamanı. Ümidim kesildi.. lûtfedecek an, bu an!” der.
Şeyh, “ Ümitsizsen bile söyle. Matlûbun ne? Neye yüz tutun?” diye sorar.

3665. Nedim, “ Bir padişahım var, beni bir ağaç aramak üzere gönderdi.
Ama nasıl ağaç? Âlemde bulunmaz bir şey. Meyvesi, Âbıhayatın aslı.
Yıllardır aradım bir nişanesini bile bulamadım, ancak bu sarhoşlar, benimle eğlendiler, beni alaya aldılar.. işte o kadar!” der.
Şeyh gülümser de der ki: “Ey sâf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir.
Pek yüce, pek büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o! Hattâ ağaç da ne demek her tarafı kaplayan deniz gibi Âbıhayattır!

3670. Sen surete kapılmış yolunu yitirmişsin. Mânayı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun.
Ona gâh ağaç derler, gâh güneş. Gâh deniz adını takarlar, gâh bulut!
Hulâsa o öyle şeydir ki yüz binlerce eseri var. En aşağılık hassası, sahibine ebedî bir hayat bağışlamasıdır.
Tektir ama binlerce eseri, nişanesi var. O bire sayısız adlar gerek.
Bir adam senin baban olur ama başka birisinin de oğludur.

3675. Birisine düşmandır, onun hakkında kahırdan ibarettir.. diğer birine lûtfeder, iyilikle bulunur, onca iyidir.
Bir tek adam olduğu halde bak, yüz binlerce adı var. Bir vasfını bilen öbüründen âmadır, öbür vasfını bilmeyebilir.
Kim, bu ad doğru ad diye isme yapışır. Onu arasa senin gibi ümitsizliğe düşer, perişan olur.
Niye bu ağacın adına yapışırsın da dili, damağı acı, talihsiz bir hale düşersin?
Addan geç, sıfatına bak da sıfatlar, seni zata ulaştırsın.

3680. Halkın ihtilâfı addan meydana gelir. Fakat mânaya ulaşınca rahatlaşırlar.

Birbirlerinin dediğini anlamayan dört kişinin üzüm için kavgaya tutuşmaları

   Adamın biri, dört kişiye bir dirhem verdi, Adamlardan birisi “Ben bu parayı “engûr’a” vereceğim” dedi.
Öbürü Araptı, Lâ dedi, “Ben “İnep” isterim herif, engûr istemem.”
Üçüncü Türk’tü, “ Bu para benim “ dedi, “ Ben inep istemem, üzüm isterim.”
Dördüncüde Rum’du, dedi ki: “Bırak bu lâfları, biz İstafil isteriz.”

3685. Derken savaşa başladılar. Çünkü adların sırrından gafildiler.
Ahmaklıktan birbirlerini yumruklamaya koyuldular. Bilgisizlikle dolu, bilgiden boş adamlardı bunlar.
Sır sahibi, yüzlerce dil bilir, kadri yüce birisi orada olsaydı, onları uzlaştırırdı.
Onlara “ Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm.
Gönlünüzü gıllügışsız bana teslim edin. Bu bir dirheminiz, sizin istediğiniz şeylerin hepsini yapar.

3690. Bir dirheminiz dört muradı da yerine getirir, dört düşman da uzlaşır, birliğe ulaşır, bir olur.
Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep olur. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir.
Siz susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım.
Sizin sözünüz yüz türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret.
İğreti hararetin tesiri yoktur. Fakat insanın kendisinden olan hararet müessirdir.

3695. Sirkeyi ateşte ısıtsan da yiyince yine bürudeti arttırır.
Çünkü o hararet, iğretidir. Asli tabiatında bürudet ve keskinlik vardır.
Oğul, pekmez buz tutsa da yine yiyince ciğerdeki harareti fazlalaştırır.
Şu halde şeyhin riyası, bizim ihlâsımızdan daha yeğ. Çünkü o riya basiretten meydana gelmedir,bu ihlâs körlükten!
Şeyhin sözü, insana cemiyet-i hâtır verir, hasetçilerin nefesi ise tefrika.

3700. Süleyman, Tanrı tecellisine uğrayınca bütün kuşların dillerini öğrenmiş oldu.
Onun adalet devrinde ceylân, kaplanla uzlaşmış, savaşı bırakmıştı.
Güvercin doğanın pençesinden emindi, koyun kurttan çekinmiyordu.
Süleyman, düşmanlar arasında meyancılık etti, bütün kuşların arasında birlik husule geldi.
Sen bir karıncaya benzersin, tane toplamak için koşup durmaktasın. Fakat behey azgın. Süleyman buracıkta, sen ne arıyorsun?

3705. Tane arayana tane, tuzaktır. Fakat Süleyman arayan hem Süleyman’ı bulur, hem taneyi elde eder.
Bu ahir zamanda kuşlara bir an bile birbirlerinden aman yoktur.
Devrimizde de Süleyman var, bizi sulha kavuşturur, zulmümüzü giderir.
“Hiçbir ümmet yoktur ki aralarında bir korkutucu olmasın” âyetini oku.
Tanrı “ Hiçbir ümmet bulunamaz ki içlerinde bir Tanrı halifesi, bir himmet sahibi bulunmasın” dedi.

3710. O halife, onların gönüllerini o kadar birleştirir gibi sâflıktan hiçbir gıllügışları kalmaz.
Hepsini ana gibi birbirini esirger bir hale getirir. Onun için Müslümanlara “Tek bir nefis” demiştir.
Onlar Tanrı Resulü yüzünden tek bir nefis oldular, yoksa her biri, öbürüne tam bir düşmandı.

 Resul  Sallâllahu  Aleyhi  Ve  Sellem’in  yüzünden Ensarın arasındaki aykırılık ve düşmanlığın  kalması

   Medine’lilerin iki kabîlesi vardı, birine Evs, öbürüne Hazrec denirdi. Âdeta bir kabile öbürünün kanına susamıştı.
Mustafa’nın yüzünden o eski kinleri İslâm ve sâflık nuruyla mahvoldu.

3715. Önce o düşmanlar, bağdaki üzümler gibi kardeş oldular.
“ Şüphe yok, söz bundan ibaret; Müminler kardeştir” nasihatiyle de, bu nefesle de kardeşliği bıraktılar,tek bir ten oldular.
Üzümlerin suretleri kardeştir. Fakat sıktın mı tek bir üzüm suyu olur.
Korukla üzüm birbirine zıttır ama koruk, olgunlaşınca güzelleşir, tatlılaşır, iyi bir dost olur.
Koruk halinde kalan üzüme Tanrı ezelden kâfir demiştir.

3720. Değil kardeşim değil.. artık o tek bir nefis olamaz. Azgınlıkta menhus bir mülhitten ibarettir.
Ondaki gizli şeyleri bir söylesem âlemde fikirler fitneye düşer, karmakarışık olur.
Kör gâvurun sırrının anılmaması daha iyi. Cehennem dumanın İrem bağından uzak oluşu daha hoş!
Ne de olsa üzüm olmaya kabiliyetli korukların gönülleri, ehli dilin nefesleriyle birdir.
Hepsi üzüm olmaya koşarsa, sonunda ikilik kalkar, kin ve savaş kalmaz.

3725. Hepsi de üzüm olup derilerini yırtarlar da birleşirler, vasıfları da birlik olur.
Dost, düşman ikiliktedir. Fakat hiç, bir olan, kendisiyle savaşır mı?
Aferin, üstat Aklı Küll’e, yüz binlerce zerreye birlik bahşetti.
Yerde topak, topak dağınık topraklara benzerlerken testici, hepsini de birleştirdi, bir testi yaptı.
Gerçi suyla toprağın birleşmesi, nakıstır, can, buna benzemez.

3730. Fakat burada apaçık bir misal getirsem korkarım aklın karışır.
Süleyman şimdi de var ama biz uzağı görme neşesiyle onu göremiyoruz.
Uzağa bakış, insanı kör eder. Sarayda uyuyanın sarayı görmediği gibi.
Biz ince sözlere dalmışız, onlarla uğraşıp duruyoruz. Düğümleri çözme sevdasına tutulmuşuz.
Düğümleri bağlayıp çözdükçe şüpheye düşmeyi, cevap vermeye kalkışmayı uzatıp gideriz.

3735. Tuzağın bağını gâh çözüp bağlayan, bu suretle bu işte maharet kazanan kuş gibi..
Böyle kuş sahradan, çayırdan mahrumdur, ömrü düğümü açıp çözmede harcolur gider!
Filvaki hiçbir tuzağa zebun olmaz ama günden güne kanatları tutulur, uçmaz olur.
Bağ çözüp bağlamakla az uğraş da kanatların tutulmasın, uçmadan kalmayasın.
Yüz binlerce kuşun kanadı kırıldı da yine o ârızalı yerlerdeki tuzakları gidermedi.

3740. Kuran’da onların ahvalini oku haris adam: “Bütün şehirlerde gezip dolaştılar, her tarafı elde ettiler.” Bak hele “ Bir kurtuluş var mı?”
Türk, Rum ve Arabın kavgasından engûr ve inep şüphelerine düşmekten başka bir şey çıkmaz.
Mânevi dilleri bilen Süleyman gelmedikçe bu ikilik kalkmaz.
Kavgacı kuşlar, hepiniz doğan gibi şehriyarın şu davulunu duyun!
Aranızdaki ihtilâfı bırakın da ruhunuzu her yandan şâdedin.

3745. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün.O Süleyman, sizi kendine teveccühten men etmedi ki.
Fakat kör kuşlarız, terbiyeden hayli uzağız. O Süleyman’ı bir an bile tanımadık gitti!
Baykuşlar gibi doğanlara düşmanız, hulâsa viranelerde kalmışız.
Bilgisizliğimiz, körlüğümüz son derecede. Bu yüzden de Tanrı azizlerini incitmeye kastediyoruz.
Süleyman’dan aydınlanan kuşlar, nasıl olur da suçsuz, sebepsiz bir kuşun kanadını yolarlar?

3750. Kanadını yolmak şöyle dursun, onlar, âcizlere yem verirler. O kuşlarda aykırılık ve kin yoktur. Hoş kuştur onlar, hoş kuş!
Onların hüthüteleri kutlulamak üzere yüzlerce Belkıs’ın yolunu açar;
Kargaları surette kargadır, hakikatte himmet doğanı “ Mâzâga” sırrına mazhardır onlar.
Leylekleri “lek, lek “ der ama şüpheye birlik ateşini salar;
Güvercinleri, doğanlardan korkmaz. Hattâ doğan, o güvercinlerin önünde baş kor.

3755. Bülbülleri, insana vecit ve halet verir; gülistanları, kendi gönüllerindedir.
Duduları, şeker kaydında değildir. Ebedî şekeri, kendi içlerinde bulurlar.
Tavusların ayakları bile, bakılsa, öbür tavusların kanatlarından daha güzel görünür.
Hakan kuşlarının kuru bir sesten ibaret kuş dilleri nerede, Süleyman kuşlarının söyledikleri kuşdili nerede?
Sen ne bilirsin kuşların seslerini? Bir an olsun Süleyman’ı görmedin ki!

3760. İnsana sesi neşe veren o kuşun kanadı meşrıktan da hariç, mağripten de.
Her ahengi, Kürsi’den ta yere kadar bütün âlemi doldurur. Azameti yeryüzünden Arşa kadar bütün cihanı istilâ eder.
Bu Süleyman’a uymayan kuş, karanlığa âşıktır. Yarasaya benzer.
Ey kötü yarasa, Süleyman’a alış da ebediyen zulmette kalma.
Oraya doğru bir arşın gitsen arşın gibi ölçü kutbu kesilir, her tarafı ölçer biçersin.

3765. Irgalaya bocalaya topal ,topal bile olsa o tarafa sıçradın mı topallıktan da kurtulursun, sakatlıktan da!

Tavuktan çıkan kaz palazları

   Seni tavuk yetiştirdi, kanadının altında büyüttü. Sana dadılık etti ama sen yine kaz palazısın.
Anan o denizin kazıdır. Ancak dadın toprağa mensuptu, dadın bu kuruluğa tapardı.
Gönlündeki denize olan meyil yok mu.. o tabiat, sana anandan mirastır.
Fakat kuruluğa olan meylin de dadından geçme. Bırak dadıyı, onun reyi kötü, isabetsiz!

3770. Dadıyı karada bırak,yürü, kazlar gibi mâna denizine koş, dal denize!
Anan seni sudan korkutursa sakın sen korkma, hemen denize koş!
Sen kazsın, karada da yaşarsın, denizde de. Kümes hayvanları gibi kokuşuk kümesli bir hayvan değilsin ya.
Sen “Kerremnâ” hükmünce bir padişahsın ki hem karaya ayak atabilirsin, hem denize!
“ Ve hamelnâhüm fil berri vel bahri” hükmüne mazharsın. Canını karadan kurtar, denize yürüt!

3775. Melekler için karaya yol yoktur. Hayvanların da denizden haberleri yok.
Sen, ten itibarıyla hayvansın, can bakımından melek. Bu suretle hem yerde yürürsün,hem gökte.
Bu suretle, ben de zahiren sizin gibi insanım ama hakikatte gönlüm, vahye kabiliyetli.
Bu toprağa mensup kalıp, yer üstüne düşmüş ama bu çeşit adamın ruhu, o güzelim gökte çark urup durmakta.
Yavrum, biz umumiyetle su kuşlarıyız, dilimizden de ancak deniz anlar.

3780. Hulasâ  Süleyman denizdir,biz kuşlara benzeriz. Ebede kadar Süleyman’da seyredip duruyoruz.
Süleyman’la gel , ayağını denize bas ki su, Davud’a olduğu gibi sana da yüzlerce zırh yapsın.
O Süleyman, meydanda, herkesin gözü önünde. Fakat haset kıskançlık göz bağıcı ve büyücü.
O bizim önümüzde.. bizse cahillikten, uykudan, herzevekillikten onu görmemekte, ondan meyus olmaktayız.
Gök gürlemesi, susuzun başını ağrıtır.Bilmez ki kutlu bulutlardan rahmet yağdıracak!

3785. Onun gözü akar suda.. gökten yağan rahmet suyunun zevkinden haberi bile yok!
Himmet atını sebebe doğru sürdü de bu yüzden müsebbipten mahrum kaldı.
Fakat müsebbibi apaçık gören cihan sebeplerine gönül kor mu?

Hacıların ,çölde tek ve tenha ibadet eden bir zâhidin kerametine hayran olmaları

   Çöl ortasın da bir zâhit vardı. Abbadiye kabîlelerine mensup olanlar gibi ibadete de dalmış, kendisinden geçmişti.
Hacılar civar şehirlerden gelip oraya ulaştılar, o kupkuru yerde bir zâhit gördüler.

3790. Zâhidin yeri kaskatıydı. Fakat kendisinin mizacı yumuşak. Çölün samyeli, âdeta ona ilâç kesilmişti.
Hacılar, onun yalnızlığına ,o âfetler içinde selâmette oluşuna şaştılar.
Kum üstünde namaza durmuştu. Kum, öyle bir kumdu ki hararetinden tenceredeki su bile kaynar, coşardı.
Halbuki dersin ki o,sanki bir yeşillikte bir gülistanda, yahut Burak’a ,Düldüle binmiş!
Yahut da ayağının altında ipekli örtüler, kumaşlar var samyeli ona sabah rüzgârından daha hoş!

3795. O namaz kılarken hacılar beklediler. Zâhit, uzun bir fikre dalmış, kendisinden geçmişti.
Neden sonra istiğraktan ayıldı, kendisine geldi. Hacıların içinde gönül gözü açık birisi,
Gördü ki, zâhidin elinden, yüzünden sular damlamakta, elbisesi aptes suyundan ıslak.
“ Bu su nereden?” diye sordu. Zâhit , elini kaldırıp “Gökten” diye cevap verdi.
Adam, “ Kuyu” ip yokken ne vakit istesen su bulabilir misin? Hemen yağmur yağar mı?

3800. Ey din sultanı, müşkülümüzü halleder hallet de yakına erelim.
Sırlarından bir sırrı bize de göster de bellerimizden zünnarları kesip atalım” dedi.
Zâhit, gözlerini göğe kaldırarak dedi ki: “Yarabbi, hacıların duasına icabet et.
Ben gökten rızık aramaya alışmışım, sen bana gökten kapı açtın.
Ey Lâmekân âleminden mekân izhar eden, ey “Rızkınız göktedir” sırrını ayan eyleyen!”

3805. ZÂhit, bu münacattayken hemen su sömüren fil gibi bir lÂtif bulut peyda oldu.
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı, derelerde, mağaralarda gölcükler meydana geldi.
Bulut, tulumlar gibi gözyaşı döküyordu.Hacıların hepsi mataralarını açtı.
İçlerinden bir bölük halk o şaşılacak şeyler yüzünden bellerindeki zünnarları kestiler.
Bir bölüğünün de bu hayret edilecek şey yüzünden yakini arttı. Tanrı, doğru yolu daha iyi bilir.

3810. Bir bölüğüyse bu kerameti kabul etmeyip hamhalat bir halde ebedî nâkıs olarak kaldı, söz de burada bitti.

-İKİNCİ CİLDİN SONU-

CİLT 3  (1 – 700 Beyitler)

Rahman ve Rahim Allah adıyle

Ey Hak ziyâsı Hüsâmeddin, şu üçüncü defteri de meydana çıkar. Bir şeyin üç kere yapılması sünnettir.
Üçüncü defterde sır hazinelerini aç, özürleri bir yana at.
Senin kuvvetin Tanrı kuvvetinden sızıp gelmekte… Hararetle atan damarlardan değil.
Şu aydın güneş çırağı, fitille, pamukla, yağla, aydınlanmıyor ya.

5. Böylece durup duran gök kubbenin ne ipi var, ne direği!
Cebrail’in kuvveti mutfaktan değil, varlığı yaratanın cemalinden.
Hak Abdâl’ inin kuvveti de bil ki Hak’tandır; yemekten tabaktan değil.
Onların cisimlerini nurla da yuğurdular.. onlar bu yüzden ruhu da geçtiler, meleği de.
Sen de ulu Tanrının sıfatlarıyla sıfatlandın..Halil’e olduğu gibi sana da ateş gül bahçesi haline geldi.

10. Ey unsurlar, mizacına köle olan, beş duyguyla altı cihet râm oldu.
Her mizacın mayası anasıdır. Fakat senin şu mizacın, her mertebeden üstün.
Senin mizacın, şu yayılmış, şu geniş âlemden birlik vasfını bir araya derleyip toplayıvermiştir.
Ne yazık, halkın anlayış sahası pek dar.. halkın havsalası yok!
Fakat ey Hak ziyâsı, reyindeki isabet ve kudret, o kadar büyüktür ki helvan, taşa bile boğaz verir.

15. Tur dağı, tecelliye uğrayınca boğazlandı, şarap içti, hattâ o şaraba tahammül edemedi de
Yarıldı, zerre zerre oldu. Hiç dağın deve gibi oynadığını gördünüz mü?
Herkes, herkese bir lokma bir şey verebilir ama, boğaz bağışlamak, ancak Tanrı işidir.
Tanrı, cisme de boğaz verir, ruha da. Her uzvuna ayrı, ayrı boğaz bağışlar.
Fakat bu ihsanı, kendini ululuğa verdiğin, kötülükten ve hileden arındığın vakit yapar da

20. Sen de padişahın sırrını kimseye söylemez, şekeri sineğe sunamazsın.
Ululuk şarabını o adamın kulağı içer ki sûsen gibi yüzlerce dili olduğu halde dilsizdir.
Tanrının lûtfu, su içsin de yüzlerce ot bitirsin diye toprağa da boğaz ihsan eder.
Sonra topraktan yaratılan mahlûklara boğaz verir, dudak verir.. onlar da arayıp topraktan biten otları otlarlar.
Hayvan, ot yedi de semirdi mi.. insana gıda olur, ortadan kalkar.

25. Fakat toprak da, ruh çıktı, insan görüşten ayrıldı mı insanı yeyip sömürür.
Zerreler gördüm: Hepsi ağızlarını açmışlar, gıdalarını söylesem söz uzar gider.
Yaprakların gıdası onun kereminden… dallara dadı, onun umumi ve şâmil lûtfu.
Rızıkların rızkını o vermekte. Buğday, rızıksız nasıl baş gösterir, biter?
Bu sözün sonu gelmez. Ben, bir mikdarını söyledim, öbürlerini sen anlayıver.

30. Bil ki bütün âlem yiyen ve yenenden ibarettir. Hak’la bâki olanları da Hakk’a yönelmiş ve Hakk’ın makbulü olmuş bil.
Bu âlem de daima neşre uğrayıp durur, bu âlemdekiler de. O âlemle o âleme gidenlerse daimî ve ebedîdir.
Bu âlemin de sonu yoktur, bu âleme âşık olanların da. O âlem ehliyse ebedî ve bir aradadır.
Kerem ona derler ki insan, kendisini ebedî kılacak âbıhayatı kendisine versin.
Kerem sahibi, “Bâkıyât-us sâlihat” ın ta kendisidir. Yüzlerce âfetten, tehlikeden korkudan kurtulmuştur.

35. Onlar, binlerce kişi olsalar yine bir kişiden fazla değildirler.Hayallere kapılanlar gibi sayı düşünmezler ki.
Yiyenle yenenin boğazı, gırtlağı var… galiple mağlûbun aklı reyi.
Tanrı adalet asâsına boğaz verdi de o kadar sopaları, o kadar ipleri yedi.
Öyle olduğu halde o yemeden semirmedi, şişmedi. Yeyişi de hayvan yeyişi değildi, kendisi de hayvan değil.
Tanrı her doğan hayali yesin diye yakına da, asâya verdiği gibi boğaz verdi.

40. Âyan gibi maaninin de boğazı vardır… Maaniyi rızıklandıran da Tanrıdır.
Balıktan aya kadar mahlûkattan hiçbiri yoktur ki gıdayı çekecek, yiyecek ağzı olmasın.
Nefsin boğazı vesveseden boşaldı mı ululuk vahyine konuk olur.
*Akılla gönlün boğazında fikir kalmadı mı midenin hazmına muhtaç olmayan bakir rızkı bulur.
Fakat bil ki bunun şartı mizacı tebdil etmektir. Çünkü kötülerin ölümü kötü mizaçtandır.
İnsanın mizacı toprak yemeye alışırsa rengi sararır, kötüleşir. İnsan hastalanır, düşkün bir hale gelir.

45. Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider, yüzü çırağ gibi parlar.
Dadı, süt emer çocuğunu türlü, türlü nimetlerden gıdalandırır.
Ama çoğunu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçelerin, bostanların yolunu açar.
Çünkü meme, o zayıf çocuk için binlerce nimetlerin, binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin hicabıdır.
Hulâsa yaşamamız, sütten kesilmemize bağlıdır. Sen de yavaş, yavaş kendini gıdadan kesmeye çalış vesselâm.

50. İnsan, ana karnındayken kan emer, varlığı kanladır, bedenin nesçi kanla vücut bulur.
Kandan kesilince gıdası süt olur, sütten kesilince lokma yemeğe başlar.
Lokmadan kesildi mi Lokman kesilir, gizli matlûba talip olur.
Ana karnındaki çocuğa birisi dese ki: Dışarda pek düzgün, pek güzel bir âlem var…
Boyuna, enine geniş bir yeryüzü… orada nice nimetler var, nice sonsuz yiyecek şeyler.

55. Dağlar ,denizler, ovalar, bostanlar, bağlar, çayırlar…
Pek yüksek, ziyadar bir gökyüzü…  güneş,ay ışığı, yüzlerce süha yıldızı.
Yıldızdan, poyrazdan, doğudan, batıdan esen yeller… bağlar bahçeler gelin gibi süslenmekte, bezenmekte.
O âlemdeki şaşılacak şeyler anlatılamaz ki… sen, neden bu kapkaranlık yerde mihnetler içindesin?
Bu daracık çarmıhta kan yemektesin; hapis içinde, pislikler içinde, sıkıntılar içindesin.

60. Çocuk, kendi haline bakıp bunları inkâr eder, bu elçilikten yüz çevirir, kâfir olur.
Olmayacak şey, hileden, yalandan başka bir şey değil, der. Kör adamın vehmi, bunu anlamaktan ne kadar uzak!
Buna benzer bir şey görmediği için münkir idraki bunu da kavramaz.
İşte cihandaki halk da buna benzer. Abdâl, onlara öbür âlemden bahsetti mi,
“Bu dünya kapkaranlık, dapdaracık bir kuyudur… bu kuyunun dışında renksiz, kokusuz bir âlem var” dedi mi.

65. Bu söz onların hiçbirinin kulağına girmez.
Çünkü bu dünya tamahı, kuvvetli ve büyük yerdedir.
Tamah, kulağa bir şey duyurmaz. Garez, gözü kapar adama bir şey anlatmaz.
Nitekim o ana karnındaki çocuk da kana tamah ettiğinden, o aşağılık yurtlara kan, onun gıdası olduğundan.
Tamah ona bu âleme sözü duyurmaz. Bedendeki kanı, gönlüne sevdirir.
*Sende bu âlemin güzelliğine tamah etmektesin de bu tamah, o ebedî âlemin güzelliğine perde oluyor.
*Gururla dopdolu olan bu hayatın zevki seni doğruluk hayatından uzaklaştırmakta.
*İyi bil ki tamah seni kör eder… şüphe yok. Senden yakînı örter.
*Tamah yüzünden Hak, sana bâtıl görünür…tamah yüzünden sende yüzlerce körlükler artar durur.
*Doğrular gibi tamahtan çekinde ayağını o eşiğin üstüne bas.
*O kapıdan girdin mi kurtulursun. Gamdan da dışarıya ayak atmış olursun neşeden de.
*Can gözün aydınlanır Hakk’ı görür; küfür karanlığından kurtulur, din nuru kesilir.
*Erlerin öğüdünü canla, başla dinle de korkudan kurtulup emniyete eriş.

      Hırslarından fil yavrularını yiyenler ve yemeyin diyenin öğüdünü 
                                             dinlemeyenler

Bilmem işittin mi? Akıllı, bir adam, Hindistan’ da dostlarından iki üç kişinin

70. Uzak bir seferden geldiklerini, aç ve çıplak bir halde bulunduklarını gördü.
Bilgiden doğma merhameti coşup “ Hoş geldiniz” dedi, güller gibi açıldı.
“Biliyorum… karnınız bomboş, pek açsınız. Açlıktan âdeta Kerbelâ’ya düşmüşsünüz, bu yüzden bütün mihnetlere uğramışsınız.
Fakat dostlar, aman Allah için olsun sakın fil yavrusu yemeyin.
Şimdi gideceğiniz yolda filler vardır… benim öğüdümü can-ü gönülden dinleyin.

75. Yolunuzdaki fil yavrularını avlamak istersiniz. Bu gönlünüze pek hoş gelir.
Onlar pek kuvvetsiz. Pek lâtif ve semizdir. Fakat anaları pusudadır, onları korur.
Yavrusunun ardından feryad-ü figan ederek yüz fersah yol yürür, evlâdını arar durur.
Hortumundan ateşler saçar, dumanlar savurur. Yavrularına merhameti çoktur. Sakın ha yavrularını avlamayın” dedi.
Yavrum, veliler de Tanrı çocuklarıdır. Onlar ortada olsun, olmasın…Tanrı, mallarını, canlarını korur, onların ahvalinden haberdardır.

80. Sakın noksanlarını bulup aleyhlerine gıybet etme. Onlar için kin güden, onların öcünü alan Tanrı’dır.
Tanrı dedi ki : Bu veliler benim çocuklarımdır. Gariplik âlemindedirler, eşleri yoktur. Ne işleri vardır, ne güçleri.
Halkı imtihan için hor ve yetim görünürler. Fakat hakikatte dostları da benim, nedimleri de.
Hepsi de benim korumama arka vermiştir. Sanki onlar, benim cüzülerimdir.
Sakın, sakın! Bunlar benim hırka giyenlerimdir.Binlerce kişi arasında yüz binlerce kişidirler, fakat yine de hepsi bir vücuttur.”

85. Öyle olmasaydı bir tek Musa, bir tek sopa ile Firavun’un altını üstüne getirebilir miydi?
Öyle olmasaydı Nuh, bir beddua ile doğuyu batıyı sulara gark edebilir miydi?
İhsan ve kerem sahibi Lût, zâlimlerin şehirlerini perişan eyleyebilir, yerlere batırabilir miydi?
Cennete benzeyen şehirleri Karasu Diclesi oldu. Git de gör.
Bu Karasu Şam tarafındadır. Kudüs’e giderken yolda görürsün.

90. Hakk’a tapan yüz binlerce peygamber yüzünden her devirde nice azaplar oldu.
Söylesem uzun sürer. Ciğerde ne oluyor ki? Dağlar bile kan kesilir.
Dağlar kan kesilir de sonra yine donar, kalır. Sen bu kan oluşu görmezsin, çünkü körsün, kötüsün… bu görüşten ne kadar uzaksın!
Bu kör, ne şaşılacak şey kördür; uzağı görür, gözü de keskin. Fakat yalnız devedeki yükü görür.
İnsan hırsından her şeyi kıldan kıla görür, bilir ama oynayıp salınmasında hayır yoktur, bu oynayış şerle doludur.

95. Benliğini kıracak yerde oyna, salın da şehvet yarasının üstündeki pamuğu çek, kopar.
Erler, meydanda oynar, dolanır, kendi kanları içinde raksederler.
Varlıklarından kurtuldular mı ellerini çarpar… noksanlarından ayrıldılar mı raksa girerler.
Çalgıcıları, içlerinden def çalar… denizler, onların coşkunluğunu görüp köpürür.
Sen görmezsin ama onların gayretinden yapraklar bile dalların üstünde el çırpar.

100. Dalların el çırpışını görmüyorsun değil mi? Buna can kulağı gerek… ten kulağıyla duyulmaz ki.
Baş kulağını alaya, yalana, dolana kapa da aydın can şehrini gör.
Muhammed’in kulağı, sözlerin iç yüzünü duyar. Tanrı, ona Kuran da “ Kulağın ta kendisi” der.
Bu peygamber baştanbaşa kulaktır, gözdür. Onun merhameti sütninedir, biz de onun süt emer çocuklarıyız.
Bu sözün sonu gelmez. Sen yine o fil hikâyesine dön, yine o hikâyeye başla da onu anlat.

Fil yavrularına dokunanlar hikâyesinin sonu

105. Fil onların her birinin ağızlarını koklamakta… hepsinin midelerinin etrafın da dönüp dolaşmakta.
Yavrusunu kim kebap edip yemişse, bularak öc almağa, kuvvetini göstermeye çalışmaktaydı.
Sen de Tanrı kullarının etlerini yemekte, onların aleyhinde bulunup günah kazanmaktasın.
Kendinize gelin, sizin ağzınızı koklayan da Tanrıdır. Doğrudan başka kim canını kurtarabilir?
Bir adamın kabirde ağzını koklayan Münker, yahut Nekir olursa yazıklar olsun o acımağa değer kişiye!

110. O ulu meleklerden ne ağzını gizlemeye imkân var, ne güzel kokularla iyi bir hale getirmeye çare.
Mezara girene, onlara yaltaklanmak mümkün değil; akıl, fikir için hileye sapmaya yol yok!
Saçma sapan söyleyen adamın başına gürzleri iner, pençeleri batar.
Azrail’in sopasını, demirini gözünle görmüyorsan gürzünün eserine bak!
Bazı zamanlar suret bakımından da görünür de onun için yalnız hasta, bunu anlar, duyar.

115. O hasta, dostlar, der; bu tepenin üstünde duran kılıç nedir ki?
Dinleyenler de “ Biz öyle bir şey görmüyoruz . Bu, hayalden ibaret” derler . Halbuki ne hayali? Göçme zamanı bu!
Ne hayali bu? Bu aşağılık felek bile bunun korkusuyla hayal haline geldi. Ölüm haline gelen hastanın önünde gürzlerle kılıçlar his âlemine girdiler.
O, bu kılıçların ona çekildiğini görür. Fakat ondan başka düşmanın gözü de bağlıdır, dostun gözü de…
bunları gören yoktur.

120. Dünya hırsı gitti de o yüzden hastanın gözü kuvvetlendi; gözü, kan dökme zamanı aydınlandı.
Kibrinin, hışmının yüzünden gözü, vakitsiz öten horoza döndü.
Vakitsiz çan çalan, vakitsiz öten horozun başını kesmek vaciptir.
Her an, canının bir cüz’ü ölüm halindedir. Her an can verme zamanındadır. Can verme ânında imanını gör, gözet!
Ömrün, altın kesesine benzer, geceyle gündüz de para sayan adamdır.

125. Bilmeden, anlamadan sayar durur, nihayet kese boşalır, ay tutulur.
Dağdan alsan da yerine koymasan dağ bile yerin de kalmaz, yok olur gider.
Şu halde her an yerine karşılık koy ki: “ Secde et de yaklaş” âyetinin maksadı neyse bulasın.
Bütün işlere böyle çalışma, dindeki işten başka iş için savaşma.
Sonra sonunda tamamlamadan geçip gidersin.İşlerin sona ermez, ekmeğin de ham kalır.

130. O mezarını lâhdini yapma işi taşla, tahtayla, kilimle, keçeyle olmaz.
Kendine gönülde bir mezar kazman, onun benliğinin önünde bu benliği görmen gerektir.
Onun toprağı olman, gamına gömülmen lâzım ki nefesin, nefesinden yardımlara nail olsun, nefesin kutlu ve tesirli bir hale gelsin .
Mezara türbe yapmak, üstüne kubbe kurmak, mâna sahiplerine makbul değildir.
Bir bak da gör, diri iken atlaslara bürünen kişinin aklını o ipekler, o atlaslar hiç fazlalaştırır, onun reyine isabet verir mi?

135. Canı Münker ve Nekir’in azabına uğramış, gamlı gönlünde de gam akrepleri yer tutmuştur.
Zâhirini süslemiş, püslemiş ama içi düşüncelerden feryatlara düşmüş.
Başka birini de görürsün ki eski elbiseler giyinmiş ama o köhne libaslar içinde kamışa benzer, sözü de şeker gibidir.

Fil hikâyesine dönüş, öğütçünün öğüdü

Öğütçü dedi ki “ Bu öğüdümü tutun da gönlünüz, canınız belâlara düşmesin.
Otlara, yapraklara kaani olun, fil yavrularını avlamaya varmayın.

140. Ben boynumdaki öğüt borcumu ödedim. Öğüdü tutanın sonu, ancak kutluluktur.
Ben, sizi nedametlerden kurtarmak için elçiliğimi yaptım.
Kendinize gelin, sakın tamah yolunuzu urmasın. Tamah, yapraklarınızı ta kökünden söker, çıkarır.”
Bunları söyleyip “Haydi, hayra karşı” diyerek onları uğurladı, selâmetledi,gitti. Onlar, yolda kıtlığa düştüler, susuzlukları artıkça arttı.
Ansızın yolda yeni doğmuş güzel bir fil yavrusu gördüler.

145. Sarhoş kurtlar gibi başına üşüştüler. Onu tertemiz yeyip bu işten ellerini yıkadılar.
Yoldaşlarından biri, onlara öğüt verdi, o adamın öğüdü hatırındaydı.
Bu söz, adamın o fili kebap edip yemesine mâni oldu. Eski ve tecrübe görmüş akıl, sana yeni bir baht bağışlar.
Onlar fil yavrusunu yeyip yattılar, uyudular. O aç adamsa sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı.
Birdenbire baktı ki kızgın bir fil çıkageldi. Önce o gözetleyene gelip çattı.

150. Ağzını üç kere kokladı. Fakat ondan hiçbir kötü koku gelmedi.
Birkaç kere etrafın da dönüp dolaşarak gitti.O iri fil, adama hiç dokunmadı.
Uyuyanların hepsinin ağızlarını kokladı, hepsinden de koku aldı.
Yavrusunu kebap edip yiyenleri hemencecik paraladı öldürdü.
O anda hepsini de birer ,birer paralıyor, onlardan hiç de ürkmüyordu.

155. Onların her birini havaya kaldırıp yere vurarak parçalamaktaydı.
Ey halkın kanını emen, bu işten uzaklaş, halkın kanı seni savaşa düşürmesin.
Bil ki halkın malı kanı demektir. Çünkü mal güçle, kuvvetle çalışmayla ele geçer.
O fil yavrularının anaları kan güder, fil yavrusu yiyenden öç alır, öldürür.
Ey rüşvet alan, sen fil yavrusu yemektesin. Sana düşman olan fil, kökünü kazır, seni mahveder.

160. Hilelere sapanı koku, rüsvay etti. Fil yavrusunun kokusunu bilir.
Hak kokusunu Yemen’den duyan bendeki bâtıl kokuyu nasıl olurda duymaz?
Mustafa, ta uzak yol dan koku alır da ağzımızda ki güzel kokuyu nasıl almaz?
Duyar, duyar ama yüzümüze urmaz, örter.İyi koku da göklere çıkar, kötü koku da.
Sen uyuyup durursun, o haram koku ise şu yeşil gökyüzüne urup durur.

165. Seni çirkin nefeslerine yoldaş olup felekte kokuları alanlara kadar gider.
Kibir, hırs, şehvet kokusu, söz söylerken soğan gibi kokar.
Yemin eder de “Ben onları ne zaman yedim?Soğandan da çekinmekteyim, sarımsaktan da” dersen
O yalan yemini ederken nefesin, kovuculukeder.
Kokusu seninle beraber oturanların dimağına vurur.
O koku yüzünden dualar reddedilir. O kötü kalb, sözle kendisini gösterir.

170. O duaya “ Sesinizi kesin” cevabı gelir. Her azgının cezası onu kovan sopadır.
Fakat sözün eğri, özün doğru olursa o söz eğriliği, Tanrıya makbuldür.

Dostların hatası, yabancıların doğrusundan daha iyidir.

O doğru sözlü Bilâl, ezan okurken “Hayyı alesselâ, Hayyı alelfelâh- Haydin namaza, Haydin felâha” cümlelerindeki “ Hayyı- haydin” kelimesini “Heyyi” diye okurdu.
Nihayet Peygamber’e dediler ki: “ Ya Resulâllâh, bina yeni kuruluyor. Bu hata, hiç de doğru değil.
Ey Tanrı habercisi, ey Tanrı resulü, ey Tanrı meydanının tek binicisi, daha fasih bir müezzin getir.

175. Din daha yeni kurulur, doğruluk düzenlik daha yeni meydana gelirken “ Hayyı alelfelâh”’ı yanlış okumak ayıptır.
Peygamber’in hiddeti coştu. Gizli inayetlerden bir iki remiz söyleyip dedi ki :
“Ey aşağılık adamlar, Tanrı yanında Bilâl’in Heyyi’si yüzlerce hadan, hıdan, yüzlerce dedikodudan iyidir.
İşi çok karıştırmayın da sırrınızı açmayayım, önünüzü, sonunuzu söylemeyeyim.”
Her duada güzel bir nefese sahip değilsen yürü, özü sözü doğru kardeşlerden dua ist

Musa aleyhisselâm’a, Beni günah etmediğin ağızla çağır diye vahiy 
                                                  gelmesi

180. Tanrı, “ Ey Musa, bana suç etmediğin, kötü söylemediğin bir ağızla sığın, dua et” dedi.
Musa, “Bende o ağız yok deyince Tanrı, “ Başkasının ağzıyla dua et”
Başkasının ağzıyla nasıl günah edebilirsin? Yarabbi diye başkasının ağzıyla çağır” buyurdu.
Sen de öyle muamelede bulun ki ağızlar, gece gündüz sana dua edip dursunlar.
Günah etmediğim ağız, başkasının özürler dileyen ağzıdır.

185. Yahut da kendi ağzını temizle, ruhunu çevik bir hale getir.
Çünkü Tanrı adı temizdir, temizlik geldi mi pislik, pılısını pırtısını toparlayıp gider.
Zıtlar, zıtlardan kaçar. Ziyâ parladı mı gece kalmaz.
Ağza temiz bir ad gelince de ne pislik kalır, ne gamlar, kederler.

Yalvarırım Allah demesi, Hakk’ın Lebbeyk demesinin ta  kendisidir

   Birisi her gece Allah der durur, bu zikrinden ağzı tatlılaşır, zevk alırdı.

190. Şeytan “Ey çok söz söyleyen, bunca Allah demene karşılık onun Lebbeyk demesi nerde?
Tanrı tahtından bir cevap gelmiyor.Böyle utanmadan, sıkılmadan ne vakte dek Allah deyip duracaksın” dedi.
Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu, yattı. Rüyada yeşiller giyinmiş Hızır’ı gördü.
Hızır “ Kendine gel, niçin zikri bıraktın, çağırdığın addan nasıl usandın, zikrinden nasıl pişman oldun?” dedi.
Adam, cevap olarak “Lebbeyk sesi gelmiyor, kapıdan sürüleceğimden korkuyorum” deyince

195. Hızır” Senin o Allah demen, bizim Lebbeyk dememizdir. Senin o niyazın derde düşmen, yanıp yakılman, bizim haberci çavuşumuzdur.
Senin hilelere düşmen, çareler araman, seni kendimize çekmemizden, ayağını çözmemizdendir.
Korkun da bizim lûtfumuzun kemendidir, aşkın da.Her Yarabbi demende bizim, efendim, buyur dememiz gizli” dedi.
Bilgisiz adamın canı, bu duadan uzaktır. Çünkü Yarabbi demesine izin yok ki!
Zarara, ziyana uğrayınca Tanrı’ya sızlanmasın diye ağzında da kilit var, gönlünde de. Ağzı da bağlı, gönlü de.

200. Firavun’a yüzlerce mal, mülk verdi, o da nihayet ululuk, büyüklük dâvasına girişti.
O kötü yaradılışlı, Hakk’a sızlanmasın diye ömründe baş ağrısı bile görmedi.
Tanrı, ona bütün dünya mülkünü verdi de dert, elem, keder vermedi.
Dert, Tanrı’yı gizlice çağırmana sebep olduğundan bütün dünya malından yeğdir.
Dertsiz dua soğuktur, bir şeye yaramaz. Dertli dua ve niyaz, gönülden, aşktan gelir.

205. O gizlice niyazın, o önü sonu anman yok mu?
İşte sâf, halis ve hüzünlü dua odur. “Ey Tanrım ey feryadıma erişen, ey yardımcım” demendir.
Tanrı yolunda köpeğin sesi bile Tanrı cezbesiyledir. Çünkü Tanrı’ya her yönelen, bir yol kesicinin esiridir.
Eshabı Kehf’in köpeği gibi… pis şeyden kurtulunca padişahlar sofrasının başına oturdu.
Mağaranın önünde kıyamete kadar dağarcıksız,
heybesiz ârifcesine rahmet lokmasını, rahmet suyunu yeyip içmekte.

210. Nice köpek postuna bürünmüş adsız sansız kişiler var ki perde ardında şarapsız kalmazlar.
Oğul, bu şarap, için can ver. Savaşsız, sabırsız yenme olur mu hiç?
Bunun için sabır güç bir şey değildir. Sabret, sabır, güçlüklerin, sıkıntıların anahtarıdır.
Bu pusudan sabır ve ihtiyat etmeksizin kimse kurtulmadı. Sabır da ihtiyatın eli ayağıdır.
İhtiyatta bulun, bu zehirli otu yeme. İhtiyata riayet, peygamberlerin kuvvetinden, nurundandır.

215. Her yelden oynayıp duran samandır. Dağ, hiç yele ehemmiyet verir mi?
Her yanda bir gulyabani, seni çağırır, “Kardeş, gel, yol istiyorsan işte buracıkta.
Yoldaş, sana yol göstereyim, yoldaşın olayım. Bu ince yolda ben sana kılavuzum” der.
Fakat ne kılavuzdur o, ne de yol bilir. Yusuf, o kurt huylunun yanına az var!
İhtiyat ona derler ki seni bu dünyanın yağlı, ballı şeyleri, bu âlemin tuzakları, hileleri aldatmasın.

220. Çünkü bu âlemin ne tadı vardı, ne tuzu. Sihir okur da kulağına üfler durur.
“Ey nur gibi apaydın adam, ev senin sen de benimsin” der.
İhtiyat ona derler ki “Midem dolgun tokum”,yahut  “Hastayım, bu mezardan hastalandım”,
Yâhut “ Başım ağrıyor, sen bunu geçirmeye bak” yahut da “ Benim dayımın oğlu çağırdı, davetliyim” deyip başından savasın.
Çünkü bir şerbeti bile zehirlerle sunar, tatlısı vücudunda yaralar, bereler meydana getirir.

225. Sana elli, altmış bile verse ey balık, o verdiği şey , oltada ettir.
Verdi, farz edelim, fakat o hilebaz nereden verecek? Hilebazın sözü çürümüş cevizdir.
Onun gürültüsü aklını alır, beynini altüst eder.Yüz binlerce aklı bile bir pula saymaz.
Dostun, kesendir, hurcundur, Ramin’sen Vise’den başkasını arama.
Vise de sensin, mâşukun da sen. Bu zâhiri şeylerin hepsi sana âfettir.

230. İhtiyat ona derler ki seni davet ettiler mi bunlar, benim sarhoşum bunlar benim dostum, beni seviyorlar, beni istiyorlar demeyesin.
Davetlerini, kuşlara çalınan ıslık bil. Avcı, pusuda gizlidir de kuş gibi örter durur.
Önüne de seslenen, öten, çığıran budur zannını vermek için bir ölü kuş koymuş.
Kuşlar… onu kendi cinsinden sanıp toplanırlar. O da onların derilerini yüzer.
Ancak tanrı hangi kuşa ihtiyat ve tedbir duygusu vermişse o kuş o taneye, o tuzağa aldanıp gelmez.

235. İhtiyatsızlık, tedbirsizlik, pişmanlıktan ibarettir. Bunu anlatan şu hikayeyi de dinle.

Köylünün şehirliyi aldatıp yalancıktan ve birçok ısrarla köye çağırması

Kardeş, eskiden bir şehirliye köylünün tanışıklığı vardı.
Köylü, şehre geldikçe şehirlinin mahallesine çadır kurar, evine kurulup otururdu.
İki ay, üç ay ona konuk olur, dükkanına geçer oturur, sofrasına çökerdi.
Şehirli, köylünün ne ihtiyacı varsa bedavaya yerine getirir, düzer koşardı.

240. Köylü bir gün yüzünü şehirliye döndü de dedi ki: “A efendim, sen hiç köye gelmez, hiç seyre seyrana çıkmaz mısın?
Allah aşkına olsun bütün oğullarını getir. Şimdi tam gül mevsimi, ilkbahar.
Yahut da yazın meyve zamanı gel de hizmetine kemer kuşanayım.
Soyunu sopunu, çoluk çocuğunu,akrabalarını getir, köyümüzde üç, dört ay kal.
Bahar çağında köy pek hoş olur, çayırlık, çimenlik, gönle ferah veren gönül çeken lâlelik kesilir”

245. Şehirli, başından savmak için ona vaatte bulundu, vaadinin üstünden de sekiz yıl geçti.
Köylü, her yıl “ Ne vakit geleceksin. Kış gelip çattı” der,
O da “ Bu yıl filan yerden konuk geldi.
Müsaade edin de gelecek yıl, işten, güçten kurtulursam gelirim” der,
Köylü “ Ailem, ey kerem sahibi, çoluğunu, çocuğunu bekleyip duruyor” diye karşılık verirdi.

250. Her yıl leylek gelince köylü de gelir, şehirlinin evine konardı.
Şehirli, her yıl altınından, malından köylüye harceder, onun üstüne kanat gererdi.
Nihayet son defa o yiğit köylü, tam üç ay şehirliye misafir oldu.O da, ona sabah akşam sofra yaydı, yedirdi, içirdi.
Köylü, utanıp yine “ Efendim, kaç keredir vadettin, beni kaç kere beni kaç keredir aldattın bu, niceyedir?” dedi.
Şehirli dedi ki: “ Canım da, bedenim de buluşmayı isteyip duruyor ama her hareket, onun takdiriyle.

255. İnsan yelkenli gemiye benzer. Rüzgârı estiren bakalım onu ne yana sürecek?”
Köylü, yine şehirliye andlar vererek “ Ey kerem sahibi, çoluğunu çocuğunu al, gel de ikramı gör” deyip.
Elini tuttu. Üç kere and verdi, “ Allah için olsun gayret et, tez gel” dedi.
Bunun üstüne on yıl geçti. Her yıl böyle lâflar eder, tatlı tatlı vaatlerde bulunurdu.
Şehirlinin çocukları “Baba ay da sefer eder, bulut da gölge de.

260. Köylü bunca hakkın geçti. Onun için nice zahmetler çektin.
O da, sen ona konuk olasın da hiç olmazsa bu hakların bir kısmını olsun ödemek ister.
Bize, onu kandırın, köye getirin diye gizlice bir çok ricalarda bulundu” dediler.
Şehirli dedi ki: “Yavrucuğum, doğru ama iyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın demişler.
Dostluk, son demdedir. Korkarım ki bir şey olur da tohum bozulur”

265. Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer, bostanı, ekini kış gibi kesip biçer.
Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir.
İhtiyat ve tedbir ona derler ki kötü zannı gideresin, kaçıp kötülüklerden kurtulasın.
Peygamber, “ Tedbir sui zandır” dedi. A boşboğaz, her adımı bir tuzak bil.
Sahranın yüzü dümdüz ve geniştir ama her adımda bir tuzak var, küstahça koşmayı bırak.

270. Dağ keçisi “Nerde tuzak?” diye koşar, fakat yürüdü mü tuzağa düşer, boğazından yakalanır.
Nerde tuzak diyordun ya, işte buracıkta,bak da gör.Ovayı gördün ama tuzağı görmedin.
A şaşkın, çayırlıkta tuzak, pusu ve avcı olmadıkça kuyruk mu olur?
Bu yere küstahça gelenlerin kemiklerini, kellelerini gör!
Ey seçilmiş kişi, mezarlığa var da onların kemiklerine başlarından geçenleri sor!

275. O kör sarhoşlara bak da aldanış kuyusuna baş aşağı nasıl düştüler, açıkça gör!
Gözün varsa körcesine gelme, gözün yoksa eline bir sopa al.
Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa bir gözlüyü kılavuz edin.
Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa kılavuzsuz her yolun başında durma.
Körün adım atması gibi ihtiyatla adım at da ayağın kuyudan da kurtulsun, köpekten de.
280. Kör, bir kazaya uğramayayım diye titreye, titreye korkar ve ihtiyatlı adım atar.
Ey dumandan kaçıp ateşe düşen… lokma ararken yılan’a lokma olan,

 Seba’lılar ve nimetten azmaları

Seba halkının macerasını okumadın mı? Belki de okudun… okudun ama sesten başka bir şey duymadın.
O dağ, sesi anlamaz ki.. dağın aklı mânaya gidemez ki.
Dağ, akılsız, kulaksız ses verir durur. Fakat sen sustun mu o da susar.
285. Tanrı Seba’lılara pek büyük bir genişlik ve rahatlık verdi, yüz binlerce köşk, hayvan ve bağ ihsan etti.
O kötü yaradılışlı adamlar buna şükretmediler. Vefada köpekten de aşağı oldular.
Köpeğe bir kapıdan bir lokma ekmek verilse o kapıya bağlanır, hizmetkâr olur.
Kapıya bekçi kesilir. Ona eziyet edilse yiyeceği lâyıkıyla verilmese bile o kapıyı bırakmaz.
Orada karar eder, başka bir kapıya gitmez.

290. Oraya bir garip köpek gelse oradaki köpekler, onu gece gündüz tedibederler.
İlk konağına git. Oradan nimetlendin, o nimetin hakkı, gönlünü oraya rehin etmendir derler.
Yerine git, o nimetin hakkını bundan fazla terketme diye onu ısırırlar.
Sen de gönül ve gönül ehlinin kapısından bir hayli âbıhayat içtin, gözlerin açıldı.
Canın, ehlin diller gönlünden nice şükür, vecit ve kendinden geçiş gıdaları yedi.

295. Sonra da yine hırs yüzünden bu kapıyı bıraktın, hırs yüzünden her dükkânın etrafında dönüp dolaşmadasın.
O çömleği yağlı ihsan sahiplerinin kapısına, arda kalasıca bir tirit için koşup duruyorsun.
Bil ki can, asıl burada yağlanır, ümitsiz bir hâle düşenin işi burada düzelir.

 Hastaların, duasıyla şifa dilemek, şifa bulmak için her sabah İsa 
             aleyhisselam’ın ibadet ettiği yerin kapısına toplanmaları

İsa’nın ibadet yeri, gönül ehlinin sofrasıdır. Kendine gel, kendine ey derde müptelâ, sakın bu kapıyı bırakma.
Halk her taraftan toplanır, kör, çolak, kötürüm, topal… hepsi.

300. Sabahleyin İsa’nın ibadet ettiği yerin kapısına gelir, onun nefesiyle illetten kurtulmayı umarak bekleşirdi.
İsa, o güzel gidişli, evradını bitirince kuşluk çağı dışarı çıkar.
Zayıf, perişan bir çok dertlinin şifa ümidiyle kapıya oturup bekleştiğini görür.
Dua ederde “ Tanrı, hepinizin muradını verdi, maksatlarınıza eriştiniz.
Şimdilik illetsiz zahmetsiz yürüyün, Tanrının yargılama ve kerem etmesine doğrulun” der.

305. Hepsi ayaklara bağlı develere benzerken himmet edip bağlarını çözer.
Onlar da hemencecik sıhhat bulup onun duasıyla neşelenerek yürür giderlerdi.
Sen de bunca âfetlere uğradın, hepsinden tecrübeler gördün… padişah meşrepli erlerden sıhhat buldun.
Topallığın kaç kere düzeldi, canın kaç defa gamdan, mihnetten kurtuldu.
Sense gâfilcesine kendini de kaybetmemek için ayağına bir ip bağlamış durmaktasın be herif!

310. Şükretmiyorsun, nâil olduğun nimetleri unutmuşsun. Bu unutuş, o bal yediğin zamanları hatırına bile getirmiyor.
Hulâsa o yol, sana bağlandı. Çünkü gönül ehlinin gönlü, senden incindi, sana darıldı.
Çabuk onları bul, kusur dile, tövbe et. Bulut gibi ağla, inle.
De sana onların gül bahçeleri açılsın, sana olgun meyveler saçılsın.
O kapıda dön, dolaş Eshabı Kehf’in köpeğiyle kapı yoldaşıysan köpekten aşağı olma.

315. Köpekler bile, gönlünü ilk eve bağla diye köpeklere nasihat ederler.
Kemik yediğin ilk kapıya sıkı bağlan, hak gözetmeyi terketme derler.
Edeplensin de oraya gitsin, kurtuluşu o ilk kapıda bulsun diye onu ısırırlar.
A azgın köpek, velinimetine isyan etme.
Halka gibi o kapıya bağlan. O kapıda bekçilik et, o kapıda çevik davran, o kapıda sıçra.

320. Vefasızlığını apaçık gösterme, beyhude yere vefasızlığı fâş etme.
Köpeklerin âdeti vefakârlıktır. Yürü be, bari köpeklerin adını kötüye çıkarma derler.
Ulu Tanrı bile vefakârlıkla öğündü de “ Bizden gayrı ahdine kim vefa eder ki?” dedi.
Hakları reddettikten, saymadıktan sonra isteğin kadar vefakâr ol. Bil ki bu vefa, vefasızlığın ta kendisidir.
Çünkü hiç kimse Tanrı hakkından daha ziyade hak sahibi değildir ki.

325. Ana hakkı bile Tanrı hakkından sonra gelir. Çünkü Tanrı, anayı senin ana karnındaki şekline borçlu etmiştir.
Tanrı, seni onun cisminde bir surete bürümüş, gebelik halinde ona seninle istirahat ve huzur vermiş, onu sana alıştırmış.
O da seni kendisinin bir cüz’ü görmüştür. Tanrı’nın tedbiri anaya ilişik olan o cüz’ü ayırmıştır.
Tanrı, binlerce sanat ve fen düzdü de ana, sana sevgi bağladı, şefkat gösterdi.
Şu halde Tanrı hakkı, ana hakkından öncedir, Tanrı hakkını bilmeyen eşektir.

330. Anayı, ananın memesini, sütünü yaratan, onu babayla çift eden O’dur, O’na serkeş olma.
Ey Tanrı, ey ihsanı kadîm olan, bildiğim de senindir, bilmediğim de.
Sen, Tanrı’yı an, çünkü benim hakkım hiç eskimez.
O sabah çağında, sizin Nuh’un gemisinde koruduğumuzu, bu suretle lûtuflarda bulunduğumu an.
O zaman sizin aslınızı, atalarınızı tufandan, tufan dalgasından korudum, onlara aman verdim.

335. Ateş huylu su, yeryüzünü kaplamıştı. Dalgası, dağların tepelerine kadar çıkıyordu.
Sizi reddetmedim, atanızın atasının atasının varlığında sizi korudum.
Madem ki baş oldun, sana nasıl ayağımla vururum, kendi iş yurdumu nasıl ziyan ederim?
Vefasızlara kendini feda ediyor, kötü bir zan yüzünden o tarafa doğru gidiyorsun.
Bense unutmadan, vefasızlıktan berîyim. Benim yanıma gelsen bile kötü bir zanla gelirsin.

340. Sen, hani kendine benzeyenlerin önünde iki kat olursun ya… işte onlar hakkında kötü zanda bulun.
Nice ulu ulu dostlar, yoldaşlar edindin. Sana, nerede onlar diye sorsam gittiler dersin.
İyi dostun yüce göklere gitti kötülük dostunsa yerin dibine geçti.
Ara yerde sen kalakaldın, yardımsız, yardımcısız kervandan arta kalan ve sönmeye mahkûm ateşe döndün.
Ey baba yiğit dost, yukardan, aşağıdan münezzeh olanın eteğini tut.

345. O, ne İsa gibi göklere ağar, ne Karun gibi yerlere geçer.
Sen yerden, yurttan alımdan, satımdan kaldın mı o, mekân âleminde de seninle beraberdir, Lâmekân âleminde de.
Bulanıklardan, duruluklar çıkarır, cefalarını vefa yerine tutar.
Cefakârlıkta bulunursan noksandan kurtulup kemâle erişesin diye kulağını burar.
Sülûkte virdini terk edersen zahmete, mihnete düşer, sıkıntıya uğrarsın ya.

350. İşte o tediptir. Yapma, o eski ahdi hiç değiştirme demektir.
Bu iç sıkıntısı bir zincir şeklini almadan, bu gönlünü sıkan şey, ayağını bağlamadan önce.
Bu işareti, beyhude zan etmemen için uğradığın o mâkul zahmet, duyguna hitap eder bir hâle gelir ve meydana çıkar.
Suç işlediğin zaman iç sıkıntıları gönlünü kaplar, bu sıkıntılar, ecelden sonra ist zincir şekline bürünür.
Burada bizi anmaktan çekinen kişiye dar bir yaşayış verilir ve körlükle cezalanır.

355. Hırsız, insanların mallarını çaldı mı bir iç sıkıntısı, bir darlık gönlünü tırmalamaya başlar.
O, bu sıkıntı, bu darlık nedir ki? der. Şerrinden ağlayan mazlum yok mu? İşte onun sıkıntısı, onun darlığı.
Bu darlığa, bu sıkıntıya pek aldırış etmezse bu inadının rüzgarı ateşini üfler.
Hulâsa gönül sıkıntısı, memurların sıkıştırması hâline gelir, o mânalar, duyulur, görülür bir hâle gelip meydana çıkar.
Dertler, zindan ve çarmıh olur. Dert; köktür, kök; dal budak verir.

360. Kök gizliydi, meydana çıktı. Sen de darlığını, ferahlığını bir kök bil.
Kötü kökse hemencecik, çabucak onu sök ki çimenlikte çirkin bir diken çıkmasın.
İç sıkıntısı görünce ona bir çare bul. Çünkü dallar, hep kökten meydana gelir.
Genişlik gördün mü de onu sula, yetişip meyve verince dostlara dağıt.

Seba’lılar hikâyesi

Seba’lılar, heveslerine uymuş ham kişilerdi. İşleri, güçleri büyüklerin nimetlerine karşı nankörlükte bulunmaktı.

365. Bu nankörlük, âdeta sana ihsan eden adama karşı kötülükte bulunmana, onunla savaşmana benzer.
Meselâ, o iyilik edene, ben bu iyiliği istemiyorum, bundan inciniyorum, neden beni incitiyorsun?
Lûtfet de bu iyiliği yapma. Ben, göz istemiyorum, beni kör et, dersin, işte bunun gibi.
Seba’lılar da “ Şehirlerimiz birbirine çok yakın, onları uzaklaştır. Kötülük, çirkinlik bize daha iyi, bizim ziynetimizi güzelliğimizi al.
Biz, bu köşkleri, bağları, bahçeleri istemiyoruz. Ne güzel kadınlarla işimiz var, ne emniyet ve huzurla.

370. Şehirler, birbirine pek yakın. Halbuki orada ne boş bir çöl, ne güzel bir ova var. Orada yırtıcı hayvanlar, canavarlar vardır” dediler.
İnsan yazın kışı ister, fakat kış geldi mi bundan da vazgeçer, istemez.
Bir hâle katiyen razı olmaz. Ne darlıktan hoşlanır, ne genişlikten, boşluktan.
Geberesi insan, efendisine ne de kâfirdir ya… hidayete nail oldu mu tutar, inkâra sapar.
Nefis, bu çeşit mahlûklardandır da onun için gebertilmeye lâyıktır… onun için ulu Tanrı “ Öldürün nefislerinizi” demiştir.

375. Nefis, üç köşeli dikendir, ne çeşit koysan sana batar, ondan kurtulmana imkân mı var ?
Heva ve hevesi terketme ateşini vur şu dikene… iyi işli dosta uzat elini, sarıl ona!
Seba’lılar, haddi aşınca bize veba, seher yelinden daha iyi diyecek derecede taşkınlık gösterince,
Öğütçüler, onlara öğüt verdiler, kötülüklerine, küfürlerine mâni olmaya çalıştılar.
Fakat onlar öğütçülerin kanlarına kastediyorlar, kötülük ve kâfirlik tohumu ekiyorlardı.

380. Kaza geldi mi bu cihan daralır, tatlı helva bile ağzında zehir kesilir demişler.
Kaza gelince göz kapanır da göz gözü görmez olur.
O atlının hilesi, bir toz kopardı mı o toz , seni yardım dilemeden bile uzaklaştırır.
Atlıya doğru yürü, toza doğru değil. Yoksa atlının tozu, seni ezer, bitirir.

385. Tanrı bu kurdun yediği adama “ Kurdun tozunu gördü de neden feryad etmedi?
Kurdun kopardığı tozu bilemedi. Bunca bilgisiyle, bunca hüneriyle neden yayılıp otlamağa koyuldu?
Koyunlar bile kendilerine zarar verecek olan kurdun kokusunu duyar, ondan taraf taraf kaçarlar.
Hayvan bile aslanı kokusundan anlar da otlamayı bırakır” der.
Aslanın kızgınlığından bir koku aldın mı dön Tanrı’ ya sığınmaya, yalvarmaya koyul.

390. Onlar, kurdun tozundan ürkmediler, çekinmediler. Tozun ardından o koca mihnet kurdu çatıp geldi.
O koyunları, hışımla paraladı gitti. Onlar, akıl çobanından göz yummuşlardı.
Onları, çoban ne kadar çağırdı da gelmediler… çobanın gözüne toz, toprak serptiler.
“ Yürü be, biz senden ziyâde çobanız… her birimiz başız, uluyuz. Böyle olduğu hâlde nasıl sana uyarız?
Biz kurtlara lokmayız, senin adamın değil. Ateşin odunlarıyız, utanma arlanma yok bizde” dediler.

395. Bilgisizlik, akılda bir taassuptur ki buna tutulanların şehirlerinde kargalar şom, şom bağırışırlar, yerleri, yurtları harabeye döner.
Onlar mazlûmlar için kuyu kazdılar ama kazdıkları kuyuya kendileri düştüler, ah etmeye başladılar.
Yusufların derilerini yüzdüler, fakat kendi yaptıklarını birer birer buldular.
O Yusuf kimdir? Senin Hak arayan gönlün. O gönül, bir esir gibi senin yurdunda bağlıdır.
Bir Cebrail’i direğe bağlamış, koluna, kanadına yüzlerce yara açmış, perişan etmişsin de.

400. Sonra da önüne kebap olmuş dana getiriyor, bazan da onu samanlığa götürüp
Hadi ye, işte bizim yağlı gıdamız budur diyorsun.Halbuki ona Tanrı vuslatından başka gıda yoktur.
O dertlere düşmüş zavallı da bu işkenceden bu sınanmadan kırılıp senden Tanrı’ya şikâyet ederek der ki:
“ Yarabbi, bu kocamış kurttan elâman.” Tanrı da ona  “Sabret, işte vakit geldi.
Haberi olmayan her kişiden öcünü alacağım” der. Feryada erişen Tanrı’dan başka kim feryada erişir ki.

405. O “ Yarabbi, yüzünün ayrılığından sabrım bitti. Yahudiler elinde âciz kalmış Ahmed’im Semud kavminin hepsine düşmüş Salih’im.
Ey Peygamberlerin canlarına kutluluk bağışlayan.Ya beni öldür, ya kendine çağır, yahut da sen gel!
Kâfirlere bile ayrılığına tahammül yok…onların bile her birisi, keşke toprak olsaydım, der.
“ Kâfirin bile hâli böyle olursa senin ülkenden olanın hâli, sensiz ne olur?” der.

410. Halk da der ki “ Öyledir, doğru ey temiz adam. Fakat söz dinle, sabret sabır iyidir.
Sabah yaklaştı, sus, çok coşma. Ben senin için çalışıp duruyorum, sen çalışma!”

Şehirlinin, köylünün daveti üzerine köye gitmesi

Ey yiğit arkadaş, dön… bu söz hadden aştı. Köylü, şehirliyi evine nasıl götürdü, onu söyle.
Seba’lıların hikâyesi bir tarafta kalsın, daha iyi.Sen şehirlinin köye gelişini anlat.
Köylü, yaltaklandıkça, yaltaklandı. Nihayet şehirlinin reyi, tedbiri elden gitti, şaşırdı, ahmaklaştı.

415. Köylünün haber üstüne haber salması, nihayet şehirlinin duru suyunu bulandırdı.
Bir taraftan da çocukları neşeyle “ Baba, gezer oynarız, ne olur?” demeye başladılar.
Yusuf gibi. Onu da “ Gezer oynarız” sözü tuhaf bir takdir neticesi babasın gölgesinden ayırdı.
O oyun değil, canlı oynayış… hile , düzen, hainlik.
Seni dostundan ayıran sözü dinleme.O sözde ziyan vardır, ziyan!

420. Hattâ o sözde sad edenler sad vefkının faydası bile olsa aldırış etme. Altın için hazineyi bırakma yoksul !
Şunu dinle, Tanrı,  Peygamber’in eshabına iyi, kötü nice şeyler söyleyip kaç kere itabetti.
Çünkü kıtlık yılında davul sesini duyunca Cuma namazını hemencecik bırakıverdiler.
Başkaları daha ucuza almasınlar, o alışverişle bizim kârımızı onlar elde etmesinler dediler.
Peygamber, namazda kendini tamamıyla niyaza vermiş iki üç yoksulla kalakaldı.

425. Tanrı; “ Davul sesi, abes işler ve alışveriş, Tanrı Rasülünden sizi nasıl ayırdı?
Şaşkın bir halde buğdaya doğru dağılıverdiniz de Peygamber’i atakta yalnız bıraktınız.
Buğday için olmayacak tohumlar ektiniz, o Hak Resulünü terk ettiniz.
Onun sohbeti oyundan da hayırlıdır, maldan da. Hele bir gör, kimi bıraktın. Gözünü ov da bak!
Hırsınızın yüzünden şunu yakînen bilmediniz mi ki rızık verici benim, rızık verenlerin hayırlısı benim.

430. Buğdaya güneşle rızık veren Tanrı,senin ona dayanmanı nasıl olur da zâyi eder?
Buğday için, gökyüzünden buğday gönderenden ayrıldın ha!

Doğanın kazları ovaya çağırması

Doğan ,Kaza “ Sudan çık da şekerler akan ovaları bir gör” dedi.
Akıllı kaz dedi ki: “ Ey sudan uzakta kalmış doğan, su bizim kalemizdir, huzurumuzdur, neşemizdir.”
Şeytan da doğan gibidir. Kazlar, koşun, kendinize gelin, su kalesinden dışarıya az çıkın.

435. Doğana deyin ki: “Haydi yürü yürü, dön geri. Ey aşağılık adam,başımızdan el çek.
Biz senin davetinden uzağız, bu davet senin olsun. Biz senin şu nefesini içmeyiz bile a kâfir!
Kale bizim olsun, şekerle şeker yurdu senin. Bize senin hediyenin lüzumu yok, al, senin olsun!
Can oldu mu gıda eksik gelmez elbet. Asker var mı, bayrak elbette bulunur!
Tedbirli şehirli, birçok özürler getirdi, o merdut ifrite nice bahaneler serdetti.

440. “ Şimdi mühim işlerim var. Gelirsem onlar yüzüstü kalır. Düzene girmez.
Padişah bana mühim ve nazik bir iş buyurdu, geceleri bile uyumuyor, benim bu işi başarmamı bekliyor.
Padişahın emrinden dışarı çıkamam, huzurunda yüzü kara olamam.
Her sabah, her akşam hususi çavuşu gelip işin neticesini soruyor.
Reva görür müsün, köye geleyim de padişah, bana yüzünü assın, kaşlarını çatsın?

445. Kızarsa kızgınlığına karşı ne çare bulurum, diriyken kendimi topraklara mı gömeyim?” dedi.
Daha da bu çeşit yüzlerce bahaneler etti, fakat hileleri, Tanrı takdirine eş olmadı.
Âlemin zerreleri birbirine girse yine Tanrı’nın kaza ve kaderine karşı hiçtir hiç!
Bu yeryüzü, gökten nasıl kaçabilir, yeryüzü kendini gökten nasıl gizleyebilir?
Gökten yeryüzüne ne yağarsa yağar. Yeryüzü, ne kaçabilir, ne bir çareye başvurabilir, ne bir pusuda gizlenebilir.

450. Güneşten ateş yağsa yine o, gökten yağan ateşe karşı yüzünü yerlere döşemiştir.
Yağmur yağsa da tufanlar coşsa, üstündeki şehirler yıkılıp yerle yeksan olsa
O, yine Eyyup gibi teslim olmuştur, ben bir esirim, ne dilersen yağdır demektedir.
Sen de bu yeryüzünün bir cüzünün,baş çekme. Tanrı hükmünü görünce isyan etme.
“ Sizi topraktan yarattık” sözünü duydun ya, demek ki senden toprak olmanı istiyor, yüz çevirme!

455. ( Tanrı diyor ki:) “ Toprağa nice tohum ektim. İnsan da toprağın bir tozundan ibaretti, onu ben yükselttim.
Yine bir hamle et de kendine topraklığı sıfat edin, alçal. Ben de seni bütün beylere emîr yapayım.
Su, yukardan aşağıya, akar da sonra aşağıdan yukarıya akar.
Buğday, yukarıdan aşağıya, yerin dibine gider de ondan sonra yerden baş çıkarıp yükselir.
Her meyvenin tohumu yerden biter de ondan sonra yerden baş verir.

460. Nimetlerin aslı felekten ta yere kadar umumiyetle aşağıya geldiler, alçaldılar da temiz cana gıda oldular.
Tevazula felekten toprağa inince de diri ve yiğit adamın cüzü oldular.
Bu suretle o cemad, insan sıfatlarını kazandı, arşın yücesine uçtu, neşelendi.
Önce diri âlemden geldik, sonra yine aşağılıktan yücelere çıktık.
Diyerek bütün cüzüler, hareket ve sükûn hâllerinde “ Biz, şüphe yok, yine gerisin geri Tanrı’ ya dönüyoruz “ derler.

465. Gizli cüzlerin zikir ve tespihleri, gökyüzüne bir gulguledir salar.
Kaza, hileler düzmeye başladı mı köylü, şehirliyi matetti.
Şehirli, binlerce rey ve tedbiri olduğu halde matoldu ve bu seferden âfetlere uğradı.
Kendi sebatına itimadı vardı, bir dağdı ama yarım bir sel, onu kapıp götürdü.
Kaza ve kader, felekten baş çıkardı mı akıllıların hepsi kör ve sağır olur…

470. Balıklar, kendilerini denizden dışarıya atarlar. Tuzak, uçan kuşu zebun eder.
Peri ve şeytan, şişe içine girer. Hattâ Bâbil Harut’unu bile kaza ve kader kapar, avlar.
Ancak kaza ve kaderden yine kaza ve kadere kaçan kişi kurtulur. Hiçbir tedbir onun kanını dökemez.
Tanrı’nın kaza ve kaderinden yine Tanrı’nın kaza ve kaderine kaçan, kişiden başka hiçbir kimseyi, hiçbir hile, kaza ve kaderden kurtaramaz.

  Darvan’lılar ve onların yoksullara bir şey vermeden bahçelerden meyva 
                                 devşirmek için hileye sapmaları

Darvan’lıların hikâyesini okumadın mı? Okuduysan niçin hileye sapmakta ısrar edip duruyorsun?

475. Birkaç akrep iğneli kişi, birkaç yoksulun rızkını çarpmak için hileye, düzene giriştiler.
Gece vakti, sabaha kadar birkaç, Amır’la Bekir, yüzyüze verip hile düşündüler.
Sırlarını , Tanrı anlamasın diye gizli söylüyorlardı.
Sıvacıya çamur sıvamaya koyuldular. Hiç, el, gönülden gizli bir iş yapabilir mi?
Tanrı, “ Seni yaratan, düşünceni, gizli konuşuşunda, fısıltısında doğruluk mu var, hile mi… bunu hiç bilmez mi?” buyurdu.

480. Sabahleyin yola çıkanı gözüyle gören, ertesi gün nereye konacak, bundan sonra nasıl gâfil olur?
Yüzünü nereye döndürdüğünü, sayısını, yolunu, yordamını, ineceği, çıkacağı yeri nasıl bilmez?
Şimdi sen de kulağını gafletten temizle de o dertlinin ayrılık derdini dinle.
Onun derdine kulak astın, elemlerini dinledin mi bil ki bu, o dertliye verdiğin bir zekattır.
Gönül hastalarının dertlerini dinler, yüce canın su ve toprak ihtiyacını anlarsan, bu bir zekâttır.

485. Dertli adamın tereddütle dolu, dumanlarla dolu bir gönül evi vardır. Derdini dinlersen o eve bir pencere açmış olursun.
Senin bu dinleyişin ona bir nefes yolu oldu mu gönül yurdunda o acı duman azalır.
Yolcu, eğer yüce Tanrı’ya gidiyorsa bize dertdaş ol, derdimize çare bul.
Bu tereddüt, bir hapistir, bir zindandır. Canın bir tarafa gitmesine müsaade etmez ki.
Bu şu tarafa çeker, o bu tarafa. Her biri, doğru yol benim der.

490. Bu tereddüt, Tanrı yolunun tuzağı, sarp yeridir. Ne mutlu ayağı çözük kişiye.
O, doğru yolda tereddütsüz gider. Eğer yol bilmiyorsan öyle bir hür adamın adımı nerede? Onu ara!
Ceylânın izini izle, her şeyden kurtulmuş bir halde yola düş de onun izini izleye, izleye nihayet miske erişesin.
Bu çeşit yürüyüşle zâhiren ateşe bile girsen yine apaydın yücelere kadar varırsın.
Mademki “ Korkma” hitâbını duydun, ne denizden korkun var ne dalgadan, ne köpükten!

495. Tanrı, sana Hak korkusunu verdi mi bunu “Korkma” hitâbı say. Sana tabak yolladı mı ekmek de yollayacak demektir.
Korku, korkusu olmayan adamındır. Dert, burada dönüp dolaşmayan kimsenindir.

Şehirlinin köye gitmesi

Şehirli, işe koyuldu, hazırlığını tamamladı, azim kuşu köye doğru koşmaya, uçmağa başladı.
Ehli, çoluğu, çocuğu da yol hazırlığını görüp eşyalarını azim öküzüne yüklediler.
Neşeli bir halde koşa koşa yola düştüler. “Köyden istifadeler edeceğiz, bize köyden müjde ver, müjde!” diye diye köye doğru yöneldiler.

500. “ Gittiğimiz yer güzel bir çayırlık, çimenlik. Orada da sevdiğimiz kerem sahibi bir dostumuz var.
Bizi binlerce istekle çağırdı. Bizim için ihsan ağacını dikti.
Uzun kışın azığını köyden tedarik edip şehre getiririz gayri.
Hattâ dostumuz, bağını bile bize bağışlar. Bize canında yer verir.
Yoldaşlar, çabuk olun da istifadeler edelim” diyorlardı. Fakat akıl,içeriden içeri “ Öğünmeyin!”

505. Tanrı faydasıyla faydalanın. Şüphe yok, Rabbim, sevinen, öğünen kişileri sevmez.
Tanrı’nın size ihsan ediverdiği şeylere sevinin, neşelenin. Sizi işgal eden şey, sizi Hak’tan alıkor aldatır.
Gamdan neşelenen, ondan başka bir şeyden neşelenme, sevinme. Dert ve gam bahardır, başka şeyler kış!
Ondan başka her şey, seni yavaş, yavaş helâke doğru götüren düşüncelerindir. İsterse sana taç, taht, mal, mülk olsun!
Gamdan sevin… gam vuslat tuzağıdır.Bu yolda aşağıya düşüş, hakikatte yükseliştir.

510. Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişine maden. Fakat bu söz, çocuklara nerden tesir edecek?
Çocuklar, oyun adını duydular mı hepsi de yaban eşeğiyle yarışa girişirler.
Ey yaban eşekleri, bu yanda tuzaklar var. Bu yandaki tuzaklarda kan içiciler var.
Oklar uçuşup durmakta, yay, gayb âleminde gizli. Gençlere yüzlerce ihtiyarlık okları erişmekte.
Gönül ovasına adım atmak gerek. Çünkü bu ovada ferahlık, genişlik, neşe olamaz.

515. Dostlar, gönül, eminliktir, huzur yeridir. Orada kaynaklar, gül bahçeleri içinde gül bahçeleri var.
Yolcu, kalbe yürü, orada seyret, orada gez dolaş. Ağaçlar var orada, akan sular var orada.
Köye gitme. Köy, adamı ahmak bir hâle sokar… Aklı nursuz, fersiz bir hâle getirir.
Ey seçilmiş temiz adam, Peygamber’in sözünü dinle. Köyde yurt tutmak, aklın mezarıdır.
Köyde sabah, akşam bir gün kalan kişinin aklı, bir ay yerine gelemez.

520. Tam bir ay onun ahmaklığı gitmez. Köy otlarından da bundan başka ne biçilebilir ki?
Köyde bir ay kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır. Köy nedir? Hakikate ulaşmamış, elini taklit ve huccete atmış şeyh!
Aklı kül şehrine karşı bu duygular, gözleri bağlı değirmen eşeklerine benzer.
Bunu geç de hikâyeye giriş, inciyi bırak. Buğday tanesini ele al.

525. İnciye yol yoksa hemencecik buğdayı al. O tarafa yol yoksa bu tarafa at sür.
Zâhir,eğri büğrü uçsa bile sen zâhirine bak. Zâhir, nihayet insanı bâtına götürür.
Her insanın evveli suretten ibarettir. Ondan sonra can gelir ki can, mânevi güzellik, ahlâk güzelliğidir.
Her meyvenin evveli suretten başka nedir ki? Ondan sonra lezzet gelir ki lezzet, meyvenin mânasıdır.
Önce çadır kurarlar da sonra Türkü konuk çağırırlar.

530. Bil ki suretin çadırıdır, mânan Türk. Mânan bil ki kaptandır, suretin gemi!
Allah için şunu bir nefes olsun bırak da şehirlinin eşeği çanını çalsın!

 Şehirliyle akrabasının köye gitmeleri

Şehirli ve çoluğu, çocuğu hazırlıklarını tamamladılar, eşyalarını katırlara yükleyip köye doğru yollandılar.
Hayvanlarını neşeli neşeli sürmekte, “Sefer edin de ganimet bulun” demekteydiler.
Ay, sefer ede ede Keyhusrev olur. Tolunay hâline gelir. Sefer etmeksizin nasıl padişah kesilir ki?

535. Beydak, seferle satrancın en üst hanesi olan ferzin hanesine gelir, ferzin olur. Yusuf, seferden faydalanır, yüzlerce muradına erişir.
Onların da gündüzün yüzlerini güneş yakıyor, geceleyin yıldızla yol buluyorlar,
Kötü yol, onlara güzelleşiyor, köyün neşesiyle cennet gibi görünüyor, bu suretle gidip duruyorlardı.
Acı, tatlı dudakların tesiriyle tatlılaşır, diken, gül bahçesi dolayısıyla gönül çeker bir hâle gelir.
Ebu Cehil karpuzu, sevgili yüzünden hurma kesilir, ev, evdeki dost yüzünden ova olur.

540. Gül yanaklı, ay yüzlü bir dilberin vuslatı ümidiyle nice nazeninler diken zahmetini çekerler.
Ay yüzlü sevgilisi yüzünden niceler sırtı yaralı hamal olmuştur.
Gece gelsin de ay ( yüzlü sevgilinin) yüzünü öpsün diye demirci, yüzünü simsiyah etmiştir.
Esnaf, gönlüne bir serviyi diktiğinden akşama kadar dükkanda çarmıha çakılmış gibi bekler durur.
Tacir, deniz demez, kara demez yürür durur ama evinde oturan bir sevgilinin aşkıyla koşup yeler.

545. Kimin bir ölüye, bir taşa, toprağa sevdası varsa bir diri yüzlünün sevdasıyla sevdalanmıştır.
Dülger, tahtaya yüz tutmuştur ama ay yüzlü güzeline hizmet etmek ümidiyle.
Sen de bir dirinin ümidiyle çalış, çabala ki o, bir gün sonra cansız bir hale geliversin.
Aşağılık yüzünden bir saman çöpünü kendine munis olarak seçme. Onun munisliği ariyettir.
Ananla, babanla munistin, Tanrı’dan başka munislerin sana vefakârsa hani o ünsiyet?

550. Hak’tan gayrı birisiyle dostluk, yerindeyse dadınla, lalanla ünsiyetin ne oldu?
Sütle, memeyle olan ünsiyetin kalmadı. Mektepten nefret ederdin, o nefret de geldi geçti.
O ünsiyet, onların duvarına varan güneş ziyâsından ibarettir. O akis güneşe gitti.
Yiğidim, o ışık nereye düşerse sen ona âşık oluyorsun.
Her vara taallûk eden aşkın, Tanrı vasfından, meydana gelir, o şeyin yaldızından, o şeyin zâhirî güzelliğinden değil.

555. O şeyin altın yaldızı aslına gitti de bakırı kaldı mı insanın tabiatı doyar, onu boşlayıverir.
Onun yaldızlı, zâhirî sıfatlarından ayağını çek.         Bilgisizlikle kalpa pek hoş deme.
Kalplardaki o hoşluk, o güzellik eğretidir. O süsün, püsün altında süssüzlük vardır.
Kalpın üstündeki altın, madenine gider. Sen de onun gittiği madene git.
Duvardaki ışık güneşe varır. Sen de sana lâyık olan o güneşe git.

560. Ondan sonrada madem ki oluktan vefa görmedin, suyu yağmurdan iste.
Kurdun tuzağı, kuyruk madeni değildir. O koca kurt, kuyruk madenini nereden tanıyıp bilecek?
O aldanmış kişilerde altını çıkınlamış sandılar da köye doğru koştular.
Gülerek oynayarak o dolaba doğru çark ura ura yürüdüler.
Köye doğru uçan bir kuş görseler sabırsızlıktan elbiselerini yırtıyorlar,

565. Köyden bir adam geliyor görseler yüzünü, gözünü öpüyorlar,
“ Sen bizim dostumuzun yüzünü gördün. Sen, bizim canımızın canısın, bizim gözümüzsün sen” diyorlardı.

  Mecnun’un, Leylâ’nın civarında oturan bir köpeğe iltifatı

Tıpkı Mecnun gibi. O da bir köpeği okşamakta, öpmekte, önünde yanıp erimekteydi.
Etrafında eğilip bükülerek onu ululayıp ağırlayarak dönüp dolaşıyor, ona sâf şeker şerbeti veriyordu.
Bir herzevekil dedi: “ A ham mecnun, bu yapıp durduğun şey ne delilik, ne sersemlik,

570. Köpeğin ağzı daima pis şeyleri yer. Ardını bile diliyle temizler.”
Köpeğin ayıplarını bir hayli saydı döktü. Zaten ayıp gören gayp aleminin kokusunu bile alamaz.
Mecnun dedi ki. “ Sen, baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak!
Bu köpek, bence Tanrı’nın bir çözülmez tılsımıdır. Bu köpek, Leylâ’nın mahallesinin bekçisi.
Himmetine bak, gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki neresini seçmiş, neresini yurt edinmiş?

575. O benim mağaramın yüzü kutlu köpeği, hattâ o benim dertdaşım, gamdaşım.
Onun mahallesinde yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile ulu aslanlardan yeğdir.
Ey köpeklerine aslanların köle olduğu sevgili.. anlatmaya imkân yok ki, sus vesselâm!..”
Dostlar, suretten geçerseniz her yer sizin için cennettir. Gül bahçesi içinde gül bahçesidir.
Suretini kırdın, yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir.

580. Artık her sureti kırar, Haydar gibi Hayber kapısını çekip koparırsın.
O sâf şehirli de surete zebun oldu, köylünün kötü sözleriyle köye doğru yola düştü.
O yaltaklanma tuzağına tutularak neşeli neşeli gidiyordu. Taneyle sınanmaya giden kuşa benziyordu.
Kuş, o taneyi kerem ve ihsan yüzünden saçılmış sanır. Halbuki o ihsan hırsın son derecesidir.
Kuşcağızlar taneye tamah ederek sevinip o hileye doğru uçar, koşarlar.

585. Şehirlinin sevinçlerini de anlatsam korkarım ki yolcu, seni yolundan alıkorum.
Onun için kısaca geçiyorum. Yolda bir köy göründü. Fakat o köylünün köyü değildi, başka bir yola saptı.
Bir aya yakın bir müddet köyden köye dolaştılar.Çünkü köyün yolunu iyi bilmiyorlardı.
Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.
Kâbe’ye delilsiz giden bu başı dönmüş zavallılar gibi zillete düşer.

590. Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de!
Doğuda da, batıda da anasız, babasız bir insan doğması pek nadirdir.
Bir işe girişen, çalışan kişi mal kazanır. Ama nadir olarak bir adam, bir hazine de bulabilir.
Fakat nerede bir Mustafa ki cismi can olsun da “ Er rahman, Allemel Kur’an- Rahman, ona Kur’an’ı öğretti” sırrına ersin.
Ten ehlinin hepsi kalemle, okuyup yazmakla öğrenir, öğretir. Tanrı kereminin bolluğuyla kalemi, öğretiş ve öğrenişe vasıta halk etmiştir.

595. Oğul, her hırs sahibi mahrumdur. Harisler gibi öyle koşma, aheste aheste yürü.
Şehirli ve çoluk çocuğu da o yolda karada yaşayan kuşun suda çektiği eziyet ve zahmet gibi  eziyetler, zahmetler çektiler.
Köye de karınları toktu artık, köylüye de. Öyle usta olmadan şeker yapmaya da doymuşlardı, hattâ.

Şehirliyle akrabasının köye varmaları, köylünün onları tanımazlıktan 
                                                   gelmesi

Bir ay sonra kendileri perişan, hayvanları yemsiz bir hâlde o köye vardılar.
Köylüye bak ki kötü niyeti yüzünden falan feşman diye zırvalamaya,

600. Gündüzleri, bağına, bahçesine yüz tutmasınlar diye onlardan yüzünü gizlemeye koyuldu.
Gizlediği yüz de zaten tamamıyla hile ve riyadan ibaretti. Öyle yüzün, Müslümanlardan gizli kalması daha iyi.
Öyle yüzler vardır ki şeytanlar, sinek gibi başına üşüşür, bekçi gibi orada yurt tutar, otururlar.
Bu çeşit adamların suratını gördün mü ya bakma, yahut da madem ki baktın, hoşlanıp gülme.
O çeşit habis ve âsi suratlar hakkında Tanrı, “ Alnının perçeminden yakalar, çekeriz” dedi.

605. Konuklar, köylünün evini sorup buldular, akraba ve bildikleri gibi kapıya koştular.
Köylünün evindekiler kapıyı kapadılar. Şehirli, bu aykırı hareketten deli gibi oldu.
Fakat zaten sertlik gösterilecek zaman değildi. Kuyuya düştükten sonra sertliğin ne faydası var?
Tam beş gün, geceleri soğuktan üşüyerek, gündüzleri sıcaktan yanıp yakılarak kapısının önünde kaldılar.
Orada kalışları ne gafilliklerindendi, ne eşekliklerinden. Zaruretten, açlık ve susuzluk yüzündendi.

610. İyiler, zaruret yüzünden kötülerle bağdaşırlar. Adam, zaruret yüzünden ölü eti bile yer!
Şehirli, köylüyü gördükçe selâm vermekte, “ Yahu, ben filan kişiyim, adım da şu” demekteydi.
Köylü ”Olabilir. Fakat sen kimsin, nesin, ben ne bileyim? Belki kötü bir adamsın, belki temiz bir adam.
* Ben, gece gündüz, Tanrı’nın işlerine hayran kalmış, dalmış gitmişim. Seninle hiçbir surette mukayyet olmam ben.
* Kendi varlığımdan bile haberim yok. Varlığımdan bir kıl ucu kadar bile eser kalmadı.
* Aklım, Tanrı’dan başka hiçbir şeyden agâh değil. Gönlümde de Tanrı’dan başka bir şey yok, canımda da ” diyordu.
Şehirli dedi ki: “ Bu an, tam kıyamete benzedi: Kardeş, kardeşinden kaçmada !”
Şehirli, köylüye “ Soframdan fazlasıyla yemek yemedin mi sen? Ben o adam değil miyim?

615. Filan gün sana feşman şey almadım mıydı, seninle buluşup görüşmez miydik?
* Aylarca bana konuk olmaz mıydın, sayısız ihsanlarıma, in’amlarıma nail olmadın mı?
Halk, aramızda ki sevgiyi duymuş, işitmiştir.Boğaz, nimet yerse yüz utanır” diye anlatıp duruyor.
Köylü de “Saçma sapan ne söylenip duruyorsun ki? Ne seni tanıyorum, ne adını, ne yerini!” diyordu.
Beşinci gece gökyüzünü bulutlar kapladı, bir yağmur başladı ki gök bile bu yağışa şaşa kaldı.
Artık bıçak kemiğe dayanınca şehirli “Ev sahibini çağırın” diye kapının halkasını döğmeye başladı.

620. Köylü, yüzlerce ısrardan sonra nihayet kapıya gelip “ Babasının canı ne istersin, ne var” deyince
Şehirli, dedi ki: “ Bunca haktan vazgeçtim,bütün zanlarımı, düşüncelerimi terkettim.
Zavallı cancağızım, beş günde bu sıcakta yanıp şu soğukta donarak beş yıllık zahmet çekti.”
Bildikten, dosttan, soydan gelen bir cefa, ağyarın üç yüz bin cefasına eşittir.
Çünkü insan, eşin dostun cevrü cefada bulunacağını ummaz, tabiatı daima onun lûtfuna, vefasına alışmıştır.

625. İnsanların uğradıkları belâ ve mihnet, dikkat edersen anlarsın ki alışmadıkları şeylerden meydana gelir.
Şehirli: “ Ey sevgi güneşi zevale erişen arkadaş, kanımı bile döksen helâl ederim.
Yalnız şu yağışlı gecede bize bir bucak ver de kıyametten sen de bunun ecrine nail ol” dedi.
Köylü, “Orada bağcının sığındığı bir bucak var. Bağcı, o bucakta kurtları bekler.
Kurt gelirse öldürmek için eline yayını, okunu alır, bekler durur.

630. Sen de o zahmeti çekebilirsen ne âlâ, orası senin olsun. Fakat bu işi başaramazsan kendine başka bir yer ara” deyince,
Şehirli dedi ki: “Sana yüzlerce hizmette bulunayım, sen tek yer ver. O yayı, oku da ver elime.
Ben uyumam, üzümleri beklerim. Kurt gelirse tam kellesinden vururum.
İki yüzlü münafık. Allah için olsun sen beni gece vakti yağmur altında, çamur üstünde bırakma da!”
O bucak boşaltılınca şehirli, çoluk, çocuğuyla beraber o daracık, o dönüp kımıldamağa bile imkânsız yere gitti.

635. Selden, mağara bucağına sığınmış çekirgeler gibi âdeta birbirlerinin üstüne binmişlerdi.
Bütün gece “ Aman Yarabbi, sen acı. Biz değil buna, hattâ bunun iki yüz misline bile lâyığız.
Aşağılık kişilerle dost olanın, adam olmayanlara adamlık gösterenlerin lâyığı budur.
Ham tamaha düşüp ulular kapısındaki hizmeti bırakan, buna lâyıktır.
Temiz kişilerin taşını, toprağını öpüp yalamak aşağılık adamlara hizmetten, onların bağına, bahçesine nâil olmaktan yeğdir.

640. Gönlü aydın bir ere kul olmak, padişahların başına taç olmadan daha iyi.
Ey yol çavuşu, ey aykırı yollarda koşup duran, sen şu toprak yüzündeki padişahlardan davul sesinden başka bir şey bulamazsın ki.
Şehirliler bile ruha nispetle yol uran hırsızlardan ibaretken köylü dediğim kim oluyor? Feyizden mahrum bir ahmak!
Aklına, tedbirine uymayıp gulyabani sesi duyunca o sese tabi olana bu layıktır” diyorlardı.
Yaptığı işe candan gönülden nâdim oldu, oldu ama artık soğuk soğuk ah etmenin ne faydası var.

645. Şehirli de bütün gece elinde yayla ok, her yanı gezip dolaşmakta, her tarafta kurt araştırmaktaydı.
Halbuki asıl kurt, kıvılcım gibi ona sıçramış, musallat olmuştu da o bundan habersiz hâlâ kurt arıyordu.
Sivrisineklerle pireler, kurt gibi o viranede onların başına üşüşmüş, onları yaralayıp duruyordu.
İnatçı kurdun saldırması korkusuyla sivrisinekleri kovmaya da mecalleri yoktu.
Kurt gelir de sürüye bir ziyan verirse köylü şehirlinin saçını, sakalını yolardı.

650. Dertleri aşırı bir derecede, yürekleri ağızlarına gelmiş bir hâlde beklerken,
Ansızın bir tepeden saldırıp gelmekte olan bir kurt karaltısı göründü.
Şehirli, yayını kurup bir ok attı, hayvanı vurdu, tepeden aşağı düşürdü.
Hayvan düşerken bir yellendi. Köylü, duyup eyvah dedi, ellerini dizlerine vurdu.
“ Be hey mürüvvetsiz, eşeğimin sıpasını vurdun” dedi. Şehirli, “ Yok canım, dev gibi kurt.

655. Karaltısına baksana, kurdun ta kendisi. Şeklinden de kurt olduğu anlaşılıp duruyor” dediyse de,
Köylü, “Hayır. Yellendi ya.. tanıdım ben. Onun yellenmesini suyu şaraptan nasıl ayırt edersem öyle ayırt eder, anlarım.
Çayırlıkta benim sıpamı vurdun, öldürdün. Dilerim, neşe yüzü görmeyesin” dedi.
Şehirli, “İyi, bak… vakit gece. İnsan, geceleyin iyi göremez.
Gece ekseriye adamı yanıltır, başka şeyler gösterir. Herkes geceleyin gördüğünü fark edemez.

660. Hele bu gece hem karanlık, hem bulut var, hem şiddetli yağmur yağmada. Bu üç karanlık, adamı pek yanıltır.” dedi ama,
Köylü “ Hayır. Bu bana gün gibi aşikâr. Tanırım ben, bu yellenme, benim eşeğimin sıpasının yellenmesi.
Yolcu, azığı nasıl tanırsa ben de yüz yel arasında bile o yeli tanırım” deyince,
Şehirli dayanamadı, sıçrayıp köylünün yakasına yapıştı.
Dedi ki: “ A hilebaz sersem, a bunak mendebur, sen hem afyon yutmuş, hem esrar içmişsin.

665. Bu üç karanlık içinde eşeğin yellenmesini tanıyorsun da beni nasıl tanımıyorsun be hey avare!
Gece yarısı eşek sıpasını tanıyan adam, güpegündüz dostunu nasıl tanımaz?
Kendini dalgın ve ârif gösteriyor da mürüvvetin, vefanın gözüne toprak serpiyorsun.
Benim kendimden bile haberim yok, gönlüme Tanrı’dan başka hiçbir şey sığmıyor ki.
Dün yediğim bile aklımda değil.Bu gönül, hayretten başka bir şeyden neşelenmiyor diye kendini müstağrak gösteriyorsun ama

670. Asıl akıllı, fakat Tanrı mecnunu benim, bunu hatırında tut da şu kendimde olmayışımı mazur gör.
Bir insan,şer’an murdar olan hurma şarabı içse kendinde değilse şeriat, onu mazur tutar.
Sarhoş ve esrarkeşin karı boşaması ve bir şey satması, makbul ve muteber değildir. O, çocuğa benzer, yaptığı affedilir, hürdür, serbesttir.
Asıl tek padişah olan Tanrı’dan gelen sarhoşluksa insana yüz küpün şarabından ziyâde tesir eder, yüz küpün  şarabından ziyade adamın aklını alır.
Haydi yürü artık böyle adama nasıl teklif olabilir ki? At düştü, elsiz, ayaksız bir hâle geldi.

675. Âlemde eşek sıpasına kim yük yükler? Ebumerre’ye kim Farsça okutabilir?
At topallamaya başladı mı, üstündeki yükü alırlar. Çünkü Tanrı “ Köre teklif yok” dedi.
Ben de kendime karşı kör, fakat Tanrı’yı görür oldum. Şu halde azdan da affedilmişim, çoktan da!
Halbuki sen, dervişlikten dem vuruyorsun, kendinde olmadığını söylüyorsun, ebedî sarhoşlar gibi hayhuylarda bulunuyor, naralar atıyorsun.
Yeri gökten fark etmiyorum diyorsun ama Tanrı gayreti seni bir sınadı ki!

680. Eşek sıpasının yellenmesi seni böyle rüsvay etti, senin, ben yokum diye kendini nefyedişini reddederek, varlığını ispat etti.
Tanrı, sersem adamı böyle rüsvay eder, kaçan avı böyle yakalar işte!”
Hey babam hey… ben, padişah kapısına çavuş oldum diyene yüz binlerce sınama var.
Halk, onu bu sınamayla tanımasa bile ileri gelenler, onun dâvasına delil ister, yolundan nişan sorarlar.
Aşağılık bir adam, terzilik dâvasına kalkışsa padişah, onun önüne bir atlas kumaş atar.

685. Bundan bir geniş kaftan yap der. Bu sınamayla yersiz dâvaya kalkışanın başında iki boynuzdur peyda olur, öküzlüğü anlaşılıverir.
Eğer kötüleri sınama olmasaydı her puşt, savaşta Rüstem kesilirdi!
Farz et ki puşt zırh giymiş, kaç para eder? Savaşa girişip sıkışınca esir olacak değil mi?
Tanrı sarhoşu, kasırgadan ayrılır mı hiç? O , sur üfürülünceye kadar kendine gelmez.
Tanrı şarabı doğrudur, doğru… yalanı yok. Sense şarap değil, ayran içmişsin, ayran içmişsin , ayran içmişsin!

690. Kendini Cüneyd ve Bayezid gösteriyorsun. Yürü be.. ben, baltayı kilitten fark edemem ki diyorsun ama.
A düzenbaz, kötülüğü tembelliği, kızgınlığı ve ihtirası bu sersemlikle nasıl gizleyebileceksin?
Kendini Mansur-ı Hallâc göstermede, dostların pamuğuna ateş urmadasın.
Ben Ömer’i Ebuleheb’den ayırdedemem de gece yarısı eşek sıpasının yellenmesini tanırım diyorsun ha!
Senin gibi eşeğin bu sözüne inanan da kendisini, hatırım için kör ve sağır eden bir eşektir.

695. Kendini öyle pek yol erlerinden sanma. Sen yol kesicilerin adamısın, herze yiyip durma!
Sersemlikten uç, akla doğru koş. Mecazi akıl, göklere uçabilir mi hiç?
Kendini Tanrı âşıkı gösteriyorsun ama kapkara Şeytan’la aşkbazlık ediyorsun.
Kıyamet günü aâşıkla mâşuku birbirine bağlarlar da herkesin önüne çıkarıverirler.
Sen kendini nasıl oluyor da ahmak,dalgın gösteriyorsun? Üzümün kanı nerede? Sen bizim kanımızı içmişsin!

700. Yürü, benden uzaklaş hemen. Ben seni tanımıyorum. Kendini bilmeyen bir ârifim ben, köyün Behlûl’üyüm ben diyorsun ha!

[divide style="2"]

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  1 – 700 )

B. 6. Cebrail, Cebreil, cibril denen bu melek, kadri en yüce meleklerdendir. Peygamberlere Tanrı buyruklarını getirmek vazifesine memurdur.

B. 7. Abdâl. C. I, S. 26, B. 264 e bakınız.

B. 9. C. l, S. 53, B. 547 ve C. I, S. 169, B. 1732 ye bakınız.

B. 10. Dört unsur, beş duygu, altı cihet. C. I. S. 84, 186. 355, B. 877, 1899, 3576 ve C. II, S. 56. B. 613 e bakınız.

B. 15. C. I, S. 3, B. 25, 26 ya bakınız.

B. 34. “Mal ve erkek evlât, dünya yaşayışının süsüdür. İnsanların daima faydalanacakları ve âlemde sürüp gidecek temiz hayırlar, rabbinin katında daha iyi, daha sevaplı ve daha istekli şeylerdir” (Sure 18, Kehf, âyet 46).

B. 40. C. II, S. 66, 89, 240, 301, B. 719-720, 963, 2585, 3248 e bakınız.

B. 52. C. II, S. 135, B. 1491 e bakınız.

B. 53-65. “Mümin, dünyada ana karnındaki çocuğa benzer. Ana karnından çıktı mı ağlamaya başlar. Fakat dünyayı görüp süt emmeye başlayınca tekrar ana karnına girmesini istemez. Mümin de dünyadan ölümle gider, rabbine ulaşır, artık dünyaya dönmek istemez. Çocuğun ana karnına dönmeyi istemeyişi gibi” mealinde bir hadis rivayet edilmiştir.

B. 81-84. Eski şeriatlarda Tanrı’ya “baba” denmektedir. İncilde ekseriyetle bu söz geçer. Muhammed dininde yanlış anlaşılmaması için bu söz menedilmiştir. Bunun yerine “sahip, malik, hâkim, dost” mânalarına gelen “veli” kelimesi kullanılmıştır. Tanrı, iyi kişilerin velisi olduğu gibi onlar da Tanrı velileridir, “Kim bir dostumu ulularsa beni ululamış, kim bir dostumu incitirse beni incitmiştir” ve “Kim bir dostuma hiyanette bulunursa benimle savaşa girişmişir” mealinde iki hadisi kutsi de rivayet edilmiştir.”

B. 85. C. I, S. 27, B. 278-279 a bakınız.

B. 86. Nuh Pcygamber’in “Yarabbi yeryüzünde kâfirlerin bir tanesini bile bırakma” diye dua ettiği Kur’anın 71 inci suresi olan Nuh suresinde anlatılmaktadır (Âyet 26).

B. 87-89. Lût Peygamber, İbrahim Peygamber zamanında yaşamış olan ve onun şeriatına tâbi bulunan bir peygamberdir. Bu peygamberin gönderdiği kavim genç erkeklerle münasebette bulunurdu. Lût, bu huydan vazgeçmelerini söylemişse de dinlememişler, bunun üzerine Tanrı içlerinde Cebrail de olduğu halde birkaç meleği gayet güzel delikanlı kıyafetinde bu diyara yollamış bunlar meleklere de dokunmak istemişler, melekler Lût’a bu diyardan gitmesini söylemişler, Lût aralarından çekilince şehirlerini gökyüzüne kadar kaldırmış baş aşağı atmışlar, üzerlerine gökten de taş yağmış, helak olmuşlardır. Lût’un karısı da onlara uyduğu için kaçarken gökten başına bir taş düşmüş, o da ölmüştür. Şehirlerinin yerinde acı ve tuzlu bir sn çıkmıştı ki Filistin’deki Lût gölü bu göldür. Lût kavminin hikâyesi Kıır’anda 11 inci sure olan Hûd süresiyle (âyet 74-83) 26 inci sure olan Şuara suresinde (âyet 160-174) ve 15, 22, 29, 38, 50 ve 66 inci surelerde anlatılmaktadır.

B. 102. “Onların bir kısmı o çeşit adamlardır ki Peygamberi incitirler de derler ki: O, kulaktan ibaret, ne duyuyorsa inanıyor, ne işitiyorsa dinliyor. De ki, kulak oluşu daha iyi ya. Tanrıya inanır, müminlerin sözlerine inanır, içinizden iman edenlere bir rahmettir. Tanrı Resulünü incitenler yok mu.. Şiddetli azap onlar içindir” (Sure 9, Tevbe, âyet 61).

B. 109. Münkir ve Nekir, iki melektir. Bunlar insan ölünce kabrinde dirildiği zaman baş ucuna gelip Allahını, peygamberini, dinini sorarlar. Adam dünyada iyilik ettiyse bunlara cevap verir. O vakit bu melekler, o adam için beşîr ve Mübeşir, yani cennetle muştulayıcı Melek olurlar. Dünyada kötülük ettiyse cevap veremez, adama azap ederler.

B. 127. Kur’anın 96 ncı suresi olan Alak suresinin son âyeti olan 19 uncu âyetinde “Secde et de bize yaklaş” denmektedir.

B. 161. C. II, S, 111, B. 1203 e bakınız.

B. 192.   Musa Peygamber’le çağdaş olan Hızır Peygamber, halk rivayetlerine göre nerede gezerse oranın havası güzelleşir ve ayağının bastığı yerlerde çimenler bitermiş. Adının başka bir çeşitte okunuşu yeşillik mânasına geldiği için böyle bir rivayet icat edilmiş olmalı. Aynı zamanda sıkıntıda kalanlara yardıma koşan bu zatın baştanbaşa yeşiller giydiği ve boz bir ata bindiği de halk rivayetlerindendir. C. I, S. 22, B. 224 e de bakınız. Hızırın gezdiği yerlerin yeşillenmesi hakkında bir hadis de vardır (Feyz-al Kadir, I, 575).

B. 200 C. I, B. 244, B. 2455 e bakınız.

B. 208. C. I, S. 38, B. 392 ye bakınız.

B. 209. Eshabı kehf’in köpeğinin kıyamete kadar mağara önünde beklediğini söylemekle bu köpeğin ve Eshabı Kehf’in hayatta olduğunu mu söylüyor? Şiîlerce Eshabı Kehif de Hızır ve saire gibi diri kalanlardandır ve bunlar Mehdi zuhur ettiği zaman meydana çıkarak ona yardım edeceklerdir.

B. 212. C. I, S. 10, B. 96 ya bakınız.

B. 228-229. Vise ve Ramin, esas itibariyle Pehlevî diliyle yazılmış bir Hint hikâyesidir. 447 Hicrîde ölen (1055) Fahreddin Esed-i Cürcanî tarafından Acemceye çevrilmiş XIV üncü asır şairlerinden Lamiî tarafından da Türkçeye nakledilmiştir. Cürcan şahı, bir bahar eğlentisinde Şehrû adlı bir kadını beğeniyor, Şehrû, kızı Vise’yi methederek, padişahı bu kıza alâkalandırıyor. Sonra kaçıyorlar, padişah bunları takip ederken başka bir kıza âşık oluyor. Turan şahına oğlu Ramin de Vise’ye tutuluyor.  Babası bu işe engel oluyorsa da nihayet ölüyor ve Vise padişah olunca Ramin’i alıyor.

B. 263. H. Ali’nin  “Kötü kişiyle iyilik ettiğin adamdan sakın” dediği rivayet edilmiştir.

B. 268. H. Muhammed’den böyle bir söz rivayet edilir.

B. 181. den sonraki hikâye. Kur’anın 34 üncü suresi olan Sebe suresinin 15-21 inci âyetlerinde Yemen ülkesindeki Sebe’lilerin mamur ve meyvalı şehir ve bağları anlatılmakta, bu nimetin kadrini bilmedikleri için bir selle şehirlerinin ve bağlarının bozulduğu, harap olduğu söylenmektedir.

B. 297. den sonraki hikâye. C. I, S. 83, B. 865 e bakınız.

B. 336.   C. I, S. 39, B. 403 e bakınız.

B. 345. C. I, S. 83, B. 863 ve C. II, S. 85, B. 920 ye  bakınız.

B. 346. C. II, S. 56, B. 612 ye bakınız.

B. 349. Sülûk, manevî bir yolculuktur. Sofiler, kötü huylardan arınmak ve vahdet sırrına, hakikate erişmek için bir uluya tâbi olarak muayyen bir tarzda mücahedeye girişirler ki buna “sülûk” denir. Sülûk esnasında muayyen vakitlerde okunan tertip edilmiş dualara “vird-ervad” ve “ders” dendiği gibi Tanrı adlarından birini muayyen bir miktarda tekrarlamaya da “zikr” denir. (C. II, S. 230, B. 2478 e ve S. 300, B. 3240 a da bakınız.)

B. 347-364. Bu âlemde yapılan ve duygularımıza hitabeden suret ve cesetleri olmadığı cihetle “meânî”den ibaret bulunan iyi veya kötü işlerin ahrette iyi ve kötü suretlere temessül edeceğini anlatıyor. C. II, S. 89, B. 963 e de bakınız.

B. 354. Kur’anm 20 nci suresi olan “Tâhâ” suresinin 124-128 inci âyetlerinde “Kim beni anmaktan yüz çevirirse mutlak dünyada geçim darlığına uğrar, ahrette de biz onu kör olarak diriltiriz. Yarabbi, neye beni kör dirilttin, ben gözlüydüm, görürdüm der. Tanrı der ki: Senin işin de böyleydi ya. Delillerimiz geldikçe onları unuturdun. Bugün de yaptığına uğradın, sen unutuldun. Kim nefsine zulmeder, Tanrısının delillerine inanmazsa ona böyle karşılık veririz, ahret azabıysa daha şiddetli ve süreklidir” denmektedir.

B. 371-372 Ankaravî. Meşhur Câhiliyye şairi İmriul Kays’ın “İnsan, yazın kışı ister, kış gelince de onu istemez, ondan hoşlanmaz. O bir hale razı olmaz vesselam, geberesice insan, nimete ne de kâfirdir ya” mealindeki dörtlüğünden alındığını kaydediyor (S. 75).

B. 374. “Geberesi insan, efendisine, rabbine karşı ne de kâfirdir ya!” (Sure 80, Abes, Âyet 17, İmriul Kays’ın dörtlüğünün bir mısraıdır.)

B. 374. “Musa, kavmine o vakit dedi ki: Öküze Tanrı deyip tapmakla nefislerinize zulmettiniz. Sizi yaratan rabbinize tövbe edin.. öldürün nefislerinizi ey kavim. Bu, Rabbiniz katında size daha hayırlıdır. . . . Sure 2, Bakara, Âyet 54.

B. 408 C. II, S. 168, B. 1807 ye bakınız.

B. 417. Kardeşleri Yusuf’a “gezer, oynarız” diye babasından izin almışlardı (Sure 12, Yusuf, Âyet 12).

B. 425-431. “Alışveriş, yahut oyun gördüler mi yanından ayrılır, dağılır, o tarafa koşarlar da seni ayakta yapayalnız bırakırlar. De ki: Tanrı katındaki oyundan da yeğdir, alışverişten de. Ve rızık verenlerin hayırlısı Tanrı’dır.” Sure 62, Cumua, Âyet 11.

B. 454. Kur’anın 20 nci suresi olan Tâhâ suresinin 55 inci âyetinde “Sizi topraktan yarattık, yine oraya sokacak, sonra da bir defa daha yine oradan çıkaracağız” denmektedir.

B. 664. “Sizi korkudan, açlıktan, mal, beden ve meyva azlığından bir şeyle sınarız. Musibete uğrayınca sabredip biz, şüphe yok, Allah’ınız ve şüphe yok yine ona dönenleriz diyenleri muştula” Sure 2, Bakara, Âyet 155- 156.

B. 471. Eskiden peri ve cin davet ettiklerini iddia edenler bazı uydurma şeyler okurlar ve güya gelen peri veya cini bir Şişeye sokup kapağını kapayarak orada hapsederlerdi, C. I, S. 52, B. 52, B. 535 e de bakınız.

B. 472. Bir burçta ve aynı derecede bulunan iki yıldızın arasındaki mesafe gök küresinin dörtte biri kadar olursa bu vaziyete terbi denir ve müneccimlerce o saat kutsuz ve yomsuzdur.

B. 473. ten sonraki hikâye, Kur’anın 68 inci suresi olan Nün suresindedir, âyet 16-33.

B. 483-484. Müslümanlıkta üreyen ve muayyen bir miktarı aşan mal bir yıl sahibinin elinde kalırsa onun az ve muayyen bir miktarını yoksullara vermek lâzımdır. Bu verilen mal, malın diğer kısmını temizlemiş olur ve bu mal ibadetine “zekât” denir.

B. 505. Karun’a akrabası “Sevinme, öğünme, ferahlanma; şüphe yok Allah sevinen, öğünenleri sevmez” demiş (Sure 28. Kasas, âyet 76, C. I, S. 83, B. 804 e de bakınız.)
B. 519. H. Muhammed’in “Köyde oturmak, akıllılar için kabirde oturmaktır, köylerde oturan, kabirlerde oturana benzer. Köylerde oturma… Köyde oturan kabirde oturana döner” dediği rivayet edilmiştir.

B. 523. Akl-ı Küll. C. I, S. 186, B. 2899, S. 373, B. 3756 ya bakınız.

B. 534. Keyhusrev, meşhur Key’ler zamanında İran’da hüküm süren bir şahıstır. Bunun eski. Hint mabutlarından olup sonradan tarihî bir masal kahramanı şekline geldiği de rivayet edilir.

B. 580. C. II, S. 115, B. 1244 e bakınız.

B. 589. İbrahim Peygamber tarafından yapıldığı Kur’anda bildirilen, Âdem ve Nuh Peygamberler tarafından yapıldığı da rivayet edilen Mekke’deki dört köşeli bir mabet. Müslümanlıktan önce puta tapan Arapların mabediyken Muhammet tarafından Kıble yapılmış ve Mekke alındıktan sonra putlardan arınmıştır. Müslümanlar, namaz kılarlarken Mekke’dekiler Kabe’ye, Mekke’de olmıyanlar Kabe tarafına dönerler. C, II, S. 207, B. 2231, S. 182, B. 2243 e de bakınız.

B. 593. Kur’anın 55 inci suresine “Rahman – Acıyan Tanrı” suresi derler. Bu sure şöyle başlar: “Acıyan Tanrı, Kur’anı öğretti; insanı yarattı, ona söz öğretti.”

B. 604. C. I, S. 10, B. 100 e bakınız.

B. 613. Kur’anın 80 inci suresi olan Abes suresinde “Kıyamet günü öyle bir gündür ki o gün insan, kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğlundan kaçar” denmektedir (âyet 34-36).

B. 675. Ebumerre, Şeytan’ın künyesi olarak meşhur olduğu gibi Araplarda da bu künye ile şöhret kazanmış pek ahmak bir adam vardır.

B. 676.  C. II, S. 7,  B. 70 e bakınız.

B. 690. C. I, S. 225,  B. 2275  ve C. II, S. 86, B. 926 ya bakınız.

B. 693. C. II, S. 29,  B. 305 e bakınız.

B. 700. Behlûl ve daha doğrusu Bühlûl.

CİLT 3  (701 – 1400 Beyitler)

Tanrı yakınlığına eriştin de sanat, sanatkârdan ayrı olmaz sanıyorsun ha!
Şunu olsun görmez misin? Tanrı velilerinin eriştikleri yakınlıkta yüzlerce keramet, yüzlerce iş güç var.
Meselâ demir, Davud’un elinde mum oluyor… halbuki senin elinde mum, demir kesiliyor!
Yaratma ve rızık verme yakınlığında herkes müsavidir, bu sıfatlar herkeste var. Fakat bu ulular, Tanrı aşkının vahyi yakınlığına sahip olurlar.

705. Babacığım, yakınlık da çeşit, çeşittir. Güneş dağa da vurur, altına da!
Fakat güneşin altına bir yakınlığı var ki söğüdün bundan haberi bile yok!
Kuru dal da güneşe yakındır, yaş dal da. Güneş hiç ikisinden de gizlenir mi ki?
Fakat yaş taze dalın yakınlığı nerede? O daldan olgun meyveler devşirmede, olgun meyveler yemedesin.
Fakat bir de bak, kuru dal, güneşe yakınlığından kuruluktan başka ne bulabilir?

710. Akıllı, aklın başına gelince pişman olacak bir sarhoşluğa düşme.
O sarhoşlardan ol ki onlar şarap içmeye koyuldular mı olgun akıllar bile onlara hasret çeker.
Ey kedi gibi kocalmış fareyi tutan, o şaraptan içmiş onunla gıdalanmışsan aslan tut aslan!
Ey hayale kapılıp aslı olmayan kadehten hayal şarabı içen, hakikat sarhoşları gibi sarhoşluk etme, o tarafa sarkıntılıkta bulunma!
Sarhoş gibi şu yana, bu yana düşüp durmadasın ama sana bu tarafa yol yok, o tarafa yürü.

715. O yana yol bulursan ondan sonra bazan bu tarafa salın, bazan o tarafta.
Tamamıyla bu tarafa mensupken o tarafta dem varma. Madem ölümün gelmemiş, yalan yere can çekişme.
Fakat ebedî hayata erişen ve ecelden korkmayan Hızır canlı kişi, mahlûku tanımasa da caiz.
Damağını vehmin zevkiyle çeşnilendirir, varlık tulumuna üfürür, kendini havayla şişirip gururlanırsın ama,
Bir iğneyle o yel kaçıp gider. Dilerim akıllı adam, bu çeşit semirmesin!

720. Kışın kardan testiler yapıyorsun, iyi ama hiç onlar suya dayanır mı?

 Çakalın boyacı küpüne düşüp boyanması ve çakallar arasında tavusluk  
                                       dâvasına kalkışması

Bir çakal boyacı küpüne düştü, orada bir müddet kaldı.
Sonra postu boyanmış olarak çıkıp “Ben illiyyin tavusuyum, demeye başladı.
Postu boyanmış, pek güzel parlamış, güneş de o renklere vurmuştu.
Çakal, kendini yeşil, kızıl, pembe ve sarı renklerde görüp o çeşitli renklerle öbür çakallara göründü.

725. Hepsi de “A çakalcık, bu ne hâl? Fazlasıyla neşelere dalmışsın, pek memnunsun.
Neşeden âdeta bizden nefret ediyorsun! Bu ululuğu nereden elde ettin?” dediler.
Fakat çakallardan biri “ Sen ya hile yapıyorsun, yahut da hakikaten bir neşeye sahip oldun, neşeliler arasına katıldın.
Mimbere çıkmaya, lâfla ulu görünüp bu halkı, kendine meftûn etmeye kalkıştın.
Bir hayli çalıştım, fakat bir aşk, bir hararet görmeyince hileye sapıp utanmazlığı ele aldım” dedi.

730. Doğruluk ve yanıp yakılma, velilere âdettir. Utanmazlık da her aşağılık kişinin sığındığı bir sanat.
Bu suretle neşeliyiz diye halkı kendilerine çekerler ama iç yüzlerine bakılırsa hiç de hoş değildirler.

    Yalan dâvalarda bulunan birisinin her sabah bir kuyruk  parçasıyla  
       dudağını, bıyığını yağlayıp “Ben şunu yedim, bunu yedim” diye    
                                     dostlarının arasına çıkması

Aşağılık bir adam, bir kuyruk parçası buldu. Her sabah bıyıklarını onunla da yağlar,
Devlet sahiplerinin yanına varıp “Evde yağlı yemek yedim” der,
Sözünün doğruluğunu ispat için de, bıyıklarıma bakın gibilerden eliyle bıyıklarını sıvazlar.

735. “İşte sözümün doğruluğuna şahit… bıyıklarım, yağlı, yağlı şeyler yediğime delil” demek isterdi.
Karnı ise sessiz, sadasız “ Tanrı, yalancıların düzenini kurutsun!
Senin lâfın bizi ateşlere yaktı. O yağlı bıyığın kökünden kopsun.
A yoksul, şu kötü dâvan olmasaydı belki bir kerem sahibi bize acırdı.
Yahut da noksanını, yoksulluğunu söyleseydin, bu yalanları, bu düzenleri düzüp koşmasaydın, bir doktor çıkarda derdine deva ederdi.” derdi.

740. Tanrı” Ey eğri adam , kulağını, kuyruğunu sallama. Doğrulara, doğrulukları fayda verir” dedi.
A cenabet, mağarada eğri büğrü yatma. Neyin varsa göster, “doğrul, doğru ol”
Ayıbını söylemiyorsan bari sus, gösterişte, hileyle kendini öldürme!
Bir para elde ettiysen ağzını açma. Yolda sınama taşları var.
Sınama taşlarının önünde de halli hallerine sınamalar var, onlar da imtihanlara tabi!

745. Tanrı, “ Doğumdan bu ana kadar onlara her iki kere sınanırlar” dedi.
Babam, imtihan içinde imtihan var. Derlen toplan da ufacık bir imtihanla kendini satma!

                 Bâbûr oğlu Bel’am’ın Tanrı imtihanlarından yüzü 
                                  ak çıkacağına emin olması

Bâbûr oğlu Bel’am’la melûn iblis, en son imtihanda alçaldılar.
“ O adam da kendi iddiasınca devletli görünürdü ya, fakat midesi, bıyığına lânet eder,
“ Yarabbi, şu adamın gizlendiğini sen dışarıya vur, meydana çıkar. Bizi yaktı, yandırdı, sen onu rüsvay et” derdi.

750. Onun bedeninin bütün cüzleri, ona düşman olmuştu. O, bahardan dem vurdu ama onlar, kışın ta kendisindeydiler.
Adam, ihsandan, keremden dem vururdu ama merhamet dalını, ta kökünden kesmekteydi.
Ya doğru ol, doğruluğunu göster, yahut sus da merhamete eriş, sonra coş!
Adamın karnı da bıyıklarına düşman kesilmiş, gizlice el kaldırıp dua ediyor,
“ Yarabbi, sen bu aşağılık herifi rüsvay et de kerem sahipleri bize merhamete gelsinler” diyordu.

755. Karnın duası kabul oldu. İhtiyaçtan doğan yanıp yakılma, dışarıya kadar bayrak açtı, görünür bir hale geldi.
Tanrı “ Beni çağırdın mı, suçlu da olsam, putperest de olsam ben, yine icabet ederim.
Onun için duadan hiç çekinme; hiç usanma. Dua, nihayet seni gulyabani nefsin elinden kurtarır.” demiştir.
Karın, kendini Tanrı’ya ısmarlayınca ansızın bir kedi gelip o kuyruk parçasını kaptı, götürdü.
Ev halkı, kedinin peşine düştüler, fakat kedi koşup kaçtı. Babamın azarına uğrayacağım diye çocuğunun beti, benzi kaçtı.

760. Babası, bir toplulukta otururken o çocukcağız gelip işi anlattı. O lâfla geçinen adamın şerefini bir paralık etti.
Dedi ki: “ Hani her sabah dudaklarını, bıyıklarını yağladığın o kuyruk parçası yok muydu?
Kedi geldi, onu kapıverdi. Ardına düştük, bir hayli koştuk ama faydasız… yakalayamadık ki!”
Oradakiler şaşırıp gülüştüler, Bu hâle acıdılar.
Onu davet edip doyurdular, yeryüzüne benzeyen varlığına merhamet tohumunu ektiler.

765. O da ululardan doğruluk zevkini görünce ululuğu bırakıp doğruluğa kul oldu.

        Boyacı küpüne düşen çakalın tavusluk dâvasına kalkışması

O rengârenk çakal gizlice çıkagelip kendisini kınayanın kulağına dedi ki:
“ Hele bir bana, hele rengime bak. Şamanın bile böyle bir putu yoktur.
Gül bahçesi gibi ne de güzel bir hale geldim, ne de hoş yüzlerce renklere boyandım. Benden baş çekme, secde et bana!
Şu güzelliğime, şu letâfetime, şu rengime bak da bana Fahri Dünya, Rükn-i din de!

770. Tanrı lûtfuna mazhar oldum. Ululuk sırlarını şerheden levh haline geldim.
Çakallar, oraya toplandılar, mumun etrafındaki pervaneye döndüler.
Hiç çakalda bunca güzellik mi olur?”
“ Peki a elmasım, sana ne diyelim?” diye sordular. Çakal: “ Müşteri yıldızına benzer erkek aslan deyin” dedi.
Bunun üzerine dediler ki: “ İyi ama can tavusları gül bahçelerinde salınır cilvelenirler.”

775. “ Sen de öyle cilveleniyor musun?” Çakal: “ Yok canım. Çöle düşmeden nasıl Mina’ya vardım diyebilirim?” dedi.
”Peki, tavus kuşları gibi bağırabilir misin?”diye sordular. “Kara taştan kaynak mı çıkar hiç” diye cevap verdi.
Bunun üzerine dediler ki: “ Tavusun güzellik elbisesi gökten gelir, ezelîdir. Hileyle dâva ile hiç, o güzelliği elde edebilir misin sen?

   Firavun’un Tanrılık dâvasına kalkışması da çakalın tavusluk iddasına 
                                                   benzer

Firavun da saçını, sakalını süslemiş, eşekliğinden kendisini Musa’dan yüce göstermeye, ondan daha yücelere bir derece üstün uçmaya kalkışmıştı.
O da, o boyacı küpüne düşen dişi çakalın soyundandı. O da mal ve mevki küpüne düşmüştü!

780. Kim onun Mevkiini, malını gördüyse secde etti, o da o saçma sapan heriflerin secdelerine kandı.
O yamalı hırka giyen yoksul halkın secdesinden, malına mülküne karşı şaşırmasından âdeta kendinden geçmiş, bir sarhoşçuk oluvermişti!
Mal, yılandır… onda zehirler var. Halkın mal sahibini büyük sayması, ona secde etmesiyse ejderhadır âdeta.
A firavun, ululanıp durma. Sen bir çakalsın, tavusluk dâvasına kalkışma.
Tavusların arasına varsan âciz kalır, onlar gibi salınamaz, rüsvay olursun.

785. Musa ile Harun, tavuslara benzerlerdi. Karşısında salındılar, cilvelendiler, seni perişan ettiler.
Çirkinliğin meydana çıktı, rüsvay oldun gitti. Yücelikten aşağılıklara düşüverdin!
Mehenk taşını görünce kalp akça gibi simsiyah oldun,
Üstündeki aslan nakşı gitti, köpekliğin meydana çıktı.
A uyuz çirkin köpek, hırsından, kızgınlığından aslan postuna bürünme. Aslan kükrer de seni sınar. O vakit üstünde aslan,
Sureti olduğu, fakat hakikatte köpeklerin huylarına sahip olduğun anlaşılır.

                  Ve leta’rifennehum fî lahnil kavli âyetinin tefsiri

790. Tanrı, söz geliminde Peygambere dedi ki: “Münafıkların anlaşılması için en kolay ve görünür delil şudur:
Münafık iri yarı, korkunç, zâhiren babayiğit görünse bile sen onun sesinin tonundan ve sözünden tanır, anlarsın.
Testi aldığın zaman o testileri sınar, o testilere vurursun, değil mi?
Neden vurursun? Sesinden kırık testiyi anlamak için.
Kırık testinin sesi daha başka türlü olur. Ses, çavuşa benzer, önde gider.

795. ”Ses gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Ses mastara benzer, fiil de o mastarı tasrif eder!
Sınama sözü gelince hemencecik Hârût hikâyesini hatırladım.

  Hârût’la Mârût’un hikâyesi ve onların Ulu Tanrı’nın sınamalarına karşı 
                                           yiğitlik taslamaları

Bundan önce de bu bahse dair az bir söz söylemiştik. Fakat zaten ne kadar söylesek ancak binde birini anlatabiliriz.
Bu vakayı adamakıllı anlatmak istedim ama şimdiye kadar söz, sözü açtı, birçok sebeplerle kalıp gitti.
H   ele bir hamle daha edeyim de çoğundan azını, âdeta filin tek bir uzvunu söylemiş olayım.

800. Ey yüzüne kul, köle olduğumuz, Hârût ve Mârût kıssasını dinle!
Tanrı lûtuflarını , padişahın lûtuf şeklinde tecelli eden şaşılacak kahırlarını seyretmekten sarhoş olmuşlardı.
Tanrı’nın kahırlarında böyle sarhoşluklar varken Tanrı miracının ne sarhoşlukları var?
Tuzağındaki tane,insana böyle bir sarhoşluk verirse ya nimet sofrası ne yapar ne lûtuflarda bulunur?
Hârût da Mârût da sarhoş olmuşlar, bağlarını çözmüşler, kayıttan kurtulmuşlar, âşıkçasına hayhuylar ediyorlar naralar atıyorlardı.

805. Fakat yolda öyle bir tuzak, öyle bir imtihan vardı ki kasırgası dağları bile saman çöpü gibi kapıp götürebilirdi.
Bu sınama bunları altüst etmekteydi. Fakat sarhoşun bunlardan ne haberi olabilir ki?
Sarhoşun önünde hendek de birdir, meydan da. Ona kuyu da doğru yol kesilmiştir, hendek de!
Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara uğramadan koşar durur !
Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin sınaması gelir çatar.

810. Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür.
Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister.
Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya sıçramak, ev kapısının etrafında koşup dolanmak kadar kolay gelir.
Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o sarhoşlukla sıçramak ister.
Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir.

815. O avcılardan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker.
Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler…
Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.
Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret !

820. Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır.
O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki?
Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.
Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sâkilerden de!
Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestîliklere düşer!..

825. Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem şarabının küpünü kırmışlardır.
Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerinde gizlenmişler,
İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir!
Hârût la Mârût, sarhoşluklarından “ Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak,
Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.

830. Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de “ Durun ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok.
Kendinize gelin de belâ çölüne küstahça gitmeyin… Kendinize gelin de körcesine Kerbelâ’ya at sürmeyin!
Çünkü o çölde helâk olanların kıllarından, kemiklerinden yolcu, ayak basacak yer bulamaz.
Yol, baştanbaşa kıl, kemik, sinir doludur. Tanrı’nın kahır kılıcı, nice varları yok etmiştir!
Tanrı, “ Tanrı’nın inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve mülâyim bir surette yürürler” dedi.

835. Ayağı yalın olan dikenlikte nasıl yürür? Dura, dura. Düşüne, düşüne, ihtiyatla adım ata ata! diyordu.
Kaza bunu söylüyordu ama onların kulakları, coşkunlukları yüzünden tıkanmış, sağır olmuştu.
Varlıklarından kurtulanlardan başka herkesin gözlerini bağlamışlar, kulaklarını tıkamışlardır.
Gözleri, Tanrı inayetinden başka ne açar, kızgınlığı sevgiden başka ne yatıştırır?
Dilerim, Tanrı ihsanı olmayan muvaffakiyete ulaşmak için çalışıp çabalama, dünyada kimseye mukadder olmasın, Doğruyu Tanrı daha iyi bilir.

   Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı rüyada görmesi ve doğmaması  için 
                                           tedbirlere girişmesi

840. Firavunun çalışıp çabalaması, Tanrı ihsânı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Tanrı muvaffakiyet vermediği için de diktiği yırtılıp sökülüyordu.
Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı.
Firavun’a rüyâsında Musa’nın doğacığını, Firavun’u ve saltanatını mahvedeceğini göstermişlerdi.
Düş yorucularla müneccimlere “ Bu hayâlin, bu kötü rüyânın delâlet ettiği şeyi nasıl defetmeli?” dedi.
Hepsi de dediler ki: “ Bir tedbirde bulunalım, çocuğun doğmasına mâni olalım”

845. Doğum gecesi gelince Firavun kulları şu tedbiri kabul ettiler, şunu münasip gördüler:
O gün İsrailoğullarını erkenden meydana, padişahın huzuruna götüreceklerdi.
“ Ey İsrail oğulları, haydin… sizi padişah filân yerde huzuruna çağırıyor.
Sizi örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size ihsanlarda bulunacak” diye tellâllar bağıracaklardı.
Çünkü o esirler, Firavun’a hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin yoktu.

850.  Hattâ yolda ona rastlasalar yüzü koyun yere kapanmaları emredilmişti.
Kanun buydu: hiçbir esir, ister vakitli olsun, ister vakitsiz, o padişahın yüzünü göremeyecek.
Yolda çavuşların seslerini duydu mu, yüzünü görmemek için duvara dönecekti.
Şayet yüzünü görürse mücrim sayılır, başına gelecek en kötü şeyler gelip çatardı.
Onlarda görmeleri men edilen o yüzü görmeyi pek isterlerdi. İnsan men edildiği şeye haristir derler.

     İsrailoğullarını, Musa aleyhisselâm’ın doğumuna mâni olmak üzere    
                                           meydana çağırmaları

855. ( Tellâllar bağırdılar:) “ Esirler, meydana doğru koşun. Umulur ki padişahlar padişahı, size yüzünü gösterecek. İhsanlarda bulunacak!”
İsrailoğulları bu müjdeyi duyunca padişahın didarına susuz ve müştak olduklarından,
Hileye inandılar. Süslenip  püslenip o tarafa doğru koştular.

Hikâye

Hani şunun gibi: Burada da hilekâr Moğollar,  “Mısırlılardan birini arıyoruz .
Mısırlıları bu tarafa toplayın da aradığımızı ele geçirelim” derler.

860. Kim gelirse “ hayır bu değil. Sen geç oracıkta otur”derler de,
Bu suretle herkes derlenip toparlandı mı bu hileyle hepsinin boynunu vururlar.
Onlar, ezan sesi duyunca Tanrı davetçisine uymazlardı ya… Onun şomluğu yüzünden.
Hilekâr Moğolların daveti, onları ölüme kadar çekti, sürdü. Akıllı kişi, sakın Şeytan’ın hilesinden !
Yoksulların, muhtaçların seslerini içesiye duy da hilebaz kişinin sesi, kulağını tutup çekmesin!

865. Yoksullar, tamahkâr ve kötü huylu adamlarsa bile sen yine gönül sahibini onların içinde ara!
Denizin dibinde inciler, taşlarla karışık olarak bulunur. Öğülecek şeyler, ayıplar, kusurlar arasında olur.
İsrailoğulları coşarak erkenden meydana doğru koştular.
Firavun bu hileyle onları meydana götürünce güzelim yüzünü onlara gösterdi.
Gönüllerini aldı, ihsanlarda bulundu, vaitler etti.

870. Ondan sonrada “ Canınız için ne olur. Bu akşam hepiniz bu meydan da kalın, burada yatın uyuyun” dedi.
Cevap vererek dediler ki, “Sana kulluk eder, sözünü dinler hattâ dilersen burada bir ay otururuz”

       Firavun’un, doğum gecesi, İsrailoğullarını karılarından ayırdığına    
                           sevinerek meydandan şehre dönmesi

Firavunun, geceleyin “ Bu gece doğum gecesi, fakat hepside karılarından ayrı” diye sevinerek geri döndü.
Haznedarı İmran da yanındaydı. Onunla konuşa  konuşa şehre geldi.
Ona, “ İmran, bu gece sen de burada yat, karının yanına gitme onunla buluşma” dedi.

875. İmran, “ Peki, burada yatarım, senin gönlünün istediği şeyden başka bir şey düşünmem bile” dedi.
İmran da İsrail oğullarındandı. Fakat Firavun’a âdeta gönüllü , candı.
Firavun, onun isyan edeceğini, gönlünü korktuğu şeyi yapacağını nereden aklına getirecekti?

      İmran’ın, Musa’nın anasıyla buluşması ve kadının Musa’ya gebe          
                                                   kalması

Firavun gitti, İmran da orada yatıp uyudu. Gece yarısından sonra karısı, onu görmeye geldi.
Üstüne kapanıp dudaklarından öpmeye koyuldu. Gece yarısı, onu uykudan uyandırdı.

880. İmran uyanıp karısını gördü. Kadın, hoşuna gitti, dudak dudağa öpüşmeye başladılar.
İmran, “ Bu zamanda nasıl geldin?” dedi. Kadın “Sana iştiyakımdan. Tanrı’nın kaza ve kaderi bu” diye cevap verdi.
İmran, karısını sevgiyle kucakladı kendini tutamadı.
Onunla buluştu ve emaneti ona verdi. Sonrada dedi ki: “ Kadın, bu küçük bir iş değil!”
Demir taşa çalındı, bir ateştir sıçradı. Hem de öyle bir ateş ki padişahtan da saltanatından öç alıcı, padişaha da, saltanatına da kin güdücü bir ateş.

885. Ben buluta benziyorum sen yersin Musa’da nebat. Tanrı , satranç oyununda şahı sürüyor, bir yutulduk mu yutulduk!
Hanım, yutulmayı da hakikî padişah olan Tanrı’dan bil, yutmayı da. O işi bizden bilip bize hayıflanma!
Firavun’un korktuğu şey yok mu ? Seninle buluştum, meydana geldi işte!

         İmran’ın karısıyla buluştuktan sonra “ Beni görmemiş ol” diye
                                               nasihat etmesi

Sakın bunu kimseye söyleme, gizle de bana da yüzlerce türlü gam, gussa gelmesin, sana da.
Sonucu, bunun eserlerini meydana çıkar çünkü nazeninin, alâmetleri belirdi!”

890. Tam o sırada meydandaki halktan naralar duyulmaya, yer, gök nâralarla dolmaya başladı.
Firavun, bu nâralardan korkup sıçradı, gürültünün ne olduğunu anlamak için yalınayak koştu.
Meydandan gelen ve dehşetinden cinleri, perileri bile korkutan bu nâralar, bu gürültüler nedir anlamak istiyordu.
İmran, “ Padişahımızın ömrü uzun olsun…İsrailoğulları, lûtfundan neşeleniyorlar.
İhsanlarına seviniyorlar, oynuyorlar, ellerini çırpıyorlar “dedi.

895. Firavun dedi ki” Olabilir. Fakat beni adamakıllı bir vehim, bir endişedir kapladı.

                              Firavun’un o sesten korkması

Bu gürültü, âsabımı bozdu. Bu acı dertle, kederle âdeta beni kocattı.”
Padişah, bütün gece ağrısı tutmuş gebe kadın gibi bir yandan bir yana gidip geliyor.
Her an “İmran, bu nâralar, beni dehşetle yerimden sıçrattı” diyordu.
Zavallı İmran’ın kudreti yoktu ki karısıyla buluştuğunu söylesin.

900. Karısı gebe kalınca gökte Musa’nın yıldızının belirdiğini anlatsın.
Her peygamber, ana rahmine düşünce yıldızı da gökte zuhur eder, parlamaya başlar.

       Gökte Musa aleyhisselâm’ın yıldızının belirmesi ve meydanda    
                                         müneccimlerin feryadı

Kör Firavun’un hilelerine, tedbirlerine rağmen gökyüzünde Musa’nın yıldızı belirdi.
Sabah olunca İmran’a “ Git de o gürültünün, o patırtının ne olduğunu anla” dedi.
İmran, meydana koşup “ Bu ne gürültüydü? Padişahlar padişahı uyuyamadı” deyince,

905. Her müneccim, yaslılar gibi başı açık, yeni yakası yırtık bir halde toprağı öptü.
Yaslılar gibi sesleri ses veriyor, feryatları ortalığı dolduruyordu.
Saçlarını, sakallarını yolup, yüzlerine vuruyorlar, gözleri kanlı yaşlarla doluyordu.
İmran “ Hayrola. Bu ne feryat, bu ne hâl? Bu yomsuz yıl, kötü alâmetler mi gösteriyor yoksa?” dedi.
Özürler serdederek dediler ki: “Emîr Tanrı’nın kaza ve kaderi bizi esir etti.

910. Her çareye başvurduk, fakat padişahın devleti karardı, düşmanı dünyaya geldi, galip oldu.
Geceleyin gökyüzünde o çocuğun yıldızı göründü, bizi kör etti.
O Peygamber’in yıldızı gökte yüceldi, biz de ağlamaya, yıldızlar gibi gözyaşları dökmeye başladık.”
İmran , içinden sevindi, fakat zâhiren “ Eyvahlar olsun!” diye elini başına vurup,
Kızgın suratı asık bir halde deliller gibi akılsız.

915. Ve gûya kendini bilmez bir halde müneccimlerin üstüne yürüyüp onlara bir hayli ağır sözler söyledi.
Kendini meyus ve mahzun göstererek sevincini gizliyor, onlara oyun oynuyordu.
“ Padişahımızı aldattınız, hıyanetten, tamahtan vazgeçmediniz.
Onu bu meydana kadar sürükleyip yüzünün suyunu döktünüz, şerefini hiçe saydınız.
Ellerinizi, göğüslerinize koyup padişahı dertlerden kurtaracağız diye vaitlerde bulundunuz” dedi.

920. Padişah da bunu duyunca “ Hainler, dedi, ben de sizi asayım da görün.
Kendimizi gülünç hallere soktuk, düşmanlara mallar ihsan edip ziyana girdik.
Bu gece bütün İsrailoğulları, karılarından uzak kaldılar diye,
Mal da gitti, şeref de. İşe gelince hiçbir şey olmadı. Bu mudur iyi adamların muaveneti, bu mudur iyi kişinin yapacakları iş?
Yıllardır paralar, libaslar alıyor, ülkelerin servetini rahatça yiyip duruyorsunuz.

925. Bu mu sizin tedbiriniz, bu mu nücum bilginiz? Siz besbedava lokma yiyen hilekâr ve şom kişilersiniz.
Sizi öldürür, parçalatır, ateşlere atar, burunlarınızı, kulaklarınızı, dudaklarınızı kestirir…
Sizi ateşe odun yapar, yiyip içtiklerinizi fitil fitil burnunuzdan getiririm.”
Müneccimler, secde edip “Padişahım, Şeytan bu sefer bize galebe etti.
Fakat yılardır nice belâlar defettik. Yaptıklarımıza vehim bile hayran olmakta.

930. Bu sefer tedbirimiz, hiçe çıktı. O Peygamber’in anası gebe kaldı, o, ana rahmine düştü.
Düştü ama padişahım, suçumuzu, affettirmek için biz de doğum gününe dikkat ederiz.
Bu fırsatı da kaçırmamak, kaza ve kaderin zuhuruna mâni olmak için doğacağı günü hesaplayacak, gözleyeceğiz.
Ey akıllarla fikirler, reyinin kulu, kölesi olan padişah, bunu da yapamazsak bizi öldür” derler.
Firavun, düşmanları vurup öldüren takdir oku, yayından fırlamasın diye günden güne dokuz ayı sayıp duruyordu.

935. Takdirle savaşa girişen, takdire baskın yapmaya kalkışan, başaşağı gelir, kendi kanına bulanır.
Yer, göğe düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü haline girer.
Resim, ressamına pençe vurmaya kalkarsa kendi saçını sakalını yolmuş olur!

  Firavun’un hileye girişerek yeni doğuran kadınları meydana çağırması

Dokuz ay sonra padişah, yine tahtını meydana kurdurup tellâllar çağırttı.
Tellâllar, “ Kadınlar, bütün israiloğullarının kadınları çocuklarıyla meydana gelsinler.

940. Bundan önce erkekler, ihsanlara nail oldular. Elbiseler, altınlar elde ettiler.
Kadınlar, bu yıl devlet sizin. Herkes dilediği şeye nâil olacak.
Padişah, kadınlara elbise verecek, ihsanlar edecek. Çocukların başlarına da altın külâhlar koyacak.
Padişah diyor ki “Hele bu ay doğanlar yok mu, bilhassa onlar ihsanıma, hazinelerime ulaşacaklar” diye bağırdılar.
Kadınlar, sevindiler, çocuklarıyla çıktılar, padişahın otağına kadar gittiler.

945. Yeni doğurmuş olan her kadın, hileden, kahırdan emin bir halde şehirden çıkıp meydana yöneldi.
Kadınların hepsi toplanınca erkek çocukları analarının kucaklarından aldılar.
Düşman doğmasına, felâket artmasın diye gûya ihtiyata riayet ederek başlarını kestiler.

     Musa’nın vücuda gelmesi, memurların İmran’ın evine gelmeleri,    
           Musa’nın anasına, Musa’yı ateşe at diye vahiy edilmesi

Musa’yı doğurmuş olan İmran ’ın karısına gelince elini, eteğini çekmiş, o kargaşalıktan, o toz dumandan kurtulmuştu.
Fakat o alçak Firavun , evlere de hafiye olarak ebeler gönderdi.

950. “ Burada bir çocuk var. Anası, ürktüğü,şüphelendiği için meydana gelmedi.
Bu sokakta güzel bir kadın var, bir de çocuk doğurmuş… fakat pek akıllı, pek tedbirli bir kadın” diye kovaladılar.
Bunun üzerine memurlar eve gelince Musa’nın anası, Tanrı emriyle Musa’yı tandıra attı.
Bilen Tanrı’dan kadına “Bu çocuğun aslı Halil’dendir.
Ey ateş, soğu, yakma emrinin koruması yüzünden ateş yakmaz, bir zarar vermez” diye vahiy gelmişti.

955. Kadın, vahiy üzerine Musa’yı ateşe attı. Fakat, ateş Musa’yı yakmadı.
Memurlar, bunu görünce meyus olup muratlarına erişmediler, çekilip gittiler. Fakat kovucular, yine bu işi anlayıp,
Firavun’dan birkaç para koparmak için memurlara macerayı anlattılar.
O tarafa dönün, pencereden iyice bir bakın dediler.

Musa’yı suya at diye anasına vahiy gelmesi

Musa’nın anasına yine “Çocuğunu suya at, saçını, başını yolma, ümitlen,

960. İtimat et, onu Nil’e at… ben, onu yüzü ak olarak sana kavuştururum” diye vahiy geldi.
Bu sözün sonu gelmez ki. Firavun’un bütün hileleri, yakasına, paçasına dolaşmaktaydı.
O, dışarıda yüz binlerce çocuk öldürüyordu; Musa ise evinin içinde baş köşede yetişmekteydi.
O uzağı gören kör Firavun , hilelere sapıp deliliğinden nerede yeni doğmuş bir çocuk varsa öldürtmekteydi.
İnatçı Firavun’un hilesi ejderha idi, bütün âlem padişahlarının hilelerini yutmuştu.

965. Fakat ondan daha Firavun birisi zuhur etti. Onu da yuttu, hilesini de!
O bir ejderha idi, asâ da bir ejderha oldu. Bu, onu Tanrı tevfikiyle sömürüp yutuverdi!
El üstünde el var… nereye kadar bu. Ta son erişilecek menzile, ta Tanrı’ya kadar!
Çünkü o, öyle bir denizdir ki ne dibi var, ne kıyısı! Bütün denizler, ona karşı sele benzer.
Hileler, tedbirler ejderha ise Tek Tanrı önünde hepsi de hiçtir!

970. Sözün, buraya gelince yere baş koyup mahvoldu… doğru yolu Tanrı daha iyi bilir!
Firavunda olan yok mu? Sende de var. Fakat senin ejderha kuyuya hapsedilmiş!…
Yazıklar olsun… bunların hepsi de senin ahvalin. Fakat sen, onları Firavun’a isnat etmek istersin.
Senin hâlinden bahsettiler mi canın sıkılır, başkasından bahsettiler mi sana masal gelir.
Lâkin nefis seni ne de harap etmiş… bu arkadaşın da seni hikâyelerle uzaklara atmakta!

975. Senin ateşine, Firavun’un ateşine atılan odun atılmamakta, onun gibi fırsat bulamıyorsun sen. Yoksa fırsat bulsan senin ateşin de Firavun’un ateşi gibi yalımlanır!

Yılancının donmuş bir ejderhayı ölü sanarak iple baplayıp
                                         Bağdat’a getirmesi

Eski vakaları bilip söyleyenden bir hikâye dinle de bu üstü örtülü sırdan bir koku al.
Bir yılancı, afsunlarla yılan tutmak üzere dağlara yüz tuttu.
Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı ,nihayet aradığını bulur.
İki elini de aramadan çekme. Arama, yolda en iyi bir kılavuzdur.

980. Topal olsan, sakat olsan bile, uyuklar gibi halde, hattâ edepsizcesine de olsa ona doğru kımıldan, onu ara.
Gâh lâfla, gâh susarak, gâh şuraya, buraya boynunu uzatarak, o padişahın kokusunu almaya çalış.
Yakup, oğullarına “ Yusuf’un kokusunu haddinden fazla arayın” dedi.
Siz de her duygunuzu istidatlı bir hâle getirin de her yanda adamakıllı onu araştırın.
Allah, “Tanrı lûtfundan meyus olmayın, ümit kesmeyin” dedi. Çocuğunu kaybetmiş Yakup gibi sen de bucak bucak yürü.

985. Onu ağzınla sorup soruşturun. Dört yana kulak verip onu araştırın!
Nereden bir güzel koku alırsan koklayın. Ne taraftan o âşinanın kokusunu alırsanız o tarafa yürüyün!
Nerede bir kişiden lûtuf görürsen o adama mukayyet ol… belki o lûtfun aslına yol bulursun, olur ya!
Bütün bu hoşluklar, ulu bir denizdendir. Sen cüzü bırak da külle dön.
Halkın savaşları hep güzellik içindir, hep iyilik içindir. Fakat yoksulluk azığı yok mu, asıl saadet nişanesi odur.

990. Halkın kızışları sulh içindir ama rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır, zahmetle rahata ulaşılır.
Her sille, okşamak içindir… Her şikâyet, insana şükretmeyi andırır.
Ey kerem sahibi, cüzden kül kokusunu al…ey hakîm, zıttan zıddı istidlâl et!
Doğrusu savaşlar, barışa sebep olur. Yılancı da kim için yılan aradı.
İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için gam yiyip durur.

995. O da o karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı.
Derken bir dağda iri bir ölmüş yılan gördü. Şekli bile gönlünü dehşetle dolduruyordu.
Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü.
Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için yılan tutar. İşte sana halkın bilgisizliği!
İnsan, bir dağa benzer, dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana hayran olur?

1000. Yoksul âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi, fazilet makamından gelip bu noksan âlemine düşüverdi.
İnsan kendisini ucuz sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti!
Yüz binlerce yılan ve dağ, ona hayranken o , niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?
Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için Bağdat’a geldi.
Birkaç para elde etmek için o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi.

1005. “ Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektin” diyordu.
O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti. Ejderha diriydi.
Kıştan, soğuktan donmuştu. Diriydi ama ölü gibi görünüyordu.
Âlem de donmuştur da adı cemad olmuştur. Üstadım, camit, donmuş demektir.
Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör.

1010. Musa’nın elinde asâ, yılan oldu ya… bütün âlemi de buna kıyas et.
Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl bir cisim haline getirir? Bütün toprakları da bilgi ve anlayış sahibi bilmek gerek.
Bunların hepsi de bu âleme göre ölü, fakat hakikat âleminde diridir. Burada susup duruyorlar ama orada söylemekteler.
Onları hakikat âleminden bize yolladılar mı işte asâ, bize ejderha kesilir.
Dağlar, sese gelir, Davut’la beraber ırlar, ilâhi okur, demir bile avucunda mum gibi yumuşar.

1015. Rüzgâr, Süleyman’ı yüklenir, taşır; deniz Musa ile konuşur.
Ay, Ahmet’in işaretini emrini anlar, fermanına uyar; ateş, ibrahim’e ağustos gülü olur…
Toprak, Karun’u yılan gibi sömürür, yutar; Hannâne direği akla, fikre sahip olur…
Taş, Ahmet’e selâm verir; Dağ Yahya’ya haber yollar…
Hepsi de bunlara “ Biz size karşı duyar, görürüz… sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup durmaktayız” derler.

1020. Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cematların canına,sırrına nasıl mahrem olursunuz ki?
Cematlardan can âlemine gidin de âlemin cüzülerinin ahengini duyun!
O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsın da tevil vesveselerine kapılmazsın.
Can âleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun.
“ Tespihten maksat, nasıl olur da zâhirî tespih olur? Bu tespihte bulunan bu cansız şeyleri görmek de sapıklıktan başka bir şey değil.

1025. Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Tanrı’yı tespih eder.
Sana Tanrı’yı tespih etmeyi hatırlıyor ya… işte bu tespihe delil olmaları, onları tespih etmesi demektir” dersin.
İtizal ehlinin tevili budur işte. Hal nuruna sahip olmayan kişinin işi budur.
İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancıdır.
Bu sözün sonu gelmez… Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke,

1030. Bağdat’a kadar geldi. o maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için,
Yılanı Şat kıyısına koydu.Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu,
“ Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret bir şey. Nasıl da avlamış?” diye,
Yüz binlerce ahmak adam toplandı, ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar.
Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu.

1035. Halk, iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun diyordu.
Yüz binlerce herzevekil toplandı, halka oldular. Bir ayak, bin ayak üstüne geldi!
Kalabalıktan erkeğin kadından haberi yoktu. Halkla ileri gelenler birbirlerine girmiş âdeta kıyametten bir alâmet olmuştu.
Yılancı, yılanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk, parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu.
Ejderha, zemheriden donmuştu. Yüzlerce kilimin, kebenin altındaydı.

1040. Yılancı, ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle bağlamıştı.
Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, Irak güneşi, yılanın üstüne vurmuştu.
Güneş onu epeyce ısıtınca âzasından soğuk ahlât sıyrılıp gitmişti.
O müddet zarfında ölü bir halde bulunan ejderha dirildi, kımıldamaya başladı.
Ölü yılanın kımıldadığını görünce halkın hayreti birken yüz bin oldu.

1045. Şaşkınlıklarından naralar atarak hep birden kaçışmaya koyuldular.
Ejderha, halkın gürültüsünden çatır, çatır bağlarını koparmaya başladı. İplerin her biri bir yana düştü.
İplerini koparıp kilimin altından sıyrıldı. Bir de ne görsünler, aslan gibi kükreyen çirkin, mefret bir ejderha!
Kaçarken halk birbirini çiğnedi, birçok kişiler ayak altında kalıp öldüler, ölülerden yüzlerce yığın oldu.
Yılancı, ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim diye korkusundan yerinde katılıp kaldı.

1050. O kör koyun kurdu uyandırdı. Cahil, Azrail’in yanına kendi ayağıyla gitti.
Ejderha o ahmağı bir lokma ediverdi. Haccac’a kan dökmekten kolay ne var,
Sonra da bir direğe sarılıp kendisini sıktı, karnında herifin kemiklerini çatır, çatır kırdı.
Senin nefsinde bir ejderhadır.O,nereden öldü ki? Dertten, eline fırsat düşmediğinden dondu, yoksa!
Firavun’un eline geçenler, onun da eline geçse neler yapmaz! Irmak bile, Firavun’un emriyle akardı.

1055. Onun eline de böyle bir kudret düşse hemen firavunluğa başlar, yüzlerce Musa’nın da yolunu vurur, yüzlerce Harun’un da!
O ejderha, yoksulluk elinde bir kurtcağız kesilir. Mevki ve mal yüzünden bir sivrisinek büyür, çaylaklaşır!
Ejderhayı ayrılık karı içinde tut, sakın onu Irak güneşinin altına getirme.
Ejderhan donmuş bir halde iken selâmettesin fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun.
Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona pek acıma, o iyilik edilecek kişi değildir.

1060. Üstüne şehvet güneşi vurdu mu o geberesice hemen yarasa gibi kanatlarını çırpmaya, uçmaya başlar.
Ercesine onu savaşa çek, babayiğitçe onunla vuruş… Tanrı, sana vuslatıyla karşılık versin!
Hulâsa o adam ejderhayı getirip de o korkunç şey, sıcak havada kendine gelince,
O fitneleri meydana çıkardı. Hattâ azizim, söylediklerimizin yüz kat üstününü yaptı!
Sen ona zahmet, eziyet vermeden uslu, rahat ve vefakâr bir halde tutmayı mı umuyorsun?

1065. Bu, her aşağılık kişiye nasip mi olur? Ejderhayı öldürmeye bir Musa gerek.
Yüz binlerce halk onun tedbiriyle mağlûp oldu, ejderhasından yılıp kaçtı, ölüp gitti!

Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı tehdit etmesi

Firavun, Musa’ya “ Ey Kelîm, sen neden halkı öldürdün, neden halka korku saldın?
Halk, senden yılgınlığa düştü, kaçışırken ayaklar altında çiğnenip öldü.
Hulâsa, halk sana düşman kesildi. Sana karşı erkeğin gönlünde de kin var, kadının gönlünde de.

1070. Halkı kendine davet ediyorsun ama iş aksi çıktı. Sana aykırı hareket etmekten başka çareleri kalmadı.
Ben de senin şerrinden kaçıyor, sana aşikâre karşı durmuyorum ama aleyhine çömlek kaynatıp duruyorum.
Beni aldatmayı gönlünden çıkar, arkandan, gölgenden başka kimsenin geleceğini umma.
Bir iş becerdim, halkın gönlüne bir korkudur saldım diye mağrur olma.
Bunun gibi yüzlerce iş becersen sonunda yine rüsvay olursun, hor hakir bir hale gelirsin, seninle alay eder, sana gülüşürler.

1075. Senin gibi nice hilebazlar vardı, bizim Mısır’ımız da nihayet rüsvay oldular” dedi.

Musa’nın Firavun’un tehdidine cevap vermesi

Musa, Firavun’a dedi ki: “Ben, Tanrı emrine karışamam. Emreder de kanımı bile dökerse korkum yok.
Ben, bu âlemde rüsvay olayım, buna hem razıyım, hem de şükrederim… tek Hak yanında yüce olayımda.
Halka karşı hor hakir olayım, benimle alay etsinler, bana gülsünler… Tanrı’ya karşı sevgili olayım,o beni istesin, beğensin… yeter bu bana.
Bunları da söz olsun diye söylüyorum hani. Yoksa Tanrı seni yarın kara yüzlülerden edecek, bu muhakkak!

1080. Yücelik onundur, onun kullarınındır. Onun nişanesini Âdem’le İblisin hikâyesini oku da anla!..
Tanrı’nın zâtına nasıl son yoksa hikmetlerine de son yoktur. Aklını başına al da ağzını yum, yaprağı çevir!”

Firavun’un Musa aleyhisselâm’a cevap vermesi

Firavun, Musa’ya “ Yaprak bizim elimizde… şimdi defter de bizim hükmümüzde, divan da bizim!
Bütün  âlem halkı beni seçmiş, beni kabul etmiş. A Musa, bütün âlemde en akıllı sen misin ki?
A Musa, sen kendini beğenmiş, almışsın.. haydi oradan be… kendini az gör, kendine güvenip gururlanma.

1085. Dünyanın sihirbazlarını toplayayım da bütün şehre senin bilgisizliğini göstereyim.
Fakat bu, bir iki gün içinde olmaz. Bu yaz çağında bana kırk günceğiz mühlet ver” dedi.

 Musa’nın Firavun’a cevabı

Musa dedi ki: “ Bana bu hususta izin yok. Ben bir kulum, sana mühlet vermeye emir almadım.
Sen hükümdarsın, gâlipsin, benim yardımcım, dostum yok… fakat Tanrı fermanına tabiim, başka bir şeyle işim yok.
Diri oldukça seninle canla başla savaşacağım. Ben kulum, yardımla, yardımcıyla ne işim var?

1090. Tanrı’nın hükmü zuhur edinceye kadar seninle uğraşacağım. Her hasmı düşmanından Tanrı ayırır”

Firavun’un Musa’ya cevabı ve Musa aleyhisselâm’a vahiy gelmesi

Firavun, hayır dedi, mutlaka bir mühlet vermek gerek. Beni aldatıp durma, yel alıp poyraz satma.
Bu sırada ulu Tanrı’dan Musa’ya “ Ona bol, bol mühlet ver, korkma.
Bu kırk gün mühleti, ona gönül rızasıyla ver de çeşit, çeşit hileler düzsün.
İstediği gibi çalıp çabalasın. Ben uyumuyorum ki. Ona söyle, hızlı gitsin, fakat yolu ben tuttum, pusuda ben varım.

1095. Onların hilelerini ben birbirine katar, onların arttırdıklarını ben eksiltirim.
Su getirirlerse ateş haline sokar, şerbet içerlerse zehir yaparım.
Birbirlerine muhabbet bağlasalar sevgilerini yıkar, berbat ederim. Vehimlerine bile gelmeyen şeyleri yaparım ben.
Sen korkma, ona uzun bir müddet mühlet ver… asker topla, yüzlerce hileler düz de” diye vahiy geldi.

Musa aleyhisselâm’ın Firavun’a şehirlerdeki sihirbazları toplamak 
                                         üzere mühlet vermesi

Musa, “ Emir geldi, mühlet sana. Bizden kurtuldun, şimdilik ben yerime gidiyorum” dedi.

1100. Musa yola düştü, ejderha da bilgili ve dost bir av köpeği gibi peşine takıldı.
Av köpeği gibi kuyruğunu sallayarakgidiyor,
ayaklarının altında taşları kum gibi eziyordu.
Taşı, demiri nefesiyle çekip sömürmekte, demiri apaşikâr bir surette ağzında ezip çiğnemekteydi.
Havalanıp burçların üstüne çıkmakta, Rum, Gürcü… herkes ondan kaçmaktaydı.
Deve gibi ağzından köpükler saçıyordu. O köpüğün bir katresi kimin üstüne düşse cüzzam illetine tutuluyordu.

1105. Dişlerinin gıcırtısı, yürekleri yerinden oynatıyor, kara aslanların bile canları elden gidiyordu.
O seçilmiş peygamber, kavminin yanına varınca ejderhayı boğazından yakaladı, ejderha asâ oldu yine.
Asâya dayandı da dedi ki: “ Ne şaşılacak şey. Bizim yanımızda güneş, düşmana karşı gece!
Ne hayret edilecek şey ki bu ordu, kuşluk güneşiyle dopdolu olan bu âlemi görmüyor.
Göz de açık, kulak da; sonra da bu zekâ… Tanrı’nın gözbağcılığına hayretteyim!

1110. Ben onlara şaşırıyorum, onlar da bana şaşırıyorlar. Baharın onlar diken,ben yasemin:
Onlara nice lezzetli şaraplarla dolu kadehler sundum. Fakat onlara kadehteki şerbet taş kesildi.
Gül desteleri yaptım, götürdüm, her gül, diken oldu, şerbet zehire döndü.
Bu kendisinden geçenlerin canlarına nasib olan bir şey. Onlar, kendilerine oldukça nasıl meydana çıkar?
Yanımızda uyanık bir uyur gerek ki uyanıkken rüyalar görsün!

1115. Halkın düşüncelere dalması bu güzelim uykunun düşmanıdır. Halk, düşünceleri yatışmasın, uyumasın diye bu güzelim uykunun boğazını sıkar.
Bir hayret lâzım ki düşünceleri silip süpürsün. Hayret, fikirleri de yok eder, zikirleri de!
Hüner ve marifette kim daha kâmilse mâna bakımından artta sureta ileridedir.
Tanrı “ Geri dönenler” dedi. Geri dönmek sürünün yazıdan gelip ağıla gitmesine benzer.
Sürü, yazıdan dönüp geldi mi giderken en önde olan keçi artta kalır.

1120. Giderken geride kalan topal keçiye gelince suratı asıkları bile güldürecek bir halde öne düşer.
Bu kavim, laf olsun diye topal olmadılar ya… öğünmeyi terk ettiler de ârı satın aldılar.
Bu kavim, hacca ayakları kırık olduğu halde topallaya topallaya giderler. Sıkıntıdan kurtuluşa gizli bir yol vardır.
Bu tarife gönüllerini bilgilerden yıkayıp arıtmışlardır. Çünkü bu yol, zâhirî bilgiyi tanımaz.
Bu yolda, aslı o âlemden olan bir bilgi gerek. Zira her feri, aslında yol gösterir.

1125. Her kanat, denizi aşacak kudrete nereden sahip olacak? Tanrı bilgisi gerek ki insanı Tanrı’ya ulaştırsın.
Şu halde adama sonunda gönülden silinip arıtılması lâzım olan bilgiyi neye öğretirsin?
Öyleyse bu âlemde ileri gitmeye heves etme, topal ol da geri dönerken en öne düş.
Ey nazik adam, ileri giden son gelenlerden ol. Taze ve turfanda meyve, ağaca nazaran daha ileridedir, derecesi  daha üstündür.
Gerçi meyve ağaçtan sonra vücuda gelir, fakat hakikatte evvel odur, çünkü ağaçtan maksat odur.

1130. Melekler gibi “ Bizim bilgimiz yok de  de “ Ancak senin bildirdiğin bilgiyi biliriz” sırrı elini tutsun.
Bu mektep de hecelemeyi bilmezsen Ahmed gibi akıl ve irfan nuriyle dolarsın.
Şehirlerde ad san sahibi olmazsan, Tanrı kullarının halini daha iyi bilir ya, kaybolmazsın, merak etme.
Altın definesini bilinmeyen viranelere gizlerler?
Hiç defineyi bilinen yere koyarlar mı? İşte kurtulmanın, halâs olmanın da zahmet ve meşakkatlerde gizlenmesi buna benzer.

1135. Burada hatıra birçok şüpheler, tereddütler gelebilir ama iyi at, kösteklerini kırar, bukağıdan kurtuluverir.
Onun sevgisi, şüphe ve tereddütleri yakan bir ateştir. Gündüzün nuru, bütün hayalleri siler süpürür.
Ey Tanrı rızasını elde eden, bu suâl, sana o taraftan geldi, cevabını da o taraftan ara.
Gönlün köşesiz köşesi yok mu? İşte o bucak, padişaha varan bir yoldur. Gönlün doğudan da olmayan, batıdan da olmayan aydınlığı, tek bir aydan meydana gelir.
Ey mâna dağı, sen yoksullar gibi bu tarafa o tarafta neden ses arayıp durursun.

1140. Derde düşünce iki büklüm olup “ Yarabbi” diye yalvardığın taraf yok mu, bu sesi de o tarafta ara.
Dert ve ölüm zamanı o tarafa yönelir, feryat ve figana düşersin. Dertten kurtulunca neden yabancıya dönüyor, hiç o tarafı aklına bile getirmiyorsun?
Mihnet zamanında “ Allah” demeye başlar, sıkıntın geçti mi “ Nerede ona yol ?” dersin.
Bu hal, şundan ileri geliyor: “ Tanrı’yı şeksiz, şüphesiz bilen, tanıyan, daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz.
Fakat akıl ve şüphe hicaplarında kalan kişiye Tanrı tecellisi, gâh örtülür, gâh yenini, yakasını yırtıp görünür.

1145. Aklı cüzi gâh üstündür, gâh baş aşağı ,Aklı Külli ise bütün hâdiselerden kurtulmuştur, emindir.
Akılla hüneri sat da hayreti satın al. Oğul, horluğa doğru git, Buhara’ya değil!
Biz neye bu derece de söze daldık? Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gitti.
Ben yokum zaten ağlayıp, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti… Bu suretle secde edenler arasına katılayım, onlarla beraber yuvarlanayım bari.
İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikâye değil. Hâlimi anlatıyorum ben, sevgilinin huzurundayım ben!

1150. Âsi, bunlar önce gelip geçenlere ait aslı yok masallar dedi ya…Kur’an hakkında söylenen bu söz, nifak eseridir.
İçinde Tanrı nuru olan Lâmekân âleminde nerede geçmiş, nerede gelecek, nerede hâl,
Geçmiş, gelecek, sana göredir. Yoksa hakikatte ikisi de birdir. Fakat sen iki sanırsın.
Bir adam, onun babasıdır, bizim oğlumuz, Zeydin altında olan dam, Amr’ın üstündedir.
Damın altta, üstte oluşu, o iki adama göredir. Hakikatteyse dam tek bir şeydir, işte o kadar!

1155. Bu söz, onun misli değildir, bir misaldir ancak. Eski harfler, yeni mânayı ifade edemez ki.
Ey tulum, burası madem ki ırmak kıyısı değil, ağzını kapat. Bu şeker denizinin ne kıyısı var, ne kenarı!

  Firavun’un sihirbazları çağırtmak üzere şehirlere adam göndermesi

Musa, dönüp Firavun kalınca bütün rey ve tedbir sahiplerini danışmak üzere çağırdı.
* ” Bizim de sihirbazlarımız var. Her bireri sihirde tek, bütün sihirbazla,r onlara uymakta” dediler.
Padişahın, Mısır sultanı olan Firavun’un Mısır civarındaki bütün sihirbazları çağırmasını kararlaştırdılar.
Firavun hemen bütün sihirbazların toplanması için etrafa bir hayli adam gönderdi.

1160. Nerede ünlü bir büyücü varsa gelmesi için on haberci yolladı.
İki genç vardı ki büyü de pek şöhret bulmuşlardı. Sihirleri, aya bile tesir ederdi.
Aydan apaşikâr süt sağarlar, bir yere gidecekleri vakit küplere binip giderler.
Ay ışığını bez şekline sokup ölçer, biçer satarlardı.
Müşteri, para verip alır, sonra anlayınca eyvahlar olsun deyip hayıflanmaya, yüzüne vurmaya başlardı.

1165. Onların, buna benzer nice sihirleri vardı ki herkes apaçık görür dururdu.
Onlara da “ Padişah şimdi sizden bir çare aramakta.
İki yoksul adam gelip padişahın köşkü önüne otağ kurdu.
Bir sopadan başka bir şeyleri yok. Fakat emirleriyle ejderha oluyor.
Padişah da çaresiz kaldı, ordusu da. Bu iki kişinin elinden hepsi feryad ve figana geldi.
* Bir çare bulmanız için bu kulunu size gönderdi. Size haber gönderip buyuruyor ki:

1170. Bunları defetmek için bir çare bulun..karşılık olarak size hesapsız hazineler bağışlayacak” diye haber gönderdi.
Bu haberi duyunca iki büyücünün de gönüllerine hem korku düştü, hem sevgi.
Cinsiyet damarı atmağa başladı, ikisi de hayretlerinden başlarını dizlerine koydular.
Sofinin meşk yeri dizidir,Müşkülü halletmek hususunda iki diz, âdeta sihirbazdır.

       O iki sihirbazın, babalarının ruhaniyetine sığınmaları ve Musa     
           aleyhisselâm’ın hakikatını babalarının ruhundan sormaları

O iki büyücü, bu haberi alıp hayrete daldıktan sonra annelerine “ Anne, babamızın mezarı nerede? Bize göster” dediler.

1175. Anneleri, onlara rehberlik etti, babalarının mezarını gösterdi. Üç gün Tanrı rızası için oruç tuttular.
Sonra “ Baba, padişah korkmuş, bize emir göndermiş…
İki adam, onu sıkıştırmış, ordusunun önünde şerefine, haysiyetine dokunmuş.
Onların ne silâhları var, ne askerleri. Bir tek asâları var ama o asâ da kıyametler koparıyormuş.
Sen zâhiren toprakta yatıp uyuyorsun ama hakikatte doğrular ülkesine gitmişsin.

1180. Eğer onların yaptıkları sihirse bize haber ver.Canım babacığımız, onlar Tanrı eriyse, yaptıkları iş Tanrı’dansa yine bildir.
De onlara uyalım, secde edelim, kendimizi bir kimyaya atalım ( da halis altın olalım).
Ümidi kesilmiş biçareleriz. Bize bir ümit ver Tanrı tapısından sürülmüşleriz, bizi o tapıya yine onun keremi çekti” diye yalvardılar.

Ölmüş büyücünün oğullarına cevap vermesi

Babaları, onlara rüyalarında dedi ki: “Oğullarım, bunu açıkça söylemeye imkan yok.
Apaçık ve olduğu gibi söylememe izin yok. Ama bu sır, uzak değil gözümün önünde.

1185. Size bir nişane göstereyim de gizli şey aşikâr olsun.
Gözlerimin nurları, oraya varın da onun uyumakta olduğu yeri anlayın.
O hakikat sahibi uyurken korkmayın asâyı almaya kalkışın.
Eğer çalabilirseniz o sihirbazın biridir. Sihirbaza karşı çare bulmayı bilirsiniz siz.
Yok eğer çalamazsanız aman ha aman… kendinize gelin, o, Tanrı eridir. Ululuk sahibi ve hidayet verici Tanrı’nın elçisidir.

1190. Yeryüzü doğudan batıya kadar Firavun’la dolsa savaş zamanı Tanrı, yine onu üstün eder; Firavun, baş aşağı gelir.
Babalarının canı yavrucuklarım, bu doğru nişaneyi verdim işte. Buna göre iş yapın, Tanrı doğrusunu daha iyi bilir.
Yavrularım, sihirbaz uyuyunca sihirinin, hilesinin hükmü kalmaz.
Çoban uyudu mu kurt emin olur. Çoban uykuya daldı mı dikkati elden gider.
Fakat bir hayvana Tanrı çobanlık ederse kurt, oraya nereden yol bulur, onu kapmayı nasıl umabilir?

1195. Hakk’ın yaptığı sihir, haktır, yerindedir. O yerli yerinde olan şeye sihirbazlık demek hatadır.
Babalarının canı yavrular, bu keskin bir nişanedir. O peygamber, zâhiren ölse bile Tanrı yine onu yüceltir, kadrini yükseltir.

Kadri yüce Kur’an, Musa’nın asâsına, Mustafa sallallâhi aleyhi  
         vesellem’in vefatı, Musa’nın uykusuna, Kur’an’ı, değiştirmek 
          isteyenler de Musa’yı uyur bulup asâyı çalmak isteyen o iki 
                                      küçük sihirbaza benzer

Tanrı’nın lûtufları, Mustafa’ya vaitlerde bulundu da dedi ki: “ Sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez.
Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim. Kur’an’dan bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ben mâni olurum.
Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder, onları hor hakir bir hale korum.

1200. Hiç kimse Kur’an’ı değiştirmeye kudret bulamaz; ona ne bir şey ilâve edebilirler, ne ondan bir şey eksiltebilirler. Sen benden daha iyi başka bir koruyucu arama!
Senin parlaklığını gün geçtikçe artırır, adını altınlara, gümüşlere bastırırım.
Senin için mimberler, mihraplar kurdururum.Ben, seni öyle seviyorum ki senin kahrın, benim demektir.
Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar.
Melûn kâfirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizli kalıyor ya…

1205. Bütün âlemi minarelerle dolduracağım, âsilerin gözlerini kör edeceğim ben.
Kulların şehirler alacak, mevkiler bulacak…
Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak.
Ey Peygamberimiz, sen sihirbaz değilsin, doğrusun… sen de Musa’nın giydiği elbiseyi giymişsin, sen de onun gibi bir peygambersin.
Kur’an’ın, Musa’nın asâsına benze,r küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar.

1210. Sen, toprak altında uyursun ama o tertemiz söz asâ gibi her şeye agâhtır.
Kast edenlerin elleri o asâya ulaşamaz.Uyu ey padişah, uyu… uykun mübarek olsun!
Bedenin uyur ama nurun göklere ağar, düşmanlarını kahretmek için okunu kur, yayını ger.
Felsefeci, aleyhine söylenmeye yeltenir ama nurunun oku ağzını oklar, onu susturur.”
Hakikaten de öyle oldu, hattâ bu vaitten de üstün şeyler vücuda geldi. O uyudu, fakat bahtı, ikbali uyumadı.

1215. Babalarının canı yavrularım, sihirbaz uyudu mu işinin parlaklığı gider, sihrinin tesiri kalmaz.”
Bu sözleri duyup uyandılar, ikisi de kabri öpüp o ulu savaş için Mısır’a hareket ettiler.
Mısır’a varınca Musa’yı, Musa’nın evini aramaya başladılar.
Onların Mısır’a geldikleri gün de Musa, tesadüfen bir hurma ağacının altında uyumaktaydı.
Sordukları adamlar onlara “ Varın hurmalıkta arayın” dediler.

1220. Hurmalığa geldikleri zaman bir de baktılar ki hurma fidanlarının dibinde bir uyuyan var, fakat cihanın uyanığı!
Naz ederek baş gözlerini yummuş ama arş da gözlerinin önünde, ferş de!
Gözleri açık, fakat gönlü uykuda nice adamlar var… zaten su ve toprak ehli olanın gözü ne görebilir ki?
Fakat gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile gönlünde yüzlerce göz açılır.
Gönül ehli değilsen uyanık ol, uyuma. Bir gönül iste, mücadeleye giriş.

1225. Gönlün uyandı mı güzelce uyu. Gayri gözünden ne yedi kat gök kaybolur, ne altı cihet!
Peygamber, “ Gözüm uyur ama kalbim nasıl uyur, buna imkan mı var?” dedi.
Bekçi farzet ki uyumuş fakat padişah uyanık ya. Gönül gözleri açık olduğu halde uyuyanlara can feda!
Ey mânevi er, gönül uyanıklığını anlatmaya kalkışsam binlerce Mesnevî’ye sığmaz.
Sihirbazlar, Musa’yı sırt üstü yatmış görünce asâyı çalmaya kalkıştılar.

1230. Hemencecik asâyı çalmak için Musa’nın ardından gidecekler, sopayı kapıvereceklerdi.
Onlar, azıcık yürüyüp bu işe niyetlenir niyetlenmez asâ titremeye başladı.
Öyle bir titremeye başladı ki her ikisi de korkudan yerlerinde katılıp kaldılar.
Sonra asâ ejderha oldu, onlara saldırdı. İkisi de sapsarı kesilip kaçmaya başladılar.
Korkudan her inişte sendeleyip yuvarlanarak yüz üstü düşüyorlar, kalkıp yine kaçmaya çalışıyorlardı.

1235. Katiyetle anladılar ki bu iş Tanrı işi, sihirbazların harcı değil bu!
Korkularından âdeta sıtmaya, hummaya tutulmuş gibi titriyorlardı; ölüm haline gelmişlerdi.
Yaptıkları işten dolayı özür dilemek üzere Musa’ya bir adam gönderdiler.
“ Evvelce sana hased ediyor, seni kıskanıyorduk, o yüzden sınadık, yoksa seni sınamak kimin haddine düşmüş?
Sen bir Padişahsın, senin yanında biz mücrimiz, bizi affet ey Tanrı dergâhı haslarının hası! Diye ricada bulundular.

1240. Musa onları affetti, derhal iyileştiler, sıhhat buldular, Musa’nın önünde yere secde ettiler.
Musa dedi ki: “ Ey ulular, sizi affettim. Cehennem teninize haram oldu, canınıza da.
Ey dostlar, ben sizi görmemiş olayım, siz de beni görmemiş gibi davranın.
Kalben âşina, fakat zâhiren yabancı bir halde padişahın huzuruna benimle savaşmaya gelin!”
Bunun üzerine sihirbazlar yeri öpüp gittiler,
çağırıldıkları zamanı ve fırsat vaktini gözetmeye koyuldular.

Sihirbazların şehirlerden toplanıp Firavun’un huzuruna gelmeleri,         
         ihsanlara nail olmaları, ellerini göğüslerine koyup düşmanını     
                               kahredeceklerine dair söz vermeleri

1245. Sihirbazlar Firavun’un huzuruna geldiler. Firavun onlara bir çok ihsanlarda bulundu, elbiseler verdi.
Onlara daha bir hayli ihsanlarda bulunacağına dair vaitlerde bulundu, önceden de kullar, atlar, ağır ve değerli şeyler, yiyecek ve içecek verdi.
Ondan sonra: “ Ey devletimle ileri giden kişiler, imtihanda galip gelirseniz,
Size o derecede ihsanlarda bulunacağım ki cömertlik de utanacak” dedi.
Sihirbazlar da cevaben dediler ki: “ Padişahın sayesinde galebe edeceğiz, düşmanın bitik bir hale gelecek.

1250. Biz bu fende saflar bozan yiğitleriz. Âlemde kimse bizimle başa çıkamaz.”
Musa’nın anılışı, hatırları oraya bağlıyor, bu hikâyeler evvelce olup biten şeylere aittir zannını veriyor.
Halbuki Musa’yı anmamız işi gizlemek için. Yoksa Musa’nın nuru, ey iyi adam, senin bugün elinde.
Musa da sende, Firavun da. Bu iki düşmanı da kendinde ara sen.
Musa, kıyamete kadar vardır. Nuru hep o nurdur, başka nur değil… değişen yalnız kandildir.

1255. Bu kandille fitil başka, fakat nuru başka nur değil, hep o âlemden.
Kandile bakarsan kayboldun gitti. Çünkü ikilik ve sayıya sığış, kandile göredir.
Fakat nura baktın mı ikilikten de , önü, sonu bulunan cisim âleminin sayısından da kurtulursun.
Ey varlık hulâsası, müminle Mecusi ve Yahudi’nin birbirlerine aykırılığı, hep bakış, görüş yüzündendir.

Filin, nasıl bir hayvan olduğu ve şekli hususunda ihtilâf

Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek istediler.

1260. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı.
Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkânı yoktu. O, göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başladılar.
Birisi eline hortumunu geçirdi, “ Fil bir oluğa benzer “ dedi.
Başka birinin eline kulağı geçti, “ Fil bir yelpazeye benziyor “ dedi.
Bir başkasının eline ayağı geçmişti, dedi ki: “ Fil bir direğe benzer.”

1265. Bir başkası da sırtını ellemişti, “ Fil bir taht gibidir é dedi.
Harkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya koyuldu.
Onlsrın sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi, öbürü elif.
Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı.
Duygu gözü ancak avuca, ancak köpüğe benzer, avuç bütün fili birden elleyemez ki !

1270. Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen.
Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete getirir. Fakat sen ne şaşılacak şey, köpüğü görüyorsun da denizi göremiyorsun!..
Biz, gemilere benziyoruz. Aydın denizin içindeyiz de gözlerimiz görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz.
Ey ten gemisine binmiş, uykuya dalmış adam, denizi gördün ama asıl denizin denizine bak!
Denizin de bir denizi var, onu sürüp duruyor. Ruhun da bir ruhu var, onu istediği tarafa çeker çevirir ?

1275. Güneş, bütün varlık ekinini suladığı vakit Musa neredeydi, İsa nerde ?
Tanrı bu yaya kiriş taktığı zaman Âdem neredeydi, Havva nerede ?
Bu söz de noksandır, bu sözün de bir neticesi yoktur. Noksan olmayan söz o tarafa, hakikat âlemine ait olan sözdür.
Fakat sana söylense hemencecik o misale yapışır, o sureti hakikat sanırsın a yiğidim!

1280. Ot gibi ayağın yere bağlı… hakikate erişemez de bir yelle başını sallar durursun.
Ayağın yok ki bir yerden bir yere gidebilesin, yahut çalışıp çabalayıp ayağını bu balçıktan kurtarasın.
Nasıl kurtarabilir, nasıl bu balçıktan ayağının çekebilirsin? Hayatın bu balçıktan. Hayatını terk etmekse senin için pek müşkül bir şey!
Fakat ey yoksul adam, Hak’tan hayat bulursan topraktan müstağni olur, bu balçığı o vakit terk edersin.
Süt emen çocuk dadıdan vazgeçti mi yemek yemeğe başlar, artık onu bırakır gider.

1285. Sen, topraktan biten taneler gibi yerin sütüne bağlanmış, ona bağlanmış, ona alışmışsın. Kalblerin gıdasına alış da bu sütten kesilmeye bak!
Ey hicapsız nurları kabul etmeye istidadı olmayan kişi, hiç olmazsa harflerde gizlenmiş bir nur olan hikmet sözlerini duy, onları ye!
Böyle böyle o hicapsız nuru da kabul etmeye istidat kazanır, gizli nuru da hicapsız olarak görürsün.
Bu suretle yıldız gibi felekte seyreder, hattâ felekten hariç keyfiyetsiz seferlere düşersin!
Yokluktan varlığa geldin ya… kendine gel, geldin ama nasıl geldin Sarhoşça… hiç kendinden haberin yok!

1290. Geldiğin yollar aklında bile kalmadı. Fakat biz yine sana bir remiz söyleyecek, bir şey hatırlatacağız.
Bu aklı terk et de hakikî akla ulaş. Bu kulağı tıkda da hakikî kulak kesil!
Hayır hayır… söyleyeceğim, çünkü henüz hamsın sen. Daha ilkbahardasın, Temmuzu görmedin bile!
Ey ulular, bu cihan bir ağaca benzer; biz de bu âlemdeki yarı ham, yarı olmuş meyveler gibiyiz.
Ham meyveler, daha iyice yapışmıştır, ordan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve köşke, saraya lâyık değildir ki.

1295. Fakat odluda tatlılaştı, dudağı ısırır bir hale geldi mi artık dallara iyi yapışmaz, hemen düşüverir.
O baht ve ikbal yüzünden adamın ağzı tatlılaştı mı insana bütün cihan mülkü soğuk gelir.
Bir şeye sımsıkı yapışmak, bir şeyde taassup göstermek hamlıktır. Sen ana karnında çocuk halindeyken işin gücün ancak kan içmeden ibarettir.
Söylenecek bir şey daha kaldı ama ben söylemeyeceğim, sana onu Ruhulkudüs bensiz söylesin.
Hayır hayır… Ruhulkudüs değil, sen kendin, kendi kulağına söylersin… orada hakikatte ne ben varım, ne benden başkası, sen de bensin zaten canım efendim!

1300. Bu rüyaya benzer. Uykuya daldın mı kendinden geçer, fakat yine kendinden kendine gelmiş olursun.
Kendini duyar, dinler de senden başka gizli bir adam rüyada sana söz söylüyor sanırsın.
A güzelim yoldaşım, sen alelâde tek bir adam değilsin ki. Sen bir âlemsin, sen bir derin denizsin.
O senin muazzam varlığın yok mu. O belki dokuz yüz kattır. O, dibi, kıyısı bulunmayan bir denizdir, yüzlerce âlem, o denize dalar gark olup gider.
Zaten burası ne uyanıklık yeri, ne uyku yeri. Buradan bahsetme, Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir.

1305. Bahsetme de asıl bu âlemden bahse muktedir olanlardan dile gelmez, söze sığmaz bahisler işit!
Bahsetme de o güneşten kitaba yazılmaz, hitaba girmez sözler duy!
Bahsetme de sana bu âlemden ruhun bahsetsin… Nuh’un gemisinde yüzgeçlik bahsini bırak!
Bu bahse girirsen Kenan’a benzersin. Bana düşman olan Nuh’un gemisini istemem diye o da yüzmeye girişmişti.
Nuh, ona “ Hey, gel, babanın gemisine gir de behey aşağılık oğul, tufana gark olma “ demişti.

1310. O, “ Hayır, ben yüzme öğrendim. Senin mumundan başka bir mum yaktım “ diye cevap verdi.
Nuh, “ Kendine gel, buna belâ tufanının dalgası derler. Bugün yüzme bilenin eli, ayağı bir işe yaramaz “ dedi.
Fakat Kenan dedi ki: “ Yok yok… ben o yüce dağa çıkarım; o dağ beni her türlü belâdan kurtarır.”
Nuh, “ Aklını başına topla, şimdi dağ, bir saman çöpü mesabesindedir.
Tanrı, kendi dostundan başkasına aman vermez” dediyse de Kenan,

1315. Ben ne vakit senin öğüdünü dinledim ki benim de sana uyanlardan olmama tamah ettin,
Senin sözün bana hiç hoş gelmedi ki… ben, iki âlemde de senden uzağım “ dedi.
Nuh, “ Yapma yavrum, bugün, naz günü değildir… Tanrı’nın ne eşi var, ne benzeri!
Şimdiye kadar inat etmedin ama bu zaman, nazik bir zaman. Bu kapıda kimin nazı geçer ki?
O, ezelde “ Doğmadı da, doğurmaz da” hakikatine mahzardır. Tanrı’nın ne babası var, ne oğlu, ne amcası!

1320. Oğulların nazını nerden çekecek, babların niyazını nerden duyacak?
“ Ey ihtiyar, ben doğmadım, bana az nazlan… ey genç, ben baba değilim, öyle pek salınma!
Ben koca değilim, şehvetim de yok… hanım nazı bırak.
Bu hususta kulluktan, ihtiyaçtan, zaruretten başka hiçbir şeyin itibarı yok “ demekte,
Dedi ama Kenan: “ Baba, yıllardır bu sözleri söylemektesin, yine de söylüyorum… cahil misin ne?

1325. Bu sözleri herkese ne kadar söyledin de nice soğuk cevaplar aldın, kötü sözler duydun.
Bu soğuk sözlerin kulağıma bile girmedi, şimdi mi girecek? Artık ben bilgi sahibiyim, büyüdüm” diye cevap verdi.
Nuh, “ A yavrum, bir kerecik olsun babanın öğüdünü tutsan ne olur? “ dedi.
O, böyle güzel güzel nasihatler ediyor, Kenan’da bu çeşit ağır sözlerle karşılık veriyordu.
Ne babası, Kenan’a öğüt vermeden usandı, ne o kötü oğlun kulağına babasının bir sözü girdi!

1330. Onlar, böyle konuşup dururlarken bir çevik dalgadır geldi. Kenan’ın başından aştı, onu boğup götürüverdi.
Nuh, “ Ey sabırlı padişahım, eşeğin öldü, yükümü sel götürdü.
Bana nice defalar, sana mensup olanlar tufandan kurtulacaklar diye vaitlerde bulundun.
Ben de âfım, senin vaitlerine kandım, ümitlendim… iyi ama neden sel kilimini aldı, götürdü*” dedi.
Tanrı dedi ki: “ O senin ehlinden, yakınlarından değil… kendin de görmedin mi? Sen aksın o mavi!

1335. Dişine kurt girdi mi çıkartmaktan başka hiçbir çaresi yoktur.
Çıkarmalı ki vücudun, onun yüzünden elemlere düşmesin… o, senin oğlundu ama sen onu terk et, benim bir şeyim değil de.”
Nuh, dedi ki: “ Yarabbi, senden başka kimsem yok. Sana teslim olan ağyar sayılmaz.
Sana karşı ne haldeyim, ihlâsım nasıl? Zaten biliyorsun.
Çayırlıklar, çimenlikler, nasıl yağmura muhtaçsa, nasıl yağmurdan yeşerir, yetişirse ben de sana öyle muhtacım, onlar gibi senden yetişmekteyim; hattâ ihtiyacım onlardan yirmi kat fazla,
Yoksul, seninle diridir, seninle neşelenir; vasıtasız, hailsiz senden gıdalanır, bende böyleyim işte.

1340. Ey kemâl sahibi Tanrı ne seninleyim, ne senden ayrı. Seninle keyfiyetsiz, sebebsiz, illetsiz bir haldeyim.
Biz balıklarız, hayat denizi sensin. Ey iyi sıfatlı Tanrı, senin lûtfunla diriyiz.
Sen düşünceye de sığmazsın, sebeble de izah edilemezsin.
Bu tufandan önce de her macerada söz söylediğim sendin, tufandan sonra da söz söyleyeceğim sensin.
Ben, seninle konuşuyorum, ey yepyeni sözler bağışlayan ve eski sözlere sahip olan Rabbim, onlarla değil.

1345. Âşık, gece gündüz gâh çadır yerlerinde kalan çerçöpe, gâh harabelere hitabeder;
Zâhiren çadır yerlerinde kalan süprüntülere, çerçöpe yüz tutar, onlara hitabeder ama kimi öğüyor, kimi*
Şükrolsun tufan gönderdin de o süprüntüleri, o yapı bakiyelerini ortadan kaldırdın.
Çünkü onlar kötü ve aşağılık binalardı, kötü ve aşağılık yığınlardı. Bize ne sesleniyorlar, ne sesimize karşılık veriyorlardı!
Ben öyle yapılar isterim ki onlara hitabedince dağ gibi sesime ses versinler,

1350. De adını iki kere duyayım. Ben canıma can olan, ruhuma istirahat veren adına âşığım.
Her peygamber, senin adını iki kere duysun diye dağı sever.
O alçak ve taşlık dağ, farenin, yurdu olmaya lâyıktır, bizim yurdumuz değil!
Ben söyleyeyim de o bana yâr olmasın, sözlerim cevapsız kalsın, sesime ses bile vermesin ha!
Öyle dağı yerle yeksan etmek…insana hemdem olmadığından onu ayaklar altına atıp ezmek daha iyi!

1355. Tanrı: “ Ey Nuh, eğer istiyorsan bütün boğulanları yeniden ve tekrar dirilteyim, yeryüzüne getireyim.
Senin hatırını bir Kenan için kırmam ben. Fakat seni ahvalden haberdar ediyorum” dedi.
Nuh, “ Hayır hayır… eğer beni de gark etmek istesen yine hükmüne razıyım.
Her an beni gark et. Hoşlanırım bundan, hükmün cana benzer, canla başla razıyım.
Hiç kimseciğe bakmam, bakmam bile o bakış bahanedir, gördüğüm sensin.

1360. Şükür, zamanında da senin yaptığın işe, sana âşığım, sabır zamanında da. Kâfir gibi hiç senin yarattığına âşık olur muyum?
Tanrı hükmüne âşık olan nurlanır, yarattığına âşık olansa kâfir olur “ diye cevap verdi

Küfre razı olma küfürdür, hadisiyle kaza ve kaderine razı olmayan
       benden başka bir Tanrı arasın hadisinin mânalarını birleştirmek

Dün mübahaseyi seven birisi, bana bir sual sordu.
Dedi ki: “ Küfre razı olmak küfürdür.” Bunu Peygamber söyledi, onun söylediği söz de doğrudur, yerindedir.
Sonra da yine “ Müslüman olan kişinin her türlü kazaya razı olması lazımdır” buyurdu.

1365. Kafirlik ve münafıklık da Tanrı’nın kaza ve kaderiyle değil mi? Fakat buna razı olursak( ilk hadise göre) kötülük etmiş olmaz mıyız?
Razı olmazsak o da suç… peki, ikisinin arasında hangi çareye başvuralım.”
Ona dedim ki: “ Bu küfür, Tanrı’nın takdiriyledir ama Tanrı’nın hükmüyle, Tanrı’nın emir ve rızasıyla değildir. Bu küfür yalnız kaza ve kaderin eserlerindendir.
Hocam, Tanrı’nın kaza ve kaderini, Tanrı’nın bilgisi olarak bil de şüphe ve tereddüdün kalmasın.
Küfrede razıyız, çünkü Tanrı’nın bilgisine muvafıktır, fakat bizim fenalığımızdan, bizim kötülüğümüzden meydana geldiğinden de razı değiliz.

1370. Küfür Tanrı bilgisi olmak bakımından küfür değildir, Hakk’a kâfir deme, burada dur!
Küfür, cahillikten meydana gelir, fakat küfrün takdiri, Tanrı’nın bilgisidir, ( Tanrı, kâfirin kâfirliğini ezelde bilir, bildiği gibi de zuhur eder). Rüya ve mülâyimlik mânasına gelen hilm ile, sümük mânasına gelen hilm nasıl bir olur?
Çirkin resim, ressamın çirkinliğini icap ettirmez ya. Çirkini de yaptığına, yapabildiğine bir delil olur ancak.
Hattâ hem çirkin resmi, hem de güzel resmi yapabildiğinden ressamın, kuvvetli bir ressam olduğuna delildir.
Bu bahsi açar, düzüp koşarsam sual ve cevaplar uzar gider.

1375. Ben de aşk nüktesinin zevkini kaybederim. Tanrı’ya hizmet, başka bir şekle döner, maksat hidayetten dalâlet olur.

        Hayretin, mübahase ve düşünceye mâni olduğuna dair misal

Saçı sakalı kır bir adam, iyi bir berberin önüne gider de,
“Yiğidim, saçımdaki sakalımdaki akları ayır, yol. Bir yeni gelin aldım der.
Berber, adamın sakalını dipten tıraş ederek kılları önüne kor da der ki: “ Benim bir işim çıktı sen ayırıver!”
İşte bunun gibi bu sual, şu da cevabı, artık sen ayırıver… din kaygısı, bunlarla uğraşmaya vakit bırakmaz.

1380. Birisi Zeyd’e bir sille vurur. Zeyd de hileye sapıp onu dövmek üzere üstüne saldırınca,
Adam: “ Dur, senden bir şey soracağım, cevabını ver, sonra beni döv.
Senin kafana vurunca şırak diye bir sestir çıktı. Şimdi burada dostça senden bir sualim var:
Bu şırak sesi benim elimden mi çıktı, yoksa senin kafandan mı ey uluların öğündüğü ulu zat?” dedi.
Adamcağız dedi ki: “ Acıdan kurtulmadım ki bu düşünceye dalayım.

1385. Senin derdin yok, sen düşüne dur.” Dert sahibi böyle düşüncelere saplanamaz, kendine gel!

 Hikâye

Sahabenin ruhlarında Kuran’a karşı fevkalâde bir iştiyak vardı ama aralarında hafız pek azdı.
Çünkü bir meyve oldu mu kabuğu adamakıllı incelir, çatlar, dökülür.
Ceviz, fıstık ve badem bile olunca kabukları incelir.
İlmin hakikati de kemâle gelince kışrı azalır.
Zira sevgilisi, âşıkı yakar, yandırır.

1390. İstenen, sevilen kişinin vasfı, isteyen, seven kişinin vasıflarının zıddıdır. Vahiy ve nur şimşeği, peygamberi yakar.
Kadîm olan Tanrı’nın sıfatları tecelli edince hâdisin sıfatlarını yakar, mahveder.
Sahabe arasında birisi Kur’an’ın dörtte birini ezberledi de duyuldu mu, sahabe, bu bizim ulumuzdur derdi.
Böyle bir büyük mâna ile sureti bir arada cem etmek, hayretlere düşmüş, mest olmuş padişahtan başka kimseye mümkün değildir.
Böyle bir sarhoşluk âleminde edep kaidelerine riayet etmenin zaten imkânı yoktur, bu imkân bulunsa bile şaşılacak şeydir doğrusu!

1395. İstiğna âleminde niyaza riayet etmek, yuvarlak bir şeyle uzun bir şeyi, zıddoldukları halde bir arada cem etmeye benzer.
Sopa, esasen körlerin sevgilisidir. Kör, Kur’an sandığına benzer ancak.
Körlerin sözleri, Mushaf harfleriyle, eski hikâyelerle, korkutuşlarla dolu sandıklardır.
Fakat Kur’an’la dolu sandık, boş sandıktan iyidir elbet.
Yüksüz sandık fareler ve yılanlar dolu sandıktan daha iyidir.

1400. Hâsılı insan, vuslata erdi mi vasıta olan kadın, adamın gözüne soğuk görünmeye başlar.

[divide style="2"]

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  701 – 1400 )

B. 740. “Tanrı Kıyamet günü der ki: Bugün doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür. Onlara öyle bahçeler verilir ki ağaçlar altından ırmaklar akar, orada ebediyen kalırlar. Tanrı, onlardan razı olur, onlar Tanrı’dan. İşte bu, pek büyük bir kurtuluş, pek büyük bir nimettir.” (Sure 5, Maide, âyet 119).

B. 741. “Emredildiğin gibi hareket et, doğru ol, seninle beraber inananlar, kötülüklerinden tövbe edenler de doğru olsunlar, azgınlık etmesinler. Şüphe yok, Tanrı sizin yaptığınız şeyleri görür” (Sure II, Hûd, âyet 112).

B. 746 dan sonraki hikâye. Baûroğlu Bel’am bir, yahut iki kere sınanırlar… öyle olduğu halde yine de ne tövbe ederler, ne öğüt tutarlar” (Sure 9, âyet 126).

B. 746 dan sonraki hikâye. Baûroğlu Bel’am. C. I, S. 327, B. 3297 ye  bakınız.

B. 757. “Rabbimiz dedi ki: Beni çağırın da size icabet edeyim. Beni çağırmada ululuk gösteren kişileri hor bir surette cehenneme koyacağım” (Sure 40, âyet 60).

B. 767. Şaman C. I, S. 379 a bakınız.

B. 769. Fahreddin-i Razî’ye telmih vardır. C. I, S. 132,  B. 1350 ye  de  bakınız.

B. 775. Mina, Mekke’de bir ovanın adıdır. Müslümanlar hac âyininde o ovada Şeytan’ı taşlarlar. C. II, S. 181, B. 2231 ve S. 209, B. 2243 e  de bakınız.

B. 770. Levih. C. I, S. 104, B. 1064 e bakınız.

B. 785. Harun, Musa Peygamber’in kardeşidir ve onunla  beraber peygamberlik  etmiştir.

B. 789 dan sonraki başlık “Dilesek onları mutlaka sana gösteririz, onları yüzlerinden tanırsın. Konuşulurken de yine onları tanır, bilirsin. Tanrı da sizin yaptıklarınızı bilir.” (Sure 47, Muhammet, âyet 30).

B. 790. “Münafıkları görünce vücutlarının iriliği seni şaşırtır. Konuşurlarsa sözleri seni çeker, dinlemeye başlarsın. Fakat onlar kuru sopalara benzerler, sanki bir duvara dayanmışlardır. Duydukları sesi kendi aleyhlerine sanırlar  onlar  düşmandır sakın onlardan…”  (Sure 63 Münafikun, âyet 4).

B. 796 dan sonraki bahis. C. I, S. 52, B. 535 e bakınız.

B. 834. Sure 25, Furkan, âyet 63.

B. 841. Müneccim, yıldızları yeryüzüne ve insanlara tesiri bilgisine, astronomiye sahip olan kişidir. Düş yorucu da rüyaları yoran ve onlardan gelecek zamana ait hükümler çıkaran kişidir. Büyücü, büyü yapan, yani bazı otlar, kökler yakarak acayip dualar okuyup yapılmak istenen şeyi elde etmeye çalışan adamdır.

B. 859. O vakit Moğollarla Mısırlıların arası pek açıktı, Anadolu’da ve Moğolların hâkim oldukları yerlerde bir adamın Mısırlılarla münasebeti olduğunu söylemek o adamı soyu ile mahvetmek, demekti. Bu beyitten sonraki hikâye de bu tarihî düşmanlığı belirtmektedir.

B. 901 ve bu beyitten sonraki bahis. Her peygamber, ana karnına düşünce gökte yıldızı doğarmıs. Bu inanış İncil’de de vardır. (Metta, ikinci bap).

B. 953-954. C. I, S. 53, B. 547 ye bakınız.

B. 959 dan  itibaren başlayan hikâye. Firavun, gördüğü  rüyadan korkarak saltanatını yıkacak çocuğun doğmaması  için İsrailoğullarının yeni doğan çocuklarını öldürtüyordu. Musa’nın anası, oğlunun öldürülmemesi için Musa’yı bir sepete koyarak Nil’e atmış ve çocuk Firavun’un karısı tarafından bulunarak saraya götürülmüştü.  Sonra anası bu çocuğa sütnine olmuş ve bu   suretle Musa, Firavunun sarayında büyüyüp yetişmiştir. Tevrat’tan alınan bu hikâye Kur’anda  da  anlatılır (Sure 28, Kasas, âyet 6-14).

B. 975 ten  sonraki  hikâye. O vakitler, yılan oynatma âdeti vardı. İhtimal hikâye edilen vaka,   olmuş bir vakadır. Yılan, boğa yılanı olsa gerek.

B. 1010. C. I, S. 27,  B. 278-279 a  bakınız.

B. 1014. C. II,  S. 46, 48,  B. 439,  915 e bakınız.

B. 1015. Süleyman Peygamber’in  rüzgâra  emrettiği ve  rüzgârın,  tahtını  gündüz  bir  aylık,  gece de bir aylık yola  götürdüğü, cinlerin,  perilerin de  onun hükmüne tâbi oldukları Kur’anda anlatılmaktadır  (Sure 34, Sebel, âyet  21-13).

B. 1016. C. I, S. 105,  B. 1077 ye  bakınız.

B. 1017. C. I,  S. 83, B. 864 e  bakınız.

B. 1017. C. II, S. 208, B. 2112-2119 a  bakınız.

B. 1018. Bir taşın H. Muhammed’e selâm verdiği ve bir dağın Yahya Peygamber’ i düşmanlarından korumak üzere çağırdığı rivayet edilmiştir.

B. 1023. Kur’anın  17 inci  suresi  olan Esra suresinin 44 üncü âyetinde “yedi kat gökle yeryüzü ve göklerle yerde ne  varsa  hepsi  Tanrı’yı  tesbih  eder  ama onların  tesbihini siz  anlamazsınız, hiçbir  şey yoktur ki, onu  överek  anmasın:  Şüphe yok  o,  halimdir ve  günahları ziyadesiyle örtücüdür”   denmektedir.

B. 1027. İtizal ehli:  C. II, S. 6, B. 61 e bakınız.

B. 1050. (Azrail diğer bir okunuşa göre İzrail) ecel meleğidir. Kendisine yardım eden meleklerle canları alır. Bu meleğe Türkçe’de canalıcı derler, Yunusta böyle geçiyor.

B. 1051. Haccacı Zalim. Emevîler zamanında Hicaz ye Irak ülkelerinin valiliğini etmiştir. Mekke’yi yakıp yıkmıştır, bu arada Kabe de yanmıştır. Pek zalim olan bu adamın 120.000 kişi öldürdüğü ve öldüğü zaman zindanda 50.000 kişinin mahpus bulunduğu söyleniyor. Hicri 95 te (713-714) ölmüştür.

B. 1071. Birisinin aleyhine çalışmaya “Aleyhine çömlek kaynatma” denir. Halk tabirlerindendir. Büyücüler insan şeklinde mumdan bir şey yapar, su dolu çömlek içinde kaynatırlar, ölümü istenen adam da bu mum eridikçe erir, ölürmüş. Yine içme yazılar yazılan, yahut dualar, acayip şekiller yazılmış kâğıtlar atılan çömleklerde su kaynatılır ve bir adamın işlerinin karmakarışık bir hale gelmesi temin edilirmiş.

B. 1130. Tanrı Âdem’i yaratacağı vakit meleklere, yeryüzünde kendisine bir halife yaratacağını söylemiş, olanlar yerin düzenini bozacak ve kan dökecek olan insan cinsinin yaratılmamasını istemişler, Tanrı, siz benim bildiğimi bilmezsiniz demiş ve Adem’i yaratmış, ona her şeyin adını belletmiş, sonra bu adları meleklere sormuş, onlar “Seni tesbih ederiz, bildirdiğin şeylerden başka şey bilmeyiz, bilen de sensin, hükmeden de sen” diye acizlerini söylemişler (Sure 2, Bakara, âyet 30-32. C. I, S. 121, B. 1234 e de bakınız.)

B. 1131. H. Muhammet, rivayete göre anadan doğduğu gibi kalmış, yani okuma yazma öğrenmek için mektebe gitmemiş ve okuma yazma bilmezmiş. C. I, S. 51, B. 529 a bakınız.

B. 1150. Kur’anın 83 üncü suresi olan Mutaffifin suresinde Kureyş ulularının Kur’an âyetlerine “Geçmişlerin masalları” dedikleri anlatılmaktadır (âyet 13).

B. 1162. Eskiden büyücülerin küplere binerek gidecekleri yere gittiklerine inanılırdı. Bu inanış, masallarımıza kadar girmiştir. Aynı zamanda günlük lisanımıza da geçmiş ve kızan kimseye “Küplere bindi” denegelmiştir.

B. 1173. Sofiler murakabe yaparlarken, sağ dizlerini dikip sol dizlerini yere korlar ve sol ayaklarının, üstüne otururlar, iki ellerini sağ dizlerinin üstüne kavuşturup başlarını ellerine dayarlar. C. II, S. 15, B. 158 e bakınız.

B. 1298-1299. Ruhülkudüs, yani Mukaddes ruh, hıristiyanlarda Tanrı’nın üç şahsiyetinden biridir. Eb, yani baba, Tanrı’nın hayat sıfatına, İbn yani oğul, Tanrı’nın kelâm sıfatına, Ruhülkudüs ise Tanrı’nın kudret sıfatına delâlet eder. Onlara göre Ruhülkudüs, İsa’da teşahhus eden Tanrı kudretidir ve Azizlerde de bu kudret zuhur eder, mucizeleri o kudret gösterir. Kur’an da İsa’nın, Ruhülkudüs’le kuvvetlendiğini söyler (Sure 2, Bakara, âyet 253, sure 5, Maide, âyet 109). Fakat Müslümanlarda Ruhülkudüs, Cebraildir” 16 inci surenin (Nahil) 102 inci âyetinde bu, açıkça belirtilmektedir.

B. 1302. H. Ali’nin “Derdin sendedir. Fakat görmezsin. İlâcın sendedir, fakat bilmezsin. Kendini küçücük bir cisim mi sanırsın? Şu koca âlem sendedir” kıtasından alınmadır.

B. 1307-1337. Kur’anın onbirinci suresi olan Hûd  suresinde  anlatılmaktadır   (âyet 40-47).

B. 1361 den sonraki bahis. Bu iki söz hadis olarak rivayet edilmiştir.

B. 1368. Tanrı’nın, her şeyin sonunu bilişi kaderdir. İnsanların iyilik veya kötülük yapacaklarını bilir, fakat bu bilgisi “Mücbiri fiil” değildir; yani o adama, yapacağını bildiği iyilik veya kötülüğü zorla yaptırmaz. Herkes yaptığı işi kendi iradesiyle, fakat Tanrı takdiriyle yapar. O işi yaratan Tanrı’dır, iradeyi sarfeden kuldur. Hulâsa cebir, yani zorla yapış bâtıl olduğu gibi tefviz, yani Tanrı karışmaksızın yapış da bâtıldır.

CİLT 3  (1401 – 2100 Beyitler)

Güzelim istediğin şeye ulaştın mı artık bilgi sahibi olmayı istemek kötüdür.
Göklerin damlarına çıktıktan sonra da merdiven aramak mânasızdır.
Hayra ulaşan kişi, dostluk ve başkasına bir şey öğretmek maksatlarından başka bir maksatla yine hayır yolunu arar, o yoldan bahsederse bu iş, soğuk bir şeydir.
Aydın ayna sâf ve cilâlı bir halde iken onu cilâlamaya kalkışmak bilgisizliktir.

1405. Padişah tarafından kabul edilip huzurunda oturduk dan sonra mektup ve elçi araştırmak çirkin bir şeydir.

     Bir âşığın, mâşukunun huzurunda aşk mektubu okuması, sevgilinin   
        bu hareketi beğenmemesi, delâlet edilen şey meydana geldikten  
        sonra delil aramak çirkin bir şeydir, bilinen şeye ulaşıldıktan sonra         
                               bilgi ile uğraşmak kötü bir şeydir

Sevgili âşıklarından birisini huzuruna çağırdı. Âşık aşk mektubunu çıkarıp sevgilisinin huzurunda okumaya başladı.
Mektupta beyitler, övüşler, ihtiyaç ve âciz yoksulluk… birçok lâflar vardı.
Mâşuk dedi ki: “ Eğer bu okuma, benim içinse vuslat zamanı ömür zayi etmektir bu!
Ben yanımdayım, sen mektup okuyorsun. Bu âşıklık alâmeti değil ki!”

1410. Âşık dedi ki: “ Doğru, sen buradasın ama ben, istediğim zevki, istediğim gibi bulamıyorum ki,
Geçen yıl senden aldığım zevki, şimdi vuslatına erişmiş olduğum halde alamıyorum.
Ben bu kaynaktan arı, duru su içtim, o suyla gözümü de yeniledim, gönlümü de.
Şimdi kaynağı görüyorum ama su yok. Yoksa su yolumu birisi mi kesti” dedi.
Mâşuk dedi ki: “ Şu halde ben, senin sevgilin değilim. Ben Bulgar Türküyüm, sen Katu Türkü istiyorsun.

1415. Sen bana değil, bir hale âşıksın. Fakat yiğidim, hal elde kalmaz ki.
Senin tamamıyla istediğin ben değilim. Âlemde istediğin şeyin bir kısımcağızı da ben de var.
Sevgilin değilim, sevgilinin eviyim. Halbuki aşk, peşindir, eldedir; sandıkta değil!
Sevgili, tek olan sevgiliye derler. Gelişin de ondandır, sonuncu gidişin de ona!
Onu buldun mu başkasını beklemezsin gayri. Ortada görünüp duran da odur, gizli olan da o!

1420. O hallere sahip bir hâkimdir, mahkûm değil. Aylar, yıllar, o ay yüzlünün kuludur, kölesidir.
Dilerse söyler, hâle ferman eder… dilerse hükmeder, cisimleri can haline getirir.
Bekleyip duran, oturup hal arayan, hal bekleyen kişi, işin sonuna varmış değildir.
Sona varan kişinin eli, hal kimyasıdır, elini oynattı mı bakır, sarhoş bir hale gelir, altın olur.
Dilerse söyler, hale ferman eder… dilerse, hükdiken ve neşter, nerkis ve ağustos gülü kesilir.

1425. Hâle mahkûm olansa hal gelince derecesi artan, halsiz kalınca rütbesi eksilen bir adamdır.
Hulâsa sofi “ İbn-al vakit” tir, fakat vakitten de kurtulmuştur, halden de.
Haller, onun azmine onun reyine mahkûmdur. Haller, onun Mesih’in nefesine benzeyen nefesleriyle diridir.
Sense hale âşıkısın, bana değil. Sen, bir hale sahip olmak ümidiyle benim etrafımda dönüp dolaşıyorsun.
Bir an eksilen, bir an artıp kemâl bulan hal, Halil’in mâbudu olamaz, batar gider.

1430. Batıp giden, gâh böyle, gâh şöyle olan güzel değildir, ben batıp gidenleri sevmem.
Bazan hoş, bazan nahoş olan, bir zaman su, bir zaman ateş kesilen,
Ayın burcudur ama ay değil…put gibi güzeldir, ama güzelliğinden haberi bile yok!
Sâf sofi,” İbn-al vakit” tir ama vaktin babasıymış gibi vakti adamakıllı avucunun içine almıştır.
Bu çeşit sofi, tamamıyla ululuk sahibi Tanrı’nın nuruna gark olmuştur. Kimsenin oğlu değildir o… vakitlerden de kurtulmuştur, hallerden de!

1435. Doğurmayan nura batmıştır. Doğmayan, doğurmayan zatsa ancak Tanrı’dır.
Diriysen yürü, böyle bir aşk ara… yoksa birbirine aykırı vakitlere kulsun.
Çirkin, güzel nakışlara bakma da kendi aşkına, kendi dileğine bak!
Hor musun, zayıf mı? Buna bakma da ey kadri yüce kişi, himmetine, gayretine bak!
Ne halde olursan ol, boş durma, ey dudakları kurumuş susuz, daima su araştır!

1440. O susuz, o kupkuru dudağın yok mu? O dudak, sudan haber verme de… nihayet kaynağa ulaşacağını bildirmede.
Dudak kuruluğu, suyu haber verir… Bu eziyet, bu susuzluk, muhakkak suya ulaşacağına delâlet der;
Bu aramak yok mu, kutlu bir iştir. Hak yolundaki bu istek, maniler giderir. Bu istek, dileklerinin anahtarıdır. Bu istek, senin ordundur, bayraklarının yardımcısıdır.
Bu istek, horoz gibi “ Sabah geliyor” diye nara atarak müjdeler verir.

1445. Âletin yoksa bile iste ara… Tanrı yolunda âlete ihtiyaç yoktur.
Oğul, kimi arayıcı görürsen ona dost ol, önünde baş indir.
De isteklilerin civarında sen de istekli ol… galiplerin sayesinde sen de galebe et!
Karınca Süleymanlık dilerse onun bu dileğini hor görme, himmetine bak!
Elinde mala, sanat ve hünere dair ne varsa önce onu istemez, düşünmez miydin, ona bu sayede nail olmadın mı?

Davut aleyhisselâm zamanında bir adamın gece gündüz “ Yarabbi, bana eziyetsiz ve helâl rızık ver “ diye dua etmesi

1450. Birisi, Davut Peygamber zamanında her akıllı ve ahmak adamın yanında,
Daima şöyle dua edip dururdu. “ Yarabbi, bana zahmetsiz, eziyetsiz bir rızık bir servet ver.
Beni tembel, hor, hakir, ağır ve miskin yaratan sensin.
Zayıf ve sırtı yaralı eşeklere, atlarla katırlara yüklenen yük yüklenemez ki.
Yarabbi, madem ki beni tembel yarattın, rızkımı da tembelliğime bakarak ben çalışmadan ver.

1455. Yarabbi, ben tembelim varlık gölgesine yıkılmış, yatmışım. Bu ihsan ve cömertlik gölgesinde uyuyorum.
Tembellerle gölgelikte uyuyanlara da elbette başka çeşitte bir rızık vermişsindir.
Ayağı olan rızık arar, ayağı olmayansa yanıp yakılır, durur.
O hüzün sahibinin rızkını da ayağına götür, bulutu yeryüzüne doğru sür!
Yeryüzünün ayağı olmadığından cömertliğin, bulutu ona doğru iki kat sürüp durmakta.

1460. Çocuğun ayağı olmadığı için anası gelir, çocuğun başına nimet ve ihsanlarını yağdırır.
Yarabbi, senden zahmetsiz, eziyetsiz ve ummadığım bir rızık istiyorum. Zaten istemek den başka bir şeye çalıştığım nerede ki?”
Bir çok zaman gündüzleri geceye, geceleri ta kuşluk çağına kadar bu duayı eder dururdu.
Halk, onun sözlerine, ham tamahına, bu çalışıp çabalamasına gülerdi.
Derlerdi ki “ Bu sersem ne söylüyor, yoksa birisi buna esrar mı yutturdu da aklını aldı.

1465. Rızık, kazançla,zahmet ve meşakkatle elde edilir. Herkes bir sanat, bir iş tutturmuş, rızkını öyle elde eder.
Rızıkları, sebeplerine yapışarak elde edin… evlere kapılarından girin denmiştir.
Şimdiki zamanda Tanrı elçisi, padişah ve sultan, hünerlere sahip olan Davut Peygamber’dir.
Yine de bu kadar yüceliğe, bu kadar naz ü naime sahip olduğu, dostun inayetleri onu seçmiş olduğu halde çalışıyor.
Mucizelerin haddi, hesabı yok, ona ihsan dalgaları, birbiri üstüne gelip duruyor.

1470. Adem Peygamber’den bu zamana kadar öyle güzel sesli kimse gelmedi.
Her vaazında iki yüz kişi ölmekte… güzel sesi insanları candan etmekte.
Aslanlar, ceylânlar va’zına gelmekte… ne onun bundan haberi var, ne bunun ondan!
Sesine dağlar da ses veriyor, kuşlarda. Onun davetine ikisi de mahrem.
Onun, bunun gibi ve daha buna benzer yüzlerce mucizeleri var. Yüzünün nuru, cihetlere sığmıyor, bütün cihetleri de kaplamış.

1475. Bunca yücelikle beraber Tanrı, onun bile rızkını çalışmadan vermiyor. Rızıklan ması çalışmasına bağlı.
Bunca yüceliğine rağmen zırh yapmadıkça, zahmet çekmedikçe rızkı gelmiyor.
Halbuki sen böyle bayağı ve perişan bir halde kalmış, evinin bucağına kapanmış, felekzede olmuş gitmişsin.
Halbuki bu adam bunca tersliği ile, bunca adiliği ile beraber hemencecik, ticaretsiz eteğini kârla doldurmayı istemekte.
Bu çeşit ahmak bir herif ortaya çıkmışta gök yüzüne merdivensiz çıkayım diyor.”

1480. Birisi alaya alıp “ Haydi yürü, rızkın ulaştı, müjdeci geldi” demekte,
Öbürü gülüp “Sana gelenden bize de hediye ver” diye alay etmekteydi.
O ise halkın bu kınamasına, bu alayına hiç aldırış etmez duayı niyazı azaltmazdı bile.
Böyle, böyle şehirde tanındı, boş ambardan peynir aramakta diye şöhret buldu.
O yoksul ham tamahlılıkla darb-ı mesel oldu ama yinede bu istekten bu niyazdan ayrılmıyordu.

Bir öküzün, o ısrarla dua eden adamın evine koşup gelmesi, Peygamber aleyhisselâm “ Şüphe yok, Tanrı duada ısrar edenleri  sever “ demiştir. Çünkü o istek ve isteyen kişinin isteğindeki ısrar yok mu… istediği şeyden de daha iyidir, istediğine ulaşmasından da

1485. Nihayet bir gün kuşluk çağında yine ağlayıp inleyerek bu çeşit dua edip dururken,
Birdenbire evine doğru bir öküz koştu. Boynuzu ile kapıya vurup kilidi kırdı.
Küstahçasına eve girdi. Adam hemen sıçrayıp öküzü boynuzlarından bağladı.
Durmadan, aman vermeden hemencecik boğazını kesti.
Derisini, yüzdürmek için gövdesini alıp koşa koşa kasaba götürdü.

Mesnevî’yi nazmedenin özrü ve Tanrı’dan yardım istemesi

1490. Ey doğacak çocuğun oynaması gibi bu mânaları içimde oynatıp duran Tanrı, mademki bunun tamamlanmasını diliyorsun,
Kolaylaştır, yol göster, muvaffakiyet ver. Yahut da bu isteği, bu iştiyakı gider, bizi muahaze etme.
Madem ki müflise altın ihtiyacını ilham ediyorsun, ey gani padişah, gizlice ona altın ihsan et.
Sen olmadıkça, senin inayetin lûtfetmedikçe gece gündüz nazım ve kafiyenin ne değeri olabilir,bu çeşit meydana gelen şiire kim bakar ki?
Ey bilgi sahibi padişah, nazım da, cinas da kafiye de korkudan senin emrine kuldur.

1495. Sen, her şeyi, seni tespih eder bir hale koymuşsun, akıl ve temyiz sahibi olanlar da seni tespih eder, akıl ve temyiz sahibi olmayanlar da.
Her birinin başka çeşit bir tespihi var. Bunun halinden onun haberi bile yok!
İnsan, cansız şeylerin tespih etmesini inkâr eder ama cansız şeyler, ona kullukta üstattır.
Hattâ yetmiş iki milletin her biri öbürlerinin halinden bihaberdir… hepsi de şüphe içinde kalmıştır.
Konuşan, söz söyleyen iki kişi bile birbirinin halinden haberdar olmazsa duvarla kapı, nasıl birbirini anlar, duyar?

1500. Ben, söz söyleyen adamın bile tespihinden gafil olursam gönlüm, sessiz sedasız bir şeyin tespihini nasıl duyar?
Sünni, Cebri’nin tespihinden bihaberdir.Cebri’ye de Sünni’nin tespihini eser etmez.
Sünni’nin hususi bir tespihi vardır. Fakat Cebri’nin de bunun zıddı olan bir tespihi vardır ki, ona sığınır.
Bu, “ O, sapıktır, yol azıtmıştır” der durur. Halbuki onun halinden de haberi yoktur, “ Kün” emrinden de!
O da, “ Bunun hakikatten ne haberi var ki” demektedir. Tanrı takdir etmiş de onları savaşa düşürmüştür.

1505. Bu suretle de her birinin aslını meydana çıkarır,bir cinse mensup olmayandan izhar eder.
Herkes kahrı lûtuftan ayırt eder, anlar… İster bilgi sahibi olsun, ister cahil, ister aşağılık!
Fakat kahır içinde gizli olan lûtfu, yahut lûtuf içinde gizlenmiş bulunan kahrı,
Az kişi anlar. Meğer ki gönlünde bir can mehengi olan Tanrı’ya mensup bir er olsun.
Bundan başkaları kahırda gizli olan lûtufla,lûtufta gizli bulunan kahrı anlayamaz, şüpheye düşerler. Onlar, âdeta yuvalarına bir kanatla uçup ulaşmak isteyen kuşlara benzerler!

1510. Bilginin iki kanadı vardır, şüpheninse tek. Zan noksandır, uçmaz.
Tek kanatlı kuş, çabucak baş aşağı düşer. Sonra uçmaya savaşır ama ya iki adımlık bir yer aşabilir, ya birazcık daha fazla.
Şüphe kuşu düşe kalka ümit yuvasına tek kanatla uçmaya savaşır.
Fakat şüpheden kurtuldu da bilgi sahibi oldu mu o tek kanatlı kuş,iki kanatlı kesilir. Kanatlarını açar.
Ondan sonra yüzüstü, eğri büğrü değil, doğru yolda güzelce uçar gider.

1515. Cebrail gibi iki kanatlı şüphesiz, hilesiz, kıyl ü kalsiz uçar.
Bütün âlem, ona “ Sen Tanrı yolundasın, dinin doğru” dese,
O onların lâfına güvenmez, o sözlerden gururlanmaz, onun tek canı, onlara çift olmaz.
Yahut herkes “ Sen yol azıtmışsın, kendini dağ sanıyorsun ama bir saman çöpüsün sen” dese,
Onların kınamasına aldırış etmez, onların kininden, hasedinden dertlenmez.

1520. Hattâ dağla deniz bile söze gelse de “ Sen sapıklıkla eş olmuşsun “ dese,
Bir zerre bile hayale düşmez, azıcık olsun kınayanların kınamasından elem duymaz.

Halkın ululaması ve alıcıların rağbeti yüzünden bir adamın hastalanması ve bir muallimin hikâyesi

Bir mektebin talebesi, hocalarından bıkmışlar, çalışıp çabalamadan usanmışlardı.
Ne yapıp yaparak bir iş becermek, bu suretle de muallimi derde düşürmek için birbirleriyle görüşüp danıştılar.
“ Hoca hiç hastalanmıyor ki birkaç günceğiz olsun mektebe gelmesin de rahat kalalım;

1525. Bu hapisten, bu darlıktan, bu çalışıp çabalamadan kurtulalım. Mermer kaya gibi yerinde durup duruyor” dediler.
İçlerinden birisi, en zekileriydi. Bir tedbir düşündü. “ Hocam, nasılsın, neden böyle benzin sararmış?
Hayır ola, rengin kaçmış senin… bu ya hava çarpmasından, ya sıtmadan derim.
Hoca, elbette bu sözden biraz olsun vehme düşer. Sen de bu çeşit sözlerle bana yardım edersin kardeşim.
Mektebin kapısından içeri girer girmez, “ Hayır ola hocam, bu halin ne” dedi.

1530. Vehmi biraz daha artar, akıllı adam bile vehimle delirir gider.
Üçüncü, dördüncü, beşinci olarak gelenler de bizden sonra bu çeşit sözler söyler, acıklanırlar.
Otuz çocuk da hep bu sözü söylerse adamı iyice vehim kaplar, iş olur biter” dedi.
Çocukların hepside “ Aferin zeki çocuk, bahtın daima yâver olsun, Tanrı sana yardım etsin” dediler.
Birleşip hiç birisinin bu kavilden, bu karardan dönmeyeceklerine ait kuvvetlice ahdettiler.

1535. Sonra o zeki çocuk, içlerinden kimsenin bunu söylememesi için hepsine yemin ettirdi.
O çocuğun bu tedbiri, hepsinin tedbirinden üstün olmuştu, onun aklı, bütün çocukların aklından ileriydi.
Güzellerin bazıları, nasıl bazılarından üstün, bir kısmı da öbürlerinden aşağıysa insanların akılları da fazla, yahut eksiktir.
Ahmed, “ Erlerin güzelliği, dillerinin altında gizlidir” mealinde bir söz söyledi.

İnsanların akılları, yaratılışta farklıdır, fakat Mutezile’ye göre müsavidir, artıklık, eksiklik, bilgi tahsilinden ileri gelir

Akıllardaki aykırılık, yaratılıştadır. Bu hususta Sünni’lerin sözünü dilemek, onların hükmünü kabul etmek gerek.

1540. Bu hüküm itizal ehlinin sözlerine aykırıdır. Onlar, “ Akıllar yaratılışta aynı derecededir,
Tecrübe ve öğreniş, aklı çoğaltır, azaltır, bu suretle bir adam, öbüründen daha bilgili olur” derler.
Bu söz bâtıldır. O zeki çocuk, herhangi ir meslekte tecrübe sahibi değildi ya.
Fakat o küçük çocuk, öyle bir tedbirde bulundu ki yüzlerce tecrübe sahibi ihtiyar, o tedbirinin kokusunu bile alamadı.
Zaten yaradılışta olan üstünlük, çalışıp çabalama, düşünüp taşınma ile elde edilen üstünlükten elbette iyidir.

1545. Sen söyle, Tanrı vergisi mi daha iyi, yoksa topal eşeğin rahvan atı taklidi mi?

Çocukların hocayı vehme düşürmeleri

Ertesi gün oldu. Çocuklar, bu düşünceyle mektebe geldiler.
Hepsi de dışarıda bu fikri ortaya atan zeki çocuğu bekliyorlardı.
Çünkü bu tedbirin kaynağı oydu. Baş, daima ayağın reisidir… Ayağı çekip götüren baştır.
A mukallit, gök nurunun bir kaynağı olan kişiden üstün olmayı isteme.

1550. Çocuk geldi, hocaya, selam verip “Hocam, hayır ola, benzin sararmış” dedi.
Hoca “Hasta filan değilim, saçmalama… geç yerine otur” dedi.
Dedi ama hatırına da bir vehim tozudur kondu, az bile olsa gönlüne bir endişedir düştü.
Derken öbür çocuk içeri girdi. O da öyle söyleyince o vehim arttı.
Böyle böyle vehmi arttıkça arttı. Haline şaştı kaldı, hasta olduğuna hükmetti.

Firavun’un da bu çeşit halkın ululamasından hasta düşmesi

1555. Kadın, erkek, çoluk, çocuk… halkın secde etmesi de Firavun’un gönlüne tesir etti, hastalandı.
Herkes ona Allah’sın, padişahsın dedikçe vehimlendi, bu vehimle öyle bir dereceye geldi ki,
Tanrılık, dâvasında yiğitleşti, ejderha kesildi, doymak nedir bilmez oldu!
Aklı cüz’inin âfeti vehimdir, zandır. Çünkü onun vatanı karanlıklar diyarındadır.
Yerde yarım arşın enlikte bir yol olsa insan, hiç vehimlenmeden rahatça yürür.

1560. Fakat yüksek bir duvarın üstünde gitsen yolun genişliği iki arşın olsa yine eğri büğrü gidersin.
Hattâ gönlüne düşen vehim yüzünden belki de düşersin. Vehimden gelen korkuya iyice dikkat et de vehimin kötülüğünü anla.

Hocanın vehimle hastalanması

Hoca vehimden korkudan hastalandı. Yerinden sıçrayıp kalktı, kilimini başına örttü.
“ Zaten sevgisi az, ben bu halde, olduğum halde halimi sormadı bile.
Rengimin solukluğunu, benzimin uçukluğunu haber bile vermedi. Bana kastediyor, benden kurtulmaya yol arıyor.

1565. Kendi güzelliğinden kendi cilvesinden kendisi sarhoş olmuş. Benimse haberim bile yok… Halbuki leğenim, damdan düşmüş, rüsvay olmuş gitmişim” diye karısına kızgın bir halde,
Evine gelip kapıyı şiddetle açtı. Çocuklarda hocanın ardından geliyordu.
Karısı, “Hayır ola, erken geldin. Allah esirgesin, başına kötü bir şey gelmesin de” dedi.
Hoca dedi ki. “ Kör müsün sen? Bir benzime, bir halime baksana. Yabancıların bile derdimle dertleniyor, feryada geliyor.
Sen evimin içinde olduğun halde bana düşmanlığından, bana karşı münafıklıkta bulunduğundan yanıp yakıldığımı, görmüyorsun bile”

1570. Kadın, “ A hocam, senin bir şeyin yok. Bu endişen mânasız ve saçma bir vehimden ibaret” dediyse de,
“ A kahpe inat mı ediyorsun? Halimde ki kırgınlığı, tir tir titrediğimi görmüyor musun?
Körsen benim ne cürmüm var? Ben kendi derdime düştüm, bu gussadan perişan bir haldeyim zaten” dedi.
Kadın “ Hocam, ayna getireyim de bak… Benim bir suçum var mı,  yalan söylüyor muyum, anla” dediyse de hoca,
“ Git, aynan da batsın, sen de bat. Zaten daima bana buğzetmede, daima bana kin gütmede, benimle inat edip durmadasın sen.

1575. Yatağı yay, yorganı getir… ben yatayım hele… başım ağırlaştı” dedi.
Kadın biraz duraklayınca “ Hadi behey düşman senin lâyığın bu laf, durmasana” diye bağırmaya başladı.

Hocanın, vehminden yatağa, yorgana düşmesi ve hastayım diye vehimlenerek inlemeye başlaması

Kocakarı, yatak yorgan getirip döşedi. “ İçi vehim ateşiyle dolu, imkan yok.
Bir şey söylesem beni itham edecek. Fakat söylemesem de bu hastalık sahiden hastalık haline gelecek.
Kötüye yorma, vehimlenme, insanı hiçbir hastalığı yokken hasta eder.

1580. Kabul edilmesi farz olan Peygamber hadisidir bu: Hasta değilken kendinizi hasta gösterirseniz sahiden hastalanırsınız.
Hasta değilim desem, bu karı yalnız kalmayı istiyor, yapacağı bir iş var.
Beni evden atacak, sonra da ne kötülükte bulunacaksa bulunacak diyebilir” dedi.
Hoca, yorganını çekip uzandı, ahlayıp puflamaya, inim inim inlemeye başladı.

1585. “ Bunca işler işledik, bunca düzenler düzdük; yine de zindandayız. Kurduğumuz yapı, kötü yapıymış, biz de kötü kurucular!” diyorlardı.

Çocukların, bizim Kur’an okumamızdan hocanın baş ağrısı artıyor diye onu ikinci defa olarak vehme düşürmeleri

O zeki çocuk, “ Arkadaşlar, dersinizi bağıra bağıra okuyun” dedi.
Hepsi birden bağıra  bağıra okumaya başlayınca dedi ki: “ Çocuklar, bizim bağırmamız hocaya fena gelir.
Bu gürültü hocanın baş ağrısını fazlalaştırır. Bu dert, bir kuruşa değer mi?
Hoca, doğru söylüyor, başımın ağrısı fazlalaştı. Hadi gidin!” dedi.

Çocukların bu hileyle mektepten kurtulmaları

1590. Çocuklar, yeri öpüp “ Kerem sahibi, hastalık, senden uzak olsun” dediler.
Mektepten fırlayıp tanelere uçuşan kuşlar gibi evlerine koşuştular.
Anneleri kızarak “Bu gün mektep var. Sizse oyuna dalmışsınız” dedi.
Özür getirip dediler ki: “ Dur hele anne, suç bizim değil, bizim kabahatimiz yok.
Nasılsa hocamız hastalandı, perişan bir hale geldi”

1595. Anneleri dedi ki. “Hile , düzen. Siz bir ayran için yüz yalan söylersiniz.
Hele sabah olsun, hocanıza gideyim de bu hilenin aslını öğreneyim”
Çocuklar, “ Peki, git de doğru mu söylüyoruz, yalan mı, anla” dediler.

Çocukların annelerinin hocayı dolaşmaya gitmeleri

Sabah olunca anneleri, hocayı dolaşmaya gittiler. Bir de baktılar ki hoca, ağır bir hastalığa tutulmuş, yatmakta.
Fazla örtündüğü, başını bağladığı, yüzünü kapattığı için kan-tere batmış.

1600. Hafif hafif ah etmekte. Hepsi Lâ havle demeye başladılar.
“ Hayrola hocam, bu baş ağrısı ne? Allah sağlık versin, vallahi hiç haberimiz yok” dediler.
Hoca” Benim de haberim yoktu. Bu kahpe oğulları haber verdiler işte,
Ben çalışıp çabalıyor, kıyl ü kaalle meşgul bulunuyordum, haberim bile yoktu. Meğerse içimde dehşetli bir hastalık varmış” dedi.
İnsan, bir işe ciddiyetle koyuldu mu hastalığını göremez, körleşir.

1605. Mısır kadınları da Yusuf’un güzelliğine daldılar, haberleri bile olmadı da,
Ellerini, bileklerini paramparça ettiler. Hayrete düşen ruh, ne önü görür, ne ardı!
Nice babayiğit erler vardır ki savaşta elleri, ayakları kesilir de,
Yine savaştan el çekmez, kendini sağlam sanırlar.
Fakat sonradan görür ki el kesilmiş, bir hayli de kan akmış da haberi bile yok!

Ten, ruhun elbisesine benzer, bu el de ruhun elinin yenidir, bu  ayak da ruhun ayağına giydiği mesttir

1610. Bil ki bu ten, elbiseye benzer. Yürü, bu elbiseyi giyeni ara, elbiseye sürünüp durma.
Ruha Tanrı’yı tevhit etmek hoş gelir. Görünmeyen bir başka el, ayak var.
Rüyada el, ayak görür, bir şey alır, bir yere gider, birisiyle görüşür, konuşursun ya… onu hakikat bil saçma zannetme.
Sen, bedensiz bir bedene sahipsin, gayri canının cisminden çıkacağından korkma.

Dağda halvet eden dervişin hikâyesi

”* Halktan çekilmenin ve yalnızlığın tatlılığı, Tanrı da, Ben, beni ananla bir yerde oturur, benimle ünsiyet bulanın enisi olurum demiştir. Bu söz de bu hikâyeye girer. Herkesle beraber bile olsa bensiz olduktan sonra hiç kimseyle beraber değilsin  demektir. Herkesten çekilmiş olsan bile yine benimle olduktan sonra herkesle berabersin

Dağlarda oturan bir derviş vardı. Yalnızlık, onun arkadaşı ve nedimiydi.

1615. Tanrı şarabını içmiş olduğundan erkeklerin sözlerinden de usanmıştı, kadınların sözlerinden de.
Bize bir yerde oturup yerleşmek nasıl kolay geliyorsa bazı kimselere de bir yerden bir yere gezip durmak öyle kolay gelir.
Sen, nasıl ululuğa âşıksan bir sanatkâr da mesela demirciliğe âşıktır.
Herkesi bir iş için yetiştirmişler, gönlüne o işin meylini vermişlerdir.
Gönülde bir meyil olmadıkça el, ayak nasıl hareket eder. Su, rüzgar olmadıkça çerçöp nasıl akar, savulur?

1620. Kendinde göğe doğru çıkmaya bir meyil gördün mü hüma kuşu gibi devlet kanadını hemen aç!
Fakat kendinde yeryüzüne bir meyil gördün mü feryat et , ağlayıp inlemeyi hiç bırakma.
Akıllılar önceden feryat ederler, bilgisizlerse işin sonunda başlarına vururlar!
Sen, işin önünde sonunu sor da kıyamet günü pişman olma.

Kuyumcunun, işin sonunu görerek kendisinden ödünç bir terazi isteyene ona göre söz söylemesi

Birisi, kuyumcunun birine giderek “ Altın tartacağım, bana terazini versene” dedi.

1625. Kuyumcu dedi ki. “ Babacığım, hadi git, bende kalbur yok!” Adam: “Alay etme benimle. Ver şu teraziyi” dedi.
Kuyumcu dedi ki. “ Dükkânımda süpürge yok” Adam: “ Kâfi yahu, bırak alayı”
Ben senden terazi istiyorum. Sağırlıktan gelme; şu tarafa, bu tarafa, bu tarafa gidip durma, ver teraziyi” dedi.
Kuyumcu dedi ki. “ Sağır değilim, sözünü duydum, söylediğim sözleri de mânasız sanma.
Sözünü duydum ama sen kuvveti, kudreti kalmamış bir ihtiyarsın, hiç şüphem yok, zayıflıktan elin titreyecek.

1630. Tartacağın altın da külçe değil, tozu var, kırık dökük bir şey. Elin titreyecek, yere dökeceksin,
Sonra bana bir süpürge ver de toza, toprağa dökülen altınımı süpüreyim diyeceksin.
Altını süpürüp bir yere toplayınca da güzelim, kalbur isterim diye tutturacaksın.
Ben, işin sonunu önceden gördüm, iyisi mi hadi sen başka bir yere git!”
*Artık o dağlıklarda yurt tutup, orada yiyen, içen tek ve ulu şeyhin hikâyesini tamamla.

Dağlardaki ağaçlardan meyve düşürmeyeyim, ağacı silkmeyeyim, hiç
kimseden açıkça, yahut gizli kapalı bir şey istemeyeyim, şu ağacı silk
demeyeyim, yalnız ağaçtan kendiliğinden düşen meyveleri yiyeyim diye
nezretmiş olan ve dağlarda halvet etmiş bulunan zâhidin hikâyesinin
son kısmı

O dağlarda ağaçlar, meyveler, sayısız elmalar, armutlar, narlar vardı.
*O derviş, meyvelerle gıdalanır, başka hiçbir şey yemezdi.

1635. Tanrı’ya “ Yarabbi seninle ahdım olsun. Bu ağaçlardan meyve toplamayayım.
Rüzgârla yere düşen meyvelerden başka hiçbir meyve yemeyeyim, elimi hiçbir dala uzatmayayım.” dedi.
Bir müddet nezrine vefa etti. Fakat nihayet kaza ve kaderin imtihanları çıkageldi.
Bu yüzden, sözlerinizde daima inşallah deyin, ahitlerinizde de Tanrı dilerse sözünü söyleyin.
Çünkü ben, gönüle her zaman başka bir meyil verir, her an gönüle başka bir dağ vururum.

1640. Biz her sabah yeni bi işte, yeni bir güçteyiz. Her şey, bizim dileğimize göre meydana gelir denmiştir.
Hadiste “ Gönül, ovada rüzgârlara tabi bir tüy benzer.
Rüzgâr, tüyü her tarafa uçurur, gâh sola, gâh sağa götürür durur.” denmektedir.
Başka bir hadiste de denmiştir ki: “ Bu gönlü ateş üstündeki kazanda kaynayan bir su bil!”
Gönlün her an başka bir dileği vardır. Fakat bu dilek kendisinden değildir, başka bir yerdendir.

1645. Şu halde gönlün reyine, gönlün dileğine neden emin olur da ahdeder, sonunda da pişman olur,nedamete düşersin?
Fakat bu yine de Tanrı’nın hükmündendir. Tanrı’nın takdiridir. Kuyuyu görürsün de çekinmeye kudretin olmaz.
Uçan kuşun tuzağı görmeyip hapse düşmesine taaccüb edilmez ki.
Şaşılacak şey şudur: Hem tuzağı görür, hem mıhı görür de yine sonunda ister istemez o tuzağa düşer!
Gözü açık kulağı açık, tuzak önde… yine de kendi kanadıyla tuzağa doğru uçar!

Kaza ve kader tuzağının eseri görünen, kendisi görünmeyen bir şeye benzemesi

1650. Bir kişizade görürsün… çula, çuvala bürünmüş, baş açık, belâlara uğramış.
Bir kahpenin sevdasıyla yanıp tutuşuyor. Elbiselerini, malını, mülkünü sarmış.
Elindeki, avucundaki gitmiş, adı kötüye çıkmış hor hakir bir hale gelmiş, düşmanlarının isteği gibi tepesi üstüne yuvarlanıp gidiyor!
Adamcağız bir zâhit gördü mü “ Ey ulu, Allah için bana bir himmet et.
Bu aşağılık ve kötü sevdaya düştüm, elimdeki maldan, altından, nimetten oldum.

1655. Bir himmet et, belki bu dertten kurtulur, bu kara balçıktan sıçrar, çıkarmı der”.
Halktan da dua etmelerini istemektedir. İleri gelenlerden de..“ Aman, beni kurtarın, kurtarın, kurtarın!” demektedir.
Eli de açık, ayağı da. Ne onu bağlamışlar, ne başında bir adam var, ne ayağın da bukağı!
A adam, hangi bağdan kurtulmak istiyor, hangi hapisten kaçmak diliyorsun?
Hangi bağdan olacak? Tertemiz ruhtan başka kimsenin göremediği takdir bağından gizli olan kaza bağından!

1660. Ortada değil görünmüyor, gizli ama zindandan da beter, demir zincirlerden de!
Çünkü demir zincirleri demirci kırabilir, bir adam zindanın temelini kazıp duvarını yıkabilir.
Fakat şaşılacak şey şu ki gizli olan kuvvetli bağı kırmaktan demirciler bile âcizdir.
O bağı Ahmed görebilir de, “ Boynunda da hurma lifinden bir ip var” der.
Ahmed, Ebuleheb’in karısının sırtındaki odun yükünü gördü de ona “ Odun hamalı” dedi.

1665. İpi de ondan başka kimse görmedi, odunu da. Ona  her görünmeyen şey, görünür.
Başkaları umumiyetle tevil ederler; bu akılsızlıktan böyle söylüyor derler. Sanki onların akılları başlarındaymış!
Tevil ederler ama hakikatte onun sırtı, o odun yükünün altında iki büklüm olmuştur, gözünün önünde feryat edip durmakta.
Bana bir dua edin., bir himmet edin de kurtulayım, şu gizli bağdan sıyrılayım demektetir.
Bu nişaneleri apaçık gören, nasıl olur da şakiyi saitten ayırt edemez.

1670. Bilir, tanır ama Tanrı sırrını açmak helâl olmadığından ululuk sahibi Tanrı’nın emriyle örter, gizler.
Bu sözün sonu yoktur, gelelim hikâyeye: O yoksul, açlıktan zayıf, perişan bir hale geldi, harekete bile mecali kalmadı.

Ağaçtan armut koparmamayı nezreden yoksulun âciz kalıp koparması ve derhal Tanrı azabının gelip çatması

Derviş tam beş gün armut ağacını silkmedi, fakat açlık ateşi de sabrını tüketmekteydi.
Bir dalda birkaç armut gördü, fakat yine sabredip kendisini çekti.
Bu sırada bir rüzgâr geldi, dalı eğdi. Dervişin nefsi, onları yemeye yeltendi, galebe de etti.

1675. Açlık, zayıflık, bir yandan da takdir, zâhidi nezrine vefadan alıkoydu.
Ahdini bir yana bıraktı, daldaki armudu kopardı, yedi.
Fakat hemencecik Tanrı azabı erişti, gözünü açtı, kulağını çekti.

Şeyhi de hırsızlarla beraber görerek hırsız sanıp elini kesmeleri

Yirmi tane, yahut daha fazla hırsız, oraya gelip konmuştu. Çaldıkları şeyleri aralarında pay ediyorlardı.
Birisi şahneye haber vermişti. Derhal şahnenin adamları oraya gelip hepsini yakaladılar.
*Şahne hiddete gelip cellâda “ Bunların ellerini, ayaklarını kes” dedi.

1680. Cellât, oracıkta hepsinin sol ayaklarıyla sağ ellerini kesmeye başladı. Bir gürültüdür koptu.
O arada zâhidin eli de yanlışlıkla kesildi. Cellât, ayağını kesmek üzereyken,
Rütbesi pek büyük bir atlı gelip yetişti, cellâda “ Behey köpek kendine gel.
Bu, filan Şeyhtir, Tanrı abdalıdır. Neden onun elini kestin ?” diye bağırdı.
Cellât, elbisesini yırtıp giderek yana yakıla şahneye hali anlattı.

1685. Şahneye yalınayak geldi, Tanrı şahit ki bilmedim diye özürler dilemeğe,
Ey kerem sahibi, ey cennetliklerin ulusu, bu kötü işi affet, hakkını helâl eyle. Beni bağışla demeye başladı.
Şeyh dedi ki: “Ben, bunun sebebini biliyor, suçumu anlıyorum.
Ben onun yemininin hürmetini terk ettim, onun adaleti de benim( yeminimi) sağ elimi kestirdi!
Ben kötü olduğunu bildiğim halde ahdimden döndüm. Bunun kötülüğü elime geldi.

1690. Ey vali, sevgilinin hükmüne elimiz de feda olsun, ayağımız da, beynimiz de, derimiz de!
Bu, bana kısmetmiş! Sana helâl ettim. Sen bilmeyerek yaptın, bir suçun yok ki.
Halimi bilenin, fermanı yürür. Tanrı emrine itiraz etmek nerede?”
Nice kuş vardır ki uçup tane arar… boğazı, boğazının kesilmesine sebep olur.
Nice kuş vardır ki açlık ve midesi yüzünden dam kenarında, kafes içinde mahpustur.

1695. Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.
Nice namuslu, örtülü kadın vardır ki ferciyle boğazının şomluğundan rüsvay olmuştur.
Nice bilgili ve iyi huylu kadı vardır ki boğazının yüzünden rüşvet almış, utanıp yüzü sararmıştır.
Hattâ Harut’la Marut bile o şarabı tatmışlardır da o şarap, onların göğe çıkmalarına mâni olmuştur.
Bayezid, bu yüzden çekindi, işte. Kendisinde namaz kılma hususunda bir tembellik gördü.

1700. O çok akıllı şeyh, sebebini düşündü, fazla su içmesinde buldu.
“ Tam bir yıl su içmeyeceğim” dedi. Dediğini de yaptı, Tanrı sabır ve tahammülünü verdi.
Onun bu pek ehemmiyetsiz mücahedesi, din içindi, bu yüzden de sultan oldu, ârifler kutbu oldu.
Şeyhin de eli boğazı yüzünden kesildi ve o zâhit adamın şikâyet kapısı bağlandı.
Adı halk arasında “ Şeyh-i Akta’- eli kesik şeyh-” kaldı, halk onu bu adla tanıdı.

Şeyh-i Akta’ın kerameti ve iki elle zembil örmesi

1705. Onu birisi ottan,çöpten yapılmış bir gölgelikte ziyaret etti. İki elle zembil örmekte olduğunu gördü.
Şeyh ona “ Ey canının düşmanı, neden böyle küstahlık edip yanıma geldin?
Neden izinsiz içeri girdin?” dedi. Adam, “ Sevgimden fazla iştiyakımdan” deyince,
Şeyh gülümsedi de dedi ki: “ Öyleyse gel… fakat ey ulu kişi, bunu gizle.
Ben ölmeden ne bir dosta, ne bir sevgiliye ne de bir aşağılık kişiye, hiç ama hiç kimseye söyleme!

1710. Bundan sonra bir bölük halk onu iki elle zembili örerken penceresinden gördüler.
Şeyh, “ Yarabbi, hikmetini sen bilirsin. Ben gizliyorum, sen aşikâr ediyorsun” dedi.
Ona şöyle ilham geldi. “ Birkaç kişi, senin elinin kesik olması kınadılar, sana münkir oldular.
O herhalde yolda yalancıydı ki Tanrı, onu bu, taife arasında rüsvay etti dediler.
Ben onların kâfir olmasını, bu azgınlıkla, bu sapıklıkla, bu kötü şüpheyle geçip gitmelerini istemem.

1715. Ben de şu kerameti aşikâr ettim, iş işlediğin vakit sana iki el ihsan ettiğimi gösterdim.
Ki o biçareler, hakkında kötü bir şüpheye düşüp de huzurumdan merdud olmasınlar.
Ben sana bu kerametler olmaksızın da daha önce bizzat teselliler verdim.
Bu kerametleri ise ancak onlar için verdim,bu mumu ancak onlar için yaktım.
Sen, ölümden, bedeninin cüzlerinin ayrılacağından korkmaktan geçtin.

1720. Sende, başının, ayağının gideceğine dair korku kalmadı. Vehmi bırakmak, senin için ulu bir siper oldu.”

Firavun sihirbazlarının elleriyle ayaklarının kesilmesine aldırış etmemelerindeki sebep

Firavun, sihirbazları yeryüzünde öldürmekle tehdit etmedi mi?
Sizin ellerinizi, ayaklarınızı çaprazına kestirir sizi asarım, affetmem demedi mi?
O, sihirbazların vehme düşeceklerini, korkacaklarının, vesveseye uğrayacaklarını sanıyordu.
Titremeye başlayacaklarını, ürküp korkacakların, bu tehditlerden vehmedeceklerini umuyordu.

1725. Bilmiyordu ki onlar, bu işlerden kurtulmuşlar, gönül nurunun göründüğü pencerenin önüne oturmuşlar…
Gölgelerinin, kendilerinden meydana geldiğini bilmişler, çevik bir hale gelmişlerdir.
Bu gül bahçesinde felek havanı, onları yüzlerce defa dövüp ezse bile,
Bu terkibin aslını görmüş olduklarından artık vehmin ferilerinden pek korkmazlar.
Bu âlem, bir rüyadır, zanna kapılma sen. Rüyada bir el kesilse bile zararı yok.

1730. Rüyada başın kesilse de hakikatte yine başın yerindedir, ömrün de uzun olur.
Rüyada kendini ikiye biçilmiş görsen bile kalktın mı vücudun da sağlamdır, bir hastalığında yoktur.
Hâsılı rüyada vücudunu noksan görmekten ne çıkar? Yüzlerce parçaya ayrılsan bile ne korkacaksın ki?
Suretle kaim olan bu cihan hakkında da Peygamber, uyuyanın gördüğü bir rüya dedi.
Sen, bu sözü taklit yoluyla kabul ettin, fakat salikler bunu rivayet edilmeden de gözleriyle gördüler.

1735. Sen gündüzün de uykudasın. Bu uyku değil deme. Gölge feridir, asıl ise ancak ay ışığından ibarettir.
Ey yiğit, bil ki uykun da uyanıklığın da uyuyan adamın rüya içinde rüya görmesine benzer.
Bu adam, kendisini uyuyorum sanır ama bilmez ki ikinci uykudadır, iki kat uyku içindedir.
Testici, bir testiyi kırarsa dilediği zaman yine yapar da.
Kör, her adımda kuyuya, çukura düşmekten korkarda binlerce korkuyla yol yürür.

1740. Fakat gören kişi yolun enini, boyunu görür, çukuru, kuyuyu bilir.
Her adımda ayakları, dizleri titremez. Her dertten yüzünü ekşitir mi ki?
Sihirbazlar, “ Ey firavun, halk, biz, her sesten, her gulyabaniden ürküp duracak adam değiliz.
Bizim hırkamızı yırt, onu diken var… olmasa bile çıplak olmamız daha iyi.
Bu güzeli çıplak olarak koçmamız daha hoş. A bir işe yaramaz , bir şey beceremez düşman!

1745. Tenden mizaçtan soyunmaktan daha hoş bir şey yoktur, a ilhama mazhar olmayan sersem Firavun!” dediler.

Devenin önünde giden katırın “ Ben yol yürürken ikide bir yüzüstü kapanıyorum, sense pek nadir düşüyorsun “ diye şikâyet etmesi

Katırın biri deveye “ Arkadaş, yokuş olsun, iniş olsun en dar yolda bile,
Sen güzelce gidiyor, hiç kapaklanmıyorsun. Bense durmadan tepesi üstü düşüp duruyorum.
Yol ister kuru olsun, ister balçık… daima yüzüstü kapaklanıyorum.
Bunun sebebi ne? Bana bir söyle de ne yapmalı, nasıl etmeli anlayayım” dedi.

1750. Deve dedi ki: “ Benim gözüm senin gözünden daha kuvvetlidir, daha iyi görür.
*Sonra ben, yukardan bakmaktayım, bu sebeple hiç yüzüstü düşmem.
Yüce bir dağın başına çıktım mı en son çukuru bile görürüm.
Tanrı, bütün inişleri çıkışları özüme gösterir.
Her adımımı nereye atacaksam görür de öyle atarım. Bu yüzden de sürçmekten, düşmekten kurtulurum.
Sense iki üç adım ötesini görmezsin. Taneyi görürsün de tuzağı görmezsin.

1755. Konak, iniş ve yürüyüş yerlerinde hiç körle gözlü bir olur mu?
Tanrı, ana karnında ki çocuğa can verdi mi mizacına vücudunu kuvvetlendirecek cüzüleri çekmek kabiliyetini verir.
Yediği şeylerle bu cüzüleri çeker, bu suretle de cisminin nescini dokur durur.
Tanrı, insana kırk yaşına kadar bu cüzüleri çekme kabiliyetini, bu hırsı verir, o da kendisini yetiştirir büyür, gelişir, kuvvetlenir.
Ruha, cüzüleri çekmeyi öğreten o tek padişah, nasıl olur da cesedin cüzüleri bir araya getirmeyi bilmez?

1760. Bu ruh zerrelerini bir araya toplayan, sana hayat kabiliyetini veren güneş, gıda vasıtasıyla olmaksızın da varlığının zerrelerini toplayıp bir araya getirmeyi bilir.
Uykudan uyanınca senden gitmiş olan akıl ve duyguyu yine sana iade eder.
Buna bak da ölünce de bil ki onlar kaybolmaz, Tanrı geri gel diye ferman etti mi gelirler.

Uzeyr Aleyhisselâm’ın merkebinin cüc’ülerinin çürüdükden sonra Tanrı izniyle bir araya gelip Uzeyr’in gözünün önünde dirilmesi

Tanrı dedi ki. “ Uzeyr, eşeğine bir iyice bak. Çürümüş etleri dökülmüş…
Onun cüz’ülerini gözünün önünde bir araya getirecek, başını, kuyruğunu, kulaklarını, ayaklarını düzüp koşacağım.

1765. Görünürde bir el olmadığı halde bütün cüz’üleri bir araya getiren, cesedin parçalarını bir yere toplayan benim.
Şu yama yamama sanatına bak hele. Eski palasları iğnesiz dikip durmada
Diktiği sıralarda ne ip var, ne iğne. Fakat öyle bir diker ki ortada terzi bile görünmez.
Gözünü aç da haşri apaşikâr gör… kıyamette hiçbir şüphen kalmasın.
Varlık zerrelerini nasıl tamamıyla topluyorum, gör de ölürken bu hayata sarılıp titreme.

1770. Uyurken bedeninin duygularının mahvolmayacağından eminsin ya.
Uykun geldi mi duyguların dağılır, harap bir hale gelir ama mahvolacaklar diye korkup titremezsin”

Bir şeyhin, oğullarının ölümüne ağlaması

Bundan önce yol gösteren bir şeyh vardı. Yeryüzünde adeta göğe mensup bir çırağdı.
Ümmetler içinde peygambere benzer, halka cennet bahçelerinin kapılarını açardı.
Peygamber, “ İleri giden şeyh, kavminin arasında peygambere benzer” dedi.

1775. Bir sabah evindekiler ona dediler ki: “ A güzel huylu, nasıl da yüreğin katı, neden böylesin sen,
Biz, senin oğullarının ölümünden iki büklüm oluyor, zarı zarı ağlıyoruz da,
Sen hiç ağlamıyor, feryat etmiyorsun bile. Bu neden ki: Yoksa gönlünde merhamet mi yok.
Yüreğinde merhamet yoksa senden ne umabiliriz ki?
Ey ulumuz, rehberimiz, kıyamette bizi bırakmaz diyoruz, ümidimiz sende.

1780. Mahşer günü tahtı bezedikleri zaman o şiddetli günde bize sen şefaat edersin diyoruz.
Öyle bir amansız günde senin ihsanına ümit bağlamışız.
Hiçbir mücrime aman verilmeyen o gün el bizim, etek senin!
Peygamber, “ Kıyamet günü suçluları ağlar, inler bir halde nasıl terk ederiz?
Ben o gün canla başla onların suçlarını affettirir, onlara şefaat eder, onları ağır işkencelerden kurtarırım.

1785. Suçluları, büyük günahlarda bulunanları çalışıp çabalar, ne yapıp yapıp Tanrı azabından halâs ederim.
Ümmetimin iyileri zaten kurtulurlar, o azap günü benim şefaatime ihtiyaçları olmaz.
Hattâ onlar bile suçlulara şefaat ederler, onların bile sözleri geçer, hükümleri yürür.
Hiç kimse, başkasının suçunu almaz, yükünü yüklenmez… yüklenmez ama yüklenen ben değilim ki, onların yüklerini alan, onları hafifleten Tanrı’dır.” dedi.
Civanım, yükü olmayan şeyhtir. Tanrı onu eldeki yay gibi eline almış, kabul etmiştir.

1790. Şeyh kime derler? İhtiyara, yani saçı sakalı ağarmış adama derler. Fakat ey ümitsiz adam, bunun mânasını bil.
Kara saç, kara sakal, onun varlığıdır. Varlığından tek bir kıl bile kalmamalı.
Birisinin varlığı kalmadı mı pir ona derler. İster saçı sakalı siyah olsun, ister kır.
O kara saç, kara sakal, insanlık sıfatıdır. Söylediğimiz kıl, sakal, bıyık kılları söylediğimiz saç baştaki değildir.
İsa, beşikte “ Genç olmadan şeyhsiz, piriz” diye bağırır.

1795. Oğul, insan, insanlık sıfatlarının bir kısmından kurtuldu mu şeyh olmaz, fakat olgun bir adam olur.
İnsanlık sıfatlarından bir tek kara kıl bile kalmadı mı şeyh olur, Tanrı’ya makbul bir adam haline gelir.
Fakat bir adam yaşlansa da saçı sakalı ağarsa hakikatte ne pirdir, ne Tanrı hası!
Varlığında insanlık sıfatlarından bir tek kıl bile kalsa mensub olamaz, âlem halkından birisidir o!

Şeyh’in, oğullarına ağlamadığına özür getirmesi

Şeyh, kendisine bu sözü söyleyen karısına dedi ki: “ Arkadaş, merhametim, şefkatim yok, yüreğim katı sanma,

1800. Biz, kâfirler, Tanrı’ya küfranı nimette bulunmuş olmakla beraber onlara acırız.
Hattâ halk onları taşlıyor diye köpeklere acırız.
Ben beni ısıran köpeğe de dua eder, Yarabbi sen onu bu huydan vazgeçir,
Adamları ısırmasın da halkın taşını, topacını yemesin derim.
Tanrı, velîleri âlemlere rahmet olmak üzere yeryüzüne getirmiştir.

1805. Onlar, halkı Tanrı’nın haremine davet ederler, Hakk’a da “ Yarabbi bunları sen kurtar “ diye dua ederler.
Bu yüzden halka usanmadan öğüt verirler. Halk, öğütlerini kabul etmedi mi, “ Yarabbi, sen bunlara acı sen kapını kapama “ derler.
Halkın mazhar olduğu rahmet, cüz’i rahmettir. Fakat himmet sahibi er, külli rahmete mazhardır.
Tanrı’nın cüz’i rahmetine mazhar olan, küllî rahmete ulaştı mı rahmet denizi kesilir, yol gösterici olur.
Ey cüz’i rahmet, külle ulaş… ey külli rahmet sen de yürü, halka yol göster.

1810. Cüz’i rahmete mazhar olan ve o mertebede kalan, denizin yolunu bilmez. Kuyuları da denize benzer sanır!
Denizin yolunu bilmedikçe nasıl yol alır, halkı nasıl denize götürür, denize ulaştırır?
Sel ve nehir gibi denize kadar akıp gitti mi o vakit denize ulaşır, denizle birleşir.
Bundan önce halkı davet etse bile bu daveti taklittir. Yolu, varılacak makamı görerek yahut Tanrı’dan vahiy ve ilhamla, Tanrı kuvvetiyle değil!”
Kadın, “ Peki madem ki herkese acıyorsun, bu sürünün çobanı gibi sürünün etrafında dönüp dolaşıyorsun demektir.

1815. Ecel cellâdı, oğullarını vurup öldürdüğü halde nasıl oluyor da kendi oğluna ağlamıyorsun?
Gözyaşları, merhamete delildir, yürek yanmadıkça göz yaşaramaz, neden gözlerinde yaş yok, niçin ağlamıyorsun ya?” dedi.
Şeyh kadına yüz çevirip dedi ki. “ Kocakarı, kış mevsimi, temmuz ayına benzemez.
İsterse hepsi ölsün, isterse diri kalsın… gönül gözünden kaybolmuyorlar ki!
Onları gözümün önünde görüp dururken neden senin gibi yüzümü yırtayım?

1820. Zamanın devranından çıktılar… çıktılar ama onlar yine benimle beraber, etrafımda oynayıp duruyorlar!
Ağlayış ya elemden olur, ya ayrılıktan. Halbuki ben aziz sevgililerimle vuslattayım, koşuşup duruyorum.
Halk onları rüyada görür, bense uyanıkken onları apaşikâr görüyorum.
Bu cihandan kendimi gizledim mi, duygu yaprağını varlık ağacından silktim mi onlarla beraberim.
Kadınım, duygu akla esirdir, fakat bil ki akılda ruhun esiridir.

1825. Can, aklın bağlı olan ellerini çözdü mü haline imkân bulunmayan işleri de yapar, düzer.
Duygularla düşünceler, duru suyun yüzünü çer çöp gibi kaplamıştır.
Aklın eli, onları bir tarafa atar, su meydana çıkar.
Çerçöp habbeler gibi suyun yüzünü örter. Fakat bunlar bir tarafa sürüldü mü su görünür.
Tanrı, aklın elini açmadıkça hava, suyumuzun yüzünü çerçöple, süprüntüyle doldurur.

1830. Suyu daima örter; hava buna güler; akılsa ağlar durur.
Tanrı korkusu, havanın ellerini bağlarsa Hakk aklın ellerini çözer.
Hizmetkârın âkil olursa sana galip olan duygularda mahkûmun olur.
Gayba mensup sırlar, can âleminden zuhur etsin diye duyguları zâhirî olmayan bir uykuya daldırır da,
İnsan uyanıkken rüyalar da görür, insana gök kapıları da açılır.

Kör Şeyhin Kur’an’ı yüzünden okuması ve Kur’an okurken gözlerinin görmesi

Yoksul şeyhin biri, bir vakitler kör bir pîrin evinde bir mushaf gördü.
Temmuz ayı idi, ona mihman olmuştu: O iki zâhit, birkaç gün bir araya gelmişlerdi.
Kendi kendisine “ Burada mushafın ne işi var? Bu adam kör” dedi.
Bu düşünceye düştü, huzuru kaçtı; “ Burada bu körden başka kimse de yok, bu ne iş?
Burada yalnız o var, bir de buraya mushaf koymuş. Ben ne bunağım, ne sersem…

1840. Onun için hiçbir şey sormayayım, sabredeyim de sabırla muradıma erişeyim” dedi.
Sabretti, bir müddet gönlü sıkıldı, fakat nihayet meseleyi anladı. Çünkü sabır, genişliğin anahtarıdır.

Lokman’ın Davud aleyhisselâm’ı demir halkalar yaparken görüp merak etmesi, sabredersem elbette anlarım diye sormayıp sabretmesi

Lokman, tertemiz Davud’un yanına gitmiş, onun demir halkalar yapmakta olduğunu görmüştü.
O yüce padişah demir halkalar yapıyor, halkaları birbirine takıyordu.
Lokman silah yapma sanatını pek görmemişti, şaşırıp kaldı, vesveseleri arttı.

1845. Bu nedir acaba, şunu bir sorsam, bu kat kat halkalarla ne yapıyorsun desem, dedi.
Sonra yine kendi kendisine dedi ki: “ Dur hele sabır daha iyi. Sabır, adamı maksadına çabucak ulaştırır.
Sormazsam iş daha çabuk anlaşılır. Sabırlı kuş, bütün kuşlardan daha iyi uçar.
Fakat sorarsam maksadı daha geç anlarım, kolaycacık anlayacağım şey, bu sorgumla güçleşir.
Lokman, orada bir müddet sabredip durdu. Bu müddet içinde Davud da zırhı yapıp tamamladı.

1850. Kerem ve sabır sahibi Lokman’ın önünde bedenine geçirip giyindi.
“ Civanım, bu, savaşta yaralanmamak için güzel bir elbisedir” dedi.
Lokman dedi ki. “ Sabır da güzel bir iş. Her dertte ona sığınmak gerek, her gamı o giderir.”
A kişi “ Vel asri” suresinin sonunu dikkatlice oku da bak. Tanrı o surede sabrı hakla beraber andı, sabrı hakka eş etti.
Tanrı, yüz binlerce kimya yarattı ama insan, sabır gibi bir kimya görmedi.

Körün Mushaf okuması hikâyesinin sonu

1855. Konuk da sabretti. Ansızın müşkül halloldu, anlamak istediğini anladı.
Gece yarısı Kur’an sesini duydu. Uykusundan sıçradı, şu acayip şeyi gördü:
Kör, mushaftan Kur’an okumaktaydı. Hem de doğru olarak okuyordu. Sabırsızlandı, bu hali sordu, dedi ki: “
“Gözün kör olduğu halde şaştım doğrusu, bu satırları nasıl okuyabiliyorsun sen?
Okuduğun satıra bakmakta, elini okuduğun harflerin üstünde gezdirmektesin.

1860. Parmağını satırlar üstünde gezdirişinden anlaşılıyor, mutlaka harfleri görüyorsun.”
Kör dedi ki. “ Ey ten bilgisizliğinden kurtulan, bunu Tanrı yapamaz mı ki? Neye şaşırıyorsun?
Ben Tanrı’ya, ey yardımcım olan Allah, ey yardım dilenen Rabbim, adam canına nasıl düşkünse ben de Kur’an okumaya öyle düşkünüm.
Fakat hafız değilim ki, Yarabbi Kur’an okuyacağım vakit gözlerime illetsiz bir nur ver,
Benim gözlerimi aç da Kur’an’ı elime alıp okuyayım diye dua ettim.

1865. Tanrı’dan ey Kur’an’a düşkün adam, ey her dertte bize yüz tutan, bizden ümidini kesmeyen kişi,
Senin bize karşı öyle bir hüsnü zan, o ümit, sana daima yücel, yüksel demekte.
Ne vakit Kur’an okumak istersen, ne vakit mushafı eline alırsan,
Ben de o zaman sana gözlerinin nurunu bağışlayacağım ey yaratılışı büyük kişi, diye nida geldi.
Öyle de yaptı Tanrım, ben ne vakit okumak üzere mushafı elime alır, açarsam,

1870. Her şeyi bilen, hiçbir işten gafil olmayan o ulu padişah.
O tek Tanrı, gece çırağı gibi gözlerimin nurunu ihsan etmekte”
Tanrı, ne alırsa ona karşılık ihsanda bulunur. Velî bu sebeple Tanrı’ya itiraz etmez.
Bağını mı yaktı? Sana bir bağ dolusu üzüm ihsan eder; yas içinde neşe verir.
O elsiz çolağa da el verir, gamlara maden olan kişiye neşeli, sarhoş bir gönül bağışlar.

1875. Kaybettiğimiz şey büyük ve değerli bir şey bile olsa mademki bize karşılık olarak ihsanlarda bulunuyor, şu halde itiraz etmemize imkân yok.
Ortada ateş olmadığı halde bana hararet verdikten, beni ısıttıktan sonra ateşimi söndürse de razıyım.
Madem ki mumsuz da aydınlık vermekte, mumun sönüşüne neye feryat ediyorsun?

Bazı velîler, Tanrı hükümlerine razı olurlar Yarabbi, bu hükmü çevir diye niyaz etmezler

Şimdi, dünyada hiç itiraz etmeyen yolcuların hallerini işit.
Velîlerden dua edenler, gâh diken, gâh sökenler var. Bunlar başka.

1880. Bir de velîlerden öylelerini tanırım ki ağızları yumulmuştur, hiç dua etmezler.
O, ulular, Tanrı hükümlerine razı olmuşlardır, takdirin def’ine çalışmak onlara haramdır.
Bunlar, kaza ve kaderde hususi bir zevk bulurlar, bundan kurtulmayı dilemek onlarca küfürdür.
Tanrı bunların gönlüne öyle bir hüsnü zan vermiştir ki derde düşüp hiç yaslanmazlar, gök renkli yas elbisesi giymezler.

Behlûl’ün dervişe sual sorması

Behlül, dervişin birine “ Derviş, nasılsın? Anlat bakalım?” dedi.
Derviş, Dünyadaki işler daima bir adamın dilediği gibi olur;
Seller, ırmaklar muradınca akar, yıldızlar hükmünce hükmeder;
Hayatla ölüm, ona çavuş olur, emrine uyup dilediği yere gider.
Nereye dilerse baş sağlığı haberi yollar, nereye dilerse kutlu olsun derse…
Yolcuların hepsi, onu izler, yolda kalanlar onun tuzağına tutulursa…

1890. Onun fermanı, onun rızası olmadıkça âlemde hiçbir ağız gülmezse bu adamın hali nasıldır? İşte o haldeyim ben” dedi.
Behlûl, padişahım doğru söyledin. Bu hale sahip olduğun nurundan da belli, yüzünden de görünüp durmakta.
Böylesin, hatta yüz mislisin… doğru ama bunu bir güzelce anlat.
Öyle bir anlat ki duyunca fazilet sahibi de kabul etsin, bir şeyden anlamaz adam da.
Herkesin aklının ereceği, fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat.

1895. Söz söyleyen kemal sahibi olursa söz söyleme sofrasını yaydı mı sofrası, her çeşit aşlarla doludur.
Hiçbir konuk mahrum kalmaz. Herkes o sofrada kendi gıdasını bulur.
O sofra, Kur’an’a benzer; Kur’an’ın da yedi mânası vardır; alelâde halk da ondan doyar, halkın bilgide, irfanda ileri gelenleri de” dedi.
Derviş dedi ki: “ Herkesçe şu muhakkaktır ki âlem Tanrı emrine râm olmuştur.
O padişahın kaza ve kaderi olmadıkça ağaçtan yaprak bile düşmez.

1900. Tanrı lokmaya, gir içeri diye emretmedikçe boğazdan lokma bile geçmez.
İnsanların yuları, dizgini olan, insanları dilediği yere sürüp götüren istekler de o gani Tanrının emriyle meydana gelir.
Yeryüzünde olsun, göklerde olsun… bir zerre bile onun hükmü olmadıkça kanat çırpmaz, harekete gelemez;
Onun yürür ve kadim fermanı olmadıkça kımıldayamaz bile. Bunu anlatmaya imkân da yoktur, bu hususta ısrar da hoş değil.
Ağaçların yapraklarını kim sayabilir? sonu olmayan şey, nasıl söze sığar?

1905. Sen şu kadar duy, madem ki bütün işler, Tanrı’nın emrine tabi; Tanrı’nın emri olmadıkça hiçbir şey olmuyor.
Tanrı’nın takdiri, kulun rızası olur; kul Tanrı takdirine rıza verir, onun hükmünü diler, isterse…
Zorla, yahut sevaba girmek için değil de bu razılık, kendiliğinden meydana gelir, ona hoş görünürse,
Artık o kul yaşamayı bu lezzetli hayattan zevk almak için istemez. Hayatı kendisi için istenen bir şey olmaktan çıkar.
Ezelî emir, neyse ona uyarı hayatla ölüm, onun yanında bir olur.

1910. Yaşarsa Tanrı için yaşar,mal, mülk ve hazine için değil… Ölürse Tanrı için ölür, korkudan hastalıktan değil!
İmanı, onun dileği, onun rızası içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil!
Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir, Allah içindir.
Bu ahlâk, ona ezelden verilmiştir; gözü ve sevgilinin cemalinin güzelliğiyle dolmu,ş aydın olmuştur.
Bu çeşit kul, Tanrı rızasını görünce güler, neşelenir. Kaza, ona şekerle yapılmış helva gibi gelir.

1915. Bu kulun huyu ve yaradılışı böyle olursa âlem, onun emrine, onun fermanına tabi değil de nedir?”
Peki… neden dua edip de Yarabbi, bu takdiri sen tebdil et diye yalvarsın?
İşte şeyhe göre Tanrı rızası bakımından kendi ölümü de evlâtlarının ölümü de helva gibiydi.
O vefakâr, o yoksul şeyhe evlât ölümü, kadayıf gibi gelmişti.
O halde Tanrı rızasını, duada görmedikçe neden dua etsin?

1920. Doğru yolu bulan bu çeşit kulun şefaati de acımaktan değildir, duası da.
O, Tanrı aşkının mumunu yakar yakmaz kendi acımasını da yakmış yandırmıştır.
Onun aşkı, vasıflarına cehennem kesilmiştir O, kendi vasıflarını kıldan kıla tamamıyla yakmıştır.
Fakat geceleyin yol alanlar, bunları nereden anlayacaklar? Bunları Dekukî gibi yalnız bu devlete koşan, devlete ulaşan kişi bilir!

Dekukî ve kerametleri

Dekukî , iyi bir hale sahipti. Âşık ve keramet sahibi bir zat.

1925. Yeryüzünde gökteki ay gibi seyreder dururdu. Gece yolcularının gönülleri, onunla aydınlanır, nurlanırdı.
Bir yerde az otururdu, bir köyde iki günden fazla kalmazdı.
“ Bir evde iki günden fazla otursam kalbimde oranın sevgisi alevlenir.
Eve barka mağrur olmaktan çekinir, hadi ey nefis zenginleşmek, bir şey elde etmek için sefere düş derim;
İmtihanda muvaffak olması için kalbimi hiçbir yere alıştırmam derdi.

1930. Gündüzleri yol yürür, sefer eder, geceleri ibadette bulunur, namaz kılardı. Gözü açıktı o erin…padişahı görürdü, bir doğan kuşuna benzerdi.
Halktan çekilmişti, fakat huyunun kötülüğünden değil… Kadından da ayrılmıştı, erkekten de, fakat ikilik korkusuyla değil!
Halka şefkat gösterirdi, su gibi faydalıydı, onlara güzel bir şefaatçıydı, duası da Tanrı tarafından kabul edilirdi.
Daima iyiyi de esirgerdi, kötüyü de… herkese karşı anadan daha iyi babadan daha düşkün ve muhabbetliydi.
Peygamber: “ Ey ulular, ben size baba gibi şefkat ederim, sizi babanız gibi severim.

1935. Çünkü siz benim cüz’lerimsiniz. Neden cüz’ü külden ayırırsınız?” demiştir.
Cüz, külden ayrıldı mı bir işe yaramaz. Tenden bir uzuv kesildi mi o uzuv, murdar olur.
Tekrar aslına ulaşmazsa ölür kalır, candan haberi bile olmaz.
Oynasa, hareket etse bile bu, onun diriliğine delil olamaz. Senin kesilen uzvun da bir müddet oynar, hareket eder.
Cüz, külden ayrılırsa bir tarafa gider, kaybolur, kül de noksan kalır. Fakat bu bahsettiğimiz kül o noksan kalan kül değildir.

1940. O küllün kesilmesi, ulanması söze sığmaz ama misal için ( zaruri olarak) nâkıs bir şey söylüyoruz.

Dekukî hikâyesine dönüş

Peygamber, Ali’ye de temsil yoluyla aslan demiştir. Aslan onun benzeri değildir ama misal bu… böyle demiştir işte…
Sen misalden, benzerden, aralarındaki farktan vazgeç de Dekukî hikâyesine gel civanım.
Dekukî, fetvada âdeta halkın imamıydı, takva topunu meleklerden bile çelmişti.
Bir yerde durup dinlenmede gezip tozmada ayı bile mat etmişti. Dindarlıkta din bile ona haset ederdi.

1945. Bu kadar takva ve ibadetle, bu derece evrada, zikre koyulmuş olmakla beraber yine de daima Tanrı haslarını arardı.
Zaten seferden asıl maksadı da buydu, bir an olsun Tanrı hasına rastlayayım demekteydi.
Yola düştü mü, Yarabbi, beni haslarından birisine ulaştır, ona arkadaş et.
Yarabbi, tanıdığım erlere gönlüm kuldur. Köledir.
Canım Allah’ım, tanımadıklarımı da hicap içinde düşmüş kuluna merhametli kıl, derdi.

1950. Tanrı ey ulular ulusu, bu ne aşk, bu ne susuzluk? Beni seviyorsun ya… başkasını ne yapacaksın? der;
O da şöyle cevap verirdi! Ey sırları bilen Rabbim, niyaz yolunu gönlüme açan, gösteren sensin.
Denizin ortasındayım ama yine de testideki suya tamahım var.
Ben Davud’a benziyorum, doksan koyunum var ama arkadaşımın bir koyununa da tamah ediyorum.

1955. Senin aşkında haris olmak övülecek bir şeydir, bir yüceliktir.Fakat senden başkasının aşkına düşüp de harislikte bulunmak ayıptır, ardır.
Erlerin şehveti, erlerin hırsı, önden gelir, puştların hırsıysa ayıp bir şeydir, kötü bir yoldur.
Erkeklerin hırsı öne aittir, puştların hırsı arda ait!
O hırs erliğin kemalidir, bu hırs rezalettir, soğuk ve kötü bir şeydir.
Ah burada pek gizli bir sır var. Öyle bir sır var ki onu anlamak için Musa bir Hızır’a koştu.

1960. Sen de suya kanmamış bir susuz gibi, Allah için olsun, elde ettiğine kanaat etme, durma!
Bu kapıda nihayetsiz makamlar var. Baş köşeyi bırak, senin baş köşen yoldur!

Musa’nın, ulu bir peygamber olduğu, Tanrı’ya pek yakın bir makamda bulunduğu halde Hızır’ı arayıp sır öğrenmeye girmesi

Ey kerem sahibi, bunu Musa’dan öğren. Kelîm bile iştiyakından bak, ne diyor:
Bunca makama sahip olduğum, yüce bir peygamber bulunduğum halde kendimi görmüyor, kendime varlık vermiyorum, Hızır’ı aramaktayım.
Ona, “ Ey Musa, sen kavmini bıraktın, bir izi kutlu kişinin ardına düştün.

1965. Öyle bir ulusun ki korkudan da kurtulmuşsun, ricadan da; niceye dek dönüp dolaşacaksın, ne vakte kadar arayacaksın?
Aradığın sende… bunu sen de bilirsin. Ey gök, ne vakte dek yerin etrafında dönüp duracaksın? dediler.
Musa “ Beni bu kadar kınamayın, güneşte ayın yolunu kesmeye savaşmayın.
Ben, zamanın padişahıyla sohbet etmek için ta Mecmaal Bahreyn’e kadar gideceğim.
Hakikate ulaşmak için Hızır’ı sebep edecek, ona ulaşıncaya kadar yürüyecek, nice zamanlar sefer edip duracağım.

1970. Yıllarca bu kanatlarımla o uğurda uçacağım. Yıllarda nedir ki? Binlerce yıllar koşacağım.
Bu binlerce yıllar uçup gitmeme değmez mi yoksa? Ben sevgilinin aşkını ekmek aşkından daha âdi görmem!
Bu sözün sonu gelmez. Sen yine Dedukî’nin hikâyesini söyle!

Yine Dekukî hikâyesi

Tanrı Rahmet etsin, Dedukî dedi ki: Nice zamandır doğuda, batıda sefer edip dururum.
Yıllarca, aylarca bir ay yüzlünün aşkıyla gittim. Ne yoldan haberim vardı, ne belden! Tanrı kudretlerine hayran bir halde yürüdüm.

1975. Birisi ona : “ Dikenliklerde, taşlıklarda yalınayak mı gidiyorsun?” dedi. Dekukî dedi ki: “ Ben hayretler içindeyim, kendimde değilim ki.
Sen bu ayakları yere basıyor sanma, öyle görme. Çünkü âşık şüphe yok ki gönül yurduna sefer eder.
Gönül, sevgilinin sarhoşudur: yoldan, konaktan yolun kısalığından, uzunluğundan ne haberi var”
Yolun uzunluğu, kısalığı, tenin vasıflarıdır. Ruhların gidişi başka çeşit bir gidiştir.
Sen, meni iken akıl âlemine kadar sefer edip geldin. Bu seferinde ne adım attın, ne bir yerde konakladın, ne de bir yerden bir yere göçtün.

1980. Canın gezip yürümesi, keyfiyetten hariçtir, anlatılamaz. Cismimiz de gezmeyi candan öğrendi.
Dekukî de cisim âleminde olan gezmeyi gayri bıraktı da mânevi bir keyfiyete büründü, gizlice ve keyfiyetsiz olarak gitmekte.
Dekukî dedi ki: “ Bir gün, sevgilinin nurlarını insanda görmeye iştiyakım arttı.
Katrede bahri muhiti, zerrede güneşi görmek arzusuna düştüm.
Gide gide bir deniz kıyısına vardım. Vakit gecikmişti, akşam olmuştu.

Kıyıda yedi mum görünmesi

1985. Ansızın ta uzaktan o sahilde yedi mum gördüm, mumların bulunduğu yere doğru koşmaya başladım.
O yedi mumun her birinin nuru gökyüzüne kadar vurmuştu.
Hayretlere düştüm, hattâ hayret bile hayran oldu. Hayret dalgası aklımın başından aştı!
“ Bu mumlar, ne çeşit mum? Halk nasıl oluyor da bunları görmüyor;
Aydan daha aydın olan mumlar durup dururken başka bir mum arıyor?

1990. Halkın gözünde ne şaşılacak bir bağ var ki bunları görmüyor. Tanrı doğru yolu dilediğine gösteriyor sahiden” diyordum.

O yedi mumun bir mum oluşu

Bir de baktım ki o yedi mum bir mum oldu. Nuru, gökyüzünü bile delip geçmekteydi.
Sonra yine o tek mum, yedi mum oldu. Benim sarhoşluğum, hayretim arttı.
O mumların birleşmesini dille anlatmaya imkân yok ki!
Gözün bir an içinde gördüğünü dil, yıllarca söylese anlatamaz.

1995. Kulak idrâkin bir ân içinde gördüğü şeyleri, yıllarca dinlese bitmez.
Mademki bunun sonu yok, hadi, var, yine o hamdinde âciz olduğum şeyi anlat!
O mumlar ulu Tanrı’dan ne çeşit nişanelerdir diye koşa koşa gidiyordum.
Derken kendimden geçtim, acelemden yere yıkıldım, harap oldum.
Topraklara serildim, bir müddet akılsız, idrâksiz bir halde kaldım.

2000. Sonra kendime gelip yine kalktım, yola düştüm. Fakat bir yere gidiyordum ki ne başım bendeydi ne ayağım!

Mumların yedi adam şeklinde görünmesi

Derken bu yedi mum, nurların ta lâcivert kubbeye kadar yükselen,
Gündüzün nurlarını bile bir karaltı gibi gösteren, aydınlıklarıyla bütün nurları silip süpüren yedi adam şekline girdi.

Mumların yedi tane ağaç olması

Sonra o yedi adam, yedi tane ağaç oldu. İnsan yeşilliklerinden neşeleniyordu.
Yapraklarının çokluğundan dalları görünmemekte, meyvelerinin bolluğundan yaprakları kaybolmaktaydı.

2005. Dallar ta Sidre’ye kadar yükselmiş… hattâ Sidre de ne oluyor? Halâ’yı bile aşmıştı.
Kökleri, yerin dibine kadar girmiş, yayılmış, öküzle balığı bile geçmişti.
Kökleri, dallarından daha taze, daha lâtifti. Bunları seyredenin aklı, hayretlere düşüyor, altüst oluyordu.
Olgunluktan yarılan meyvelerinden su gibi nur şimşekleri fışkırtmaktaydı!

Bu ağaçların halkın gözünden gizli kalması

Asıl şaşılacak şeye gelince: O ovalardan, o çöllerden yüz binlerce adam geçiyor,

2010. Gölgelik için can veriyorlar, başlarını kilimlerle örtüyorlardı da,
Onların gölgesini bile görmüyorlardı. İyi görmeyen çakmaklaşmış gözlere yüzlerce kere tuuh!
Tanrı’nın kahrı, gözleri bağlanmış yoksa… gözleri bağlı adam, ayı görmez de Sühayı görür!
Güneşi görmez de zerreyi görür. Fakat yine de Tanrı’nın lûtfundan, kereminden ümit kesilmez ya!
Kervanlar aç susuz ağaçların altına dökülen bu olgun meyveleri görüyorlar. Yarabbi, bu ne sihir?

2015. Halk, çürük meyveleri toplamakta, pisboğaz ve doymaz adamlar, bu pörsümüş meyveleri yağma etmek için birbirlerine girmekteydi.
O dallar, meyveler, yapraklarsa anbean “ Keşke kavmimiz bizi bilseydi, ne olurdu?” diyorlardı.
Her ağaçtan “ A bahtsız kişiler, bize gelin, bize” diye ses geliyordu.
Fakat Tanrı’dan da ağaçlara: “ Onların gözlerini bağladık, onlara sığınacak yer yok!” sesi gelmekteydi.
Onlara birisi, “ Bu yana gelin de bu ağaçlardan faydalanın” dese,

2020. Hepsi birden “ Bu sarhoş yoksul, Tanrı’nın takdiriyle deli olmuş.
Bu yoksulun beyni başa çıkmaz sevdalarla, sonu gelmez riyazatlarla soğan gibi çürümüş kokmuş!” diyorlardı.
Dekukî şaşıp kalıyor, “ Yarabbi bu ne hal? Halka bu perde, bu sapıklık neden geliyor ki?
Çeşit çeşit adamlar, yüzlerce akla, yüzlerce tedbire sahip oldukları halde o tarafa bir adım olsun atamıyorlar.
Akılları, fikirleri de hep birden inkâra düşmüşler. Onların bu azgınlığına, bu isyanına bakıyorum da şüpheleniyorum…

2025. Yoksa ben mi çıldırdım, ben mi sersem oldum? Şeytan, benim kafama mı bir şey vurdu?
Her an gözlerimi ovup duruyorum, bu cihanda rüya mı görüp durmaktayım yoksa?
Fakat bu nasıl rüya olur? İşte ağaçlara doğru gidiyorum, meyvelerini yiyorum. Buna nasıl inanmayayım?
Sonra yine münkirlere bakıyorum; görüyorum ki bu bahçeden haberleri bile yok.
Son derece iştiyaka düşmüşler, fevkalâde ihtiyaçlarından bir yarım koruk için can veriyorlar.

2030. Bu yoksullar, açlıklarından bir yaprak için ah edip duruyorlar!
Sonra yine acaba ben mi kendimden değilim, ben mi hayale düştüm, gözüme görünen muhayyel bir ağacın dalına el attım? diyorum” demekteydi.
Peygamberler bile ye’se düşünce kendilerine yalan söylendi sandılar âyetini oku da bak.
Bu âyetteki “ Küzzibû-tekzib edildiler, onlara yalan söylüyorsunuz dendi” kelimesini teşditsiz “ Küzibû- Kendilerine yalan söylüyorlar sandılar” tarzında oku.
Bu takdirde mâna şöyle olur: Peygamberler bile kendilerini aldanmış sandılar.

2035. Peygamberler bile kötü kişilerin ittifakına baktılar da şüpheye düştüler.
“ Bu şüphe ve tereddütten sonra onlara yardım ettik. Neyse, sen bunları bırak da can ağacına gel!
Kısmetin neyse ye, yedir deniyor!” ona, her an vahiyden sihirler öğretiliyordu da,
Halk, “ Şaşılacak şey, bu ses nedir? Sahrada ne ağaç var, ne meyve.
Kara sevdaya tutulmuş olanların yakınınızda bahçe var, sofra var demelerinden âdeta aptallaştık.

2040. Gözümüzü ovuyor, bakıyoruz . Fakat burada bahçe yok ki… önümüzdeki saha ya çöl, yahut aşılması güç bir yol!
Fakat bu kadar uzun uzadıya söylenip duran sözlerde beyhude olmaz ya. Acayip şey, nasıl olurda bu kadar sözün aslı olmaz. Fakat varsa nerede söyle!” diyordu.
Dekukî, macerasını şöyle anlatır: “ Ben de tıpkı onlar gibi, acayip şey demekteydim, Tanrı bunların gözlerini ne de sıkı bağlamış?
Bu kavgalardan, bu aykırı hareketlerden Muhammed’de şaşmaktaydı. Ebu leheb de!
Fakat bu şaşmakla o şaşmak arasında pek büyük fark var.

2045. Dekukî, tez tez yürü sükût et. Ne vakte kadar söylenip duracaksın, ne vakte kadar? Duyup anlayan kulak kıt!

O yedi ağacın bir ağaç olması

Dedukî dedi ki:  Bahtım yaver oldu, ileriye doğru yürüdüm, bir de baktım ki o yedi ağaç bir ağaç olmuş.
Her an bir ağaç, yedi ağaç olmakta, yedi ağaç bir ağaç haline gelmekteydi. Hayretten ne hale geldim, bilir misin? Dondum, kaldım!
Sonra ne göreyim; ağaçlar, cemaat gibi toplanmış, saf düzmüş, namaza durmuşlar!
Bir ağaç, imam gibi önlerine geçmiş, öbürleri de onun ardında kıyamdalar!

2050. Onların kıyamı rükû etmeleri, secdeye varmaları beni büsbütün şaşırttı.
O anda Tanrı’nın “ Yıldız ve ağaç, Tanrı’ya secde eder” sözünü hatırladım.
Bu ağaçların ne dizleri vardı, ne belleri! Nasıl rükûa, secdeye varıyorlar, bu ne biçim namaz? derken,
Tanrı’dan ilham geldi: A nurlu, pirli kişi, hâlâ bizim işimize şaşıyor musun? Bizce bu işler, şaşılacak işler değil ki!

Yedi ağacın yedi adam olması

Bir müddet sonra ağaçlar, yedi tane adam oldu. Hepsi de tek Tanrı’nın huzurunda ka’dedeydi.

2055. Gözlerini ovuşturup bu yedi aslan kimlerdir, âlemde ne işleri var ki? diye bakmaktaydım.
Yanlarına yaklaşıp onlara uyanık bir gönülle selâm verdim.
Selâmımı alıp “ Ey Dekukî, ey uluların tacı, büyüklerin övündüğü zat” dediler.
Kendi kendime beni nasıl tanıdılar? Bundan önce beni görmemişlerdi dedim.
Hatırımdan geçeni hemencecik anlayıp birbirlerine baktılar.

2060. Gülerek “ Ey aziz, bu sır, şimdi sana gizli mi ki?
Tanrı’ya ulaşıp hayrete varan bir gönüle solun, sağın sırları gizli kalabilir mi?” dediler.
Yine kendi kendime bunlar hakikatlere ermişler, hakikatler âlemine ulaşmışlar, âlâ… fakat bu surete ait ismi, bu surete ait harfi nasıl biliyorlar? dedim.
İçlerinden biri “ Velî, bir adı bilmezse bil ki bu istiğraktan ileri gelen bir şeydir, cahillikten değil” dedi.
Ondan sonra bana “ Ey temiz dost, biz namazda sana uymak istiyoruz” dediler.

2065. Peki dedim, fakat bir an müsaade edin zamanın devrine ait müşküllerim var.
Temiz sohbetinizle o müşküller hal olsun. Topraktan üzüm bile sohbetle biter.
İçi dolu olan tane kara toprağa ulaşır, toprakta halvet eder, toprakta sohbet eder,
Kendisini toprakta tamamıyla mahveder; nihayet ne sarı, ne kırmızı rengi kalır, kokusu da mahvolur da,
Tamamıyla mahvolur kabza eriştikten sonra kol kanat açar, basta erişir, atını sürmeye başlar.

2070. Aslının önünde varlığından geçince suret ortadan gider, mânası cilvelenir.
Hüküm senin diye baş eğdiler. Onların bu baş eğmelerinden öyle hararetlendim, gönlümden öyle bir ateş çıktı ki!
Bir zaman o seçilmiş kişilerle mürakabeye daldım, kendimden geçtim.
O zaman canım, zamandan kurtuldu. Zaman insanı gençken kocaltır.
Bütün renkten renge girişler, zamandan meydana gelir. Zamandan kurtulan, renkten renge girmekten de kurtulur.

2075. Bir zaman, zamandan, zaman kaydından kurtuldun mu keyfiyet kalmaz, keyfiyetsiz Tanrı’ya mahrem olursun.
Zaman zamansızlığı bilmez. Zamansızlık âlemine varmak için hayretten başka yol yoktur.
Bu arayıp tarama âleminde herkesi, zamanın bir hususi tavlasına bağlamışlardır.
Her tavlaya bir memur dikilmiş… oranın ehli olmayan, memurdan izinsiz oraya giremez.
Bir tavlada bağlı olan, hevese düşüp de bağlarını çözdü, başkalarının tavlasına gitti mi,

2085. Hemen ahır memurları onu aramaya koyulur, bulup yularını tutar, çeke çeke yerine getirir!
Seni koruyanları görmüyorsan kendine bak! İhtiyarın elinde mi senin?
Zâhiren ihtiyarın elinde… elin, ayağın bağlı değil… peki, ya neden hapistesin, neden,
Seni koruyan memuru inkâr etmeye yüz tuttun da dilediğin şeylerden seni alıkoyan nefsin tehditleri adını taktın ha!

Dekukî’nin imam olarak öne geçmesi

Dekukî’ye “ Bu sözün sonu yoktur. Namaz vakti, hemencecik öne geç.

2085. Ey tek kişi, bize iki rekât sabah namazı kıldır da zaman seninle bezensin.
Ey gözü aydın imam, bize imamlık et… İmam olanın gözü açık olması lâzım.
Şeriat de körün imamlığı mekruhtur.
Hafız, akıllı ve fakih olsa bile körün imamlığı hoş değil.
Sersem ve suçlu olsa bile gözü açık imam bu çeşit körden iyidir.
Kör, pisliklerden çekinemez. Çekinmenin asıl sebebi, asıl vesilesi gözdür.

2090. Kör yolda yürürken pisliği göremez. Dilerim, hiçbir müminin gözü kör olmasın.
Zâhiri kör, görünen necasetlere bulaşır. Fakat can gözü kör olan kişi gizli olan, görünmeyen pisliklere bulaşır.
Bu görünen pislik bir parça suyla arınır, fakat içte olan pislik, artıkça artar.
İçteki pislikler anlaşıldı mı gözyaşından başka bir şeyle temizlenemez.
Tanrı, kâfire “ Pis murdar” demiştir. Bu pislik, bu murdarlık, onun dışında değildir.

2095. Kâfirin dışı, pisliklere bulaşmıştır. Pislik onun huyundadır, dinindedir.
Zâhiri pisliğin kokusu yirmi adımlık yerden gelir, bâtıni pisliğin kokusuysa Rey’den tut da Şam’a kadar gider!
Hattâ göklere çıkar, hurilerle Rıdvan’ın burunlarını doldurur!
Bu söylediğin sözler yok mu? Senin anlayışın miktarı ancak… öldüm iyi ve doğru anlayışın hasretinden!
Anlayış sudur, beden testi. Testi kırılınca içindeki su dökülür gider!

2100. Bu testinin beş tane büyük deliği vardır, içinde ne su durur ne kar!

 [divide style="2"]

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  1400 – 2100 )

B. 1424. İbni-al vakt.  C. I, S.  13,  B. 133 e bakınız.

B. 1427-1429. Sofilere göre sâlikte, yani birliğe giden mânevi yolcuda dervişte beliren mânevi zevk ve şevk, yerleşir kalırsa, yani adam o zevki kendisine mal ederse (Makam) derler, fakat bu zevk arada bir gelir, giderse sahibine mal olmazsa (Hâl) ismini alır.

B. 1435. Kur’anın 112 inci suresi olan İhlâs suresinin üçüncü âyetinden alınmadır.

B. 1498. H. Muhammed’in “Ümmetim 73 fırka olacak, 72 si cehennemlik, biri cennetliktir dediği rivayet edilmiştir ki 72 millet sözü bu hadisten çıkmadır.

B. 1538. C. II, B. 845 e bakınız.

B. 1538. den sonraki bahis, Mutezileye göre herkesin aklı birdir, akıllarda üstünlük, aşağılık yoktur. Akıl üstünlüğü, görgü ve bilgiden meydana çıkar. Sünnîlere göre akıllarda üstünlük, aşağılık vardır, bu aykırılık yaradılıştandır.

B. 1580. Böyle bir hadis rivayet edilmiştir.

B. 1614. den itibaren Şeyh-i Akta diye şöhret kazanmış olan bu şeyhin hal tercümesini lâyıkiyle bilmiyoruz. Şiraz’ın cenubu garbisinde bir dağ eteğinde bu zata ait bir mezar var. Ayrıca 304. hicri (916-917) Antakya’da vefat etmiş olan bir Şeyh Ebülhayr-i Akta’la Cüneyd’in kâtibi Ebu Yakub-ı Akta’da bu lâkapla anılırlar. (Fırsatî – Şirazî; Âsar-ı Acem, 1314 Bombay basması. S. 491).

B. 1762. den sonraki bahis. Kur’anın ikinci suresi olan Bakara suresinin 259 uncu âyetinde anlatılmaktadır.

B. 1774. Ankaravî, Hadis diye rivayet edilen bu sözü rivayetçileriyle yazılı bulunduğu kitapları haber vermektedir (S. 288).

B. 1783-1788. H. Muhammed’in “Hattâ zina etse, hattâ hırsızlık etse bile Ebuzer’in inadına şefaatim, ümmetimin en büyük günahını yapanlarındır” dediği rivayet edilmiştir (Feyz – al Kadir, IV, 162-163).

B. 1794. Kur’anın 19 uncu suresi olan Meryem suresinde İsa Peygamber’in doğar doğmaz konuştuğu anlatılmaktadır (âyet 29-34).

B. 1853. “İkindi vaktine and olsun  ki insan ziyandadır,  ancak   inanan   ve   iyi   işler   yapanlarla   birbirlerini hakla,  doğru  söz söylemekle  ve  sabretmekle  tavsiyede  bulunanlar  müstesna”   (Sure 103,  Asr).

B. 1897. H. Muhammed’in “Kur’an yedi mânası olarak  indirildi.  Her  âyetin  bir  zahiri  var,  bir  bâtını” dediği  rivayet edilmiştir  (Feyz – al Kadir, III, 53-54).

B. 1934 ten sonraki bahis. Dekukî adlı bir zata “Tabakat”   kitaplarında  rasladık.   İhtimal,  âdeti  vechile başka birisini kasdediyor da bu adla gizliyor, ihtimal de muhayyel bir hikâyedir, yahut da bir halk  hikâyesidir.

B. 1934. “Oğula baba nasıl acırsa, onu nasıl korursa ben de size öyle acır, sizi öyle korurum” diye bir hadis rivayet edilir   (Feyz-al Kadîr, II, 570).

B. 1954. Davut  Peygamber,  bir  gün  sarayının damında  gezerken   güzel   bir  kadının   yıkanmakta   olduğunu görür.  Kimin  nesi  olduğunu tahkik eder ve kocasına kapalı bir mektup vererek, savaşan erlerin komutanına  gönderir.      Mektupta,   adamın   savaşın  şiddetli  bir yerine konulmasını  ve bu  suretle ölümünün temin  edilmesini yazmış olduğundan  komutan, emre  göre  hareket ediyor. Adam  öldürülüyor.  Davut  da,  adamın  karısını alıyor.  Bunun  üzerine Peygamber Natan, Davud’a gidip “Bir   şehirde   biri   fakir,   öbürü   zengin   iki   adam   vardı. Zengin,  sürülere sahipti,  fakirin bir  tek  dişi   kuzusu vardı.  Zengine misafir gelince,  kendi  koyunlarına kıyamayıp  fakirin  kuzusunu   alarak  kurban  etti,   bu  adama ne dersin?” diyor. Davut, “Bu adam ölüme lâyıktır” deyince,  Natan,   Davud’a   “Bu   adam   sensin”   deyip   kusurunu  söylüyor.  Davut tövbe  ediyor,  fakat bu  kadından olan çocuğu, Tanrı gazabına uğrayarak ölüyor  (Tevrat. Mülûk-i Şânî, Bap  11-12). Yahudilerce  Davut, peygamber  değildir. Müslümanlar  indinde  peygamberdir.  Bu hikâye Kur’anda da vardır, yalnız biraz daha muhtasardır ve  Davud’a  kusurunu  anlatan Cebrail ve  Mikâil’le bir   bölük   melektir   (Sure 38,  Sad,  âyet 21-25).

B. 1984 ten sonraki bahis. Dekukî’nin yedi mum görmesi,  Yohanna’nın  vahyine pek  benzer.

B. 2005. Sidretül  münteha, yedinci  kat  gökte bulunan  sınır  ağacıdır  ki  H. Muhammed,  miraçta Cebrail’i   burada   görmüştü    (Sure   53,   âyet   13-16). Halâ, boşluk  manasınadır.  Eskilerce havasız yer  olması  mümkün değildir.

B. 2006. Eskilere nazaran yeryüzü bir öküzün üstünde durur, öküz de bir balık üstündedir. Halbuki bu öküzle balık, Sevir ve Hût burcundan kinayedir.

B. 2033-2036. “Nihayet peygamberler meyus oldukları ve halk, onları yalancı sandığı zaman onlara yardımımız geldi, dilediğinizi kurtardık…” (Sure 12, Yusuf, âyet 110).

B. 2052. (Sure 55, Rahman, âyet 6).

B. 2069. Sofilere nazaran kul, korku ve ümit hallerinden  yükselince  kalbi   bazen   daralır,   bazen   genişler, ferahlanır.   Bu  darlık,  korkuya, ferahlık,  ümide  karşılıktır.  Ancak korku  ve ümit, gelecek içindir.  Kabız, yani darlık ve bast, yani ferahlık, hale aittir. Kabz, sofiyi bir hakikatin kabulüne alıştırmak içindir.

B. 2094.  (Sure 9 Tevbe, âyet 28).

B. 2100. Beş delikten murat beş duygudur.

CİLT 3  (2101 – 2800 Beyitler)

“ Gözlerinizi sımsıkı yumun” emrini duydun da yine ayağını doğru atmadın.
Söz söylemem, mânasız çan çan etmem, ağzından anlayışını alıp götürür. Kulak kuma benzer, anlayışını içiverir!
Öbür deliklerinden de aynı bunun gibidir… o gizli anlayış suyunu çeker, emer.
Denizden bile, yerine koymamak şartıyla su alsan nihayet o denizi kurutur, çöl haline getirirsin.

2105. Neyleyim ki vakit yok… yoksa denizden giden sular, o suların yerine karşılık olan suların ne çeşit ve neden geldiğini söylerdim;
Denizin suları harcandıktan sonra karşılık olarak yerine gelen suları anlatırdım.
Yüz binlerce canlı mahlûk, denizden su içmekte… bulutlarda ondan su alıyorlar.
Sonra yine deniz, onların karşılığını almakta… nereden alıyor? Bunu akıl ve fikir sahibi olanlar bilir.
Bu kitap da birçok hikâyelere başlayıverdik… fakat onlar noksan kaldı.

2110. Ey Hak ziyası cömert Husameddin, feleklerle unsurlar, senin gibi bir padişah doğurmamıştır.
Sen, cana da nadir gelirsin, gönüle de. Senin kudumuna karşı bir şey yapamadığından can da mahçuptur, gönül de!
Geçmiş kavimleri ne kadar methettim, fakat bütün bunlardan maksadım sensin.
Dua, çıktığı evi bilir, sen kimin adını anarsan an, kimi översen öv!
Övüşleri namahrem olanlardan gizlemek için Tanrı bile hikâyeler söylemekte, misaller getirmektedir.

2115. O medihler de sana karşı hiçtir, onlar da senden utanıyorlar ama yoksul, elinden ne gelebilirse armağan olarak onu sunar, Tanrı, bu armağanı da kabul eder.
Tanrı, âciz kişinin aczini hoş görür. Körün gözlerindeki iki katra yaşı da kabul eder. Zaten körün gözünde bu iki katradan başka ne bulunabilir ki?
Ben o güzelim adı pek kısa bir tarzda övdüm; bunu kuş da biliyor, balık da!
Sebebi de şu: Hasetçiler, kıskanıp haset ederek ah etmesinler, hayalini dişleriyle dişlemesinler!
Ama zaten hasetçi, onun hayalini nereden bulacak? Hiç fare deliğinde dudu kuşu oturur mu?

2120. O hasetçinin gördüğü hayal, onun hayali değildir ki… O hilâl değil, onun kendi kaşının kılı!
Ben seni beş duyguyla yedi kat göğe sığmayacak bir şekilde öveceğim. Şimdi yaz bakalım: Dekukî ileri geçip imam oldu.

                    Dekukî’nin ileri geçip onlara imam olması

Tahiyatta, salih kişilere selâm verilirken bütün peygamberler methedilmiş olur; hepsinin methi, birbiriyle yoğururlar.
Medihler, birbirine karışır, âdeta testilerdeki sular, bir leğene dökülür.
Çünkü övülen, bir kişiden daha fazla değildir ki. Bundan dolayı dinler,mezhepler, ancak tek bir mezhepten ibarettir.

2125. Bil ki her övüş, Tanrı nuruna varır, ulaşır; suretlerle şahısları övüşse âriyettir.
Müstahak olmayanı kim metheder ki? Fakat bilmeyenler, şunu bunu methediyor sanırlar da yol azıtırlar.
Bu, şuna benzer: bir duvara herhangi bir nurdur vurur. Duvar o nurun aksetmesine bir vasıtadır.
Fakat ayın aksi aslına ulaştı mı, yol azıtan kişi ayı kaybeder, övüşü terk eder.
Yahut da ay, bir kuyuya akseder, adam da bu aksi görür, başını kuyuya uzatır, bakar durur.

2130. Methe başlarsa hakikatte ayı metheder, isterse bilgisizlikle ayın aksine yüz tutmuş olsun.
Övüşü aya aittir, ayın aksine ait değil. Fakat birisi, Hakk’ı övmez de mahlûku överse yanlış bir iş yapmış olur ki bu, küfürdür.
Bu işi yapan kötülükten yolunu kaybetmiştir. Ay, gökyüzündeyken o, aşağıda sanmıştır.
Halk bu put gibi güzellere kapılıp perişan olur; şehvete uyup onlara dokunan pişman olur.
Çünkü bir hayale şehvetlenirler, hakikatten çok uzakta kalırlar.

2135. Hayale meylin yok mu? Senin için bir kanada benzer. O kanatla uçar, hakikatte yükselirsin.
Fakat şehvete uydun mu kanadın dökülür, topal kalırsın, o hayal de senden kaçar gider.
Kanadını koru, şehvete kapılma da meyil kanadın seni cennetlere yüceltsin.
Halk kendilerini güzel yaşıyoruz, zevk ve işrette bulunuyoruz sanır ama onlar, bir hayal uğruna kendi kanatlarını kendileri yolarlar.
Bu nükteyi başka bir yerde anlatmak borcum olsun… şimdi bana mühlet ver, halim yok, susayım.

                           O kavmin Dekukî’ye uyması

2140. Dekukî, namaz kıldırmak üzere onların önüne geçti, o kadar birleştiler, o kadar kaynaştılar ki sanki onlar atlas bir kumaştı, Dekukî de o kumaşın sırması, süsü!
O padişahlar, saf olup o ünlü imama uydular.
Tekbir getirince kurbanlık koç gibi âlemden çıktılar.
Ey ulu tekbirin mânası şudur: Yarabbi, huzurunda kurbanız.
Koyun keserken “ Allahu ekber-Tanrı uludur” dersin ya o geberesi nefsi keserken de bu söz söylenir.
*Allahu ekber de de o şom nefsin başını kes… kes de can, mahvolmaktan kurtulsun.

2145. Ten İsmail’e benzer, can Halil’e, can bu semiz bedeni yaptırdı da tekbir getirdi mi,
Ten kesilir, şehvetlerden hırslardan kurtulur, besmeleyle kesilmiş temiz bir kurban haline gelir.
Kıyamette olduğu gibi Hak huzurunda saf kurulur, hesaba, Tanrı ile konuşup görüşmeye girişilir.
Tanrı huzurunda, gözyaşları dökerek ayakta durmak, kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde dikilmeye benzer.
Hak, “ Sana bunca zamandır mühlet verdim, bana ne getirdin?

2150. Ömrünü neyle bitirdin, verdiğim gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğruna mahvettin,
Gözünün nurunu nerelerde tükettin, beş duygunu nerelerde yıprattın?
Gözünü, kulağını, aklını, arşa ait bütün cevherlerini harcadın… ferş âleminden bunlara karşılık ne satın aldın?
Sana kazma ve bel gibi el ve ayak verdim. Onları sana bizzat ben bağışlamıştım, ne yaptın onları?” der.
Hak’tan buna benzer seni dertlere uğratan yüz binlerce haberler gelir.

2155. Kıyamdayken kula gelen bu haberlerden kul utanır, iki büklüm olur, rükûa varır.
Utanmadan ayakta durmaya kudreti kalmaz, rükûda Tanrı’yı tespih eder.
Tanrı’dan “ Başını kaldır, rükûdan kıyama dön de Tanrı’nın sorgularına birer birer cevap ver” fermanı gelir.
O utanan kul, rükûdan başını kaldırır. Fakat olgun bir iş yapamamış olduğundan bu sefer yüzüstü düşer.
Yine emir gelir: “ Başını kaldır, secdeden kalk da yaptıklarından haber ver!”

2160. Tekrar utana utana başını kaldırır ama yine yılan gibi yüzüstü düşüverir!
Tanrı, tekrar “ Başını kaldır da şöyle. Kıldan kıla yaptıklarını araştırmak istiyorum” der.
Artık ayakta durmaya kuvveti kalmadığından, Tanrı’nın heybetli hitabı, canına tesir etmiş olduğundan,
O ağır yükün altında, yere oturur. Tanrı “ Söyle bana…
Sana nimet verdim, nasıl şükrettin? Sermaye verdim, hadi, göster kazandığını!” der.

2165. Kul, sağ yanına dönüp peygamberlere, o ululara selâm verir;
“ Padişahlar, bu kötü kişiye şefaat edin… ayağım da balçıkta kaldı, kilimim de” der.

      Namazda sağ tarafa selâm vermek, kıyamette Tanrı’nın hesaba  çekmesinden korkarak peygamberlerden yardım dilemeye, onlardan şefaat istemeye işarettir

Peygamberler, “ Çareye başvuracak gün geçti.O, orada yapılacak bir şeydi, elde alet oradaydı, orada kaldı!
A bahtsız kişi, git oradan, sen vakitsiz öten bir horozsun. Bırak bizi, kanımıza bulaşma!” derler.
Bunun üzerine sol tarafa baş çevirir, hısımından akrabasından yardım ister. Onlar da “ Sus!”

2170. Tanrı’ya kendin cevap ver. Bizi kim oluyoruz ki? Bizden el çek!” derler.
Ne bu yandan bir çare olur, ne o yandan. O biçarenin canı da yüz parça olur!
Herkesten ümidini keser de ellerini açar, duaya başlar:
Yarabbi, herkesten ümidim kesildi. Evvel de sensin, âhir de sen; senden başka önü, sonu olmayan yok, diye niyaza koyulur.
Namazdaki bu hoş işaretleri gör de bunun eninde sonunda böyle olacağını bil!

2175. Namaz yumurtasından civcivi çıkara gör, yerden tane toplayan yolsuz yordamsız kuş gibi yere başvurup durma!

      Dekukî’nin namazdayken garkolmak üzere bulunan bir gemideki halkın feryadını duyması 

Dekukî, o kıyıda namaz kıldırmak üzere imam oldu,
Onlar da arkasında saf olup namaza durdular.
İşte güzelim bir cemaat, işte seçilmiş bir imam!
Namazdayken denizden “ İmdat!” seslerini duydu. Ansızın gözüne bir gemi ilişti.
Gemi, dalgalar arasına düşmüş, belâlara uğramış, perişan bir hale gelmişti.

2180. Hem gece, hem bulutlu bir hava, hem de dalga. Bu üç karanlık bir yandan, batma korkusu bir yandan…
Fırtına Azrail gibi saldırıyor, dalgalar sağdan soldan hücum edip duruyordu.
Gemidekiler, korkudan canlarından olmuşlar gibi feryatlarını göklere çıkarıyorlardı.
Bağrışıp çağrışıyorlar, başlarını dövüyorlardı. Kâfir ve mülhit… hepsi de imana gelmişti.
Yüzlerce niyazlarda bulunarak candan ahitler ediyorlar, adaklar adıyorlardı.

2185. Karmakarışık işlere dalmış, yüzleri bir an olsun kıbleye dönmemiş olanlar bile baş açık secdeye kapanmışlardı.
Halbuki evvelce onlar, bu kulluğun faydası yok diyorlardı. Fakat o anda kullukta yüzlerce hayat görüyorlardı.
Dostlardan, dayıdan, amcadan, babadan, anadan, herkesten ümitlerini kesmişlerdi.
Kötü kişinin can verirken Tanrı’dan korkması gibi zâhit de Tanrı’dan korkuyordu, fâsik da!
Ne sollarından bir ümit vardı, ne sağlarından. Hileler öldü, bitti mi dua zamanı gelir!

2190. Onlar da ağlayıp inleyerek duaya koyulmuşlardı, gemiden gökyüzüne kadar bir duman yükselmişti.
Şeytan ise o sırada düşmanlığından her birinin karşısına dikilip “ A köpeğe tapanlar, işte size iki illet!
A münkir, münafıklar, hem korkun, hem geberin. Nihayet bu olacaktı zaten.
Kurtulunca yine gözleriniz kurur, yine şehvet için yaratılmış birer şeytan kesilirsiniz.
Tanrı’nın sizi kazadan kurtarmak üzere elinizden tuttuğu, sizi tehlikeden kurtardığı gün, hatırınıza bile gelmez” diye bağırmaktaydı.

2195. Şeytan böyle söylüyordu ama can kulağı ile duyanlardan başkası bu sözü duymuyordu ki!
Mustafa, o kutup, o padişahlar padişahı, o temizlik denizi bize ne doğru buyurmuştur:
“ Cahilin sonunda göreceği şeyi akıllılar önce görür.”
İşlerin sonu ilk zamanlarda gizlidir ama akıllı, âkıbeti önce görür; günaha dalıp ısrar edense meydana çıkınca!
Her şeyin sonu, önden belli olmaz, gizlidir. Fakat meydana çıkınca akıllı da görür, cahil de!

2200. Mademki ayıbı görmüyorsun, bari ihtiyatı elden bırakma, sele verme behey inatçı!
İhtiyat nedir? Her an ansızın gelebilecek bir belâyı görmek!

            İhtiyatlı adamın düşünceleri

Hani ansızın bir aslan çıkagelir de adamı kapıp ormanlığa götürür ya…
O adam, aslan tarafından götürülürken ne düşünürse sen de ey din üstadı, onu düşün!
Kaza ve kader aslanı, bir işle güçle meşgulken bizim canımızı alır, ormanlara götürüverir.

2205. Bu da şuna benzer: Halk, yoksulluktan korkar, ama boğazlarına kadar acı suya batarlar.
O yoksulluğu yaratandan korksalardı onlara yeryüzünde defineler aşikâr olurdu.
Hepside gam korkusuyla gamın içine batmışlar, varlık kaygısıyla yokluğa düşmüşlerdir!

           Dekukî’nin şefaat etmesi ve geminin kurtulmasına duası

Dekukî o kıyameti görünce merhameti coştu, gözyaşları akmaya başladı.
Yarabbi, dedi, onların yaptıklarına bakma, ey lûtuf sahibi padişah, ellerini tut, imdatlarına yetiş.

2210. Ey eli denize de yetişen, karaya da. Onları sağlıkla, selâmetle kıyıya çıkar.
Ey ebedî kerem merhamet sahibi, o kötü kişilerden bu kötülüğü defet!
Bedava olarak insanlara yüzlerce göz, yüzlerce kulak veren, rüşvetsiz akıl, fikir ihsan eden Tanrı.
Sen, biz hak etmeden lûtuflarda, ihsanlarda bulunursun. Nimetlerine karşı yaptığımız kâfirliklerle hatalarımızı hep görürsün.
Ey ulu Tanrı, bizim şanımız ulu ulu günahlarda bulunmaktır. Fakat sen, bunları lûtfunla affetmeye kaadirsin.

2215. Biz, hırstan, şehvetten kendi kendimizi yaktık. Bu duayı da senden öğrendik Yarabbi.
Bize duada bulunmak için müsaade etmen, dua öğretmen, böyle bir karanlığı aydınlatman hürmetine sen bunlara acı.
İhtiyarsız bir surette şefkatli analar gibi dua edip duruyor.
Gözlerinden yaşlar akıyordu. Kendisinde olmaksızın ettiği dua, gökyüzüne yüceltmekteydi.
O ihtiyarsız dua, yok mu… bambaşka bir şeydir. O da, adamın kendisinden değildir, Tanrı’dandır. Tanrı ilhamıdır.

2220. O esnada insan, yok olur, o duada bulunan Tanrı’dır; dua da Tanrı’dandır, icabette.
Arada vasıta olarak mahlûk yoktur. O niyazdan cismin de haberi yoktur, canın da.
Lûtuf ve merhamet sahibi olan Tanrı kulları, işleri düzeltmekte Tanrı huyuna sahiptirler.
Onlar, şiddet zamanı, sıkıntı vakti, rüşvet almaksızın mahlûkata acırlar yardımda bulunurlar.
Ey belâlara uğramış adam, kendine gel de bunları ara… kendine gel de belâ vaktinde onların duasını ganimet bil!

2225. O Tanrı erinin duasıyla gemi kurtuldu. Gemidekilerse kendi gayretleriyle,
Kendi ihtiyatlarıyla hünerler gösterip oku hedefe attılar, gemiyi kurtardılar zannındaydılar.
Av esnasında tilkiyi ayakları kurtarır da mağrur tilki, kendisini kuyruğu kurtardı sanır.
Canımızı pusudan bu kurtardı diye kuyruğu ile oynar, kuyruğunu sever!
A tilki, ayağını taştan koru… a aç gözlü sersem, ayak olmasa kuyruk ne yapabilir ki?

2230. Biz de tilkilere benzeriz, bizi yüzlerce çeşit belâlardan kurtaran ayaklarımız, ulularımızdır.
Derin hilelerimiz, kuyruğumuza benzer de biz onunla sağdan, soldan oynar, onunla oynaşır dururuz!
İstidlâle yapışır, hileye koyulur, falan adam, feşman adam bize şaşsın kalsın diye kuyruğumuzu sallarız!
Halkın hayran olmasını isteriz, hattâ tamah elimizi Tanrılığa bile uzatırız.
Afsunlarla gönüller alalım deriz ama çukura düştüğümüzü görmeyiz.

2235. Behey kaltaban, çukura düşmüşsün, kuyudasın sen. Başkalarını bırak, kendine bak!
Güzel hoş bir bahçeye var da ondan sonra halkın eteğini tut, çek!
Ey dört unsurlu beş duyguya, altı cihete hapis olup kalmış adam, ne güzel yerin var, hadi, başkalarını da çek oraya!
Ey eşeğe kul olan, ey eşeğin kuyruğunun altına lâyık olan, öpülecek bir yer buldunsa hadi bizi de götür!
Sevgilinin kulluğu, sana el vermedikçe bu padişahlık meyli nereden geldi sana?

2240. Sen, halkın sana aferin, yaşa demesi halkın takdir etmesi havasındasın! Halbuki canının boynuna bir kiriştir bağlamışsın!
Behey tilki, bu hile kuyruğunu bırak, gönlünü, gönül sahiplerine vakfet.
Aslana sığınırsan kebabın azalmaz… murdar ölü etine pek koşma!
Gönül, sen bir cüz’e benzersin, küllüne varır, ulaşırsan Tanrı’ya makbul olursun.
Tanrı, “ Biz gönüle bakarız, su ve topraktan ibaret olan surete değil” diyor.

2245. Sen dersin ki bizim gönlümüz var. Öyle ama gönül arşın yücesindedir, aşağılıklarda değil!
Kara toprakta da su olur ama o suyla aptes alamazsın ki!
O da sudur, sudur ama toprakla karışık… gayri sakın gönlüne gönül deme.
Göklerden yüce olan gönül, ya Abdal’ın gönlüdür, ya da Peygamberin.
Su, topraktan arındı mı saf olur, artar, her işe yarar.

2250. Su topraktan arınınca denize kavuşur; zindandan kurtulur, denize katık olur.
Bizim suyumuza, dikkat et de bak, toprakta hapsedilmiş. Ey rahmet denizi, sen de çek bizi!
Fakat deniz, “ Ben, seni çekip duruyorum ama sen, ben iyi tatlı bir suyum demektesin.
Senin lâfın, seni mahrum ediyor. O zannı bırak da bana gel” demektedir.
Topraktaki su denize gitmek isterse de ayağını toprak tutmuştur, onu kendisine çekmektedir.

2255. Ayağını toprağın elinden kurtarırsa toprak, kupkuru bir hale gelir, o da hür kalır, başına buyruk olur!
O toprağın suyu çekip mahvetmesi nedir? Senin halis şarapla mezeye düşkünlüğün!
Böylece cihandaki her şehvet, ister mal olsun, ister mevki, ister ekmek…
Bunların her biri seni sarhoş eder. Bunları bulmazsan başın ağrımaya başlar, sersemleşirsin.
Bu gam sersemliği, bulamadığın şeyin seni sarhoş ettiğine delâlet eder.

2260. Bunların ihtiyaçtan fazlasına meyletme de, sana galebe etmesin, sana bey olmasın!
Sen, ben de gönül sahibiyim, başkasına ihtiyacım yok, Tanrı’ya ulaştım diye baş çekersin ama,
Bu halin, toprakla bulanık olan suyun, ben de suyum, neden başkasından yardım isteyecekmişim ki diye serkeşlik etmesine benzer.
Bu bulaşık şeyi gönül sandın da gönlünü gönül sahiplerinden çektin.
Süt, bal sevdasına düşen bu gönlün, gönül olmasını reva görür müsün, sen böyle.

2265. Sütün, balın güzelliği, gönlün onlara aksiyle hâsıl olur. Her güzele güzellik gönülden gelir.
Şu halde gönül cevherdir, âlem araz. Gönlün gölgesi, nasıl olur da gönüle maksat olur?
Mala, mevkiye âşık olan gönül, ya bu toprağa zebundur, ya kara suya!
Yahut da karanlıklarda hayallere kapılmıştır, dedikodu için o hayallere tapıp durmaktadır!
O nur denizinden başkası gönül olamaz. Gönül, hem Tanrı’nın nazargâhı olsun, hem kör… İmkân var mı buna?

2270. Yüz binlerce halkta, yüz binlerce ileri gelenlerde bulunan gönül değildir. Gönül, bir tek kişide olur. kişide O tek kişi hangisidir, hangisi?
Sen, o kırık dökük, parça buçuk gönül kırpıntılarını bırak, asıl gönül ara da o kırık dökük gönül de onun sayesinde dağ kesilsin.
Gönül, bu vücut ülkesini kaplamıştır, cömertliğinden altınlar saçıp durmaktadır.
Âlemdekilere Tanrı selâmından selâmlar saçmaktadır.
Kimin eteği sağlamsa, kimin eteği hazırsa o gönül saçısına nail olur.

2275. Senin eteğin de o niyazdır, o huzurdur. Kendine gel de kötülük taşlarını eteğine koyma.
Koyma da o taşlar eteğini yırtmasın. Eteğin yırtılmasın sana asıl parayı uydurma paradan fark edesin.
Sen, eteğini cihandaki taşlarla, çocuklar gibi altın ve gümüş farz edilen taşlarla doldurdun.
Fakat hayali altın ve gümüş, hakiki altın ve gümüşe benzemez. Onlar, senin doğruluk eteğini yırttı, derdini artırdı.
Akıl, el atıp da eteklerini tutmadıkça çocuklar, taşın taş olduğunu nasıl görürler?

2280. İnsan akılla bir olur; saçı sakalı ağarmakla değil. O talihe, o devlete ümit kılı sığmaz, o devlet ümit ile, rica ile bulunmaz!

   O cemaatin, Dekukî’nin dua ve şefaatini hoş görmeyip uçması, gayp  perdesi altında gizlenmesi Dekukî’ini, havaya mı çıktılar, yere mi geçtiler   diye şaşırıp kalması

O gemi kurtuldu, murat hâsıl oldu, o cemaatin namazı da tamamlandı.
Onlar, birbirleriyle fısıldaşmaya başladılar. “ Baba, bu aramızdaki herzevekil kim acaba” diyorlardı.
Her biri, öbürüne gizlice söz söylüyordu. Dekukî’nin arkasında olduklarından görünmüyorlardı.
Her biri, ben şimdiye kadar böyle bir duayı ne içimden geçirdim, ne dilime getirdim demekteydi.

2285. Birisi, “ Her halde bu işe karışan biz değiliz. Galiba imamımız derde düştü, üzerine lazım olmayan bir işe karıştı, münacatta bulundu” diyor;
Öbürü” Canım dostum, bana da öyle geliyor.
O bir boşboğazmış, canı sıkılınca Tanrı’nın dileğine itiraz etti galiba” diyordu.
Dekukî, şöyle anlatır: Sonra bakayım, o kerem sahipleri ne diyorlar? dedim.
Bir de baktım ki hiçbiri yerinde yok, hepsi de gitmiş.

2290. Ne solda adam var, ne sağda, ne yukarda kimse kalmış, ne aşağıda. Keskin gözüm, onların hiçbirini göremedi!
Sanki inciymişler de erimişler, su olmuşlar. Ne ayak izleri kalmış, ne sahrada tozları var!
Hepsi de Tanrı kubbelerine gizlenmişler. O cemaat, acaba hangi bahçeye gitti ki?
Tanrı, bunları nasıl oldu da benim gözümden gizledi? Şaşırdım kaldım.
Onlar, balıklar nasıl dereye dalar, kaybolursa Dekukî’nin gözünden öyle kayboldular. Öyle gizlendiler.

2295. Yıllarca onların hasretiyle yandı, ömürlerce iştiyaklarından gözyaşı döktü.
Ama sen dersin ki Tanrı eri Tanrı’ya erişmişken nasıl olur da insanı anar?
A adam, bu suale karşı ancak eşek kakılır kalır. Sen, onların can olduklarını görmedin, onları insan suretinde gördün.
Ey hamhalat, işte iş bu yüzden harap oldu ya… onları, alelâde adamlara uydun da insan gördün!
İblis de “ Ben ateşten yaratıldım, Âdem topraktan” dedi. İşte sen de onları, İblis’in Âdem’i gördüğü gibi gördün.

2300.O iblis gözünü bir an olsun yum; ne vakte kadar suret görüp duracaksın, ne vakte kadar, ne vakte kadar?
Ey Dekukî, ırmak gibi yaşlar döken gözlerinle onları ara, gafil olma, ümidini kesme!
Gafil olma, ara…ara ki devlet, aramaktadır. Gönüle gelen her ferah, bir sıkıntıya bağlıdır.
Âlemin bütün işlerini bırak da canla başla üveyk kuşu gibi “ kû, kû – nerede, nerede” de!
Ey perde altında kalan iyi dikkat et, Tanrı “ Dua edin, beni çağırın… size icabet edeyim” dedi, icabetin şartı bile duadır.

2305. Kimin gönlü illetlerden arınmışsa onun duası ululuk sahibi Tanrı’ya kadar varır, makbul olur.

   Davud aleyhisselâm zamanında çalışmadan, eziyet çekmeden helâl 
             rızık elde etmek isteyen kişi ve duasının kabul olması

Hatırıma yine o hikâye geldi. O yoksul adam, gece gündüz feryat etmekte,
Tanrı’dan eziyetsiz, zahmetsiz, çalışmadan kazanmadan helâl rızık istemekteydi.
Bundan önce onun bazı hallerini söylemiştik. Fakat araya başka şeyler girdi, bu hikâye de öylece kaldı gitti.
Şimdi onun hali neye vardı; Tanrı’nın lûtuf ve ihsan bulutundan hikmet yağmuru yağınca o yoksul ne oldu?

2310. Öküzün sahibi onu görüp “ Ey karanlıkta benim öküzümü aşıran, borçlusun bana sen.
Neden benim öküzümü kestin be ahmak hilebaz, nerede insafın?” dedi.
Adam, “ Ben Tanrı’dan rızık istiyor, kıbleyi niyazımla bezeyip duruyorum.
Zamanlarca edip durduğum dua kabul edildi. O, benim rızkımdı, tutup kestim, işte sana cevap” dediyse de
Öküz sahibi yakasına sarıldı, sabredemedi, yüzüne de birkaç sille vurdu.

 Her iki düşmanın da Davud Peygamber aleyhisselâm’ın yanına gitmesi

2315. Çeke çeke Davud Peygamber’in yanına kadar götürdü. “ Gel bakalım zalim ahmak.
Saçma sapan lâfları bırak azgın herif. Aklını başına al, kendine gel!
Bu ne çeşit dua? Âlemi bana da güldürme, kendini de maskara etme!” diyordu.
Adam “ Ben Tanrı’ya dua ettim, feryad ü figan ederek nice kanlar yuttum.
İyice biliyorum ki duam kabul edildi. Sen gayri ey kötü sözlü, var, başını taşlara vur ” dediyse de

2320. Adam “ Müslümanlar, buraya gelin de bu herifin yavelerini duyun!
Müslümanlar, Allah için olsun söyleyin… dua nasıl olur da benim malımı ona mal eder?
Eğer dua ile mal ele geçseydi bütün âlem dua eder,mal, mülk sahibi olurdu.
Dua ile ele bir şey geçseydi kör dilenciler de yücelirler, bey kesilirlerdi.
Onlar da gece gündüz dua ediyorlar, Yarabbi bize para ver, mal, mülk ver diyorlar.

2325. Sen vermezsen kimsecikler bir şey vermez. Ey kapalı kapıları açan Tanrı, bize ihsan kapısını da sen aç derler.
Fakat körlerin çalışıp çabalaması yalnız dua ve feryat… bir dilim ekmekten başka ellerine bir şey geçmez” dedi.
Halk, “ Bu Müslüman doğru söylüyor. Bu dua satan, zâlim bir adam.
Hiç dua, bir şeye sahip olmaya sebep midir? Bu, şeraitte görülmüş bir şey mi?
Ya paranla alarak bir mala sahip olursun, ya birisi sana bir şey bağışlar, yahut vasiyet eder, yahut da gönlünden kopar, sana verir. Bu çeşit bir şey olmadıkça bir şeye sahip olamazsın ki.

2330. Bu yeni şeriat hangi kitapta. Sen ya o öküzü ver, ya hapse git” demekteydi.
Adam, yüzünü göğe tutarak dedi ki: “ Yarabbi, benim halimi senden başka kimsecikler bilmez.
Gönlüme o duayı sen ilham ettin, gönlümde yüzlerce ümit belirttin.
Lâf olsun diye dua etmedim ya… Yusuf gibi rüyalar görmüştüm.”
Yusuf, güneşle yıldızların, huzurunda kullar gibi secde ettiklerini gördü.

2335. O rüyaya adamakıllı inandı, kuyuda da ondan başka bir şey ummuyordu, zindanda da.
Ona dayanmakta, onu beklemekteydi. Ondan başka ne kulluktan derdi vardı, ne az çok kınanmaktan!
Rüyası, mum gibi gözünün önünde yanmakta, onu aydınlatıp durmaktaydı; rüyasına güveniyordu.
Yusuf’u kuyuya attıkları zaman Tanrı’dan kulağına şu ses gelmişti:
Ey yiğit, sen bir gün padişah olacaksın. O vakit seni kıyanların sözlerini, yüzlerine vurursun.

2340. Bunu seslenen görünmüyordu ama gönül, söyleyenin eserini tanıyordu.
O sesten cana bir kuvvet, bir rahat, bir huzur geliyordu.
İbrahim’e ateş nasıl bir gül bahçesi olmuşsa o ses yüzünden kuyu da Yusuf’a gül bahçesi kesilmişti.
Gayri ne cefa geldiyse o kuvvetle tahammül etti. neşeyle çekti.
Nitekim Elest sesinin zevki de her müminin gönlünde tâ mahşere kadar sürer gider.

2345. Bu yüzden müminler, ne belâya itiraz ederler, ne Hakk’ın emir ve nehyinden sıkılırlar.
Başkalarının ağzına acılık veren bir lokmaya benzeyen Tanrı hükmü, onlara gülbeşeker gelir, tatlı tatlı yerler, hazmederler.
Tanrı hükmünü kabul etmeyip inkâr eden, o lokmayı yese bile kusan kişiyle yaramaz.
Elest gününde bir rüya gören, Tanrı’ya ibadet yolunda sarhoş olur.
Sarhoş deve gibi bu ibadet çuvalını hiç usanmadan, sıkılmadan çeker durur.

2350. Ağzının etrafındaki tasdik köpüğü, onun sarhoşluğuna, coşkunluğuna şahittir.
Deve, kuvvetlenip erkek aslan kesildi mi ağır yükler çeker de yine o yüklerin altında az yer, az içer.
Dişi deve arzusuyla yüzlerce zahmet ve açlık çeker. Hatta dağ bile ona bir kıl gelir!
Elest âleminde böyle bir rüya görmeyen bu dünyada ne kul olur, ne mürit!
Olsa bile gönlünde yüzlerce tereddüt vardır.Bir an şükrederse bir yıl şikâyet eder.

2355. Din yolunda yüzlerce tereddütle ve inanmayarak öne doğru bir adım atarsa öbür adımı arda doğru gider.
Bunu da ileride anlatırım, borcum olsun…eğer öğrenmekte acele ediyorsan “ Elemneşrah” sûresini oku!
Bu mânayı etraflıca anlatmaya kalkışsam ne haddi vardır, ne kenarı. Yürü öküzünü dâva edene doğru eşek sür!
Adam dedi ki: “ Yarabbi, bu suç yüzünden şu azgın adam, bana kör dedi. Bu ne iblisçe bir kıyas Yarabbi?
Ben ne vakit körcesine dua ettim. Tanrı’dan başka kime ihtiyacımı söyledim?

2460. Kör, bilgisizlikle halktan bir şeyler umar. Ben senden umuyorum… her güç şey sana kolaydır.
Asıl kör kendisi ki beni kör saydı, canla başla niyaz ettiğimi görmedi bile!
Benim bu körlüğüm, aşk körlüğüdür. Güzelim, sevdiği şey, insanı kör ve sağır yapar derler ya… bu körlük, o körlüktür.
Tanrı’dan başkasını görmüyorum, fakat onu görüyorum. Aşkımın muktezası da bu değil midir? Söyle.
Yarabbi, sen görmektesin, beni sen de kör sanma. Senin lûtfunun etrafında dönüp dolaşmaktayım, ey lûtfunun etrafında dönüp dolaştığım, ey kendisinden ayrılmadığım Tanrı!

2365. Yusuf-ı Sıddıyk’a rüya gösterdin da ona güvendi.
Onun gibi lûtfun bana da bir rüya gösterdi. O sonsuz dualarım oyuncak değildi ya!
Fakat halk, benim sırlarımı bilmiyor da sözlerimi saçma sanıyor.
Hakları da var. Gayb sırrını, sırları adamakıllı bilen ve ayıpları tamamıyla örten Tanrı’dan başka kim bilebilir ki?”
Düşmanı dedi ki. “ Amca, neye yüzünü göğe çeviriyorsun? Bana çevir de doğru söyle!

2370. Delirdin mi ki böyle hatalara düşüyor, aşktan, Tanrı’ya yakınlıktan dem vuruyorsun?
Sen, gönlü ölmüş bilirsin… Hangi yüzle yüzünü göklere tutuyorsun?”
Bu hâdise yüzünden şehre bir velveledir düştü. O müslümansa,
“ Yarabbi, bu kulunu rezil etme. Kötülük yaptıysam bile sırrımı halka açma.
Biliyorum, uzun gecelerde yüzlerce tazarrula sana niyaz edip durdum.

2375. Halka karşı bunun hiçbir kadri, hiçbir kıymeti yok, onlar bilmez bunu; fakat senin yanında aydın bir mum gibi… sana aşikâr ” diye niyaz etmekte, yüzünü yerlere vurmaktaydı.

      Davud aleyhisselâm’ın iki hasmın da sözlerini dinlemesi ve dâva   
                                       edileni sorguya çekmesi

Davut Peygamber, evinden dışarı çıkınca “ Bu ne, ne var, ne oldu” dedi.
Dâvacı dedi ki: “ Ey Tanrı’nın peygamberi, imdat et. Öküzüm, bu adamın evine girmiş,
O da onu kesmiş. Neden benim öküzümü kesmiş sor da söylesin.”
Davut, “ Ey kerem sahibi, neden sana haram olan o öküzü kestin?

2380. Yalnız saçma sapan söyleme, delil göster de bu dâva görülsün, bitsin” dedi.
Adam dedi ki: “ Ey Davut, yedi yıldır gece gündüz dua etmekte, Tanrı’dan,
Yarabbi, helâl ve zahmetsiz bir rızık istiyorum, diye niyazda bulunmaktayım.
Erkek kadın… herkes feryadımı bilir, hattâ çocuklar bile bunu söyler, anlatırlar.
Kime istersen sor, derhal söyleyiversin.

2385. Halktan hem gizli sor, hem de aşikâre… bak, bu eski hırkalı yoksul neler söylüyor, nasıl dua ediyordu, anla,
Bu dualardan, bu feryatlardan sonra bir de baktım ki evime bir öküz girivermiş.
Gözüm karardı. Ama lokma için değil, duam kabul edildi diye sevindim hani.
O ayıpları bilen Tanrı duamı kabul etti, buna şükrane olsun diye öküzü kestim”

   Davud Aleyhisselâm’ın, öküzü kesenin haksız olduğuna hükmetmesi

Davut, “ Bu sözlerden el yıka, dâvana şer’i delil getir.

2390. Reva görür müsün delilsiz bir hüküm vereyim de bu şehirde bâtıl bir sünnet koyayım, kötü bir âdet bırakayım,
Bunu sana kim bağışladı? Satın mı aldın, mirasa mı kondun? Ekine nasıl sahip olabilirsin, sen mi ektin? Ektinse senindir.
Kazanmakta ekin ekmeye benzer. Ekmedikçe ona sahip olmaya hakkın yoktur.
Ektinse ektiğini biçersin, o senindir. Yoksa zulmettiğin, haksız olduğun kat’iyetle anlaşılır.
Yürü, eğri büğrü söylenme, bu müslümanın malını ver. Paran yoksa borç al, ver; beyhude konuşma!” dedi.

2395. Adam, “ Padişahım, sitemkârlar ne söylüyorlarsa sen de tıpkı onu söylüyorsun bana” deyip

    Adamın, Davut Aleyhisselâm’ın hükmünden feryada gelmesi

Secde ederek dedi ki. “ Ey benim yanıp yakıldığımı gören Tanrım, Davud’un gönlüne de o nuru ver.
Gönlüme saldığın ziyayı onun gönlüne da sal ey ihsan sahibi Rabbim.”
Bu sözleri söyledikten sonra hayhayla ağlamaya başladı. Öyle bir ağlayış ağladı ki Davud’un gönlü yerinden oynadı.
“ Ey öküzü dâva eden, bugün bana mühlet ver, bu dâvanın görülmesinde ısrar etme.

2400. Halvete gidip namaz kılayım da bu ahvali, bir de sırları bilen Tanrı’dan sorayım.
Namazda Rabbime bağlanırım, “ namaz gözümün nurudur” sırrı zuhûr eder, bu benim huyumdur.
Can pencerem zevk ve şevkle açıktır. Tanrı’nın lûtfu oraya vasıtasız gelir.
Tanrı’nın lûtfu, rahmeti, nuru madenimden, hakikatimden gelir, penceremden evime girer.
Penceresi olmayan ev cehennemdir. Ey kul, dinin aslı pencere açmıştır.

2405. Her ormanı öyle pek baltalama. Pencere açmak için balta vur.
Yoksa bilmez misin ki bu güneşin nuru hicaplardan hariç olan hakikat güneşinin aksinden ibaret.
Bilirsin ki bu zâhiri görüşün nurunu hayvan da görür. Şu halde benim Âdem’e “ Kerremna” demem nedir?
Ben, nurlara dalmış, gark olmuş bir güneşim. Kendimi nurdan ayırt edemiyorum.
O halvete gitmem, namaz kılmam, halka öğretmek için.

2410. Bu âlem doğrulsun diye ayağımı eğri atmaktayım. Ey yiğit, savaş hileden ibarettir.”
İzin yoktu, yoksa Davut, bu sırları döküp saçar, sır denizinden toz koparırdı!…
Davut, bu çeşit söyleyip durmakta, halkın aklını, fikrini yakmaya kalkışmaktayken,
Arkasından birisi, “ Birliğinde hiç şüphem yok” diye Davud’un eteğini çekti.
Davut, kendine geldi, sözünü kısa kesti, dudağını yumdu, halvet edeceği yere hareket etti.

            Davud’un, hakkın meydana çıkması için halvete girmesi

2415. Davut, kapısını kapayıp acele halvet edeceği yere gitti, mihrabına, duanın kabul edildiği yere yöneldi.
Tanrı, ona bu işin hakikatini bildirdi, ne gösterdiyse tamamıyla gösterdi. O da işi anladı, öç alınacak kimdir, kısasa layık adam hangisidir, bildi.
Ertesi günü iki dâvacı ile halk gelip Davud’un huzuruna dikildiler.
Dâvacı yine aynı davayı tekrarladı, birçok ağır sözler söyledi.

    Davud’un, öküz sahibi aleyhine hüküm vermesi ve “ Sen bu öküzden 
    vazgeç “ demesi, bunun üzerine öküz sahibinin Davud Aleyhisselâm’ı 
                                                    kınaması

Davud “ Sus, bu dâvayı bırak, öküzü bu müslümana helâl et de yürü git.

2420. Yiğit, madem ki Tanrı, senin sırrını açmadı, onun bu sır örtücülüğüne şükret de sükût et” dedi.
Öküz sahibi “ Bu nasıl hüküm, bu ne biçim adalet? Benim için yeni bir şeriat mı kuracaksın.
Adalet âleme yayıldı; yer, gök, adaletinle güzel kokulara bürünmüş…
Kör köpekleer bile bu sistem yapılmadı. Bu tecavüzden, bu cefadan hararetlendi de taş da yarıldı, dağ da!”
Diyor, bu çeşit ağır sözler söylüyor, “ Ey ahali , gelin de görün zulmü!” diye bağırıyordu.

     Davud’un öküz sahibine “ Bütün malını, mülkünü ona ver “ demesi

2425. Davud, ondan sonra dedi ki. “ A inatçı, bütün malın,ı mülkünü hemencecik ona bağışla.
Yoksa bak, sana söylüyorum, işin fena olur, yaptığın zulüm ve cefa meydana çıkar.”
Adam, bu söz üzerine başına topraklar serpip elbisesini yırtarak “ Her an zulmünü artırıp durmaktasın” dedi.
Yine bir müddet Davud’u kınamaya koyuldu, Davud, tekrar onu huzuruna çağırıp,
Dedi ki: “ Ey bahtı körleşmiş herif, madem ki talihin yok, gayri yavaş, yavaş karanlıklar basmaya başladı.

2430. Senin gibi bir eşeğe çerçöple saman bile yazık… öyle olduğu halde sen yine baş köşeyi gözetip duruyorsun ha!
Yürü çocukların da onun kulu, kölesidir, karın da! Artık fazla söylenme!”
Dâvacı iki eline taş almış, göğsünü dövmekte, bilgisizliğinden, bir aşağı, bir yukarı gidip gelmekteydi.
Halk da Davud’u kınamaya başladı. Dâvacının gönlünde ne var, bilmiyorlardı ki,
Bir insan, saman çöpü gibi havaya kapılmış, maskara olmuşsa zalimi mazlûmdan nasıl fark edebilir?

2435. Zalimi mazlûmdan ayırt eden, zulümkâr nefsinin boynunu vurmuş kişidir.
Yoksa içten içe nefse zebun olan kişi, deliliğinden mazlûmlara düşman kesilir.
Köpek, daima yoksula, âcize saldırır, fırsat bulursa ısırır da.
Komşularından av kapmak aslanlara göre ayıptır, köpeklere değil,
Zalime tapan, mazlûmu öldüren kişilerin hepsi de pusudan çıkarak köpekçesine saldırdılar.

2440. Davud’a yüz tutup “ Ey seçilmiş Peygamber, ey bize şefkatli zat,
Bu sana yakışmaz, çünkü apaçık bir zulüm bu. Bir suçsuzu, hiçbir kabahati yokken kahrettin” dediler.

       Davud Aleyhisselâm’ın, bu gizli şeyi meydana çıkarıp apaşikâr 
   göstermek ve getirilen delilleri çürütmek üzere halkı ovaya çağırması

Davut dedi ki: “ Dostlar, gayri o gizli şeyin meydana çıkması zamanı geldi.
Hepiniz kalkın da şehirden dışarıya çıkalım, o gizli sırrı öğrenelim.
Filân ovada büyük bir ağaç vardır, dalları gürdür, çoktur, birbirleriyle birleşmişlerdir.

2445. Kol budak salıvermiş, geniş bir yeri kaplamıştır, kökü de yere yayılmıştır. İşte o ağacın kökünden bana kan kokusu geliyor.
O güzel ağacın kökünde kan var. Bu kötü talihli herif, onun altında efendisnii öldürmüştür.
Tanrı’nın hilmi, bunu şimdiye kadar örttü. Fakat bu kaltaban, buna hiç şükretmedi.
Efendisinin çoluğuna, çocuğuna ne nevruzlarda bir şey verdi, ne bayramlarda,
O yoksulların, o muhtaç biçarelerin hallerini, hatırlarını bir lokmayla olsun arayıp sormadı, eski hakları aklına bile getirmedi.

2450. Bu melûn herif şimdi de bir öküz için onun oğlunu yere vuruyor.
Günahının perdesini kendi kaldırıyor, yoksa Tanrı, suçunu örtüyordu.
Bu kötü zamanede kâfir olsun, fasik olsun… herkes, kendi perdesini kendi yırtar.
Zulüm, can sırları arasında gizli kalır, fakat onu halkın önüne koyan zalimdir.
Hele bakın, benim boynuzlarım var, şu âlemde cehennem öküzünü bir görün diye kendisini kendisi gösterir!”

  Zâlimin eliyle ayağının dünyada da zâlimin sırrına şahadet etmesi

2455. Elin, ayağın, içinde sakladığın şeye bu âlemde de şahadet eder.
İtikat ettiğin şeyleri söyle, gizleme diye gönlündeki şey, başına dikilir.
Hele kızdığın, söylenmeye başladığın zaman yok mu… gizlendiğin şeyleri kıldan kıla meydana çıkarır.
Zulümde cefa, bu âlemde senin başına dikiliyor, bu iş için tâyin edilmiş bir memur kesiliyor da hadi, ey el, ey ayak, yaptıklarını söyle, beni meydana çıkar diyor ya…
İçinde gizlediğin şey, sırrının gemini ele alıyor, hele kızıp coştuğun zaman onu istediği gibi sürüp götürüyor ya…

2460. Demek ki gizlediği şeyi ta ovalara çıkarsın da bayrak gibi diksin, el âleme göstersin diye Tanrı, zulmeden kötülükte bulunan kişinin başına bu memuru dikiyor.
Bunu yapan Tanrı, mahşer gününde de sırrını meydana çıkarmak için başka memurlar yaratmaya kadirdir.
Zaten ey zulümde, kinde elden ele geçmiş, herkesçe ne olduğu bilinmiş, anlaşılmış adam, senin için, dışın meydanda… elinin, ayağının şahadetine ne ihtiyaç var?
Kötülüğünü, ziyankârlığını etrafa yaymaya hacet   yok.Senin ateşten ibaret olan içini herkes biliyor.
Nefsinden, her an, beni görün, ben cehennemliğim diye yüzlerce kıvılcım sıçramada.

2465. Ben ateşin cüz’üyüm, işte aslıma gidiyorum. Nur değilim ki Tanrı’ya gideyim demekte.
Bu hak, hukuk tanımaz zalim gibi. Bir öküzceğiz için bunca hilelere giriğti.
Halbuki o, efendisinden yüzlerce öküz, yüzlerce deve almıştı. Babacığım, işte senin nefis dediğin de budur.Tek hemen ondan kesile gör!
Bu zâlim, bir gün bile Tanrı’ya yüz tutup ağlamadı, inlemedi. Ağzından bir kerecik olsun aşkla, dertle  “Yarabbi” sözü çıkmadı.
“ Allah’ım, düşmanımı hoşnut et. Ben bir ziyankârlıkta bulundum ama sen onu kâra tebdil eyle.

2470. Yanlışlıkla bir adam öldürdüysem diyetini vermek, akrabama düşer. Elest gününden beri benim canıma yakın olan sensin” demedi.
Ey hür can, sen ona tövbe etmesi, yargılanma dilemesi için inci verirsin de o sana taş bile vermez… işte nefsin insafı!

                       Halkın o ağacın dibine gitmesi

Halk, şehirden çıkıp o ağca doğru gidince Davut, “Önce ellerini bağlayın şu zalimin de
Sonra suçunu meydana koyalım, adalet bayrağını ovaya dikelim” dedi.
Sonra dedi ki: Ey köpek, sen bu adamın atasını öldürdün. Sen o zatın kölesiydin, bu yüzden onun kanına girdin.

2475. Efendini öldürüp malını, mülkünü zaptettin. Fakat Tanrı bunu meydana çıkardı.
Karın yok mu… onun cariyesiydi. Onunla birleştin de bu kötü işi yaptın.
Ondan erkek, dişi… ne doğduysa hepsine mirasçı bu adamdır.
Çünkü sen bir kölesin, çalışıp çabalarsın, eline geçen onundur. Şeriat mı aradın, al sana mükemmel bir şeriat, hadi şimdi yürü bakalım!
Sen burada efendini zari zari ağlatarak öldürdün. Efendin sana burada, aman yapma, etme diyordu.

2480. Korkunç bir hayal gördün, korktun… acelenden bıçağı da adamcağızın başıyla beraber toprağa gömdün.
İşte başı da şuracıkta gömülü, bıçak da. Haydi, kazın şurasını!
Bu köpeğin adı da bıçakta yazılıdır. Bu zalim, efendisine işte böyle bir hilede, böyle bir zulümde bulundu.”
Yeri kazdılar, bıçağı da bulup çıkardılar. Kesik başı da!
Halka bir velveledir düştü. Hepsi de zünnarlarını kestiler.

2485. Ondan sonra öküzü kesene “ Gel buraya hak sahibi, bu yüzü karadan hakkını al” dedi.

        Davud Aleyhisselâm’ın bu delili gösterdikten sonra katilin kısas 
                                        edilmesini emretmesi

Aynı bıçakla o adamın da öldürülerek kısas edilmesini emretti. Ne hile yaparsa yapsın, Tanrı bilgisinden kurtulabilir mi hiç?
Tanrı’nın hilmi, müdarada bulunur. Bulunur ama adam, haddi aşınca iş değişir, meydana çıkar.
Kan uyumaz. Gönüllere onu araştırmak, müşkülü halletmek merakı düşer.
Kıyamet gününün sahibi olan Tanrı’nın adaleti, şunun, bunun gönlünden zuhur eder durur.

2490. “ Filân ne oldu, hali nedir, kim öldürdü acaba?” diye topraktan ekin fışkırır gibi şunun, bunun gönlünden meraklar fışkırır.
Gönüllerdeki bu meraklar, bu araştırmalar, bundan bahsetmeler, hep o kanın kaynamasıdır.
O adamın gizli sırrı meydana çıkınca Davud’un mucizesi halka yayıldı; bu mucize bir dereceyken halk tarafından âdeta iki derece meşhur oldu.
Herkes baş açık gelip yerlere secde etmekte,.
“ Biz doğuştan körmüşüz, senden yüzlerce şaşılacak şey gördük.

2495. Taş, Talût’la beraber savaşa giderken sana söyledi, beni al dedi.
Sen elinde bir sapan, üç tane de taş olduğu halde geldin, yüz binlerce adamı birbirine kattın, kırdın, geçirdin.
Taşların yüz binlerce parçaya ayrıldı, her parçası bir düşmanın kanını içti.
Demir, elinde mum gibi yumuşadı, onunla zırh yaptın, bu da âleme yayıldı, herkes bildi.
Dağlar sana şükredici risaleler oldu, seninle berber adam gibi Zebur okudular!

2500. Senin sözünle yüz binlerce kişinin can gözü açıldı, gayb âlemine hazırlandı.
Fakat onların hepsinden kuvvetli mucizen bu: Sen, insana hayat bağışlamaktasın, bu bağışlaman daimî,
Zaten bütün mucizelerin canı da bu… ölüye ebedî hayat bağışlamak!” demekteydi.
Zalim öldürüldü, bütün bir dünya dirildi. Halkın hepside yeni baştan Tanrı’ya kul oldu.

     İnsanın nefsi, öküzü öldüren dâvacıya benzer, öldüren de akıldır.    Davud, Tantı, yahut Tanrı vekili olan şeyhtir. Zalim, onun yardımıyla  öldürülebilir. Çalışıp kazanamadan hesapsız rızık, onun himmetiyle elde   edilebilir… insan, onun sayesinde devlete erişir, zenginleşir 

 

Nefsini öldür de âlemi dirilt. Nefis, efendisini öldürmüştür; sen, onu kendine kul, köle yap!

2505. Kendine gel, öküzü dâva eden senin nefsindir; kendisini efendi yerine koymuştur, ululuk taslamaktadır.
Öküzü öldüren de aklındır. Hadi, artık ten öküzünü öldüreni inkâr etme!
Akıl bir esirdir. Daima Hak’tan zahmetsizce bir rızık, tabak tabak nimetler ister.
Onun zahmetsizce rızıklanması neye bağlıdır? Kötülüğün aslı olan öküzün öldürülmesine.
Nefis, “ Benim öküzümü nasıl olurda öldürürsün?” der. Çünkü nefis öküz, ten suretidir.

2510. Velinimet zâde olan akıl, ihtiyaçlar içinde kalmış, kanlı katil nefis, efendi olmuş, öne geçmiş!
Zahmetsiz rızık nedir, bilir misin? Ruhların gıdası, peygamberlerin rızıkları.
Fakat bunu elde etmek, öküzü öldürmeye bağlıdır. Hazine öküzün içindedir ey hazine arayan, yerleri kazıp duran!
Dün biraz bir şey yemiştim, onun için lâyıkıyla anlatamıyorum. Yoksa bunu tamamıyla anlatır, yuları anlayışının eline teslim ederdim.
Ama dün bir şey yedim demem de masaldan ibaret… çünkü ne gelirse o gizli evden geliyor.

2515. Güzel gözlülerden işve, cilve öğrenmişsek neden gözümüzü sebeplere dikip duruyoruz.
Sebeplerin de başka sebepleri var. Sebebe bakma da asıl ona bak!
Peygamberler, sebepleri gidermek için geldiler. Mucizelerini ta Zuhal yıldızına ulaştırdılar.
Sebep ve vesilesiz denizi böldüler, ekmeksizin buğday yığınını buldular.
Çalışmaları yüzünden kum taneleri un olurdu. Keçinin yünlerini çektiler mi ellerinde ibrişim olurdu.

2520. Bütün Kur’an, sebebi gidermeye aittir. Zâhiren yoksul olan Peygamber’in yüceliğini, yine zâhiren yüce olan Ebuleheb’in helâkini anlatır durur.
Ebabil kuşları iki üç taş attılar mı o koca Habeş ordusunu kırıp geçirirler.
Ta yukarılarda uçan kuşun attığı bir taş, fili delik deşik eder.
Öldürülmüş adama kesilmiş öküzün kuyruğuyla vur da hemen dirilsin, kefeniyle kalksın.
Kesilmiş boğazı, yerinden davransın, kanını dökenlerden kanını istesin denir.

2525. Bunlar ve bunlara benzer daha nice şeyler var… Kur’an, baştan sona sebepleri, illetleri nefyeder vesselâm.
Fakat bunları anlamak, işi uzatıp duran aklın harcı değildir. Kulluk et de bunlar sana keşfolsun!
Felsefeye sarılan kişinin aklı, akılla anlaşılabilen şeylere bağlanmış kalmıştır. Fakat temiz ve pak kişi, aklın aklının ( Akl-ı Küll’ün) tek binicisi oldu.
Aklının aklı içtir, senin aklınsa kabuk. Hayvan midesi daima kabuk arar.
İç arayan, kabuğu sevmez, ondan usanır, bıkar. İç temiz kişilere helâldir, temiz kişilere.

2530. Kabuktan ibaret olan akıl, bir işi yüzlerce delille ancak anlayabilir. Fakat Akl-ı Kül, doğru olduğunu bilmediği yola adımını atar mı hiç?
Akıl, defterleri baştanbaşa karalar durur. Aklın aklıysa bütün âlemi ayla, doldurur, nurlandırır.
O, karadan da kurtulmuştur, aktan da. Onun ayının nuru, gönüle de yayılmıştır, sana da.
Cüz’i akıl bu karayla akı, yine kadirden,bir yıldız gibi parlayıp âlemi aydınlatan Kadir gecesinden elde etmiştir.
Keseyle dağarcığın değeri altındadır. İçinde altın olmayan keseyle dağarcığın ne kıymeti var?

2535. Nitekim tenin değeri de canla, fakat canın değeri de cananın ışığıyladır.
Can, ışıksız diri olsaydı hiç kâfirlere “ Ölü” denir miydi?
Kendine gel, söyle, söyle ki söyleme kabiliyeti bizden sonraki zamanlarda aksın diye ırmak yolunu kazmakta.
Her devirde söz söyleyen bulunur; bulunur ama geçmişlerin sözleri daha faydalıdır.
Ey şükreden kişi, Tevrat, İncil ve Zebur, Kur’an’ın doğruluğuna şahadet etmedi mi?

2540. Zahmetsiz ve sayıya gelmez bir rızık ara da Cebrail sana cennetten elma getirsin.
Hattâ bahçıvanın lâflarıyla başın ağrımadan ekmek zahmetine düşmeden cennetin sahibinden rızıklanasın.
Çünkü ekmekteki fayda ve lezzet, Tanrı ihsanıdır. Dilerse sana o faydalı kabuğu, yani ekmeği vasıta etmeksizin de verir.
Ekmeğin sureti, ekmekteki faydaya, zevk ve lezzete bir sofradır. Fakat sofrasız ekmek yemek, velînin harcıdır.
Can rızkını senin Davud’un olan şeyhin himmeti olmadıkça nasıl olur da çalışıp çabalamayla elde edebilirsin?

2545. Nefis şeyhle adım attığını, ona uyduğunu görürse zorla sana râm olur.
Öküz sahibi de Davud’un sözünü anlayınca râm oldu.
Şeyh sana dost oldu mu avda aklın, köpek nefse galip olur.
Nefis, yüzlerce hile, Hud’a sahibi bir ejderhadır. Fakat şeyhin yüzü, o ejderhanın gözüne karşı tutulan bir zümrüttür.
Öküz sahibini zebun etmek istersen onu eşekler gibi bizle, o tarafa sür be hoyrat adam!

2550. Nefis, Tanrı velîsine, yaklaşırsa dili yüz arşın kısalır.
Onun yüz dili vardır, her dilinde yüz lûgat, hilesi, riyası anlatılamaz ki!
Öküz nefsi dâva eden fasih sözler söyledi, yüz binlerce doğru olmayan delil getirdi.
Bütün şehri kandırdı, yalnız padişahı kandıramadı, o her şeyi bilen padişahın yolunu vuramadı!
Nefsin sağ elinde tespih ve Kur’an vardır ama yerinde de hançer ve kılıç gizlidir.

2555. Onun mushafına, onun riyasına kanma… kendini onunla sırdaş, haldaş yapma!
Seni aptes al diye havuzun kenarına getirir de havuza, suyun ta dibine atıverir!
Akıl, nuranî ve iyi bir hak ve hakikat arayıcısıyken neden zulmanî nefis ona galip oluyor.
Neden mi? Nefis, kendi evinde, kendi yurdunda… akılsa garip! Köpek bile kapısında korkunç bir aslan kesilir!..
Hele sabret, aslanlar ormana gitsinler. Bu kör köpekler, o vakit onlara inanırlar.

2560. Şehirli, nefsin hilesini, tenin düzenini ne bilsin? O ancak kalbe gelen vahiyle kahredilebilir.
Kim onun cinsiyse ona dost olur. Ancak şeyhin olan Davut müstesna!
Çünkü o varlığını tebdil etmiştir. Tanrı, kimi gönül makamına vâsıl ederse o kişide ten cinsiyeti kalmaz.
Halk, umumiyetle bu cihan içinde illetlidir. İllet, şüphe yok ki illete dosttur.
Her aşağılık kişi Davutluk dâvasına kalkışır. Anlamayan kişiler de ona yapışır.

2565. Ahmak kuş, avcıdan kuş sesi duyar da o tarafa uçar gider.
Davut olmadığı halde Davutluk dâvasına kalkışan, kendi malı olan şeyle başkasından naklettiği şeyi ayırt edemez, sapıktır o kişi. Kendine gel de mânevi bir adam bile olsa kaç ondan!
Onun yanında kurtulmuş kişiyle bağlı kişi birdir. Yakına eriştim diye iddia etse de şüphededir.
Böyle adam, halk yanında zekâdan ibaret bile olsa mademki kendisinde bu anlayış, bu ayırt ediş yok ahmaktır!
Kendine gel, ondan ceylân, aslandan nasıl kaçarsa öyle kaç! Ey bilgili yiğit, sakın onun yanına koşma!

               İsa Aleyhisselâm’ın ahmaklardan dağa kaçması

2570. Meryem oğlu İsa, sanki bir aslan kanını dökmek istiyormuş da ondan kaçıyormuş gibi bir dağa kaçıyordu.
Birisi, ardından koşup dedi ki: “ Hayrola… peşinde kimse yok, neden böyle kuş gibi kaçıyorsun?”
İsa, öyle hızlı koşmaktaydı ki acelesinden cevap bile vermedi.
Adam, bir müddet İsa’nı peşinden koştu, ardını bırakmayıp bağırdı:
“ Allah rızası için bir an olsun dur. Neden kaçıyorsun. Merak ettim.

2575. Ardında ne aslan var, ne düşman… ne bir şeyden korkmana lüzum var, ne bir şeyden ürkmene sebep! O tarafa doğru neden koşuyor, kimden kaçıyorsun a kerem sahibi?”
İsa dedi ki: “ Bir ahmaktan kaçıyorum. Yürü, benim yolumu kesme, kendimi kurtarayım!”
Adam dedi ki: “ Körün gözlerini, sağırın kulağına açan Mesih sen değil misin?
İsa “ Evet, benim” dedi. Adam “gayb afsunlarına me’va olan.
O afsunu ölüye okuyunca ölüyü, av bulmuş aslan gibi sıçrayıp dirilten padişah sen değil misin!” dedi.

2580. İsa “ Benim” dedi. Adam dedi ki: “ A güzel yüzlü, topraktan kuşlar yapan sen değil misin?!”
İsa. “ Evet benim” dedi. Adam “ Peki, öyleyse ey tertemiz ruh, dilediğini yaparken kimden korkuyorsun?
Âlemde bu kadar mucizelerin varken senin kullarından olmayan kim?”
İsa dedi ki: “Teni eşsiz örneksiz yaratan, canı ezelden halk eden Tanrı’nın tertemiz zatına ant olsun…
Onun pak zatiyle sıfatları hakkı için… felek bile yenini, yakasını yırtmış, ona âşık olmuştur.

2585. O afsunu, o İsm-i Âzam’ı köre okudum, gözleri açıldı; sağıra okudum, kulakları duydu.
Taş gibi dağa okudum, yarıldı göbeğine kadar hırkasını yırttı!
Ölüye okudum dirildi. Hiçbir şey olmayan, vücudu bulunmayan şeye okudum, meydana geldi,bir şey oldu!
Fakat ahmağın gönlüne yüz binlerce kere okudum, fayda vermedi.
Mermer bir kaya kesildi, ona tesir bile etmedi. Âdeta kuma döndü, ondan bir şey bitmesine imkân yok!”

2590. Adam, “ Tanrı adının köre, sağıra ölüye tesir edip de ahmağa tesir ermemesinin hikmeti ne?
Onlar da illet, bu da illet… neden onlara tesir ediyor da buna tesir etmiyor?” dedi.
İsa dedi ki. “ Ahmaklık, Tanrı kahrıdır. Hastalık, körlük, kahır değildir, bir iptilâdır.
İptilâ, acınacak bir illettir, ona kul da acır, Tanrı da…fakat ahmaklık, öyle bir illettir ki ahmağa da mazarrat verir, onunla konuşana da!
Ahmağa vurulan dağ, Tanrı mührüdür. Ona bir çare bulmanın imkânı yok!”

2595. İsa nasıl kaçtıysa sen de ahmaktan kaç! Ahmakla sohbet, nice kanlar döktü!
Hava,suyu yavaş yavaş çeker, alır ya… ahmak da dininizi böyle çalar, böyle alır işte.
Kıçının altına taş koymuş adamın harareti nasıl gider, o adam nasıl soğuk alırsa ahmak da sizden harareti, aşkı iştiyakı çalar, size soğukluk verir!
İsa’nın kaçışı korkudan değildi. O zaten emindi, fakat size öğretmek için kaçmıştı.
Zemheri rüzgârları, âlemi doldursa bile o parlayıp duran güneşe ne gam?

     Sebâlılar’ın ahmaklığı, peygamberlerin nasihatlarının o ahmaklara 
                                               tesir etmemesi

2600. Hatırıma Sebalılar’ın hikâyesi geldi. Ahmaklık yüzünden seher yeli, onlara veba kesilmişti.
Sebâ, çocuklardan duyduğun masallardaki gibi pek büyük bir şehirdi.
Hani çocuklar masal söylerler ya… fakat masallarında nice sırlar, nice öğütler vardır.
Görünüşte saçma şeyler söylerler ama sen onları masal sanma sakın…bütün viranelerde define aramaya koyul!
Sebâ şehri, pek büyük, pek azametli bir şehirdi… büyüklüğü bir tepsiden fazla değil!

2605. Pek ulu, pek geniş, pek uzun, pek kocamandı… bir soğan kadar!
On şehir halkı oraya toplanmıştı; fakat hepsi de yüzleri yıkanmamış üç kişiden ibaret!
Orada sayısız adam vardı ama hepsi yalnız ölmüş hayvan eti yiyen o üç ham adam!
Canana ulaşmayan, sevgiliye kavuşmaya çalışmayan can, binlerce bile olsa yarım tenden ibarettir.
Üç kişinin birisi pek uzakları görürdü, fakat gözü kör; Süleyman’ı görmezdi de karıncanın ayağını görürdü!

2610. Öbürü pek keskin işitirdi, fakat sağır! Âdeta bir defineydi. İçinde yarım arpa kadar bile altın yok!
Üçüncüsü çırılçıplak, edep yeri açık bir adamdı. Elbisesinin etekleri uzun!
Kör dedi ki: “ İşte bak, şuracıktan atlılar gelmekte. Onların hangi kavimden olduklarını ve kaç kişiden ibaret bulunduklarını görüyorum.”
Sağır “ Evet, ben de seslerini duydum, gizli açık ne söylüyorlarsa işittim” dedi.
Çıplak “ Benim korkum da şundan: Gelirlerse elbisemin eteğini keserler!” dedi.

2615. Kör dedi ki: “ İşte bak, yaklaştılar. Hadi onlar gelip çatmadan, bizi yakalayıp dövmeden, bağlamadan biz kaçalım.”
Sağır dedi ki: “ Hakikaten dostlar, gürültü gittikçe yaklaşıyor, haydin!
Çıplak, eyvahlar olsun, dedi… gelirlerse tamah ederler, elbisemi alırlar, ben hiç emin değilim!
Şehri bırakıp çıktılar, koşa koşa bir köye geldiler.
O köyde semiz bir kuş buldular. Kuş pek semizdi, vücudunda zerre kadar et yoktu, öyle arıktı ki!

2620. Ölmüş bir kuştu, kargaların gagalamasından kemikleri bile incelmiş, ipliğe dönmüştü.
Aslanların avlarını yemesi gibi o kuşu yediler… üçü de tok filler gibi semirip şiştiler.
Üçü de üç tane besili, semiz ve büyük file döndüler!
Üç genç de öyle semirdi, öyle şişmanladı ki şişmanlıktan âleme sığamaz oldular!
Bu kadar şişmanlıkta, bu koskocaman kelleyle, kulakla, bu iri yedi endamla beraber kapının çatlağından süzülüp geçtiler!

2625. Ölüm de halka görünmez, ölümün yolu da gizlidir. Ölüm de göze gelmez… acayip bir çıkış yeridir.
İşte bak, kervanlar birbiri ardına ulanmış, o kapının gizli çatlağından geçip gitmede!
Fakat o çatlağı arasan göremezsen. Pek gizlidir ama ondan bunca kişileri geçirdiler, gelin evine güvey götürür gibi götürdüler.

     Uzaktakini bile gören köle, keskin kulaklı sağır, uzun elbiseli çıplak

Sağır, istektir, dilektir. Bizim ölümümüzü duydu da kendi ölümünü duymadı, kendi görünüşünü görmedi.
Kör de hırstır. Halkın ayıbını  kıldan kıla görür. Taraf taraf söyler de,

2630. Kör gözü kendi ayıbını zerre kadar göremez, fakat gene de âlemin ayıbını arar!
Çıplak, elbisesinin eteğini kesecekler diye korkuyor ama çıplak adamın eteğimi olur ki kessinler!
Dünyaya kapılan da hem müflistir, hem de korkmakta. Halbuki hırsızlardan hiç de korkmaması lâzım.
Zaten dünyaya çıplak geldi, çıplak gidecek… böyle olduğu halde hırsızlardan korkusundan yüreği kan olmakta!
Fakat hayattayken bunca feryad ü figan etti ağlayıp sızladıydı  ya… ölürken kendiside bu korkusuna şaşar, güler!

2635. O zaman zengin hiçbir pulu olmadığını… zeki, hiçbir hüneri bulunmadığını anlar.
Hayattaki bu korku, eteğine saksı kırıkları doldurup da kendisini mal sahibi sanan, onları kaybedeceğinden korkan, onların üstüne titreyen çocuğun korkusuna benzer.
O saksı kırıklarından bir parçasını bile alsan ağlamaya başlar; geri verirsen de sevinir, gülmeye koyulur.
Bilgi elbisesini giymedikçe çocuğun ağlamasına da ehemmiyet verilmez, gülmesi de!
Ahmak da eğreti malı kendisinin sanır da onun üstüne titrer. Hay aşağılık adam hay!

2640. Uykuda kendisini mal sahibi görür, çuvalını hırsız çalacak diye korkar!
Fakat kulağı çekildi de uyandı mı kendi korkusuyla kendisi alay eder.
Bu cihanın aklına, bu âlemin bilgisine sahip olan âlimlerin korkusu da buna benzer.
Hünerlere, fenlere sahip olan bu akıllılara Tanrı Kur’an’ da “ Onlar bir şey bilmezler” dedi.
Her biri kendisinde bilgi var zannına kapılır da birisi çalacak diye korkuya düşer.

2645. Zamanımı alıyorlar der. Halbuki bir fayda, bir kâr elde eden kişinin zamanı zaten onda yok!
Halk beni işimden, gücümden alıkoydu der ama canı, ta boğazına kadar işsizliğe, güçsüzlüğe dalmıştır!
Çıplak adam elbisemi sürüyüp duruyorum; eteğimi, onların pençesinden nasıl kurtaracağım der!
Âlim de, bilgilerin yüz binlerce çeşidini bilirde zalim herif, kendisini bilmez.
Her cevherin haysiyetini bilir de kendi cevherine gelince bir eşeğe döner!

2650. Be hey âlim, sen, ben caiz olan şeylerle caiz olmayanları bilirim dersin ama kendin caiz misin, işe yarar mısın, yoksa bir kocakarı mısın? Bundan haberin yok!
Bu, yerinde doğru… şu, yerinde değil, eğri… bunu biliyorsun ama sen doğru musun, eğri mi? Bir de iyice bak!
Her kumaşın değeri nedir? Biliyorsun da kendi değerini bilmiyorsun. Bu ahmaklıktır.
Yomlu yıldızlarla yomsuz yıldızları biliyorsun… fakat sen yomlu musun, yoksa cemcenabet biri misin? Buna bakmıyorsun bile?
Bütün bilgilerin ruhu budur bu… mahşer günü ben kimim, ne hale geleceğim; demen bunu bilmen gerek!

2655. Din usulünü bildin ama kendi aslın, kendi mayan iyiyse bir de ona bak, onu bil!
Seni için bu iki usulden kendi aslını bilmen daha iyidir ey ulu kişi!

      Sebâlılar’ın şehirlerinin güzelliği ve onların buna şükretmemeleri

Sebâlılar’ın asılları kötüydü, mayaları pisti. Tanrı’ya ulaşma sebeplerinden kaçarlardı.
Tanrı, onlara bunca matah, bunca bağ, bunca bostan vermiş, sağlarından, solarından onlara zevk ve huzur için bunca nimetler ihsan etmişti.
Ağaçlardan dökülen meyvelerin bolluğundan yol daralır, geçenler, geçemez olurlardı.

2660. Yerlere dökülen meyveler, yolu kapar, yolcu, nereden geçeyim diye şaşırır kalırdı.
Birisi, başına bir sepet alıp ağaçlıklardan geçse sepet silkmeden meyvelerle dolardı.
Meyveleri kimse silkmez, düşürmez, meyveler, rüzgârla düşer, nicelerin etekleri, meyvelerle dolar, boşalırdı.
Meyve hevenkleri, dallardan aşağılara kadar sarkar, gelip geçenlerin başlarına, yüzlerine sürtünürdü.
Külhan hizmetinde çalışan aşağılık bir adam bile o kadar zengindi ki altın kemer kuşanırdı.

2665. Köpek, ekmekleri ayağıyla çiğner, ezerdi… kurt, yiyecek bolluğundan imtilâ illetine tutulmuştu.
Şehir de hırsızdan kurttan emindi, köy de. Keçi bile, büyük büyük kurtlardan korkmaz olmuştu.
Onların günden güne artan nimetlerini, onların nail oldukları şeyleri anlatsam,
Mühim sözler geri kalır. Peygamberler, bunlara “ Doğru olun, doğruluk yapın!” demişti!

       Sebâlılar’a nasihat için peygamber gelmesi, Peygamberlerden mucize 
                                                             istemeleri

Oraya tam on üç peygamber gelmiş, sapıklara yol göstermiş istemişlerdi.

2670 . “Nimetleriniz çoğalıp durmakta, fakat şükür nerede? Şükrü merkebi yatıp uyusa bile siz onu uyandırın, kaldırın!
Nimet verene şükretmek aklen de lâzım. Şükretmeyen, kendisine ebedî hışım kapısını açar.
Kendinize gelin de şu kereme bakın! Bir şükre bedel bu kadar nimeti kim verir?
Tanrı insana baş verir, şükür için de bir secde ister… ayak bağışlar şükür için bir oturma diler” dediler.
Sebâlılar dediler ki: “ Bizim şükretme kabiliyetimizi Şeytan aldı götürdü! Şükürden de usandık, nimetten de.

2675. Bu nimetlerden bize öyle usanç geldi ki ne ibadet hoşumuza gidiyor, ne kabahat!
Nimetleri de istemiyoruz, bahçeleri de… zevk sebeplerini de dilemiyoruz, safa vesilelerini de!
Peygamberler dediler ki: “ Gönülde bir illet yüzünden insan, doğruyu anlamaz, sapıtır.
O yüzden nimetler, umumiyetle illet olur. Hastalıkta yenen yemek insana hiç kuvvet verir mi?
Ey inatçı, önüne nice güzelim nimetler geldi de hepsi kötüleşti, sâf olanlar bile bulandı gitti!

2680. Bu güzelliklerin düşmanı sensin… neye elini vurdunsa kötü oldu.
Senin dostun; senin âşinan olan, sence hor, hakir sayıldı.
Sana yabancı olan, seninle uzlaştı. Sence o büyük ve yüce oldu.
Bu da o, hastalığın tesirinden… O illetin zehri bütün canlara sirayet eder.
O illeti derhal geçirmeye çalışmak gerek. O illet durdukça şeker bile zehir kesilir.

2685. Her güzel ve tatlı şey, insana kötü ve acı gelir. İnsan Âbıhayat içse ateş sanır.
O huy, ölüm kimyasıdır, dert kimyasıdır. Sen de o huy var mı? Nihayet hayatın bile o yüzden ölüm olur!
O huy, sendeyken gönlü dirilten gıda bile senin vücudunda kokar, leş kesilir.
Nâz- u naimle avlanan nice aziz kişiler vardır ki sana av olsalar sence bayağı görünürler.
Bir akıl, gararsız, maksatsız başka bir akılla bağdaşırsa sevgi, gün gittikçe artar.

2690. Fakat nefis, aşağılık bir nefisle tanışır, dost olursa şüphesiz olarak bil ki bu dostluk, zaman geçtikçe azalır.
Çünkü nefsin daima bir illet, bir maksat etrafında döner, dolaşır… dostluğu, bilişiği de çabucacık bozar!
Yarın dostunun senden nefret etmesini istemiyorsan bir akıllıysa dost ol, akla yâr ol!
Nefis zehirleriyle hastalanmış, hastalığa tutulmuşsan eline ne alır, elini nereye atar, neye sahip olursan hastalığa alet olur, onu da berbat edersin!
Eline mücevher alsan, taş olur, gönül sevgisine yapışsan savaş olur.

2695. Kimse tarafından söylenmemiş, kimse tarafından dokunulmamış bâkir ve lâtif ir nükte duysan anlayınca sence zevksiz ve kötü bir hal alır.
Ben bunu çok duydum, dinledim… eskidi bu artık. Ey yiğit, sen, bundan başka bir şey söyle dersin.
Hattâ yepyeni ve söylenmemiş bir nükte duyduğunu farzet, yarın ona da doyar, ondan da nefret edersin.
Sen sendeki illeti gider… illet geçti mi, sence her eskimiş, söylenmiş söz, yeni olur.
O eski söz, yepyeni dallar, budaklar verir, yüzlerce meyve hevenkleri bitirir, yetiştirir!

2700. Biz böyle hekimleriz, öyle Tanrı şakirtleriyiz ki bahrimuhit bile bizi gördü de yarıldı.
Biz başkayız; insanın hastalığını, nabzına bakarak anlayan hekimler başka!
Biz gönüle vasıtasız bakarız, bizim görüşümüz, anlayışımız yüzünden pek yücedir.
Onlar, insanı gıdalarla, meyvelerle doyuran kuvvetlendiren doktorlardır… hayvanî can, onların tedavisiyle kuvvet bulur, yaşar.
Bizse iş ve söz doktorlarıyız. Bize ululuk nurunun ışığı ilham vermektedir.

2705. Meselâ bu çeşit bir iş sana faydalıdır, öbürünün yolunu keser.
Bu çeşit bir söz sana faydalıdır, başka çeşit bir sözse seni yaralar!
O doktorlar, hastanın sidiğine bakar, hastalığını öyle anlar… bizim delilimizse ulu Tanrı’nın vahyidir, hastalığı vahiyle anlarız.
Kimseden ücret istemeyiz, ücretimiz, noksanlardan ari olan Tanrı’dan gelir.
İlleti unulmaz hastalara sâlâ, ilâcımız, hastalara birebirdir.

                       Peygamberlerden mucize istemeleri

2710. Sebâlılar, “ Ey dâvaya girişenler, doktorluğu bildiğinize, bize fayda vereceğinize deliliniz nerede,
Siz de bizim gibi uyku uyumakta, siz de bizim gibi yemek yemektesiniz. Köylerde, şehirlerde bizim gibi oturup duruyorsunuz.
Bu su, toprak tuzağındayken nasıl olur da gönül simurgunu avlayabilirsiniz?
Fakat mevki ve reislik sevdası, sizi peygamberlik dâvasına salmış, bu yüzden kendinizi peygamber sanıyorsunuz.
Bu çeşit lâflara, bu çeşit yalanlara kulak bile asmak istemeyiz, ayran kâsesine düşmek dilemeyiz.” dediler.

2715. Peygamberler dediler ki: “ Bu da o illetten, körlüğünüzden, söylediğimiz sözlerin hakikatini göremiyorsunuz.
Dâvamızı duyuruyorsunuz da elimizdeki mücevheri görmüyorsunuz.
Elimizdeki bu mücevher, halka bir imtihandır. Onu gözlerin önünde dolandırıp durmaktayız.
Kim, nerede mücevher? derse bu sözü, körlüğüne, mücevherleri görmediğine şahittir.
Güneş söze gelse de “ Kalk, gündüz oldu, yatıp durma.”

2720. Dese, sen de, “ A güneş, şahidin nerede?” desen güneş “Kör herif, Tanrı’dan kendine göz iste!
Apaydın gündüz vakti birisi mum arasa onun bu araması körlüğüne tam bir delildir.
Bari görmüyorsan, gündüz olduğundan şüphen varsa, daha sabah olmadı sanıyorsan,
Sus, bir şey söyleme de kör olduğunu meydana vurma, Tanrı ihsanını bekle!” der.
Gündüzün “ Gündüz nerede” demek kendi kendini rezil etmektir a gündüz arayan!

2725. Sabır ve sükût, Tanrı rahmetine sebep olur. Bu araştırmaysa hastalık nişanesidir.
“ Susun, dinleyin” emrini canla, başla kabul et de sevgilinin mükâfatına eriş, rahmetine nail ol.
Ey terbiyeli, edepli kişi, illetinin yeniden tazelenmesini istemiyorsan bu doktorun önünde paranı da çıkar, yere koy; başını da secdeye indir.
Fazla sözü sat da can, mevki ve para pul bağışlamayı satın al.
Bu suretle de Tanrı seni övsün, rütbene gök bile haset etsin.

2730. Doktorların rızasını elde ederseniz kendinizi görür, halinizi bilir, ayıplarınızı anlar, kendi kendinizden utanırsınız.
Bu körlüğü defetmek halkın elinde değildir; bu, doktorlara Tanrı tarafından lûtfedilmiş bir hidayettir.
Bu doktorlara candan kul olun da miskle, amberle dolun!”

                     Halkın peygamberleri itham etmesi

Onlarsa, bunların hepsi riyadan, hileden ibaret dediler; nasıl olur da Tanrı falanı, filanı kendisine vekil eder?
Padişah elçisinin padişah cinsinden olması lâzım. Suyla toprak nerede, gökleri yaratan nerede,

2735. Kafamızda eşek beyni mi var ki sizin gibi bir sineği hüma kuşuyla bir tutalım?
Hüma nerede, sinek nerede? Toprak nerede, Tanrı nerede? Gökteki güneşle zerrenin ne münasebeti var?
Bu münasebet, bu alâka, hiç akıllı adamın kabul edeceği şey mi?

     Tavşanların, “ Ben ayın elçisiyim; ay, bu çeşmeden vazgeç diyor”  
     demesi için bir tavşanı elçi olarak file göndermeleri – bu hikâyenin 
                               tamamı Kelile kitabında vardır -

Bu, bir tavşanın “ Ben ayın elçisiyim, onunla eşim” demesine benzer.
Bütün av hayvanları, fil sürüsünün yüzünden suyu güzel kaynağa gidemez olmuşlardı.

2740. Hepsi de korkularından oraya yanaşamıyorlardı. Güçleri, kuvvetleri yoktu, bir düzen düzdüler.
Bir ihtiyar tavşan, ayın ilk gecesi dağın tepesine çıkıp bağırdı:
Ey fil padişahı, ayın on dördüncü gecesi gel de kaynağa bak, sözümün doğruluğunu gör!
Ben elçiyim, elçiye zeval yok… ona ne kızılır, sövülür, ne hapse atılır.
Ay diyor ki : “ Filler, buradan gidin, kaynak bizimdir, dağılın buradan!

2745. Yoksa sizin gözünüzü kör ederim. Ben, onun sözünü söyledim, boynumdan vebali attım.
Bu kaynağı bırakıp gidin de ayın kılıncından emin olun.
Sözümün doğruluğuna nişan de şu:  Filler, su içmek için kaynağa geldiler mi ay harekete gelir.
Fil padişahı, filân gece gel de kaynakta bu dediğimi gör!
Ayın yedisi, sekizi olunca fil padişahı su içmek için kaynağa geldi.

2750. O gece vakti hortumunu suya salınca su harekete geldi, ay da hareket etti.
Fil, suyun içinde ayın titrediğini, harekete geldiğini görünce tavşanın sözüne inandı.
Fakat “ Filler, biz o ahmak fillerden değiliz ki ayın hareketi bizi korkutsun” dedi.
Peygamberlerse “ Ah akılsız adamlar ah, size canla, başla verdiğimiz nasihatler, sizin bağınızı kuvvetlendirdi. Vah yazıklar olsun vah!” dediler.

       Onların kınamasına Peygamberlerin cevap vermeleri ve misal 
                                                  getirmeleri

Ne yazık… derdinize verilen ilâç, can alıca kahır zehir kesildi.

2755. Bir göze Tanrı, hışım perdesini salınca mum bile aydınlatmaz, karanlığını çoğaltır.
Sizden ne reisliği arayacak, ne gibi bir ululuk isteyeceğiz? Bizim ululuğumuz göklerden bile üstün!
İncilerle dolu olan deniz, gemiden ne şeref bulabilir? Hele o gemi, fışkıyla dolu olursa!
Yazıklar olsun ki o bozarmış kör göze güneş bile bir zerre göründü.
İblis’in gözü, eşsiz, örneksiz Âdem’i topraktan başka bir şey görmedi.

2760. O iblis’e lâyık göz, yurdu olan yerden baktı, kendisine lâyık görüşle gördü de sahibine Âdem’in baharını kış gösterdi.
Nice devletler vardır ki bazan devletsiz kişiye isabet eder de mal olmaz, geri döner!
Nice sevgili vardır ki bir bahtsızın yanına gelir de o, sevgiliyi tanımaz, onunla aşk oyununu oynamaya girişmez.
Gözü yanıltan da bizim ezelî nasipsizliğimiz. Kalbi çeviren de kötü kaza ve kader!
Taştan yontulup yapılan put, size kıble olduğundan lânetin, körlüğün gölgesine sığındınız, orada yurt edindiniz.

2765. Zannınızca taştan yapılma putlarınız Tanrı’ya eş oluyor da akılaı can nasıl Tanrı sırrına sahip olmuyor?
Demek ki bir ölü sinek Tanrı’ya eş oluyor sizce… peki, o halde diri olan insan neden o padişahlar padişahına sırdaş olmasın?
Yoksa ölü sineğe benzeyen put, sizin tarafınızdan yapıldığı için mi Tanrı’ya eş olmaya lâyık? Diri insan, Tanrı mahlûku olduğundan mı Tanrı sırrın mahrem olamıyor?
Siz, kendinize, kendi sanatınıza âşıksınız. Yılanların kuyruklarına lâyık olan elbette yılan başıdır.
Ne o kuyrukta bir devlet, bir nimet vardır, ne o başta bir rahat, bir lezzet!

2770. Yılanın kuyruğu, başının etrafında dönüp dolaşır, kıvrılıp düzelir. Kuyruk ve baş… o iki dost birbirine tam lâyıktır, tam münasiptir!
İlâhi nâmeyi bir güzelce dinlesen görürsün; Hâkim-i Gaznevî öyle der:
Takdirin hükmüne itiraz edip de boş boğazlıkta bulunma. Tavşana tavşan kulağı münasiptir.
Uzuvlarla bedenler tam uygundur… huylarla canlar, tam birbirine denktir.
Ruha münasip olan her vasfı, şüphe yok ki tam yerli yerinde, tam uygun olarak halk eden Tanrı’dır.

2775. Tanrı, madem ki huyu, cana uygun ve eş olarak yarattı, o halde onu gözle kaş gibi yerinde ve birbirine münasip bil!
Güzeldeki huylar da uygun ve yerinde, çirkindeki huylar da. Tanrı’nın yazdığı harfler birbirine tam münasip!
Ey Hasancık, yazı yazanın elindeki kalem gibi gözle gönül de Tanrı’nın iki parmağı arasında!
Gönül kalemi, lûtuf ve kahır parmakları arasında gâh sıkıntıya düşer, gâh feraha çıkar.
Ey kalem, ululuğa lâyıksan kimin parmakları arasındasın, bak da gör!

2780. Senin bütün kastin, bütün hareketin bu parmaklardan meydana geliyor. Başın, dört yol ağzında; kahrın, lûtfun, doğru yolla sapıklığın birleştiği yeridir.
Bu halden hale giriş harflerin, onun yazıp bozmasından meydana gelmekte… bir işe niyetin, yahut bir şeyden vazgeçmen de onun iradesiyle, onun takdiriyle!
Niyazdan, yalvarıp yakarmadan başka yol yok… bu değişmeyi, bu halden hale girmeyi her kalem bilmez.
Bilsen bile kendi miktarınca, kendi haddince bilir… iyi de kendi kadrini izhar eder, kötüde de!
Sebâlılar, tavşanla fil hikâyesini misal getirmeye kalkıştılar ama ezelî sırrı hilelerle karıştırmaya yeltendiler.

        Herkes, misâl getiremez, hele bu misâl, Tanrı işine ait olursa

2785. Bu misalleri düzüp koşmak, o tertemiz tapıya affetmeye kalkışmak sizin haddiniz mi,
Misal getirmek, Tanrı’nın, bir de onun gizli ve aşikâr bilgisine bir delil olan kişinin hakkıdır.
Sen herhangi bir şeyin sırrını ne bilirin? Kafan kel iken saça, yüze ait nasıl misal getirebilirsin?
Musa bile sopayı, alelâde bir sopa gördü ama değildi ki… o, bir ejderhaydı; sırrı, dudağını açtı da hakikatini söyledi.
Öyle bir padişah bile bir sopanın sırrını bilemezse sen, bu tuzakla tanelerin sırrını ne bileceksin?

2790. Musa’nın gözü bile misal hususunda yanılırsa bir fare nasıl olur da hakikate ulaşmaya yol bulur.
O misa,l bir ejderha kesilir de cevabıyla seni paramparça eder!
İblis de bu misali getirdi de kıyamete kadar melûn oldu.
Karun da inat etti, bu misali getirdi de tacıyla, tahtıyla yere geçti.
Sen bu getirdiğin misali kuzgun ve baykuş bil… onların yüzünden yüzlerce ev bark yıkıldı, yerle yeksan oldu!

        Nuh, gemi yaparken kavminin misaller getirerek alay etmesi

2795. Nuh ovada gemi yaparken yüzlerce kişi başına üşüşüp misal getirerek alaya kalkıştılar.
“ Kuyu bile bulunmayan bir ovada gemi yapıyor, bu ne bilgisiz aptal!” dediler.
Biri diyordu ki. “ Gemi, hadi yürü koş!” Öbürü diyordu ki: “ Bu gemiye bir de kanat tak!”
Nuh da “ Ben, bunu Tanrı emriyle yapıyorum, bu alaylarla işime kesat gelmez” demekteydi.

   Bir hırsıza “ Gece yarısı bu duvar dibinde ne yapıyorsun?” demeleri,   hırsızın “ Davul çalıyorum demesi

Şu hikâyeyi dinle de bak! Hırsızlığa alışmış herifin biri bir gece bir duvarın dibini delmekteydi.

2800. Hasta ev sahibi, gece yarısı yavaş, yavaş bir tak taktır duydu.

[divide style="2"]

AÇIKLAMALAR  ( Beyitler  2101 – 2800 )

B. 2101. “İnananlara da, gözlerinizi sımsıkı yumun, kötü bakmayın..” (Sure 24, Nur,  âyet 30).

B. 2122. Namazların ikinci ve son rekâtlarından sonra diz üstü  oturulur ve Tanrı  övülür, birliği ve H.Muhammed’in hak peygamber olduğu söylenir, buna Tahiyyat derler.

B. 2152. Arş, göklerin en yücesi, ferş, yani döşeme de ona nispetle bu yeryüzüdür.

B. 2155. Rükû, namazda ellerini diz kapaklarına götürüp kavrayarak belini  düz bir surette eğmektir.

B. 2158-2159. Namazda   avuçlar,  dizler,  ayakların baş parmakları yere gelmek şartıyla alnı yere koymaya “secde-sücud” derler.

B. 2165-2175. Tahiyyattan sonra baş sağa ve sola çevrilip selâm verilmekle namaz biter.

B. 2183. Tanrı’ya, Peygambere, yahut Tanrı buyruklarından birine inanmayan kâfirdir, dine kendiliğinden bir şey katana, dini bozana da mülhit derler.

B. 2184. Filân işim olursa şu kadar namaz kılayım, şu kadar gün oruç tutayım, fukaraya şu kadar para vereyim… gibi o işin olması için Tanrı’ya bir şey vadetmeye adak, adak adamak (Nezir) derler. Evliyaya, türbelere mum yakmak ve saire gibi dinde olmayan adaklar da adanagelmiştir.

B. 2401. H. Muhammed’in “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadınlar, namaz. Namazda gözüm nurlanır, namaz, gözümün nurudur” diye rivayet edilmiştir (Feyz-al Kadir, III, 370).

B. 2461-2462. Kur’anın 36 inci suresi olan Yâsin’de kıyamette ellerin, ayakların yaptıkları şeyleri söyleyecekleri anlatılmaktadır (âyet 65).

B. 2495. Davut Peygamber’in sapan taşıyla Câlût adlı bir kahramanı öldürdüğü Tevrat ve Kur’anda hikâye edilir (Mülûk-i evvel, Bap 17, Sure 2, Bakara, âyet 248-251).

B. 2777. “Hasancık” sözüyle Çelebi Husameddin’e hitap ediyorlar.

CİLT 3  (2801 - 3500 Beyitler)

Dama çıkıp aşağıya eğildi, hırsızı görüp “ Baba, ne yapıyorsun?
Hayırdır, inşallah… gece yarısı ne ediyorsun, kim sen” dedi. Hırsız “ Davulcuyum azizim”diye cevap verdi.
Adam “ Peki, burada ne yapıyorsun?” deyince hırsız “ Davul çalıyorum” dedi. Ev sahibi dedi ki: “ Be adam, davul sesi hani?”
Hırsız “ Dur hele, sesini yarın duyarsın eyvahlar olsun! dediğin zaman kulağına dank eder!”

2805. Kelîle’ de ki o hikâye de yalan, saçma, düzme… fakat o saçma hikâyenin ne demek olduğunu, o hikâyenin maksadının anlamadın ki!

          Münkirlerin söyledikleri tavşanın aya elçilik ederek file haber  getirmesi hikâyesinin hakikatı

A herzevekil, o tavşanın hakikati Şeytan’dır. Senin nefsine elçi olarak geldi de,
Ahmak nefsini, Hızır’ın içtiği Âbıhayattan mahrum eti.
Sen onun mânasını ters anladın. Küfür söyledin, azabına hazırlan!
Arı duru suda ayın hareketini, bununla tavşanın filleri korkuttuğunu anlattın.

2810. Tavşan hikâyesini, fili, suyu, ayın hareketinden fillerin korkmasını söyledin.
Fakat ey ham körler, bu ay, halkı da, halkın ileri gelenlerini de zebun etmiş olan aya nasıl benzer ki?
Ay nerede, güneş nerede, gök nerede akıllar nerede, nefisler nerede, melek nerede?
Hattâ güneşin güneşi nerede? Nasıl söylerim bu sözü, uykuda mıyım, sayıklıyor muyum?
Ey yol sapıtmış kişiler, padişahların hışmı yüz binlerce şehri harap etmiştir.

2815. Dağlar bile, onların hışmından yarılır, yüzlerce parça olur… güneş biel, onların etrafında döner, onları tavaf eder.
Erlerin hışmı, bulutu kurutur, gönüllerinin kızgınlığı âlemleri yakar, yıkar.
Ey kefensiz adamcıklar, ey yıkanmamış ölücükle,. Lût Peygamber’in şehri nasıl yere battı, na hale geldi? Bakın da görün!
Fil de kim oluyor ki? Üç tane kuşcağız, o fillerin kemiklerini kırdı.
Kuşların en zayıfı Ebabil olduğu halde filleri, bir daha yamanmalarına imkân bulunmayacak bir tarzda yırttı, parçaladı.

2820. Nuh tufanını duymayan, yahut Firavun’la Musa’nın savaşını işitmeyen var mı?
Ruh gibi olan Musa, onları mağlup etti, sulara boğdu; su da bunları zerre, zerre parçaladı.
Semud kavminin ahvalini, kasırganın âd kavmini mahvettiğini duymayan var mı?
Bir defacık olsun gözünü aç da gör: Savaşta filleri yıkıp öldürdüğü halde,
Bu derecede kuvvetli filler, bu kadar zâlim padişahlar bile gönül hışmına uğramışlar, taşlanıp durmaktadırlar.

2825. Ebedîyen zulmetten zulmete gidiyorlar… Ne yardım eden var, ne imdatlarına yetişen!
İyi adla kötü adı duymadınız mı yoksa? Hakikati herkes gördü de siz görmediniz mi yoksa,
Görülmüş şeyi görülmemiş sanırsınız, meydanda olan şeyleri bile görmezsiniz ama ölüm, gözlerinizi adamakıllı açacak elbet.
Tut ki âlem, güneşle, nurla dopdolu… sen, kör gibi karanlıklara gittikten sonra elbette ondan uzakta kalırsın, mahrum olursun!
O kerem sahibi aya pencereni kapatırsan o ulu nurdan elbette nasibin olmaz!

2830. Sen köşkten çıkmış, kuyuya girmişsin. Bu geniş âlemlerin ne günahı var?
Kurt huylarıyla huylanmış olan ruh, Yusuf’un yüzünü nasıl görebilir, söyle!
Davud’un sesi dağlara, taşlara ulaştı da yine o taş yüreklilerin kulaklarına girmed!..
Her an akla, insafa aferin! Doğrusunu Tanrı bilir ya!
Ey Sebâlılar, peygamberleri tasdik edin, Tanrı’ya olan ruhu tasdik edin!

2835. Tasdik edin; onlar doğmuş güneşlerdir… onlar sizi kıyametin azaplarından kurtarırlar.
Tasdik edin; onlar kıyamet kopmadan önce, oraya varmanızdan evvel sizi de nurlandıran, âlemi de nurlandıran aydın dolunaydır.
Tasdik edin; onlar karanlıkları aydınlatan ışıklardır… ulu tutun, ağırlayın… onlar, rica ve niyaz anahtarlarıdır.
Hayrınızdan başka bir şey dilemeyenleri tasdik edin… kendinizden başka kimseyi azdırmayın, kimseye tecavüz etmeyin!
Bırak bu Arapça’yı, Farsça konuşalım. Ey sudan topraktan ibaret insan, o Türk’ün Hindusu ol (o güzelin yanağına bi siyah ben kesil!)

2840. Kendinize gelin de padişahların seslerini duyun. Onlara gökler bile inandılar, gökler bile.

İhtiyat ve ihtiyatlı adam

Önce gelenlerin hallerine bakın, yahut sonradan gelenlerin tarafına doğru ihtiyatla uçun!
İhtiyat nedir? İki tedbir arasında tereddüde düşmeyip hangisi seni sürçtürmeyecekse onu yapmaktır.
Birisi, “ Bu yedi günlük yolda hiç su yoktur. Bütün yol ayakları yakıp kavuran kumluk” dese,
Öbürü de “ Yalan… yürü de bak, her gece bir akan kaynak görürsün” dese,

2845. İhtiyat kokudan kurtulmak ve doğruya ulaşmak için yanına su alıp yola düşmendir.
Yoksa su varsa, yanına aldığın suyu dök… fakat ya yoksa… o vakit vay susuz yola düşenin haline!
Ey halife oğulları, insaf edin de kıyamet günü için ihtiyatlı davranın!
O düşman yok mu, o düşman? Sizin atanıza da kin güttü de onu İliyyinden zindana attırdı.
Gönül satrancının şahını bile mat etti de cennetten çıkarttı, belâlara uğrattı, maskara etti.

2850. Güreşte onu yere yıkmak, yüzünü saratmak için onunla savaşa girişti, ona ne oyunlar oynadı.
Öyle bir pehlivana bile böyle oyunlar yapan düşmanı sakının, ehemmiyetsiz görmeyin!
O hasetçi, bizim anamızın, babamızın tacını tahtını bile  el çabukluğuyla kapıverdi;
Onları, oracıkta, çırılçıplak, ağlayıp inler bir halde hor hakir bırakıverdi. Âdem, yıllarca zarı zarı ağladı.
Neden âsiler defterine kaydedildim diye öyle bir ağladı ki göz yaşlarının aktığı yerlerde nebatlar bitti!

2855. Bir bak da hilebazlığını anla… öyle bir ulu bile, onun hilesi yüzünden saçını, saklını yoldu.
Ey balçığa tapanlar, onun şerrinden amanın aman… onun kafasına “ Lâ havle” kılıcını vurmaya bakın!
Pusudan sizi görüp durur, fakat siz onu görmezsiniz, gaflet etmeyin sakın!
Avcı, daima taneler saçar… saçtığı taneler görünür de yapacağı kötülük görünmez.
Nerede tane görürsen sakın oradan. Sakın da tuzağa düşme, kolun, kanadın bağlanmasın!

2860. Taneyi bırakan kuş, o hilesiz, düzensiz ovanın tanelerini yer, doyar.
Ona kani olduğundan uzaktan kurtulur; hiçbir tuzağa düşmez; kolu kanadı bağlanmaz.

       Hırs yüzünden havasına uyan ve ihtiyatı bırakan kuşun âkibeti

Bir kuş, bir duvarın üstüne kondu, tuzaktaki taneleri gördü.
Bir ovaya bakıyordu, gönlü orasını çekmekteydi; bir de tanelere bakıyordu, hırsı kendisini oraya sürüklemekteydi.
Bu iki istek arasında çırpındı, durdu… nihayet aklı başından gitti; tanelere tamah etti, uzağa düştü!

2865. Başka bir kuş da bu tereddüdü bıraktı, tanelere meyletmedi, sahraya uçup gitti.
Neşeli bir surette kol kanat açtı; ne mutlu ona! Bütün hürlerin ulusu, başı oldu.
Onu kendisine baş yapan da kurtuldu, emniyet makamına ulaştı.
Çünkü bu kuşun gönlü, ihtiyata riayet edenlerin padişahı kesildi de konağı, güllükler, çimenlikler dolu!
O ihtiyatından razı, ihtiyatı ondan memnun… işte sen de tedbirde bulunacaksan böyle bir tedbirde bulun, bu işe sarılacaksan böyle bir işe sarıl!

2870. Nice defalar hırs tuzağına düştün, boğazını kesilmeye teslim ettin!
Tövbeler kabul eden Tanrı, yine seni azad etti, tövbeni kabul ederek seni neşelendirdi.
“ Tövbenizi bozar, kötülüğe başlarsanız biz de tekrar size azap ederiz. Biz yapılan işlere uygun karşılıkları çift ettik” dedi.
Bir kadının kocasını, yahut bir kocanın karısını alıp bir yere götürsen eşi de koşa koşa mutlaka onun yanına gelir.
Bu yapılan işleri de eserleriyle çift yarattık… bir amelde bulundun mu mutlaka eşi de zuhur eder.

2875. Birisi gelip bir karının kocasını esir ederek götürse karısı, kocasını araya araya çıkagelir.
Sen de bir kere daha bu tuzağa geldin, bir kere daha tövbenin gözüne toprak serptin!
Tövbeleri kabul eden, suçluları yargılayan Tanrı, tekrar o düğümü çözdü de “ Kendine gel… bu tarafa yüz tutma” dedi.
Fakat tekrar unutkanlık pervanesi geldi, canınızı ateşe doğru sürükledi!
Ey pervane, öyle çok unutkan olma, öyle pek şüpheye düşme… yanan kanadına bak bir kere!

2880. Ateşten kurtuldun mu bu kurtuluşun şükrü, bir daha tane olan yere hiç uğramamandır.
Uğrama da şükrettikçe Tanrı sana tuzaksız, düşman korkusundan uzak bir nimet ihsan etsin.
Tanrı’nın sizi azat etmesine karşılık şükretmeniz, Tanrı nimetini anmanız gerek.
Nice zahmetlere, nice belâlara düştün de “ Yarabbi, beni bu tuzaktan kurtar…
Sana itaat edeyim, ibadetlerde bulunayım, Şeytan’ın gözüne toprak serpeyim” dedi.

 Köpeklerin, her kış mevsimi “ Yaz gelince kışın barınmak için kendimize bir ev kuralım “ diye ahdetmeleri

2885. Kış geldi mi köpek ezilir, büzülür. Kışın soğuğu onu perişan bir hale kor.
“ Kışa dayanamıyorum sağ olursam taştan bir ev kurmam lazım.
Yaz gelince dişimle tırnağımla çalışıp çabalayayım, kışın barınmak için bir taş ev kurayım” der.
Fakat yaz gelip de ısındı mı kellesi, kemiği yerine geldi mi, ilikleri, kemikleri kızışıp derisi gerildi mi,
Kendisini koskocaman görür de “ İyi ama ben hangi eve sığarım ki?” der.

2890. İrileşir, ayağını çeker… tembel tembel, karnı tok sırtı pek, kendisine güvenmiş bir halde bir gölgeye çekilir.
Gönlü “ Bir ev kur” derse de o, “ Söyle be yahu, ben nasıl olur da bir eve sığarım ki?” diye cevap verir.
Sen de bir belâya, bir musibete düştün mü büzülürsün, hırs kemiklerin bitişir; küçülür, kalırsın.
“ Tövbeden bir ev kurayım, kışın o evceğizde barınayım” dersin.
Fakat dertten kurtuldun da hırsın büyüdü mü köpek gibi ev sevdası geçer gider.

2895. Nimete şükretmek, nimetten daha hoştur. Şükreden kişi, hiç şükretmeyi bırakır da nimet sevdasına düşer mi?
Şükür, nimetin canıdır, nimetse deriye benzer. Çünkü seni sevgiliye kadar ulaştıran şükürdür.
Nimet, insana gaflet verir, şükürse uyandırır. Padişahın şükür tuzağıyla nimet avlamaya gör!
Şükür nimeti, gözünü doyurur, seni bey yapar. Bu suretle de yoksullara yüzlerce nimet bağışlarsın.
Tanrı yemeğinden ye, doy da senden oburluk, tamah ve şuna buna ihtiyacını arz etme illeti geçsin.

    Münkirlerin, Peygamberleri nasihatten menetmeleri ve Cebriler gibi delil getirmeleri

2900. Onlar dediler ki: “ A öğütçüler, iyi söylüyorsunuz ama bu köyde adam olsa!
Tanrı, bizim gönlümüzü kilitledi, kimse Tanrı’dan ileri geçemez ki.
Her şeyi düzüp koşan Tanrı, bizi de böyle düzdü koştu. Kimse bu dedikoduyla kaderimizi değiştiremez.
Taşa istersen tam yüzyıl boyuna lâl olsana de… eskiye tam yüzyıl yenilen diye söyle dur.
Toprağa yüzyıl su gibi arı duru ol desen, suya bal ol, süt kesil desen ne fayda!

2905. Gökleri ve göklerdeki şeyleri yaratan… suyu, toprağı ve topraktakileri halk eden Tanrı,
Göğe dönmeyi takdir etmiş, onu sâf bir hale getirtmiş… suyla toprağa da bulanıklık vermiştir.
Gayri nasıl olur da gökyüzü bulanır, suyla balçık durulur?
Tanrı, hepsine bir şey takdir etmiştir. Bir dağ, çalışmakla saman çöpü olur mu hiç?

Cebrîlerin Peygamberlerin cevabı

Peygamberler dediler ki: “ Evet… Tanrı, çekinip kurtulmaya imkan bulunmayan sıfatlar yaratmıştır.

2910. Fakat ârızi sıfatlar da yarattı ki onları terk etmek mümkündür; herkesin nefretini kazanan kişi, o sıfatları terk eder, huylarından vazgeçerse herkesin sevgisini kazanır, herkes ondan razı olur.
Taşa altın ol demek beyhudedir ama bakıra altın ol dersen yeri var; bakır pekâlâ altın olabilir.
Kuma toprak ol dersen âcizdir, toprak olamaz. Fakat toprağa balçık ol desen bu söz yerindedir, toprak, balçık olabilir.
Tanrı, insana topallık, yassı,burunluluk, körlük gibi çaresiz illetler vermiştir ama,
Ağız, yüz çarpıklığı, yahut baş ağrısı gibi bazı illetler de vermiştir ki bunlara çare vardır.

2915. Tanrı bu ilâçları, insanlara iyilik vermek için yarattı. Dertler, devalar saçma değil ya!
Hattâ dertlerin çoğunun devası, çaresi vardır. Adamakıllı aradın, üstüne düştün mü ele geçer!”

Kâfirlerin tekrar Cebrîce deliller getirmeleri

Onlarsa “ Bu, bizim derdimiz, deva kabul eder dert değil.
Siz yıllarca öğütler verdiniz, afsunlar okudunuz. Bizim de her lâhza derdimiz arttı, bağımız kuvvetlendi.
Eğer bu hastalık, iyileşecek bir hastalık olsaydı nihayet bir zerresi olsun geçerdi.

2920. İnsan susuzluk hastalığına uğrarsa içtiği su, ciğere gitmez… denizi içse başka bir yere gider.
Nihayet el ayak şişer... su içmek, susuzluğu bir türlü geçirmez” dediler.

Peygamberlerin, tekrar onlara cevap vermeleri

Peygamberler dediler ki: “ Ümitsizliğe düşmek kötüdür. Tanrı’nın ihsan ve rahmetlerine son yoktur.
Böyle bir ihsan sahibinden ümit kesmek hiç de yaraşmaz. Bu rahmete el atın, yapışın!
Nice işler vardır ki ilk önce güç görünür de sonradan kolaylaşır, o güçlük geçer gider.

2925. Ümitsizlikten sonra nice ümitler var… karanlığın ardında nice güneşler var!
Esasen tutalım yürekleriniz taş kesildi, kulağınıza, gönlünüze kilitler vuruldu.
Sözümüzü kabul edecek yahut etmeyeceksiniz… biz buna aldırış etmeyiz. Aldırış ettiğimiz şey Tanrı’ya teslim olmak, fermanını yerine getirmektedir.
Bize o kulluğu o buyurdu… bu söz söylememiz, kendiliğimizden değil ki!
Canımız, onun emrini yerine getirmek için… bunun için yaşıyoruz, bunun için yaratıldık. Kuma tohum ek dese bile biz ekeriz.

2930. Peygamberin canına Tanrı’dan başka bir dost yoktur. Halk, sözünü kabul edecekmiş, reddedecekmiş… bununla hiçbir alışverişi bulunmaz ki!
Tanrı, emirlerini halka bildirir, bunu için alacağı ücreti de Tanrı verir. Biz, sevgilinin uğrunda halka çirkin göründük; yüzümüz, düşman yüzüne benzedi gitti!
Fakat bu kapıdan usanmadık da, usanmayız da. Yol uzun olduğundan her yerde oturup dinleniyoruz.
Sevgiliden ayrılan, hapislere düşen adamın gönlü soğur, o çeşit adam usanır, bıkar.
Halbuki bizim sevgilimiz, bizim dilediğimiz canan, bizimle beraber… rahmetini saçıp durmakta; canımız da ona şükretmekte.

2935. Bizim gönlümüzde lâlelik var, gül bahçesi var. oraya solmanın, perişan olmanın yolu yok!
Daima terütazeyiz, daima genciz, lâtifiz… daima güzeliz, tatlıyız, daima gülüp durmadayız, zarifiz!..
Bizce yüzyılla bir saat birdir… uzun yol, kısa zaman bize göre değil!
O uzunluk, kısalık cisimlere göredir, cana nasıl sığar.
Eshabı Kehif, üç yüz dokuz yıl yattılar. Uyudular ama bu üç yüz dokuz yıl, onlara bir gün geldi, ne gamlandılar, ne teessüf ettiler.

2940. Uyandıkları anda uyudukları o uzun yıllar, kendilerine bir gün gibi göründü. Çünkü ruhları, yokluktan tekrar bedenlerine geldi.
Bu âlemde geceyle gündüz, ayla yıl bile olmazsa usanç, ihtiyarlık, bıkkınlık nasıl olur.
Yokluk gülistanında insan kendisinden geçer… o âlemdeki sarhoşluk, Tanrı lûtfunun büyük kadehindendir.
Onu içmeyen, tadını tatmayan bilmez, anlamaz. Gül kokusu, bok böceğinin aklına mı gelir ?
Bu zevk mevhum değildir. Mevhum olsaydı da mevhumlar gibi yok olurdu.

2945. Cehennem, nasıl olur da aklına cenneti getirir? Çirkin domuzda güzel yüz ne gezer?
Kendin gel, aklını başına devşir de böyle bir lokma ağzına kadar gelmişken kendi boğazını kendin sıkma a aşağılık kişi!
Biz sarp yolları vardırdık… Bize uyanlara yolu kolaylattık.

      Peygamberlerin “ ,imana gelin “ diye ricalarına karşı halkın tekrar  itiraz etmesi

Sebâlılar, “Siz kendinizce yomlu yıldızlarsanız ama bize göre yomsuzsunuz; bizimle zıtsınız, bize aykırısınız siz.
Hiçbir düşüncemiz yokken bizi dertlere, meşakkatlere saldınız.

2950. Biz, birbirimizle uzlaşmış bir topluluk, sizin kötü haberlerinizle aramıza yüzlerce ayrılık düştü.
Biz şekerler yiyen dudu kuşlarıydık… sizin yüzünüzden ölümü düşünen baykuşlara döndük.
Nerede bir gam masalı varsa, nerede bir kötü, bir kabul edilmeyecek ses duyulursa…
Bu âlemde nerede bir kötüye yormak,nerede bir kötü surete dönmek, nerede bir azap varsa,
Hepsi sizin söylediğiniz sözlerde sizin getirdiğiniz misallerde, sizin yormanızda. Bütün hırsınız, zevkiniz, âlemi derde düşürmek” dediler.

Peygamberlerin cevapları

2955. Peygamberler dediler ki: “ Çirkin ve kötüye yormak, sizin ruhunuzdan meydana gelen bir şey. Bu kabahat biz de değil, sizde.
Bir tehlikeli yerde uyusan, bir ejderha da baş ucundan sana doğru gelmeye başlasa,
Merhametli birisi “ Çabuk kalk, yoksa ejderha yutacak” diye seni uyandırsa,
“ Neye kötüye yoruyorsun” der misin? Ne yorması, kalk da aydınlık bir bak, gör!
Ben, seni kötü yorumdan kurtarıyor da devlet yurduna götürüyorum.

2960. Çünkü peygamber, gizli şeyi bilip seni de o şeyden agâh eden adamdır. O, cihan halkının örmediği şeyleri görmüştür.
Bir doktor sana “ Koruk yeme, san şu çeşit kötü bir hastalık verir” dese,
“ Neden kötüye yoruyorsun” der misin? Dersen öğütçüyü suçlu tutuyorsun demektir.
Müneccim “ Bugün sefere çıkma sakın” dese,
Müneccimin yüz kere bile yalanını tutmuş olsan da bir iki kere sözü doğru çıksa yine sözüne uyarsın.

2965. Bizim nücum bilgimize asla yanlış çıkmaz. Böyle olduğu halde nasıl oluyor da doğruluğuna inanmıyorsun, doğruluğu sence gizli, kapaklı kalıyor?
O doktorla müneccim, sana verdikleri haberi zanla, şüpheyle veriyor. Halbuki biz açıkça görüyor,söylüyoruz.
Cehennemin dumanını, cehennemin ateşini, cehennemin münkirlere saldırdığını uzaktan görüyoruz.
Sense, sus yahu, bırak şu sözü; kötüye yormak, bize ziyan veriyor demektesin.
Ey öğütçülerin öğüdünü dinlemeyen, kötü yoruş, nereye varırsan var, seninledir!

2970. Âdeta ardından bir yılan gidiyor; birisi de damdan görüp haber veriyor.
Ona sus, beni dertlendirme, bana keder verme diyorsun. Adamcağız, peki benden günah gitti diyor.
Fakat yılan seni boynundan sokunca bütün neşen zehir kesilir de o adama,
“ Be adam mademki iş böyleydi, neden yenini yakanı yırtarak feryat etmedin?
Yahut yukardan tepeme bir taş atıp bana işin ciddiyetini, işin vehametini bildirmedin?”dersin.

2975. O adam da iyi ama sen, benim sözümden inciniyordun. Ne faydası var? sana çok söyledim ama kâr etmedi ki.
Ben sana iyilik ettim, seni bu kötü işten kurtarmak için öğütler verdim.
Kötülüğünden bu iyiliğin kadrini bilmedin… öğüdüm, seni büsbütün azdırdı, bana büsbütün cefa etmeye, beni büsbütün incitmeye başladın der.
Aşağılık, kötü kişilerin huyu budur. Sen ona iyilik ettin mi o, sana kötülük eder.
Sabırla nefsin belini bük. O alçaktır, kötüdür, iyilik etmeye gelmez ona!

2980. Kerem sahibi birisine ihsanda bulunursan değer. Bire karşılık sana yedi yüz verir.
Bu alçağa da cefa eder, onu kahreylersen sana aşırı vefalar gösterir, kulun kölen olur.
Kâfirler, nimete eriştiler mi cefa tohumunu ekerler de sonra cehennemde, aman yarabbi diye bağırıp dururlar.”

   Tanrı’nın ahrette cehennemi, dünyada zindanı yaratmadan maksadı,  kendilerini büyük görenlerin ister istemez Tanrı’ya kulluk etmeleridir

Alçaklar, cefaya, derde düştüler mi arınır, temizlenirler. Vefa gördüler mi de cefakâr olurlar.
Şu halde onların ibadet edecekleri mescit cehennemdir, yabancı kuşun ayağını bağlayan, tuzaktır.

2985. Zindan da hırsızın, alçak kişinin ibadet yeridir. Orada daima Hakk’ı anar durur.
Mademki insanın yaratılmasında ki maksat, Tanrı’ya ibadet etmesidi, şu halde ibadetten baş çeken, ibadete yanaşmayan kişinin ibadet yeri cehennemdir.
İnsan her işi yapabilir, fakat yaratılmasındaki maksat ibadettir.
“ Ben, insanları, cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” Bu âyeti okusana. Âlemin yaratılmasında ki maksat, ibadetten başka bir şey değil!
Kitaptan maksat, içindeki fendir ama dilersen sen onu yastık da yapabilirsin ya.

2990. Fakat ondan maksat yastık olması değil, bilgi, irfan, irşat ve faydadır.
Kılıcı mıh yaparsan zafere mağlûbiyeti tercih ettin demektir.
İnsandan maksat ilimdir, doğru yolu bulmaktır ama her insanın bir ibadet yeri var.
Kerem sahibine ikramda bulundun mu bu ikram, ona ibadet yeridir, ikrama uğradıkça şükreder. Alçağı da aşağılattın, alçağa da kötülük ettin mi onu ibadete sevk edersin.
Vur alçakların başına ki yere baş koysunlar… ver kerem sahiplerine ki ihsanına mazhar oldukça şükretsinler!

2995. Hulâsa Tanrı iki mescid yaratmıştır: Cehennem onların mescidi, cennet bunların!
Musa, o  iç ağrısı kavim, başlarını eğsin diye Kudüs’te alçacık bir kapı yaptırdı.
Çünkü onlar cebbar, başı dik kişilerdi. Onlara bu küçücük, bu alçacık kapı, niyaz kapısıdır, cehennemdir!

Tanrı, padişahların suretini Hakk’a tabi olmayanları yola getirmek için halk     etmiştir. Nitekim Musa aleyhisselâm da Kudüs kalesinin duvarına dik başlı cebbarlar eğilerek girsinler ve girerken secde ederek, Yarabbi  günahlarımızı al bizden, desinler diye küçücük, alçacık bir kapı yaptı 

   İyi bak, kendine gel! Tanrı, padişahları etten, kemikten küçücük bir kapı olarak halk etti ya.
Dünya ehli olanlar, onlara secde ederler. Çünkü Tanrı’ya secde etmenin düşmanıdır onlar!

3000. Dünya ehline bir fışkı yerceğizini mihrap düzdü… o mihrabın adı da bey, padişah!
Bu tertemiz kapıya lâyık değilsiniz ki… temiz kişiler, şeker kamışıdır, sizse bomboş birer kamıştan ibaretsiniz.
O çeşit köpeklere elbette bu çeşit bayağılık adamlar hürmet ederler. Öyle âdi kişiye hürmet etmek, öyle âdi adama inanmak, aslana ardır.
Fare huylulara kedi bey olur. Fare kim oluyor ki aslandan korksun?
Fare huyludur, Tanrı köpeklerinden korkarlar,

3005. Uluların virdi, ( Rabbimiz yücelerin yücedir) sözüdür. Bu aptallara lâyık olan Rab ise kendisinde Tanrı kuvveti vehmeden dünya büyükleridir.
Fare, nasıl olurda savaş aslanlarından korkar. Onlardan korkanlar, misk ceylânlarıdır ancak.
Yürü ey çömlek yalayıcı, kâse yalayıcının yanına git… onu kendine Tanrı say, velinimet say!
Kâfi yeter artık… uzun uzadıya anlatmaya girişsem beyler, padişahlar, hem kızarlar, hem de anlattıklarımın kendilerinde olduğunu bilirler anlarlar.
Hulâsa ey kerem sahibi, alçak nefse iyilik etme, kötü davran da alçaklarla beraber o da sana boyun eğsin, teslim olsun.

3010. Alçak nefse ihsanda bulunursa alçaklar gibi nimeti inkâr eder, azgınlaşır.
İşte mihnette, meşakkatte bulunanların şükretmesi, nimet ve devlet sahiplerinin azgın ve hilebaz olmaları bu yüzdendir.
Altınlarla bezenmiş kaftanlara bürünen beyler, padişahlar azgın kişilerdir. Abaya sarınan yoksul yok mu… şükreden odur işte.
Mal, mülk, devlet ve nimet sahipleri hiç şükrederler mi? Şükür mihnetten ve meşakkatten biter, gelişir.

Sofinin boş sofraya sevdalanması

Bir sofi bir gün çiviye asılmış bir sofra gördü. Vecde geldi, dönmeye, oynamaya başladı, elbisesini yırtıyor.

3015. İşte azıkların azığı... İşte kıtlıkların, dertlerin devası diye nâralar atıyordu.
Dumanı başından çıkıp neşesi, zevki arttıkça arttı… sofilerde ona uydular, semâa başladılar.
Kih, kih gülmeye, hay huy etmeye koyuldular… defalarca kendilerinden geçip kendilerine geldiler.
Herzevekilin biri, sofiye “ Çiviye asılı ve içinde ekmek olmayan bomboş sofra nedir ki seni bu derece zevke, vecde getiriyor?” dedi.
Sofi dedi ki: “ Yürü git be… sen mânasız bir suretten ibaretsin… sen varlık peşinde koş, âşık değilsin sen.

3020. Aşığın gıdası, ekmeksiz ekmeğe âşık olmaktır. Aşkında doğru olan kişi. Varlığa bağlanmaz.
Âşıkların varlıkla işi yoktur… âşıklar, kârı sermayesiz elde ederler.
Kanatları yoktur, âlemin etrafında uçarlar… elleri yoktur, topu meydandan kaparlar!
Mâna kokusunu duyan o yoksul da eli kesik olduğu halde zembil örerdi ya!
Âşıklar, yoklukta çadır kurarlar… onlar, yokluk gibi bir renktedirler, bir tek ruhları vardır onların!

3025. Süt emen çocuk yemekten nasıl zevk alabilir? Perinin gıdası kokudan ibarettir.
Fakat insan oğlu perinin kokusundan koku alabilir mi? Huyu, onun huyunun zıddıdır.
Perinin az bir güzel kokudan aldığı zevki, sen yüz batman güzel yemekten bile alamazsın.
Nil ırmağının suyu Mısırlılar’a kan kesildiği halde İsrailoğulları’na sudur.
Deniz, Firavun’u boğduğu halde İsrailoğulları’na bir ana cadde haline gelir.

    Tanrı kadehini Yusuf’un yüzünden içmek, Tanrı kokusunu Yusuf’un  kokusundan duymak, Yakub aleyhisselâm’a mahsustur. Yusuf’un kardeşleri de bunlardan mahrumdur başkaları da 

 

3030. Yakub’un, Yusuf’un yüzünde gördüğü nur, ancak Yakub’a mahsustu. Kardeşleri bunu nereden görecekler?
Bu, sevgiliye olan sevdası yüzünden kendini kuyulara atar. Öbürü kininden sevgiliye kuyu kazar!
Sofra, onun önünde ekmeksizdir, bomboştur… fakat Yakub’un önünde nimetlerle dopdoludur, iştahını açar.
Yüzünü yıkamayan, hurilerin yüzünü göremez. Peygamber, “ Namaz, ancak huzur-u kalple kılınır” demiştir.
Canların gıdası aşktır. Bundan dolayı ruhların gıdası, açlıktır.

3035. Yakup, Yusuf’a acıkmıştı, ekmek kokusu ona ta uzaklardan gelmekteydi.
Halbuki Yusuf’un gömleğini alıp koşa koşa Yakub’a getiren o gömleğin kokusunu duymadı bile!
Aradaki mesafe yüzlerce fersahken Yakub, Yakub olduğundan Yusuf’un gömleğinin kokusunu duyuyordu.
Nice âlimler vardır ki hakikî ilimden hakiki irfandan nasipleri yoktur. Bu çeşit âlim, ilim hafızıdır, ilim sevgilisi değil.
Onun sözlerini duyan kişi, alelâde bir adam olsa bile o sözleri anlar, hakikat korkusunu alır.

3040. Çünkü böyle âlimin eline düşen gömlek, eğretidir, bir zaman içindir… esir tellâlının elindeki cariye gibi!
Tellâlın eline düşen cariye, müşteri içindir, tellâla ne fayda var?
Rızık vermek, Tanrı’nın işidir. Herkes Tanrı’nın takdirine göre hareket eder, başka türlü hareket etmesine imkân yoktur.
Güzel bir hayal, ona bağ, bahçe haline gelmiştir… Çirkin bir hayal, bunun yolunu kesmiştir!
Tanrı öyle bir Tanrı’dır ki bir hayalden, bağ, bahçe düzmüş, bir hayalide cehennem haline getirmiş, yanıp yakılma yeri yapmıştır!

3045. Peki… o halde onun gül bahçelerinin yolunu… külhanlarının yerini kim bilebilir ki?
Gönül gözcüsü, bu hayal, canın ne yanından geliyor… fırsat bulup göremez ki.
Bir kolayını bulup da doğduğu yeri, geldiği tarafı görseydi kötü hayallerin yolunu keser, gelmelerine mâni olurdu.
Yokluk geçidine, yokluğun gözetleme yeri olan oraya casus, nasıl ayak atabilir?
Kör gibi onun ihsan eteğine yapış! Padişahım, körün yapışması diye buna derler işte!

3050. Onun eteği, emridir, fermanıdır. Ondan korkmayı, ondan çekinmeyi kendisine can ittihaz eden adam ne iyi bahtlı bir adamdır!
Birisi çayırlıkta, çimenlikte akar su kıyısında… onun yanı başındaki de âzap içinde!
Azap çeken, öbürüne bakar da “ Bu zevk neden ki?” diye şaşırır kalır… bu da meşakkat çekeni görür de “ Acaba bunu kim hapsetmiş ki?” diye hayretlere düşer.
Zevk içinde olan azap çekene “ Kendine gel… neden böyle perişansın? Bak, burada ne güzel kaynaklar var. Neden böyle benzin sararmış? Burada yüzlerce deva var...
Arkadaş, gafil olma, bu çimenliğe gel!” der. Fakat öbürü “ Canım efendim… gelemiyorum ki!” diye cevap verir.

        Bir beyle namaza düşkün olan ve namazdan, Tanrı’ya niyaz  etmeden zevk alan kölesi

3055. Bir bey, hamama gitme lüzumunu duydu… seher çağı, kölesine “ Sungu, uyan başını kaldır.
Hamam tasını, peştamalı, havluyu, kili, Altın’dan al da hamama gidelim, haydi” diye seslendi.
Sungur, hamam tasıyla iyi bir peştamal ve havlu aldı. Beraberce yola düştüler.
Yolda bir mescit vardı. Ezanda okunmaktaydı. Sungur ezan sesini duydu.
Namaza pek düşkündü. Dedi ki: “ Ey kuluna iltifatlarda, ihsanlarda bulunan beyim,

3060. Sen şu dükkanda birazcık otur da ben namazı kılıvereyim.”
Bey, dükkânda oturdu. İmamla cemaat namazı kılıp camiden çıktılar.
Sungur kuşluk çağına kadar içerde kaldı. Bey, bir müddet bekledi.
“ Sungur, neye dışarı çıkmıyorsun?” diye seslendi. Sungur, içerden “ Efendim, koyuvermiyorlar.
Birazcık daha sabret, şimdi geliyorum. Beni beklemekte olduğunu biliyorum, unutmadım” dedi.

3065. Bey, tam yedi kere seslendi, bekledi, bekledi, seslendi. Nihayet Sungur’un bu cilvesinden usandı, âciz kaldı, sabrı tükendi.
Sungur, beyin her seslenişinde “ Efendim, dışarı çıkacağım ama daha koyuvermiyorlar” diyordu.
Bey “ Yahu, mescitte kimse kalmadı koyvermeyen kim, seni orada kim tutuyor?” diye bağırdı.
Sungur dedi ki: “ Seni dışardan içeriye sokmayan yok mu? İşte beni de içerden dışarıya çıkarmayan o.
Sana içeri girmeye izin vermeyen, benim de dışarı çıkmama mâni olmakta.

3070. Senin bu tarafa adım atmana müsaade etmeyen benim de dışarıya adım atmama mâni oluyor!”
Balıkları karaya çıkarmayan deniz, karadakileri de denize sokmamakta.
Balığın aslı sudan, öbür hayvanların aslı topraktan.
Bu işte hile ve düzene başvurmanın, tedbirlere girişmenin faydası yok ki!
Kilit pek kuvvetli, açıcıda Tanrı. Teslimiyete yapışa gör, rıza göster!

3075. Tedbirini unuttun mu pirinden o taze bahtı bulur, devlete erişirsin.
Kendini unuttun mu seni anarlar… kul oldun mu azat ederler!

     “ Hattâ izistey’ eserrüsül “ hükmünce Peygamberlerin, münkirler,  sözlerimizi kabul etmiyorlar diye ümitsizliğe, yese düşmeleri

Peygamberler bile, “ Şuna buna nasihat edip duruyoruz.
Niceye bir soğuk demiri dövüp duracak, niceye bir kafese üfleyip yatacağız?” diye hatırlarından geçirdiler.
Halkın yaptığı işler, Tanrı’nın kaza ve kaderiyledir. Dişin keskinliği, midenin hararet ve kuvvetinden ileri gelir.

3080. Nefs-i Kül, insanın cüz’i nefsine tesir etti de olacaklar oldu. Balık baştan kokar, kuyruktan değil!
Bunu böyle bil,bil ama eşeğini de yine ok gibi süre dur. Çünkü Tanrı, “ Emirlerimi tebliğ et” diye emretmiştir; emrinden dışarı çıkmaya imkan yok.
( Bir fırka cennetliktir, bir fırka cehennemlik). Bu iki fırkanın hangisindensin, bilemezsin ki. Ne olduğunu görünceye kadar çalış, çabala!
Gemiye yükünü yükledin mi Tanrı’ya dayanman gerek.
Yolda gark mı olacaksın, kurtulup sağlıkla, selâmetle gideceğin yere mi varacaksın? Bu ikisinden hangisi başına gelecek, bilemezsin ki,

3085. Eğer ne olacağım, başına ne gelecek? Bunu bilmedikçe gemiye binmem.
Bu seferden kurtulacak mıyım, yoksa yolda boğulacak mıyım? Ne olacağımı bildir bana.
Ben, başkaları gibi kuru bir ümide kapılıp şüpheyle yola düşmem dersen,
Hiçbir ticarette bulunamazsın. Çünkü bu ikisi de gaybdadır , sırdır.
Pul şişe gibi ruhu incecik olan, cüz’i bir şeyden kırılıveren korkak tacir, ticaretinden ne fayda görür, ne ziyan eder.

3090. Hattâ fayda şöyle dursun ziyan eder, mahrum kalır, hor olur. Kimde yanış varsa nuru o bulur.
Çünkü bütün işler, ihtimalle yapılır. Sen de din işini üstün ve ön planda tut da kurtul.
Bu kapıyı ümitten başka bir şeyle açmaya izin yok… Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir.

              Mukallidin imanı korku ve ümittir

Çalışanların boyunları iğ gibi incelse de yine insanı her sanata sevk eden ümittir, ihtimaldir.
Sabahleyin dükkânına giden rızık elde etmek ümidiyle koşar gider.

3095. Rızık ümidi olmasa nasıl olur da gidersin? Mahrumiyet korkusu olursa nasıl olur da kuvvet bulursun?
Belki ezelde sana bir rızık verilmemiştir. Bu ezeli mahrumiyet korkusu, nasıl oluyor da yiyeceğini, içeceğini elde etmek için çalışıp çabalamanda, arayıp taramanda seni âciz, kuvvetsiz bir hale sokmuyor?
Deseler, dersin ki: “ Çalıştığım halde bir şey elde edememek korkusu da var. Var ama bu korku tembellikte daha fazla.
Çalışırsam belki kazanırım; bunda ümidim daha çok… Tembellikte daha fazla zarar var.
Peki a kötü zanna düşen, ya neden din işinde bu ziyan korkusu eteğini tutuyor öyleyse?

3100. Yoksa bu bizim pazarımızın tacirleri olan peygamberlerle velîlerin ne kârlar elde ettiklerini görmedin mi ki?
Onlara bu dükkânı terk etmekle neler yüz gösterdi… bu pazarda nasıl kârlar ettiler… haberin yok mu ki?
Ateş onlara halhal gibi râm oldu, deniz, onların emrine uydu, onları baş üstüne taşıdı.
Demir, onlara râm oldu, mum kesildi… rüzgâr, onlara kul oldu, hükümlerine girdi!

    Resulullâh sallallâhu aleyhi ve selem, “ Şüphe yok ki Tanrı’nın gizli   velîleri var “ buyurdu

   (Peygamberlerden başka) bir taife daha vardır ki bunlar pek gizlidirler. Bu zâhir halkına nereden meşhur olacaklar?

3105. Bunca kerametleri vardır da yine ululuklarını hiç kimsenin gözü görmez!
Hem uludurlar, kerametleri vardır… hem Tanrı hareminde gizlenmişlerdir. Onların adlarını Abdâl bile işitmemiştir.
Sen yoksa Tanrı’nın keremlerini bilmiyor musun ki… seni “ Gel” diye onların bulunduğu tarafa çağırıp duruyor.
Âlemin altı ciheti de onun keremleriyle dolu… nereye baksan onun bayrakları orada dikildi!
Bir kerem sahibi, sana gel, ateşe gir dese hemencecik atıl ateşe… beni yakar mı deme bile!

 Tanrı razı olsun, Enes’in peşkirini ateşe atması ve peşkirin yanmaması

3110. Malik oğlu Enes’ten rivayet edilmiştir. Birisi ona konuk olmuştu.
O hikâye eder: Yemekten sonra, peşkirini sararmış,
Kirlenmiş, yemeğe bulaşmış gören Enes, hizmetçi kadına: “ Bunu al da tandıra at, bir müddet kalsın” dedi.
Enes’in sırlarına vâkıf olan o hizmetçi de peşkiri ateşle dopdolu olan tandıra atıverdi.
Bütün konuklar, şaşırıp kaldılar, peşkirden duman çıkacağını kavrulup yanacağını umuyorlardı.

3115. Derken bir müddet sonra hizmetçi, peşkiri arınmış temizlenmiş, tertemiz olarak getirdi.
Oradakiler, “ Ey Peygamber’le görüşüp konuşmuş olan aziz zat, peşkir nasıl oldu da hem yanmadı, hem de temizlendi?” dediler.
Enes dedi ki. “ Mustafa, bu peşkire elini, ağzını silmişti; onun için!”
Ey ateşten, azaptan korkan gönül, böyle bir ele, böyle bir ağıza yaklaş!
Bu el, bu ağız, cansız bir şeye böyle bir yücelik verirse âşığın ruhuna neler açmaz, neler yapmaz?

3120. Kâbe’nin taşını kerpicini öptü, Kâbe ( puthaneyken)  kıble oldu. Ey can, sen de çalış, çabala da erlere karşı toprak ol ( erler seni de putlardan arıtsınlar!)
Sonra o hizmetçi kadına dediler ki: “ Peki biz bu ahvali gördük, sen de bize halini söylemez misin?
O söyler söylemez nasıl oldu da hemencecik peşkiri tandıra attın? Tutalım o sırlara erişmiş…
Ya sen, bu derecede değerli bir peşkiri nasıl ateşe fırlatıp attın a hanım?”
Hizmetçi, “ Ben kerem sahiplerine itimat ederim. Onların keremlerinden ümitsiz değilim ki.

3125. Peşkir de ne oluyor? Bana bile düşünmeden hemen ateşe atıl dese,
Ona olan itimadımın bütünlüğünden derhal ateşe atılırım. Benim, Tanrı kullarından ümidim çoktur.
Her kerem sahibi, her sır bilir ere itimadım var. Bu yüzden değil peşkiri, başımı bile atarım” dedi.
Kardeş sen de kendini bu iksire vur, erkeğin himmeti, erkeğin sadakati, kadından aşağı değil ya!
Bir erkeğin gönlü, kadının gönlünden aşağıysa o gönül, işkembeden de bayağıdır gayrı.

 Rasûl aleyhisselâm’ın susuzluktan bunalmış, su bulamadıklarından âciz  
  bir hale düşmüş, adamların da, develerin de dilleri, ağzlarından çıkmış    
                     olan bir Arap kervanının imdadına erişmeleri

3130. Çölde bir Arap kervanı susuz kalmış, yağmursuzluktan kırbalarında bir damlacık olsun su kalmamıştı.
Bütün kervan, o çöl ortasında  bunalmış, ölüm haline gelmişti.
Ansızın o iki dünyanın imdadına yetişen Mustafa, onların imdadına erişmek üzere yoldan çıkageldi.
Çölde, o sarp ve sonsuz yolda, o kızgın kumların üstünde bunalıp kalmış olan o kalabalık kervanı gördü.
Develerinin dilleri, ağızlarından çıkmış; adamlar, taraf taraf kumlara serilmiş kalmıştı!

3135. Bu hali görünce acıdı, “ Kalkın, bir kaçınız derhal o kum yığınına doğru koşun!
Orada zenci bir köle kırbayla beyine su götürüyor.
O zenci deveciyi devesiyle beraber ister istemez tutup bana getirin “ dedi.
Birkaç kişi, kalkıp kum tepesine doğru koştular. Bir müddet sonra hakikaten dediği gibi,
Zenci bir kul gördüler, kırbasını doldurmuş, devesine binmiş, beyine su götürüyordu.

3140. Zenciye “ Şu tarafta insanların iftihar edecekleri zat, Kâinatın hayırlısı olan Peygamber seni çağırıyor “ dediler.
Adam, “ Ben onu tanımıyorum, o da kim?” dedi. “ Ay yüzlü, şeker huylu Muhammed “ dediler,
Nasılsa öylece anlattılar, öylece övdüler. Zenci, “ O galiba bir şair olacak.
Bir kısmı halkı sihirle zebun etmiş… ona yarım arşın bile yaklaşmam ben “ dedi.
Nihayet herifi yakalayıp zorla, çeke çeke o tarafa sürüklemeye başladılar. Zenci, bağırıp çağırıyor, sövüp sayıyordu !

3145. Zenciyi Azizin yanına getirdikleri zaman Peygamber, “ Su için, mataralarınızı, kırbalarınızı da doldurun “ dedi.
Hepsini o bir tek kırbadan kandıra kandıra suvardı. Hem adamlar, hem develer o kırbadan kana kana su içtiler,
Kölenin kırbasından herkes kırbasını, matarasını doldurur. Gökyüzündeki bulut bile hasedinden şaşırıp kaldı !
Bunu kim görmüştür? Bir tek kırbadan bunca cehennemin harareti sönsün?
Kim görmüştür bunu ? Su dolu bir tek kırbadan bunca kırba ağzına kadar dolsun!

3150. Kölenin kırbası zaten vesileden, hakikatı örten bir sebepten ibaretti. Peygamberin emriyle ihsan dalgaları, aslî denizden coşup köpürmekte, kopup gelmekteydi!..
Su kaynayınca buhar haline gelir, havaya çıkar…havadaki buhar da soğuyunca su olur, öyle mi ?
Doğrusu şu: yaradılış bu hükümlerden hariç olarak sebepsiz, illetsiz yokluktan sular coşturmada.
Sen çocukluğundan sebepleri görüyor, bilgisizliğinden sebeplere yapışıyorsun.
Sebepleri görüyor da müsebbipten gaflet ediyorsun. Bu hakikati örten, müsebbibin yüzünü gizleyen sebeplere ondan meyletmektesin sen.

3155. Sebepler gitti mi başına vurmağa başlar, aman Yarabbi demeye koyulursun.
Tanra da sana “ Hadi, yürü, sebepe git… ne acayip şey, sen, beni, yarattığım sebepler için andın ha !” der.
O vakit kul “ Bundan böyle hep seni göreceğim, sebebe, o lâftan ibaret saçma şeye bakmayacağım artık “ der ama,
Tanrı “ Seni tekrar sebep âlemine göndersem yine sebebe yapışırsın. Senin için bu, a tövbesinden durmayan ahdi çürük adam!
Fakat ben bu işe bakmam, rahmetim boldur. Rahmer etrafında dönüp dolaşırım, herkese rahmet ederim ben!

3160. Senin kötü ahdine bakmam, madem ki şimdi bana niyaz ediyorsun, keremimden sana ihsan eder, muradını veririm “ der.
Evet…kafile halkı Peygamberi’in mucizesine hayran oldu… “ Ya Muhammed, ey deniz huylu Peygamber, bu ne?
Küçücük bir kırbayı sebep ittihaz ettin, Arab’ıda suya gark ettin. Kürdü de!

     O kölenin kırbasının gaybdan suyla dolması ve kara yüzünün ulu 
                                     Tanrı’nın izniyle ağarması

Ey köle, şimdi kırbanın dolu olduğunu da gör de şikâyet edip iyi, kötü söylenme “ dediler.
O zenci köle, Peygamber’in, bu mucizesine  hayran oldu, imanı Lâmekân âleminden doğmaktaydı.

3165. Gökten akan bir çeşme gördü o… kırbası onun coşkunluğuna bir vesile, onun hakikatine bir örtüydü!
Gözünden bütün örtüler, bütün sebebler yırtılıp sıyrıldı. Böylece gayb çeşmesini görmeğe başladı.
Göz pınarları doldu, efendini de unuttu, durağını da!
Elsiz, ayaksız kaldı, yola gitmeye ne eli vardı artık, ne ayağı… Tanrı, ruhuna bir titremedir saldı!
Mustafa, iş görmesi için tekrar onu o âlemden çekti de dedi ki: “ Kendine gel… ey faydalanmak isteyen, yürü…

3170. Şaşırıp kalacak zaman değil. Asıl şaşılacak şey daha ileride.
Şimdi öyle durma; davranıver bakalım, çevik bir halde yola düş! “
Mübarek eliyle kölenin yüzünü sıvazladı, onu kutlu bir hale getirdi.
O kölenin, o Habeş oğlunun yüzü bembeyaz oldu; gecesi, ayın on dördü gibi aydınlandı, gündüz gibi nurlandı!
Güzellikte, işvede bir Yusuf kesildi. Peygamber ona “ Hadi şimdi git de hali anlat “ dedi.

3175. Köle elsiz, ayaksız sarhoş bir halde geldi, elden çıktı, ayağını tanımaz oldu!
Kervan halkından ayrıldı, suyla dolu iki kırbasını aldı, yola düştü.

Efendinin, kölesini bembeyaz görüp tanımaması, “ Benim kölemi
öldürdün, seni kan tuttu, Tanrı seni benim elime düşürdü “ demesi

Efendi, köleyi uzaktan görüp şaşırdı. Şaşkınlıkla o köy halkını çağırdı.
“ Bu kırba bizim kırbamız, deve de bizim devemiz. Fakat Zenci köle ne oldu ki?
Bu uzaktan gelen, ay’ın on dördü gibi bir delikanlı… Yüzünün nuru, balkıyıp durmakta… gündüzü bile nursuz bırakmakta.

3180. Kölemiz nerede? Acaba birisi mi öldürdü, yoksa kurt mu paraladı da öldü?” dmeye başladı.
Köle yanına gelince “ Sen kimsin?” Yemenli misin, Türk müsün?
Söyle, doğru söyle…kölemi ne yaptın? Öldürdüysen gizleme, hileye sapma!” dedi.
Köle dedi ki: “ Öldürmüş olsam yanına nasıl gelirim,
Kendi ayağımla kanımı döktürmeye gelir miyim hiç?

3185. Bey, “ Hey ne söylüyorsun, kölem nerede benim? Doğruyu söylemekten başka çare yok, kurtulamazsın elimden “ dedi.
Köle dedi ki: “ Köleyle arandaki sırları birer birer tamamıyla söyleyeyim…
Beni satın aldığın zamandan şimdiye kadar ne gelmiş geçmişse anlatayım da,
Kapkara vücudumdan bir sabah açılmış olmakla beraber senin kölen olduğumu anla!”
Kölenin rengi değişti ama tertemiz ruhun rengi yoktur ki… ruhun ne rengi vardır, ne unsurlara bağlıdır, ne toprağa mensuptur!

3190. Yalnız teni tanıyanlar, bizi çabucak kaybederler… su içenler, tulumu da bırakırlar, küpü de!
Fakat canı tanıyanların sayılarla işleri yoktur. Onlar, keyfiyetsiz ve kemiyetsiz olan denize gark olmuşlardır!
Can ol da can yoluyla canı tanı! Görüş dostu ol, kıyas oğlanı değil!
Melekle akıl, aynı yaradılıştadır hikmeti var da iki suret oldu.
Melek, kuş gibi kanatlı olmuş; akıl, kanadı bırakmış, nura bürünmüştür.

3195. Hulâsa ikisinide mânası aynı olduğundan, ikisinin de hakikati bir olduğundan o iki güzel, birbirlerine arka olmuşlar, birbirlerine yardımcı kesilmişlerdir.
Melek de Hakk’ı bulmuştur, akıl da. Her ikisi de Âdem’ yardımda bulunmuş, her ikisi de Âdem’e secde etmiştir.
Nefisle Şeytan’sa ezelden bir olduğundan Âdem’e düşmandır, ona hased edip durur.
Âdem’i bedenden ibaret gören ondan kaçmış ona secde etmemiştir. Fakat onu emniyete mahzar olmuş bir nur olarak gören, karşısında eğildi, secde etti.
Melekle aklın… o ikisinin gözleri Âdem’i görüp nurlandı. Şeytan’la nefsin… bu ikisinin gözleri, Âdem’i ancak toprak olarak gördü.

3200. Bu anlatışım da işte kara saplanmış eşek gibi kalakaldı. Yahudiye’ye İncil okunamaz ki!
Şia’ya Ömer’den bahsedilebilir mi? Sağırın yanında kopuz çalınabilir mi?
Fakat köyün bir bucağında tek bir adam bile varsa bu hayhuyum kâfidir, o anlatmıştır ya, yeter!
Anlatılması icabeden şeyi taşlar, kerpiçler bile dile gelir de anlayana adamakıllı anlatır!

         Tanrı, göklerden, yerlerden, ârazdan, âyandan ne verdi ve ne 
    yarattıysa hepsini de ihtiyaca karşılık olarak vermiş, yaratmıştır. Bir 
   şeye muhtaç olmalı, o ihtiyacı elde etmeli ki Tanrı ihsan etsin. “ Tanrı, 
   bunalan kişinin duasını kabul eder. “ Bunalma, bir şeye hak kazanmış 
                                             olmaya şahittir.

Küçücük bir çocuk olan İsa’yı dile getirip konuşturan, Meryem’in derde düşüp niyaz etmesidir.

3205. Meryem’in cüz’ü olan İsa, Meryem’in diliyle değil, kendi diliyle onun yerine söz söyledi. Senin cüz’ünün cüz’ü de gizlice söz söyler durur.
A kişi, elin, ayağın sana şahit olur. Niceye bir münkirliğe el sunacak, ayak atacaksın?
Anlatılanı anlamaya, söyleneni dinlemeye liyakatin yoksa söz söyleyenin söyleme kabiliyeti seni görür anlar… yatar, uyur!
Arayan, aradığını bulsun diye yerden ne biterse ihtiyaç sahibi için biter
Tanrı, gökleri yarattıysa ihtiyaçları gidersin diye yarattı.

3210. Nerede dert varsa deva oraya gider, nerde yoksulluk varsa nimet oraya varır.
Müşkül neredeyse cevap oradadır, gemi neredeyse su orada!
Suyu az ara, susuzluğu elde et de sular yukardan da coşsun, aşağıdan da fışkırsın!
Boğazcağızı nazik yavrucak doğmasaydı onu besleyecek süt nasıl olur da memeden akardı?
Yürü, bu inişlerde, bu yokuşlarda koş da susa hararetlen!

3215. Ey ulu er, ondan sonra havadaki arı(gibi) bulutlardaki ırmakların sesini iç!
İhtiyacın, otlardan, sebzelerden az mı ki suyun önünü keser, sebzelere akıtırsın…
Suyun kulağını çeker, kurumuş nebatlar yeşersin, gelişsin diye o tarafa yürütürsün.
Cevherleri gizli olan can ekinleri için de Kevser suyuyla dolu rahmet bulutları var. Susuz kal, susa da sana “ Onları Rableri sular “ hitabı gelsin…
Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir!

    Kâfir karısının, süt emer çucuğuyla Mustafa aleyhisselâm’ın yanına 
    gelmesi ve çocuğun, Rasûl sallallâhu aleyhi vesellem’in mucizesiyle 
                                İsa gibi dile gelip konuşması

3220. Yine o köyden bir kâfir karısı Peygamber’i sınamak için koşa koşa,
Eşeğiyle beraber yanına geldi, kucağında da iki aylık bir çocuk vardı.
Çocuk, Peygamber’ee “ Tanrı, sana selâm söyledi Ya Rasûllâllah, sana geldik işte “ dedi.
Anası kızgınlıkla “ Sus be, bu şahadeti kulağına kim üfürdü?
A yumurcak, bunu sana kim söyledi de böyle dilin açıldı, söyleyip duruyorsun? “ dedi.

3225. Çocuk dedi ki: “ Evvelâ Allah, sonra da Cebrail! Ben, bu sözde Cebrail’e ahenk uyduruyorum. “
Kadın “ Nerede Cebrail? “ deyince çocuk dedi ki: “ Nah; başının üstünde. Görmüyor musun? Kafanı kaldır da bir yukarıya bak!
Cebrail, başının üstünde duruyor; bana yüz çeşit delil olmakta! “
Kadın, “ Sahi görüyor musun ? “ dedi. Çocuk dedi ki: “ Evet, başının üstünde ayın on dördü gibi durmakta.
Bana Peygamber’i vasfediyor. Beni, bu suretle bu aşağılıklardan yüceltmede!

3230. Sonra Peygamber, “ Ey süt emer yavru, adın ne? Hadi bunu da söyle de sonra ananın isteğine uy, sus “ dedi.
Çocuk, “ Adım, Tanrı yanında Abdülâziz, fakat bu bir avuç edepsize göre Abdül Uzzâ!
Halbuki ben sana bu peygamberliği veren Tanrı hakkı için Uzzâ’dan usanmışım, berîyim! “ dedi.
İki aylık, çocuk, ayın on dördü gibi parlamış, baş köşeye geçen bilgi sahipleri gibi yetişmiş kişilere ders veriyordu.
Bu sırada çocuğun burnuna da, anasının burnuna da cennetten kâfuru kokusu geldi.

3235. Her ikisi de yaşarsak yine bu mertebeden düşer, kâfir oluruz korkusuyla bunu söylediler ve bu kokuyu duya duya can verdiler.
Birisini, Tanrı överse ona cansızlar da yüzlerce kere doğrudur, haktır der, canlılar da!
Birisini koruyan Tanrı olursa ona kuş da gözcü, bekçi kesilir, balık da!

       Tavşancıl kuşunun Mustafa Aleyhisselâm’ın pabucunu kapıp 
    havalanması ve havada pabucu ters çevirmesi, içindeki kara yılanın 
                                                    düşmesi

Tam bu sırada Mustafa, yücelerden ezan sesini duydu.
Abdest tazelemek üzere su istedi. O soğuk suyla elini, yüzünü yıkadı.

3240. Ayaklarını da yıkayıp pabuçlarını giymek üzereyken bir kuş gelip pabucunun bir tekini kapıverdi.
O güzel sözlü Peygamber, tam pabucu eline almışken tavşancıl pabucunu elinden kapıvermişti.
Kuş, yel gibi havalandı, pabucu, tersine çevirdi, içinden bir yılan düştü.
Kapkara bir yılandı o… tavşancıl, bu hareketiyle Peygamber’e iyilik etmek istemiş, Tanrı inayetine sebep olmuştu.
Kuş, sonra pabucu getirip “ Buyur, namaza git “ diye Peygamber’in önüne koydu.

3245. Âdeta “ Bu küstahlığı zoraki yaptım, yoksa benim de edep ağacından bir dalcağızım var, ben de haddimce edep erkân nedir, bilirim “ diyordu.
Vay o kişiye ki küstahça adım atar, nefsine uyar da lüzumsuz fetvalar verir!
Peygamber, şükretti de dedi ki: “ Biz, bunu cefa sanıyorduk, halbuki vefanın ta kendisiymiş! “
Pabucumu kaptın, aklım karıştı, canım sıkıldı, sen beni gamdan kurtarıyormuşsun, bense gama düşmüştüm!
Tanrı, bize bütün gaypları gösterdi ama o sırada gönlüm, kendimle meşguldü! “

3250. Tavşancıl, “ Sen, gafil olmazsın, bu, senden uzak. Ey Mustafa, benim gaybı görmem de sendeki bilginin aksinden !
Havadayken pabucun içindeki yılanı görmem, kendimden değil, senden aksetti bu bana “ dedi.
Nurlu kişinin aksi de aydındır. Zulmette kalanın aksiyse baştanbaşa külhan kesilir.
Tanrı kulunun aksi tamamıyla nurdur, yabancının aksiyse tamamıyla körlük!
Ey can, herkesin aksi nedir, bunu bil… dilediğin kişinin yanında otur!..

     Bu hikâyeden ibret alış şüphesiz olarak her güçlüğün bir kolaylığı  olduğunu biliş

3255. Ey can o hikâye, Tanrı hükmüne razı olasın diye sana ibrettir.
İbret al da kötü bir işe düşünce aklını başına devşir, ye’se düşme, hüsnü zanda bulun!
Başkaları, o hâdiseden korkup sapsarı kesilse bile sen aldırış etme. Fayda, zamanında da, ziyan zamanında da gül gibi gülmeye bak!
Gülün yapraklarını birer birer koparsan da yine gülmeyi bırakmaz, yine solup gamlanmaz.
Bir dikenden niçin gama düşeyim? Zaten bu gülmeyi diken yüzünden buldum der.

3260. Takdir yüzünden kaybettiğin şeyler, muhakkak senden belâyı giderir… bunu böyle bil!
Tasavvuf nedir diye bir uluya sordular da dedi ki: Sıkıntı zamanı, gönülde neşe, ferah bulmak!
Tanrı’nın verdiği mihnet ve cefayı da Peygamber’in pabucunu kapan tavşancıl say.
Tavşancıl, Peygamber’in ayağını yılan sokmasın diye pabucu kaptı, toza, toprağa bulanmamış akla ne mutlu!
Tanrı, “ Kaybettiğiniz şeylere eseflenmeyin, hattâ kurt gelse de keçinizi yese bile “ buyurdu.

3265. O belâ, daha büyük belâları defetmek, o ziyan daha dehşetli ziyanları menetmek içindir.

 Bir adamın, Musa’dan hayvanların, kuşların dillerini öğrenmeyi istemesi

Musa’ya bir delikanlı dedi ki: “ Hayvanların dillerini öğrenmek istiyorum.
Bu suretle kurdun, kuşun sözlerini duyayım da dinime ait işlerde ibret sahibi olayım.
Çünkü Âdemoğulları’nın bütün sözleri, suya, ekmeğe, şana, şerefe ait.
Belki hayvanların bu dünyadan göçme zamanındaki tedbirleri, bu tedbirler yüzünden başka bir dertleri var! “

3270. Musa, “ Hadi efendim, hadi… vazgeç bu hevesten… bunun önünde, sonunda pek çok tehlikesi var.
İbret almayı, uyanmayı Tanrı’dan dile… kitaptan, sözden, harften, duraktan değil! “ dedi.
Adam, Musa menettikçe kızıştı, üstüne düştü. Zaten insan, bir şey menedildi mi, o şeye haris olur, büsbütün üstüne düşer!
dedi ki: “ Ya Musa, nurun parlayınca her şey, kadrini, kıymetini, senin sayende buldu.
Beni bu muradımdan mahrum etmek lûtfuna düşmez ey cömert er!

3275. Bu zamanda Tanrı’nın vekili sensin. Muradımı vermezsen beni meyus edersin. “
Musa, “ Yarabbi, taşlanmış Şeytan, bu sâf adamla alay mı ediyor?
Öğretsem ziyankârlardan olacak, öğretmesem gönlüme bir kötülük gelecek “ dedi.
Tanrı dedi ki: “ Ya Musa, öğret… çünkü biz, keremimizden hiçbir duayı asla redetmeyiz.
Musa dedi ki: “ Yarabbi, sonra pişman olacak, elini dişleyecek, elbiselerini yırtacak.

3280. Kudret, herkesin harcı değil… aciz, Tanrı’dan çekinen kişiye sermayedir.
Eli bir şeye erişmeyen, Tanrı’dan korktu, çekindi, kendisini ibadete verdi… yoksulluk, işte yüzden daima övünülecek bir şeydir!
Zengin zenginliği yüzünden Tanrı tapısından rededildi. Çünkü kudreti var; sabrı terk etti, dilediğini yapıverdi!..
Âcizlik, yoksulluk, insana hırslarla, gamlarla dolu olan nefis belâsından aman verir.
Gam, olmayacak dileklerden meydana gelir. Çünkü gulyabanilere avlanmış olan insan, o olmayacak dileklere alışmış, onlarla huylanmıştır.

3285. Toprak yiyen, toprak ister; o biçare gülbeşekerden hoşlanmaz, gülbeşekeri hazmedemez! ”

Ulu Tanrı’dan, Musa’ya dileğinden bir kısmını olsun öğret… diye  vahiy gelmesi

Tanrı, Musa’ya “ Ya Musa, sen onun dileğini verde elini aç, dilediğini yapsın! “ dedi.
Dileğini yapmak kudreti, ibadetin tuzudur, lezzetidir. Yoksa bu gökyüzü de ihtiyarsız dönüp durmada.
Fakat düşünüşünden dolayı ne bir sevaba girer, ne bir günaha. Çünkü hesap vakti sevap ta ihtiyarî olarak yapılan işe verilir, azap da!
Zaten bütün âlem Tanrı’yı tesbik eder… fakat bu zoraki tesbihten, bir sevap elde edilemez.

3290. Erin eline kılıcı ver, onu âcizlikten kurtar, onu kudret sahibi yap da ya gazi olsun, ya yol kesici eşkıya!
Âdem, “ Keremnâ “ sırrına, dilediğini yapabilme kudretiyle erişti… insanların yarısı bal arısı oldu, yarısı yılan!
Müminler, bal arısı gibi bal madeni oldular… kâfirler, yılan gibi zehir madeni!
Çünkü mümin, seçilmiş, helâl otlar yer, tükrüğü bile bal arısı gibi hayat verir!
Kâfire gelince, irin şerbeti içer, gıdasından da zehir meydana gelir!

3295. Tanrı ilhamına erenler, hayatın ta kendisi kesilirler, hava ve hevesle süslenenler ise ölüm zehiri!
İyilik edenler, ihtiyarlarıyla iyilik ederler, uyanık hareketleriyle kendilerini korurlar da o yüzden övülürler, takdir edilirler. Cihandaki bu medihler, bu takdirler, hep ihtiyar yüzünden meydana gelir.
Külhaniler, zindanda oldukça Tanrı’dan çekinirler, zâhit olurlar, Tanrı’yı anarlar!
Fakar kudret gitti mi amel kesada uğrar… kendine gel de ecel, sermayeyi elden almasın!
Kendine gel… kudretin, kâr elde etmek için bir sermayedir. Kudret zamanını kaçırma, kıymetini bil!

3300. İnsan, “ Kerremna “ kır atına binmiş, ihtiyar dizginini de akıl eline vermiştir.
Musa, tekrar ona şefkatle öğüt vererek “ İsteğin seni mahcup eder, yüzüznü sarartır.
Gel, bu sevdadan vazgeç. Tanrı’dan kork. Şeytan, seni aldatmış, o sana ders vermiş! “ dedi.

   Adam’ın, yalnız kümes hayvanlarıyla köpeğin dillerini anlamaya razı olması, Musa aleyhiselâm’ın da onun bu muradını yerine getirmesi

Adam, “ Bari hiç olmazsa kapı dibinde yatıp duran, ev bekçiliği eden köpekle kümes hayvanlarının dillerini öğret.” dedi.
Musa dedi ki: “ Hadi, peki… bu ikisinin dillerini anlayacaksın, yürü git! “

3305. Adam , sabah çağı, bakalım sahiden dillerini öğrendim mi, anlayacak mıyım ki? Diye kapının eşiğinde beklemekteydi.
Hizmetçi kadın sofra örtüsü silkerken bir lokmacık bayat ekmek düştü.
Ekmek parçasını horoz, hemencicik kapıverdi. Köpek dedi ki: Sen, bize zulmettin.
Buğday tanesi de yiyebilirsin. Halbuki ben yiyemem ki… yerimde, yurdumda bundan âcizim ben.
Sen buğday da yiyebilirsin, arpa da, darı, mısır gibi başka şeyler de… Halbuki ben bunları yiyemem.

3310. Böyle olduğu halde bizim kısmetimiz olan şu bir parçacık ekmeği bile kapıyorsun!

Horozun köpeğe cevabı

Bu sözü duyan horoz, “ Merak etme, Tanrı sana buna karşılık başka şeyler verir.
Bu ev sahibinin atı sakatlanacak, yarın sabah, adamakıllı doyacaksın, kederlenme.
Atın ölümü, köpeklere bir bayram olacak… çalışıp çabalmadan bir hayli rızık dökülüp kalacak “ dedi.
Adam, bu sözü duyunca derhal atı sattı. Horozun dediği çıkmadı, köpeğe karşı mahcup vaziyette kaldı.

3315. Ertesi günü yine horoz, ekmeği kapınca köpek ağzını açtı, dedi ki:
“ A düzenbaz horoz… bu yalan niceye bir? Niceye bir bu zulümkârlık, bu yalancılık, bu kara yüreklilik?
Hani at sakatlanack dediydin, nerde? Sen, düzenci körün birisin, sözünde hiçbir doğru yok!”
Her şeyden haberi olan horoz, köpeğe “ Atı sakatlandı, sakatlandı ama başka yerde.
Atını satıp ziyandan kurtuldu. Uğrayacağı ziyanı, başkalarına yükletti.

3320. Fakat yarın katırı sakatlanacak, o nimet, ancak köpeklere nasip olacak” dedi
O haris adam, hemencecik katırı da sattı, dertten de kurtuldu, ziyandan da.
Üçüncü günü köpek, horoza dedi ki: “ Ey beyliği davulla dümbelekle ilân edilen yalancılar beyi, hani, nerede vaadin?”
Horoz, “ Acele katırı da sattı. Fakat yarın kölesi ölecek.
Ölünce de akrabası, yoksullara köpeklere ekmekler dağıtacaklar” dedi.

3325. Adam, bunu duyunca köleyi de satıp ziyandan kurtuldu, yüzü parladı, neşelendi.
Şükürler etmekte, âlemde üç ziyandan da kurtuldum.
Kümes hayvamlarıyla köpeklerin dillerini öğrendim de kötü takdirlerden kendimi kurtardım demekteydi.
Ekmekten mahrum kalan köpek, üçüncü gün “ Ey tek, çift atıp duran herzevekil ve yalancı horoz!

   Köpeğe vaat ettiği üç şeyde de yalanı çıkmış olan horozun utanması

Yalanın, düzenin niceye bir sürecek? Sen yalandan başka bir söz söylemez misin?” dedi.

3330. Horoz dedi ki: “ Haşa… ne ben yalan söylerim, ne benim cinsimden olan öbür horozlar. Biz yalandan yunmuş, arınmışız!
Biz horozlar, müezzinler gibi doğru söyler, güneşi gözetler, vakit geldi mi ki diye bekler dururuz!
Bizi bir leğen altına kapatsalar yine içten içe güneşi gözler, onun nerede olduğunu anlarız.
Velîler, güneşin bekçileridir. İnsanlar içinde Tanrı sırlarını bilir, anlar onlar.
Tanrı, bizi namaz vaktini bildirmek üzere Âdemoğluna hediye etmiştir.

3335. İçimizden biri yanılır da vakitsiz öterse o ötüşü ölümüne sebep olur.
Vakitsiz “ Haydin namaza” dememiz, kanımızı mübah eder.
Mâsum olan, yanılmayansa ancak vahye mahzar olan can horozudur.
Kölesini de sattı. Köle satılır satılmaz öldü, alan da iki kat ziyana girdi.
Malını kaçırdı ama iyi bil ki kendi kanına girdi.

3340. Bir ziyana uğramak, birçok ziyanları defedecekti. Cismimiz, malımız, canlarımıza fedadır; canımıza gelecek belâ, cismimize, malımıza gelir.
Gazaba uğradın mı padişahlara malını verir, başını kurtarırsın.
Fakat iş bilmez cahil misin? Kazaya düşünce padişahtan malını kaçırmaya kalkışırsın.

Horozun ev sahibinin ölümünü haber vermesi

Fakat şimdi de yarınki gün ev sahibi ölecek. Mirasına konan feryat ve figan ederek bir öküz kesecek.
Yarın, adam ölünce sana epeyce yemek düşecek.

3345. Köyde halk da, ilerigelenler de kurban etleri, lalangalar, yemekler yiyecekler.
Yoksullara, köpeklere bir hayli öküz eti, koca koca ekmekler dağıtılacak.
Atın, eşeğin, kölenin ölümü, bu ham mağrura gelecek kazayı defedecekti.
Fakat o, malının ziyan olmasından ve bu yüzden derde düşmesinden kaçtı, malını çoğalttı… çoğalttı ama kendi kanına girdi!
Dervişlerin bu riyazatları neden? Çünkü cisme verilen o eziyetler, canların bakasına sebep olur.

3350. Salik, ebediliğe erişmese nasıl olur da tenini hastalıklara uğratır, helâk eder?
Ruhu, karşılığında elde edeceği şeyleri görmese insan, elini açar da cömertlik eder, ibadette bulunur mu?
Kâr ummaksızın veren ancak Tanrı’dır, Tanrı’dır, Tanrı!
Yahut da Tanrı huylarıyla huylanmış olan, nur olan, Tanrı parıltısını elde eden Tanrı velîsi.
Çünkü o ganidir, ondan başka herkes yoksul. Bir yoksul, karşılık ummadan al diyebilir, mal verebilir mi?

3355. Çocuk, elmayı görmedikçe kokmuş soğanı elinden bırakır mı hiç?
Bütün alışverişlerde maksat var. Herkes, bir şey elde etmek için dükkânına geçmiş, kurulmuştur.
Yüzlerce güzel matahlar gösterir, gönlünden elde edeceği karşılığı düşünür durur.
Ey din ulusu, bir selâm bile duymazsın ki selâm veren, sonunda yenini, yakanı yakalamasın.
Kardeş, ben halkın ileri gelenlerinden de, geri kalanlarından da tamahsız bir selâm bile işitmedim vesselâm!

3360. Yalnız Tanrı’nın selâmında bir tamah yoktur… işte o kdar. Sen ev ev, yer yer onu ara, gaflet etme!
Ben ağzı güzel kokan adamın ağzından hem Tanrı haberini duydum, hem Tanrı selâmını!
Bu Tanrı erlerinin selâmını da canla, gönülle kabul eder; Tanrı selâmını onların selâmından duyar, içerim.
Çünkü onun selâmı da Tanrı selâmı olmuştur. Çünkü o, kendi varlığını ateşlere atmış, yakmıştır.
Kendi varlığından ölmüş, Tanrı’yla dirilmiştir. Onun için Tanrı sırları, iki dudağının arasından çıkıp durmadadır.

3365. Riyazatta tenin ölümü diriliktir. Bu bedenin eziyet çekmesi ruha ebedîlik verir.
O habis herif de horoz ne diyecek diye kulak vermiş dinliyordu.

O adamın, horozdan ölüm haberini duyunca Musa’ya koşması

Bunları duyunca ateşlenip koşa koşa Musa Kelimullah’ın kapısına dayandı.
Korkudan kapısının toprağına yüz sürmekte, Ey Kelîm, feryadıma yetiş demekteydi.
Musa, “ Yürü, yüzünü yerlere döşe de kurtul. Mademki usta oldun, kuyudan sıçra, çık!

3370. Hadi Müslümanlara ziyan ver, keseni, dağarcığını iki kat doldur.
Ben, sana aynada görünen bu kaza ve kaderi kerpiçte gördüm.
Akıllı kişiye, sonda görülecek şey önceden görünür, gönlüne doğar; bilgisi az kişiye sonunda!” dedi.
Adam tekrar feryat edip dedi ki: “ Ey iyi ahlâklı, lûtfet. Başıma kakma yüzüme vurma.
Ben, iyiliğe lâyık bir adam değilim, ancak öyle hareket edebilirdim… ettim de. Sen, benim liyakatsızlığıma iyi bir karşılık ver, lûtfet.”

3375. Musa, “ Oğul, şastten bir oktur fırladı, geri gelmesi âdet değildir ki.
Fakat bir iyilikte bulunmak isterim; ölüm zamanı imansız kalmayasın, imanlı ölesin.
İmanını yoldaş edindin mi dirisin… imanla gittin mi ebedîsin” dedi.
Tam bu sırada adamın hali değişti gönülü bulandı, leğen getirdiler.
Bu, yemekten meydana gelen gönül bulantısı değil, ölüm alâmeti! A ham betbaht, kayetmenin ne faydası var sana?

3380. Dört kişi alıp evine götürdüler. Adamcağızın ayakları birbirine dolaşıyordu.
Musa’nın öğüdünü dinlemiyor, halifelikte bulunuyorsun ha… Fakat kandini çeliği sağlam bir kılıcın üstüne atıyorsun!
Kılıç, senin canını alıverir, hiç utanıp sıkılmaz. Kardeş, bu senin lâyığındır, lâyığın!

Musa’nın, o adamın imanla ölmesi için duası

Musa, o seher çağı duaya başladı: “ Yarabbi, sen, onun imanını alma.
Padişahlıkta bulun, bağışla onu… o yanılmış, şaşırmış, haddini bilmemiş, haddinden fazla ileri gitmiş!

3385. Bu bilgi, senin harcın değil dedim ama sözümü anlamadı. Başımdan savuyorum sandı.
Sopasını ejderha yapabilen kişi ejderhaya el atabilir.
Dudağını yumup söylemeyen, sırrı gizleyebilen, gayb sırrını öğrenebilir.
Su kuşundan başka kuş denize atılmaz, artık anlayıver… doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
O da suda yaşayan kuş olmadığı halde denize atıldı, boğuluyor… ey merhametli Tanrı, sen elini tut! “

Ulu Tanrı’nın Musa aleyhisselâm’ın duasını kabul etmesi

3390. Tanrı dedi ki: “ Peki… imanını bağışladım. Hattâ dilersen şimdi dirilteyim de…
Değil yalnız onu, hatırın için bütün ölüp gömülmüş olanları diriteyim.
Musa, “ Yarabbi, bu dünya ölümlü dünyadır. Sen, onu aydınlık âlemde dirilt.
Bu fena dünya, varlık dünyası değil. Sonunda yine ölecek değil mi… âriyet dirilmede ne fayda var?
Sen, şimdi onlara, gözlerden gizli olan “ Ledeyna muhdarun “ yurdunda rahmet saç! “ dedi.

3395. Ey insan, cisim ve mal ziyanı, cana faydadır canı vebalden kurtarır.
Sen de riyazata canla, başla müşteri ol. Tenini riyazata verdin mi canını kurtardın demektir.
Ey bahtı yaver kişi, gönlüne ihtiyatsız riyazat isteği gelirse secdeye baş koy, şükranelikler ver.
Mademki Tanrı, o riyazat isteğini verdi, şükürler et. O istek, sana kendiliğinden gelmedi, seni “ Kün “ emriyle riyazata çekti.

   Çocuğu yaşamayan kadının ağlayıp inlemesi, “ Bu, senin riyazatına karşılıktır, senin için, mücahitlerin cihadına mukabildir “ diye cevap gelmesi  

   Bir kadın vardı, her yıl bir çocuk doğururdu. Fakat çocuk, altı aydan fazla yaşamazdı.

3400. Üç aylıkken, yahut dört aylıkken ölür giderdi. Kadın feryad ederek dedi ki: Yarabbi,
Bu çocuklar, bana dokuz ay yük oluyor, üç aycağız da ferahlık veriyor. Bana verdiğin nimet eleğisağmadan da tez geçip gidiveriyor! “
Tanrı erlerine ağlayıp yalvarmakta, çocuklarının ölümünden şikâyet etmekteydi.
Bu suretle tam yirmi oğlu öldü, ciğerine bir yaman ateştir düştü.
Nihayet bir gece o kadına rüyasında yemyeşil güze, kusursuz, ebediyet yurdunu, cenneti gösterdiler.

3405. Keyfiyete sığmayan nimete cennet dedim. Bağ bahçe dedim. Çünkü orası, nimetlerin de aslıdır, bağların, bahçelerin de toplandığı yer.
Yoksa ne bağı? Orada öyle şeyler var ki gözler görmemiştir.
Bu ancak misaldir, onun misli değil. Bu misal de anlamaktan âciz olan bir koku alsın, anlasın diye getirilir.
Hulâsa kadıncağız, cenneti görüp mest oldu. O teselliye uğrayınca elden çıktı, kendinden geçti!
Kçşkün birinde adının yazılı olduğunu gördü, o âşık orasını kendinin sandı.

3410. Sonra ona dediler ki: “ Bu nimet, canını feda etmede doğru olan ve bu fedakârlıkta doğruluktan ayrılmayan kişinindir.
Bir hayli hizmet etmek gerek ki sen de bu kuşluk kahvaltısından yiyesin!
Fakat sen, Tanrı’ya sığınmada tembellik ediyorsun. Tanrı da ona karşılık olarak sana o musibetleri verdi. “
Kadın, “ Yarabbi, yüzyıl, hattâ daha fazla bir müddet benden kan dök, evlâtlarımı öldür… razıyım “
Yavaş yavaş, adım adım o bahçeye girince bütün çocuklarını orada gördü de,

3415. Dedi ki: “ Yarabbi, ben kaybettim ama sen kaybetmemişsin! “ Evet… insan, gaybi gören göze malik olmadıkça insan olamaz.
Sen istemezsin, sebep olamazsın ama burnun kanar, bir hayli de kan akar… derken ateşin geçer, kurtulursun.
Her meyvanın içi, kabuğundan iyidir. Teni de kabuk, sevgiliyi iç bil!
İnsan, pek lâtif bir içe maliktir. İnsansan bir an olsun onu ara!

               Tanrı razı olsun, Hamza’nın savaşa zırhsız girmesi

* Peygamber’in amcası Hazma, gençlik çağında savaşa daima zırh giyerek girerdi.
Son zamanlarındaysa savaş saflarına zırhsız olarak katılır, sarhoşça savaşa atılırdı.

3420. Göğsü açık, vücudu çıplak oalarak kendini kılıçlara atardı.
Halk, “ Ey Peygamber’in amcası, ey saflar yaran aslan, ey erlerin padişahı.
Tanrı buyruğunda “ Nefislerinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayın “ emrini okumadın mı ki?
Peki, neden kendini böyle bir savaş esnasında tehlikeye atıyorsun?
Gençken, iri yapılı ve kuvvetliyken saflara zırhsız katılmazdın.

3425. Şimdi ihtiyarladın, zayıfladın, belin büküldü… öyle olduğu halde hiçbir şeye aldırış etmez oldun.
Her şeye boş veriyor; bir kılıç ve bir mızrakla savaşa atılıyor, âdeta kendini sınıyorsun.
Kılıç, ihtiyara hürmet etmez. Hiç kılıçla okun aklı, temyizi olur mu? “ dediler.
O bîhaberler, Hamza’nın kaydına düşüyorlar, gayretlerinden ona bu çeşit öğütler veriyorlardı.

                         Hamza’nın halka cevap vermesi

Hazma dedi ki. “ Gençken ölümü, bu dünyaya vedâ etme tarzında görürdüm.

3430. Kim ölüme isteyerek gider? Kim ejderhanın karşısında soyunur?
Fakat şimdi Muhammedin’in nuruyla bu fâni şehre zebun değilim ki.
Duygudan hariç olan ve halk nuru askeriyle dolu bulunan padişah ordugâhını görmekteyim,
Çadırlar, çadırlara geçmiş, çadır direklerinin ipleri, iplere sarılmış… şükürler olsun ki Tanrı, beni uykudan uyandırdı.
Ölüm, kimin nazarında tehlikeyse “ Tehlikeye atılmayın “ emri de onadır.

3435. Fakat birisinin nazarında ölüm, hakikat kapısının açılışından ibaret olursa ona… “ Haydin, çabuk olun “ hitabı gelir.
Ey ölümü görenler, uzaklaşın… ey haşri, dirilmeyi görenler, çabuk olun!
Ey lûtuf görenler, ferahlanın, sevinin… Ey kahır görenler, bu bir belâdır, gamlanın!
Ölümü, bir Yusuf gören, canını feda eder, kurt olarak görense yolunu sapıtır!
Oğul, herkesin ölümü, kendi rengindendir. Düşmana düşmandır, dosta dost!

3440. Ayna Türke nazaran güzel renktedir. Zenciye nazaran o da Zencidir.
Ey can, aklını başına devşir… Ölümden korkup kaçarsın ya… doğrucası sen, kendinden korkmaktasın.
Gördüğün, ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün, canın ağaca benzer… ölüm, yaprağıdır.
İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir, kötüyse de. Hoş, nahoş… gönlüne gelen bir şey, senden senin varlığından gelir.
Bir dikenle yaralanmışsan o dikeni sen dikmişsindir. Atlas olsun, ipek olsun, ne giymişsen kendin eğirmişsindir.

3445. Bil ki iş, ona verilen karşılıkla aynı renkte olmaz. Hiçbir hizmet, o hizmete mukabil verilen şeyle bir renkte değildir.
Ücret alnaların ücreti, yaptıkları işe benzemez. Çünkü o iş ârazdır, buysa cevher ve ebedî.
İş, güçlükten, zordan, alın terinden ibarettir; buysa gümüştür, altındır, tabaklarla verilen ihsandır.
Sana bir yerden bir töhmet gelse, mutlaka zulmettiğin birisi mihnete düşmüş, beddua etmiştir.
Ama sen dersen ki ben bir şey yapmadım, kimse hakkında bir töhmette bulunmadım.

3450. Fakat başka çeşit bir günah etmişsindir. Tohum ektin, nasıl olur da meyve vermez?
Zina edene yüz sopa vururlar da zinâkâr, ben kimseyi dövmedim ki der.
Fakat bu belâ, bu dövüş, o zinanın cezası değil mi? Ama sopa, gizli bir yerde edilen zinaya nasıl benzer?
Ey Kalîm, yılan hiç sopaya benzer mi? Ey hakîm, dert, devaya benzer mi ?
Sen de o sopa yerine meninin nasıl döktün de o meni, güzelim bir şahıs oldu?

3455. O menin, bir dost oldu, yahut bir yılan kesildi. Asâ’nın yılan olduğuna şaşıyorsun değil mi? Fakat buna daha ziyade şaşmak icabetmez mi?
Hiç meni, o çocuğa benzer mi ? Hiç şeker kamışı, şekere benzer mi?
Adam, bir rükû, yahut sücud etti mi onun rükû ve sücudu, o âlemde bağ, bahçe olur.
Ağzından Tanrı’ya bir övüş utçumu tan yerini ağartan Tanrı, o övüşü bir cennet kuşu yapar.
Kuşun menisi de yeldir, havadır ama senin Tanrı’yı övüşün, Tanrı’yı tesbih edişin, hiç de kuşa benzemez.

3460. Yoksullara ihsanda bulundun, zekât verdin, elinle bir hayırda bulundun mu o âlemde bu hayır, ağaçlık, çayırlık, çimenlik olur.
Sabır suyun, cennetteki nehirler… cennetin süt ırmağı, sevgin, aşkındır.
İbadetten zevk alman, bal nehri, Tanrı aşkıyla sarhoş olman, şevk duyman şarap ırmağıdır.
Bu sebepler, o eserlere benzemez. Fakat Tanrı, nasıl oldu da bu sebeplerin yerine o eserleri getirdi? Kimse bilmez.
Bu sebepler, dünyada nasıl senin ihtiyarınla, senin fermanınla meydana geldiyse o dört ırmak da ahrette şüphe yok, senin fermanına tabi olur.

3465. Onları ne tarafa dilersen akıtırsın. Sebepleri nasıl tasarruf ettiysen onları da öyle tasarruf edersin.
Menin nasıl sana tabiyse meniden gelen soy sop da derhal senin emrine girer, sana tabi olur.
Oğlum, senin buyruğunla koşar, yürür… ben senin cüz’ünüm, beni anamaın karnında rehin olarak bırakan sendin, der.
O sıfat, bu âlemde senin emrindeydi. Cennette de o  ırmaklar senin emrindedir.
Cennetteki ağaçlar, senin fermanına tabidir, çünkü o ağaçlar, senin sıfatlarından yeşerdi, meyve verdi.

3470. Bu sıfatlar, burada nasıl senin emrine tabiyse onlara karşılık olan şeyler de orada senin emrine tabidir.
Bir mazluma karşı elinden bir zulüm çıktımı o zulüm bir ağaç olur, o ağaçtan zakkum biter.
Kızgınlıkla gönüllere ateş saldın mı cehennem ateşinin aslı oldun gitti.
Ateşin burada nasıl adamlaraı yakarsa ondan meydana gelen eser de orada seni yakar.
Kızgınlığın ateşin adamlara saldırmakta ya… ondan meydana gelen ateş de adamlara saldırır.

3475. O yılana, akrebe benzeyen sözlerin yılan ve akrep olur da seni kuyruğundan yakalar.
Velîlere uymadın, onları bekletip durdun, orada da kıyamet gününün beklenmesi san yâr olur, bekler durursun.
Hele yarın, hele öbür gün diye vaat eder, Tanrı’ya dönmeyi sallar durursun ya… İşte bu bekleyiş, mahşerdeki beklemendir, vay sana!
O uzun günde hesap için, canlar yakan güneşin altında bekler kalırısn…
Çünkü sen dünyada göğü de, göktekileri de elbette yola girerim tohumunu eke eke beklemiştin!

3480. Kızgınlığın, cehennem ateşinin tohumudur. Kendine gel de şu cehennemini söndür, çünkü o bir tuzaktır.
Bu ateşi ancak nur söndürebilir. Cehennem mümine “ Nurun ateşimizi söndürdü “ der… Tanrı’ya şükürler olsun!
Nura sahip olmadığın halde yavaşlık, mülâyimlik gösterirsen bu kötü bir şeydir. Çünkü ateşin sönmemiştir, küllenmiştir.
Bu hal, bir tekellüftür. Aklını başına al, ateşi din nurundan başka bir şey söndürmez.
Din nurunu görmedikçe emin olma… çünkü gizli ateş, bir gün olur ortaya çıkar.

3485. Nuru bir su bil, suya yapış… suyu elde ettin mi ateşten korkma!
Ateşi su söndürür. Çünkü ateş, huyu muktezası suyun soyunu, sopunu, oğullarını, ( yani ağaçları, otları) yakar, yandırır!
Birkaç günceğiz o su kuşlarının yanına git de seni Abıhayata ulaştırsınlar.
Kara kuşuyla su kuşu, suret bakımından birdir ama suyla yağ gibi hakikatte birbirine zıttır,
Bunlar, birbirlerine benzerler ama her biri, kendi aslına kuldur, köledir. Dikkat ve ihtiyatla hareket et.

3490. Nitekim vesveseyle Elest deminin vahyi… her ikisi de duyguyla değil, akılla anlaşılır; fakat aralarında fark var.
Her ikisi de gönül pazarının tellâlıdır, her ikisi de matahlarını över, durur.
Gönül sarrafıysan fikrini anla, gönlüne geleni bil de esir tellâlı gibi bu iki fikri birbirinden ayırtet.
Eğer şüpheye düşüyor ve iki fikri ayırt edemiyorsan “ Aldatmaca yok “ de; acele etme, koşma!

                          Alışverişte aldanmamanın çaresi

Bir dost, Peygamber’e “ Ben alışverişte daima aldanıyorum.

3495. Bir şey satan, yahut alan kişinin hilesi sanki sihir… gelip benim yolumu kesiyor “ dedi.
Peygamber dedi ki: “ Alışverişte aldanmaktan korkuyorsan alacağın şeyi üç gün muhayyer olarak al.
Çünkü şüphe yok, yavaş iş Rahman’dandır. Acele edşinse melûn Şeytan’dan. “
Önüne bir lokma atsan köpek bile köpekliğiyle önce koklar da sonra yer a ihtiyatlı adam!
O burnuyla koklar, biz aklımızla koklarız. Hele bir bak, demek ki biz de her şeyi inceleyen aklımızla kokluyoruz.

3500. Tanrı bile bu yerlerle gökleri yavaşlıkla ve tam altı günde yarattı.

AÇIKLAMALAR

B. 2834. Bu beyitten itibaren 2839 uncu beyte kadar beş beyit arapçadır.

B. 2948. C. I, S. 72, B. 751-753 e bakınız.

B. 2982. Kur'anın 23 üncü suresi olan Mü'minun suresinin  107  inci  âyetidir.

B. 2997. den sonraki başlık. "An o zaman ki dedik. Bu köye girin, dilediğiniz meyvaları sıkıntısızca yiyin, Beyti Makdes'in kapısından secde ederek girin de, yarabbi, günahlarımızı affet, bizi günahlardan arıt deyin.. suçlarınızı örtelim. Bu söyleyeceğiniz söz yüzünden yakında ihsan sahiplerinin sevaplarını çoğaltacağız"  (Sure 2, Bakara, âyet 58)

B. 3028. Tanrı emriyle Musa Peygamber, İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarmak, esirlikten kurtarmak istediği vakit Firavun razı olmamış, Tanrı da Mısırlılara bazı belalar vermişti ki bunlardan biri de Nil ırmağının Mısırlılara gönderdiği bu belâlar on taneydi, bunlara "Beliyyât-ı aşere - onbelâ" denir, Tevrat, bunları uzun uzadıya anlatır Kur'anda da kısaca anılır. C. II, S. 64, B. 694 e de bakınız.

B. 3033. H. Muhammed'den böyle bir hadis rivayet edilmiştir.

B. 3075. ten sonraki bahis. S. 193, B. 2033-2036 ya bakınız.

B. 3080. Hukema denilen ve Yunan felsefesini İslâmileştiren filozoflara göre yaratıcı kudretin faal tecellisine "Akl-ı Kül" derler. Bu tecelli, bir de münfeillik meydana getirmiştir ki buna da "Nefs-i kül" denir. Akl-ı kül ile Nefs-i Küll'ün birleşmesi gökleri meydana getirmiştir. Göklerin dönüşünden dört unsur meydana gelmiş, unsurlarla göklerin birleşmesi de "cemat, nebat ve hayvan" âlemini vücuda getirmiştir. Akıl, bütün âlemde tedbir sahibidir ve nefsi tedbir eden odur. Madde âlemi Nefs-i küll'ün zuhurudur ve her şeyin maddî varlığı, zahiren o şeye ait "Nefs-i cüzi" dir, fakat hakikatta Nefs-i Küllinin bir tecellisinden ibarettir. C. I, S. 186, B. 1899 a da bakınız.

B. 3081. "Ey Peygamber sana Rabbinden indirilen şeyi tebliğ et. Bunu yapmazsan elçiliğini yapmamış olursun.. Ve Tanrı, seni insanlardan korur, şüphe yok Tanrı kâfir olan kavme hidayet etmez" (Sure 5, Maide, âyet 67).

B. 3102. Arap memleketlerinde ayağa da bilezik takma âdeti vardır. Ayağa takılan bileziğe "halhal" derler.

B. 3104. ten sonraki başlık ve bahis. Ankaravî, bu bahsin, "Şüphe yok, Ulu Tanrı'nın gizli velileri vardır. Saçları karmakarışık ve kıvırcık, yüzleri tozludur. Bir beyin, bir emirin yanına girmek isteseler onlara izin verilmez, gözden kaybolsalar aranmazlar, bir yerde bulunsalar çağırılmazlar, hastalansalar halleri, hatırları sorulmaz, ölseler kimsecikler cenazelerine gitmez. Onlar, yeryüzünde bilinmeyen, gökyüzünde tanınan, bilinen kişilerdir" mealinde ve hadis olarak rivayet edilen bir söze dayandığını söylüyor (S. 518-519),

B. 3110. Ankaravî, bu hadisin "Nüzhetünnâzırîn" adlı hadis kitabında bulunduğunu söylüyor (S. 521).

B. 3129 dan sonraki bahis. Ankaravî, bu bahisteki hikâyenin de aynı kitapta hadis olarak nakledildiğini kaydetmektedir (S. 524).

B. 3145-3150. Sehabeden Enes ve Cabir böyle bir hadis rivayet etmişlerdir.

B. 3200. Müslümanlara göre İsa Peygamber'e inen ve dört büyük kitaptan biri olan kitap. Diğer üçü şunlardır: Musa Peygamber'e inen Tevrat, Davut Peygambere inen ve yalnız ilâhî neşidelerden ibaret olan Zebur ve H. Muhammed'e inen Kur'an. Hıristiyanlara göre, muştuluk mânasına gelen İncil, İsa'nın hayatıdır. Bu hayatı ve İsa'nın sözlerini kendisine inananlar, sonradan toplamışlar ve kitap haline getirmişlerdir.

B. 3201. Şîa, yani Şiî olan müslümanlar, halifeliğin, H. Muhammed tarafından Ali'ye verildiğini, sonra sırasıyla Ebubekir, Ömer ve Osman'ın, onlardan sonra da Ümmeyye ve Abbasoğulları'nın bu hakkı Ali ile evlâdı olan diğer on bir İmam'dan zorla aldıklarını söylerler. Halifeliğin Ali'den alınmasında, onlarca en mühim rolü Ömer oynamıştır. Bu yüzden bütün halifeleri ve hele Ömer'i sevmez ve bu hususta ileri gidenleri bunlara dil uzatırlar.

B. 3203. ten sonraki bahis. "Kimdir acaba âciz kalan kişi dua ettiği vakit ona erişen, duasını kabul eden, kötülüğü gideren ve sizi, sizden öncekilerin yerine koyan? Tanrı ile beraber başka bir Tanrı var mı ki? Tanrı, şirk koşanların şirkinden yücedir"    (Sure 27, Neml,  âyet 63).

B. 3219 dan sonraki bahis, Ankaravi bu mealde bir  hadisin Nüzhetünnâzırîn'de  bulunduğunu   söylüyor (S.  539-541).

B. 3231-3232.    Uzzâ,   İslâm’ dan    önce   Arapların taptığı putlardan biri. Aziz, pek yüce mânasına gelir ve Tanrı   sıfatlarını  bildiren  "Esmâyi  hüsnâ  -  Tanrı'nın güzel adları" ndandır.

B. 3234. Kâfur kokusu, ölüme delâlet eder. Ölünün kokusu varsa gitsin ve kabirde de yılan ve sair hayvanlar dokunmasın diye gözlerine, kulaklarına, burnuna ve bazı yerlerde yedi secde azasına pamuklu suya karışmış kâfuru korlar. Hattâ bazı mezheplerde ölüyü bir kere de kâfuruyla karışık suyla yıkarlar.

B. 3237 den sonraki bahis. Ankaravî, bu hadisi ve yazılı kitapları kaydetmektedir (S. 541).

B. 3254 ten sonraki başlık. Kur'anın 94 üncü suresi olan İnşirah suresinin 5 ve 6 inci âyetlerinden alınmıştır.

B. 3264. C. II, S. 13, B. 140 a bakınız.

B. 3276. Şeytan'dan, Kur'anda "Racîm-taşlanmış, sürülmüş, Tanrı tapısından kovulmuş" diye bahsedilir. Halk arasında İbrahim Peygamber'in Şeytan'ı taşladığı, hattâ bir gözünü kör ettiği rivayet edilegelmiştir. S. 71, B. 775 ve C. II, S. 207, B. 2231, S. 209, B. 2243 e de bakınız.

B. 3349. Riyazat, dervişlerin az yemek, az içme, az uyumak ve boyuna ibadet etmekle nefislerini ıslâha çalışmaları.

B. 3394. "Kıyamet bir bağırışta kopuverir, hemencecik de bütün mahlûkat yanımıza hazır oluverir" (Sure 36, Yasin, âyet 53)

B. 3418 den sonraki bahis. Hamza, H. Muhammed'in  amcasıdır, Uhud savaşında  müşrikler tarafından öldürülmüştür.  Pek  kuvvetli  ve  yiğitti.

B. 3422. C. I,  S. 389,  B. 3930 a  bakınız.

B. 3435. Rabbinizin  yargılamasına ve genişliği göklerle yeryüzü kadar olan ve temiz kişilere hazırlanan cennete  koşun.  (Sure 3, Ali İmran,  âyet 133)

B. 3446.  C. I,  S. 66,  B. 286 ya  bakınız.

B. 3445-3494. C. II, S. 89, B. 963 e bakınız.

CİLT 3  (3501 - 4810 Beyitler)

Yoksa “ Kün “ der demez yerler de olurdu, gökler de; Tanrı, buna kadirdi. Hattâ bir emreder etmez yüzlerce yer gök yaratabilirdi.
Tanrı bütün kudretiyle beraber insanı, yavaş yavaş ve tam kırk yılda kemal sahibi eder.
Bir anda yokluktan elli kişiyi uçurup bu âleme getirmeye kadirdi ama.
İsa, bir dua ile hemencecik ölüyü diriltir de

3505. İsa’yı yaratan, insanları bir anda yaratmaya kadir değil midir? İsa’ya nazaran kudreti, kat kat üstün mü değil,
Dilediğin şeyi yavaş yavaş, fakat sağlam bir halde yapman lâzım… İşte bu yavaşlık, sana bunu öğretmek içindir.
Daima akıp duran küçük bir dere ne pislenir, ne kokar.
Bu yavaşlıkla insan, ikbale, devlete erişir. Yavaşlık, yumurtadır, devlet de kuşlara benzer.
A inatçı adam, kuş hiç yumurtaya benzer mi *
Ama yumurtadan çıkar ya!

3510. Sen de davran da cüz’ülerin, yumurtalarından kuşlar çıkarsın.
Yılan yumurtası da serçe kuşu yumurtasına benzer, fakat aralarında ne fark var?
Armut da elmaya benzer, benzer ama aralarında farkları bil ey yüce kişi!
Yapraklar da bakılınca bir renktedir. Fakat meyveleri çeşit çeşittir.
Yapraklara benzeyen bedenler de birbirine benzer… benzer ama herkes bir iş için yaratılmıştır.

3515. Halk yolda her bir tarzda yürür durur; fakat birisi zevk içinde, öbürü dertli, kederli!
İşte tıpkı bunun gibi ölürken de aynı çeşit ölürüz ama yarımız ziyan içindedir, yarımız padişah!

Tanrı razı olsun, Bilâl’in neşeyle ölümü

Bilâl; zayıflıktan hilâle dönmüş, yüzüne ölüm rengi çökmüştü.
Karısı görüp “ Ah, bu ne elem, bu ne keder “ dedi. Bilâl, “ Hayır hayır… bu ne zevk, ve ne neşe,
Şimdiye kadar hayattan elem duymaktaydım, ölüm nasıl bir zevktir, nedir, nedir? Sen bununebileceksin?”

3520. Demekte, bu sözleri söylerken de yüzünde nerkisler, güller, lâleler açılmaktaydı!
Yüzünün parlaklığıyla nurlu gözleri, sözünün doğruluğuna şahadte ediyordu.
Her gönlü kara adam onun yüzünü simsiyah görürdü ama o, insanların gözbebeğiydi, neden gözbebeği de siyah?
Yüzü kara olanlar, hakikati görmeyenlerdir. İnsanların gözbebeği olan adam ise ayın aynasıdır.
Zaten dünyada can gözüne sahip olanlardan başka, senin gözbebeğini kim görebilir ki ?

3525. Onu, gözbebeği haline gelenelerden başka kimse göremeyince artık ondan başka kim, onun rengini görüp anlar?
İnsanların gözbebeği olan kişiden başka herkes, mertebesi yüce insanın sıfatlarını taklideder. Hakikatı bilmez.
Karısı “ Ah ayrılık, ah ayrılık “ deyince Bilâl, “ Hayır, hayır… vuslat, vuslat!” dedi.
Karısı “ Bu gece gurbete gidiyorsun… soyunun sopunun gözlerinden kaybolacaksın “ dedi.
Bilâl dedi ki: “ Hayır, hayır… bu gece ruhum, gurbet elinden vatanına ulaşacak! “

3530. Karısı, “ Gayri senin yüzünü nerede göreceğiz biz? “ dedi. Bilâl dedi ki: “ Tanrı haslarının halkasında!
Başını kaldırır da –aşağıya değil- yukarıya bakarsan Tanrı haslarının halkasını görürsün.
Yüzük taşının yüzüğe nur saçtığı gibi Âlemlerin Rabbi de o halkayı nurlandırıp durmaktadır! “
Karısı, “ Yazıklar olsun, bu ev yıkıldı artık “ dedi. Bilâl dedi ki: “ Buluta bakma, aya bak! “
Akrabam kalabalık, ev de küçük… Tanrı, daha mamur bir hale getirmek için yıktı!

 Bedenin ölümle harap olmasındaki hikmet

3535. Ben evvelce sıkıntılar içinde hapis olmuş adama benzerdim, şimdi ruhumun nesli doğuyu da kapladı, batıyı da.
Bu kuyuya benzeyen evde bir yoksuldum, şimdi padişah oldum, padişaha bir köşk, bir saray lâzım!
Padişahlar, köşklerde, saraylarda otururlar, ölüye yurt olarak bir mezar kâfi!
Peygamberlere bu dünya dar geldi de padişahlar gibi Lâmekân âlemine gittiler.
Kalbi ölmüş kişilereyse bu dünya nurlu göründü. Görünüşü büyük, geniş… fakat hakikatte dar!

3540. Dar olmasaydı bu feryat neden? Baksana… daha evvel doğup bu âleme gelenlerin hepsi iki büklüm oldu!
İnsan, uyku zamanında bak, nasıl azat olmakta… ruh, o vardığı, ulaştığı mekândan nasıl neşelenmekte.
Zâlim, zulüm tabiatından kurtuluyor, zindandaki mahpus, hapse düştüğünü, hapiste bulunduğunu unutuyor.
Pek geniş olan bu  yer, bu gök devenin çökeceği zaman pek daralmakta.
Bu dünyanın genişliği, bir gözbağı… oysaki pek dar. Gülmesi ağlamaktan ibaret, övünmesi ardan, ayıptan başka bir şey değil.

Dünya, görünüşte geniş, hakikatte dardır, uyku da bu darlıktan 
                                           kurtulmaya benzer

3545. Hamam kızıştı, ısındı mı daralırsın, için sıkılır.
Oysaki hamam geniştir, uzundur. O hararetten sana dar gelir, ruhun sıkılır, usanırsın.
Dışarı çıkmadıkça gönlün açılmaz peki… mekânın genişmiş ne fayda?
Yahut da meselâ dar bir ayakkabı giyersin de geniş bir ovada yürürsün.
Fakat o geniş ova, sana öyle daralır ki… o ova o sahra sana âdeta zindan kesilir.

3550. Seni uzaktan gören ovada bir lâle gibi açılmış der.
Bilmez ki sen, zâlimler gibi görünüşte gül bahçesindesin, fakat ruhun, feryat edip duruyor!
Uyuman, o dar ayakkabıyı çıkarmana benzer. Uykuda bir müddet ruhun, bedenden kurtulur.
Azizim, uyku, Tanrı velîlerinin malı, mülküdür… dünyadaki Eshabı Kehif gibi!
Uyumadıkları halde rüya görürler, görünürde bir kapı yoktur, yokluğa giderler!

3555. Ev dar. Ruh bu daracık evde eli, ayağı çarpılmış gibi iki büklüm. O evi, padişahların sarayları genişletmek, mamur bir hale koymak için yıkar.
Ben de ana rahminde iki büklüm oldum. Dokuz ay doldu, artık buradan göçmem gerek!
Anamı doğum ağrısı tutmasa bu zindanda ateş içinde kalırım.
Bir anaya benzeyen tabiatın da kuzu, koyundan doğsun diye ağrıya düşüyor, bu ağrı, doğum yolunu açıyor.
Ey tabiat, rahmini aç… kuzu büyüdü, çıksın da o yemyeşil ovada yayılsın, otlasın artık!

3560. Doğum ağrısı, gebeye bir derttir ama çocuk için zindanın yıkılması gibidir.
Gebe, ne yapayım, nereye sığınayım? Diye ağlar… çocuk kurtuluş vakti geldi diye güler!
Göğün altındaki analar ( ateş, yel, su, toprak) la cansız şeyler, canlı mahluklar, nebatlar. Hulâsa ne varsa,
Hepsi, birbirlerinin derdinden gafildir. Yalnız bilen ve kemale sahip olan kişiler, bunların dertlerini bilir.
Kösenin, başkalarının evinde olanları bildiği kadar kabasakal, kendi evindekini bilemez.

3565. Amca, sen, kendi halini bilmezsin… fakat gönül sahibi yok mu… senin halini o bilir işte!

   Gaflet, dert, tembellik ve gönül karanlığı gibi ne varsa hepsi de yere 
                   mensup ve aşağılık bir şey olan tenden ileri gelir

Gaflet, tenden ileri gelir. Ten, ruh oldu mu artık şüphesiz bir halde bütün sırları görür.
Gök boşluğundan yeryüzü kalktı mı ne benim için gece ne gölge kalır, ne senin için.
Nerede bir gölge, gece, yahut gölgelik varsa yerdendir; göklerden aydan değil!
Duman, kıvılcımlar saçan ateşten meydana gelmez, daima odundan meydana gelir.

3570. Vehim, hataya düşer, yanılabilir. Fakat, akıl, mutlaka isabet eder, yanılmaz.
Her ağırlık, her yorgunluk, tenin muktezasıdır. Cansa hafifliği yüzünden uçup durur.
Kırmızı beniz kanın çokluğundandır, sarı yüz safranın oynamasındandır.
Ak beniz, balgamın kuvvetindendir, sevdadan da beniz kararır.
Hakikatte eserleri halk eden odur. Fakat kışırda kalan, yalnız zâhiri gören, ancak sebepleri görebilir!

3575. Derilerden ayrı olmayan, sebeplerden kurtulmamış olan akıl, ne illetlerden kurtulur, ne doktordan fayda görür!
Âdemoğlu, ikinci defa doğdu mu ayağını sebeplerin başına kor.
Artık, onun dini illet-i ûlâ değildir. Cüz’i illet de ona bir zarar veremez.
O, doğruluk geliniyle ufuklarda uçup durur; sureti de ona ancak bir duvaktır.
Hattâ ufuktan da dışarıdadır, göklerden de. Ruhlar ve akıllar gibi mekânsız bir âlemdedir.

3580. Hattâ akıllarımız bile onun gölgesidir: akıllarımız bile gölgeler gibi onun ayağına düşer.
Müctehit, nassı görür, tanırsa herhangi bir hükümde artık kıyası düşünmez ki.
Fakat bir şeyde nas yoksa orada kıyasa girişir, kıyastan ibret alır, kıyasla hüküm verir.

           Nasla kıyası benzetiş

Nassı Ruhulkudüs’ün vahyi bil, Aklı cüz’inin kıyası, bundan aşağıdır.
Akıl, canla idrak sahibi olmuş, canla aydınlanmıştır. Ruh, nasıl olur da aklın tasarrufuna girer?

3585. Fakat ruh, akla tesir eder de akıl, o tesir altında tedbire girişir.
Ruh, Nuh’u tasdik ettiği gibi seni de tasdik etti, senin emrine de tabi olduysa nerede deniz, nerede gemi, nerede Nuh tufanı?
Akıl, eseri ruh sanır ama güneşin nuru güneşin cirminden büsbütün ayrıdır.
O yüzden salik, ruhun nurundan aslına ulaşmak için bir lokma ekmeğe kanaat etti.
Çünkü aşağılara vuran nur, gece gündüz daimî değildir ki… geçer gider.

3590. Fakat nurun aslına ulaşıp orada yurt edinen kişi, daima o nura garkolmuştur.
Ne bulut yolunu keser, ne nuru gurub eder. O, artık ayrılıktan kurtulmuş, güzelleşmiştir.
Bu makama eren kişinin aslı, ya göklerdendir. Yahut topraktır da topraklıktan tamamıyla çıkmıştır.
Çünkü bu güneşin şuaı daimî olarak dursa toprağa mensup olan tahammül edemez ki…
Güneşin ziyası daima toprağa vurup dursa toğrağı öyle bir yakar ki yeryüzünde hiçbir verim kalmaz, hiçbir meyve bitmez.

3595. Daima suda kalmak balığın hrcıdır. Yılan, nereden balıkla yoldaşlık edebilecek?
Fakat dağlarda öyle düzenbaz yılanlar vardır ki bu denizde balıklık etmeye kalkışırlar.
Hileleri halkın aklını başından alırsa da denizden nefretleri, nihayet kendilerini rezil eder gider.
Bu denizde de öyle hünerli balıklar vardır ki yılana bile sihir yapar, balık haline koyarlar.
Ululuk denizinin dibindeki balıklara deniz, sihri helâl öğretmiştir.

3600. Olmayacak şey, onların himmetiyle olur. Pis, oraya vardı mı tertemiz olur, kutlu bir hale girer.
Bu sözü kıyamete kadar söylesem, bu bahsi kıyamete kadar uzatsam bitmez… yüzlerce kıyamet kopar, geçer de yine bu bahis tamamlanmaz.

 Şeyhin dilinden hikmetler coşunca müritlerle dinleyenlerin takınmaları 
                                  lâzım olan edep ve terbiye

Bu sözlerim, insanlara bir tekrarlamadır, ama bence tekrarlanan, tazelenip uzayan bir ömürdür.
Mum, birbiri üstüne çıkan kıvılcımlarla yanar, alevlenir. Toprak, birbiri üstüne vuran ziyalarla altın haline gelir, parlar.
Binlerce istekli olsa da bir de usanan kişi bulunsa elçi, elçilik yapmak istemez, gönlü soğur.

3605. Bu sır söyleyen gönül elçileri, İsrafil huylu dinleyici isterler.
Padişahlar gibi azamet sahibidir bunlar. Cihan halkından kulluk isterler.
Huzurlarında edebe riayet etmedikçe elçiliklerinden nesıl faydalanabilirsin?
Önlerinde iki büklüm eğilmedikçe o emaneti sana verirler mi hiç?
Onlarca öyle her edep, her terbiye de beğenilmez. Çünkü onlar, ulu bir tapıdan gelmişlerdir.

3610. Onlar yoksul değiller ki ettiğin hizmetlere karşı teşekkür etsinler, minnet altında kalsınlar a müzevir!
Fakat ey gönül, bunca rağbetsizliğie rağmen sen yine padişahın sadakasını saç, esirgeme!
Ey gökyüzünün elçisi, sen usananlara bakma, atını sıçratadur, oynatadur!
Ne mutludur ki o Türk ki savaşa girişir, dayanır da atını ateşler dolu hendeğe bile sürer, ateşler dolu hendekten bile sıçratır…
Atını öyle sürer, öyle şahlandırı ki gökyüzüne çıkmaya kalkışır.

3615. Ne kimseyi görür, ne kimsenin hasedine bakar. Her şeyden gözünü yummuştur; ateş gibi kuruyu da yakmıştır, yaşı da.
Yaptığı işten bir pişmanlık duyar ve bu pişmanlık ona bir ayıb olursa o, önce pişmanlığa ateş salar, yakıp yandırır.
Zaten adam, bir işte ayak diredi mi hiç yoktan pişmanlık meydana gelmez ki!

    Her hayvanın, düşmanının kokusunu duyup çekinmesi, kendisinden 
     çekinilmeye, kaçmaya, karşı koymaya imkân bulunmayan birisiyle 
                       düşmanlığa kalkışan adamın ziyankârlığı

At, aslanın sesini de tanır, kokusunu da duyar. Hayvandır ama düşmanını bilmemesi, duymaması pek nadirdir.
Hattâ zaten yalnız at değil, her hayvan, düşmanını, nişanından, eserinden tanır , bilir.

3620. Yarasacık gündüz uçamaz, hırsızlar gibi geceleyin çıkar, yayılır.
Hayvanlardan hepsinden daha mahrum hayvan yarasadır. Meydanda ki güneşin düşmanıdır o.
Fakat ne ben senin düşmanınım diye güneşe karşı koyabilir, ne nefretiyle onu uzaklaştırabilir!
Güneş, yarasanın derdine, kahrına bakıp yüzünü döndürse, gizlense bu,
Güneşin son derece lûtfuna, güneşin en üstün bir kemale sahip bulunuşuna delâlet eder. Yoksa hiç yarasa güneşe mâni olabilir mi?

3625. Düşmanlığa kalkışacaksan düşmanlık edebileceğin birisiyle savaş ki onu esir edebilmek mümkün olsun.
Karta, denizle nasıl savaşa girişebilir? Girişirse aptaldır, kendi saçını, sakalını yolar.
Hilesi, saçından sakalından ileri gidemez ki. Nasıl olur da ayın odasındaki perdeyi yırtabilir?
Güneşe düşmanlık eden şu azara uğrar: Ey güneşin güneşine düşman olan,
Sen öyle bir güneşe düşmansın ki onun ışığından güneş de titremektedir, yıldız da!

3630. Sen, onun düşmanı değilsin, kendinin düşmanısın. Sen odun olsan ateşe ne gam, o ne yapsın?
Ne şaşılacak şey… hiç senin yanışınla onun ışığı, onun harareti azalır mı? Yahut da hiç sen yanıp yakılıyorsun diye gamlanır mı?
Onun merhameti, insanın merhametine benzemez. Çünkü insanın acımasında bir dert, bir elem vardır.
Mahlûkun acıması elemle karışıktır. Tanrı’nın rahmetiyle dertten de paktır, elemden de.
Babam, Tanrı rahmetini şöyle bil: O rahmet, vehme bile sığmaz, yalnız eseri görünür.

Bir şeyi misal ve taklitle bilmekle o şeyin hakikatını bilmek arasındaki fark

3635. Onun rahmet eserleriyle rahmet meyveleri meydandadır. Fakat onun mahiyetini ondan başka kim bilebilir?
Kemal vasıflarının mahiyetleri, yalnız eser ve misalleriyle bilinir. Bundan başka bir tarzda kimsecikler bilemez.
Çocuk çiftleşmenin mahiyetini bilemez ki… helva, yok mu… işte onun gibi lezzetlidir dersen o başka.
Fakat ey taklide yapışmış adam, çiftleşmede ki lezzet, helvada ki lezzete benzer mi? O nerede, bu nerede?
Fakat sen çocuk gibisin de o akıllı adam, sana güzellikle o misali getirdi.

3640. Çocuk da işin mahiyet ve hakikatini bilmese bile misalle anlar hiç olmazsa.
Bu misalden sonra ben, bunu biliyorum desen yanlış olmaz, doğrudur… fakat bilmiyorum desen sözün yine yalan ve uydurma olmaz.
Birisi “ Nuh’u o Tanrı elçisini, o ruh nurunu biliyor musun ?” dese,
Sen de “ Nasıl bilmem o ay yüzlüyü? Güneşten de meşhurdur, aydan da.
Küçücük çocuklar bile onu Tarih kitaplarında okuyorlar… hocalar, bütün mihraplarda söylüyorlar.

3645. Kuran’da adı açıkça okunuyor. Geçmiş zamanlarda ki macerası fasih bir surette anlatılıyor” desen.
Doğru söylüyorsun, sana Nuh’un mahiyeti keşfedilmediyse de onu sana söylediler, övdüler: Sen de naklediyor, onu övüyorsun.
Fakat desen ki: “ Ben Nuh’u ne bileyim? A yiğit, onu onun gibi bir er bilir.
Ben topal bir karıncayım, fili ne bileyim? Bir sivri sinek, İsrafil’i nereden bilecek?
Bu söz de doğru… çünkü mahiyet bakımından Nuh’u bilmezsin ki.

3650. Mahiyetleri anlamaktan âciz olmak, halkın halidir ama bu sözü istisnasız söyleme.
Çünkü mahiyetlerle onların sırrının sırrı, kâmillerin gözü önünde apaçıktır.
Varlık âleminde Tanrı’nın sırrından Tanrı’nın zatından daha ziyade anlayıştan uzak ve bir görüşe sığmaz ne var?
O bile mahremlerden gizli kalmazsa artık bir şeyin mahiyeti bir şeyin vasfı nedir ki gizli kalsın?
Akıl, bir bahiste bu olmayacak şey, akıldan uzak tevile sığmaz, olmayacak şeyi dinleme der.

3655. Kutup da, sana der ki “ A düşkün, anlayışından üstün gördüğün şeylere olmayacak şey diyorsun.
Şimdi sana keşf olan vakalar da sana evvelce olmayacak şeyler görünmüyor muydu?
Tanrı, keremiyle seni on tane zindandan kurtarmışken bu Tih ovasını kendine sitem hapishanesi yapma!”

Nisbet ve zâhiri ihtilâf yüzünden bir şeyde hem nefiy, hem de ispatın birleşmes

Bir şeyin hem nefyedilmesi caizdir, hem ispat edilmesi. Çünkü zâhiri görünüş aykırıdır, nispet de iki türlü olabilir.
Tanrı’nın “ O taşları attığın zaman yok mu? Onları sen atmadın ki… Tanrı attı” demesinde hem hem nefiy vardır, hem ispat ve ikisi de yerindedir.

3660. Onları sen attın, çünkü taşlar senin elindeydi.Fakat sen atmadın, çünkü o atış kuvvetini Tanrı izhar etti.
İnsan oğlunun kuvvetinin bir haddi, bir hududu vardır. Bir avuç toz, toprak nasıl olur da bir orduyu bozar, kırıp geçirir?
Avuç, senin avucundur ama atış bizden. Bu iki nispetin nefyi de yerindedir, ispatı da.
Peygamberlerin zıtları olan kâfirler de Peygamberleri, evlâtlarını, tanıdıkları, bildikleri gibi tanırlar bilirler.
Münkirler onları yüzlerce delille, yüzlerce nişanla evlâtlarını tanır gibi tanırlar, bilirler ama,

3665. Kıskançlıkları, hasetleri yüzünden bildiklerini gizlerler “ Bilmiyoruz ki” diye bilmezlikten gelirler.
Baksana, Tanrı bir yerde “ Onları bilirler” dedi, bir yerde de “ Onları benden başka kimse bilmez;
Onlar, benim kubbelerimin altında gizlidir. Onları Tanrı’dan başka kimse bilmez, sınamakla bilinmezler ki “ dedi.
Nuh’u hem bilirsin, hem bilmezsin, değil mi? İşte bunu da bu âyetle hadiste izhar edilen mânaya kıyas et!

Dervişin yokluğu ve varlığı meselesi

Birisi dedi ki. “ Âlemde derviş yok… olsa bile o derviş dervişlik makamına erişmişse yok olmuş demektir.

3670. Doğru, çünkü varlığı, sureti bakımındandır, görünüşe göre vardır. Fakat sıfatları, Tanrı sıfatında yok olmuştur.
O, güneşe karşı yanmakta olan muma benzer. Mumun alevi de var sayılır ama güneşin önünde yoktur.
Fakat muma bir pamuk tutun mu yanar… şu halde vardır.
Öyle ama sana bir aydınlık vermez ki; güneş, onu yok etmiştir. Bu bakımdan da yoktur.
İki yüz batman bala bir okka sirke koydun mu, sirke balın içinde erir gider.

3675. Tattın mı sirke lezzeti olmadığından yoktur. Fakat tarttın mı balın okkası artmıştır, vardır.
Aslanın önünde ceylanın aklı başından gider, kendisinden geçer… varlığı, aslanın varlığında mahvolur.
Kemale ermeyenlerin Tanrı’ya karşı yürüttükleri bu kıyas yok mu… aşk coşkunluğundan ileri gelen bir şeydir. Ebedî, terbiyeyi terketme değil!
Âşığın, nabzı, edepten dışarı atar. Âşık kendini padişahın terazisine kor, sevgilisinin tapısına varır.
Dünyada ondan edepsiz, ondan terbiyesiz kimse yoktur. Fakat hakikatte ondan terbiyeli, ondan edepli kimse de yoktur.

3680. Ey aslı, nesli belli kiş,i bu edeplilikle edepsizliği birbirine uygun bil.
Zâhirine bakarsan edepsiz gibi görünür. Çünkü başında aşk dâvası vardır ( bu dâva da varlık alâmetidir).
Fakat hakikatte dâva nerede? O padişahın önünde dâva da fanidir, âşık da!
Zeyd öldü desek bu cümlede Zeyd faildir ama hakikatte fail değildir, elinden bir şey gelmez ki!
Nahiv bakımından faildir… yoksa hakikatte mefuldür, ölüm onu öldürüverir.

3685. Nerede Zeyd’in failliği? Öyle mahvolur ki bütün faillikler, ondan uzak kalır.
Sadr-ı Cihan’ın vekilinin bir töhmet altına alınarak can korkusuyla
Buhara’dan kaçması, Sadr-ı Cihan’a âşık olduğundan tekarar ters
yüzüne geri dönmesi, âşıklar için can vermek kolaydır

Buhara’da Sadr-ı Cihan’ın kulu bir töhmete uğradı, mevkiinde düştü, gizlenmeye mecbur oldu.
On yıl gâh Horasan’da, gâh Kuhistan ve gâh Deşt’te başıboş bir halde gezip dolaştı.
On yıl sonra iştiyaktan takati kalmadı, ayrılık günleri sabrını tüketti.
Dedi ki artık ayrılığa tahammülüm kalmadı. Sabır, insanı küstahlıktan alıkoyabilir mi hiç?

3690. Ayrılık yüzünden bu topraklar bile çoraklaşır… sular bile sararır, kokar, bulanır!
Adamın canına can katan rüzgâr, ufunetli bir hale gelir, veba kesilir… ateş kül haline gelir, savrulur!
Cennet gibi olan bağlar, bahçeler sararır solar, yapraklar kurur, dökülür… bir hastalık yurdu olur!
Her şeyi anlayan akıl bile olsa dostların ayrılığıyla yayı kırılmış okçuya döner.
Cehennem bile ayrılık yüzünden, gençlik çağına hasret çeken ihtiyarın titrediği titrer, yandığı gibi yanar kavrulur.

3695. Kıvılcım gibi insanı yakan, mahveden ayrılığı kıyamete kadar anlatsam yine yüz binde birini olsun anlatamam.
O halde onun yakıcılığını anlatmaya kalkışma sus, yarabbi, beni sen kurtar, sen kurtar da ancak.
Dünyada neyin visaliyle neşelenirsen o vuslat zamanında ondan ayrıldığını bir düşün hele!
Senin neşelendiğin şeyle çok kişiler neşelendi… fakat sonunda sahibine vefa etmedi, yel gibi geçti gitti!
Gönül, sana da vefa etmez,seni de terk edip gider. O senden vazgeçmeden sen ondan vazgeçmeye çalış.

Ruhulkudüs’ün Meryem’e, Meryem çıplak bir halde yıkanırken bir insan
şeklinde görünmesi, Meryem’in Ulu Tanrı’ya sığınması

3700. Fırsat elden çıkmadan Meryem gibi sen de surete   “ Senden Rahman’a sığınırım” de.
Meryem yapayalnızken canlara can katan birisini gördü. Bu adam, öyle güzeldi ki gönülleri alıyordu.
Ruhulemin, onun gözünün ay gibi güneş gibi yerden doğuverdi.
Güneş, doğudan nasıl çıkarsa o da örtüsüz, nikâpsız Meryem’in önünde yerden doğdu.
Meryem çıplaktı, bir kötülük yapar diye korktu, eli ayağı titremeye başladı.

3705. Gördüğü adam öyle dilberdi ki Yusuf bile görse Yusuf’u gören kadınlar gibi şaşırıp kalır, ellerini doğrardı.
Gönülden baş gösterip çıkan bir hayal gibi o gül yüzlü, Meryem’in önünde topraktan bitivermişti.
Meryem, kendisinden geçti ve bu dalgınlık âleminde, bu adamdan Tanrı’ya sığınayım dedi.
O yeni, yakası temiz kızın âdetiydi, bir şeyden ürktü mü pılısını pırtısını gayp âlemine çeker, Tanrı’ya sığınırdı.
Dünyanın kararsız bir âlem olduğunu görmüş, ihtiyata riayet ederek Tanrı’ya sığınmayı âdet edinmişti.

3710. Bu suretle de ölüm zamanına dek gideceği yolu düşmanın kesmemesini diler, Tanrı tapısının kendisine bir kale olmasını temin etmek isterdi.
Tanrı’ya sığınmadan daha iyi bir kale görmemişti; bu yüzden de kale civarında yurt edinmişti.
Meryem o akılları yakan, ciğerleri oklayan bakışları gördü.
Padişahta o bakışlara kulağı küpeli bir köle olmuştu, asker de…o bakışlar, akıl padişahlarının akıllarını almış, onları divaneye döndürmüştü!
O güzel gözler, yüz binlerce padişahı fermanlı köle yapmış, yüzbinlerce dolunayı hilâl haline getirmişti.

3715. Zühre de bile ondan bahsetmeye kudret yoktu… Aklı kül bile onu görünce noksanlaşırdı.
Ben ne söyleyebilirim, ağzı, ağzımı kapattı; söylemeye takatim kalmadı ki!
Ben, yalnız o ateşin bir dumanıyım ateşe delâlet etmekteyim. O padişahtan uzaktayken, onu görmeden hakkında ne söylenmişse hepsi de asılsız, hepside saçma!
Zaten güneşe, âlemi kaplayan nurundan başka bir delil olamaz ki.
Gölgenin on delâlet etmesine imkân mı var? Gölge, onun yanında hor, hakir olup kalıyor ya… işte bu, kâfi ona!

3720. Bu ululuk, ona tam doğru bir delil: bütün anlayışlar geridedir, o ilerde!
Bütün anlayışlar topal eşeklere binmiş… o, ok gibi uçup giden rüzgâra!
Padişah kaçarsa tozunu bile kimse bulamaz… onlar kaçarlarsa padişah, yolarını kesiverir!
Âlemde bütün anlayışlar, durup dinlenmezler… meydanda koşup yelme zamanıdır, oturup zevkle içkiye dalma zamanı değil!
Birinin vehmi, bir doğan gibi uçup geçer, öbürünün vehmini mesafeleri delip geçen ok gibi uçar!

3725. Öbürünün ki yelken açmış gemi gibi gider… bir başkasınınkiyse her an gerileyip durur!
Bütün bu vehimler, bütün bu anlayış kuşları, uzaktan bir av gördüler mi hep birden saldırırlar.
Av ortadan kayboldu mu şaşırırlar, baykuşlar gibi viranelere dalarlar!
O av tekrar nazlana, nazlana salınsın, görünsün diye bir gözünü açıp bir tekini yumarak beklerler.
Av gecikince beklemekten usanır, sıkılırlar da acaba gördüğümüz av mıydı, hayal miydi derler.

3730. Bir an istirahat ederek güçlenip kuvvetlenmeleri daha doğrudur.
Eğer gece olmasaydı bütün halk, hırstan, isteklerinin üstüne titremeden kendilerini yakar, helâk ederlerdi.
Herkes bir şey elde etmek, bir kâr kazanmak hevesiyle bedenini ateşlere atmış, yanıp yakılmıştır.
Bir müddet hırslarından kurtulsunlar diye gece, Tanrı rahmeti gibi zuhur etti.
Yolcu, sana da bir sıkıntı, bir gönül darlığı geldi mi alevlenme, meyus olma… senin için muvafıktır o.

3735. Çünkü ferahlık ve genişlik zamanında varını, yoğunu harcedip duruyorsun demektir. Harcetmeye karşılık bir de gelir lâzım elbet!
Ya mevsimi sürüp gitseydi güneş, bağları, bahçeleri yakar kavururdu.
Nebatları kökünden yakardı, bir daha o yanıp kavrulan şeyler yenilemezdi, yeşerip tazelenmezdi.
Kışın yüzü ekşidir ama şefkatlidir... yaz gülümser ama yakar, yandırır!
Darlık geldi mi onda genişlik gör de canlan, alnını kırıştırma!

3740. Çocuklar gülüp dururlar, bilenlerinse yüzü ekşidir. Gam karaciğerden meydana gelir, neşe akciğerden!
Çocuğun gözü, eşek gibi ahırdadır… akıllı adamsa gözünü işin sonuna diker.
Akılsız, ahırdaki otu tatlı görür… akıllı, ahırdaki hayvanın nihayet kasap elinde telef olacağını görür, bilir.
Şu kasabın verdiği ot yok mu… acıdır, acı! Kasap o otu bizi semirtmek, tartıda ağır gelmemizi temin etmek için veriyor.
Yürü, Tanrı’nın verdiği hikmet otunu ye! Çünkü Tanrı, onu ancak cömertliğinden, ihsanından dolayı karşılık istemeksizin vermiştir.

3745. Tanrı “ Tanrı’nın verdiği rızıktan yiyin” dedi. Sen, buradaki rızkı ekmek sandın, hikmet olduğunu anlamadın ha!
Tanrı’nın verdiği rızık, insan mertebesine göre hikmettir. O rızık sonunda senin boğazında durmaz, seni öldürüp mahvetmez!
Bu ağzını kapadın mı başka bir ağız açılır…. o ağız sır lokmalarını yer, yutar.
Bedenini Şeytan aslanından kurtarabilirsen Tanrı sofrasında nice nimetler yersin!
Ben bu sözü, Türklerin et yemeği gibi yarı pişmiş, yarı ham bir halde anlattım. Sen tamamını Hakim-i Gaznevî’den duy!

3750. O gayb hakîmi, o âriflerin övündükleri zat, bunu İlahînâme’de anlatır:
Gam ye de, gam artıranların, seni derde sokanların ekmeğini yeme... çünkü akıllı adam gam yer, çocuksa şeker!
Neşe şekeri, gam bahçesinin meyvasıdır. Bu ferah yaradır, o gam merhem.
Gamı gördün mü aşkla kucakla… Şam’a Rübve tepesinden bak!
Akıllı adam, şarabı üzümde görür… âşık varı yokta bulur.

3755. Geçen gün hamallar, sen alma, o yükü ben aslan gibi taşırım diye birbirleriyle savaşıp duruyorlardı.
Neden? Çünkü o zahmette rahmet, o eziyette kâr görüyorlardı da yükü her biri, öbüründen kapıyordu.
Nerede Tanrı’nın verdiği ücret, nerede o sermayesiz herifin verdiği ücret? Bu, sana ücret olarak bir hazine bağışlar, o birkaç mangır verir!
Tanrı’nın bağışladığı altın, sen ölüp kumlar, topraklar altında yatsan bile seninledir… öldükten sonra kalıp başkalarına nasip olan mal değildir o!
Tanrı malı, adım, adım cenazenin önünden gider, kabirde sana gurbet arkadaşı olur.

3760. Ebedi aşkla kapı yoldaşı olmak için ölüm gününe hazırlan da şimdiden öl!
Sabır, gayret perdesi ardındaki sevgilinin nar gibi yüzünü, o isteğin, o dileğin ikiye ayrılmış saçlarını görmektedir.
Gam, çalışıp çabalayan kimsenin önünde bir aynaya benzer… bu zıt olan şeyde buna zıt olan şeyi görür, sabırda muradına ulaşmayı, gamda neşeyi seyreder.
Zahmetten, eziyetten sonra da onun zıddı, yani genişlik, zevk ve neşe yüz gösterir.
Bu iki hali, eline bak da gör, anla. Yumruğunu sıktıktan sonra mutlaka açarsın.

3765. Elin daima yumulu, yahut daima açık olsa bu bir hastalık eseridir.
Elini açıp yummakla iş güç görür, çalışır, kazanır, işini düzene korsun. Bu el açıp yumma, kuşun iki kanadı gibi ele lâzım bir şeydir.
Meryem bir müddet, karaya vurmuş balıklar gibi çırpındı.

Ruhulkudüs’ün Meryem’e “ Ben Tanrı elçisiyim, benden korkma,
gizlenme… Tanrı’nın emri bu “ demesi

O Tanrı rahmetini gösteren melek, Meryem’e bağırdı:    “ Ben, Tanrı tapısının eminiyim, benden ürkme.
Tanrının yücelttiği kimselerden baş çekme. Bu çeşit güzel mahremlerden çekinme!”

3770. Hem bu sözleri söylüyordu, hem de dudaklarından pak nurlar çıkıyor, birbirine ulanıp göğe ağrıyordu.
Melek diyordu ki: “ Sen, benim varlığımdan yokluğa kaçıyorsun ama ben yokluktan bir padişahım, bir bayrak sahibiyim.
Zaten yurdum orası, ağırlığım da orada… sana görünen bir suretimden ibaret.
Ey Meryem, bir bak hele… ben, anlaşılması müşkül bir nakşım, hem hilâlim, hem gönüllerde ki hayal!
Gönlüne bir hayal geldi de yerleşti mi nereye kaçsan o seninledir.

3775. Ancak gelip geçici bir aslı olmayan hayal müstesna… o çeşit hayal yalancı sabah gibi gözden kayboluverir.
Bensen Tanrı nurundan doğmuş düpedüz sabahım… gündüzümün etrafında gece, hiç dönüp dolaşamaz.
Kendine gel… Lâhavle deyip durma ey İmran’ ın kızı… ben zaten buraya Lâhavle makamından gelip düştüm.
Daha Lâhavle denmeden önce Lâhavlenin nuru benim aslımdı, benim gıdamdı.
Sen, benden Tanrı’ya sığınmadasın ama ben o sığındığın Tanrı’nın ezelde düzüp koştuğu bir suretim zaten.

3780. Seni defalarca kurtaran o sığındığın makam, benim makamım… Tanrı’ya sığınırım diyorsun ya; o sığınmak yok mu? Ben ta kendisiyim zaten.
Tanımazlıktan beter bir âfet yoktur. Sen, sevgilinin yanındasın da aşkbazlığı bilmiyorsun.
Yari, ağyar sanmada, neşeye gam adını takmaktasın.
Sevgilimizin şu miskler gibi saçları, biz deli olursak zincirimiz olur!

3785. Nil gibi akıp duran şu lûtuf, biz firavun muyuz… kan kesilir bize!
Kan, aklını başını al, ben suyum, dökme beni… ben Yusuf’um fakat sana kurt gibi görünüyorum a savaşçı der.
Sen görmüyorsun yoksa… halim, selim sevgili, onunla zıt oldun mu yılanlaşır.
Halbuki ne eti başkalaştı, ne yağı… sen onu kötü gördün de ondan kötüleşti!”

Vekilin aşk yüzünden hiçbir şeye aldırış etmeyerek Buhara’ya dönmesi

Meryem’in mumunu bırak, yana dursun…. Evet… o yanıp yakılan âşık, Buhara ya dönüyordu.

3790. Gönül, ne de sabırsızsın, ateşler içindesin. Yürü, Sadr-ı Cihan’a doğru kaç!
Şu Buhara ok mu… bilgi kaynağıdır. Kimde ateş varsa Buhara’lıdır zaten!
Şeyhin huzurunda oldukça Buhara’dasın, sakın Buhara’yı hor görme!
Şeyhin denize benzeyen gönlü taşar çekilir, taşar çekilir… Bu med ve cezir, o Buhara’ya horluktan başka bir surette gidene yol vermez.
Ne mutlu kişiye ki nefsini aşağılatmıştır. Vay o kişiye ki nefsinin tekmesi altında kalmıştır!

3795. Sadr-ı Cihan’ın ayrılığı, o âşıkın canına tesir etmiş, varlığını parçalamış gitmişti.
Diyordu ki, yine oraya gideyim, kâfir olmuşsam bile tekrar imana geleyim.
Oraya varayım da yerlere döşeneyim; o iyi düşünceli Sadr’ın huzurunda kendimi yerlere atayım.
Diyeyim ki: İşte canımı önüne attım. İster dirilt, ister koyun gibi kes başımı!
Ey ay yüzlü, senin huzurunda kesilip ölmek, başka yerde dirilere padişah olmaktan yeğ.

3800. Ben bin kere, hattâ daha da fazla sınadım, anladım: sensiz yaşamam pek acı, tahammül edilir şey değil!
Ey emelim, maksadım sevgili, sur üfürür gibi nağmelerle terennüm et de beni dirilt… ey devem, çök artık… neşe tamamlandı!
Ey yeryüzü, göz yaşlarımı em, yeter gayri… ey nefis, iç o tatlı suyu, bulanıklığı geçti, duruldu artık!
Ey yeryüzü, göz yaşlarımı em, yeter gayri… merhaba ey seher yeli! Bize dostun kokusunu getirdin, ne güzel de estin ya!
Dostlar, dedi, ben gidiyorum, elveda. Ben o emîre, o emrine itaat edilen Sadr-ı Cihan’a gidiyorum.

3805. Anbean onun aşkıyla, onun ayrılığıyla yanmaktayım… artık ne olursa olsun, gidiyorum ben!
Sevgilinin gönlü mermerler gibi katı bir hale gelse bile ruhum yine Buhara’ya gitmek istiyor.
Orası sevgilimin konağı, padişahımın şehri; benim vatanım orası…. âşıklara vatan sevgisi budur!

Bir mâşukun, garip âşığına “ Şehirlerden hangi şehri daha güzel
buldun, Hangi şehir daha kalabalık, daha büyük? Hangi şehrin
nimetleri daha bol, hangi şehir daha ziyade iç açıcı “ diye sorması

Bir güzel, âşığına dedi ki: Yiğidim, gurbette birçok şehirler gördün.
Hangi şehir daha ziyade hoşuna gitti. Âşık, “ Sevgilinin oturduğu şehir”

3810. Padişahımız, nereye yaygısını yayar, oturursa orası, iğne deliği kadar dar bile olsa bize sahra gelir.
Ay gibi Yusuf neredeyse orası, kuyunun dibi bile olsa cennettir.” dedi.

Dostlarının, Buhara’ya gitme diye âşığı menetmeleri ve hiçbir şeye
aldırış etmeksizin ulu orta sözler söyleme diyerek tehdit eylemeleri

O âşığa da öğütçünün biri dedi ki: “ Ey bihaber, aklın varsa işin sonunu düşün.
Aklını başına devşir de işin önüne, sonuna dikkat et. Pervane gibi kendini yakıp yandırma!
Delicesine Buhara’ya gidersen zincire vurulmaya, hapishaneye atılmaya lâyıksın.

3815. Sadr-ı Cihan, sana kızgın… âdeta demir çiğnemede, dişlerini gıcırdatıp durmada. Seni yirmi gözle bekliyor.
Senin için bıçak bileyip duruyor. O âdeta kırlıkta kalmış bir köpek, sense unla dolu dağarcıksın!
Tanrı, bir fırsat verdi, kurtuldun… sonra da zindana gidiyorsun ha…. ne oldu sana?
Sana on çeşit memur dikseler bile onlardan kaçıp gizlenmen lazım; akıl, bunu emreder.
Halbuki senin başında tek bir memur bile yok. Neden böyle önden, arttan yolun bağlandı?”

3820. Gizli aşk, onu esir etmişti. O öğütçü, o korkutucu o gizli memuru görmüyordu ki!
Her memurun başında gizli bir memur var. Böyle değil de o memur, neden köpeğe benzeyen tabiatına esir. Neden onun bağlarıyla bağlı?
Padişahın kızgınlığı ruhuna tesir etmiş, onu memurluğa, kara yüzlülüğe bağlamış.
Hadi vur şu adamı diye onu dövüp duruyor! Benim feryadım, işte o gizli memurlardan!
Kimi ziyanda görürsen bil ki görünüşte yapayalnız bile olsa hakikatte o ziyana bir memurla sürüklenir, gider.

3825. Bu hali bilseydin feryad eder, o padişahlar padişahına sığınırdın.
Padişahın huzurunda başına topraklar saçar da o korkunç Şeytan’dan kurtulurdun.
A karıncadan daha aşağı, daha kuvvetsiz ve ehemmiyetsiz adam, kendini bey görüyorsun ha… sen körsün de ondan başına dikilmiş olan o memuru görmüyorsun.
Bu yalancı kanatlarla gururlandın ha... adamı suça, ziyankârlığa çeken kol kanat, ama da kol kanattır ya!
Kanat dediğin adamı yücelere çeker… topraklara bulandı mı da ağırlaşır, adam uçamaz gayrı!

Âşığın, aşk sırrını anlamayan öğütçüye ulu orta cevabı

3830. Âşık dedi ki: “ Ey öğütçü, sus… niceye bir öğüt vereceksin, niceye bir? Vazgeç bu öğütten; bağ, pek kuvvetli.
Senin öğüdünden daha da kuvvetlendi. Senin âlimin aşk nedir, tanımadı ki!
Bir yerde aşk fazlalaştı, derdi arttırdı mı orada ne Ebû Hanîfe bir ders verebilir, ne Şâfiî!”
Beni ölümle tehdit etme... kendi kanıma susamış birisiyim ben zaten!
Âşıklara her an bir ölüm var… âşıkların ölümü bir çeşit değil!

3835. Âşık, doğru yolun ruhunu bulmuş, o ruhla iki yüz cana sahip olmuştur da her an iki yüzünü de feda edip durmadadır.
Feda ettiği her cana karşılık da on tana ecir alır. Kur’an’dan “ Kim bir iyilik yaparsa on mislini bulur” âyetini okusan a!
O güzel yüzlü sevgili, kanımı dökerse neşeyle dönerek, zevkimden ayaklarımı yerlere vurarak canımı saçarım!
Ben sınadım, benim hayatım ölümümde. Bu hayattan kurtuldum mu ebediyete erişeceğim.
Ey inanılacak, güvenilecek kişiler, beni öldürün, öldürülmemde hayat içinde hayat var.

3840. Ey aydın yüzlü, ey daimî varlığın ruhu, ruhumu kendine çek, bana vuslatınla cömertlik et!
Öyle bir sevgilim var ki sevgisi kalbimi yakıp kavurmada. Dilerse gözlerimin üstünde yürür!
Arapça daha hoş ama Farsça söyle. Zaten aşkın bunlardan başka daha yüzlerce dili var ama,
Sevgilisinin kokusu uçup geldi mi o dillerin hepside şaşırır, lâl olur kalır.
Artık ben susayım, kâfi… sevgili söylemeye başladı. Dinle, kulak kesil…. Tanrı, doğruyu daha iyi bilir.

3845. Âşık tövbe etti mi… işte o zaman kork. Çünkü âşık, ayyarlar gibi daracığında ders verir!
Bu âşık, Buhara’ya gidiyor ama ders okumaya, üstada hizmet etmeye değil.
Âşıklara dostun güzelliği müderristir… defterleri, dersleri, meşkleri de onun yüzü!
Susarlar ama tekrar tekrar attıkları nâralar sevgilinin arşına, tahtına kadar ulaşır.
Dersleri fitne, oyun, dönüş ve titreyiştir. Onlar ne Ziyadat okurlar, ne Silsile.

3850. Bu kavmin silsilesi, sevgilinin simsiyah ve kıvırcık saçlarıdır. Onlarda devir meselesinden bahsederler ama sevgilinin devrinden.
Eğer birisi sana kese meselesini sorarsa ona de ki: “ Tanrı hazinesi keselere sığmaz ki!
Âşıklara aralarında Hul’ ve Mübara’dan dem vururlarsa hoş gör. Hakikatte Buhara’yı anıyorlar demektir.
Her şeyi anış, başka bir hassa verir… her sıfatın başka bir mahiyeti var.
Buhara’da her hünere ermiş, olgun bir hale gelmişsin ama horluğa yüz kodun mu hepsinden vazgeçer, her şeyi unutursun.

3855. O Buhara’lı âşık da bilgi derdinde değildi… gözünü görüş güneşine dikmişti o.
Kim, halvette görüşe yol bulur, hakikati görürse artık bilgilerle yücelmeyi dilemez.
Can güzelliğiyle bir kâseden şarap içen, ağızdan duyulma haberlerle bilgilerden tasalanmaz.
Görüş, ekseriyetle bilgiden üstündür, bilgiye galebe eder. Bu yüzden halk nazarında dünya galiptir, sevimlidir.
Çünkü dünyayı gözler görür; bu, eldeki matahtır… ahireti ise verilmesi va’dedilen borç bilirler.

O âşık kulun Buhara’ya yüz tutması

3860. Kanlı göz yaşları döken o âşık yüreği çarpa çarpa hararetle, iştiyakla koşarak Buhara’ya yüz tuttu.
İştiyakından çölün kumları, ona ipek geliyor, Ceyhun’un suyu küçücük bir şey görünüyordu!
Çöl önünde gül bahçesi kesilmekte, gül gibi gülerek düşe kalka, yuvarlanarak koşup gitmekteydi!
Şeker, Semerkant’tedir ama o, şekeri Buhara’da bulmuş Buhara yolunu tutmuştu.
“ Ey Buhara, sen akıllara akıl katardın ama benim aklımı da aldın dinimi de!

3865. Ben bir tolunay aramaktaydım, o yüzden hilâle döndüm. Kapı dibinde Sadr-ı ( baş köşeyi) istiyorum!” demekteydi.
Buhara’nın karaltısını görünce gam karanlığında bir beyazlıktır göründü.
Yere yığıldı, uzun bir müddet kendisinden geçti. Aklı, sır bahçesine uçup gitti.
Onu ayıltacak, aşk gül suyuydu, bunu bilmediklerinden başına, yüzüne gül suları serptiler.
O gizli gül bahçesi görmüştü… aşk, onu yakalamış kendisinden geçirmiş gitmişti.

3870. Sen donmuş, taş kesilmiş birisin; bu söze, bu nefese lâyık değilsin… evet, sen de kamışsın ama içinde şeker yok!
Aklın başında, akıllısın sen. “ Görmediğiniz askerleri yolladı” âyetinden gafilsin!

O sallapati âşığın Buhara’ya gelmesi, dostlarının onu meydana
çıkarmamaya çalışmaları

Sevine, sevine o emniyet şehrine sevgilisinin bulunduğu yere, Buhara’ya geldi.
Gökyüzünde uçan, ay tarafından kucaklandığını, kendisine sen de beni kucaklasana dendiğini sanan sarhoşa benziyordu.
Onu Buhara’da her gören “ Durma, görünmeden hemen bir tarafa sıvış!

3875. Padişah gazap etmiş, tam on yıllık öcünü almak için seni arayıp duruyor.
Allah aşkına olsun kendi kanına girme… kendine pek o kadar güvenme!
Sadr-ı Cihan’ın Şahnesiydin, itimadına mazhar olmuş üstat bir mühendistin.
Ona hıyanette bulundun, cezadan da kaçtın… neyse, bu suretle kurtulduğun halde şimdi nasıl oldu da tekrar geldin?
Yüzlerce hileyle belâdan kurtulmuştun, seni buraya aptallığın mı getirdi, ecelin mi?

3880. Aklın Utaridi bile beğenmez, kınardı… fakat kaza ve kader, aklı da ahmak bir hale sokuyor, akıllıyı da!
Sen, aslanı arayan talihsiz tavşansın. Nerede aklın, nerede bilgin, nerede çevikliğin, çabuk anlayışın?
Kaza ve kaderin böyle yüzlerce afsunları vardır. Kaza geldi mi âlem daralır derler.
Sağda, solda yüzlerce yol, yüzlerce kaçıp kurtulunacak yer vardır da kaza ve kader, gelince hepsi bağlanır, kapanır; kaza ve kader bir ejderhadır” diyordu.

Âşığın, kendisini kınayan ve tehdit edenlere cevap vermesi

Âşık dedi ki. “ Ben, susuzluk hastalığına tutulmuş birisiyim. Biliyorum da… su beni öldürür.

3885. Fakat bu hastalığa tutulan, sudan kaçamaz ki… isterse su onu yüzlerce defa öldürsün, harap etsin!
Elim, karnım şişse bile suya olan aşkım azalmıyor.
Karnımı görüp bu ne diye sordukları zaman keşke bütün deniz, karnıma aksaydı diyorum.
Bir tuluma benzeyen karnım, isterse su dalgalarından yırtılsın… ölsem bile ne mutlu bir ölüm!
Ben, nerede bir ırmak görsem ah, o ırmak ben olsam diye haset etmekteyim.

3890. Elim defe benzese; karnım davul gibi şişse yine gül gibi neşeyle onun sevda davulunu döver dururum.
O, Ruhulemin, kanımı dökse yer gibi yudum, yudum kan içerim.
Ben yer gibi, karnındaki çocuk gibi kanlar içiyorum… âşık oldum olalı işim gücüm bu!
Geceleri tencere gibi ateş üstünde kaynamakta… gündüzleri kum gibi akşamlara kadar kan içmekteyim.
Hileye saptım, o bana kızmıştı, yapmak istediğim şeye mâni oldum, hışmından kaçtım diye nadimim.

3895. Söyleyin… kızgınlıkla bana ne yapmak istiyorsa yapsın. O kurban bayramıdır, âşık da kurbanlık!
Öküz uyur, istirahat eder, bir şey yerse kurban bayramı için besleniyor demektir.
Beni Musa’nın kurban edilerek ölüyü dirilten öküzü bil. Cüz’lerimin cüz’ü bile hür kişinin hasredilmesine sebeptir.
Musa’nın öküzü de kurban olmuştu. En küçük cüz’ ü bile bir öldürülmüşe hayat verdi.
Öküzün bazı yerleriyle ölüye vurun hitabı geldi; vurdular. O öldürülmüş adam dirildi, fırlayıp kalktı.

3900. Eğer şu ruhların haşredilmesini istiyorsanız ey ulu kişilerim, bu sözü kesin!
Ben cemaattandım… öldüm, yetişip gelişen bir varlık, nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim.
Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum. Artık ölüp de yok olmaktan ne korkayım?
Bir hamle daha edeyim, insanken öleyim de melekler âlemine geçip kol kanat açayım.
Melek olduktan sonra da ırmağı atlamak, melek sıfatını da terk etmek gerek, “Her, şey fanidir, helâk olur… ancak onun hakikati bakidir.”

3905. Bir kere daha melekken kurban olur da o vehme gelmeyen yok mu… işte o olurum.
Yok olurum, suretlerin hepsini terk ederim de erganun gibi “ Biz, mutlaka geri dönenleriz, ona ulaşanlarız” derim…
Ümmet, bunda ittifak etmiştir. Karanlıklarda gizli olan Âbıhayat yok mu… ölümdür o.
Nilüfer gibi ırmağın bu tarafında bit… susama hastalığına uğrayan adam gibi haris ol, ölümü ara!
Susama hastalığına uğrayanın ölümü sudur da yine su arar, su içer durur. Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir.

3910. Ey ayıp ve ar hırkasını giyinen donmuş, üşümüş âşık sen can korkusuyla candan kaçıyorsun.
Ey karılara bile ayıp ve ar olan kişi, hele bak… onun aşk kılıcının önünde yüz binlerce can, elceğizlerini çırparak ölüme müştak!
Irmağı gördün ya… testideki suyu ırmağa döküver. Su, hiç ırmaktan kaçar, çekinir mi?
Testideki su, ırmağa döküldü mü ırmakta mahvolur, ırmak kesilir.
Vasfı yok olur da zatı kalır… Artık bundan böyle ne kaybolur, ne kötüleşir, pislenir!

3915. Ben de ondan kaçtığım için pişmanım, özürümü bildirmek üzere kendimi onun fidanına astım!”

Canından el yıkayan o âşığın mâşukuna ulaşması

Top gibi başının, yüzünün üstüne kapanıp secdeler ederek gözleri yaşlı bir halde Sad-ı Cihan’ın huzuruna gitti.
Herkes, acaba onu yakacak mı, asacak mı diye başını havaya dikmiş bekliyordu.
Sadr-ı Cihan, işte o vakit zaman, talihsiz kişilere ne gösterirse bu bir avuç ahmağa onu gösterdi.
İşten anlamayan ahmak, pervane gibi alevi nur sandı, ahmakçasına aleve atıldı, canından oldu.

3920. Fakat aşk mumu, o muma benzemez ki. Aşk, aydınlıklar içindeki aydınlıklar aydınlığıdır.
O ateşli mumların aksine bir şeydir. Ateş gibi görünür ama baştanbaşa nurdur, güzellikten, hoşluktan ibarettir.

Âşık öldüren mescidle ölümünü arayıp hiçbir şeye aldırış etmeyerek
orada konuklayan âşık

Ey izi, tozu güzel, bir hikâye söyleyeyim, dinle:
Rey şehrinin kıyısında bir mescit vardı.
Hiç kimse yoktu ki orada gecelesin, yatsın da korkudan ödü patlayıp ölmesin; oğlu o gece yetim kalmasın.
Ona nice aç, çıplak garip gitti… hepsi de sabah çağı yıldızlar gibi battı, mezara girdi!

3925. Sen de bunu iyice anla, kendine gel. Sabah geldi çattı, uykuyu bırak artık!
Herkes, orada kuvvetli periler var, orada konaklayanları kör kılıçla kesip öldürüyorlar derdi.
Bazıları sihir ve tılsım var. Düşmanın canını almak için gözetip durmada diyordu.
Bazı kimseler, kapısına açıkça “ Ey konuk, burada kalma. Canına kastın yoksa geceyi burada geçirme, burada yatıp uyuma. Yoksa ölüm sana pusu kurar” diye yazalım demekteydi.

3930. Bir diğeri de derdi ki. “ Geceleri kilitleyin de bilmeyen bir adam girip kalmasın!”

Mescide konuk gelmesi

Nihayet bir gece vakti mescide bir konuk geldi… mescidin o aşılacak şöhretini o da duymuştu.
Bir tecrübe etmek istiyordu. Çünkü hem pek yiğitti, hem de canından bezmişti, hayatına doymuştu.
Dedi ki: “ Bu başa, bu gövdeye pek o kadar aldırış etmem… tut ki can hazinesi için bir habbe gitmiş.. ne çıkar?
Ten sureti gidiversin, ben o suretten ibaret değilim ya. Ben baki oldukça suret eksik olmaz elbet.

3935. Tanrı lûtfuyla “ Ben insana ruhumdan ruh üfürdüm” sırrına mazharım… kamış gibi olan tenden ayrılırsam yalnız Tanrı nefesi olarak kalırım.
Tanrı’nın nefesi, bu tene gelmesin de inci de bu dar sedeften kurtulsun artık.
Tanrı “ Ey doğru kişiler, ölümü dinleyin” dedi. Ben de doğrucuyum, bu söze canımı veririm!”

Mescid halkının o âşık konuğu, gceleyin mescide konaklama niyetinden
dolayı kınamaları, burada kalma diye tehdit etmeleri

Halk, “ Sakın burada geceleme. Yoksa can alıcı, seni posa gibi eziverir!
Sen garipsin, bunu bilmezsin… burada kim yattı, uyuduysa mahvoldu.

3940. Bu bir tesadüf değil. Bunu biz de nice defalar gördük, akıllı bilgiler kişiler de.
Kim bu mescitte konakladıysa gece yarısı müthiş bir zehirle zehirlendi gitti.
Bir kişiden yüz kişiye kadar nice ölenleri gördük. Birisinden duyup da rivayet etmiyoruz.
Peygamber “ Din nasihattir” dedi. Nasihat, lûgatte hıyanetin zıddıdır.
Bu nasihatte dostlukta doğruluktan ibarettir. Doğru söylemez, aldatırsan, hainsin, köpek postuna bürünmüşsün, köpeksin!

3945. Sana bu nasihati muhabbetimizden veriyoruz. Sakın akıldan, insaftan ayrılma!” dedi.

Âşığın, kendisini menedenlere cevabı

Âşık dedi ki: “ Ey öğüt verenler, ben yaptığım dan nâdim değilim. Hayata doydum.
Ben yaralanmayı isteyen, arayan bir tembelim. Tembelden yola gitmeyi umma!..
Ama yiyecek, içecek tembeli değilim ben… hiçbir şeye aldırış etmeyen, ölümünü arayan bir tembelim!
Âleme el avuç açan, kendisine para pul toplayan tembel değilim, bu köprüden çevikçe geçen bir tembelim.

3950. Her dükkâna başvuran, halini söyleyen tembel değilim. Varlıktan sıçrayıp kurtulan ve bir madene ulaşan tembelim.
Kuşa, kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, tatlı gelirse bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı geliyor.
Bahçeye konan kafesteki kuş, gülleri, ağaçları görür.
Dışarıda, kafesin çevresinde ötüşen kuşlar, hürriyete ait güzel, güzel hikâyeler söylerler.
Kafesteki kuş, onları duyar, o yeşilliği görürde ne iştahı kalır, ne sabrı, ne kararı!

3955. Başını kafesin her deliğinden çıkarır durur. Ayağındaki bağdan kurtulmak ister.
O kuşun gönlü de dışarıdadır, canı da… böyleyken kafesi açıversen ne yapar?
O kuş, kafese kapanmış kafesin etrafında da kediler birkaç halka olmuş kuşa benzemez ki.
Bu çeşit kuş korkuya, vehme düşer, hiç kafesten çıkmayı ister mi o ?
Hattâ o kötülükler yüzünden kafesin etrafında daha yüz tane kafes olmasını ister.

Calinus bu dünya yaşayışına âşıktı, çünkü hüneri, ancak burada geçerdi,
o pazarda bir işe yaramazdı. O yüzden kendisini o âlemde halkla bir
görürdü

3960. Bu şuna benzer: Akıl ve hikmette üstün olan Calinus da bu dünyanın havasına kapılmış, dünya muradına gönül vermiş olduğundan,
“ Yarı canlı bir halde dünyayı bir katır götünden görmeye bile razıyım, tek ölmeyeyim” dedi.
Kafes etrafında kedilerin toplanmış olduğunu görmüş, bir kuşa benzeyen ruhu, uçmaktan meyus olmuştu.
Yahut da bu cihandan başka her şeyi yok görmüş, yokluktaki haşri görmemişti.
Ana karnındaki çocuk gibi hani. Tanrı’nın keremi, onu rahimden dışarı çeker de o yine rahme doğru kaçar durur.

3965. Tanrı’nın lûtfu, onun yüzünü bu âleme çıkacağı tarafa döndürür, o yine büzülüp ana karnına sokulur.
Bu şehirden, bu yurttan dışarı çıkarsam acaba bir daha burasını görebilir miyim?
Rahimde bir kapı olsaydı da o havası ufunetli şehir görünseydi.
Yahut da bir iğne yordamı kadar delik bulunsaydı da dışarısını bir görseydim der!
Ana karnındaki çocuk da rahmin dışında bir âlem olduğundan gafildir, o da Calinus gibi nâmahremdir.

3970. Bilmez ki rahimdeki yaşlıklarda dışarıdaki âlemin feyziyledir.
Dünyadaki dört unsur da kendilerine Lâmekân âleminden yüzlerce yardım geldiğini bilmezler.
Kuş, kafeste su ve tane buluyor ama su da kafesin dışındaki bağdan, bahçeden gelmede, tane de!
Peygamberlerin canları bu âlemden göçer, bu âlemden kurtulurken o bağı, o bahçeyi görür de
Bu yüzden onlar, Calinus’a da aldırış etmezler, âleme de… ay gibi göklerde doğar, göklere ışık saçarlar.

3975. Eğer bu söz, Calinus’a iftira ise cevabım Calinus’a değil…
Bunu söylemiş olan kişiye. Çünkü bunu söyleyen nurlarla dolu gönüle eş olmamıştır.
Can kuşu, kedilerden “ Hele durun bakalım” sesini duyunca delik arayan fareye dönmüştür.
O yüzden canı, fare gibi bu dünya deliğini vatan tutmuş, yurt edinmiştir.
Bu delikte yapılar yapmaya girişmiş, bu deliğe lâyık bilgilere sahip olmuştur.

3980. Ona bu delikte yarayacak onu burada yüceltecek sanatları seçti de diğerlerini bıraktı.
Çünkü dışarı çıkmadan ümidini kesti, bedenden kurtulma yolu kapandı.
Örümcekte Anka tabiatı olsaydı tükürüğüyle çadır kurar mıydı hiç?
Kedi pençesini kafese de atar. Pençesinin adı derttir, elemdir, ıstıraptır.
Kedi ölümdür, pençesi de hastalık, kuşu da, kuşun kanadını da pençeler.

3985. Kuş, bucak bucak ilâç bulmaya koşar. Ölüm kadıya benzer, hastalık şahide.
Bu şahit, kadıdan gelen adam gibidir. “ Gel kadı, seni mahkemeye istiyor” der.
Ondan kaçıp kurtulmak için bir mühlet istersin. Verirse ne âlâ… vermezse “ Olmaz, hadi kalk” diye emreder.
Mühlet istemen, mühlet alman ilâçlardır, tedavidir. Âdeta ten hırkasını yamalarla yamarsın!
Fakat nihayet bir sabah kızgın bir hale gelir. “ Bu mühlet niceye bir sürecek? Utan artık!” der.

3990. Ey hasetlerle dopdolu  adam, o gün gelmeden önce davran da padişahtan özür iste!
Atını karanlıklara süren adam, gönlünü o nurdan tamamıyla ayırır.
Şahdan da kaçar, şahitten de, götürmek istediği yerden de. Çünkü o şahit, onu kazaya, hükme davet etmektedir.
*Bu sözü bırak da o gece mescide konuk olan adamın ahvalini anlat!

Mescid halkının bir kere daha geceleyin o mescide kalmak istemesini
kınamaları

Ahali dedi ki: “ Babayiğitlik satma, yürü… bu sevdadan vazgeç de elbisen de burada rehin kalmasın, canın da!
Burada gecelemek, uzaktan kolay görünür ama bu geçit sonunda güçleşir!

3995. Nice kişiler vardır ki kasınır, böbürlenir... fakat elem ve ıstırap zamanında yapışacak, el atacak bir şey arar!
Savaştan önce halkın gönlüne iyi  ve kötü hayal kolay görünür.
Fakat adam savaşa girdi mi iş o zaman sarpa sarar!
Madem ki aslan değilsin, ileriye ayak atma. Çünkü ecel kurttur, canınsa koyun!
Yok… eğer Abdal’dan olmuşsan, koyunun aslan haline gelmişse korkma, emin bir halde gel ileri… ölümün sana mağlûp olur, bir şey yapamaz!

4000. Abdal kimdir? Varlığı değişmiş olan, Tanrı’nın değiştirmesiyle şarabı sirke kesilen!
Fakat sarhoşsan kendini aslanları bile tutarım, emrime ram ederim sanıyor, sarhoşlukla aslan olduğunu zannediyorsan kendine gel, sakın ileri atılma!
Tanrı, doğru yolu bulmamış kötü münafıklar hakkında  “ Onların savaşmaları, kendi aralarında şiddetlenir” dedi.
Kendi kendilerine kaldılar mı er kesilirler. Fakat savaşta evdeki karılara dönerler.
O gayp askerinin başbuğu Peygamber dedi ki: “ Ey yiğit, savaştan önce yiğitlik olamaz!”

4005. Sarhoşlar, savaş lâfına kalkıştılar mı ağızlarından köpük saçarlar ama savaş kızışınca köpük gibi kalırlar, hiçbir işe yaramazlar.
Bu çeşit adamın kılıcı savaş sözü olunca, uzar. Asıl savaştaysa soğan gibi kat, kat kınlara gömülür!
Savaşı düşündüğü zaman gönlü, yaraları arar, saflara dalar, erlikler gösterir. Savaş zamanındaysa bucak bucak kaçar?
Cefaya uğrayıp cilâlanacağı zaman kaçan, sonra da safa dileyen kişiye şaşarım doğrusu.
Aşk dâvaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa dâvayı kazanamazsın ki!

4010. Kadı, senden şahit isterse incinme. Yılanı öp ki hazineyi elde edesin!
Zaten o cefa sana değildir ki ey oğu…l sendeki kötü hulyadır.
Sopayla kilime vuran, kilimi dövmez, tozlarını silker!
Kızıp atı döven, hakikatte atı dövmez, aksak yürüyüşünü döver.
Bu yürüyüşü bıraksın da iyi yürüsün, rahvanlaşsın der. Üzüm suyunu şarap olsun diye hapis edersin ya…

4015. Birisi bir yetimi dövse gören der ki: O yetimceğizi neye dövüyorsun. Tanrı’dan korkmuyor musun?
Döven de “ Canım, dostum, ben onu ne vakit dövdüm ki? Ben, ondaki Şeytan’ı dövüyorum” der.
Annen, sana “ geber” dese bu sözüyle kötü huyunun, kötülüğünün gebermesini ister.
Edebden, terbiyeden kaçanlar, erliğin yüz suyunu da dökerler, erlerin yüz suyunu da!
Bunlar, kendilerini kınayanları da savaştan döndürürler… nihayet böyle rezil ve kahpe bir halde kala kaldılar.

4020. Herzevekillerin herzelerini, manasız sözlerini saçma gururlarını az dinle, bu çeşit adamlarla savaş safına girme.
Tanrı, bunlar hakkında “ Onlar size uyunca sayınızı çoğaltmazlar, ancak aranıza nifak sokar, hile ve fesadı çoğaltırlar” dedi.
Er olmayan kaypak arkadaşlara uyma, çevir onların yaprağını!
Çünkü onlar sizinle yoldaş olurlarsa gaziler de saman gibi içsiz bir hale düşerler.
Size uymuş görünür, sizinle beraber safa girerler ama sonra kaçarlar, safı da bozar perişan ederler.
Bu çeşit adamdansa… münafıklardan pek kalabalık kişinin size uymadansa azlık asker daha iyi.

4025. Az, fakat adamakıllı olmuş güzel badem, acımış, kötü fakat çok bademden iyidir elbette.
Suret bakımından acı da birdir, tatlı da… fakat hakikatte bunlar birbirine zıtdır, ikidir.
Kâfir, o âlemin varlığından şüphe eder, dirileceğini ummaz. Bu yüzden gönlünde korku vardır.
Yola düşüp gider ama bir konak bile bilmez. Gönlü kör olan adam, korka korka adım atar.
Yolcu, yol bilmezse nasıl gider? Tereddütlerle, gönlü kanlarla dolu olarak!

4030. Birisi “ Hay adam hay… yol, burası değil ki!” dese korkusundan hemen oracıkta duruverir.
Fakat gönlüyle hakikati duyan, yolu bilen kişinin kulağına hiç öyle hay huylar girer mi?
Şu halde bu deve yüreklilerle yoldaş olma. Çünkü onlar, darlık ve korku zamanında kayboluverirler.
Onlar, lâf da Bâbil sihrine maliktirler, her şeyi yapar, çatarlar ama iş dara geldi mi kaçar, seni yapayalnız bırakıverirler!
Kendine gel ve züppelerden savaş umma. Tavus kuşlarından av avlama hünerini bekleme!

4035. Tabiat tavus kuşuna benzer, sana vesveseler verir, saçma sapan söylenir durur; nihayet seni yerinden yurdundan eder.

Şeytan’ın, Kureyş kabîlesine “ Ahmed’le savaşa girişin, ben de yardım
eder, size yardım etmek üzere kabîlemi getiririm “ demesi, iki saf
karşılaşınca da onları bırakıp kaçması

Şeytan gibi… o da asker içine girdi, yüzün biri oldu,     “ Ben size yardımcıyım” dedi, onlara afsun okudu, onları aldattı.
Fakat Kureyş, onun sözüne uyup hazırlanarak iki ordu karşılaşınca,
Müminlerin saflarında melek askerlerini gördü…
Sizin görmediğiniz o gayp askerlerinin saf kurduklarını görünce canı, korkudan bir ateşgede kesildi.

4040. Ayağını gerisin geriye çekmeye başladı. “ Ben pek kalabalık bir ordu görüyorum.
Tanrı’dan korkarım ben, o bana yardım etmez. Çekilin gidin… ben, sizin görmediğinizi görüyorum” dedi.
Hâris dedi ki: “ Ey Suraka, neden dün böyle söylemiyordun?”
Suraka şekline girmiş olan Şeytan “ Şimdi savaşın başlamak üzere olduğunu görüyorum” dedi. Hâris, “ Sen, ancak Arapların hor hakir bir topluluğunu görmektesin.
Bundan başka bir şey görmüyorsun ama ey aşağılık herif, o zaman lâf zamanıydı, şimdi savaş zamanı.

4045. Dün ben dayanır, ayak direrim, size yardımda bulunurum, bu suretle de üst gelirsiniz diyordun.
A melûn, dün ordu kumandanı kesilmiştin, şimdi namertleştin, bayağılaştın, korkaklaştın.
Senin sözüne kandık da geldik… bu belâ tuzağına düştük” dedi.
Hâris, bu sözleri söyleyince o melûn bu azardan kızdı, hiddetlendi.
Bu sözlerden gönlü dertlendi, kızgınlıkla elini, Hâris’in elinden çekti.

4050. Göğsünü döverek kaçıp gitti; o biçarelerin kanını da bu hileyle döktü.
O, bunca âlemi yıktı, harap etti de sonra “ Ben sizden değilim” dedi.
Meleklerin heybetini görünce Hâris’in göğsüne bir yumruk aşk edip yere yıktı, kaçıverdi!
Nefisle Şeytan, ikisi de birdir… surette kendisini iki gösterdi.
Melekle akıl da birdir, himmeti var da onun için iki suret oldu.

4055. İçinde, aklı alan, cana da düşman, dine de düşman olan böyle bir düşmanın var.
Bir an kertenkele gibi saldırır… derken hemencecik bir deliğe kaçıverir.
Gönlün de nice delikler var. Her delikten baş çıkarıp durmada!
Şeytanın insanlardan gizlenmesine, bir deliğe girip saklanmasına “ Hunus” derler.
Onun gizlenmesi de kirpinin büzülüp gizlenmesine benzer. Kirpi büzülür de kafasını çıkarır, tekrar gizler ya… o da öyle işte.

4060. Tanrı, Şeytan’a “ Hannâs” dedi. Şeytan, kirpinin kafasına benzer.
Kirpi, kötü avcıdan ürker de büzülür, başını gizler.
Fırsatını bulunca başını çıkarır… bu hileyle yılanı bile zebun eder.
Nefis senin iç âleminde yolunu kesmeseydi bu yol kesiciler, sana el atabilirler miydi?
Seni kötü şeylere sevkeden şehvetten, o gizli memur yüzünden gönül, hırsa tamaha, âfete esir olmuştur.

4065. O gizli memur yüzünden hırsız oldun, kendini berbat ettin de nihayet bu görünen memurlar, seni kahretmek için yol buldular.
Hadisteki şu güzel öğüdü duy; Düşmanlarınızın en kuvvetlisi, içinizdedir!
Bu düşmanın palavrasını dinleme kaç ondan… çünkü o da inatta İblis’e benzer.
Dünya sevgisi, dünya geçimine savaşma yüzünden sana o ebedî azabı ehemmiyetsiz gösterir.
Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse bunda şaşılacak ne var ki? O, sihriyle bunun gibi yüzlerce iş yapar!..

4070. Sihir, bazen sanatla samanı dağ gösterir…bazen dağı saman!
Gözbağcılıkla çirkinleri güzelleştirir, güzelleri, çirkin bir şekle sokar.
Sihrin hali budur; afsunlar, üfürür, her an hakikatleri başka bir şekle çevirir.
Bir an gelir, insanı eşek gösterir… bir an gelir eşeği şaşılacak bir adam şekline bürür!
İşte senin içinde böyle bir sihirbaz gizlidir. Vesveselerde daimî bir sihir kudreti vardır!

4075.  Fakat bu sihirlerin hüküm sürdüğü âlemde öyle sihirbazlar da var ki sihirlerin hükmünü gideriverirler.
Bu kuvvetli zehrin bittiği ovada tiryak da bitmiştir ey oğul!
Tiryak, sana “ Gel, beni kendine siper et… ben, sana zehirden daha yakınım.
Onun sözü sihirdir, seni yıkar harap eder… benim sözüm de sihir ama onun sihrini defeder” der!

Konuk öldüren mescide konuklamak isteyeni menetmeye kalkışanların
tekrar ona öğüt vermeleri

“ O güzel yiğit, o Peygamber “ Sözde sihir hassası var” dedi, doğru da söyledi.

4080. Ey kerem sahib,i kendine gel, yiğitlik taslama, mescidimizi de töhmet altında bırakma, bizi de!
Bir düşman düşmanlığından bir söz söyler… bir alçak, yarın bize bir ateştir salar…
Onu zalimin birisi boğdu, mescidi de kurtulmak için bahane etti.
Mescidin adı çıkmış zaten. O da konuk, mescitte konukladı da öldü derler, ben de kurtulurum dedi, diyebilir.
Ey canı pek adam, bizi töhmet altında bırakma… zaten düşmanların hilelerinden emin değiliz.

4085. Hadi yürü, yiğitliğini bırak, bu ham sevdayı pişirmeye kalkışma. Zuhal yıldızı arşınla ölçülemez!
Senin gibi çokları bahttan, talihten dem vurdular ama sonunda birer birer, tutam tutam sakallarını yoldular!
Aklını başına al da bu dedikoduyu kısa kes, yürü git… kendini de vebale sokma, bizi de!”

Konuğun, onlara sırtına Sultan Mahmud’un davulu konmuş ve nöbet
vurulması âdet olmuş deveyi bile defle kuşları kaçıran ekin bekçisinin
kaçırdığını anlatarak misal getirmek suretiyle cevap vermesi

Dedi ki: “ Dostlar, ben bir Lâhavle’yle ürküp kaçacak şeytanlardan değilim.
Bir çocuk, ekin bekçiliği yapar ve yanındaki defi çalarak kuşları kaçırırdı.

4090. Kuşlar, o küçücük defin sesini duyup tarladan kaçarlar, ekinler de zararlı kuşlardan kurtulurdu.
Kerem sahibi Sultan Mahmud’un yolu, o taraflara düştü, koca otağı o civara kuruldu.
Gökteki yıldızlar kadar çok , talihleri aydın, saflar yaran, ülkeler alan ordusuyla oraya kondu.
Bir de horoz gibi önde giden esrik bir deve vardı ki nöbet davulunu sırtına yüklemişlerdi.
Nöbet, gidişte de onun sırtında vurulurdu, gelişe de.

4095. O deve, tarlaya giriverdi. Çocuk, ekinleri korumak için o küçücük defi çalmaya başladı.
Bir akıllı kişi, çocuğa dedi ki:  “ Def çalıp durma. O esrik deve, zaten davul taşıyan deve… o sese alışmış.
A çocuk senin bu defceğizin ona vız gelir. O, bu defin yirmisi kadar olan koskocaman nöbet davulunu taşıyor!
Ben de Lâ kılıcıyla kurban olmuş bir âşığım. Canım, belâ davulunun nöbet vurulduğu yer!
Sizin bu tehditleriniz yok mu… bu gözlerin gördüğü şeylere karşı ancak bir defceğizin gümbürtüsünden ibaret!

4100. Erler, ben, hayallere kapılıp bu yolda duracaklardan değilim.
Ben, İsmail Peygambere mensup olanlardanım, öldürülmeden çekinmem yok… Hattâ İsmail gibi başından geçmiş bir adamım ben!
Gösterişlerden de geçmişim, riyadan da “ Söyle geliniz” emri canıma gel demiştir.
Peygamber dedi ki: İhsan edilen şeye verilecek karşılığı iyice bilen bu dünyada ihsanda bulunur.
Verilen şeye verilecek yüzlerce karşılığı gören derhal cömertliğe ihsana başlar.

4105. Herkes, kâr elde etmek için malını vermek üzere pazara, çarşıya bağlanmıştır.
Dağarcıktaki altın sahibi bir kâr elde etsin de onu yoksullara versin diye ısrarla oturmuş beklemektedir.
Satıcı, elindeki kumaşın fazla para ettiğini gördü mü ona olan aşkı soğuyuverir.
Kumaşların fazla bir kâr getirdiğini görmez de o yüzden onlara ısınır, onları elden çıkarmaz.
Bilgi, hüner ve sanatlarda böyledir. Bunlara sahip olanlar, bunlardan daha şerefli, daha üstün bir şey görmezler de o yüzden ehemmiyet verirler.

4110. İnsan için candan iyi bir şey yoksa can azizdir. Fakat candan iyi bir şeye sahip oldu mu, canın adı hor, hakir olur gider.
Çocuğun canı, çocuk kaldıkça, büyümedikçe oyun için yapılan bebeciktir.
Bu düşünceler bu hayallenmeler de bebeciklerdir. Sen çocuk kaldıkça onlara ihtiyacın vardır.
Fakat çocuk, çocukluktan kurtuldu da kemale erişti mi, adam oldu mu artık duygulardan da vazgeçer, düşüncelerden de, hayallerden de!
Mahrem yok ki açıkça söyleyeyim… sükût ettim; Tanrı hakikate uygun olanı daha iyi bilir.

4115. Malla beden, hemencecik eriyip giden kardır. Fakat satılığa çıkarılınca onların alıcısı Tanrı’dır.
Bu kar, sana neden paradan daha iyi geliyor, bilir misin? Şüphedesin, yakinin yok da ondan.
Behey aşağılık adam, bu sendeki zan, ne acayip zan ki yakin bahçesinde hiç uçmuyor.
Oğul, her şüphe, yakına susamıştır. Şüphe arttıkça yakına ulaşmak için daha ziyade çırpınır, kol kanat açar, uçmaya çalışır...
İlim mertebesine ulaştı mı kanadı ayak kesilir, gayri uçmaya ihtiyacı kalmaz. Çünkü bilgisi yakın kokusunu almaya başlamıştır.

4120. Çünkü bu sınanmış yolda ilim yakından aşağıdır, şüphe yukarı.
Bil ki ilim, yakını arar. Yakin de apaçık görüşü…
Elhâkümü suresinde “ Kellâ lev ta’lemune” den sonrasını oku da bunu ara, bul, anla.
Ey bilgi sahibi, bilgi insanı görüşe götürür. Dünyadakiler yakin sahibi olsalardı cehennemi gözleriyle görürlerdi.
Görüş, şüphe yok ki yakinden doğar; nitekim hayal de zandan doğmaktadır.

4125. Elhâkümü suresinde bu anlatılmıştır. İlm-el Yakin olur, bak da gör!
Bana gelince; Ben, şüpheden de yüceldim, yakinden de… kınanmadan başım dönmüyor.
Onun helvasını yedim; gözüm aydınlandı, onu gördüm gayri. Şu halde evime gidiyorum demektir, elbette ayağımı küstahça basarım… ayağım titremez, körcesine gitmem ki!
Tanrı, güle bir söyledi de gülü güldürdü ya… gönlüme de onu söyledi de gülden yüz kat fazla güldürdü.

4130. Selviye bir şey yaptı. Boyunu dümdüz etti… nerkisle ağustos gülü de ondan feyz aldı, güzelleşti…
Bir tecellisiyle kamışı, canı da tatlı, gönlü de tatlı bir hale getirdi… Toprağa mensup insan, onun lûtfuyla Çigil güzeli oldu.
Kaşı o dertçe fitneci, işveci bir hale getirdi; yüzü gül ve nar gibi kıpkırmızı bir renge boyadı…
Dile yüzlerce sihirbazlık öğretti; madene Caferi altın hassasını ihsan etti.
Silâh deposunun kapısını açınca güzellerin bakışları âşıkları koklamaya başladı…

4135. Bu tecelli ile, bu feyz ile benim gönlüme de ok attı, beni de sevdalara saldı… Beni şükre de âşık etti, şekere de!
Öyle bir sevgiliye âşıkım ki her alım, onun alımıdır. Akıl da onun bir kuluna kuludur, can da!
Ben kuru lâf etmem; bir söz söylesem bile su gibi söylerim de ateşi söndürmede hiçbir ıstırabım olmaz.
Ben nasıl bir şey çalabilirim? Hazinedar o… nasıl kuvvetlenmem arkam o…
Kimin arkası güneşten kızar, ısınırsa yüzü pek olur, kuvvetlenir… artık ona ne korku vardır, ne utanma!

4140. Yüzü, hiçbir şeye aldırış etmeyen güneş gibi düşmanı yakar, perdeleri yırtar.
Her peygamberin dünyada yüzü pektir, bir tek binici olduğu halde padişahların ordularına saldırır, onları ezer, bozar!
Bir şeyden korkmaz, gamlanmaz; bu yüzden de hiçbir şeyden yüz çevirmez… tek başına bütün dünyayı mağlûp eder.
Taşın yüzü pektir, gözü tok… dünya dolusu kerpiç olsa korkmaz.
Çünkü kerpiç, kerpiççi tarafından o hale konmuştur, taşıysa Tanrı yapmıştır, ondan dolayı serttir, katıdır!

4145. Koyunlar, sayıya sığmayacak kadar çok olsa kasap, onların çokluğundan korkar mı hiç?
Hepiniz de çobansınız… peygamber de çobandır. Halka gelince sürüye benzer… peygamber, onların çobanıdır, onları sürer durur.
Çoban koyunlarla savaşa girişmekten korkmaz… bilâkis onları soğuktan, sıcaktan korur.
Kızar, kahreder de koyunlara bağırırsa bu bağırışı sevgisindendir, hepsini de sever de ondan bağırır!
Her an yeni bir talih kulağıma söyleyip duruyor: Seni gamlandırsam bile gamlanma!

4150. Ben, seni kötü gözlerden gizlemek için gamlandırırım.
Kötü gözler, yüzünden ırak olsun diye kederlendirir, ahlâkını acı bir hale getiririm.
Sen, benim avcım değil misin, beni aramıyor musun? Benim kulum, emrime tabi değil misin?
Bana kavuşmak için tedbirler kurmadasın… benim ayrılığımla herkesten ayrılmış, beni arayıp durmaktasın, kimsesiz bir hale gelmişsin!
Dertlere düşmüş, izimi bulmak için çarelere başvurmuşsun… dün senin yanık yanık ah ettiğini duydum.

4155. Seni bekletmeksizin de kendime kavuşturmaya, sana yol gösterip kendime almaya kaadirim ben…
Bu suretle bu devranın girdabından kurtulur, vuslat hazineme ayak basarsın.
Fakat varılan yerin tatlılığı, lezzetleri, seferde çekilen zahmetlerle ölçülür.
Ne kadar gurbet çeker, mihnetler, zahmetlere uğrarsan, şehrinden, akrabandan o derece lezzet alır, zevk bulursun!

Müminin bir belâya uğrayınca sabırsızlık edip kaçması, nohudun ve
sair yiyecek şeylerin tencerede kaynarken sıçrayıp dışarı çıkmaya
çalışmalarına benzer

Bir bak… nohut tencerede ateşten zebun oldu mu yukarıya doğru sıçramaya başlar.

4160. Tencere kaynamaya başlayınca nohut, tencerenin üstüne fırlamaya, yüzlerce coşkunluk göstermeye koyulur.
“ Neden beni ateşe attın, kaynatıyorsun…. madem ki satın aldın, neye bu hallere uğratıyorsun” der.
Nohut pişiren kadın da nohuda kepçeyle vurup der ki.  “ Yok… güzelce kayna, tencereden çıkmaya kalkışma.
Seni sevmediğimden senden hoşlanmadığımdan kaynatmıyorum seni ki… bir zevkle, bir çeşniye sahip ol da.
Gıda haline gel, yen, cana karış diye kaynatıyorum. Bu imtihan, seni horlamak için değil!

4165. Bostanda sular içtin, yeşerdin, terü taze bir hale geldin ya… İşte o su içiş, bu ateşe düşmen içindi.
Tanrı’nın rahmeti, kahrından ileridir, kahrından fazladır ve ezelîdir. Bu yüzden de bir kimseyi belâlara uğratması, rahmetindendir.
Varlık sermayesi elde edilsin diye rahmeti, kahrından ileridir, üstündür.
Etle deri lezzetsiz meydana gelmez. Fakat onlar meydana gelmedikçe sevgilinin aşkı, onları nasıl eritebilir?
İşte bu takdir neticesi olarak sen de kahırlara uğrarsan eseflenme… bu kahırlar yüzünden elindeki sermayeyi sevgiliye bağışlarsın.

4170. Sonra bunun özrü olarak tekrar lûtuf eder, yıkanıp arındın, dereden atladın, artık o mihnetler geçti der.
Der ki: Ey nohut , baharın otladın, yeştin… şimdi zahmet ve eziyet, sana konuk oldu, hoş tut da
Konuk, şükürler ederek minnetler duyarak geri dönsün, padişaha gidip senin ikramını, ihsanını anlatsın.
İkram ettiğin şeylere karşılık olarak da sana o nimetleri veren gelsin… bütün nimetler sana haset etsinler!
Ben Halil’im, sen de bıçağım önündeki oğlum… başını koy, rüyada seni kestiğimi gördüm!

4175. Gönlünü bozma, başını kahır önüne koy da İsmail gibi boğazını keseyim,
Başını kopartayım. Fakat bu baş, zâhiri kesilmekten, koparılmaktan münezzeh olan baştır.
Ancak ezelî maksat, senin teslim olmandır. Ey müslüman teslim olmayı araman, dinlemen gerek!
Ey nohut, belâlara düş, kayna, piş de ne varlığın kalsın, ne sen kal!
O bostanda güldüyse can ve göz bostanının gülü olduğundan güldün.

4190. Su ve toprak bahçesinden ayrıldıysan lokma oldun, dirilerin vücuduna girdin.
Gıda ol, kuvvet ol, düşünce ol… evvelce süttün, şimdi ormanlarda aslan kesil!
Vallahi sen, önce onun sıfatlarından ayrıldın da geldin.. tekrar çevikçe acele et, yine onun sıfatların ulaş!
Buluttan, güneşten, gökten geldin… yine Tanrı sıfatları haline döndün mü göklere gidersin.
Yağmur ve ışık suretinde geldin, Tanrı’nın tertemiz sıfatları suretine bürünüp gidiyorsun.

4185. Güneşin, bulutun, yıldızın cüzüydün… nefis, iş, söz ve düşünceler oldun.
Nebatın ölümü, hayvanın varlığı oldu; bu suretle de      “ Ey güvendiğim, inandığım kişiler, beni öldürün” sözü doğru çıktı.
Madem ki ölümden sonra bize böyle bir hayat var,         “ Şüphe yok ki ölümümde hayat vardır” sözü doğru.
İş, söz ve doğruluk, meleğin gıdasıdır. Melek, bunlarla göğe ağar.
Nitekim o yemek de insana gıda olunca cemadat halinden yücelir, o canlı bir hale gelir.

4190. Bunu, adamakıllı, etraflıca anlattık… başka bir yerde gelecek.
Kervan, daima göklerden gelmekte, alışverişte bulunup yine göklere gitmekte.
Şu halde hırsız gibi acılıkla zorla değil de istekle tatlı tatlı, güzel güzel git!
Seni acılıklardan yıkayıp arıtmak için acı söylüyorum.
Donmuş, soğuk çalmış üzümü donukluğu gitsin diye soğuk suya atarlar.

4195. Seni de acılıklarla gönlün kanlara bulanırsa içindeki bütün acılıklar gider.

Hayır ve belânın sırrını bilen mümin sabreder

Av köpeği olmayan köpeğin boynunda tasma yoktur. Ham ve kaynamamış şey, mutlaka lezzetsizdir.”
Nohut, bu sözleri duyunca “ Mademki iş böyledir hanımcığım, güzel güzel kaynarım, sen de bana yardım et ama.
Sen, bu kaynatmada beni yapıp yoğuran bir mimara benziyorsun. Vur bana kepçeyle… ne de güzel vuruyorsun.
Ben fil gibiyim, vur başıma, yarala beni… vur, yarala da Hindistan’ı, Hindistan bahçelerini görmeyeyim.

4200. Bu suretle de kendimi kaynamaya, vereyim de onun kucağına ulaşayım, ona kavuşmaya bir yol bulayım!

Çünkü insan, zenginlikte azgın olur. Rüyasında Hindistan’ı gören fil gibi azar, kudurur.
Fil, rüyada Hindistan’ı gördü mü filciyi dinlemez, azgın bir hale gelir.

Hanımın nohuda özürler getirmesi ve nohudu kaynatmasındaki hikmet

Hanım, nohuda der ki: “ Ben de bundan önce senin gibi yeryüzü cüz’ülerindenim.
Ateş gibi mücadeleyi içercesine tadınca makbul oldum.

4205. Bir müddet yeryüzünde kaynadım, bir müddet de ten tenceresinin içinde.
Bu iki kaynayışla duygulara kuvvet oldum, ruh kesildim de sonra seni pişiriyorum.
Cematken, bu sıfattan koşar, geçersen bilgi olur, mânevî sıfatlar haline gelirsin, derdim.
Ruh sahibi oldum ama bu sefer de diyorum ki: Bir kere daha coş, kayna da bu canlı suretten de geç!
Tanrı’dan inayet iste… bu ince bahislerde ayağın sürçmesin, mânanın künhüne, işin tâ sonuna eriş!

4210. Çünkü çok kişiler Kur’an’ı anlayamadılar da yol azıttılar… bazı kişilerse o ipe sarıldılar ama kuyunun dibine gittiler.
A inatçı, yücelere çıkmak sevdasında değilsen ipin ne suçu var?

Konuk öldüren mescide konuklayan adam hikâyesinin sonu ve o
konuğun niyetindeki doğruluk

O himmeti yüce garip dedi ki: “Ben, bu mescitte kalacak, bu mescitte uyuyacağım.
Ey mescit, bana Kerbelâ olsan yine aldırış etmem. (zaten yok olmayı, zaten ölmeyi istiyorum).
Sen beni muradıma eriştiren bir Kâbe olacaksın!
Ey seçilmiş ev, aman beni kurtar da Mansur gibi ipimle oynayayım.

4215. Size gelince: Öğüt vermede Cebrail bile olsanız Halil, ateş içinde medet istemez ki.
Ey Cebrail, git… ben tutuşmuş yanmaktayım; amber ve öd ağacı gibi yanmakta, bana daha hoş geliyor.
Ey Cebrail, sen bana yardım ediyorsun, kardeş gibi beni görüp gözetiyorsun ama,
Ben ateşe atılmada pek çeviğim… yanmakla azalacak, yanmakla çoğalacak, yaşayacak can değilim ki!
Ot yemekle artan, gelişen can hayvan canıdır… O can, ateşe mensuptur, odun gibi de telef olur gider.

4220. Odun olmasaydı meyve verir, ebediyen mamur bir halde kalır, her şeyi de mamurlaştırırdı.
Bu ateş, bil ki yakıcı bir yelden ibarettir… asıl ateşin ışığıdır, kendisi değil!
Asıl ateş, esîrdedir. Yeryüzündeki onun ışığı, onun gölgesidir.
Hulâsa ışık ve gölge, daima oynar durur, bakî kalmaz… yine koşa koşa madenine gider, aslına kavuşur.
Boyun daima olduğu gibidir de gölgesi bir an kısalır bir an uzar.

4225. Çünkü ışıkların hiç kimse sebat ettiğini görmemiştir; akisler yine döner; asıllarına, analarına giderler.
Kendine gel… ağzını yum; fitne, dudaklarını açtı… kuru sözlere giriş, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir!

İyi anlayanları kötü hayallere düşmeleri

Bu hikâye sone ermeden hasetçilerden bir kötü dumandır geldi.
Ben, bundan korkmam ama bu tekme, belki bir gönlü sâf kişinin ayağını çeler.
O Hakîmi Gaznevî, perde ardında kalanlara ne güzel mânevi bir misal getirdi.

4230. Sapıklar, Kur’an’da sözden, lâftan başka bir şey görmezlerse şaşılmaz ki
Körün gözüne, nurlarla dolu güneşin ışıkları gelmez de yalnız bir hararet gelir.
Göbekli biri, ansızın eşek yurdundan şunu, bunu kınayan karılar gibi baş çıkararak,
“ Bu söz, yani Mesnevi, aşağılık bir söz…Peygamber’in hikâyesi ona uymayı anlatıp durmakta.
Bunda öyle velîlerin at koşturdukları makamlara ait yüce bahisler, yüksek şeyler yok…

4235. Dünyadan ve Tanrı’dan başka her şeyden kesilmeden tut da yokluk makamına kadar derece derece, mertebe mertebe Tanrı’ya ulaşıncaya kadar
Her durağın, her konağın şehri de yok ki bir gönül sahibi onunla kanatlanıp uçsun” dedi.
O kâfirler Tanrı’nın kitabını da bu çeşit kınadılar.
“ Bu esatirden eski masallardan ibaret… öyle derin bahisler, yüce hakikatleri eşelemeler yok, bunda.
Bunu küçücük çocuklar bile anlar. Kabul edilecek, yahut edilmeyecek emirlerden nehiylerden ibaret.

4240. Yusuf, Yusuf’un büklüm, büklüm zülüfleri… Yakub, Zeliha,Zeliha’nın derdi…
Hep bunlar değil mi? Bunları herkes anlar, bilir. Nerede bir söz ki akıl, onu idrak edemesin de hayretlere düşsün” dediler.
Tanrı’da dedi ki: “ Eğer bu sana kolay görünüyorsa bu çeşit kolay, basit bir sure söyleyiver.
Cinlerinize, insanlarınıza kudret ve sanat sahibi olanlarınıza söyleyin de ehemmiyetsiz gördüğünüz âyetler gibi bir âyet meydana getirsinler!”

Mustafa aleyhisselâm’ın “ Kur’an’ın zâhiri var, bâtını var, bâtının da
yedinci bâtına kadar bâtını var “ hadîsinin tefsiri

Bil ki Kur’an’ın bir zâhiri var… zâhirin de gizli ve pek kuvvetli bir de içyüzü var.

4245. O bâtının bir bâtını, onun da bir üçüncü bâtını var ki onu akıllar anlayamaz, hayran kalır.
Kur’an’ın dördüncü bâtınıysa eşsiz, örneksiz Tanrı’dan başka kimse görmemiş, kimse bilmemiştir.
Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma… Şeytan da Âdem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi!
Kur’an’ın zâhiri, insana benzer… sureti görünür, meydandadır da canı gizli!
İnsanın amcası, dayısı bile insana o kadar yakın olduğu halde yüzyıl beraber yaşasalar halini bir kıl ucu olsun göremez, anlayamaz.

Peygamberlerle velîlerin – aleyhimüsselâm – dağlara, mağaralara
gitmeleri, gizlenmek için olmadığı gibi halkta korkularından da değildir.
Onlar, mümkün olduğu kadar halkın dünyadan alâkasının kesmek ve bu
suretle insanları irşad etmek için bu işi yaparlar

4250. Veliler, halkın gözünden gizlenmek için dağlara giderler derler ya…
Hakikatte zaten halka nazaran bunlar yüz tane dağın tepesine çıkmışlar, ayaklarını yedinci kat göğün üstüne atmışlardır.
Onla, halka nazaran yüzlerce denizden yüzlerce dağdan ötedeyken neden dağlara giderler de gizlenirler?

Velinin dağa kaçmaya ihtiyacı yoktur ki… gök tayı bile onun ardından koşar, ayağından yüzlerce nal sökülür, düşer de yine de izine yetişemez!
Gök yüzü bile döndü dolaştı da o canın tozuna erişemedi… bu yüzden de yaslandı, gök elbiselere büründü!

4255. Hani zâhiren peri gözden gizlidir ya… insan, perilerden daha gizlidir.
Akıllıya göre insan, gizli olan periye nazaran yüz kat daha gizli!
Akıllıya nazaran insan bu kadar gizli olunca gayb âlemindeki seçilmiş insan nasıl olur?

Velîlerle velîlerin sözleri Musa’nın asâsıyla isa’nın afsununa benzer

İnsan, Musa’nın asâsına benzer, İsa’nın afsunu gibidir.
Müminin kalbi, adalet sahibi olan ve yardım dilenen Tanrı elindedir. Tanrı’nın iki parmağı arasındadır.

4260. Asâ, görünüşte bir sopadan ibarettir ama ağzını açtı mı bütün varlık, ona bir lokmadır.
İsa’nın afsunundaki harfe, sese bakma. Ondan, ölüm bile kaçıyor, sen ona bak!
Afsunda ki o ehemmiyetsiz, o değersiz sözlere bakma, o afsunla ölünün sıçrayıp oturuşunu seyret.
O sopayı ehemmiyetsiz görme… yemyeşil denizi nasıl böldü, onu gör!
Uzaktasın da yalnız birer kara çadırdır görüyorsun… bir adım ilerle de orduyu gör!

4265. Uzak olduğundan yalnız bir toz dumandır görüyorum ama birazcık yaklaş, ileri var da topun içindeki adama bak!
Onun tozu, gözleri aydın eder… onun erliği, dağları yerinden söker!
Musa, çölün bir ucundan kalkıp gelince Tur dağı, onun gelişinden neşelendi, rakkas kesildi!

“ Ey dağlar, Davud’la beraber okuyun dedik; kuşları da ona teshir ettik “
âyetinin tefsiri

Davud’un yüzü Tanrı nuruyla parladı… dağlar, onunla beraber feryada geldiler.
Dağ Davud’a yoldaş oldu… her iki çalgıcıda bir padişahın aşkıyla sarhoş oldu!

4270. “ Dağlar Davud’un sesine ses verin, onunla beraber ırlayın” diye emir geldi. Dağla Davud… ikisi de bir sesle seslendi, bir perdeden okudu.
Tanrı dedi ki: “ Ey Davud, sen yerinden, yurdundan ayrıldın… benim için hemdemlerinden cüda düştün.
Ey garip olmuş, tek ve muinsiz kalmış olan Davud, iştiyak ateşi, gönlünden şule vermekte.
Çalgıcılar, hanendeler, arkadaşlar istersin. O Kadîm Tanrı dağları senin huzuruna getirir.
Dağlar, sana çalgı çalarlar, şarkı okurlar, zurnacılık ederler. Hepsi de huzurunda yel gibi ses çıkarır, sesine ses verirler.! ”

4275. Dudağı, dişi yokken dağın ses vermesi, feryat etmesi caiz oluyor ya… bil ki velînin de ağızsız, dudaksız sözleri, feryatları var!
O her şeyden arınmış mescidin cüzülerinden her an nağmeler çıkar. O nağmelerde her an, velinin can kulağına ulaşır.
Yanında oturanlar duymazlar, işitmezlerde o duyar, işitir. Ne mutlu o cana ki gayba inanmıştır!
Velî, kendi kendine yüzlerce söz söyler, dinler de yanında oturan kokusunu bile alamaz!
Lâmekân âleminden gönlüne yüzlerce sual, yüzlerce cevap gelir, menziline kadar erişir!

4280. Bunları sen duyarsında başkaları kulaklarını ağızlarına kadar yaklaştırsalar yine duymazlar!
Tutalım, velîlerin sessiz, harfsiz sözlerini duymuyor, işitmiyorsun; işte gördün ya… misli sende de var; neden inanmıyorsun a sağır!

Kendi anlayışındaki kusur yüzünden Mesnevî’yi kınamaya kalkışana
cevap

Ey kınayan köpek, sen hav hav edip duruyor da Kur’an’ı kınamakla hükmünden kendimi kurtarırım mı sanıyorsun?
Bu o aslan değil ki ondan canını halâs etmeğe muvaffak olasın, yahut kahrının pençesinden imanını kurtarasın!
Kur’an, kıyamete kadar, ey kendilerini bilgisizliğe feda edenler, diye nida eder.

4285. Der ki: “ Siz, beni masal sandınız da kınama ve kâfirlik tohumunu ektiniz!
Fakat kınayıp da aslı yok, masaldan ibaret dediniz ama gördünüz ya… siz yok oldunuz, siz masal oldunuz.
Ben Tanrı’nın kelâmıyım, Tanrı’yla kaimim. Canın canına gıdayım; arı duru, parlak bir yakutum.
Ben, güneşin nuruyum… sizin üstünüze vurdum, sizi aydınlattım; fakat güneşten ayrılmış değilim.
Bakın, ben âşıkları ölümden kurtarmak için buracıkta akıp duran bir âbıhayatım.

4290. Hırsınız, hasediniz bu kötü kokuyu salmasaydı Tanrı, sizin mezarlarınıza da bundan bir katrecik saçardı.
O, Hakîm’in sözünü, o Hakîm’in öğüdünü tutmaz mıyım hiç? Her kötü ve yanlış kınama yüzünden gönlümü bozmam, işimden, sözümden kalmam.

Seyislerin ıslık çalmaları yüzünden tayın ürküp su içmemesi

Hakîm-i Gaznevî, buyurmuştur ki: tayla anası su içerlerken,
Seyisler, atlar gelsinler, su içsinler diye ıslık çalıyorlardı.
Tay ıslık sesini duyunca başını kaldırdı, ürküp su içmekten vazgeçti.

4295. Anası“Yavrucuğum, neye ürküyor suiçmiyorsun?” diye sordu.
Tay dedi ki: “ Bunlar ıslık çalıyorlar. Hep birden ıslık çalmalarından korktum.
Yüreğim titredi, yerinden oynadı. Hep birden ıslık çalıp bağırmaları beni korkuttu.”
Anası “Dünya kurulalı abes işler de bulunanlar vardır… bu dünya böyle kurulmuş, böyle gider!
Benim akıllı yavrucuğum,sen işine bak… onların kendi saçlarını, sakallarını yolmaları yakındır!” dedi.

4300. Vakit var, tertemiz ve gür su da akıp gidiyor. Sudan ayrılırsın, ayrılık seni şahrem şahrem eder…bundan önce davran da,
Âbıhayat’la dolu olan ırmaktan su içmeye bak…iç de senden nebatlar bitsin!
Ey gafil susuz, biz velilerin sözlerinden Hızır’ın Âbıhayat’ını içmekteyiz, gel!
Bu gür suyu görmüyorsan bari körler gibi gel de testini suya daldır.
Bu ırmakta su var, bunu duydun ya… köre, taklitle iş yapmak gerek!

4305. Suyu sayıklayıp duran testini ırmağa daldır… daldırınca ağırlaştığını anlarsın…
Anlarsın da su olduğuna inanırsın, gönlün o zaman bu kuru taklitten kurtulur.
Kör, ırmak suyunu açıkça göremez ama testinin ağırlaştığını anlayınca su olduğunu bilir.
Çünkü testi önce hafift,i ırmağa daldırılınca ağırlaştı, içi hayli suyla doldu.
Evvelce her yel beni kapıp beni götürürdü, fakat şimdi ağırlaştım”  beni yel kapamaz artık.

4310. Akılsız kişileri her türlü yel kapıp gider. Çünkü onların kuvvetleri sağlam değildir.
Kötü ve hayırsız adam, lengersiz gemidir; ne demir atmıştır, ne bir yere bağlıdır; deli rüzgârlardan kurtulamaz ki.
Akıllıya emniyet ve huzur veren akıl lengeridir… akıllılardan bir lenger dilen!
İnsan, o cömertlik denizinin inci hazinesinden akıl, fikir kazanırsa
Bunların yardımıyla gönlü marifetler elde eder, gönüllükten çıkar, yücelir… gözleri de nurlanır.

4315. Çünkü nur, gönülden doğar da bu göze vurur. Gönül olmasa gözün hiç bir şey göremez.
Gönül, akıl nurlarıyla nurlanırsa o nurlardan göze de bir pay verir.
Bil ki gökten inen mübarek su, gönüllere gelen vahiydir, dillere gelen doğru sözlülüktür.
Biz de tay gibi ırmaktan su içelim de bizi kınayan vesveseciye bakmayalım, aldırış etmeyelim.
Peygamberlerin izini izliyorsan yola düş, halkın bütün kınamalarını hava say!

4320. Yol aşan, menzil alan yol erleri ne vakit köpeklerin havlamasına kulak astılar?

Konuk öldüren mescit hikâyesinin sonu

O tertemiz aslan adama mescitte neler göründü? Sen onu söyle yine!
Mescitte, suya gark olmuş adam nasıl uyursa öyle uyudu.
Gam denizine batmış âşıkların uykusu, daima kuş ve balık uykusudur.
Gece yarısı korkunç bir sestir geldi:” Ey kendisine fayda dileyen, geleyim mi, geleyim mi?

4325. Bu şiddetli ses tam beş kere geldi, korkudan adamın yüreği çatlıyor, paramparça oluyordu.

“ Onları atlı, yaya askerlerinle çağır “ âyetinin tefsiri

Sen de din yoluna girmeyi, o yolda çalışmayı kurarsın ama şeytan, içinden seslenir:
“ A sapık, o yola gitme, eziyetlere düşer, yoksul olur, kalırsın.
Dostlarından ayrı düşer, hor hakir bir hale gelir, pişman olursun!”
Sen de o melun Şeytan’ın sesinden korkar, yakinden kaçar, sapıklığa düşersin.

4330. “ Hele yarın, hele öbür gün din yoluna girer, koşar, yürürüm… daha önümüzde vakit var” dersin.
Sağdan, soldan ölümün gelip çattığını görürsün… komşuların ölür, evlerinden feryatlar yücelir.
Derken yine can korkusuyla din yoluna girmeye niyetlenir, bir an olsun kendini adam edersin.
Ben korkup ayağımı geri çekmem diye ilimden, hikmetten silahlar kuşanırsın.
Bu sırada şeytan yine hileye sapar, seslenir:” Bu kulluk kılıcından kork, geri dön! “

4335. Yine korkar, aydın yoldan kaçar, o ilim ve hüner silâhlarını atarsın.
Yıllardır bir ses, bir bağırış yüzünden ona kulsun… hırkanı böyle bir karanlığa atmışsın.
Şeytanların bağırışlarındaki heybet, halkı kıskıvrak bağlamış, boğazlarını sıkmıştır.
Onların canları, nura kavuşmaktan öyle meyus olmuştur ki kâfirlerin ruhları da kabirdekilerin dirilmesinden ancak o kadar meyustur.
O melunun sesinin heybeti bu olursa gayrı Tanrı’nın sesindeki heybet ne olur?

4340. Doğandan aslı, nesli belli olan keklik korkar. Sineğe o korkudan pay yoktur.
Çünkü doğan, sinek avlamaz ki… sinekleri ancak örümcekler avlar.
Şeytan örümcek, senin gibi sineğe galiptir. Keklikle, karakuşla işi yok!
Şeytanların bağırışları, kötü kişilere çobanlık eder. Padişahın sesiyse velîlerin bekçisidir.
Bu suretle birbirinden uzak olan bu iki ses birbirine karışmaz… tatlı denizden bir katra bile acı denize taşmaz.

Gece yarısı mescitteki konuğa tılsım sesinin gelmesi

4345. Şimdi o şiddetli ses hikâyesini dinle. O iyi bahtlı konuk, sesi duyunca yerinden bile kıpırdamadı.
Dedi ki: “ Bu ses, bayram davulu sesi… neden korkacakmışım? Tokmağı yiyen davul; o korksun!
Ey kalbi olmayan boş davullar, can bayramınızdan kısmetiniz, tokmaktan ibaret.
Kıyamet bayramında dinsizler davul… bizse gül gibi gülmekteyiz, bayrama erişenlere benziyoruz.
Şimdi duy da bak, bu davul nasıl ses vermekte… devlet tenceresi nasıl kaynamakta*

4350. O er, davulun sesini duyunca  “ Gönlüm, bayram davulundan nasıl olur da korkar?” dedi.
Kendi kendisine dedi ki: “ Gönül, titreme, korkma… yakine erişmiş kötü gönüllülerin canları öldü gitti.
Haydar gibi ya ülkeyi zaptederim ya canım bedenimden gider.”
Yerinden fırladı bağırdı: “ Ey ulu adam, işte buracıkta hazırım; hadi, ersen gel!”
Tılsım, hemencecik bozuldu, her taraftan ulam ulam altın dökülmeye başladı.

4355. Öyle altın döküldü ki oğlancağız, kapının bile kapanıp açılmayacağından korktu.
Ondan sonra o kuvvetli aslan kalktı, ta seher çağına kadar altını dışarıya taşımakla uğraştı.
Altınları gömmekte, sonra yine gelip çuvallara, torbalara doldurarak dışarıya götürmekteydi.
O canıyla oynayan er, gerisin geriye çekilip kaçan korkakların rağmine definelerine sahip oldu.
Her kör ve hakikatten uzak kalmış altına tapan kişinin hatırına bu hikâyeyi duyunca derhal zâhiri altın gelir.

4360. Çocuklar saksıları kırar, o kırık parçalara altın adını takar eteklerine koyarlar.
Oyun oynarken o parçalara altın adını taktın ya… artık ne vakit altın desen çocuğun aklına saksı kırıkları gelir.
Fakat erlerin kastettikleri altın ne o altındır, ne bu altın.
Onlar üstüne, Tanrı’nın adı basılmış hakikî altını kastederler. O altın, ne kesada uğrar, ne ziyana… ebedî ve daimîdir.
O altın, öyle bir altındır ki bu zâhirî altın, parlaklığını ondan almış, kadir ve kıymeti ondan bulmuştur.
Gönül, o altından ganileşir… parlaklık ve aydınlıkta aydan bile üstündür.

4365. O mescit, bir mumdu, adamda pervane… o pervane huylu, âdeta canıyla oynamaktaydı.
Ateş, kanadını yaktı ama daha güzel kanat ihsan etti. O ateşe atılma, âşıka pek kutlu geldi, pek!
O bahtı kutlu, Musa’ya benziyordu. Ağacın civarında bir ateştir, görmüştü.
Tanrı, ona birçok inayetlerde bulunmuştu… o, gördüğünü ateş sanıyordu ama nurdu.
Oğul, sen de Tanrı erini görünce ondan insanlık ateşi var sanıyor, onu insan görüyorsun.

4370. Sen, onu kendiliğinden insan görüyorsun, halbuki o sıfat sende… bâtıl zannın ateşi de bu tarafta, dikeni de!
O, Musa’nın ağacıdır; o, ışıklarla dopdoludur. Bir kerecik olsun ona ateş deme de nur de!
Bu dünyadan vazgeçmek de ateş görünmedi mi? Fakat salikler o makama gittiler, bu âlemi terk ettiler de anladılar ki nurdan ibaretmiş!
Bil ki din mumu yücedir, ateşten ibaret olan mumlara benzemez.
Bu zâhirî mum nur görünür, fakat sevgiliyi yakar… din mumuysa sureta ateş görünür, fakat ziyaretçilere gül kesilir!

4375. Bu zâhirî mum çok işler bitirir, fakat hakikatte adamı yakar. Din mumuysa vuslat zamanı gönül aydınlatır.
Tanrı’ya lâyık olan pak nurun şulesi, ona ulaşanlara nur görünür ama ondan uzak kalanlara ateş gibidir.

O âşıkın Sadr-ı Cihan’la buluşması

O Buhara’lı âşık da kendisini muma atmıştı. O zahmet, aşkı yüzünden kendine kolay gelmekteydi.
Her şeyi yakıp yandıran ahı, göklere yüceliyordu. Sadr-ı Cihan’ın gönlüne merhamet gelmişti.

4380. O bir suç işledi, biz de o suçu gördük. Fakat “ Ey Tanrı, acaba o avaremizin hali nasıl?
Bir seher vakti kendi kendisine diyordu ki merhametimizi adamakıllı bilmiyordu ki.
Suçlu kişinin gönlüne bizden bir korkudur var… fakat korkusunda yüzlerce ümit gizli.
Ben utanmayan ve korkmayan kişiyi korkuturum. Zaten benden korkanı neye korkutayım.
Ateş, soğuk tencerenin altına konur; kaynayan coşkunluğundan baştan çıkan tencerenin altına değil!
Benden emin olanları bilgimle korkuturum; korkanlarınsa korkularını teskin ederim.

4385. Ben yamacıyım, yamanması icap eden yeri yamarım. Herkese nabzına göre şerbet veririm.
Kişinin sırrı ağacın köküne benzer. Yaprakları, o kökten feyz alırda kupkuru gövdesinden çıkar, yeşerir.
Yapraklar, köke göredir. Ağaçta böyle olduğu gibi nefislerle akıllarda da böyledir.
Vefa ağaçlarından göklere yücelmiş kollar, kanatlar var... kökleri yerli yerinde de ferileri gökte.
Aşk yüzünden gökte kollar, kanatlar meydana gelirde Sadr-ı Cihan’ın gönlüne nasıl merhamet gelmez.

4390. Gönlünde o suçu affetme denizi dalgalanmaya başladı…zaten gönülden gönüle pencere vardır!
Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkak. İki gönül iki ten gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz.
İki kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik değildir ama ışıkları katışmış birleşmiştir.
Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını arasın. Dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin!
Fakat aşk, âşıkların vücutlarını inceltir, zayıflatır… sevgililerin vücutlarını ise güzelleştirir, semirtir.

4395. Bu gönülden sevgi ve şimşeği çaktı mı bil ki o gönülde de sevgi vardır.
Gönlünde Tanrı sevgisi arttı mı şüphe yok ki Tanrı seni seviyor.
Tek elin sesi çıkmaz. Öbür elin olmadıkça, iki elin birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne seda!
Susuz, ey tatlı su diye ağlar, inler ama su da nerede o susamış, diye ağlar, inler!
Bizdeki bu susuzluk suyun bizi çekmesinden ileri gelir… biz suyunuz, su bizim.

4400. Tanrı hikmeti ezelde bizi birbirimize âşık etti.
O ezeli hükme göre kâinatın büyük zerreleri çift çifttir ve her cüz’ü de kendi çiftine âşıktır.
Âlemde her cüz’ü de muhakkak kendi çiftini ister. Kehlibar nasıl saman çöpünü çekerse her cüz’ü de muhakkak kendi çiftini çeker.
Gökyüzü yere merhaba der, demirle mıknatıs nasılsa ben de seninle öyleyim.
Gökyüzü aklen erkektir, yer kadın. Onun verdiğini bu, besler, yetiştirir.

4405. Yerin harareti kalmadı mı gök hararet yollar… rutubeti bitti mi rutubet verir.
Gökyüzünde bulunan ve toprağa mensup olan burç, yere yardım eder… suya mensup burç, yere rutubet verir, yeri terü taze bir hale sokar.
Yele mensup burç yele bulutları sevk eder, yerdeki buharları ufunetleri çeker alır.
Ateş burcu da güneşe hararet verir… güneşin önü de, ardı da o burçtan kızmış, tava gibi kızarmıştır.
Kadına nail olmak için kazancının etrafında dönüp dolaşan erkek gibi felek de zamane de dönüp dolaşmaktadır.

4410. Bu yeryüzü, hanımlıklar etmekte, doğurduğu çocukları emzirip yetiştirmektedir.
Şu halde yerle göğün de aklı var; böylece bil. Çünkü akıllıların işlerini işliyorlar.
Bu iki güzel, birbirlerinden süt emmeseler, birbirlerini sevip koçmasalar nasıl olur da birbirlerinin muradına dolanırlardı?
Yer olmasa güller, erguvanlar nasıl biter, gökyüzünün suyu, harareti olmasa yerden ne hâsıl olur?
Dişinin erkeğe meyli, ikisinin de işi tamamlansın diyedir.

4415. Bu birlikte âlem baka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da birbirlerine karşı bir meyil verdi.
Her cüz’e de, diğer bir cüz’e meyil verdi… ikisinin birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bulur.
Gece de böylece gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz, sureta birbirlerine aykırıdır ama hakikatte birdir.
Geceyle gündüz görünüşte birbirine zıttır, düşmandır; fakat her ikisi de bir hakikatin etrafında dönmekte, ağ kurmaktadır.
İşini gücünü başarıp tamamlamak için her biri, canciğer gibi öbürünü ister.

4420. Çünkü gece olmayınca insanın geliri, kuvveti olmaz… bu gelir olmayınca da gündüzler neyi harceder?

İnsanın vücudunda, kendi cinsinden başka bir şeyle hapsedilmiş olan
unsurların kendi cinslerini çekmeleri

Toprak, bedenin toprağına “ Dön geri, canı bırak, toz gibi bize gel.
Sen, bizim cinsimizdensin, bedenden, o rutubetli yurttan kurtulup bize gelmen daha doğru” der.
Beden de “ Doğru… ben de senin gibi ayrılıktan perişanım, fakat ayağım bağlı”diye cevap verir.
Sular, “ Ey yaşlı gurbetten gel, bize ulaş” diye bedenin yaşlığını aramakta.

4425. Esir, “ Sen ateştensin… aslına ulaşma yolunu tut” diye bedenin hararetini çağırıp durmaktadır.
Unsurların ipsiz, halatsız çekişleri yüzünden bedende yetmiş iki türlü illet vardır.
İllet, unsurlar, birbirlerini bıraksınlar diye bedeni koparıp dağıtmak üzere gelir.
Bu unsurlar ayakları bağlı dört kuştur. Ölüm, hastalık ve illet de onların ayak bağlarını çözer.
Birbirlerine bağlı olan ayakları çözüldü, açıldı mı her unsur kuşu hemencecik uçuverir.

4430. Bu asıllarla feri’lerin birbirlerini çekişi yüzünden her an bedenimizde bir illet zuhur eder.
* Kuşa benzeyen her cüz’ün aslına uçması için bu ulaşmayı bozup yırtmak ister.
Fakat Tanrı’nın hikmeti, bu aceleye mâni olur. Onları ecel gelinceye kadar sıhhat vasıtasıyla toplu tutar.
“ Ey cüz’ler, daha ecel gelip görünmedi. Ecelden önce kanat çırpmanızda bir fayda yok” der.
Her cüz’ü, kendi aslına arkadaş olmayı diler, ararsa ayrılıkta kalan bu garip canın hali ne olur. Var, sen kıyas et!

Canın da ruhlar âlemine çekilmeyi dilemesi, onun da vatanına gitmeyi
ve ayağının bağlayan şu cisme ait cüz’ülerden kurtulmayı istemesi

4435. Can der ki: “ Ey benim şu yeryüzüne mensup cüz’ülerim benim garipliğim sizin garipliğinizden daha acı… ben, arşa mensubum.”
Tenin meyli, yeşilliğe, akarsuya… çünkü aslı ondan.
Canın meyli ise diriliğe, diriye. Çünkü aslı Lâmekân’ın canı!
Can, hikmete, bilgilere… ten, bağa, bahçeye, üzüme meyleder.
Can, yücelmeye, yükselmeye can atar; ten, kazanca, ota, yiyeceğe, içeceğe!

4440. O yücelmenin aşkı, o yücelmenin meylide canadır. “ Tanrı onları sever onlarda Tanrı’yı” âyetini bundan anla!
Bunu anlatmaya kalkışsam sonu, ucu gelmez… Mesnevi’ye, daha böyle sekiz misli kağıt bile yetişmez!
Hasılı kim bir şey isterse istediği şey de ona rağbet eder.
İnsan, hayvan, nebat, cemat… her şey, birbirine âşıktır. Bir adam, bir şeyi sevdi de muradı o oldu, başka bir şey dilemez bir hale geldi mi o muradı olan sevgilide muratsız hale gelen âşıkına âşıktır.
Muratsız hale gelen âşıklar, bir murat etrafında döner, dolaşır, yalnız sevgililerini dilerler ama muratları, maksatları olan sevgililer de onları kendilerine çekip dururlar.

4445. Fakat âşıkların meyil ve muhabbetleri, âşıkları zayıf bir hale getirir… mâşukların meyil ve muhabbeti ise onları güzelleştirir, parlak bir hale sokar!
Sevgililerin aşk,ı onların yanaklarını parlatır; âşıkların aşkı, âşıkların canlarını yandırır!
Kehlibar, niyazdan müstağni davranan bir âşıktır…o uzun yola düşen, o uzun yolda savaşansa saman çöpü!..
Bunu bırak… o susamış âşıkın aşkı, Sadr-ı Cihan’ın gönlünde parladı.
O aşkın, o ateşgedenin dumanı ona kadar vardı, gönlünü yumuşattı.

4450. Fakat onu aramayı namusuna, kibrine yediremiyordu.
Merhameti, o yoksula müştak olmuştu; saltanat bu lûtfa mâni oluyordu.
Akıl burada hayran… acaba bu mu onu çekti, yoksa bu çekiş, o taraftan mı oldu?
Cür’etten vazgeç… sen, bunu bilmezsin, anlamazsın. Dudağını yum, gizli sırrı Tanrı daha iyi bilir.
Bundan böyle bu sözü, gizleyeyim… beni o çeken, çekmekte; ne yapayım ben?

4455. Ey bir işe sarılıp savaşan, onu güzelce başarmaya uğraşan, seni çeken… bundan bahsetmeye bırakmayan kim?
Bir yere gideyim diye yüzlerce defa karar verir, davranırsın… fakat seni bir saik, başka yere çeker durur.
Binici, dizgini her tarafa çevirir, taki ham at üstünde bir binicinin bulunduğunu, başı boş bulunmadığını anlasın diye.
Fakat terbiyeli at, üstünde binici olduğunu bilir, bundan dolayı iyi yürür.
O yok mu? Senin gönlünü yüzlerce sevdaya bağlamış, nihayet seni muratsız bir hale getirmiş de sonrada gönlünü kırıvermiştir.

4460. İlk kararının kolunu kanadını kırdı ya… peki, niçin o kanat kıranın varlığı doğru olmuyor, niçin kendini ona teslim etmiyorsun?
Onun kaza ve kaderi senin tedbir ipini koparıverdi… pekâlâ neden kaza ve kaderine inanmıyor, niçin kazasına rıza vermiyorsun?

Tanrı, kuvvet ve kudretin yalnız kendisinde olduğunu anlatmak için
insanların karar verdikleri şeyleri bozar, zıddını meydana getirir. Bazen
da kararında azmetsin, yapacağı şeye tamah eylesin diye o kararı
bozmaz da sonunda bozar, bu da tembih üstüne tembih olur

Yapacağın işlere iyice niyetlenir, yapmayı kurar, kararlaştırırsın. Bazan bu kararın denk gelir.
Gönlün tamahtan düşer, niyetini sağlamlarsın. Sonra tekrar o niyet bozuluverir!
Seni tamamıyla muratsız bir hale getirseydi gönlün ümitsizlenirdi, dilek tohumunu nasıl ekebilirdin?

4465. Ama emel tohumunu ekseydin, akılsız bir hale düşseydin Tanrı hükmünde olduğun, onun emrinin altında bulunduğun nasıl meydana çıkardı*
Âşıklar, muratsız kaldılar da Tanrı’larından haber aldılar.
Muratsızlık, cennete kılavuzdur. Ey yaradılışı güzel,      “ Cennet, istenmeyen, hoşa gitmeyen şeylerle, murada nail olmayışlarla kaplanmıştır” hadisini işit!
Senin muratlarının, görüyorsun ya, ayakları kırık… ama öyle adam vardır ki bütün muratları olur.
Şu halde onun tarafından gönülleri kırılanlar, onun yolunda onun aşkında doğru olanlardır. Fakat nerede âşıkların gönül kırıklığı, nerede başkalarından gönül kırıklığı,

4470. Akıllıların gönülleri, mecburî kırılır… dilediklerini yapamazlar, meyus olurlar. Âşıklarda ise yüzlerce ihtiyar var, dilediklerini yüzlerce kere yapabilirler, öyle olduğu halde ona tabi olurlar, gönülleri bu yüzden kırılır; emellerine bu yüzden erişememişlerdir.
Akılı başında olanlar, bağla bağlanmış kullardır, âşıklar ise hürdür, şekerlenmiş, ballanmış canlardır onlar!
Akıllıların yuları “ zorla gelin “ emridir; gönlünü kaptıranların baharı “ dileyerek gelin “ emri!

Peygamber aleyhisselâm’ın esirlere bakıp gülerek “ Şaşarım bu kavme ki
onları cennete zincirlerle, bukağılarla sürüklüyorlar “ demesi

Peygamber, bir bölük esir gördü. Onları çekip sürüklüyorlardı, hepside feryadü figan ediyordu.
O sırları bilen aslan, zincirlere vurulmuş olduklarını gördü, gizlice onlara bakmaya başladı.

4475. Her biri hiddetinden o Hak Peygambere dişlerini gıcırdatmakta, dudaklarını çiğnemekteydi.
Fakat bu kadar kızgın oldukları halde ağız açmaya kudretleri yoktu… hepsi de on batmanlık kahır zincirine vurulmuştu.
Memur, onları şehre doğru çekmekte, küfür ülkesinden alıp kahırla sürüklemekteydi.
Ne yerlerine başkası kabul ediliyor, ne koyuverilmeleri için para alınıyor, ne de bir ulu kişi onlara şefaat ediyordu.
Peygamber’e “ Âlemlere rahmet” diyorlar ya… öyle olduğu halde bütün bir âlemin boynunu, boğazını kesiyordu.

4480. Onlar Peygamber’i binlerce defa inkâr ederek, ağızlarının içinden hareketini kınayarak gidiyorlardı.
Diyorlardı ki: Nice çarelere başvurduk, çare olmadı. Zaten bu adamın yüreği taş gibi katı .
Biz, binlerce Alpaslanken iki üç çıplak ve yarı canlının elinde.
Bu derece âciz kaldık… uygunsuz hareketimizden mi, yıldızımızın düşüklüğünden mi… yoksa sihirden mi?
Bahtı, bahtımızı yırttı; tahtı, tahtımızı baş aşağı etti.

4485. İşi, sihirle yüceldi, büyüdüyse bir de sihir yaptık, neden tutmadı, neden tesir etmedi?

“ Fetih istiyorsanız işte size Fetif âyetinin tefsiri… ey kınayanlar,
diyordunuz ki “ Benimle Muhammed aleyhisselâm’dan hangimiz
doğrucuysak Yarabbi, sen onu kazandır, ona yardım et! “ Bu sözü,
dinleyenler sizi doğruluk istiyorsunuz, bir gareziniz yok sansınlar diye
söylemekteydiniz. Hak kimdedir, görün diye işte biz de şimdi
Muhammed’e yardım ettik

Eğer dâvamız doğru değilse bizim kökümüzü sök diye putlara da dua ettik, Tanrı’ya da.
Hak kimdeyse, kim doğrucuysa ona yardım et, onun yardımında bulun, biz doğruysak bize, o doğruysa ona muin ol dedik.
Bu duada çok bulunduk, Lât, Uzzâ ve Menât’a nice secdeler ettik;
Dedik ki :  Eğer Muhammed haksa meydana çıkart, değilse onu bize zebun et.

4490. Şimdi onun Tanrı yardımına mazhar olduğunu gördük işte… biz, umumiyetle zulmetmişiz, o nur!
Bu, bize cevap: Dilediğiniz işte meydana çıktı, hanginizin doğru olduğu açığa vuruldu.”
Sonra yine fikirlerindeki bu düşünceyi körletiyorlar, bu sözleri bırakarak diyorlardı ki:
“ Bu düşüncemiz de işimizin tersine gitmesinden meydana geldi; gönlümüzde onun doğru olduğuna dair bir düşüncedir peydahlandı.
Birkaç kere galip geldiyse ne oldu ki… bundan ne çıkar? Zaman da herkese galebe çalıyor!

4495. Biz de zamaneden kâm aldık, bizim bahtımız da yaver oldu… biz de ona birkaç kere üst geldik.”
Sonra yine “ O da mağlûp oldu ama mağlûp oluşu, bizim mağlup oluşumuz gibi çirkince, alçakça değildi.
İyi bahtı o bozgunlukta, o mağlûbiyette bile ona el altından gizlice yüzlerce neşe verdi.
Hattâ o, hiç de mağlûba benzemiyordu. Ne gamı vardı, ne üzülüyordu” demekteydiler.
Müminlerin nişanesi mağlûbiyettir ama müminin alt oluşunda da bir güzellik var!

4500. Misk ve amberi kırsan dünyayı güzel kokularla doldurursun.
Fakat ansızın eşek tezeğini kırsan evler, baştanbaşa pis kokuyla dolar.
Peygamber, perişan bir halde Hudeybiye’den dönerken “ İnna Fetahnâ” devletinin davulu çalındı.

Rasûl aleyhisselâm’ın Hudeybiye’den dönüşüne Ulu Tanrı’nın “ İnnâ fetahnâ “ diye fetih demesindeki sır… o dönüş görünüşte muratsızlığın ta kendisiydi, fakat hakikatte fetihti. Nitekim miski kırmak da görünüşte kırma, hakikatte onun misk oluşunu bildirmek, faydalarını tamamlamaktır

Tanrı devletinden haber geldi: “ Yürü, bu zafere erişemediğinden gam yeme.
Şimdi elindeki bu horluk yok mu? Nimetlere erişmen demektir. İşte şuracıktaki filân kale, filân yer senin!”

4505. Hakikatten de oradan çabucak dönünce bak hele, Kurayza’nın Nazîr’in başına neler geldi,
O iki kaleyle çevrelerindeki yerler teslim oldu, ganimetlerden faydalar elde ettiler.
Öyle olmasa bile şu taifeye bak… onlar gam içinde, keder içinde Tanrı’ya meftun ve âşıklar.
Zehri şeker gibi yemekteler… gam dikenlerini deve gibi otlamaktalar!
Hem de bunu, gamdan kederden kurtulmak için de yapmıyorlar; gama uğradıklarından yapıyorlar. Bu horluk, onlarca rütbelere, mevkilere erişmek!

4510. Kuyunun dibinde öyle neşeliler ki oradan çıkıp taca, tahta nail olacağız diye korkuyorlar.
Sevgiliyle beraber oturduğum yer, yerin altı da olsa yine arştan yücedir.

Mustafa aleyhisselâm’ın “ Beni Yunus ibn-i Metta’dan üstün tutmayın “ hadisinin tefsiri

Peygamber dedi ki: “ Benim miracım, Yunus’un miracından üstün değildir.
Benimki göklere çıkmakla oldu, onun ki yerlere inmekle… zaten Tanrı yakınlığı hesaba sığmaz ki.
Yakınlık, ne yukarıya çıkmaktır, ne aşağıya inmek. Tanrı yakınlığı, varlık hapsinden kurtulmaktır.

4515. Yok olana yukarı nedir, aşağı ne? Yok olanın ne yakınlığı olur, ne uzaklığı, ne geç kalışı!
Tanrı’nın sanat yurdu da yokluktandır, hazinesi de. Sen, varlığa aldanmış kalmışsın, yokluk nedir, ne bileceksin?
Hulâsa onların kırıklığı hiç bizim kırıklığımıza benzer mi a ulu kişi?
Onlar, biz ikbale erişip yücelince nasıl neşelenirsek horluğa düşüp ellerindekini telef edince öyle neşelenirler.
Bu çeşit adamın malı, geliri, yokluk varlığından ibarettir. Yoksulluk, horluk, ona iftihardır, yüceliktir.

4520. Esirlerden biri dedi ki: “ Peki niçin Peygamber, bizim halimizi görmedi.. bizi böyle zincirlere vurulmuş görünce nasıl oldu da güldü.
Hani onun huyları değişmişti, hani o Tanrı huylarıyla huylanmıştı da neşesi ne bu zindanın lezzetlerindendi, ne bu zindan dan kurtulduğundan.
Pekâlâ ya neden düşmanlarının kahroluşundan neşeleniyor, neden bu fetihten bu zaferden gururlanıyor?
Erkek aslanlara kolayca üstün geldi, muzaffer oldu diye neşelenmekte.
Gayri anladık ki o da hür değil… dünyadan başka hiçbir şeyle memnun değil, başka bir şeyden gönlü şad olmuyor?

4525. Yoksa nasıl gülebilir ki? O dünya ehli, iyiye de merhamet eder, kötüye de... iyiyi de esirger, kötüyü de”
Esirler, birbirleriyle bunu konuşuyor, birbirlerine bunu fısıldıyorlardı.
Memur duymasın, duyarsa o padişaha söyler, sözlerimiz kulağına gider diye fısıltıyla konuşuyorlardı.

Peygamber aleyhisselâm’ın onların kınamalarını dırıltılarını duyması

Memur, o sözü duymadı ama Tanrı bilgisine sahip olan Peygamber’in kulağına vardı.
Yusuf’un gömleğini alıp götüren, gömleğin kokusunu duymadı da Yakup duydu.

4530. Şeytanlar, gökyüzünün çevresinde döner, dolaşırlar da yine Levh-i Mahvuz’daki gayp sırlarını duyamazlar.
Muhammed’se dayanıp yatmış, uyurken o sır gelir, başucunda döner durur!
Helvay,ı kime nasipse o yer; parmakları uzun olan değil!
Delici Şahab, şeytanları, hırsızlığı bırakın da Ahmed’ den sır öğrenin diye kovar, sürer.
Ey iki gözünü de dükkana dikmiş, ümidini oraya bağlamış adam, kendine gel, mescide yürü de rızkını Tanrı’dan iste!

4535. Peygamber, onların sözlerini duyup söylediklerini anladı da dedi ki: “ O gülüş, savaşta galebe ettim diye değil ki.
Onlar ölmüşlerdir, yokluk âleminde çürüyüp gitmişlerdir. Bizce ölüyü öldürmeye kalkışmak erlik değildir.
Onlar da kim oluyor ki? Ben savaşta ayak diredim mi ay bile yarılır!
Hani hür olduğumuz, mevki ve şeref sahibi olduğunuz zamanlar yok mu… işte ben, o vakit sizi böyle bağlanmış zincirlere vurulmuş görüyordum.
Ey malla, mülkle, soyla, sopla nazlanan, sen akıllı kişinin yanında oluk üstündeki devesin!

4540. Ten suretinin leğeni damdan düşünce gelecek gelir çatar sözü gözümün önünde tahakkuk etti, gelecek şeyler geldi çattı!
Üzüme bakıyor, şarabı görüyorum… yok’a bakıyorum, açıkça var’ı görüyorum.
Sırra bakmakta, daha dünyada Âdem’le Havva vücuda gelmemişken gizli bir âlem görmekteyim.
Siz, daha Elest deminde zerrelerden ibarettiniz… daha vakit ayaklarınız bağlı, baş aşağı ve alçalmış bir haldeydiniz; sizi öyle görüyordum ben.
Direksiz, desteksiz gökyüzü yaratılmadan bildiğim şeyler, âlem yaratıldıktan sonra da hep o… hiç artmadı.

4545. Ben, daha sudan, topraktan vücut bulmamış, bu surete bürünmemişken sizi baş aşağı olmuş görüyordum.
Siz ikbaldeyken de bunu böyle görüyordum. Yeni bir şey görmedim ki sevineyim!
Gizli bir kahra uğramış, gizli bir kahırla bağlamıştınız. Gayri bu ne kahırdır, bunu kim anlar? Siz şeker yerdiniz de o şeker de zehir olurdu.
Böyle zehirlerle dolu şekeri düşman yerse afiyet olsun… Neden ona haset ediyorsun ki?
Sizde o zehri neşe ile içiyordunuz: eceliniz, gizlice kulaklarınızı tıkamıştı.

4550. Ben üst geleyim de dünyayı zaptedeyim diye harb etmiyorum ki.
Çünkü bu cihan murdardır, pistir. Ben böyle pis bir şeye nasıl haris olurum?
Köpek değilim ki ölünün perçemini çekip koparayım. Ben İsa’yım, ölüyü diriltmeye gelirim.
Sizi helak olmaktan kurtarayım diye savaş saflarını yarmaktayım.
İnsanların başlarını; yüceleyim, devlete erişeyim diye kesmem.

4555. Kessem kessem bütün âlem kurtulsun diye birkaç baş keserim.
Çünkü siz, bilgisizliğinizden pervane gibi ateşe atılmaktasınız.
Bense sizi ateşe düşmeyesiniz diye sarhoşçasına iki elimle ateşten kovmaktayım.
Siz kendinizi fetihler elde ettiniz, üst geldiniz sanıyorsunuz ama asıl o vakit bahtsızlık tohumu ekiyordunuz.
Hadi gayret, hadi gayret diye birbirinizi teşvik ediyordunuz ama âdeta ejderhanın üstüne at sürüyordunuz.

4560. Gûya kahır ediyordunuz, halbuki kahrın ta kendisine çatmıştınız… asıl siz zaman aslanının kahrıyla kahrolmuştunuz!

Azgın, âlemi kahrederken kahrolmuş, üst gelmişken esir düşmüş demektir

Hırsız, ev sahibini kahreder, altın çalar… hırsızlıkla meşgulken valinin adamları gelip çatar.
Eğer o anda ev sahibinden kaçsaydı vali, ona o adamları yollar mıydı hiç?
Hırsızın kahredişi, kahrolmasıdır; çünkü onun kahredişi, kendi başını kapar.
Ev sahibine üstün oluşu, hırsıza bir tuzaktır...bu suretle vali gelir, hırsızı kısas eder.

4565. Sen halka galip geldin, savaşta üst oldun ama Tanrı, seni çeke çeke zincire vurmak için onları mahsustan mağlûp etmiştir.
Kendine gel de mağlûp olanın ardını bırak, dizginini kas, pek at sürme… ezilir, paralanırsın sonra!
Seni bu suretle tuzağa düşürdü mü ondan sonra o kalabalığın saldırışını görürsün sen.
Akıl, bu üstünlükte bozgunluğu görürken nasıl olur da sevinir?

4570. İleriyi gören akıl gözü keskindir. Tanrı, o gözü kendi sürmesiyle sürmelemiştir.
Peygamber, “ Cennet ehli olanlar, bazı şeyler yüzünden savaşlarda, düşmanlıklarda mağlup ve zebun olurlar” dedi.
Bu alt oluş, bu zebunluk; noksan yüzünden, gönüllerinin kötülüğünden, yahut da din zayıflığından değil, son derecede ihtiyata riayet ettiklerinden, düşüncelerine inanmadıklarındandır.
Peygamber, Hudeybiye’de kâfirlere üstün gelmişken gizlice “ İman etmiş erler olmasaydı” hikmetini işitti.
Müminlerin halâs olması için melûn kâfirlerden el çekmek farz oldu.

4575. Hudeybiye ahdi nasıl oldu, oku da “ Tanrı, kâfirlerin ellerini çekti, size dokunamadılar” ne demektir tamamıyla anla!
Peygamber galip gelmişken bile kendisini Tanrı tuzağında mağlup olmuş gördü de
“ Ben sizi ansızın bastırdım, zincirlere vurdum diye gülmüyorum.
Sizi zincirlerle, bukağılarla selviliklere, güllük, gülistanlıklara çekiyorum da ona gülüyorum.
Ne şaşılacak şey… sizi zincirlere vurup amansız ateşten çayırlıklara, çimenliklere götürüyorum.

4580. Cehennemden ağır zincirlerle ta ebedî cennete kadar sürükleyip götürüyorum, dedi.
İyi, kötü: Bu yolda her mukallidi de böylece bağlı olarak Tanrı kapısına çekerler.
Velilerden başka herkes, bu yolu korku ve belâ zinciriyle aşar.
Gayret et de nurun parlasın, aydın olsun… sülûkun, hizmetin kolaylaşsın.

4585. Çocukları da zorla mektebe götürürsün ya… çünkü onların gözleri kördür, faydalarını görmezler.
Ama mektebin faydasını anladılar mı koşa koşa giderler, içleri açılır, neşe duyarlar.
Çocuk mektebe kıvrana, kıvrana gider. Çalışmasına karşılık hiçbir şey görmemiştir ki!
Fakat kesesine birkaç para gündelik kondu mu geceyi hırsız gibi uykusuz geçirir.
Gayret et de ibadetinin karşılığı gelsin… bak o zaman ibadet edenlere nasıl haset edersin.

4590. Mukallitlere “ Zorla gelin”, yaradılışı temiz kişilere de “ İsteyerek gelin” denmiştir.
Bu, Tanrı’yı bir maksat için sever, öbürünün dostluğunda hiçbir garez, hiçbir maksat yoktur.
Bu, dadısını sever ama süt için sever. Öbürünü ancak onu âşık olduğundan, o görünmeyen güzele gönül verdiğinden sever.
Çocuk, dadının güzelliğini anlamaz ki… onda sütten başka bir istek yoktur.
Öbürüyse zaten dadıya âşıktır... bu sevgide muradı, maksadı ancak ona ulaşmaktır.

4595. Şu halde Tanrı’dan bir şey umarak, Tanrı’dan korkarak sevenler, taklit defterinden ders okumaktadırlar.
Nerede Hakk’ı ancak hak için seven, garezlerden, maksatlardan ayrılmış âşık?
Fakat ister öyle sevsin, ister böyle… madem ki Tanrı’yı diliyor, onu Hakk’a çeken yine Hakk’tır.
Daima Tanrı’nın hayrına nail olayım diye Tanrı’yı seven de,
Tanrı’dan başkasına gönül vermekten korkup ancak onu seven de.

4600. Her ikisinin bu sevgisi, bu arayıp taraması da o âlemdendir… bu gönül kaptırma, o dilberden. O güzelin güzelliğinden ileri gelmedir.

Sevgilinin; âşıkı âşıkın bilmediği, ummadığı, aklına bile gelmediği halde kendisine çekişi… bu çekiş yüzünden âşık, daima sevgiliyi arayıp durmakla beraber korkuyla karışık bir ümitsizliğe düşer, başka bir eseri belirmez

Şimdi şuraya geldik: Eğer Sadr-ı Cihan o âşıkı gizlice çekmese, dilemese, istemeseydi.
O âşık, ayrılığa tahammül edemeyecek bir hale gelir, ona kavuşmak için tekrar koşa koşa yollara düşer miydi?
Sevgililerin meyli gizlidir, örtülüdür… fakat âşıkın meyli iki yüz davul zurnayla ilan edilir, o kadar meydandadır.
Burada ibret için bir hikâye söylemek var ama Buhara’lı âşık beklemekten âciz oldu.

4605. Sevgilisini arayıp duruyor, ölmeden kavuşsun, yüzünü görsün diye söylemekten vazgeçtik.
Ölümden kurtulsun, kurtuluşa erişsin… çünkü sevgiliyi görmek, Âbıhayat içmektir.
Görülmesi, ölümü gidermeyen sevgili, sevgili değildir. Onun ne meyvesi vardır, ne yaprağı!
Ey iştiyak çeken sarhoş, iş, o iştir ki sen o işteyken ölüm bile gelip çatsa sana hoş gelsin.
Delikanlı, iman doğruluğunun nişanesi, o sırada ölsen bile sana ölümün hoş gelmesidir.

4610. Canım, imanın böyle değilse kâmil değildir demek… yürü, dini tamamlamaya savaş!
Hangi işe girişirsin de o işte sana ölüm bile hoş gelirse sevdiğin iş, işte o iştir.
Ölümün kötülüğümü gitti mi zaten artık o ölüm, değildir, ölümün bir suretidir, bir göçmeden ibarettir, o.
Ölümdeki kötülük gitti mi ölümde fayda var demektir. Gayri dosdoğru anlaşıldı ki ölüm geçti gitti!
Sevgili dediğin bir Hak’tır, bir de Tanrı’nın “ Sen benimsin, ben senin” dediği.

4615. Şimdi kulak ver de dinle: Aşk, âşıkı liften örme ipliklerle bağlamış… sürükleyip getirdi.
Sadr-ı Cihan’nın yüzünü görür görmez sanki can kuşu, bedeninden uçup gitti.
Bedeni kuru bir ağaç gibi kalakaldı… tepesinden tırnağına kadar buz kesildi!
Yüzüne gül suları serptiler, yanında buhurlar yaktılar… neler yaptılarsa faydasız… kıpırdamadı, seslenmedi bile!
Padişah, onun safran gibi sararmış yüzünü görünce atından indi, yanına geldi.

4620. Dedi ki: “ Âşık hararetle sevgiliyi arar… fakat sevgili geldi mi o âşık yok olur, kendisinden geçer gider!
Sen Tanrı âşıkısın; Tanrı, ona derler ki geldi mi sen de bir kıl kadar olsun varlık kalmaz.
O nazarın karşısında senin gibi yüzlercesi fanidir… hocam, meğerse sen kendini yok etmeye âşıkmışsın!
Sen bir gölgesin, güneşe âşıksın…. Şems geldi, elbette gölge derhal yok olur!

Sivrisineğin Süleyman aleyhisselâm’a gidip rüzgârdan şikâyet ederek hakkını istemesi

Bir sivrisinek, çayırlıktan, çimenlikten gelip Süleyman’ın huzuruna çıkarak hakkını istedi de dedi ki:

4625. “ Ey Süleyman, Şeytanlar, insanoğulları ve periler arasında adaleti yaydın;
Kuş da senin adaletine sığınmış, balık da. Kimdir o kaybolan, kimdir o mahrum ki adaletin, onu arayıp bulmamış olsun?
Bize de insaf et, bizim de hakkımızı al… çok perişanız… bağdan da nasibimiz yok, gül bahçesinden de!
Her zayıf kişinin müşkülünü halledersin… sivrisinek, zaten zayıflığın misalidir.
Biz, zayıflıkla, kanadı kırık olmakla, âcizlikle tanınmışız… sen lûtufla, yoksullara yardımla tanınmışsın.

4630. Sen, kudret derecelerinin en sonuna varmışsın… biz, âcizliğin, zavallılığın son derecesine varmışız!
İmdat et, bizi bu gamdan kurtar… ey eli, Tanrı eli olan, elimizi tut! “
Süleyman “ Ey hak isteyen, kimden şikayet ediyorsun? Söyle.
Kimdir o zalim ki ululuk satarak sana zulmetti, yüzünü, gözünü tırmaladı?
Bizim zamanımızda zalim nerede? Şaşılacak şey… nasıl oluyor da hapsedilmemiş, nasıl oluyor da bizim zindanımızda değil?

4635. Bizim doğduğumuz gün zulüm öldü…. kimdir bizim zamanımızda zulmeden?
Nur geldi mi zulmet yok olur. Zulmün aslı ve arkası da zulmettir.
Bak, şeytanlar, bizim için çalışmada, kazanmada, bize hizmet etmede… hizmetten çekinenler de zincirlerle bağlanmış, bukağılarına vurulmuş!
Zalimler, Şeytan’ın iğvasiyle zulmederler, zalimlerin zulmünün aslı Şeytan’dan gelir… Şeytan, bağlarla bağlanmış, zincirlere vurulmuşken nasıl olup da zulümde bulunabilir?
Tanrı, bize padişahlığı; halk göklere el açıp ağlamasın diye verdi.

4640. Ah ve feryatların yücelere çıkmasın, gök yüzüyle süha yıldızı ıstıraba düşmesin.
Arş yetim feryadıyla titremesin, hiç kimse sitemle perişan olmasın diye bize saltanat ihsan etti.
Göklere “ Yarabbi” sesi çıkmasın diye ülkelerde yol yordam olarak bu adaleti, bu ihsan kaidesini bir kanun haline getirdik.
Ey mazlûm gökyüzüne bakma… zamanede gök gibi ihsan ve feyz sahibi bir padişahın var” dedi.
Sivrisinek dedi ki: “ Benim feryadım rüzgârın elinden… o bize zulüm ellerini uzattı, bize zulmetti.

4645. Onun zulmünden daraldık, onun yüzünden dudağımız yumulu, kanlar yutmaktayız!

Süleyman aleyhisselâm’ın acıklanan sivrisineğe düşmanını da mahkemeye getirmesini emretmesi

Süleyman, “ Ey güzel sesli, Tanrı emrini candan dinlenmek gerek.
Tanrı bana dedi ki: “ Ey adalet sahibi, hasmı da hazır olmadıkça kimsenin şikâyetini dinleme.
İki hasım da hazır olmazsa hâkim, hak hangisindedir, bilemez.
Birisi yalnız gelse de yüzlerce şikâyette bulunsa, yüzlerce feryat etse bile sakın ha, sakın... hasmı olmadıkça sözünü kabul etme.

4650. Ben fermandan yüz çeviremem. Hadi git, hasmını al, öyle gel” dedi.
Sivrisinek dedi ki: “ Sözün doğru, delilin tam yerinde… düşmanım rüzgâr, o da senin emrinde!”
O padişah “ Ey seher yeli, sivrisinek, zulmünden feryat ediyor… gel,
Hadi, geç hasmının karşısına da anlat, ona cevap ver, dâvasını reddet!” dedi.
Rüzgâr, bu emri duyunca çabucacık esip geldi… fakat sivrisinek kaçma yolunu tuttu!

4655. Süleyman “ A sivrisinek nereye? Dur da ikinizi de dinleyip hüküm vereyim” dedi.
Sivrisinek dedi ki: “ Padişahım, ölümüm, onun varlığından… zaten günüm, onun dumanından kararmakta.
O gelince ben nasıl durabilirim? Benim kökümü kazan o! ”
Tıpkı bunun gibi Tanrı tapısını arayan da Tanrı geldi mi yok olur.
O vuslat ebedîlik içinde ebedîliktir ama o ebedîlik yokluk suretinde tecelli eder.

4660. Nur arayan gölgeler, nur zuhur etti mi yok olur.
Âşık, başını verince akıl kalır mı gayrı? Her şey helâk bulur, yalnız onun hakikati kalır.
Onun hakikatine karşı var da yok olur, yok da. Yoklukta varlık… bu, pek acayip bir şey!
Bu makamda akıllar elden çıkar, kalem buraya vardı mı kırılır, bir şey yazamaz olur!

Sevgilinin, kendine gelsin diye âşıkına iltifat etmesi

Sadr-ı Cihan, o âşıkı yavaş, yavaş istiğrak âleminden çekmekte, söz söyleme makamına getirmekteydi.

4665. Padişah âşıkın kulağına dedi ki: “ Ey yoksul, eteğini aç, sana altın saçmaya geldim.
Canın ayrılığımla halecan içindeydi… İmdadına geldim, nasıl oldu da ürküp kaçtı?
Ey ayrılığımla dünyanın soğuğunu, sıcağını, kahrını, kahrını, lûtfunu gören âşık, kendine gel, dön geriye!
Akılsız bir tavuk, deveyi evine konuk götürür.
Fakat deve, tavuğun evine  ayak atar atmaz ev yıkılır, dam çöker!

4670. Bizim aklımız, fikrimiz de tavuk kümesinden ibaret. Salih’in aklıysa Tanrı devesini arar.
Deve, başını suya, toprağa daldırınca orada ne toprak kalır, ne can, ne gönül.
Aşk öyle bir fazilettir ki insanı faziletler sahibi yapar… fakat insan, bu haddinden fazla dileyiş yüzünden hem pek zalimdir, ham de pek cahil!
İnsan hakikaten bilgisizdir; Hele bu müşkül avda büsbütün bilgisiz. Bir tavşan, aslanı kucaklamaya çalışıyor!
Eğer aslanı bilseydi, görseydi hiç kucaklamaya kalkışır mıydı, buna imkân mı var?

4675. İnsan, canına da zulmeder, nefsine de… fakat şu zulme bak, şu zulmü gör ki adaletlerden bile topu kapar, adaletlerden bile üstündür, ileridir.
Bilgisizliği ilimlere üstattır… zulmü, adaletlere doğru yol gösterir.
Sadr-ı Cihan, bu nefesi kesilmiş âşık, ona ben nefes bağışlayınca dirilir, kendine gelir diye âşıkın elini tuttu,
“ Bu bedeni ölü, bu canı uyanık âşık, benimle diriliyor. Şu halde o, benim canım… bana yüz tutuyor.
Ben onu bu candan yücelteyim, bu cana muhtaç olmasın. Ona bir can bağışlayayım da ihsanımı onunla görsün!

4680. Nâmahrem can, sevgilinin yüzünü göremez. Dostun yüzünü ancak aslı onun civarında olan can görür.
Bu dosta kasap gibi üfüreyim de o lâtif ruhu derisinden çıksın deyip,
Âşıka “ Ey belâlar yüzünden bedeni terk edip giden can, vuslat kapımızı açtık, gel gel!
Ey varlığımız, yokluğuna, sarhoşluğuna sebep olan… ey varlığı, varlığımızdan ibaret bulunan âşık!
Şimdi ben sana dilsiz, dudaksız yeniden yeniye eski sırlar söyleyeceğim dinle!

4685. Dilsiz, dudaksız söyleyeceğim, çünkü şu diller, dudaklar, bu nefesten ürkerler. Bu nefes, gizli bir ırmağın kıyısında yetişir, meyve verir!
Şimdi can kulağını aç da “ Tanrı dilediğini yapar sırrını duymaya hazırlan” dedi.
Âşık, vuslata çağrıldığını duyunca yavaş yavaş kımıldanmaya başladı.
Âşık, topraktan da aşağıyı değil ya… toprak bile sabah rüzgârının işvesiyle yeşiller giyinir, yokluktan başını kaldırır!
Meniden de aşağı değil ya… meni bile Tanrı emrini duyar da güneş yüzlü Yusuflar meydana getirir!

4690. Rüzgârdan da aşağı değil ya… Kün emrini işitir de rahimde tavus olur, güzel güzel söz söyleyen kuş kesilir!
Taştan, topraktan meydana gelen dağdan da aşağı değil ya…. deve doğurur da o deveden de deve yavrusu doğar!
Bunların hepsini bir tarafa bırak, yokluk koskoca bir âlem doğurmadı mı? Hâlâ da her an bütün varlıklar ondan doğmuyor mu?
Âşık, sıçradı, titredi, neşeli neşeli bir iki döndü, bir iki çark vurdu… yere kapandı, secdeye vardı!

Âşıkın kendine gelmesi ve sevgiliyi övmeye başlaması sevgilinin şükretmesi

Dedi ki: “ Ey çevresinde canın tavaf edip durduğu Tanrı ankası… şükrolsun, kaf dağından geri döndük,

4695. Ey aşkın kıyamet yerinde İsrafillik eden sevgili… ey aşkın aşkı, ey aşkın dileği!
Bana hilât vermeden önce dilerim, kulağını pencereme daya…
Kalbim tertemizdir, bu yüzden halimi bilirsin… ey kulları yetiştiren, ey kullarına lûtuflarda bulunan sevgili, sözlerimi duy!
Ey misli olmayan Sadr, nice zamandır halimi duymanı arzulayıp durdum. Bu arzuyla aklım, fikrim uçtu gitti.
Nice zamandır sözlerimi dinlemeni, derdimi duymanı, o cana canlar katan gülüşlerini,

4700. Benim eksik, artık sözlerimi işitmeni, benim kötülükler düşünen canımın işvesini düşünüp durdum, özleyip yattım.
Benim sence mâlum olan kalp akçelerimi sağlam para gibi kabul ettin.
Şuh bir küstahın küstahlığına gösterdiğin hilme karşı bütün hilimler, bir zerreden ibaretti.
Dinle bak, hizmetinden ayrıldığım andan itibaren nelere uğradım: İlk önce benim için ne evvel kaldı, ne âhir... ön de gözümden kalktı, son da!
İkinci, ey güzel sevgili, çok aradım ama sana bir ikinci bulamadım.

4705. Üçüncüsü senden ayrıldım ayrılalı Tanrı, üçün üçüncüsüdür demiş gibi oldum.
Dördüncüsü, ayrılık, tarlamı, ekinimi yaktı; Hâmise’yi Râbia’dan ayırd edemez oldum!
Nerede topraklar üstünde kan görürsen hiç şüphe etme ki biz oradan geçtik, kanlı göz yaşlarımızı takip ederek izimizi izleyebilirsin!
Sözlerim, bu feryad ü figanın âdeta gök gürültüsü… yeryüzüne bulutlardan yağmur yağdırmak istiyor!
Söylemekle ağlamak arasında mütereddidim… nasıl edeyim; ağlayayım mı söyleyeyim mi?

4710. Söylesem ağlayamam; fakat ağlarsam sana nasıl şükredebilir, seni nasıl övebilirim?
Padişahım, gözlerimden gönül kanları akmakta. Bak, gözlerimden neler akıyor?”
O zayıf âşık, bunları söyleyip ağlamaya başladı… Haline aşağılık kişilerde ağladılar, yüce kişiler de!
İçinden öyle bir hay haydır coştu ki Buhara halkı etrafına toplandı.
Hayran hayran söylemekte, hayran hayran ağlamakta, hayran hayran gülmekteydi. Kadın, erkek, büyük, küçük, herkes ona şaştı kaldı!

4715. Bütün şehir, onun rengine boyandı; herkes, onunla beraber ağlamaya başladı. Kadın, erkek birbirine karıştı, kıyametten bir alâmet oldu!
O anda gökyüzü yere, kıyameti görmedinse gör diyordu!
Akıl, bu ne aşktır, bu ne haldir… onun ayrılığına mı şaşmalı, kavuşmasına mı… hangisi daha ziyade şaşılacak şey diye hayran olmuştu.
Gök, o anda kıyametnameyi okumuş, saman uğrusuna kadar elbisesini yırtmıştı!
Aşk, iki âleme de yabancıdır; aşkta yetmiş iki türlü divanelik var!

4720. Aşk, pek gizlidir ama şaşkınlığı meydanda… Padişahların canları bile ona hasret çekmektedir.
Aşk dini, aşk mezhebi, yetmiş iki şeriatta da dışarıdır. Padişahların tahtları, aşka karşı alelâde bir tahta parçasından ibarettir.
Aşk çalgıcısı, semâ vaktinde şunu çalar: Kulluk bir bağdır, efendilik baş ağrısı!
Şu halde aşk nedir? Yokluk deryası! Aklın ayağı, orada kırıktır!
Kulluk da malûm sultanlık da… âşıklık bu iki perdeden gizli!

4725. Keşke varlığın bir dili olsaydı da varlardan perdeyi kaldırsa, hakikati anlatsaydı!
Ey varlık nefesi, ona ait ne söylersen bil ki onun üstüne bir perde daha örttün.
Onu anlamanın âfeti, sözdür, haldir; kanı kanla yıkamanın imkânı yok!
Ben, onun sevdalılarının mahremiyim… gece, gündüz kafes içinde ondan bahsetmedeyim!
Ey can, pek sarhoşsun, pek kendinden geçmiş, pek perişan ve harap olmuşsun… dün gece hangi yanına yattın ki?

4730. Kendine gel, kendine… bu sırdan pek bahsetme; önce bir sıçra, kendine mahrem bir dost iste!
Âşıksın, sarhoşsun, dilin açılmış… Allah, Allah… sen, oluk üstünde bir devesin!
Dil, onun sırrından, onun nazından bahse kalkıştı mı gök, “ Ey hakikatini güzelce örten Tanrı” demeye başlar.
Fakat aşkı örtmek nedir? Ateşi yün ve pamuk içinde gizlemek! Ne kadar örtersen o kadar meydana çıkar!
Ben, onu örtmeye çalıştım mı o, bayrak gibi baş kaldırır, işte buracıktayım der.

4735. Benim inadıma o, iki kulağımdan yakalar da, a kendi bildiğine giden, beni nasıl örteceksin, nasıl gizleyeceksin? Hadi, gizle bakalım der.
Derim ki: Hadi git, coşmuşsun ama can gibi hem meydandasın, hem gizli!
Der ki: Bu tenim küp içinde mahpus… fakat şarap gibi küp içinde ıslık çalmaktayım!
Derim ki: bir yere rehin olmadan, sarhoşluk âfeti gelmeden çekil, git.
Der ki: İçimi güzel lâtif kadehin içinde ta akşam namazı vaktine kadar gündüzün dostuyum.

4740. Akşam gelip de kadehimi çaldı mı, ona daha benim akşamım gelmedi, kadehimi ver derim!
Şarap içmeye alışmış olan, şaraba doyamaz. Arap, onun için şaraba müdam adını taktı,
Hakikat şarabını aşk, kaynatır coşturur. Doğru sözlü, doğru özlü âşıka gizlice saiklik eden aşktır.
Tanrı inayetiyle aşka ulaşmayı dilersem şarap, can suyudur, sürahi de beden!
Hidayet şarabı çoğaldı, arttı mı şaraptaki kuvvet, sürahiyi kırar.

4745. Sâki de su kesilir, sarhoş da… nasıl olur deme, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
Şaraba vuran ışık, sâkinin ışığıdır… Şarap, bu ışıkla coşar, köpürür, oynar kuvvetlenir!
Gayri sen o şaşkına sor: Sen şarabın bu halini ne vakit gördün?
Düşünceye hacet yok, her bilinene aşikârdır: Coşana elbette bir coşturan var!

Uzun bir ayrılığa düşmüş, çok maceralar geçirmiş bir âşıkın hikâyesi

Bir delikanlı, kızın birine delicesine âşık olmuştu. Fakat bir türlü vuslat zamanı gelmiyordu.

4750. Aşk ona yeryüzünde bir hayli işkenceler etmişti. Aşk neden, önce âşıka kinlenir?
Neden, önce kanlı katil gibi davranır? Doğru âşık olmayan kaçsın, aşktan vazgeçsin diye!
O delikanlı da kadına birisini yollasa o yolladığı adam, hasedinden zavallının yolunu vururdu.
Sevgilisine bir mektup yazıp yollasa okuyan, kelimeleri yanlış okurdu.
Sabah rüzgârını, vefatını arz etmek üzere gönderse rüzgâr, toza dumana gark olur, kararırdı.

4755. Kuşun kanadına bir kâğıt parçası bağlayıp uçursa kâğıttaki ateşli sözlerden kuşun kanadı yanardı.
Tanrı’nın kıskançlığı çare yollarını bağlamış, düşünce askerinin bayrağını kırmıştı!
Önceleri bekleyiş, gamına munisti… sonradan bekleyiş, o bekleyişi de kırdı, geçirdi, mahvetti!
Gâh derdi ki: Bu derdin devası yok… gâh derdi ki: Hayır… bu dert bizim, canımıza can ve hayat!
Gâh varlığı galebe eder, bir şeyler yapmaya niyetlenirdi; gâh yokluğa düşer, yokluktan meyveler yer, gıdalanırdı.

4760. Nihayet bu hale bir çare bulamayıp ümitsizliğe düşünce birlik kaynağı kızıştı, coştu!
Gurbet azıksızlığıyla azıklanınca azıksızlık azığı, çaresizlik çaresi, ona doğru koştu!
Düşünce salkımları çöpsüz bir hale geldi…o âşık, ay gibi gece yolcularına kılavuz kesildi!
Nice güzel sözlü dudular vardır ki susarlar… nice tatlı özlüler vardır ki ekşi yüzlüdürler!
Yürü, bir an mezarlığa var da susarak otur. O söz söyleyip duran susmuşları gör!

4765. Onların topraklarını bir renkte, bir halde görürsün ama halleri bir değildir ki!
Dirilerin da yağları, etleri bir… fakat birisi gamlı, öbürü neşeli!
Sözlerini duymadıkça hallerini ne bileceksin. Halleri senden gizli kalır.
Söyletsen de sözlerinden ancak bir hay huydur duyarsın. Yüz kat gizli olan hallerini nereden göreceksin ki?
Bir olan suretimizde bile birbirine zıt vasıflar var. Toprak da bir ama ruhlar ayrı ayrı!

4770. Seslerde böyle… ses olmak bakımından bir, fakat birisinin sesi dertli, öbürünün nazlı, edalı!
Savaşta atların kişnemelerini… koşuşup uçuşurken kuşların cıvıltılarını duyarsın ya…
Birisi kızgınlığından, hasedinden, öbürü arkadaşlarıyla birleşme yüzünden kişner,cıvıldar. Biri derdinden bağırır, öbürü neşesinden!
Fakat onların hallerini anlamaktan uzak olana göre o sesler hep birdir!
O ağaç baltadan titrer, şu ağaç seher yelinden!

4775. Bu arada kalası tencere yüzünden çok yanıldım…çünkü kapağı kaynıyor!
Doğrulukla kaynayan da o kaynayışıyla, o coşkunluğuyla seni çağırır, gel der… yalanla, riya ile kaynayan da!
Eğer insanları yüzlerinden tanıyan candan bir koku almadıysan, eğer o kabiliyet sende yoksa yürü…kokudan anlayan bir dimağa sahip olmaya çalış!
O gül bahçesinde dönüp dolaşan dimağa sahip olmaya uğraş… Yakubların gözünü bile o dimağ, aydınlatır.
Hadi, o gönlü hasta âşıkın ahvalini anlat… oğul, neye Buhara’lı âşıktan uzak düştün.

Âşıkın mâşukunu bulması, arayan mutlaka bulur, bir zerre miktarı hayırda bulunan, hayrının mükâfatını görür

4780. O delikanlı, tam yedi yıl sevgilisini aradı, durdu; vuslat hayaliyle hayale döndü!
Tanrı’nın gölgesi kulun başı üstündedir. Arayan, nihayet aradığını bulur.
Peygamber dedi ki: Bir kapıyı çalar durursan nihayet o kapıdan bir baş çıkar, görünür.
Bir adamın oturduğu yerin civarında oturursan sonunda elbette o adamın yüzünü görürsün.
Bir kuyudan her gün toprak çeker, çıkarırsan onunla tertemiz suya erişirsin elbet.

4785. Sen inanmazsan da bunu herkes bilir. Ne ekersen bir gün gelir, onu biçersin.
Taşı, demire vur da kıvılcım çıkmasın…. Böyle şey olmaz, olsa bile nadirdir.
Bir adamın bahtı yaver olmaz, bir adamın nasibinde kurtuluş bulunmazsa o adam, ancak nadir olan şeylere bakar!
Filân kişi ekin ekti de mahsul devşirmedi, feşman adam sedef buldu da içinde inci yoktu.
Baûroğlu Bel’amla melûn İblis bu kadar ibadet ettiler, ne dinleri fayda verdi, ne ibadetleri der de.

4790. O kötü zanlı kişinin hatırına yüz binlerce peygamber, yüz binlerce hak yoluna gidenler gelmez bile!
Bula bula gönlüne kasvet veren, gönlünü karartan bu iki misali bulur… fakat bahtsızlık, gönlüne bundan başka bir misal getirebilir mi ki?
Nice kişiler vardır ki neşeli neşeli ekmek yerken ekmek, boğazlarına durur, ölümlerine sebep olur!
A musibet, sen de ekmek yeme de onun gibi kötülüğe uğrama bari!
Nice yüz binlerce adam da vardır ki ekmek yer, kuvvetlenir, can besler.

4795. Ezelden mahrum ve bir ahmağın oğlu değilsen o arada bir olup gelen şeye neden saplandın?
Şu âlem, güneşin, ayın nuruyla dopdolu da o, başını kuyunun dibine eğmiş.
“ Aydınlık var diyorlar, bu söz doğruysa nerede, hani?” deyip duruyor. A alçak, başını kuyudan kaldır da bak!
Bütün dünya… doğu, batı, o nurla nurlanmış… fakat sen kuyudayken o nur, sana vurmaz ki!
Kuyuyu bırak, köşklere, bağlara git; burada inat edip durma, inat meş’umdur denmiş!

4800. Kendine gel, filân adam filân yıl ekin ektide mahsulünü çekirgeler yedi…
Ben neye ekeyim, burası korkulu bir yer… neden elimdeki buğdayı yerlere saçayım deme.
Ekin ekmeyi terk etmeyen, işten güçten kalmayan ekti de sen, kör gibi durup dururken ambarlar doldurdu.
O delikanlı da ümitle, neşeyle bir kapıyı çalıp duruyordu; nihayet bir gün sevgilisini tenhaca buldu, vuslatına erdi.
Bir gece bekçinin korkusundan kaçıp bir bağa girdi. Orada sevgilisini mum gibi buluverdi.

4805. O sebebi halk eden Tanrı’ya o anda hamd ederek dedi ki. “ Yarabbi, sen bekçiye rahmet et!”
Bilinmez, anlaşılmaz sebepler halk etmişsin. Beni cehennem kapısından cennete almışsın!
Hiç kimseyi, hiçbir şeyi hor görmeyeyim diye şu işe bunu sebep ettin.
Ayak kırıldı mı Tanrı kanat ihsan eder. Kuyunun dibinden bile bir kapı açar da.
Sen ağaç üstünde ol, kuyu dibinde bulun, buna bakma… beni gör, bana bak ki yolun anahtarı benim, yolu ben açarım der!”

4810. Kardeşim, gayrı bu hikâyenin arda kalan kısmını anlamak istersen dördüncü ciltte ara!

- ÜÇÜNCÜ CİLDİN SONU -

AÇIKLAMALAR  ( Beyitler  3501 - 4810 )

B. 3502. H. Muhammed, "Biriniz yaratılacağı vakit anasının karnında kırk gün içinde pıhtılaşmış kan haline gelir, sonra yine kırk gün içinde bir et parçası olur, sonra Tanrı bir melek yollar ve melek vasıtasıyla ona ruh üfürür, canlandırır" demiştir.

B. 3562. Bilâl. Aslen Habeşli olan bu zat Medi-neye gelmiş. II. Muhammıd'c inanmış, sesi çok güzel olduğu için müezzin olmuştur. Hicrî 20 de (640-Gil) Şam'da vefat etmiştir.

B. 3562. Göğün altındaki analar, dürt unsurdur.

B. 3572-3573. Tıp bilgisine sahip oldukları anlaşılıyor.

B. 3576. İnsanın, hayatta havailik devresini geçirdikten sonra inanış, görüş, anlayış., tek sözle fikir bakımından bir olgunluğa erişmesini ve inanmayan kişinin inanmasını İsa

Peygamber, "ikinci defa doğuş" sözüyle anlatmakta ve "ikinci defa doğmayan meleklik âlemine giremez" demektedir. Bütün İncillerde rastlanan bu fikri, aşağı yukarı Müslümanlıkta ve bilhassa Müslüman sofilerinde de buluyoruz. Sofiler, H. Muhammed'in "ölmeden önce ölün, hesabınız görülmeden hesabınızı görün" dediğini rivayet ederler ki, bu ihtirastan ve maddî hayattan ölmek, ferdiyeti terk etmek ve mânevi hayatta dirilmek demektir. Bu fikir Budha'dan itibaren bütün düşüncelere hâkim olmuştur, diyebiliriz.

B. 3576. İllet-i Ula, ilk sebep, bütün sebeplerin sebebi demektir. Hukema denilen İslâm filozoflarına göre "Akl-ı Kül" dür. Akl-ı Kül, fâil-i muhtar değildir, yani dilediğini yapamaz ve idraki yoktur. "Mucib bizzat" tır, yani yaratıcı kudretin zatının iktizası olan bu faal tecelli, zarurî olarak Nefs-i küllü meydana getirir ve bu faallikle, münfeillikten bütün âlem meydana gelir. Cüz'i illet, her şeyin varlığına sebep olan şeydir ki doğrudan doğruya "İllet-i Ula" nın tecellisinden başka bir şey değildir.

B. 3657. Nefiy bir şeyin varlığının olmadığını, yok olduğunu kati olarak göstermek, ispat da bir şeyin varlığını katî olarak söylemektir. Müslümanlığın esası olan Tanrı birliğini bildiren "La ilahe illallah" - Tanrı'dan başka yoktur tapacak" cümlesinde Tanrı'dan başka vehmedilen ve aslı olmayan bütün yalancı mabutlar nefyedilmekte, tek ve hakiki Tanrı, ispat olunmaktadır. Bu cümledeki "La" nefyi, "İllâ" ispatı gösteren kelimelerdir.

B. 3664. Kur'anın ikinci suresi olan Bakara suresinin 146 inci âyetinde "kendilerine Tevrat ve İncil'i verdiğimiz Yahudiler, Hıristiyanlar, H. Muhammed'i oğullarını tanır gibi tanırlar ve onun hak Peygamber olduğunu bilirler. Fakat onların bir kısmı bildikleri halde hakkı gizlerler" denilmektedir.

B. 3669. Kur'anın 19 uncu suresi olan Meryem suresinde Kur'anda Meryemi an, o vakit yıkanmak için yakınlarından ayrıldıydı da Beyti Makdis'in doğu tarafına gitmişti denilmektedir.

B. 3745. Kur'anın 67 inci suresi olan Mülk suresinin 15 inci âyetinde "Tanrı, öyle bir Tanrı'dır ki yeryüzünü size rametti. Etrafını gezin, dolaşın, yetiştirdiği rızıklardan yiyin. Dönüp gideceğiniz, yine Tanrıdır" denmektedir.

B. 3832. Ebu Hanife, Kûfe'li bir Müslüman âlimdir. Kurduğu mezhebe "Hanefilik", bu mezhebe uyanlara "Hanefî" denir. Asıl adı Numan olan Ebu Hanife, Sünni Alimleri içinde pek şöhret kazanmış ve "İmam-ı Âzam" diye anılagelmiştir, 150 Hicrîde (767) Bağdat’ ta ölmüştür, Şafiî denilen İdris oğlu Muhammed de Sünnî imamlarından olup dört meşhur sünni mezhebinden Şafiîliğin kurucusudur. Hicrî 204 (819-820) de ölmüştür.

B. 3839. Bu beyit meşhur Ebu-al Gîyâs Mugiys-al dir. Husayn-ibn-al Mansur-al Hallâc'ın "Ey inandığım, güvendiğim kişiler, beni öldürün.. Şüphe yok diriliğim ölümümdedir" mealindeki beytinden alınmıştır (Le Dîvân d'Al-Hallaj, Louis Massignon, Paris 1931, S. 33-34), C. I, S. 177, B. 1807-1809 a da bakınız.

B. 3842. Bundan önceki üç beyit Arapçadır.

B. 3849. Ziyadat, Hanefî mezhebinin füruuna, yani inanış kısmına değil de ibadet ve muamelât esaslarına ait bir kitaptır. 189 Hicride (805-806) ölen Muhammed ibn-al Hasan-al Şeybani'nin eseridir. Silsile, Ebu Muhammed - Abdullah-al Cüveynî'nin Şafiî füruuna ait bir eseridir. Bu zat 438 H. de (1046-1047) ölmüştür.

B. 3850. Bir adam, oğlu ile beraber ve bir anda ölse, bunların da birer oğullan kalsa her iki oğul, kendi babalarının miraslarını alırlar; Baba evvel öldü, yahut oğul evvel öldü ise devir lâzım gelir. Yani sonra ölen evvel ölenin mirasını alır, onun mirasçısı da onun mirasına konar. Fıkıh, yani İslâm hukukunda buna "devir" denir.

B. 3852. Hul bir şey karşılığı olarak karıyı boşamaya derler. Mübârat, karıyla kocanın sulh yoluyla birbirlerinden ayrılmalarına denir.

B. 3880. Eski nücum bilgisine göre ikinci kat gökte olan ve çok hızlı döndüğü için "Trio-ok" adı da verilen Utarid zekâ, akıl anlayış silâhı sayılırdı. Edebiyatımızda akıl ve zekâ ile Utarid, hemen daima beraber anılırdı. C. II, S. 148, B. 1598 e de bakınız.

B. 3901-3906. Sofilere göre yaratıcı kudret, önce Akl-ı Kül, Nefs-i Kül olarak tecelli eder. Bunlardan gökler var olmuştur. Göklerin hareketi, unsurları meydana getirmiş, dokuz felekle dört unsur, yani yel, ateş, su ve toprak birleşince, "Mevalîd-i Selâse - Üç çocuk" cemat, nebat ve hayvan meydana gelmiştir. İnsan, hayvanların, yani canlıların en mütekâmilidir. İşte mutlak varlık olan Tanrının, insan mazharına kadar tenezzülüne "devir" derler. Bunu iyice anlatmak için bir de aşağıdan yukarıya doğru çıkalım. İnsan, ana ve baba menisinden meydana gelir. Ananın ve babanın menisi, yedikleri şeylerden, hayvan, nebat ve cemattan vücut bulur. Hayvan, nebat ve cemat, unsurlar âleminden, diğer bir tâbirle madde âleminden var olmuştur. Madde, kuvvetin mütekâsif bir şekilde zuhurudur. Kuvvet mutlaka Varlığın, Tanrı'nın zatî iktizası olan bilgisinden, diğer bir tâbirle zuhura olan meylinden meydana gelmiştir. Bütün varlık, tek ve Mutlak Varlık olan Tanrı'nın bilgisinde taayyün eden "ilmî suretler" in zuhuru olmak bakımından vardır, kendi varlıkları bakımından mevcudat, yok demektir. Devri "Tenasüh" la karıştırmamak lâzımdır. Tenasüh bilhassa ölümden sonra insanın tekrar hayvan, veyahut, nebat, yahut da cemat âlemine dönüşüdür. Halbuki devirde bu yoktur. Bu âlemden göçen ruh, kuvvet âleminde dünyadaki yaptığı işlerin temessülünden meydana gelen bir zevk veya elem muhiti içinde kalır. Eğer tekemmül etmişse tamamıyla kuvvet âlemine geçer ki bu âlem "Melekût-Meleklik" âlemidir. Bundan da ileri geçebilecek bir kabiliyet kazanmışsa Tanrı'nın zatî iktizası olan ilim sıfatına bürünür ve her kâmilden görünür ki Hak ile Hak oluş da budur.

B. 3904. Kuranın 28 inci suresi olan Kasas suresinin 88 inci âyetinde "Tanrıya başka bir tanrı şerik koşup çağırma" Ondan başka bir Tanrı yoktur. Her şey yok olur, ancak onun yüzü, yani hakikati kalır. Hüküm onundur, ve her şey ona döner" denmektedir.

B. 3935. Âdem'in vücudunu yaratınca ona ruhumdan ruh üfürdüm, siz de ona secde edin" (Sure 15, Hicr, âyet 29).

B. 3943. H. Muhammet "Din nasihatten ibarettir. Tanrı için, kitabı için, Peygamberi için, Müslümanların başında bulunan adamlar için ve bütün halk için nasihat" dediği gibi, "Söz budur, bundan ötesi yok: Din nasihatlerden ibarettir" demiştir. (Feyz - al Kadir II, 327-368).

B. 3999-4000. Abdal'ı tarif etmekte ve bu kelimenin bedel kelimesinin cem'i olduğunu izah etmektedir. C. I, S. 26, B. 264 e bakınız.

B. 4002. "İnanmayanlar, sizinle toplu bir halde savaşamazlar. Ancak müstahkem bir hale getirilmiş köylere sığınarak, yahut duvarların ardında durarak savaşabilirler. Kendi aralarında çok yiğiti görünürler. Sen onları toplu sanırsın ama .kalbleri tamamıyla ayrıdır. Her biri bir havadadır onların. Bu da akılsız bir kavim olduklarındandır." (Sure 59, Haşr, âyet 14).

B. 4004. H. Muhammed'in "Savaşlardan önce yiğitlik olamaz" dediği rivayet edilmiştir.

B. 4021. Kur'anın dokuzuncu suresi olan Tevbe suresinin 47 inci âyetinde münafıklar anlatılırken "Sizinle beraber savaşa gitselerdi de kuvvetiniz çoğalmazdı ki. Çoğalan şey ancak aranızda hile ve hıyanet olurdu" denmektedir.

B. 4037. Kur'anın 8 inci suresi olan Enfal'in 48 inci âyetinde "Şeytan onların yaptıklarım kendilerine güzel gösterdi de bugün size kimse galip gelemez, ben de size yardımcıyım dedi. Fakat iki ordu karşılaşınca yüz geri dönüp dedi ki: Ben sizden uzağım, sizin görmediğiniz şeyi görüyorum, Tanrı'dan korkarım ben, Tanrı'nın azabı çok şiddetlidir" denmektedir.

B. 4039. Dokuzuncıı surenin (Tevbe) 40 inci âyetinde Tanrı'nın müminleri, gözlerin görmediği melek orduları ile kuvvetlendiği bildirilir.

B. 4042. Haris, Kureyş ulularındandır, Süraka da Kenane kabilesinin ulusudur.

B. 4060. Tanrı, Şeytan'a hannas yani kirpi gibi başını sokup sinerek gizlenen demiştir. (Sure 115, âyet 5). H. Muhammed de "Şeytan ağzını insanın kalbine kor. İnsan Tanrı'yı andı mı, gizlenir, siner; unuttu mu kalbini yutar" der. (Feyz-al Kadîr II, 354).

B. 4066. Bu mealde bir hadis rivayet edilmiştir.

B. 4079. Böyle bir hadis de rivayet edilmektedir.

B. 4098-4099. Eskiden padişah padişahlığını bildirmek için muayyen vakitlerde davullar döğülür ve merasim yapılırdı. Buna nöbet urmak ve nöbet denirdi.

B. 4098. S. 298, B. 3657 ye bakınız.

B. 4101. Bu beyitte "İsmail'e mensup olanlar" dan maksat cana ve başa kalmayan, varlıklarını fedadan çekinmeyen âşıklardır. Ankaravî, bu beyti yanlış anlamıştır. Fedaileriyle dünyayı kana boyayan İsmaili'leri, Mevlâna'nın hem de böyle överek anmasına imkân yoktur (S. 681).

B. 4103. Verginin yerine karşılık geleceğini bilen malını telef etmekten çekinmez, mealinde bir hadis rivayet edilmiştir.

B. 4116-4121. C. I, S. 347, B. 3493 e bakınız.

B. 4122-4125. 102 inci surede "Yakinen bilseydiniz cehennemi gözünüzle görürdünüz" deniyor (âyet 5-6).

B. 4146.   Feyz-al   Kadîr,  V,  38.

B. 4180-4190.  Yint  "Devir"  den bahsetmektedir.

B. 4204-4211. Yine "Devir" den bahsediyor.

B. 4210. Kur'anda, Kur'ana "İp" denmekte ve "Tanrı ipine sımsıkı yapışın, ayrılığa düşmeyin" diye anılmaktadır (Sure 3, Âl-i İmran, âyet 103). H. Muhammed de "Ben sizin aranızda iki halife bırakıyorum: Tanrının gökten yere sarkıtılan ipi yani Kur'anla Ehli Bcyt'im. Bunlara yapışırsanız yol azıtmazsınız" demiştir. (Feyz-al Kadîr III, 14).

B. 4215-4219. İbrahim Peygamber, ateşe atılırken Cebrail'in gelip "Bir dileğin var mı?" dediği, onun da "Var ama senden değil" diye cevap verdiği, yint Cebrail'in "Peki öyleyse Tanrı'dan istesene" demesi üzerine İbrahim Peygamberin "Zaten halimi biliyor, ne diye isteyeyim" dediği meşhurdur.

B. 4228. Mesnevi'ye yazılırken itiraz edenler olduğu, onu basit bir kitap, hikâyeden ibaret bir eser görenler bulunduğu bu beyitlerden açıkça anlaşılmaktadır. Mevlâna bu münasebetle Mesnevi'yi Kur'anla karşılaştırmakta ve Kur'ana da itiraz edenler olduğunu, fakat onun gibi bir kitap meydana getirenlerin bulunmadığını söylemektedir.

B. 4401. Kur'anın 78 inci suresi olan Nebe' suresinde "Sizi çift olarak yarattık" denmektedir (âyet 8).

B. 4404-4415. Dokuz kat gök, insanın vücuda gelmesi için âdeta baba vazifesini görmekte olduğu için bunlara "yüce babalar" mânasına gelmek üzere "Abâi Ulviyyin, Âbâ-i Ulviyye" dendiği gibi dört unsur da ana vazifesi gördüğünden "Ümmehât-i Süfliyye" yani aşağıdaki analar adını almıştır. Babam gök, annem yer sözüyle göğün erkek, yerin dişi ve kadın sayılması hep yunan felsefesinin İslâmîleşmiş şekli olan hukema inanışından ve devir nazariyesinden meydana gelmiştir.  S. 319, B. 3901-3906 ya bakınız.

B. 4467. "Cennet, hoşa gitmeyen şeylerle Cehennem de nefsin istekleriyle kaplanmıştır." (Feyz-al Kadir III, 389).

B. 4485. Sure 8, Tevbe, âyet 19.

B. 4487. Menat ve Uzza, İslâmdan önce arapların tapındıkları  iki  puttur.

B. 4505. Bunlar, Medine civarındaki iki yahudi kabîlesidir.

B. 4511. H. Muhammed'in "Beni, benim miracımı, Yunus Peygamber'in miracından üstün tutmayın" dediği rivayet edilmiştir.

B, 4539. Oluk üstünde deve sözü garip ve olmayacak  şeyi  ifade eder.

B. 4555.  C. II,  S. 265,  B. 2834-2855 e  bakınız.

B. 4570. "Size cennetlikler kimlerdir haber vereyim, zayıf, kuvvetsiz kalmış, düşkün kişilerdir. Tanrı'ya söz verdiler mi sözlerinde dururlar. Cehennemlikler kimlerdir haber vereyim. Her obur, azametli ve ululanıp duran kişilerdir.

B. 4705. Rabia, dördüncü, Hamise de beşinci demektir. Bunların kadın ismi olarak kullanıldığım biliyoruz. Aynı zamanda falan filân gibi umumi bir mânaya gelir.

B. 4741. Müdam,  alelitlâk   şarap   mânasına  geldiği gibi hususi olarak sabah şarabı mânasına gelen "Sabuh"   karşılığı   akşam   içilen   şaraba   da   denir.

B. 4782.  Böyle  bir  hadis rivayet edilmiştir.

B. 4795.     Zamanın,   evveli    tasavvur   edilmeyen kısmına  ezel,   ve  sonu    düşünülmeyen  kısmına  da    ebet denmiştir.

- ÜÇÜNCÜ CİLDİN SONU -

CİLT 4  (1 - 700 Beyitler)

Rahman ve Rahim Allah adıyle

Bu faydası en ulu olan en güzel konağa dördüncü göçtür.Bahçeler nasıl gök gürleyince sevinir,gözler nasıl uykuyla uzlaşırsa bunu görünce de arifleringönülleri öyle neşelenir.Rubların huzuru,bedenlerin şifası bu dördüncü göçtedir.Bu göç,tam ihlas sahiplerinin sevip istedikleri,yolcuların dileyip arzuladıkları gibidir.Gözlere nurdur,ruhlara neşe.Devşirenlere yemişlerin en güzeli,en iyisi…Dileklerin,isteklerin en hoşu,en ulusudur.Hastayı doktoruna çeker götürür.Aşıkı sevgilisine alır ulaştırır.Hamdolsun Tanrı’ya,bu dördüncü göç ihsanların en büyüğüdür;dilenen şeylerin en nefisidir.Ülfet zamanını yeniler,mihnet çekenlerin güçlüğünü kolaylaştırır.Hak’tan uzak kalan,buna bakar okursa açıklanmasını arttırır.Kutluluğa eren kişinin de sevincini,şükrünü çoğaltır.Hanende kadınlar kendilerini bezerler ya..işte bunu okuyan kişinin gönlünde de o hanendelerin göğüslerine asıp taktıkları inci,elmas ve mücevherlerden meydana gelen sevinçten ziyade bir sevinç ve neşe hasıl olur.Bu,ilim ve amel ehline mükafattır !Bu dördüncü göç doğmuş bir dolunaya benzer..Gitmişken geri gelen devlet gibidir.Umanların ümit üstüne ümitlerini arttırır durur.

Ey Hak Ziyası Hüsameddin, sen öyle bir ersin ki Mesnevi, senin nurunla ayı bile geçti, aydan bile parlak bir hale geldi.
Ey lütfu, keremi ile umulan, yüce himmetin bu Mesnevi’yi nereye çekmekte? Tanrı bilir.
Bu Mesnevi’nin boynunu bağlamış, bildiğin yere doğru çekmektesin.
Mesnevi, koşup gitmekte... çeken gizli. Fakat görecek gözü olmayan gafilden gizli.

5. Mesnevi’nin yazılmasına önce sen sebep olmuşsun... artar, uzarsa arttıran, uzatan yine sensin.
Madem ki sen böyle istiyorsun. Tanrı da böyle istiyor... Tanrı, takva sahiplerinin dileğini ihsan eder.
Evvelce sen, varlığını Tanrı’ya verdin... karşılık olarak Tanrı da varlığını sana verdi.
Mesnevi, sana binlerce şükretmede... ellerini kaldırıp dualar eylemede...
Tanrı, Mesnevi’nin diliyle, eliyle sana şükrettiğini gördü de ihsanlarda bulundu, lütuflar etti, keremini çoğalttı.

10. Çünkü Tanrı, şükredenin nimetini çoğaltmayı vadetmiştir.Nitekim secdenin karşılığı, Tanrı’ya yakın olmaktır.
Tanrımız “Secde et de yaklaş” dedi... bedenlerimizin secde etmesi, canlarımızın Tanrı’ya yaklaşmasına sebeptir.
Mesnevi, ziyadeleşiyorsa, uzuyorsa bu yüzden ziyadeleşiyor, bu yüzden uzuyor... fazla ve büyük görünmek için değil!
Üzüm çubuğu, yazdan nasıl hoşlanırsa, onunla nasıl bağdaşmışsa biz de seninle öyle bağdaşmışız, senden öyle hoşlanmaktayız... istiyorsan emret, çek de çekip götürelim!
Ey sabır, varlığın anahtarıdır sırrının emîri, bu kervanı güzel güzel ta hacca kadar çek, götür!

15. Hac, Tanrı evini ziyarettir, ev sahibini ziyaretse erliktir.
Hüsameddin, sen bir güneşsin, onun için sana ziya dedim... bu iki söz, Hüsam ve Ziya, senin vasıflarındır.
Bu Hüsam ve Ziya birdir... şüphe yok ki güneşin kılıcı ziyadandır.
Nur, ayındır, bu ziya da güneşin... Kuran’ı oku da bak!
Babacığım, Kuran güneşe ziya dedi, aya da nur... hele bak da gör!

20. Güneş, aydan daha üstündür ya... Şu halde Ziya’yı da mertebe bakımından nurdan üstün bil!
Hiç kimse gidilecek yolu ay ışığıyla görmedi de güneş doğunca yol meydana çıktı, göründü.
Güneş, alınacak, satılacak şeyleri güzelce gösterdi de bu yüzden pazarlar gündüzleri kuruldu.
Kalp akçeyle sağlam akçe iyice ayırdedilsin, kimse hileye kapılmasın, aldanmasın diye.
Güneşin nuru yeryüzüne adamakıllı vurdu, alışveriş edenler için âlemlere rahmet kesildi.

25. Fakat bu, kalpazanların istemedikleri bir şeydir. Onlara pek ağır gelir bu iş... çünkü güneşin nuru, onların işine kesat verir, kalp akçeleri görünür, fark edilir de geçmez olur?
Kalp akçe, sarrafın can düşmanıdır... yoksula köpekten başkası düşman olur mu?
Peygamberler, düşmanlarla savaşırlar... melekler de “Yarabbi, sen koru!” diye dua ederler.
Tanrı’nın pek nurlu olan bu kandili hırsızların üflemesinden, onların nefesinden uzak tut!
Hırsız ve kalpazan, nura düşmandır vesselâm...ey feryada yetişen Tanrı, sen feryadımıza yetiş!

30. Hüsameddin, bu dördüncü deftere nurlar saç! Çünkü güneş de dördüncü kat gökten doğar, âlemi nurlara gark eder.
Sen de bu dördüncü defterle âlemlere güneş gibi nurlar saç da şehirlerle ülkelere parlarsın, her tarafı nura gark etsin!
Bu kitap, masal diyene masaldır... fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de erdir!
Mesnevi, Nil ırmağının suyudur... Kıptiye kan görünür ama Musa kavmine kan değildir, sudur!
Bu sözün düşmanı, şimdi gözüme şöyle görünmede... Cehenneme baş aşağı düşmüş!

35. Ey Hak Ziyası, sen onun halini gördün... Hak, sana, onun işlerine karşılık verdiği cevabı gösterdi!
Gayb âlemini gören gözün, gayb âlemi gibi üstattır. Bu görüş, bu ihsan, şu âlemden eksik olmasın!
Bizim halimiz olan şu hikâyeyi burada tamamlarsan yakışır.
Adam olmayanları, adam olanların hatırı için bırak; hikâyeyi bitir, hikâyeye son ver!
Hikâye üçüncü cilt de tamamlanmadıysa işte dördüncü cilt... onu, burada düzene koy, tamamla!

Âşıkın, bekçiden kaçıp bilmediği bir bağa girmesi sevgilisini orada bulması ve neşesinden bekçiye hayır duada bulunması,’’öyle şeyler oluverir ki siz,onlardan hoşlanmazsınız,halbuki o,sizin için hayırlıdır’’ âyetini okuması

40. O adamın, bekçiden korkup bağa at sürdüğünü anlatıyorduk.
O adamın âşık olup bu dertle tam sekiz yıl yanıp yakıldığı güzel de meğerse o bağdaymış!
Âşık o sevgilinin gölgesini bile görmeye imkân bulamıyordu. Ancak Zümrüdüanka’yı duyar gibi onun da vasfını işitmekteydi.
Kazara nasılsa onu, bir kerecik görmüştü, o ilk görüşte ona vurulmuş, ona gönül vermiş gitmişti.
Ondan sonra ne kadar çalıştı çabaladıysa o sert huylu dilber, bir türlü mecâl vermemiş, bir türlü kendisini göstermemişti.

45. Ne yalvarmanın bir çaresi olmuştu, ne mal, mülk vermenin... o fidan sevgilinin gözü toktu, tamahı yoktu!
Tanrı, her hüner ve sanata, her dilenen ve istenen şeye âşık olan kişinin dudağını, ilk önce o şeye dokundurur, ona lezzeti tattırır...
Ondan sonra âşıklar, o lezzetle, dileklerini aramaya koyuldular mı her gün önlerine bir tuzak çıkarır, ayaklarına bir bağ vurur!
Aramayıp taramaya giriştiler mi “hele nikâh parasını getir bakalım” diye kapıyı kapar.
Âşıklar da, o ümitle döner dolaşır, koşarlar... Her an ricaya düşerler, her an ümitsizliğe kapılırlar.

50. Herkesin, bir şey elde edeceğim diye bir ümidi vardır... nihayet bir gün olur, ona bir kapı da açarlar.
Açarlar ama hemencecik yine o kapıyı örterler. O kapıya tapan, oraya ümit bağlayan kişi de ümitlenir, o ümitle ateş kesilir, işe girişir!
O genç de hoş bir halde o bağa girince ansızın ayağı defineye batıverdi!
Tanrı bekçiyi sebep etti... bekçi korkusundan geceleyin koşa koşa bağa girdi, sığındı da,
Bağdan geçen ırmağa yüzüğünü düşürmüş olan sevgilisinin elinde bir fener, yüzüğünü aramakta olduğunu gördü.

55. O anda neşesinden Tanrı’ya şükürler ederek bekçiye hayır dualarda bulunmaya başladı:
“Bekçiden huylanıp kaçtım, ziyanlara girdim, ama yarabbi, sen onun yirmi misli altın ve gümüşü onun başına saç!
Onu, kötü kişilerin şerrinden kurtar... ben nasıl neşelendiysem onu da sen neşelendir!
Onu bu âlemde de mesut et, o âlemde de... Onu kötülükten, köpeklikten kurtar!
Tanrı’m, gerçi o kötü kişinin huyu daima halkın belasını istemektir. ( ama yine sen onu koru).

60. Kötü kişi, padişah, Müslümanları suçlu buldu diye bir haber duydu mu semirir, neşelenir...
Yok... eğer padişah, merhamet etti, o cezayı cömertliğiyle Müslümanlardan bağışladı diye bir söz duysa,
Bu söz yüzünden canı sıkılır, yaslara düşer... kötü kişide daha buna benzer yüzlerce yomsuzluklar vardır.
Fakat o âşık, kötü bekçiye hayır dualar edip duruyordu. Çünkü rahata onun yüzünden kavuşmuştu.
Bekçi herkese zehirdi, fakat ona panzehir!Bekçi, onun sevgilisine kavuşmasına sebep olmuştu.

65. Görüyorsun ya, dünyada mutlak olarak kötü bir şey yoktur. Kötü, buna nispetle kötüdür. Sonra şunu da bil ki,
Âlemde hiçbir zehir, yahut şeker yoktur ki birine ayak, öbürüne ayakkabı olmasın!
Evet... birine ayak olur, öbürüne bukağı. Birisine zehirdir, öbürüne şeker gibi tatlı!
Yılanın zehiri, yılana hayattır, insanaysa ölüm!
Deniz mahlûklarına deniz, bağ, bahçe gibidir...fakat karada yaşayanlara ölümdür, dağdır!

70. Ey iş eri, bu nispeti birden tuttur da böylece bine kadar saya dur!
Zeyd, birisine göre şeytandır, öbürüneyse sultan!
O, zeyd pek yüce bir kişidir der... bu zeyd gebertilecek bir kâfirdir der!
Zeyd, bir adamdır ama ona öyledir, bunaysa baştanbaşa zahmettir, ziyandır!
Eğer onun, sana göre de şeker hâline gelmesini istiyorsan var, onu aşıklarının gözüyle gör!

75. O güzele kendi gözünle bakma... isteneni isteyenlerin gözüyle gör!
Kendi gözünü yum..gözünün yerine, ona aşık olanlardan ariyet bir göz edin...
Hattâ âriyet olarak ondan bir göz, bir görüş, al da onun yüzüne, onun gözüyle bak!
Bak da bıkmadan, usanmadan emin ol. İşte ululuk ıssı peygamber, bunun için “Kim kendini Tanrı’ya verirse Tanrı, kendisini ona verir” dedi...
“Onun gözü de ben olurum, eli de, gönlü de... bu suretle devleti, bahtsızlıktan kurtulur” buyurdu.

80. Ne olursa olsun, kötü ve istenmeyen bir şey bile olsa değil mi ki sana kılavuzluk etti,sevgiline ulaştırdı, sevimlidir, dosttur!

Vâza başladı mı zâlimlere, taş yüreklilere ve itikatsızlara dua eden vaiz

Bir vaiz vardı... mimbere çıktı mı yol kesenlere duaya başlar,
Ellerini kaldırıp “Yarabbi, kötülere, fesatçılara, isyancılara merhamet et!
Hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine, bütün kâfir gönüllülere, kiliselerde bulunanlara merhamette bulun” derdi.
Temiz kişilere hiç dua etmez, kötülerden başkasına duada bulunmazdı.

85. Ona “Hiç böyle bir âdet görmedik... sapıklara dua etmek mürüvvet değildir” dediler.
Dedi ki: “ Ben onlardan iyilik gördüm... bu yüzden onlara dua etmeyi âdet edindim.
O kadar kötülükte bulundular, o derece zulüm ve cevir ettiler ki nihayet beni şerden kurtardılar, hayra ulaştırdılar.
Ne vakit dünyaya yöneldimse onlardan eziyetler gördüm, meşakkatler çektim, dayaklar yedim.
Bu yüzden de iyilik tarafına kaçardım... beni o kurtlar yola getirirlerdi.

90. Benim iyiliğime sebep oldular... ey aklı başında adam, bu yüzden onlara dua etmek, boynumun borcudur benim!”
Kul dertten, elemden Tanrı’ya sızlanır, uğradığı zahmetten yüzlerce şikayette bulunur.
Tanrı da der ki: Gördün ya, nihayet dert ve zahmet, seni, bana yalvarır bir hale getirdi, seni doğrulttu,
Sen, seni yolundan alıkoyandan, bizim kapımızdan uzaklaştırıp kovandan şikayette bulun!
Hakikatte her düşman senin ilâcındır... sana kimyadır, seni faydalandırır, gönlünü alır senin!

95. Çünkü ondan kaçar, halvet bucaklarına sığınır, Tanrı lutfundan yardım dilersin.
Dostlarınsa hakikatte düşmanlarındır; onlar seni Tanrı tapısından uzaklaştırır, seni meşgul ederler!
Bir hayvan vardır ki adına porsuk derler... dayak yedikçe şişmanlar, semirir, semirir.
Ona sopayı vurdukça iyileşir. Sopa vuruldukça semirir, büyür...
İşte müminin canı da hakikatten bir porsuktur, o da zahmet ve meşakkatlerle kuvvetlenir, semirir.

100. Bu yüzden peygamberler eziyetlere, zahmetlere uğradılar... onların çektikleri meşakkat, bütün cihan halkının çektiği meşakkatten daha üstündü, daha artıktı!
Çünkü canları da, bütün canlardan daha büyük, daha üstündü... onun için de onların uğradıkları belâya başka bir taife uğramadı.
Deri, ilâçlarla belâlara uğrar da Taif derisi güzel bir hale girer.
Yoksa ona o acı ve keskin ilaçlar sürülmeseydi pis pis kokar, berbat bir hale gelirdi!
İnsanı da tabaklanmamış deri say... rutubetten nem kapar, çirkin bir hale gelir, ağır ağır kokar!

105. Sen, ona acı ve keskin ilâçları fazlaca ver de temizlensin, lâtif bir hale gelsin, semirsin!
Buna kudretin yoksa senin dileğin olmaksızın Tanrı bir zahmet verirse ona sabret, ona razı ol!
Çünkü dosttan gelen belâ, sizi temizler... onun bilgisi, sizin tedbirlerinizden üstündür!
Bir adam, belâda sâfa görürse belâ,tatlılaşır... hasta iyileştiğini görünce ilâç, kendisine hoş gelir.
Mat olduğu halde kazandığını görür de “ Ey sözlerine, özlerine inanılır kişiler, beni öldürün!” der.

110. Bu kötü kişi de başkasına fayda verdi ama kendi hakkında merdut bir adam kesildi.
İmandan gelen merhamet, ondan alındı... Şeytan sıfatı olan kin, ona çattı, sataştı!
Hiddetin, kinin yapılıp düzüldüğü tezgâh oldu... bil ki kin, sapıklığın, kâfirliğin temelidir!

Birisinin İsa aleyhisselâm’dan ’’Âlemde bütün güç şeylerin en gücü nedir?’’ diye sorması

Akıllı birisi, İsa’ya “Âlemde her şeyden daha sarp, daha güç nedir?’’ diye sordu.
İsa dedi ki: “Ey can, en sarp, en güç şey, Tanrı gazabıdır. Çünkü o gazaptan cehennem bile su gibi titrer!”

115. Adam “Peki, bu Tanrı gazabından nasıl aman bulmalı?” deyince İsa şöyle cevap verdi: “Kızdığın zaman kızgınlığına uyamamak gerek!”

Kötü kişi bu kızgınlığın madenidir... onun çirkin kızgınlığı yırtıcı canavarların kızgınlığını da geçer!
O hünersiz kişi, kızgınlıktan vazgeçmekten başka Tanrı’dan ne rahmet umabilir ki?
Gerçi bunların âlemde bulunmamasına imkân yok; bunlar da lâzım bu dünyaya... fakat bu sözü söylemek, onları büsbütün sapıklığa atmaktır!
Dünyada çare yok, sidik de bulunur; bulunur ama arı duru su değildir ya!

Aşığın kötülük etmek istemesi,sevgilinin ona bağırması

120. O ahmak adam, sevgilisini yapayalnız görünce hemencecik kucaklamaya, öpmeye kalkıştı.
O güzel, “Küstahlık etme, edepsizliğin lüzumu yok, aklını başına al” diye heybetle bir bağırdı.
Aşık “Burası ıssız, halk yok... su ortada, benim gibi de bir susuz!
Burada rüzgârdan başka kımıldayan yok... kim var, kim bu açılıp saçılmamıza mâni olacak?” dedi.
Sevgili dedi ki: “A deli herif, meğerse sen budalaymışsın... akıllılardan bir şey duymamış, işitmemişsin!

125. Rüzgarı esiyor gördün mü bil ki burada onu bir estiren, bir harekete getiren var.
Tanrı sanatının dilediği gibi iş görme yelpazesi, bu rüzgarlara dokunmada, onu estirip durmada!
Bizim hükmümüzde olan ehemmiyetsiz ve cüz’i bir rüzgâr bile yelpazeyi sallamadıkça esmez.
A aptal adam, bu cüz’i rüzgâr bile sen ve yelpaze olmadıkça meydana gelmez.
Dudaktaki nefes yeli de canın, bedenin emrine tabidir, onların emriyle harekete gelir.

130. Gâh o nefesle birisini över,birisine haber yollarsın... gâh birini kınar, aleyhinde bulunur, söversin!
Buna bak da öbür rüzgârların hallerini de bil...akıllılar cüz’de küllü görürler.
Tanrı, rüzgârı gah bahar rüzgârı yapar, gâh kışın onu, bu güzellikten soyar, ayırır.
Ad kavmine kasırga halinde getirir, Hud Peygambere ise aynı rüzgârı güzel kokulu bir halde estirir.
Bir rüzgârı zehirli sam yeli haline sokar; sabah rüzgârını da gelişi kutlu bir hale kor.

135. Her türlü yeli onunla mukayese edesin diye sana da bir nefes yeli verdi.
Lûtuf ve kahır yeli olmadıkça söz olmaz... söz, bir bölük halka baldır, bir bölüğüne zehir!
Yelpaze, birisini serinlendirmek için sallanır... fakat sivrisineklerle kara sinekleri de kahretmek içindir!
Artık Tanrı takdirinin yelpazesi, neden mihnetlerle, belâlarla dolu olmasın?
Mademki cüz’i olan nefes rüzgârı, yahut yelpazenin çıkardığı yel bile ya bir şeyi bozmak, ya bir şeyi düzene koymak için esmekte...

140. Bu şimal rüzgârı, bu seher ve bu batı yeli nasıl olurda lûtuftan, ihsandan uzak olur?
Bir avuç buğdayı gördün mü ambarı düşün, ambarı gör... anla ki ambardakiler de hep böyle.
Gökyüzünün rüzgâr burcundan kopup gelen bütün rüzgârlar da o rüzgarı koparanın yelpazesi olmasa nasıl eser?
Ekinciler, ekin devşirme zamanı harman başında Tanrı’dan rüzgar istemezler mi?
İsterler... buğdaydan samanı ayırmak, buğdayı ambara koymak, yahut kuyulara gömmek için rüzgâr isterler.

145. Rüzgâr gecikti mi hepsinin de Tanrı’ya yalvarmaya başladığını görürsün.
Doğum zamanı da böyledir... o doğum yeli, o doğum sancısı gelmezse eyvahlar olsun, aman yarabbi seslerini duymaya başlarsın.
Rüzgârı onun gönderdiğini bilmeseler yalvarmanın manası mı kalır?
Yelkenli gemiye binenler de rüzgâr dilerler, Tanrı’dan bir uygun yel isterler.
Diş ağrısı da yelden olursa yana yakıla tamam bir itikatla Tanrı’dan o yelin yatışmasını dilersin.

150. Askerler de yalvarıp yakarırlar, Tanrı’dan, “Ey muradımızı veren Rabbim, sen bize bir zafer rüzgârı ver” diye dua ederler.
Doğum gecikince, gebenin yakınları, her azizden muska isterler.
Hepsi de adamakıllı bilir ki rüzgârı, Âlemlerin Rabbi Tanrı göndermekte.
Zaten her bilen kişi, aklen bilir ki hareket edenin bir hareket ettiricisi vardır.
Sen onu gözünle görmüyorsan eserleri görünüyor ya... onlara bak da anla!

155. Beden de canla hareket eder: fakat canı görmezsin.Görmezsin ama tenin hareketine bak da canı anla!
Aşık, “Edebe riayet bakımından aptal bile olsam vefada, istekte akıllıyım, anlayışlıyım” dedi.
Sevgili dedi ki: “Eğer şu görünen hareket, edebe riayetse artık ötesini sen daha iyi bilirsin!
*Edep buysa o gömülü olan, o henüz görünmeyen huyların, mutlaka bundan beter olacak... bunu iyice anladık, bildik!
*Bu testiden ne sızmışsa bundan sonra da şüphe yok, aynı şey, aynı tarzda sızıp duracak!

Karısını bir yabancıyla yakalıyan sofi

Sofinin biri, bir gün eve geldi... evin bir kapısı vardı, karısı da bir kunduracıyla içerdeydi.
Kadın, nefsinin hilelerine uymuş, kunduracıya kul köle kesilmiş, odada adamla buluşmuştu.

160. Sofi, kuşluk çağı kapıyı sıkıca döver dövmez ikisi de şaşırdılar... ne bir hileye başvurmaya imkân vardı, ne kaçıp kurtulacak bir yol!
Sofinin, o zamanda dükkânı bırakıp eve gelmesi hiç âdeti değildi.
Karısından bir şeyler sezinlenmiş, şüpheye düşmüş, bu yüzden o gün mahsus vakitsiz gelmişti.
Kadınınsa onun, hiçbir defa işini bırakıp o zamanda eve gelmeyeceğine itimadı vardı.
Fakat nasılsa bu fikri doğru çıkmadı... Tanrı suçları örter... örter ama cezasını da verir!

165. Kötülükte bulundun mu kork, emin olma, çünkü yaptığın kötülük bir tohumdur, Tanrı, onu mutlaka bitirir!
Birkaç kere, belki yaptığına pişman olur, utanırsın diye örter, gizler.
O müminler ulusu Ömer, halifeliği zamanında bir hırsızı cellada teslim etti.
Hırsız, ey ülkenin beyi, diye bağırdı, beni öldürtme... bu, ilk suçum!
Ömer dedi ki: “Hâşâ, Tanrı, ilk suçta hemencecik gazaba gelip cezasını vermez.

170. Lûtfunu meydana çıkarmak için defalarca örter de sonradan adaletini göstermek için cezalandırır;
Bu suretle bu iki sıfatının da meydana çıkmasını, lûtfunun muştucu, kahrının da korkutucu olmasını diler.”
Kadın da defalarca bu kötü işte bulunmuştu da kolaycacık işi atlatmıştı... bu iş, ona kolay görünüyordu artık.
Gevşek ayaklı akıl, testinin daima ırmaktan kırılmadan sapasağlam gelemeyeceğini bilmiyordu ki!
Fakat bu sefer kaza ve kader, onu öyle bir daraltmış, münafıkı ansızın ölüm nasıl yakalarsa öyle bir sıkı yakalamıştı ki!

175. Ne yol vardır , ne yoldaş, ne de kurtulma imkânı...(münafık, böyle bir haldeyken) can alıcı melek de gelir çatar, canına el uzatır ya!
İşte kadın da o cefa odasında dostuyla belâlara uğramış, öylece âdeta kuruyup kalmıştı !
Sofi, gönlünden, hay kâfirler hay... size kin güdüp duruyorum ama hele sabredeyim.
Şimdilik bunu bilmezlikten geleyim de herkes bu çanın sesini duymasın, diyordu.
Hak yolundaki er de size gizlice böyle kin güder... istiska hastalığı gibi kinini yavaş yavaş, azar azar belirtir.

180. İstiskaya tutulan adam buz gibi her an erir durur... fakat her an, kendisini daha iyiceyim sanır!
Hani, “sırtlan nerede? Burada yok yahu” diye aranırlar da sırtlan bu söze inanır, bu suretle tutulur, avlanır ya!
Kadının evinde de gizlenecek bir yer; bir tümsek, bir aralık, yukarıya çıkacak bir yol yoktu.
Ne bir tandır vardı, oynaşını oraya gizlesin... ne bir çuval vardı, perde gibi önüne gersin!
Evin içi kıyamet günü arasat meydanı gibi dümdüzdü... ne bir çukur vardı, ne bir tepe, ne de kaçacak bir yer!

185. Tanrı bu kıyamet gününü anlatırken mahşer meydanı için “Orada bir çukur, bir tümsek göremezsin” demiştir.

Kadının hileye sapıp sevgilisine çarşaf giydirmesi ve Tanrı’nın ‘’Sizin hileniz pek büyüktür’’ dediği gibi kocasınıkandırmak için bahanelere başvurması

Kadın, hemen çarşafını oynaşının üstüne attı, erkeği kadın şekline sokup kapıyı açtı.
Çarşafın altında adam, apaçık rüsvay olmuş, görünüp durmaktaydı... adeta merdiven üstünde bir deveye benziyordu.
Kadın oynaşı için kocasına dedi ki: “Şehir büyüklerinden birinin karısı... malı var, devleti var, pek zengin!
Yabancı birisi, cahilcesine gelmesin diye kapıyı kapadım.”

190. Sofi, âlâ dedi... ne hizmeti var,hele söyle de minnetsizce, seve seve yapayım.
Karısı dedi ki: “Bize akraba olmak istiyor... iyi bir kadın ama içini Tanrı bilir artık.
Kızı görmek istiyordu ama tesadüf bu ya, kız da mektepte.
Fakat ister un olsun, ister kepek... onu canla gönülle gelinliğe kabul ederim dedi.
Öyle bir oğlu var ki şehirde misli yok... güzel, anlayışlı, çevik, hem de iyi bir geçimi var.”

195. Sofi dedi ki: “İyi ama biz yoksuluz, perişanız... bu kadının ailesiyse mallı, mülklü kişiler.
Nasıl olurda bize eşit olabilir? Kapının bir kanadı tahtadan, öbürü fildişinden... böyle şey olur mu hiç?
Nikâhta iki çiftin birbirine eşit ve denk olması lâzım... yoksa iş bozulur, geçim olmaz!”

Kadının,o çeyiz kaydında değil,istediği şey kapalı ve namuslu olmasından ibaret demesi,sofinin de bunu gizli tut demesi

Kadın dedi ki:’’ Ben de bu özrü söyledim, ama o, “Çeyiz filan arayanlardan değilim...
Biz mala, altına doymuş, imtilâ olmuş, usanmışız... halk gibi hırs sahibi değiliz, mal ve para toplama düşüncesi yok bizde.

200. Bizim istediğimiz şey, yalnız kapalı, temiz ve namuslu oluşudur. Zaten iki âlemde de kurtuluş, bununla olur.”dedi.
Sofi, yine yoksulluk özrünü ortaya koydu; bunu gizli kalmasın diye tekrar tekrar anlattı.
Kadın dedi ki: “Ben de bunu tekrarladım, çeyizimizin olmadığını iyice anlattım.
Fakat onun inanışı dağdan da sağlam... yüzlerce yoksulluktan bile şikâyet etmiyor.
Benim istediğim şey namustur, sizden dilediğim doğruluktur, himmettir deyip duruyor.”

205. Sofi dedi ki: “Zaten çeyizimizi, malımızı gördü... gizli aşikâr başka neyimiz varsa onları da hep görür.
İşte daracık bir evimiz, bir kişi sığacak kadar bir yerimiz var... öyle dar ki orada bir iğne bile gizlenemez.
Temizliğe, kapalılığa, namuslu oluşa gelince: o, bunu zaten bilir!
Kapalılığını, örtülü ve namuslu oluşunu o, önünde de, sonunda da, başında da, nihayetinde de bizden daha iyi bilir, bizden daha iyi görür.
Zaten kızımızın çeyizi çimeni, aşçısı, işçisi olmadığı meydanda... iyi ve namuslu oluşuna gelince: o, bunu zaten bilir.

210. Kızın namuslu olduğunu babanın anlatması şart değil ya... nasıl olduğu esasen onca aydın gün gibi meydandadır’’.
Senin de yanlışın meydana çıktı, rezil rüsvay oldun... bari az söyle; bu hikâyeyi onun için anlattım.
A dâvada ayak direyip duran, senin anlayışın, hüküm çıkarışın da bundan ibaret işte!
Sen de sofinin karısı gibi hainsin, kötülükte hile tuzağını kurmuşsun!
Bu suretle her yüzü yunmadık pis kişiye temizliğini anlatır durursun... kendinden utanır da Tanrı’dan utanmazsın!

Tanrı’ya ‘’duyar,görür’’ demekteki maksat

215. Tanrı, her şeyi görür, bu görüş de daima seni korkutsun diye kendisine “gören”dedi.
Kötü sözlerden dudağını yumasın diye de kendisini “duyan diye anlattı.
Korkasın da bir fesat düşünmeyesin diye “bilen”adını takındı.
Fakat bunlar, meselâ zenciye kâfur adının verildiği gibi Tanrı’ya konmuş adlar değildir.
Tanrı ismi, sıfattan türeme, sıfattan meydana gelmedir, Tanrı sıfatlarıysa kadimdir, evveli yoktur. İlleti Ûlâ misali gibi batıl ve saçma değildir.

220. Öyle olmasaydı sağıra duyan, köre aydın adlarının verilmesi gibi alay olur, maskaralık olurdu.
Tanınma için konan ad, meselâ terbiyesiz ve utanmaz birisine mahcup, yahut kara ve çirkin birisine güzel diye konuvermiş bir addır.
Yeni doğmuş çocukcağıza hacı, yahut da soyunda var diye gazi adını koymaktır.
Bu lâkapları, övmek için söylerlerse övülende bu sıfatlar yoksa övüş, doğru olmaz ki.
Ya alaya almaktır, yahut da öven delidir. Tanrı ise zalimlerin söylediklerinden beridir, paktır.

225. Ben seninle buluşmadan önce de biliyordum: Güzel yüzlüsün ama kötü huylusun sen!
Ben seni görmeden de inatçı bir adam olduğunu, kötülükte ayak diremiş, kötülüğe alışmış bulunduğunu biliyordum.
Gözüm kızarırsa, az görsem bile yine o illete tutulduğumu bilirim ya!
Sen beni çobansız bir kuzu gibi yapayalnız gördün de bekçim, gözcüm yok sandın.
Âşıklar, bakılmaması lazım gelen yere bakarlar da o yüzden dertlenirler, o dert sebebiyle de ağlarlar, inlerler.

230. O ceylanı çobansız, o esiri ucuz sanırlar.
Nihayet “Gözcüsü, bekçisi benim... az bak!” diye bir bakış okudur gelir, ciğerlerine saplanır!
Ben, bir kuzudan da, keçiden de aşağı mıyım ki ardımda gözcüm, bekçim olmasın?
Öyle bir bekçim var ki saltanat, ona yaraşır... bana nasıl bir yel esmekte? O bilir!
O yel soğuk mudur, sıcak mı? O bilen Tanrı, gafil değildir... bilir a kötü kişi!

235. Fakat şehvete mensup olan nefis,Hak’tan sağırdır, kördür. Ben de senin körlüğünü ta uzaktan gördüm.
Onun için sekiz yıldır hiç seni sormadım... çünkü seni bilgisizlikle kat kat dolu gördüm ben.
Külhandaki adama nasılsın diye neye sorayım? Nasıl olacak; baş aşağı bir halde işte!

Dünya külhana benzer,takva da hamama

Dünya şehveti, külhana benzer. Takva hamamı da onunla aydınlanır.
Fakat takva sahipleri bu külhanda safa ve zevk içindedirler... çünkü onlar, hamama girmiş, yunup arınmışlardır.

240. Zenginlerse hamamdakileri ısıtmak için tezek taşıyanlara benzerler.
Tanrı, hamam ısınsın, tavlansın diye onlara bir hırs vermiştir.
Bu külhandan vazgeç de hamama git... külhanı terk etmek, bil ki hamama girmenin ta kendisidir.
Külhanda kalan dünya şehvetine sabreden, dünyadan el etek çeken kişiye hizmetçi mesabesindedir.
Hamamda olan, yüzünden, yüzünün temizliğinden, güzelliğinden anlaşılır.

245. Külhandakiler de yüzlerindeki ve elbiselerindeki duman, is ve tozdan belli olurlar.
Yüzünü görmezsen kokusuna dikkat et... koku, her köre sopa gibidir!
Kokusunu da alamadıysan onu konuştur; yeni sözden eski sırrı anla!
Altın babası külhancı der ki: Bugün akşama kadar tam yirmi küfe tezek taşıdım.
Bunun gibi senin hırsın da, bu dünyada ateşe benzer... her alevi, yüzlerce ağız açmıştır!

250.Gerçi tezek, ateşi alevler, kuvvetlendirir ama akla göre bu altın, hiç de hoşa gitmeyen fışkıdır, tezektir.
Ateşten dem vuran güneş, yaş fışkıyı ateşe atılmaya değer bir hale getirir.
İşte bunun gibi hırs külhanı yüzlerce kıvılcımla kıvılcımlansın, alevlensin diye o taşı altın haline getiren de yine güneştir.
Mal topladım diyen ne diyor yani? Bu kadar fışkı, bu kadar tezek getirdim diyor!
Bu söz, rezilliği arttıran bir sözdür ama külhandakiler, aralarında bununla övünürler!

255. Sen akşama kadar altı küfe tezek getirdin... halbuki ben, hiç zahmet çekmeden tamam yirmi küfe tezek taşıdım, derler.
Külhanda doğup temizlik nedir görmeyen kişiye mis koklatsın incinir, hasta olur!

Güzel koku satanların pazarında güzel kokularla mis kokusundan bayılan ve hasta düşen derici

Birisi, güzel koku satanların pazarına gelince aklı başından gitti, büzülüp yere yıkıldı.
Kerem sahibi attarlardan gelen güzel kokular, başını döndürdü, yere düştü!
O bihaber, gün ortasında yol uğrağına bir leş gibi yıkıldı, kaldı.

260. Derhal halk, başına üşüştü... Herkes lâhavle diyerek derdine derman aramaktaydı.
Birisi, eliyle kalbini yokluyor, öbürü yüzüne gülsuyu serpiyordu.
Bilmiyordu ki o alanda onun başına ne geldiyse gülsuyundan geldi.
Biri bileklerini başını ovuyor, öbürü hararetlensin diye samanlı ıslak balçık getiriyordu.
Biri ödağacıyla şekeri karıştırıp tütsülüyor, başka biri elbisesinin bir kısmını soyup üstündekileri hafifletiyordu.

265. Birisi nasıl atıyor diye nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyor.
Şarap mı içti, esrar mı... yoksa afyon mu yuttu... anlamak istiyordu. Halk, onun neden bayıldığını anlayamamış, şaşırıp kalmıştı.
Derhal akrabalarına haber verdiler, falan adam feşman yerde perişan bir halde düşüp kaldı dediler.
Neden bayıldı, ne oldu da leğeni damdan düştü? Kimse bilmiyordu!
O tabağın iriyarı, güçlü kuvvetli, bilgili anlayışlı bir erkek kardeşi vardı, hemencecik koşa koşa geldi.

270. Yenine biraz köpek pisliği almıştı, halkı yardı, feryat ederek kardeşinin başucuna geldi.
Ben neden hastalandı biliyorum, dedi... hastalık teşhis edildi, sebebi bilindi mi tedavisi kolaydır.
Sebebi bilinmezse tedavisi güçleşir... hangi ilaç iyi gelecek? Yüz türlü ihtimal vardır.
Fakat sebebi bilindi mi iş kolaylaşır. Sebeplerini bilmek, bilgisizliği giderir.
Adam kendi kendine, onun iliğine damarına kat kat köpek pisliği sinmiştir.

275. Rızkını elde etmek için her gün, akşamlara kadar pisliğe gömülmüştür, tabaklığa gark olunmuştur demişti.
Büyük Calinus da böyle demiştir: Hastaya, neye alışkınsa onu ver!
Aykırı olan şeylerden zahmet çeker; onun için hastalığının ilacını da alıştığı şeylerde ara!
Bokböceği, daima pislik taşır durur... bu yüzden de gülsuyundan bayılır.
Onun ilâcı yine köpek pisliğidir... çünkü ona alışmıştır, onunla halli hamur olmuştur.

280. “Pisler, peslerindir” âyetini oku da bu sözün önünü, sonunu anla!
Öğütçüler, pis kişiyi, ona bir kapı açılması, iyileşmesi için amberle, gülsuyu ile tedavi etmek isterler!
Fakat ey inanılır, itimat edilir kişiler, pislere temiz şeyler lâyık değildir ki!
Onlar, vahyin güzel kokusuyla eğrilmişler, sapıtmışlardır da “Siz bize uğursuzsunuz, biz, sizin yüzünüzden kötülüğe uğradık” diye feryada başlamışlardır.
“Bu söz, bize zahmet veriyor, bu sözden hastalanıyoruz... sizin vâzınız iyi değil, bize iyi gelmiyor.

285. Eğer yine susmaz da nasihata başlarsanız derhal sizi taşlar, öldürürüz.
Biz, oyunla, abes ve saçma şeylerle semirmişiz... öğüte hiç alışmamışız!
Bizim gıdamız yalandır, asılsız lâftır, saçma sapan sözlerdir... sizin bildirdiğiniz şeyler, midemizi bozuyor.
Siz bu sözlerle hastalığımızı yüzlerce defa artırıyor... akla ilâç olarak afyon veriyorsunuz” demişlerdir.

Tabbağın kardeşinin, tabbağı gizlice fışkı kokusuyla tedavisi

Delikanlı, kardeşine yapacağı ilâcı kimse görmesin diye halkı uzaklaştırdı.

290.Gizli bir şeyler söyler gibi ağzını kulağına götürdü, sonra da o şeyi burnuna koydu.
Köpek pisliğini avucuna sürtmüştü... pis beynin ilâcını bu pislikle görmüştü.
Avucunu koklatır koklatmaz adam, deprenmeye başladı. Halk, bu pek mühim bir afsun dediler...
Afsunu okuyup kulağına üfürdü... adam adeta ölmüştü, afsun imdadına yetişti!
Kötü kişilerin hareketi o yandandır... zina, bakışla, göz ve kaş işaretiyle harekete gelir.

295. Kime öğüt miski fayda vermezse muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır.
Tanrı, müşrikler, tâ ezelden pislik içinde doğduklarından onlara “Necis-pis” demiştir.
Pislik içinde doğan kurt, ebediyen huyundan dönmez, ambere bakmaz!
Ona nur saçısı isabet etmemiştir... o, tamamı ile cisimden ibarettir, kabuk gibi içsiz, gönülsüzdür o!
Hak nuru saçısından nasibi varsa, bu nur, ona da değmişse pisliğe düşse bile Mısır’da olduğu gibi o pislik içine gömülen yumurtadan bir kuş meydana gelir!

300.Fakat meydana gelen kuş, evde beslenen pis tavuk cinsinden değildir, bilgi ve anlayış kuşudur.
Sen de nurdan nasipsize benziyorsun; çünkü burnunu pisliğe sokmadasın!
Ayrılığından yüzün, benzin sarardı ama sarı bir yapraksın, olmamış bir meyvesin!
Çömlek, ateşten, isten simsiyah oldu, is rengini aldı; fakat et, kartlığından öylece duruyor, hiç pişmemiş!
Seni tam sekiz yıl ayrılık ateşiyle kaynattım ama hamlığın, münafıklığın, bir zerre bile eksilmemiş!

305. Hastalıktan donmuş kalmış koruksun sen... halbuki koruklar, şimdi kuru üzüm haline geldi, sense hala hamsın!”

Âşığın hileye sapıp suçuna özür getirmesi ve niyetini gizlemeye savaşması,sevgilinin,bu hileyi de anlaması

Aşık dedi ki: “Kusuruma bakma... bakayım, bana uyacak mısın, yoksa namuslu musun diye seni sınadım.
Senin namuslu olduğunu sınamadan da biliyordum ama haber alma, gözle görmeye benzer mi ya?
Sen bir güneşsin; adın sanın meşhur olmuş, aleme yayılmış! Güneşi böyle bir tecrübeye aldımsa ne ziyanı var?
Sen bensin, ben kendimi her gün fayda da, ziyanda sınar dururum.

310. Düşmanlar, peygamberleri de sınadılar, sınadılar da onlardan mucizeler zuhur etti.
Gözümü, nurla sınadım, ey gözlerinden kötü gözler, uzak olasıca sevgili!
Bu dünya bir viraneye benzer, sense definesin... definede seni aradıysam incinme bana!
Seni küstahça sınadım... bu suretle düşmanlara da her zaman söyleyeyim;
Dilim seni anınca gözüm de gördüğüne tanık olsun!

315. Hürmet yolunu bulduysan ey ay yüzlü sevgili, işte boynumda kefen, elimde kılıç... huzuruna geldim!
Ben bu eldenim başka elden değil ... lûtfet, elimi ayağımı sen kes de beni, başkasına öldürtme!
Ayrılıktan dem vuruyorsun... dilediğini yap, fakat beni kendinden ayırma, bunu yapma!
Şimdi söz ülkesine yol aldık... fakat vakit geçti, söylemeye imkan yok!
İşin dış yüzünü söyledik, içyüzü örtülü kaldı... sağ olursak böyle kalmaz, onu da söyleriz elbet!

Sevgilinin,âşığın özrünü reddetmetsi ve hilesini yüzüne vurması

320. Sevgili, ağzını açıp şöyle cevap verdi: “Bizce senin halin gün gibi aydınlık ama sence gece!
Bu kara hileleri adalet gününde gören kişilerin önüne neye getirir, yayar dökersin ki?
Gönlündeki hilelerin, düzenlerin hepsi bizim önümüzde rüsvay olmada, hepsini de gün gibi görüp duruyoruz.
O suçu, kulumuza acır da örtersek sen neden yüzsüzlük eder, haddini aşarsın?
Babandan öğrensene... Âdem, suç işleyince hemencecik ayak çıkarılan yere geldi;

325. O gizli sırları bilen Tanrı’yı hazır nazır gördü de iki ayak üstüne durup suçunun affedilmesini dilemeye koyuldu.
Keder külünün ortasına geçip oturdu; hileye, bahaneye sapıp bir daldan bir dala sıçramadı.
“Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” dedi... çünkü önünde, ardında azap meleklerini gördü.
Can gibi gizli olan azap meleklerini gördü; her birinin elindeki sopa, ta gökyüzüne kadar uzanıyordu.
Kendine gel... Süleyman’ın huzurunda karınca ol da bu sopa, seni paramparça etmesin!

330. Doğruluk durağında başka bir yerde bir an bile durma... insana kimse, gözü gibi lalalık edemez.
Kör, öğütle arınıp temizlense bile yine her an sürçer, pislenir.
Ey Adem, senin gözün var, kör değilsin... fakat kaza geldi mi göz kör olur!
Gözlü adamın, bir tesadüf neticesi kuyuya düşmesi için ömürler lazım.
Fakat bu kaza, körün yoldaşıdır. Çünkü düşmek, onun tabiatıdır, huyudur.

335. Kör, pisliğe düşer de bu koku nedir, kendisinden midir, yoksa bir pisliğe bulaşmış da ondan mı? Bilemez ki.
Ona birisi miskler saçsa onu da kendisinden bilir, sevgilinin lûtfundan değil!
Hasılı ey gözü açık kişi, bu iki göz, sana yüzlerce anadır, yüzlerce baba!
Hele gönül gözü yok mu? O, bu göze nispetle yetmiş kat azizdir, yetmiş derece kuvvetlidir... bu iki duygu gözü, onun nimetiyle geçinmededir.
Yazıklar olsun ki yol kesiciler oturmuşlar, dilime yüzlerce düğüm vurmuşlardır!

340. Ayağı bağlı olan, nasıl rahvan gidebilir!Ağır bir bağdır bu... mazur gör!
Ey gönül, bu söz, kırık dökük geliyor. Bu söz incidir, Tanrı gayreti de değirmen.
İnci küçük ve kırık bile olsa hasta göze tutya olur.
Ey inci, kırıldığına acınma... kırılmakla parlayacak apaydın olacaksın!
Böyle o kırık dökük söylenecek... fakat Tanrı ganidir, sonunda onu düzgün bir hale getirir.

345. Buğday, kırıldı,ufalandıysa zayi olmadı ya... un haline geldi de dükkana girdi, ekmek oldu.
Ey âşık, senin de suçun belli oldu... artık suyu yağı bırak da kırık dökük bir hale gel!
Âdem’in has çocuklarına mahsustur bu... onlar, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik”derler.
Sen de hacetini arz et, lânetlenmiş yüzsüz iblis gibi delil getirmeye kalkışma!
Yok eğer yüzsüzlük, İblis’in ayıbını örttüyse sen de inada giriş, yüzsüzlükte bulun, bu yolda çalış, didin!

350. Ebucehil, Peygamber’den, kindar Oğuz Türk’ü gibi bir mucize istedi.
Fakat Tanrı Sıddık’ı mucize istemedi, bu yüzün sahibi zaten doğrudan başka bir şey söyleyemez ki dedi.
Sen nerede, senin gibi birisinin benliğe düşerek benim gibi bir sevgiliyi sınaması nerede?

Bir Yahudi’nin,Tanrı yüzünü ulu etsin Ali’ye ‘’Eğer Tanrı’nın korumasına güveniyorsan kendini bu yapının üstünden at’’ demesi,Müminler emîri’nin ona cevabı

Tanrı’yı ululamayı bilmeyen bir inatçı, bir gün Murtaza’ya dedi ki:
“Peki yüksek bir yapının damındasın... ey aklı başında olan, Tanrı’nın koruyacağını biliyorsun değil mi?”

355. Murtaza, evet dedi... o koruyucudur, ganidir... bizim varlığımızı, bizi ta çocukluğumuzdan adamlığımıza kadar hep o korur, o görüp gözetir!
Yahudi, peki dedi... mademki öyledir, kendini bu damdan aşağıya at... Tanrı’nın koruyuculuğuna tamamı ile güven!
Kendini aşağıya at da ben de adamakıllı inandığını anlayayım, güzelim inanışını, deliliyle göreyim!
Müminler emiri ona dedi ki: sus, defol git de bu cüret yüzünden canın belaya sataşmasın!
Kulun, iptilalara düşerek Tanrı’yı sınaması hiç yaraşır mı?

360. A nadan, a budala, kulun ne haddi vardır ki edepsizliğe kalkışıp Tanrı’yı sınamaya girişsin?
Sınama Tanrı’ya yaraşır... O, kullarını her an sınar durur.
Bu sınamayla da içimizde gizlediğimiz inanışlarımızı bize apaçık gösterir.
Âdem, bu suçla, bu hata ile Hakk’ı sınadım dedi mi hiç?
“Padişahım, senin hilmin nereye kadardır? Onu görmek istedim” gibi bir söz söyledi mi hiç? Ah, bu mecal kimde var, kimde?

365. Senin aklın şaşmış, pek sersemlemişsin... özrün günahından beter!
Gök kubbeyi yücelteni sınamak ha! Sen, bunu ne bilirsin ki?
A hayrı, şerri bilmeyen, sen kendini sına, başkasını değil!
Kendini sınadın mı başkalarını sınamadanvazgeçersin.
Şeker parçası olduğunu bildin mi, şeker yapılan ve satılan yere layık olduğunu da bilirsin.

370. Sınamaksızın şunu bil ki Tanrı, yersiz, zamansız şeker göndermez sana.
Sınamaksızın şunu bil ki eğer başsan Tanrı, seni ayakkabı konan yere göndermez!
Akıllı kişi, hiç değerli bir inciyi abdes hane de sidik gölcüğüne atar mı?
Anlayışlı hakim bile buğdayı saman ambarına göndermez.
Mürit, önden giden, kılavuz olan şeyhi sınamaya kalkışırsa eşektir.

375. Din yolunda onu sınamaya kalkıştın mı a hakikatten haberi olmayan, sen sınanmış olursun...
Senin cüretin, senin bilgisizliğin çırçıplak olur, aleme yayılır... yoksa o, bu araştırmayla nereden anlaşılır; nasıl meydana çıkar?
A yiğidim, bir zerre, kalkar da dağı tartmağa girişirse terazisi parçalanır gider!
Onlarda kendi akıllarınca bir terazi düzenler de Tanrı erini o teraziyle tartmağa kalkarlar!
Halbuki o, akıl terazisine bile sığmaz... akıl terazisini bile kırar, parçalar!

380. Onu sınamak, ona emrine göre hükmetmek gibidir... öyle bir padişaha buyruk buyurtmaya kalkışma sakın!
Hiç ressamlar, öyle bir ressamı sınayabilir, öyle bir ressama hüküm yürütebilir mi?
Eğer ressama bir sınama belirdiyse, ressam bir sınama bilgisine sahip olsaydı onu da çizen yine o ressam değil midir?
Artık o ressamın bilgisindeki suretlere nazaran bu ressamın çizdiği suret nedir ki?
Sana bir sınama vesvesesi geldi mi onu kötü talih bil... gelip çatmış, boynunu vurmuştur!

385. Böyle bir vesveseye uğradın mı çabucacık Tanrı’ya dön secdeye var...
Secde yerini gözyaşlarınla ısla... ey Tanrı, beni bu şüpheden kurtar de!
Sınamayı diledin mi işte o zaman din mescidin keçiboynuzuyla dolu demektir!

Mescid-i Aksa ve keçi boynuzu,Davut aleyhisselâm’ın,Süleyman aleyhisselâm’dan önce o mescidi yapmaya niyetlenmesi

Davut iyiden iyi taşla Mescid-i Aksâ’yı yapmaya niyetlendi, bu niyetle daraldı, bu işe girişmeyi iyicekurdu.
Tanrı, “Bu işten vazgeç... bu mescidi sen yapamazsın.

390. Ey seçilmiş kişi, Mescid-i Aksâ’yı senin yapmanı biz takdir etmedik” diye kendisine vahiy etti.
Davut “Ey sırları bilen Tanrı, suçum nedir? Neden mescidi yapma diyorsun bana?” dedi.
Tanrı dedi ki: “Suçsuzsun, suçun yok ama kanlara girmişsin... mazlûmların kanlarını boynuna almışsın!
Senin sesinden sayısız halk can verdi; sayısız halk, ona av oldu! Sesin bir hayli kana girmiş, canlar yakan güzel nağmelerin bir hayli adamı canından etmiştir!”

395. Davut dedi ki: “Senin mağlûbundum, senin sarhoşundum... elim, senin kuvvet ve kudretinlebağlıydı.
Padişah mağlûp olana acınmaz mı? Mağlûp, âdeta yok demek değil midir?
Tanrı buyurdu ki: Bu mağlûp, öyle bir yoktur ki vara nispetle zahiren yok olmuş değildir, iyice anlayın bunu!
Bu çeşit yok olan, kendinden geçmiş, var olanların en iyisi, en ulusu olmuştur.
O, Tanrı sıfatlarına nispetle yoktur... fakat hakikatte ona yoklukta bir varlık vardır.

400. Bütün ruhlar onun tedbirindedir... bütün cesetler onun hükmündedir.
Bizim lûtfumuza mağlup olan iradesiz, ihtiyarsız ve âciz kalmış değildir; o, bizim sevgimizde ihtiyar sahibi olmuştur.
Zaten ihtiyar ve iradenin sonu da budur, yani insanın mevhum irade ve ihtiyarının bu makamda yok oluşudur.
Zaten nihayet o, mevhum varlıktan mahvolmasaydı hiçbir ihtiyar ve iradeden lezzet alamaz, zevk bulamazdı.
Dünyada ister yenecek lokma olsun, ister içilecek bir şey... onun lezzeti, lezzetten kesilmesinin fer’idir. (İnsan, yediği, içtiği şeylerin lezzetini kaybetmedikçe yiyeceği ve içeceği şeylerden lezzet alamaz. Maddi lezzetlerden kesilmedikçe manevi lezzeti bulamaz)

405. Lezzetten geçen gerçi bütün lezzetlere aldırış etmez bir hale gelir ama hakikatte kendisi lezzet kesilir, lezzetten hiç ayrılmaz olur!

’’Söz, ancak budur: İnsanlar kardeştir’’ ve’’ Âlimler, tek bir insan gibidir’’ hadislerinin şerhi, bilhassa Davud ve Süleyman Peygamberlerle diğer peygamberlerin -aleyhisselâm- birliği,birisini inkar edenin,hiçbir peygambere iman etmemiş sayılacağı.Birlik alâmeti olarak o binlerce evden birini yıktın mı hepsinin yıkılmış ve bir duvarın bile ayakta kalmamış olacağı,Tanrı’nın ‘’Biz onların arasından bir tanesini bile ayırdetmeyiz’’demesi…Âkil kişiye bir işaret yeter,zaten bu,işareti de geçti ya!

Bu iş senin zorunla, senin kuvvetinle olmayacak ama o mescidi, oğlun yapacak!
Ey hikmet sahibi, onun yaptığı senin yaptığındır... evveline evvel olmayan bir zamandan beri inananlar, birbirlerinin aynıdır, birdir onlar!
İnananlar sayılıdır, çoktur ama iman birdir... cisimleri çoktur ama canları tektir.
İnsanda öküzün, eşeğin anlayışından ve canından başka bir akıl, başka bir can vardır.

410. O deme erişen, o makamda Tanrı velisi olan kişide de, insandaki candan, akıldan başka ve ayrı bir can ve akıl vardır.
Hayvani canlarda birlik yoktur...sen bu birliği rüzgarın ruhunda arama!
Bu hayvani can, ekmek yese insani ruhun karnı doymaz; bu yük çekse o, sıkıntı çekmez!
Hattâ onun ölümüyle bu hayvani ruh, neşelenir, sevinir... insani ruhun bir şey elde ettiğini görünce de hasedinden ölür!
Kurtların, köpeklerin canı, hep ayrı ayrıdır. Bir olan Tanrı aslanlarının canlarıdır.

415. Canları diye cemi sırasıyla söyledim... çünkü o bir tek can, cisme nispetle yüz olur!
Gökteki bir tek güneşin bir tek nuru da ev içlerine vurunca yüzlerce nur olur ya!
Fakat ortadan duvarları kaldırdın mı hepsinin de nuru bir olur.
Evlerin temelleri kalmadı mı müminler bir tek insana döner, bu sır meydana çıkar.
Bu sözden farklar belirir, müşküller doğar... çünkü hakikatte buna benzemez bu iş ki; bu bir misaldir.

420. Aslanla yiğit bir Âdemoğlu arasında sonsuz farklar vardır.
Fakat ey hoş gün gören kişi misal getirildiği zaman aradaki birlik, yiğitlik ve canla başla oynama bakımındandır.
Çünkü o yiğit, her bakımdan aslanın misli değildir, nihayet yiğitlik bakımından aslana benzer.
Bu alemde her bakımdan bir olan bir nakış, bir suret yoktur ki sana mislini göstereyim.
Aklı, şaşkınlıktan kurtarayım diye yine nakış bir misale el atayım:

425. Geceleyin her eve bir kandil, bir mum korlar ve onun ışığıyla karanlıktan kurtulurlar ya...
O kandil, bu tene benzer, nuru da cana.Kandil, fitile, şuna buna muhtaçtır.
Bu duyguların o altı fitilli kandili, umumiyetle uykuya, yemeye, içmeye dayanır... o kandilin temeli, bunlardır.
Yiyip içmeden, yatıp uyumadan yarım nefeslik bir zaman bile yaşayamaz... fakat yiyip yatmakla da yaşayamaz!
Fitili, yağı olmadıkça bakası yoktur; fakat fitille, yağla da vefası yoktur.

430. Çünkü sebebe bağlı olan, sebepsiz meydana gelmeyen ışığı, ölümü arar durur... nasıl yaşayabilir ki aydın gün, onun ölümüdür.
İnsanın bütün duygularının da bakası yoktur... zira mahşer günü, hepsi de yok olur gider!
Fakat atalarımızın duygu ve can ışığı, tamamı ile de ot gibi bitip ot gibi yitmez... tamamı ile fani olmamıştır.
Yalnız güneşin nurunda yıldızların nuru ve ay ışığı mahvolur ve görünmez!
Pirenin ısırmasından meydana gelen yanış, dert ve zahmet, yılan ısırınca mahvolur ya!

435. Çıplak adam arıların sokmasından kurtulmak için suya atlar ya! Arılar adamın tepesinde dolaşır dururlar... başını bir çıkardı mı hiç affetmezler, hemen sokarlar!
Tanrı’yı anış sudur, zamanede şu kadının, bu erkeğin anılışı da arı!
Tanrı’yı anış suyuna dal, nefesini tut, sabret de eski düşüncelerden, vesveselerden kurtul!
Ondan sonra da sen, tepeden tırnağa kadar o arı duru suyun tabiatına bürünürsün...

440. Öyle bir hale gelirsin ki o kötü arı, sudan nasıl kaçar, çekinirse senden de öyle kaçar, öyle çekinir!
Sonra dilersen sudan uzaklaş... içten suyun tabiatına sahip olursun, hakikatte ondan ayrılmamış sayılırsın!
Dünyadan geçen kişiler de yok olmamışlar, fakat Tanrı sıfatlarına bürünmüşlerdir.
Onların sıfatları, Hak sıfatlarına karşı, güneşin karşısındaki yıldızlara dönmüştür.
A inatçı Kur’andan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır!”

445. Haklarında “Huzurumuzdadır” denenler yok olamazlar, iyi dikkat et de ruhların bakasını iyice anlayasın!
Bakadan mahcup olan ruh azaptadır, Tanrı’ya vasıl olan ruhsa baka aleminde hicaplardan kurtulmuş bir haldedir.
İşte bu hayvani duygu kandilinden ne murat edilmişse, bu kandilin hakikati neyse sana söyledim... kendine gel de sakın bu hayvani duyguyla ruh arasında bir birlik tasavvur etme!
Çabuk, ruhunu, yolcuların kutlu ruhlarına ulaştır!
Yüz tane kandilin olsa ister sönsünler, ister yansınlar, değil mi ki hepsi ayrı ayrıdır... bir olamazlar!

450. İşte bu yüzden bizim ashabımız, hep savaştadır... fakat peygamberlerin birbirleriyle savaştıklarını kimsecikler duymamıştır.
Çünkü peygamberlerin nurları güneştir; duygu ışığımızsa kandil, mum ve is!
Biri söner, öbürü gündüze kadar kalır... biri yanıp erir, öbürü parlar durur!
Hayvani can gıda ile dirilir...her iyi kötü şeyle de ölüverir!
Fakat bu kandil söndü, ortadan kalktı mı komşunun evi neden karanlık kalsın?

455. Madem ki o evin ışığı, bunun ışığı olmaksızın da duruyor... şu halde her evin duygu ışığı ayrı ayrıdır.
Bu hayvani canın misalidir... Rabbani canın değil!
Gece Hindusundan ay doğdu mu ışığı, her pencereden vurur, her tarafı aydınlatır!
O yüzlerce evin ışığını sen, bir say... çünkü ay battı mı bu evin sönüp öbürününki kalmaz.
Parlak güneş tan yerinde durdukça ışığı her eve konuk olur.

460. Fakat can güneşi battı mı bütün evlerin nuru kaybolur, gidiverir!
Bu söz nurun misalidir, misli değil... sana doğru yolu gösterir, düşmanın da yolunu vurur!
O münkir, o kötü huylu, örümcek gibi kokmuş ağlar kurar...
Tükürüğü ile nura perde gerer; fakat kendi anlayış gözünü kör eder.
Atın boynunu tutarsa murat alır, maksadına erişir... fakat ayağını yakalarsa tekmeyi yer!

465. Gemsiz ve serkeş ata pek yaklaşma... kendine aklı ve dini kılavuz et, onlara uy vesselâm!
Bu azmini sakın hor görme, ehemmiyetsiz sanma... bu yolda sabır lazım, çekilecek mihnetlere tahammül gerek!

Mescid-i Aksâ’nın binası

Süleyman, Kâbe gibi temiz, Mina gibi yüce olan o yapıya başladı.
Yapısında tekellüflerde bulundu... öbür yapılar gibi rasgele ve değersiz bir yapı değildi o!
Yapı için dağdan kesilen her taş, apaçık “Önce beni götürün” derdi.

470.Âdem’in yoğrulduğu su ve toprak gibi o yapının her kerpicinden nur parladı.
Taş, hammalsız geliyordu... o kapı, o duvarlar, âdeta canlıydı.
Tanrı daima der ki: Cennetin duvarları, bu duvarlar gibi cansız ve çirkin değildir.
Ten kapısı, ten duvarı gibi uyanıktır... cennet evi de diridir; çünkü padişahlar padişahına mensuptur orası!
Ağaç da cennet ehliyle konuşur, söz söyler, meyve de, akan duru sular da!

475. Çünkü cenneti aletle yapmamışlardır ki... orası amellerden, niyetlerden yapılmadır.
Bu yapı ölü sudan, ölü topraktan yapılmıştır; o yapı diri ibadetlerle kurulmuştur.
Bu aslına benzer, dağınıklıklarla doludur... o da aslı olan ilme, amele benzer!
Oradaki taht da, köşk de, taç da, elbise de cennet ehline sorular sorar, cevaplar verir!
Döşemesi, döşeyen olmaksızın döşenmiştir... o ev, süpürgesiz süpürülmüş, temizlenmiştir!

480. Gönül evine bak! Gamla tozlandı mı süpürgeci olmaksızın tövbeyle süpürülür, arınır.
O yurdun tahtı, kimse taşıyıp götürmeksizin gider yürür... kapı halkası da güzel seslerle şarkılar söyler, çalgılar çalar, kapı da!
Gönülde de o ebediyet yurdu olan cennetin diriliği var... fakat ne fayda, dilime gelmiyor ki, söyleyemiyorum ki!
Süleyman her sabah çağı halkı irşad için mescide girdi mi,
Gah sözle, gâh nameyle, sazla gâh işle, yani rükû ederek, yahut namaz kılarak halka öğüt verirdi.

485. İşle olan öğüt, halkı daha ziyade çeker... çünkü bu öğüdü sağırların bile can kulakları duyar!
Sonra bu öğüt de emirlik vehmi de az olur... bu yüzden halka adamakıllı tesir eder!

Tanrı razı olsun, Osman’ın ilk halifeliğindeki hutbesi, işe öğüt veren,sözle öğüt verenden yeğdir.

Osman, halife olur olmaz hemen koşup minbere çıktı.
Ulular ulusu peygamberin minberi üç basamaktı. Ebubekir, minbere çıkınca ikinci basamağa,
Ömer de zamanında İslama ve dine saygısı dolayısıyla üçüncü basamağa oturmuştu.

490. Osman’ın devri gelince o üst basamağa çıktı, o bahtı kutlu, oraya oturdu.
Herzevekilin biri ona sordu: “İlk iki halife, Peygamberin yerine oturmadılar.
Sen nasıl oldu da onlardan üstün olmaya kalkışıyorsun? Halbuki mertebe bakımından onlardan aşağısın sen.”
Osman dedi ki: “Üçüncü basamağa otursaydım beni Ömer’e benziyorum sanırlardı.
İkinci basamağa otursaydım diyebilirlerdi ki bu Ebubekir’e benziyor, onun misli!

495. Bu üst basamak, Mustafa’nın makamı... o padişaha benzememe zaten imkanı yok.
Ondan sonra o merhametli halife, hutbe okuyacak yerde ta ikindiye yakın bir zamana kadar sustu kaldı.
Kimsede, hadi okusana diyecek bir kudret de yoktu, mescitten çıkıp gidecek kudret de!
Halkın ileri olanlarına da bir heybet çökmüştü, bayağılarına da. Mescidin içi, damı nurla dolmuştu!
Can gözü açık olanlar o nuru görüyorlardı... bırak onları, körler bile o nurla hararete gelmiş çoşmuşlardı!

500. Körün gözü, güneşin doğduğunu hararetinden anlar.
Fakat bu hararet, her duyulanın hakikatı görülsün diye gözü açar...
Ve hararetinde bir sıkıntı bir hal vardır... hakiki güneşin hararetiyle gönlü açar, gönüle bir ferahlık, bir genişlik verir!
Kör, evveline evvel olmayan Tanrı nuruyla hararetlendi mi ferahından, ben görüyorum, gözlerim açıldı benim der.
Güzelim, adamakıllı ve hoş bir sarhoşluktur bu...yalnız can gözünün açılması için aşılacak az bir yol vardır.

505. Bu körün güneşten nasibidir...Tanrı doğrusunu daha iyi bilir ya... bunun gibi belki yüzlerce nasibi de var!
O nuru gören kişinin ahvalini anlatmak, hiç Ebu Ali Sina’nın harcı mıdır?
Yüz kat kuvvetli bile olsa bu dil, kim oluyor ki eliyle görüş perdesini oynatmaya kalkışıyor?
Perdeye elini sürerse vay ona... Tanrı kılıcı elini kesiverir!
Hatta el de nedir ki? Bilgisizliğinden serkeşlik eden başı bile keser, koparır!

510. Bunu söz olsun diye söyledim... yoksa onun eli nerede, o nerede?
Hani derler ya ... teyzenin tenasül aleti olsaydı dayı olurdu, işte bu sözde onun gibi!
Dilden, sınıklıktan arınan göze... söylenen nakledile gelen sözden görülen,bilinen hakikate yüz binlerce yıllık yol var desem yine de az söylemiş olurum!
Fakat kendine gel, sakın gökyüzünün nurundan ümit kesme... Tanrı dilerse o nur, bir anda sana erişiverir!
Mesela yıldızların madenlere yüzlerce tesiri vardır... Tanrı kudreti onu, madenlere her an ulaştırmadadır.

515. Gökyüzünde bir yıldız olan güneş, karanlıkları giderir... Tanrı güneşiyse Tanrı sıfatlarında daimidir.
Ey yardım isteyen, güneşin tesiri, beş yüzyıllık yola olan gökten yeryüzüne geliverdi ya!
Zuhale üç yüz bin beş yüz yıllık, hatta daha da nice fazla bir yol var... fakat tesiri, anbean görünüp durmada!
Dilerse Tanrı, güneş doğunca gölgenin dürülüp kaybolduğu gibi onun da tesirini dürer kaybeder... güneşe karşı gölgenin ne değeri olabilir?
Yıldız gibi tertemiz ruhlar, gökyüzündeki yıldızlara feyiz verir, yardım eder!

520. Görünüşte o yıldızlar, bizim varlığımıza, sağlığımıza sebeptir ama hakikatte bizim batınımız, bizim içyüzümüz, gökyüzünün durmasına, varlığına sebeptir!

Hûkemâ, insan küçük âlemdir derler, fakat Tanrı hakîmleri insan büyük âlemdir demişlerdir.Çünkü hûkemânın bilgisi, insanın sûretine aittir, bu hakîmlerin bilgisiyse hakikâtte insanın hakikâtine ulaşmıştır.

Sûrette sen küçük bir âlemsin ama hakikatte en büyük âlem sensin.
Görünüşde dal, meyvanın aslıdır; fakat hakikatte dal meyva için var olmuştur.
Meyva elde etmeğe bir meyli, meyva vermeğe bir ümidi olmasaydı hiç bahçıvan, ağaç diker miydi?
Şu halde meyva, görünüşte ağaçtan doğmuştur ama hakikatte ağaç, meyvadan vücut bulmuştur.

525. Mustafa, onun için ”Âdem’le bütün peygamberler, benim ardımda ve sancağımın altındadır” dedi.
O hünerler sahibi, onun için “ Biz, sonda gelen, fakat en ileri giden ve öndölü alanlarız ” buyurdu.
Sûret bakımından ben Âdem’den doğmuşum ama hakikatte onun atasının atasıyım ben!
Melekler, bana secde ettiler...Âdem, benim ardımdan yürüdü, yedinci kat göğün üstüne çıktı!
Hakikatte babam, benden doğdu... ağaç, meyvadan vücud buldu.

530. İlk düşünce, iş âleminde son olarak zuhûr etti.Hele vasfa mazhâr olan düşünce!
Hâsılı bir an içinde gökten nice kervanlar gelmekte,göğe nice kervanlar gitmektedir!
Bu yol, bu kervana uzun gelmez... ova, üstün gelen kişiye geniş gelir mi hiç ?
Gönül, her an kâbeye gitmekte... benden de Tanrı lûtfuyla gönlün tabiatına bürünmekte!
Bu uzunluk, kısalık, bedene göredir...Tanrı’nın bulunduğu yerde uzunun, kısanın lâfı mı olur ?

535. Tanrı, cismi tebdil etti mi gayrı fersaha bile bakmadan yürür gider!
Ey yiğit lâfı bırak gayrı! Şimdi yüzlerce ümit var, hemen adım ata gör!
Gözünü bir yumdun mu bakarsın ki gemide oturmuşsun, uyuyorsun...öyle olduğu halde yol almadasın!

”Ümmetim, Nuh gemisine benzer... o gemiye giren kurtuldu, girmeyen boğuldu gitti” hadîsinin tefsîri

Peygamber, bunun için “ Ben; zemâne tufanına gemi gibiyim;
Biz ve ashabım, Nuh’un gemisine benzeriz.Kim bu gemiye el atar, kim bu gemiye girerse kurtulur “ buyurdu.

540. Şeyh beraber olunca kötülüklerden uzaksın...gece gündüz gitmektesin; gemidesin.
Canlar bağışlayan cana sığınmışsın...gemiye girmiş, uyuyorsun; öyle olduğu halde yol almaktasın!
Zamanın peygamberinden ayrılma...kendi hünerine, kendi dileğine pek güvenme !
Aslan bile olsan değilmi ki kılavuzsuz yol almaktasın; kendini görüyorsun, sapıksın, hor hâkirsin.
Ancak şeyhin kanatlarıyla uçta şeyhin askerlerinin yardımını gör!

545. Bir zaman olur, onun lûtuf dalgaları, sana kanat kesilir; bir an gelir, kahır ateşi seni taşır, götürür!
Kahrını, lûtfunun zıddı sayma pek...tesir bakımından ikisininde birliğini gör!
Bir zaman seni toprak gibi yeşertir...bir zaman seni sevgilinin havasıyla doldurur, şişirir!
Ârifin bedenine cemad vasfını verir de orada neşeli güller, nesrinler bitirir!
Fakat bunları o görür, başkası değil...temiz içten başka hiçbir şey cennetin kokusunu alamaz!

550. İçini, sevgiyi inkârdan arıt da orada onun gül bahçesindeki reyhanlar bitsin!
İçini arıt da Muhammed’in Yemen ülkesinde Rahman kokusunu aldığı gibi sende benim sevgilimin ebedîlik kokusunu bul!
Miraç edenlerin safında durursan yokluk, seni Burak gibi göklere yüceltir.
Yere mensup ve ancak aya kadar yüceltebilecek miraç değildir bu...kamışı, şekere ulaştıran miraça benzer!
Bu miraç, buğunun göğe akması gibi bir miraç değildir...ana karnındaki çocuğun bilgi ve irfân derecesine ulaşmasına benzer!

555. Yokluk küheylânı, ne de güzel bir buraktır... yok olduysan seni varlık makamına götürür!
Dağlar, denizler ancak tırnağına dokunabilir; o derece süratlidir... duygu âlemini derhâl geride bırakıverir!
Ayağını gemiye çekte can sevgilisine giden can gibi oturduğun yerde yürüye dur!
Elsiz, ayaksız evveline evvel olmayan Tanrı’ya kadar git...canların, yoklukta elsiz ayaksız varlık âlemine koştukları gibi!
Duyan, gaflet uykusunda olmasaydı, can kulağı açık bulunsaydı sözde kıyas perdesini yırtardın ya!

560. Ey felek, onun sözlerine inciler saç... ey cihân, onun cihânından utan!
Eğer inciler saçarsan incilerin yüz kat fazlalaşır...câmid cismin görür, sevilir bir hâle gelir.
O saçtığın incileri kendin için saçtın demektir...çünkü her çesit sermâye yüz misli artar!

Belkis’in Sebe şehrinden Süleyman aleyhisselâm’a hediye göndermesi

Belkıs’ın hediyesi kırk katır yükü altın kerpiçti.
Hediyeleri getirenler, Süleyman’ın saray meydanına girince bir de gördüler ki yer, tamamı ile halis altınla döşenmiş!

565. Altın üstünde tam kırk konaklık yol aldılar...Artık altın gözlerine su gibi bile görünmüyordu, o kadar ehemmiyetsiz bir hale gelmişti.
Defalarca bu altınları, getirdiğimiz yere götürelim... biz ne olmayacak iş yapıyoruz;
Toprağı bile halis altın olan bir yere hediye olarak altın götürmek aptallıktır dediler.
Ey Tanrı’ya aklı hediye götüren, akıl, orada yoldaki topraktan da aşağıdır!
Hediyenin makbule geçmeyeceğini anladıklarından utangaçlıkları, âdeta onları gerisin geriye itmekteydi!

570. Sonra yine dediler ki: İster makbule geçsin, ister geçmesin... bize ne? Biz emir kuluyuz!
Altın olsun toprak olsun...biz, götürmeye mecburuz... buyruk verenin buyruğunu yerine getirmek mecburiyetindeyiz.
Geri götürün derlerse yine fermana uyar, getirdiğimiz hediyeyi geri götürürüz!
Süleyman, hediye getirenleri ve getirdikleri hediyeyi görünce gülmeye başladı. “Ben, sizden tirit istedim mi ki?
Ben,bana hediye verin demedim; hediyeye layık olun dedim.

575. Bana gayb âleminden eşi görülmedik hediyeler gelmekte... öyle hediyeler ki insan, onları istemeye niyetlense aklına bile getiremez!
Siz, yer altındaki madeni altın haline getiren bir yıldıza, güneşe tapıyorsunuz... o yıldızı yaratana yüz tutun!
Değeri yüce olan canınızı hor hakir ederek gökteki güneşe tapıyorsunuz.
Güneş Tanrı emriyle bizim aşçımızdır, çiyleri pişirir... artık ona Tanrı dersen aptallıktır bu!
Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin?

580. Nihayet yine Tanrı tapısına yüz vurup ya Rabbi. O karaltıyı gider, yine ona nurunu ver demez misin?
Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağım, yahut aman dileyeceğim güneş nerede?
Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur... halbuki geceleyin taptığın tanrı ortada yoktur.
Tanrı’ya gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Tanrı’ya mahrem olursun!
Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim... bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen!

585. Onun, temiz ruhtan başka doğuşu... yok doğmasında da geceyle gündüz farkı olamaz.
Gündüz, onun doğduğu zamana derler... geceleyin doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz.
Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür!
Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır şaşırır kalır!
Arşın nuruna... arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına karşı bu güneşi bir zerre gibi görürsün!

590. Göze Tanrı’dan bir kuvvet gelince zahiri güneşi hor ve yoksul görür, bayağı bulursun!
Tanrı, öyle bir kimyagerdir ki onun bir tesiriyle duman, yıldız haline gelmiştir...
Öyle bir görülmedik iksiri vardır ki karanlığı güneş haline getirmiştim.
Bir acayip sanatkardır ki bir sanatıyla zühale bu kadar hassa vermiştir... artık sen öbür can yıldızlarıyla can incilerini de var, buna kıyas et!

595. Duygu gözü, güneşe zebundur; ilahi bir göz ara, ilahi bir göz bul da, Onun bakışına karşı şimşekler saçan güneşin nurları zebun olsun!
O bakış nura mensuptur, bu bakış, nâra... ateş, nûra karşı adamakıllı kara görünür!

Tanrı sırrını kutlasın, Şeyh Abdullah-ı Mağribi’nin kerametleri

Şeyh Abdullah-ı Mağribi dedi ki: “Altmış yıldır ben gece nedir, görmedim.
Bu altmış yıl içinde ne gündüz, ne de gece... hiçbir sebeple bir karanlığa düşmedim.”

600. Sofiler de şeyhin sözünün doğruluğunu söylemişler, demişlerdi ki: “Geceleri ardında giderdik.”
Dikenlerle, çukurlarla dolu olan çöllerde yürürdük... o, dolunay gibi önümüzde giderdi.
Yüzünü geriye çevirmeden gece vakti, “Dikkat edin, önünüzde çukur var, sola doğru yürüyün” derdi.
Bir an sonra da “Sağa gidin, ayağımızın altında diken var”diye seslenirdi.
Gündüz olur, biz ayağını öperdik... görürdük ki ayakları gelin ayağı gibi!

605. Ne topraktan eser var, ne çamurdan... ne diken yırtmış, ne taş yaralamış!
Tanrı, Mağribî’yi maşrıkî etmişti... Batıyı ona doğu gibi nurlar saçan bir hale getirmişti!
Bu serkeş güneşin nuru, aşk meydanının öyle bir atıdır ki halkın ileri gidenlerinin gününü de o korur, geri kalanların gününü de o!
O yüce nur nasıl korumaz ki binlerce güneşi izhar eden odur.
Sen onun nuru ile emniyet içinde yürüye dur... ejderhalar, akrepler arasında yol almaya bak!

610. O pak nur, senin önünde gider durur... her yol vuranı tutar, paramparça eder!
“Tanrı, kıyamet gününde Peygamberini utandırmaz” ayetini doğru bil; “ Müminlerin nurları, önlerinde ve sağlarında yürür yollarını aydınlatır” ayetini oku!
O nur kıyamette çoğalır ama Tanrı’dan o nuru burada da istemeli!
Çünkü Tanrı istenen şeye delalet etmeyi daha iyi bilir ama buluta da can nuru bağışlar karanlığa da!

Süleyman aleyhisselâm’ın Belkis’in elçilerini,getirdikleri hediyelerle beraber Belkis’e göndermesi ve Belkis’i güneşe tapmadan vazgeçip Tanrı’ya inanmaya davet etmesi

Süleyman Peygamber, o elçilere dedi ki: “Ey utanan elçiler, geri dönün ... altın sizin olsun; bana gönül getirin, gönül!

615. Benim bu altınlarımı da alın da o altınlara ilave edin... körlüğünüzü anlayın da o altınları katırın fercine sokun!
Katırın ferci, altın kilit vurulmaya layıktır... Aşığın altınıysa sapsarı yüzüdür!
O yüz, Tanrı’nın nazar ettiği yerdir... halbuki altın madenine güneş nazar eder!
Maden güneş ışığının nazargâhıdır;âşıkın yüzü hakikatlere sahibolan Tanrı’nın nazargâhıdır.
Şimdi de bana gelip çattınız, benim esirimsiniz ama yine benim sizi yakalamamdan korkun, canınızı siper edin!

620. Taneye kapılmış kuş dam üstündedir ama kanadı açık olduğu halde tuzağa tutulmuştur o!
Mademki gönlünü canla başla taneye verdi... sen onu tutulmadan tutulmuş bil!
Taneye bakıp duruyor ya... sen o bakışları, ayağına vurulan düğüm say!
Tane, sen şimdi bana hırsızlama bakıyorsun ama hele sabret; asıl ben seni çalıyorum;
O bakış, sonunda seni bana çekince anlarsın ki ben senden gafil değilim der!

Terazinin dirhemi baş yıkayacak kil olan aktarın kilini, aktar şeker tartarken kil yemeyi âdet edinmiş olan müşterinin gizlice ve hırsızlama çalması

625. Toprak yemeyi adet edinmiş olan birisi bir aktara gidip kelle şekeri almak istedi.
O hilebaz ve gönlü bozuk aktarın terazisinde dirhem ve taş yerine toprak vardı.
Dedi ki: Benim terazimin dirhemi topraktır. Şeker almaya niyetin varsa sabret de dirhem bulayım.
Adam “Mühim bir işim var, şeker almam lazım... dirhemin ne olursa olsun, zararı yok” dedi.
Kendi kendisine de “Toprak yemeyi adet edinen kişiye taş nedir ki? Toprak altından daha iyi!

630. Hani o kılavuz kadın gibi...oğlum, pek güzel bir kız buldum.
Pek güzel ama ondan başka bir şey daha var:o namuslu kız, helvacı kızı demiş de,
Evlenecek adam böyle olması daha iyi ya... helvacının kızı daha yağlı, daha tatlı olur demiş!
Onun gibi senin de taş dirhemin yok da taş yerine toprak kullanıyorsan daha iyi ya... toprak benim gönlümün istediği meyve!” diyordu.
Aktar, terazisinin dirhem gözüne dirhem vazifesini gören taş yerine toprak parçasını koydu.

635. Öbür gözüne koymak üzere de o toprağın ağırlığınca şeker kırmaya koyuldu.
Şekeri kesip kıracak bir aleti olmadığı için biraz gecikti, müşteriyi de orada bıraktı.
Aktarın yüzü öbür yanaydı... toprak yemeyi adet edinmiş olan müşteri, dayanamadı... gizlice ve güya aktara göstermeden toprağı koparıp yemeye başladı.
Ansızın döner de beni görüverir diye de korkmaktaydı.
Aktar, bunu gördü... gördü ama kendisini meşgul gösterdi. Diyordu ki: “A sararmış suratlı, hadi biraz daha fazla çal!

640. Toprağımı çalıyorsan bana bir şey olmuyor; sen, adeta kendi yanından et koparıyor, kendi etini yiyorsun!
Benden korkup duruyorsun ya eşekliğinden... ben de az yiyeceksin diye korkmaktayım!
Meşgulüm ama kamışımdan sana fazla şeker verecek kadar da ahmak değilim ben!
Alacağın şekeri görünce kimin ahmak ve gafil olduğunu anlarsın, hele dur”
Kuş, o taneye baktıkça bakar, hoşlanır ama tane de uzaktan o kuşun yolunu vurur!

645. Göz zinasından hoşlanırsın ama nihayet kendi yanından kopardığın eti kebap edip yemiyor musun ki?
Bu uzaktan bakış ok ve zehir gibidir... gittikçe sevgin artar, sabrın eksilir!
Dünya malı zayıf kuşların tuzağıdır...ahiret mülkü, yüce kuşların tuzağı!
Hattâ bu ahiret mülkü, öyle bir derin tuzaktır ki ulu ulu kuşları avlar!
Ben Süleyman’ım, sizin mülkünüzü istemem... mülk istemek şöyle dursun, ben sizi, helâk edecek şeylerden kurtarırım!

650. Şimdi siz, malın, mülkün esirisiniz... mala mülke sahip olan kişi, helâk olmaktan kurtulan, mala, mülke esir olmayan kişidir.
Halbuki ey âleme esir olan, aksine adını bu cihanın emîri taktın!
Hakikatte sen, bu âlemin esirisin, canın, bu cihan hapsine düşmüştür... öyle olduğu halde niceye,bir kendine cihan sahibi deyip duracaksın?

Süleyman aleyhisselâm’ın elçilerin gönlünü alması,onlara iltifatta bulunması,gönüllerindeki ürkekliği gidermesi ve hediyeleri kabul etmediğinden özür dileyip,kabul etmemesinin sebeplerini anlatması

Ey, elçiler, tez sizi elçi olarak gönderiyorum... bu hediyeleri reddetmem, sizin için kabul etmemden yeğdir.
Belkıs’ın yanına gidince gördüğünüz şaşılacak şeyleri, altın ovasını hep söyleyin.

655. Söyleyin de benim altına tamah etmediğimi, altını yaratandan altın elde ettiğimi anlasın.
O Tanrı, öyle bir Tanrı’dır ki dilerse bütün yeryüzünü baştanbaşa altın ve değeri biçilmez inci haline getirir.
Ey altını seçen, onu seven, onun için Tanrı mahşer gününde bu yeryüzünü gümüşten halk edecektir.
Biz altına aldırış bile etmeyiz... sanatlarımız çok bizim; bütün yeryüzündekileri altın haline getiririz biz!
Sizden altın mı isteriz biz? Biz sizi kimyager yaparız.

660. Sebe mülkü bile olsa vazgeçin o dünya mülkünden... suyun toprağın dışında nice mülkler var!
Senin taht dediğin şey, tahtadan yapılma tuzaktır... konduğun yeri baş köşe sanmışsın ama kapıda kala kalmışsın!
Sen daha kendi sakalına hüküm yürütemiyor, ona bile padişahlık edemiyorsun; artık nasıl olurda iyiye, kötüye padişahlık yapmaya, hüküm yürütmeye kalkışırsın?
İstemediğin halde sakalın ağarıyor... gayri ey eğri ümitli, sakalından utan!
Asıl o Tanrı mülk ve saltanat sahibindir, kendisine baş eğene bu topraktan yaratılan dünya şöyle dursun, yüzlerce mülk, yüzlerce saltanat ihsan eder.

665. Fakat Tanrı tapısında bir secde, sana iki yüz devlet ve saltanattan daha hoş gelir.
Ben ne mal isterim, ne mülk... ne devlet isterim, ne saltanat... bana o secde devletini ihsan et, yeter diye ağlayıp sızlanmaya başlarsın!
Cihan padişahları, kötülüklerinden dolayı kulluk şarabından bir koku bile almamışlar.
Yoksa onlar da Edhem gibi, hemencecik coşarlar, sarhoş olurlar, dünya saltanatını vurup kırarlardı!
Fakat Tanrı, bu âlem dursun, mamur olsun diye gözlerini ağızlarını kapamıştır.

670. Bu suretle de onlara taht ve taç tatlı gelir, âlemdeki halktan haraç alalım derler...
Fakat haraç ala ala kum gibi altın yığsın yine ölür, geberirsin, onlar senden arta kalır!
Mal, mülk, devlet ve altın, canına yoldaş olmaz... sen altın ver de görüşünün kuvvetlenmesi için sürme al!
Bu sürmeyi çek de şu âlemin daracık bir kuyu olduğunu gör; Yusufcasına ipe el at!
Kuyudan çıkıp dama yücelince görenler, müjde, işte bize bir köle desinler!

675. Kuyuda göz, akisler yapar, insana hayaller görünür... onların en bayağısı şudur: Taş altın şeklinde görünür!
Oyun zamanı çocuklarda kızışırlar... o taş topaç kırıklarını altın ve mal görürler ya.
Fakat Tanrı ârifleri kimyager olmuşlardır da onlara madenler bile değersiz görünür artık!

Dervişin, şeyhleri rüyâda görüp kazanmaya uğraşmadan ve ibadetten kalmadan helâl bir rızık dilemesi, onlarında onu irşâd etmeleri, dağdaki acı ve ekşi meyvaların, şeyhlerin himmetiyle dervişe tatlı gelmesi

Dervişin biri hikâye etti: Ben rüyâda Hızır’a mensup olan erenleri gördüm.
Onlara: “ Helâl olan ve hiç vebâli bulunmayan rızkı nereden elde edeyim? dedim.

680. Beni dağlara ormanlara götürdüler... ormanlarda meyveleri silktiler.
Tanrı, himmetimizle bunları sana tatlı etti...
Hemen ye bunlar temiz, helâl ve sayısız... aynı zamanda uğraşmaksızın, başın ağrımadan, yükünü çekmeden, yukarı aşağı koşmadan elde edilen rızıklardır dediler.
Onları yedim, sözümde öyle bir feyiz, öyle bir tesir hâsıl oldu ki sözlerim, akılları hayran etmeye başladı.
Rabbim dedim, bu bir imtihan...sen bana bütün halktan gizli bir ihsanda bulun!

685. Söz söyleyemez bir hale geldim... hoş bir gönüle sahip oldum; zevkimden nar gibi yarıldım!
Dedim ki içimdeki bu zevk yok mu ya... cennette bundan başka bir zevk olmasa bile,
Başka bir nimet istemem... bunu bırakıp da ceviz ve şeker yemeğe girişmem!
Kazancımdan elimde bir iki habbe kalmıştı. Onları cübbemin yenine dikmiştim.

Dervişin bu parayı şu oduncuya vereyim, çünkü ben şeyhlerin kerametiyle rızık elde ettim demesi, oduncunun, dervişin bu niyetini anlayıp incinmesi

Dervişin biri de odunculuk etmekteydi... yorgun argın ormandan geldi.

690. Onu görünce dedim ki: Artık benim rızıkla işim yok... bundan sonra rızık için gam yemiyorum.
Kötü meyveler bana güzel ve hoş gelmekte... husûsi bir rızka nâil oldum ben.
Mademki boğaz derdinden kurtuldum, birkaç habbem var, onları şuna vereyim...
Şu oduncuya bağışlayayım da o da iki üç günceğiz rızık derdinden kurtulsun!
Oduncu içinden geçeni anlıyormuş meğerse... çünkü kulağı, Tanrı nuruyla nurlanmış!

695. Her düşünce , ona göre bir şişe içindeki kandil gibi. Hepsini görüyormuş!
İçten geçen ondan saklanamıyor... o, bütün gönüllerden geçenlere emîr kesilmiş!
O sırrına şaşılacak er, benim bu düşünceme karşı ağzının içinden söylenip durmaktaydı.
Padişahlar hakkında böyle düşünüyorsun ha... onlar, sana rızık vermeseler nasıl rızıklanacaksın ki demekteydi.
Ben sözünü anlayamıyordum ama azarlanması gönlüme iyice aksediyordu.

700. Derken aslan gibi heybetle önüme geldi, sırtındaki odun demetini yere bıraktı.

[divide style="2"]

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  1 - 700 )

Satır 23. Su'da, Suat, Leylâ Selma gibi Arap şiilerinde geçen ve muayyen bir kızdan ziyade sevgili mânasına gelen bir kadın adıdır.

Satır 3-5. Kur'an'ın 12nci suresi olan Yusuf suresinin 63 üncü âyetinin son kısmıdır.

B. 7. H. Muhammed'in "Kim, her şeyini Tanrı'ya verir, Tanrı'ya bağlanırsa Tanrı da onun her şeyini yapar, her dileğine eriştirir" mealinde bir buyruğu bulunduğu rivayet edilmiştir.

B. 11. "Görüyor musun Ebu Cehl'i? Senin sözlerini yalan der ve imandan yüz çevirirse.. bilmez mi ki Tanrı şüphesiz her şeyi bilir.. hayır, bunu bilmez değildir; geri durmazsa onu perçeminden yakalarız.. yalancı ve sapığın perçeminden! Soyunu sopunu, boyunu, boydaşını çağırsın da ona yardım etsinler bakalım! Yakında biz zebanileri çağırırız.. çağırmaz mıyız, elbette çağırırız; ona uyma; secde et de yaklaş!" Sure 96 (Alak), âyet 13-19.

B. 14. Mesnevi C. I, S. 10, B. 96 nın izahına bakınız.

B. 19. "Kutlu olsun o Tanrı ki gökte burçlar yaptı; orada kandil ve nurlar veren ay yarattı".  Sure: 25 (Furkan), âyet 61.

B. 34-36. Bu beyitler, Eflâkî tezkeresinde bir hikâyeden sonra anılmıştır. Hikâyenin aynen tercümesi şudur: "Tanrı razı olsun, Mevlâna Sıraceddîn-i Mesnevî-han rivayet etti; bir gün Çelebi Hüsameddin hazretleri, Mevlâna'nın önünde yere baş koyup dedi ki: Eshabımız, Hüdavendigâr'ın Mesnevi'sini okurlar ve huzur ehli onun nuruna dalarken görüyorum, gayb topluluğu (melekler), ellerinde değnekler ve kılıçlar olduğu halde geliyorlar. Kim, bu sözü ihlâsla duymaz ve gönül doğruluğuyla dinlemezse onun imanının kökünü ve dininin' dallarını kesiyorlar ve onu çeke çeke cehenneme götürüyorlar. Mevlâna gördüğün gibidir buyurdu. Bunu Mesnevi'nin dördüncü cildinde anlatırlar ve münkirlerin hallerinin sonunu izhar eder de derler ki..."

B. 39. dan önceki başlıktaki âyet: Sure: 2 (Bakara); âyet: 216.

B. 78. S. l,  B. 7 nin   izahına  bakınız.

B. 104. Bu  beyitteki söz, meşhur Hüseyin  İbn-al mansur al-Hallâc'ındır. C. 3, S. 369,  B. 3839 un  izahına bakınız.

B. 185. "Sana dağları sorarlarsa de ki: "Rabbim onları paramparça, zerre zerre eder.. dağların bulunduğu yeryüzünü de bomboş bir hale getirir. Yeryüzünde ne bir çukur görürsün, ne bir tümsek, onu dümdüz eder." Sure: 20 (Tâhâ), âyet: 105-107.

B. 185 den sonraki başlıktaki âyet. Mısır Azizinin karısı Zeliha, Yusuf Peygamber'e âşık olmuş ve bir gün Yusuf'un bulunduğu odanın kapılarını kapayıp kendisini Yusuf'a peşkeş çekmişti. Fakat Yusuf, Tanrı korumasıyla kötü bir hale düşmemiş, kaçarken Zeliha, Yusuf'un eteğine yapışmış, eteği ard tarafından yırtılmıştı. Bu sırada Zeliha'nın kocası gelip bu hali görmüş, Zeliha âciz kalıp Yusuf'a iftira etmişti. Zeliha'nın adamlarından birisi Yusuf'un gömleği, ön taraftan yırtılmışsa Zeliha'nın doğru söylediğini, ard tarafından yırtıldıysa yalan söylediğini bildirmiş, gömleğin arddan yırtıldığını görünce Zeliha'nın kocası "kadınlar, bu, sizin hilenizden.. hileniz pek büyüktür" demişti. Sure: 12 (Yusuf) âyet: 23-28.

B. 219. Tanrı adları, bir şeyin bilinmesi için konan adlara benzemez. Onlar, Tanrı'nın zati sıfatlarından meydana gelme adlardır. Meselâ Tanrı duyar, görür denince bu duyuculuk, görücülük: duymak ve görmek sıfatlarından.. bilir denince bu bilirlik, bilgi sıfatından meydana gelme birer addır ve bu sıfatlar da Tanrı'nın zati zuhurudur. İlleti ula, Hukema mezhebince her şeyin varlığına sebep olan Aklıküldür. Onlarca yaratıcı kudretin faal bir sıfatı vardır ki bu, Aklıküldür. Bu fa'al, yani aktif sıfat, bir münfail, pasif sıfat meydana getirmiştir. Buna Nefsikül denir. Aklıkülle Nefsikülden gökler meydana gelmiş, göklerin dönüşünden yıldızlar ve unsurlar vücut bulmuş, göklerle unsurların birleşmesi de cemat, nebat ve hayvanı vücuda getirmiştir. Bu mezhebe göre aklıkül, Tanrı olan yaratıcı kudretin zatî bir iktizasıdır. Tanrı aktif olmaya mecburdur ve Tanrı'dan meydana gelen yalnız Aklıküldür. Aklıkülden Nefsikül meydana gelmiş ve kâinatı bu ikisi izhar etmiştir. Hicretin beşinci asrında (XI) Mısır Fatimîleri'nin Horasan'daki Hoccet-i olan ve İran şairlerinin ileri gelenlerinden biri bulunan meşhur Nasır-ı Hiisrev'de Rûşenayi-nâme'sinde bu inanışı "Yediyle dördü, yâni yedi kat gökle dört unsuru o meydana getirdi, o yaptı demem; fakat aklı besleyen izhar eden odur" beytiyle anlatır (Tahran tab'ı divan ve risaleleri. Şemsi hicrî 1307, S. 518, B. 4) Yunan felsefesinin İslâmileşmiş şeklinden başka bir şey olmayan Hukema felsefesini İsmailîler benimsemişler ve yaymışlardır. Bunu sofilerin bir kısmı da kabul etmiştir. Bu mesleğe göre "Birden ancak bir çıkar" ve Tanrı'nın izhar ettiği, ancak zatî iktizası olan Aklıküldür. Bu bakımdan her şeyi Tanrı tarafından yaratılmış sayan ve yaratışta da Tanrı'yı mecbur bilmeyip muhtar bilen müslümanlıkla uyuşmasına imkân yoktur. Mevlâna bu yüzden illeti ula, delilini de bozuk ve bâtıl saymaktadır. C. 3, S. 342, B. 3576 nın izahına da bakınız.

B. 276. C. l, S. 51, B. 528 in izahına bakınız.

B. 280. "Kötü sözler, kötü adamlarındır; kötü adamlara da kötü sözler yaraşır.. temiz sözler, temiz adamlarındır; temiz adamlara da temiz sözler yaraşır. Temizler, haklarında söylenen sözlerden arıdırlar., yarlıganmak ve pek güzel rızık, onlarındır." Sure: 24 (Nur) âyet:  26.

B. 283-285. "Müşrikler, peygamberlere dediler ki: biz, ancak başımıza gelenleri sizden biliyor, sizin bu dâvanızı şom sayıyoruz.. bu işten vazgeçmezseniz sizi taşlarız, bizden pek acı, pek elemli bir azaba uğrarsınız." Sure: 36 (Yasin), âyet: 18.

B. 296. "Ey inananlar, söz ancak budur: Tanrı'ya şirk koşanlar pistir.  Bu yıldan sonra Kabe'ye yanaşmamalıdırlar..." Sure: 9 (Tevbe), âyet: 28.

B. 299. Mısır'da yumurtanın fışkı içine gömüldüğünü ve bu suretle civciv çıkarıldığını anlıyoruz.

B. 318. Mesnevi'yi Mevlâna söyler, Çelebi Husameddin yazardı. Anlaşılıyor ki bu yazdırma sırasında akşam olmuş, vakit gecikmiş; ertesi güne, yahut başka bir vakte bırakılıyor.

B. 324-327. Dervişlerde ve bilhassa Mevlevilerde bir kusurda bulunan derviş, kapı yanında sağ ayağının baş parmağını sol ayağının baş parmağı üstüne koyup sağ kolu üstte olmak ve parmaklar açık bulunmak üzere, sağ eliyle sol omzunu, sol eliyle sağ omzunu tutarak niyaz vaziyetinde durur ve kusurunu söyler. Şeyh, bu kusura  göre  ona  bir  ceza  tertip  eder,  yahut ihvanı,  yani yol kardeşleri huzurunda onu usulen döver. Bu suretle suçu  affedilir. Sağ eliyle sol kulağını, sol eliyle sağ kulağını tutarak da niyaz vaziyetinde durmak vardır. Buna pabuçluk mânasına gelen "pâymâçan" dan bozma "peymançede  durmak"  denir.  B. 324  teki     babadan  maksat Âdem Peygamber'dir.  B. 327  için  bakınız:  C. I,  S.  122, B. 1241.

B. 332. "Kaza gelince göz kör olur" diye bir söz vardır.

B. 350. Ebucehil. C. 2, S. 74, B. 809 un izahına bakınız.

B. 351. Ebııbekir'in, Peygamber'den mucize istemeyerek yüzünü görür görmez iman ettiği rivayet edilir.

B. 353. Murtaza, H. Muhammed' in amcasının oğlu ve damadı H. Ali' nin lâkabıdır. Razı edilmiş, razı olmuş mânasına gelir. H. Muhammed, Tebük savaşına giderken Ali'yi Medine'de kendisine halife olarak bırakmış, Ali de "Ey Tanrı elçisi, beni çocuklarla kadınlara mı halife ettin?" demiş. H. Muhammed "Ya Ali, Musa'ya göre Harun ne rütbedeyse sen de bana göre o rütbedesin, yalnız farkı şu: Benden sonra peygamber yoktur; buna razı değil misin?" deyince Ali "Razı oldum, razı oldum" demiş ve bu andan itibaren kendisine Murtaza, denmiştir.

B. 387 den sonraki başlık. Mesçid-i Aksa, Süleyman Peygamber'in Kudüs'te Tanrı için yaptırdığı büyük ve pek süslü mâbeddir. Tevrat' ta bu mabedin yedi yılda yapıldığı anıldığı gibi nasıl olduğu da uzun uzun anlatılır. (Kitabı mukaddes tercüme, 1908 İstanbul, Mülûk-i sâlis, bap 5-6).

B. 405 ten sonraki başlık. 49 uncu sure (Hücürat), âyet: 10.  Böyle bir hadis rivayet edilmiştir. Son kısım, ikinci surenin  (Bakara)  285 inci âyetinden  alınmadır.

B. 411. C. 2, S. 18, B. 188 in izahına bakınız.

B. 426. Altı  fitilden  maksat  beş duyguyla hissi müşterek denen duygudur.

B. 444. "Şüphe yok, hepsi de gelirler, yanımızda hazır olurlar." Sure: 36 (Yâsin), âyet: 32.

B. 506. Şeyh al-Reis diye anılan ve hicretin 428 inci yılında (1036-1037) vefat eden meşhur İslâm hekim ve filozofu Ebu Ali Sina'dır. Bu zatın birçok eserleri vardır. Bunlar Lâtinceye çevrilmiş ve orta çağda Avrupa' da okunmuştur. Avrupalılar, bu büyük filozofa Avicenne derler. Yunan felsefesinin İslâmileşmiş bir şeklinden başka bir şey olmayan Hukema felsefesini yayan en meşhur filozof budur.

B. 520 den sonraki bahis. Hukema, yani Yunan felsefesinin İslâmileşmiş şeklini kendilerine meslek ve mezhep ittihaz edenler, insana "Alem-i suğra - Küçük âlem" derler. Fakat sofilerce insan, göklerle dört unsurun hulasası olduğu gibi insanda cemat, nebat ve hayvanın kabiliyetlerinden başka bir de anlayış ve söz söyleme kabiliyeti  bulunduğundan     "Alem-i Kübrâ -  Büyük Alem" dir ve bütün kâinat, ağacın çekirdekte bulunduğu gibi insanda bulunur.  Ali'ye isnad edilen ve "Derdin sendendir de bilmezsin; ilâcın sendedir de görmezsin. Sen, kendini küçücük bir varlık mı sanırsın? Koca âlem, senin  içinde dürülmüştür. Sen öyle bir açık kitapsın ki harfleriyle  gizli  sırlar meydana çıkar"  mealinde bir de şiir vardır.

B. 525. Böyle bir hadis rivayet edilmiştir.

B. 526. C. 2, S. 283, B. 3056 nın izahına bakınız.

B. 537. Böyle bir hadis rivayet edilmiştir.

B. 551. C. 2, S. 141, B. 1203 ün izahına bakınız.

B. 562 den sonraki bahis. Kur'an'ın 27 nci suresi olan "Neml"  suresinde  bir  gün  Hüthüd'ün, Süleyman Peygamber'in meclisinde bulunmadığı, sonra gelip Seba diyarında bir kadının hükümdar olduğunu, kendisinin ve kavminin  güneşe taptıklarını, onun  bir büyük tahtı bulunduğunu haber verdiği, Süleyman'ın o kadına Hüthüt' le mektup  gönderip imana davet ettiği gibi yanına da çağırdığı, Süleyman'a  hediye  gönderdikleri,  Süleyman'ın o  hediyeyi  ehemmiyetsiz  bulduğu  nihayet  Asaf’ın  kadını, göz yumup açıncaya kadar az bir zamanda tahtiyle beraber  Süleyman'ın yanına  getirdiği  ve     Süleyman'ın azametini  gören  kadının  imana geldiği anlatılmaktadır (âyet: 20-44).

B. 597 den sonraki bahis. Adı ismail oğlu Muhammed olan Ebu Abdullah-ı Mağrî'nin hal tercemesi Nefahat' ta vardır. Hicrî 299 da (911-912) vefat etmiş, Tur dağına gömülmüştür. Nefahat, Mesnevi' deki hikâyeyi Şeyhülislâm Ebu Abdullah-ı Ansari'den nakletmektedir (Nefahat tercümesi, İstanbul 1289, S. 142).

B. 611. "Ey inananlar, Tanrı'ya, yaptıklarınızı bir daha yapmamak üzere adamakıllı tevbe edin de Tanrı, Peygamber'i horlamadığı, hattâ onu yücelttiği gün sizin de kötülüklerinizden geçsin, suçlarınızı yargılasın ve sizi altından nehirler akan cennetlere soksun.. inananlar da o gün Peygamber'le beraberdir. Nurları önlerinde ve sağlarında onlarla beraber yürür durur. Derler ki: Rabbimiz, nurumuzu tamamla, suçlarımızı ört, şüphe yok aynen, her şeye kadirsin." Sure: 66 (Tahrîm) âyet: 8.

B. 668. İbrahim Ethem için bakınız C. 2, S. 86, B. 929 un izahı.

CİLT 4  (701 - 1400 Beyitler)

Odunları yere korken halindeki heybetten yedi âzami bir titremedir aldı!
Dedi ki:Yarabbi, senin duaları kutlu izleri yomlu has kulların varsa,
Onların hürmetine lûtfunun bir sanat göstermesini diliyorum... şimdicek bu odun yığını altın olsun!
Bunu der demez bir de gördüm ki odunlar altın olmuş, yeryüzünde ateş gibi parlayıp duruyorlar!

705. Ben bunu görünce kendimden geçtim... bir hayli zaman baygın kaldım. O şaşkınlığım geçip kendime gelince,
Dedi ki: Tanrı’nın o ulular, gayret sahibi ve şöhretten kaçar kişilerse,
Onların hürmetine yine bu altını hemen odun yap, eski haline getiriver!
Bu söz üzerine derhal o altın dallar, yine odun oldu... o erin işini görünce akıl da sarhoş oldu, kendisinden geçti. Bakış da!
Ondan sonra odunlarını yükleyip yürüdü... hızlı hızlı önümden şehre gitti!

710. O padişahtan, ardından gidip müşküllerini sormak, sözünü duymak istedim ama,
Heybeti mâni oldu gidemedim... bayağı kişilerin has erlere varmasına yol yok!
Eğer biri can- beş vererek yol bulursa bu da onların rahmeti ve cezbesiyle olur.
Şu halde o tevfike erişmeyi ganimet bil...eğer bir doğru erin sohbetini bulduysan bunu fırsat say!
Padişaha yakın olduğu, padişahın yakınlığına erdiği halde bu kutluluğu değersiz görüp yolundan olan ahmağa benzeme!

715. Ahmak kurbanlık koyundan bol ve iyi bir parça verdiler mi “Bu, galiba öküz budu” der.
A iftiracı, bu öküz budu değil ... fakat eşekliğinden sana öküz budu görünmede.
Bu rüşvetsiz verilen padişah ihsanı... bu rahmet yüzünden verilen husûsi bir ihsan!

Süleyman aleyhisselâm’ın Belkis’in imana gelmesi için elçilerin tez gitmesini emretmesi ve onları teşviki

   Süleyman Peygamber de savaşacağı yerde Belkıs’ın adamlarını ve askerini kendisine çekti.
Ey azizler dedi, çabucak gelin... çünkü cömertlik denizi dalgalanmaya başladı.

720.Köpüren dalgaları, her an kıyıya zararsız, ziyansız, yüzlerce inci atar!
Ey doğru yolu bulanlar, salâ dedim size... Rıdvan, şimdicek cennet kapısını açtı.
Süleyman dedi ki: “ Ey elçiler, gidin, Belkıs’a varın, onu bu dine inandırın!
Deyin ki: Hep buraya gelin... çabuk şüphe yok ki Tanrı, sizi esenlik yurduna çağırtmada!
Ey devlet isteyen, tez buraya gel... bu zaman, feyiz zamanı, kapıların açıldığı çağ!

725. Ey dilemeyen sen de gel... sen de gel de bu vefalı sevgiliden dilek sahibi olasın!

Tanrı sırrını kutlasın,İbrahim Edhemin ülkesinden göçmesindeki sebep ve Horasan saltanatını terk etmesi

   Sen de Edhem gibi devlet ve saltanatı hemencecik terk et de ebedi bir saltanata eriş!
İbrahim Edhem, geceleyin tahtında uyumaktaydı.Gözcüler, bekçiler de damda gürültü edip duruyorlardı.
Padişah, bekçilerin hırsızları ve kötü kişileri defetmelerini istemiyordu.
Çünkü kendisinin adâlet sahibi olduğunu, kendisine hiçbir kötülük gelmeyeceğini biliyordu, gönlü emindi.

730. Muratları, dilekleri koruyan adalettir... geceleyin damlarda sopalarını kakıp gezen bekçiler değil!
Fakat padişahın, rebap sesini dinlemeden maksadı, iştiyaklar çekenler gibi Tanrı hitabını hayal etmekti.
Zurna ve davul sesleri, bir parçacık o külli nefirin, kıyamet gününde çalınacak olan Sur’un sesine benzer.
Hakîmler, bu musikî nağmelerini göklerin dönüşünden aldık demişlerdir.
Halkın tanburla çaldığı, ağızla söylediği bu şarkılar, nağmeler, hep göğün hareketinden alınmadır.

735. Müminler derler ki cennetin tesiriyle bütün kötü ve çirkin sesler de latif olur.
Biz hepimiz Âdem’in cüz’üleriydik...cennette o nağmeleri dinledik, duyduk!
Gerçi suyla toprak, bize bir şüphe verdi ama yine o nağmeleri birazcık hatırlıyoruz.
Fakat musibet toprağıyla karıştıktan sonra bu zir ve bem perdeleri, nereden o nağmeleri verecek?
Su, sidik ve pislikle karışınca bozulur, mizacı acı ve sert bir hale gelir.

740. İnsanın cesedinde de birazcık su vardır... sen onu sidik bile saysan yine ateşi söndürür ya!
Su, pis bile olsa yine tabiatı bakidir... o tabiatla gam ateşini söndürür!
İş bu yüzden güzel sesi dinlemek âşıklara gıdadır... çünkü güzel ses dinlemede kalp huzuru ve Tanrı ile birleşme zevki vardır.
Adamın içindeki hayâller kuvvetlenir, hattâ hayaller, o güzel sesten, o güzel nağmeden suretlere bürünür.
Suya ceviz atanın ateşi nasıl kuvvetlendiyse aşk ateşi de güzel seslerle kuvvet bulunur!

Susuz adamın ceviz ağacına binip silkelemesi ve cevizlerin çukuddaki, erişemediği suya düşmesi, bu suretle suyun sesini duyup onunla zevklenmesi, neşelenmesi

745. Su, pek derin  yerdeydi... susuzun biri suyun üst tarafında bulunan ceviz ağacına binmiş, ağacı silkeliyordu.
Ağaçtan cevizler, suya düştükçe suyun sesini dinliyor, sudan meydana gelen habbeleri seyrediyordu.
Bir akıllı adam, bunu görüp dedi ki: Yiğidim bu cevizler, seni susatır!
Suya bir hayli ceviz düşüyor ama su derinde... senden uzakta!
Sen, yukarıdan aşağıya zahmetlerle ininceye kadar su da onları daha uzağa götürecek!

750. Adam dedi ki: Benim bu ağaç silkelemeden maksadım ceviz toplamak değil... görünüşe bakma da maksadıma iyi dikkat et!
Benim maksadım suyun sesini işitmek ve suda hâsıl olan şu habbeleri görmektir.
Âlemde susuzun, daima havuzun çevresinde dönüp dolaşmaktan başka ne işi var?
Hacının Kâbe’nin çevresini tavaf etmesi gibi o da ırmağın, suyun çevresinde dolanır, suyun sesini dinler durur!
İşte ey halk ziyâsı Hüsameddin, o susuzun maksadı gibi benim de bu Mesnevi’den maksadım sensin.

755. Mesnevi, ferileri bakımından da, asılları bakımından da tamamı ile senindir... onu sen kabul etmişsindir.
Padişahlar, iyiyi de kabul ederler, kötüyü de ... bir şeyi kabul ettiler mi artık reddetmezler.
Mademki bir fidan diktin, onu sula... mademki açtın düğümleme!
Mesnevi’deki sözlerden maksadım senin sırrın, onu şiir halinde söylemedeki muradım senin sesindir.
Bence sesin, Tanrı sesidir... âşık, hâşa; sevgilisinden ayrılmaz.

760. Nâsın caniyle nâsın rabbi arasında keyfiyetsiz, kıyasa sığmaz bir ulaşma, bir birlik vardır.
Fakat nâs dedim, nesnas değil... nâs canın canı olan Tanrı’ya âşina olanlardır, başkaları değil!
Nâs dediğim adamdır, adam nerede? Sen adamların başını, görmedin, kuyruksun sen!
“Görünüşte o toprağı atan sen idin, hakikatte Allah idi” âyetini okumuşsun ama cisimden ibaretsin, cüz’ülerde kala kalmışsın!
A ahmak, cisim ülkeni Belkıs gibi Süleyman Peygamber için terk et!

765. Lâhavle diyorum ama sözümden değil... o kötü düşüncelinin vesveselerinden lâhavle demekteyim!
Çünkü o, benim sözlerime karşı hayallere düşmekte, gönlündeki vesveseler ve şüpheden doğan inkârlar yüzünden hayaller kurmaktadır.
Lâhavle diyorum; yani çaresi yok... çünkü senin gönlünde benim sözlerimin zıddı olan düşünceler ve sözler var!
Sözlerim, boğazına tıkıldı kaldı, artık ben sustum... hadi sen, sana lâyık olanı söyle bakalım!
Güzel sesli bir neyzen ney çalarken ansızın aşağı tarafından bir yeldir çıktı!

770. Neyzen neyi aşağı tarafına tutarak, hadi bakalım dedi... benden iyi üfleyeceksen üfle!
Ey müslüman,edep nedir diye arar sorarsan bil ki edep, ancak her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül etmektir.
Kimi falan adamın huyu kötü, tabiatı fena diye şikayet eder görürsen,
Bil ki bu şikâyetçinin huyu kötüdür; kötüdür ki o kötü huylunun kötülüğünü söylüyor!
Çünkü iyi huylu, kötü huylulara, fena tabiatlılara tahammül eden, onların kötülüğünü söylemeyen kişidir.

775. Fakat şeyh, birisinin kötülüğünü söylerse bu, Tanrı emriyledir, kızgınlığa, heva ve hevese uymadan değil!
Onun şikâyeti, şikâyet değildir, onu ıslahtır... o şikâyet, peygamberlerin şikâyetine benzer.
Peygamberlerin sabırsızlığı, bil ki Tanrı emriyledir... yoksa onların hilmi, kötü şeylere tahammül eder.
Onlar kötülüğe tahammül ede ede tabiatlarını öldürdüler... artık onlardan bir tahammülsüzlük zuhur ederse kendilerinden değildir, Tanrı’dandır.
Ey Süleyman, kuzgunla doğan arasında Tanrı hilmine bürün de bütün kuşlarla uzlaş!

780. Ey hilmi, yüzlerce Belkıs’ı zebun eden, ey “Rabbim, kavmine sen doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” diyen!

Süleyman aleyhisselam’ın,Belkis’e şirkte ısrar etme,imana gelmeyi geciktirme diye tehdit ederekhaber göndermesi

   Belkıs, kendine gel, aklını başına topla... yoksa fena olur. Askerin, sana düşman kesilir, senden döner!
Perdecin, perdeni yırtar... canın, canına düşmanlık eder!
Yerdeki, gökteki zerrelerin hepsi, sınama çağında Tanrı askeridir.
Yerli gördün ya, Âd kavmine ne yaptı! Suyu gördün ya, tufanda neler etti!

785. O kin denizi Firavun’a ne işler açtı... bu yeryüzü Karun’a ne işler gösterdi!
Ebabil kuşları, file neler etti... sivrisinek, Nemrud’un başını nasıl yedi!
Davud, eliyle koca taşı kaldırıp atınca taş tam altı yüz parçaya bölündü, ordu da bozguna uğradı!
Lût’un düşmanlarına taş yağdı da nihayet kara su içinde dalga yutup boğuldular!
Âlemdeki cansız şeylerin akıllıca peygamberlere ettikleri yardımları söylemeye kalkışsam,

790. Mesnevi o kadar büyük ki kırk deve bile âciz olur, çekemez!
El, kafirin aleyhine şahadette bulunur; Tanrı askeri olur, Tanrı’nın buyruğuna baş kor!
Ey işte, güçte Tanrı’nın zıddına ders gösteren, kork... sen de Tanrı askerleri arasındasın.
Cüz’ünün cüz’ü bile ona uymuştur, onun askeridir. Şimdi nifak yüzünden sana muti görünür!
Tanrı, gözüne, “Onu sık” dese göz ağrısı senin yüzlerce defa kökünü kazır!

795. Dişine “Ona bir ceza ver” dese bir de bakarsın ki dişin, kulağını çekip burmaya başlar!
Tıp kitabını aç da hastalıklar bahsini oku... ten askerinin neler yaptığını gör!
Mademki her şeyin canının canı odur, canın canıyla düşmanlığa girişmek kolay mıdır?
Belkıs, cin ve şeytan askerlerini bir tarafa bırak, çünkü onlar, benim emrime canla başla uyarlar, benim hükmümle saflar yararlar!
Belkıs, önce saltanatı bırak... çünkü beni buldun mu bütün devlet ve mal, mülk senin olur!

800. Yanıma gelince zaten anlayacaksın ki bensiz bir hamam nakşından, hamamdaki bir resimden ibaretmişsin!
Resim, ister padişah resmi olsun, ister zengin resmi ... değil mi ki resimdir, candan nasibi yoktur!
O, başkaları için bezenmiştir... beyhude yere ağzını, gözünü açmıştır.
Sen, kendi kendine savaşa girişmişsin... başkalarını kendin olarak tanımamış, anlamamışsın!
Sen hangi surette rastlasan, bu, benim diye durup kalıyorsun ama vallahi o, sen değilsin!

805. Bir zamancağız halktan uzaklaşsan, yapayalnız kalsan ta boğazına kadar gama, endişeye batarsın.
Halbuki bu, nasıl sen olabilir? Sen o tek kişisin; Sen kendinin güzelisin, kendinin dilberisin, kendinin sarhoşusun!
Kendinin kuşu, kendinin avı, kendinin tuzağısın... kendinin baş köşesi, kendinin döşemesi, kendinin damısın!
Cevher ona derler ki varlığı, kendi kendine olsun... onunla var olan, onun feri bulunan şey, arazdır.
Sen de Âdemoğluysan onun gibi ol, bütün zürriyetleri kendinde gör!

810. Testide ne vardır ki nehirde olmasın... evde ne vardır ki şehirde bulunmasın!
Bu âlem bir testidir, gönül de ırmak suyuna benzer. Bu âlem odadır, gönülse görülmedik ve şaşılacak şeylerle dolu bir şehir!

Süleyman aleyhisselâm’ın,benim senin imana gelmeni istemem;ancak Allah rızası içindi;ne nefsinde,ne güzelliğinde,ne de saltanatında bir zerre garezim yok..Tanrı nuruyla gözüm açılsın,sen de görürsün demesi

   Hemencecik gel... ben, seni davet eden bir elçiyim... ecel gibi şehveti öldürücüyüm, şehvete esir değil!
Hattâ şehvetin olsa bile şehvette emîrim... bir güzelin yüzünü görüp şehvet esiri olmam ben!
Aslımızın aslı, Halil ve bütün peygamberler gibi putları kıran kişilerdir.

815. Ey esir, biz put haneye girsek bile puta secde etmeyiz, put bize secde eder.
Ahmed de put haneye gitti, Ebu Cehil de... fakat bunun gitmesiyle onun gitmesi arasında pek büyük bir fark var!
Bu put haneye girdi mi putlar baş kor, secdeye kapanır... o girdi mi ümmetler gibi putlara secde eder!
Şehvete mensup olan bu âlem de put hanedir... Hem peygamberlere yuvadır, hem kâfirlere!
Fakat şehvet, pak kişilere kuldur... halis altını ateş yakmaz!

820. Kâfirler kalptır, temiz kişilerse altına benzerler. Her iki kısım da bu potanın içindedir.
Potaya kalp olan girdi mi hemen kararır... altın girdi mi altınlığı belli olur.
Altın, elini kolunu açar da potaya atılır, ateş içinde hoş bir surette gülümser durur!
Âlemde cismimiz, bizim yüzümüzü örtmektedir... biz, samanla örtülü deniz gibiyiz!
Din padişâhına toprak diye bakma a bilgisiz! Melûn Şeytan da Âdem’e bu bakışla bakmıştı.

825. Sen söyle bana bakayım... hiç bu güneş, balçıkla sıvanabilir mi?
Nura yüzlerce toz toprak döksen yine görünür, yine baş gösterir, parlar!
Saman da nedir ki suyun yüzünü örtsün! Toprak da kim oluyor ki güneşi kapatabilsin!
Kalk ey Belkıs, Ethem gibi padişâhcasına şu iki üç günlük saltanat dumanını dağıt!

Tanrı sırrını kutlasın,İbrahim Edhem’in arta kalan hikâyesi

   O iyi adlı, iyi sanlı padişâh, bir gece tahtında otururken damda bir tıkırtı, bir hay huy duydu.

830. Sarayın damında sert sert adımlar atılıyordu... kendi kendine kimin ne haddine dedi.
Sarayın penceresinden “Kim o... bu, insan olamaz, peri olmalı herhalde” diye seslendi.
Hiç görülmemiş bir bölük halk, damdan başlarını indirdiler... dediler ki: Kaybımız var, gece vakti onu arayıp duruyoruz.
İbrahim Edhem “Ne arıyorsunuz?” dedi. Dediler ki: Develerimizi! İbrahim Edhem “Damda deve arandığını kim görmüş?” deyince,
Dediler ki: “ Peki... öyleyse sen taht üstünde oturur, padişahlık ederken Tanrı’yı bulmayı nasıl arıyor, nasıl umuyorsun?”

835. İşte bu oldu, bundan sonra bir daha İbrahim Edhem’i kimse görmedi... peri gibi insanların gözünden kayboldu!
Kendisi, halkın gözü önündeydi ama mânası gizliydi... halk, sakaldan, hırkadan başka neyi görür ki?
Kendi gözünden de kayboldu, halkın gözünden de... işte ondan sonra zümrüdü anka gibi âlemde meşhur oldu.
Hangi kuşun canı, Kafdağına geldiyse bütün âlem onu söyler, ondan bahseder.
Bu doğu nûru da Sebe’e vurunca Belkıs’a da, oradaki halka da bir velveledir düştü!

840. Ölmüş ruhların hepsi dirildiler, kanat çırptılar... öldüler, ten mezarlarından baş kaldırdılar!
Birbirlerine “Bak... gökten bir sestir geldi” diye müjde vermeye başladılar.
O sesten dinler gürbüzleşti... Gönüllerin dalları, yaprakları yeşerdi!
Süleyman’dan gelen o nefes, Sur üfürülmüş gibi ölüleri mezarlarından kurtardı.
Ey dinleyen, yakini Tanrı daha iyi bilir ya, bu devir geçti... ( Kendi zamanına ve zamanının Süleyman’ına dikkat et de) bundan böyle kutluluk senin olsun!

Sebe’nin ehlinin geri kalan hikayesi,Süleyman aleyhisselâm’ın Belkıs’ı ve kavmini doğru yola getirmesi,her birinin haline göre din ve gönül müşküllerini halletmesi,her cins kuşun,kendi cinsinden olan kuşu,o kuşun ötüşüyle,o kuşun yiyeceği şeylerle avlaması

845. İştiyak çekercesine Sebe’e ait hikâyeyi söylüyorum... çünkü seher yeli, lâleliğe esip geldi!
Bedenler, vuslat günlerini buldu... çocuklar asılları olan analarına, babalarına kavuştular.
Ümmetler içinde gizli olan aşk ümmeti, çevresini kınamalar kaplamış cömertliğe benzer.
Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin yüceliği, ruhlardandır!
Ey aşıklar, arı- duru şarap sizindir, size sunulur. Baki olan sizsiniz, beka sizindir!

850. Ey! Yüreklerinde âşk derdi olmayanlar, kalkın âşık olun... işte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın!
Ey Süleyman’a mensup kuş dili, gel! Hangi kuşun sesi gelirse ona göre nağmeler düz!
Tanrı sesini kuşlara göndermiştir... her kuşun nağmesini sana öğretmiştir!
Cebrî olan kuşa cebir dilince söyle ... kanadı kırılmış olana sabırdan bahset!
Sabreden kuşu hoş gör, affet... Anka’ya Kaf dağının vasıflarını oku!

855. Güvercine doğandan korunmasını emret... doğana hilmi anlat, can yakmadan çekinmesini söyle!
Çaresiz kalan, nurdan mahrum olan yarasayı nura eş et, nura âşina kıl!
Savaşan kekliğe sulh öğret... horozlara sabah çağının alâmetlerini göster!
Hüthütten karakuşa kadar bütün kuşlara böylece yol göster... Tanrı, doğruyu daha iyi bilir!

Belkıs’ın saltanattan kurtuluşu,iman şevkiyle mest oluşu,memleketinden hareket esnasında tahtından başka her şeyden vaz geçişi

   Süleyman, Sebe’deki kuşlara bir ıslık çalınca hepsini kendisine bend etti.

860. Ancak canı ve kanadı olmayan, yahut balık gibi aslından sağır ve dilsiz olan müstesna!
Hayır... yanlış söyledim, sağır bile Tanrı vahyine karşı baş koyup secde etse Tanrı ona duygu ihsan eder.
Belkıs, canla, gönülle Süleyman’a gitmeyi kurdu... geçmiş zamanlarına acıklandı!
Âşıkların adı sanı, ârı namusu terk ettikleri gibi o da malını, mülkünü terk etti.
O nazlı nazenin kölelerle cariyeler, gözüne porsumuş, kokmuş, çürümüş soğan gibi görünmeye başladı.

865. Bağlar, köşkler, ırmaklar, aşk yüzünden gözüne külhan gibi görünüyordu.
Aşk, kızıştı da akın etti mi bütün güzeller, göze çirkin görünür.
Aşk gayreti, zümrüdü bile insanın gözüne pırasa kadar âdi gösterir... İşte “Lâ” nın mânası budur.
Ey sığınacak yer arayan, “Lâ ilâhe illâ Hû” budur... ay bile sana kararmış çömlek gibi görünür!
Belkıs da hiçbir mala hiçbir hazineye, hiçbir değerli şeye ehemmiyet vermiyordu... yalnız tahtından geçememişti.

870. Süleyman, Belkıs’ın gönlündekini anladı... çünkü Süleyman’ın gönlünden Belkıs’ın gönlüne yol olmuştu!
Karıncaların sesini bile duyan, elbette uzaktakilerin feryadını da duyar.
“Bir karınca dedi ki” sırrını söyleyen, bu köhne kemerin, bu eski dünyanın sırrını da bilir.
Uzaktan gördü ki o kendisini bile teslim eden Belkıs’a, yalnız tahtından ayrılmak acı geliyor!
Bunun sebebini söylesem, tahtına neden bu kadar âşıktı... anlatmaya kalkışsam söz uzar.

875. (Belkıs, tahtla aynı cinsten değildi... doğru, fakat) bu kalem de duygusuzdur, kâtiple aynı cinsten değildir ama ona munistir, eştir, arkadaştır.
Her sanatın aleti de böyle cansızdır ama canlı olan sanatkârın munisidir.
Anlayış gözünde nem olmasaydı bu sebebi daha açık anlatırdım!
Taht haddinden fazla büyüktü; nakledilmesine imkân yoktu.
Pek ince sanatlıydı... beden gibi eczası, tamamı ile birbirine bitişmişti... ayrılıp götürülmesi de mümkün değildi, kırılabilirdi.

880. Süleyman dedi ki: Sonunda tahttan da, taçtan da soğuyacak ya!
Can, birlik âlemine ulaşır, o âlemden baş gösterirse birliğin nuruna karşı bedenin nuru kalmaz artık.
İnci,denizin dibinden çıktı mı denizdeki köpüklerle çer çöpü hor hakîr görürsün!
Nurlar saçan güneş doğdu, baş gösterdi mi artık akrebin kuyruğunda kim yurt tutmak ister?
Fakat bütün bunlarla beraber yine de onun tahtını getirtmek lâzım.

885. Getirtmeli de buluştuğu vakit üzülmesin... çocukça dileği yerine gelmiş olsun.
O taht bizce âdi bir şey ama onca pek aziz...ne yapalım, hurilerin sofrasında birde şeytan bulunsun!
Hem o nazlı tahtı, sonradan Eyaz’a hırkasıyla çarığı nasıl ibret olduysa ona da ibret olur!
Bu tahta bakar da neye tutulduğunu, nereden nereye geldiğini, ne haldeyken ne hale büründüğünü bilir,anlar!
Tanrı da toprağı, meniyi ve et parçasını daima bizim gözümüz önünde tutmuyor mu?

890. A kötü niyetli bak... seni ne halden ne hale getirdim? Şimdi onlardan nefret ediyorsun değil mi?
Sen o devirlerde o toprağa, meniye, et parçasına aşıktın... o zamanlar bu kerem ve ihsanı inkâr ediyordun!
Önce toprak halindeyken ( ben nereden akıl ve ruh sahibi olacağım diye) inkârda bulunuyordun ya... bu kerem ve ihsan, o inkârını gidermek içindir.
Canlanman, evvelki inkârına karşı reddedilmez bir delildir... şu hastalığın dermandan da beter oldu ya!
Toprağın bu işi yapmasına imkân mı var... meni, düşmanlıkta bulunur, inkâra düşer mi hiç?

895. O zamanlar gönülsüz ve ruhsuzdun... bu yüzden düşünceyi de inkâr ediyordun, inkârı da!
Cemadken insan olacağını inkâr ederdin, şimdi de haşr olmayı inkâr etmede ayak diredin!
Sen şuna benzersin: Adam gelir, kapıyı döver de ev sahibi, içerden “ Ev sahibi evde yok diye bağırır.
Kapıyı döven bu “Ev sahibi evde yok” sözünden anlar ve ev sahibi içerdedir... halkadan elini çekmez!
Senin inkârın da Tanrı’nın cemad âleminden yüzlerce haşirde bulunduğunu, yüzlerce can yarattığını gösterir, belli eder!

900. Su ve toprağın “Hel etâ” dan inkâr doğurmasına dek, (insanın aslî maddesi bile yokken nihayet sudan, topraktan meni haline gelip duygu ve görgü sahibi olmasına kadar) nice sıfatlar düzüldü, koşuldu!
İşte su ve toprak (yani insan) da (inkarda bulunuyor ama hakikâtte) inkâr etmemekte... yalnız o ev sahibi gibi “ o haber veren içerde yok” diye bağırmakta!
Bunu yüz türlü açar, anlatırım ama ince sözlerden insanın aklı sürçer... onun için vazgeçiyorum!

Süleyman aleyhisselâm’ın Belkıs’ın tahtını Sebe’den getirtmeye bir çare bulması

   Bir ifrit dedi ki: Sen daha yerinden kalkmadan ben, tahtını getiririm.
Asaf da “ İsm-i âzam kudretiyle ben, bir anda bu tahtı buraya getiririm” dedi.

905. İfrit, sihirde üstattı ama o taht, Asaf’ın nefesiyle geldi.
Belkıs’ın tahtı derhal Süleyman’ın huzurunda belirdi... fakat Asaf’ın himmetiyle; ifritlerin hilesiyle değil!
Süleyman, Tanrı’ya hamd olsun dedi... bu nimeti de âlemlerin Rabbi’nin lûtfuyla gördüm, bunun gibi yüzlercesini de!
Sonra tahta baktı da dedi ki: Evet sen ahmakları aldatabilirsin ey ağaç!
Nakşedilmiş, bezenmiş tahta ve taş önünde nice aptallar baş kor, secde eder!

 910. Secde edenin de canından haberi yoktur, secde edilenin de...ancak canından bir hareket ve azıcık bir eser görmüştür, işte o kadar!
Şaşırıp kaldığı sıralarda taşın söz söylediğini, işarette bulunduğunu görmüşte büsbütün hayretlere dalmıştır!
O kötü kişi, ibadet tavlasını yerinde oynamamıştır da bu yüzden taştan aslanı sahici aslan sanmıştır.
Hakiki aslan da, kereminden cömertlik etmiş, hemencecik köpeğin önüne bir kemik fırlatıp atmış...
O köpek, doğru özlü değil ama bizim kemik verişimiz umumî bir lütûftur,demiştir!

Halime’nin Mustafa aleyhisselâm’ı sütten kesince kaybetmesi ve putlardan yardım istemesi,putların titreyip secdeye kapanmaları,Mustafa sallallahu aleyhi vesellem’in ululuğuna şahadet etmeleri

915. Sana Halime’nin gizli hikâyesini söyleyeyim de gönlünden gam gitsin!
Mustafa’yı sütten kesince fesleğen ve gül gibi elini alıp bağrına basarak...
Her iyi ve kötüden kaçırıp esirgeyerek o padişahlar padişahını atasına teslim etmek üzere Mekke’ye geldi.
O emaneti, zayi etmeden korkarak Kâbe’ye geldi, Hatîm’e girdi.
Fakat bu sırada havadan “ Ey Hatîm, sana pek büyük bir güneş doğdu...

920. Ey Hatîm, bugün sana cömertlik güneşinden yüz binlerce nur isabet ediverdi...
Ey Hatîm, bugün sana, talih ve bahtın, ardında çavuş olduğu ulular ulusu bir padişah gelip kondu...
Şüphe yok ki yeni baştan yücelikler âlemine mensup canların konağı olacaksın...
Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takım takım, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler” diye ses geliyordu.
Halime bu sese şaşırıp kaldı... ne önde kimse vardı, ne artta!

925. Altı cihette de kimse yoktu... fakat bu canlar feda olası ses, ardı ardına gelip durmaktaydı.
Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye araştırmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı.
Her tarafa göz gezdirdi... o sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı.
Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... fakat söyleyen kim?diyordu.
Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu.

930. Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü... bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok!
Büsbütün şaşırdı... Konağı dertlerle karardı âdeta!
Şu yana, bu yana koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim diye feryat etmeye başladı.
Mekke’liler biz bilmiyoruz... hattâ orada bir çocuk olduğunu bile görmedik dediler.
Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar!

935. Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular!

Halime’yi, yardım istemek üzere putlara götüren ihtiyar Arap

   Bu sırada ihtiyar bir adam, elindeki sopasını kaka kaka çıkageldi. Dedi ki: “A Halime, başına ne geldi senin ?
Neden böyle ağlıyor, yasla ciğerler dağlıyorsun?”
Halime “Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir süt ninesiyim...onu atasına teslim etmek üzere getirdim.
Fakat Hatîme gelince kulağıma havadan sesler gelmeye başladı.

940. Gökten gelen o sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım...
Bu sözleri kim söylüyor, göreyim dedim... çünkü pek lâtif, pek güzel bir sesti o.
Ne etrafımda kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi.
Şaşırıp kaldım, şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum yerde yok... eyvahlar olsun, yazık oldu bana!”
İhtiyar, “Meraklanma, kederlenme... ben sana bir padişah göstereyim.

945. O sana çocuğun ne olduğunu, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu söyler” dedi.
Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü ihtiyar!
Hadi, hemen bana o yüce bakışlı padişâhı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi.
İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... dedi ki: “Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir.
Biz, ona tapı kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.”

950. İhtiyar, puta secde edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi!
Ey uzza! Sen bize nice lûtuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk.
Lutûfların yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur.
Sad kabîlesinden olan Halime, derdine derman olacağını umarak senin gölgene gelip sığındı.
Onun bir küçük çocuğu kaybolmuş... adı Muhammedmiş!”dedi.

955. Arap, Muhammed derdemez derhal bütün putlar yere kapandılar, secde ettiler.
“A ihtiyar, Muhammed’i ne çeşit arayış bu? Biz onun yüzünden işten kalacak, hor hakîr olacağız!
Biz onun yüzünden yüz üstü düşeceğiz, taşlanacağız... onun yüzünden kârımıza kesat gelecek, ayarımız mahvolacak!
Fetret zamanında hevâ ve heves ehlinin arada bir bizden gördükleri o hayaller,
Onun devri gelince yok olacak... su görününce teyemmümün hükmü kalmayacak!

960. A ihtiyar, uzaklaş bizden sınama ateşini alevlendirme; Ahmed’in kıskançlığıyla bizi yakma!
Allah aşkına uzaklaş ey ihtiyar... uzaklaş da takdir ateşi, seni de bizimle beraber yakmasın!
Biliyor musun ki bu, âdeta ejderhanın kuyruğunu sıkmaktır... hiç biliyor musun, bu ne çeşit haber getiriştir?
Bu haberden denizin de yüreği coşar, madenin de ... bu haberden yedi kat gök bile tir tir titrer!” dediler.
O gün görmüş, yaş yaşamış ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasını yere attı.

965. Titremeye başladı... o seslerden korkmuştu; dişleri takır takır birbirine vuruyordu.
Kışın çıplak adamın titremesi gibi titremekte “ Eyvahlar olsun, helâk olduk” demekteydi.
Halime ihtiyarın bu halini görünce büsbütün şaşırdı, ne yapacağını unuttu.
Dedi ki: “ A ihtiyar, ben de mihnetteyim ama şimdi temelli şaşırdım kaldım!
An olur rüzgâr bana hatiplik eder, zaman gelir taşlar edep öğretir!

970. Rüzgâr, bana söz söyler... taş ve dağ, eşyanın hakikatını anlatır!
Gâh olur gayb erleri, gökyüzünün yeşil kanatlı melekleri çocuğumu kaparlar!
Kime ağlayıp sızlanayım... kime şikâyet edeyim?
Yüzlerce gönülle sevdalara kapılanlara döndüm şimdi.
O çocuğun gayreti, gayb sırlarını söyletmiyor, ağzımı yumuyor benim...şu kadar söyleyeyim: Çocuğum kayboldu!
Fakat şimdi başka bir şey söylesem halk, beni delirdi sanır, zincirlere vurur!”

975. İhtiyar dedi ki: “Halime, şad ol... şükür secdesine kapan, yüzünü pek yırtma.
Gam yeme... o kaybolmaz, belki bütün âlem onda kaybolur!
Her an onun önünde, ardında yüzbinlerce gözcü bekçi var; onu korurlar.
Görmedin mi? O hünerli putlar, çocuğun adını duyunca nasıl yerlere kapandılar, secde ettiler!
Bu devir yeryüzünde acayip bir devir... ben ihtiyarladım gittim de buna benzer bir şey görmedim.

980. Bu haberden taşlar nasıl feryada geldiler ? Bilmem artık suçlulara neler olur?
Taşa biz mâbut diyoruz, mâbut oluşta onun bir suçu yok ... sen de ona kul olmaya mecbur değilsin!
( Fakat ona sen mâbut diyorsun, o da bunu reddediyor, kabul etmeye mecbur.) O, mecburken bu derecede korkarsa artık suçluya neler olacak, bir düşün!

Mustafa’nın ceddi Abdülmuttalib’in Halime’nin Muhammed aleyhisselâm’ı kaybettiğini, şehrin etrafında dönüp dolaşarak aradığını ve Kâbe’de ağlayıp sızladığını,Tanrı’dan Muhammed aleyhisselâm’ı bulmayı niyaz ettiğini duyması

   Mustafa’nın ceddi, Halime’nin halini, halk içinde ağlayıp sızladığını,
Sesi, bir millik mesafeye yetişecek kadar feryat ve figân ettiğini duyunca,

985. İşi anladı... eliyle göğsünü yumruklamaya, bağırıp ağlamaya koyuldu.
Derken yana yakıla Kâbe kapısına gelip dedi ki: “ Ey gece sırlarını da, gündüzün gizlenen işleri de bilen Tanrı!
Kendimde bir hüner, bir marifet görmüyorum ki senin gibisiyle sırdaş olayım.
Kendimde bir ehliyet görmüyorum ki bu kutlu kapıda makbule geçeyim.
Ne başımda bir değer var, ne secdemde... ne de ağlamamla bir devlet gülümser benim.

990. Ancak o eşi bulunmaz tek incinin yüzünde senin lûtuf eserlerini görmüşüm ey kerem sahibi Tanrı’m.
O bizden ama bize benzemiyor... biz hep bakırız, Ahmet kimya!
Onda gördüğüm şaşılacak şeyleri ne bir dostta gördüm ben, ne bir düşmanda!
Bu çocuğa ihsan ettiğin faziletleri, birisi yüzyıl mücadelede bulunsa elde edemez”, nişanesini bile bulamaz.
Senin ona olan inayetlerini iyice gördüm... anladım ki o senin denizinin biricik incisi!

995. Ben de işte sana onu şefaatçı getirmedeyim... onun yüzü suyu hürmetine ey herkesin halini bilen Tanrı, o ne haldedir; bana bildir!
Kâbe içinden derhal bir ses geldi: “şimdi sana yüz gösterecek !
O yüzlerce devletle bizden nasip almıştır... yüzlerce bölük melek, onu korumadadır.
Onun zâhirini, âleme meşhur edeceğiz... bâtınını da herkes den gizleyeceğiz!
Su ve toprak altın madeniydi; bizse kuyumcuyuz... gâh onu halhal yaparız, gâh yüzük!

1000. Gâh kılıç bağı yaparız... gâh aslanın boynuna tasma!
Gâh onu tahtı bezeyen turunç yaparız, gâh devlet isteyen padişahların başına taç ederiz!...
Bu toprakla aşklarımız vardır bizim...çünkü o rıza ka’desine oturmuştur.
Gâh ondan böyle bir padişah çıkarırız... gâh o padişahı da bir padişaha âşık ederiz!
O topraktan yüz binlerce âşık, yüz binlerce mâşuk yaratırız... hepsi de feryad-ü figandadır, arayıp taramadadır!

1005. Bizim işimize candan meyli olmayanın körlüğüne işimiz budur işte!
Nevaleyi azıksızlar önüne koruz...işte o yüzden toprağa bu faziletleri veririz biz.
Çünkü toprak, tozlu ve kapkara görünür ama içinde nurlu sıfatlar vardır.
Dış yüzü iç yüzüyle savaştadır... iç yüzü inci gibidir, dışı taşa benzer.
Dışı, biz, ancak buyuz der... içi, dikkat et, işin önüne, ardına iyi bak der!

1010. Dışı içimizde hiçbir şey yoktur diye inkârda da bulunur... içi hele dur da sana hakikatimizi gösterelim der.
Dışıyla içi savaştadır... ve içi, dışına sabrettiğinden Tanrı yardımına nail olur.
İşte biz bu ekşi suratlı topraktan suretler düzer onun gizli gülümsemesini meydana çıkarırız.
Çünkü toprağın dışı kederden, ağlayıştan ibarettir ama içinde yüz binlerce gülüşler vardır.
Biz sırları açığa vururuz... işimiz budur bizim!Bu gizli şeyleri pusudan çıkarır dururuz!

1015. Hırsız inkârdan gelir, susar bir şey söylemez ama sahne onu sıkıştırır, hırsızlığını meydana çıkarır!Bu topraklarda da nice nimetler çalmıştır...onu belâlara uğratır, ikrar ettirir.
Onun nice şaşılacak çocukları var... Fakat Ahmet hepsinden üstün!
Yerle gök, bizim gibi iki çiftten böyle bir tek padişah doğdu diye gülmekte, sevinip neşelenmektedir.
Gökyüzü neşesinden yarılmada ... yeryüzü, azadeliğinden süsene dönmektedir!

1020. Ey güzel toprak, mademki dış yüzün iç yüzünle savaşta, çekişte...
Kim kendisiyle savaşa girişirse nihayet hakikati, bulur, rengin, kokunun ( görünüşün ) düşmanı olur.
Karanlığı nuruyla muharebeye girişenin can güneşine zeval yoktur.
Bizim için sınamalara giren, bizim için çalışan kişinin ayağına gök bile sırt verir!
Zâhirin karanlıklardan feryat etmede ama içyüzün gül bahçesi içinde için de gül bahçesi!

1025. O, ekşi suratlı sofiler gibi nur söndüren kişilerle karışıp uzlaşmamak niyetinde.
Ekşi suratlı ârifler, kirpiye benzerler...sert dikenlerin dibinde gizlice zevki safâdadır onlar.
Bahçe gizlidir de bahçenin çevresindeki diken meydanda... yani ey düşman hırsız, bu kapıdan uzaklaş derler!
Ey kirpi, kendine dikeni bekçi yapmışsın... başını, sofiler gibi içine çekmişsin.
İstiyorsun ki şu gül yüzlü, fakat diken huylu kişilerden hiç kimse, senin azıcık bir zevkine bile ilişmesin!

1030. Senin çocuğun, çocuk huylu ama iki âlem de onun yavrucağı... onun için yaratılmış!
Biz, âlemi onunla diriltir, feleği onun hizmetine kul, köle ederiz!
Abdülmuttalip “ şimdi nerede ey gizlileri bilen, bana ona varacak doğru yolu göster” dedi.

Abdülmuttalib’in, Muhammed aleyhisselâm nerede onu bildir de bulayım diye niyaz etmesi, Kâbe içinden ses gelip yerinin bildirilmesi

   Kâbe içinden Abdülmuttalib’e ses geldi: “Ey o aklı başında olan çocuğu arayan,
Filan vâdide, falan ağacın altında!” O iyi bahtlı, bu sesi duyunca hemen yürüdü.

1035. Ardınca da Kureyş emîrleri gidiyorlardı. Çünkü Peygamber’in atası Kureyş ulularındandı.
Âdem Peygamber’e kadar bütün geçmişleri, mecliste de en ulu kişilerdi, savaşta da!
Bu soy, zâhiri soyuydu... ulu padişâhlar padişâhından süzülmeydi.
İçiyse zaten soydan, soptan uzaktı, paktı... balıktan “simak” denilen yıldıza kadar onunla cins ve eşit olacak kimse yoktu!
Hak nurunun kimden doğduğunu, nasıl vücut bulduğunu kimse aramaz.Tanrı halkının nescini arayıp sormaya ne lüzum var?

1040. Tanrı’nın sevap karşılığı olarak verdiği en bayağı hil’at bile güneş ziyasından daha parlak, daha üstündür!

Belkıs’ı rahmete çağırma hikâyesinin arta kalanı

   Kalk ey Belkıs, gel de devleti, saltanatı gör...Tanrı denizi kıyısında inciler topla!
Kızkardeşlerin, yüce göklerde oturuyor...sen neden murdar bir şeye padişahlık eder durursun?
O padişahın, kız kardeşlerine yüce ve bol bahşişlerden neler verdiğini hiç bilir misin ?
Halbuki sen neş’e ile “ Külhanın padişahı ve başbuğu benim “ diye davul dövmedesin!

İnsanın dünyaya kâni olup hırsla dünyayı dilemesi ve kendi cinsinden olan ruhaniler ‘’Ne olurdu, kavmimiz halimizi bilse’’ diye bağırıp dururken onların devletinden gafil olması

1045. Hani bir köpek, çukur içinde kör dilenciyi gördü de saldırdı, hırkasını yırttıydı ya!
Bunu söyledik ama tenkit için bir kere daha söylüyoruz.
Kör dedi ki: Senin dostların şimdi dağlarda av arıyorlar...
Hısımların dağda yaban eşeği avlıyorlar... sense köy ortasında kör tutuyorsun!
A yücelerden kaçan şeyh, bu hileyi bırak! Sen, başına birkaç körü toplamış acı suya benziyorsun!

1050. Âdeta bunlar benim dervişlerimdir...ben de acı suyum. Benden içerler de böyle kör olurlar diyorsun!
Suyunu Ledün denizinden tatlı bir hale getir. Kötü suyu bu körlere tuzak yapma!
Kalk, yaban eşeği avlayan Tanrı aslanlarını gör... sen, neden köpek gibi hileyle kör avlamadasın?
Onlara yaban eşeği avlıyorlar dedim... fakat yaban eşeği de nedir ki? Onlar sevgiliden başkasını avlamazlar... hepsi de aslandır, aslan avcısıdır, nur sarhoşudur!
Avı ve padişahın avcılığını seyrederken hepsi de avlanmayı bırakmışlar, hayran olup can vermişlerdir!

1055. O cinsten olan kuşları avlamak için avcılar nasıl ellerine ölü bir kuş alırlarsa sevgili de onları eline almıştır.
O ölü kuş vuslat ve firkat arasında ihtiyarsız bir haldedir. “ Kalp, Tanrı’nın iki parmağı arasındadır” hadisini okumadın mı?
Ölü kuşa avlanan dikkat ederse görür ki padişaha avlanmıştır.
Bu ölü kuştan baş çeken, asla avcının elini bulamaz!
Ölü kuş der ki: benim murdarlığıma bakma padişâhın bana olan aşkına bak... bak da beni nasıl görüp gözetmekte, bir gör!

1060. Ben pis değilim... beni padişah öldürdü; suretim, ölüye benzedi.
Bundan önce kanadımla uçuyordum; şimdiyse hareketim, padişahın elinden.
Fâni hareketim, derimden çıktı gitti... şimdiki hareketim bâki, çünkü ondan!
Benim hareketime karşı eğri harekette bulunanı, simurg bile olsa perişan eder, ağlatır, inletir, öldürürüm!
Diriysen aklını başına topla da beni ölü görme... kulsan benim padişah elinde olduğumu gör!

1065. İsa, keremiyle ölüyü diriltti... halbuki ben, İsa’yı yaratanın elindeyim.
Tanrı elinde oldukça hiç ölü kalır mıyım? İsa’nın elinde bile olsam buna imkân yok!
İsa’yım ama nefesimden can bulan bir daha ölmez, ebediyen diri kalır.
İsa’nın nefesiyle dirilen, tekrar öldü... fakat bu İsa’ya can verene ne mutlu!
Ben, Musa’mın elindeki asâyım... Musa’m gizli de ben, önünde görünüp durmaktayım.

1070. Müslümanlara deniz üstündeki köprü kesilir, sonra da Firavun’a ejderha olurum!
Oğul, yalnız bu asâyı görme... Tanrı elinde olmasa asâ, bu işleri yapamaz!
Tufan dalgası da asâ kesildi... o dertte büyücülere tapanların şatafatlarını sömürüp yedi!
Tanrı asâlarını saymaya kalkışsam şu Firavun’a mensup olanların hilelerini yutarım ya...
Fakat bırak, bu zehirli tatlı otu birkaç günceğiz otlasınlar hele!

1075. Firavun’un mesnedi ve başlık, başbuğluk, olmasaydı cehennem nereden beslenecekti ki?
A kasap, önce semirt de sonra kes... çünkü cehennemdeki köpekler azıksız!
Dünyada düşmanlar olmasaydı halktaki kızgınlık yatışır, geçer giderdi!
Cehennem dediğin o kızgınlıktır... düşmanlık gerek ki yaşasın. Yoksa merhamet, onu söndürüverirdi!
O vakit kahırsız ve kötülüksüz lûtuf kalırdı; bu takdirde padişâhlığın kemâli nasıl zahir olurdu ki?

1080. O münkirler, öğütçülerin sözlerine, getirdikleri misallere aldırış etmediler, onların sakallarına güldüler!
İstersen sen de gül... fakat a murdar, ne vakte dek yaşayacaksın, ne vakte dek?
Ey sevenler, niyaza başlayın, şad olun, bu kapıda yalvarın... çünkü bu kapı, bugün açılacak!
Bahçede soğan, sarımsak vesaire gibi sebzelerin her birine ayrı bir evlek vardır.
Her biri, kendi cinsiyledir, kendi evleğindedir...yetişip olmak için orada rutubetten gıdalanır durur!

1085. Sen safran evleğisin, safran olur... başka sebzelerle karışıp uzlaşma!
Ey safran, sudan gıdanı al da safran ol, zerdeye gir! Şalgam evleğine girip ağzını açma da onunla aynı tabiatta, aynı huya sahip olma!
Sen bir evleğe konmuşsun, o bir evleğe... çünkü “Tanrı’nın olan yeryüzü pek geniş!”
Hele o yeryüzü yok mu? O kadar geniş ki sefere çıkan devler, periler bile orada kaybolmada!

1090. O denizde, o ovada, o dağlarda vehim ve hayal bile yol alamaz; kaybolur gider!
Şu ova, o yeryüzündeki ovada uçsuz bucaksız denizdeki bir kara kıl gibi kalır!
Orada öyle durgun sular var ki akmaları gizlidir... hepsi de akarsulardan daha taze, daha hoştur!
İçten içe can ve ruh gibi gizli gizli akarlar, akıp giden ayakları vardır!Dinleyen uyudu, sözü kısa kes ey hatip... su üstüne yazı yazmayı bırak gayri!

1095. Kalk ey Belkıs, alışveriş pazarı kızıştı...şu kesatçı hasislerden kaç!
Kalk ey Belkıs, ölüm gelip çatmadan şimdi ihtiyarınla kalk!
Sonra ölüm, kulağını öyle bir çeker ki hırsız gibi can çekişe sahneye gelir, teslim olursun!
Bu eşeklerden ne vakte dek nal çalıp duracaksın?
Eğer bir şey çalacaksan bari gel de lâal çal!
Kız kardeşlerin ebedîlik mülkünü elde ettiler, sense bu yaslı yurtta kalakaldın!

1100. Ne mutlu ona ki bu yurttan sıçradı, çıktı...çünkü ecel, bu yurdu nihayet yıkar, viran eder!
Kalk,gel ey Belkıs de bir kerecik olsun din padişahlarıyla din sultanlarının yurdunu gör!
Onlar, görünüşte dostlar arasında nağmelerle deve sürüyorlar ama iç âleminde gül bahçesinde oturmuşlar, zevk u safa ediyorlar.
Bahçe, onlar nereye giderse beraber gitmekte...fakat bu halktan gizli!
Meyveler, beni topla, beni devşir diye yalvarmada... âbıhayat, benden iç diye niyaz etmede!

1105. Gel de güneş gibi, dolunay gibi, hilâl gibi kolsuz ve kanatsız gökyüzünde dön dolaş!..
Yürümeye başladın mı ruh gibi ayaksız yürürsün... çiğneme zahmetine uğramadan yüzlerce yemekler yersin!
Ne gemine gam timsahı çarpar...ne ölümden kötüleşirsin!
Sen hem padişahsın, hem asker, hem taht... sen hem iyi bir bahta nail olursun, hem bizzat baht ve talih kesilirsin!
Fakat zâhirde bahtın iyi olursa, yüce bir sultan olursa ne fayda... bu baht başkasınındır, bir gün gelir olur, bahtın döner!

1110. Sen de yoksullar gibi muhtaç bir hale düşersin... ey seçilmiş kişi, sen baht ol, sen devlet kesil!
Ey mânevi er, kendin baht olur ,talih kesilirsen nasıl olur da bu bahtı, bu talihi kaybedersin?
Ey güzel huylu, bizzat sen, kendine mal, mülk olursan bunları nasıl olur da kaybedersin... imkân mı var buna?

Süleyman aleyhisselâm’ın Tanrı’nın bildiği hikmetler yüzünden Mescid-i Aksâ’yı yapması ve apaçık olarak melekler’e cin, şeytan ve insanların yardım etmeleri

   Ey Süleyman, Mescid-i Aksâ’yı yap, Belkıs’ın kavmi namaza geldi!
Süleyman, mescidi yapmağa başlayınca cin ve insan, hepsi işe koyuldu.

1115. Bir bölüğü aşkla, istekle... bir bölüğü istemeyerek işe girişti. Tıpkı kulların Tanrı buyruğuna uymaları, ibadet etmeleri gibi!
Halk da cinlere benzer... şehvet, onları dükkâna, alışverişe, mahsule ve yiyeceğe çeken zincirdir.
Bu zincir, korkudan ve şaşkınlıktan yapılmadır... halkı zincirsiz ve hür sanma!
Bir bölüğünü kazanca, ava çeker... bir bölüğünü madene, denizlere sürükler!
Onları iyiye, kötüye çeker götürür... Tanrı “ Boynunda liften örülmüş bir ip var...

1120. Boyunlarına bir ip attık...o ipi, huylarından ördük, meydana getirdik...
Hiçbir pis ve kötü, yahut temiz ve iyi kişi yoktur ki amel defteri boynuna asılmamış olsun “demiştir.
Kötü işe hırsın, ateşe benzer...kömür, ateşin rengiyle güzelleşir.
Kömürün karalığı ateşte gizlenir...ateş söndü mü karalık meydana çıkar!
Kömür, senin hırsından ateş haline geldi, ateş halinde göründü...fakat hırs geçti mi o kömür, kapkara, berbat bir halde kala kalır!

1125. O zaman kömürün ateş gibi görünmesi, işin güzelliğinden değildi, hırs ateşindendi!
Hırs, senin işini gücünü bezemişti...hırs gidince işin gücün kapkara kalakaldı!
Şeytan’ın bezediği ekşi otu aptal adam, olmuş ve iti sanır.
Fakat denedimi ne olduğunu anlar, dişleri kamaşır kalır!
Heves yüzünden o tuzak tane görünmededir...o esasen hamdır, fakat hırs şeytanın aksi onu güzel gösterir.

1130. Hırsı din işinde ve hayırda ara; din ve hayır işinde haris ol.Bu işler, zaten güzeldir...hırsın geçse bile güzel görünür!
Hayırlar, esasen güzel ve lâtiftir, başka bir şeyin aksi ile güzel görünmüş değildir.Bu işlerde hırsın parlaklığı geçse bile hayrın letâfeti, hayrın parlaklığı kalır.
Halbuki dünyâ işinden hırsın parlaklığı gittimi ateşin harareti ve parlaklığı gitmiş, kömür kalmış demektir...tıpkı buna benzer.
Çocukları da hırs aldatırda zevklerinden bir değneği at yaparlar, eteklerini çemreyip güya ata binerler!
Fakat çocuktan o kötü hırs geçtimi öbür çocuklara gülesi gelir.

1135. Ben neler yapmışım, ne işlere girişmişim... sirke bana hırsımdan bal görünmüş diye gülmeğe başlar.
Peygamberlerin yapılarında da hırs yoktu...onun için boyuna parlayıp duruyor, parlaklığı boyuna artıyor.
Ulular nice mescidler yaptılar...fakat hiçbirinin adı Mescid-i Aksâ değildi.
Her an şerefi artan Kâbe’nin yüceliği, İbrahim’in ihlaslarındandı!
O mescidin fazileti, toprağından, taşından değildi... yapıcısında hırs ve savaş yoktu da ondan!

1140. Ne onların kitapları, başkalrının kitaplarına benzer...ne mescidleri, başkalarının mescidlerine, ne alışverişleri, malları mülkleri, başkalarının alışverişine, malına mülküne!
Ne edepleri başkalarının edepleri gibidir.Ne hiddetleri, azapları başkalarının hiddeti, azabı  gibidir.Uykuları da başkadır, kıyasları da, sözleri de!
Her birerinin başka bir nuru, feri var... can kuşları uçar ama, başka bir kanatla uçar!
Gönül, onların halini andıkça titrer durur...onların işleri, bizim işlerimize kıbledir!
Onların kuşlarının yumurtası altındandır...camları, gece yarısı, seher çağını görür!

1145. O kavmin iyiliğini canla başla ne kadar söylersen söyleyeyim, noksan söylemiş olur; onları noksan övmüş olurum!
Ey ulular, Mescid-i Aksâ yapın; çünkü Süleyman yine geldi vesselam!
Bu devlerden, perilerden baş çeken olursa, bütün melekler, onları tutar, bağlar, tomruğa vurur!
Dev, bir an bile hileye düzene girişir de eğri büğrü yürürse derhal başına şimşek gibi bir kamçıdır gelir!
Sen de Süleyman’a benzede, devlerin, yapına yardım etsinler, taş kessinler!

1150. Süleyman gibi vesvesesiz, hilesiz ol da cinle dev, seninde buyruğuna uysun!
Senin hatemin bu gönüldür...aklını başına al da dev, hatemini ağlamasın!
Avladı, ele geçirdimi artık sana boyuna Süleymanlık eder...hatemli devden sakın vesselâm!
Gönül, o Süleymanlık gelip geçici bir şey değildir...sen zâhiren de Süleymanlık etme kaabiliyetindesin, içinde de o ehliyet var senin.
Dev de bir zaman olur, Süleyman’lık eder ama her dokumacı nerden atlas dokuyacak?

1155. Elini oynatır ama ikisinin arasında ne kadar fark var?

Şaire Padişahın ihsanı, Ebülhasan adındaki vezirin o ihsanı arttırması

   Şairin biri, padişahtan elbise almak, rütbeye erişmek, ihsana nail olmak ümidiyle bir şiir yazıp götürdü.
Padişah ikram sahibiydi, şaire bin kırmızı altın verilmesini, bundan başka daha da ihsanlarda bulunmalarını emretti.
Veziri dedi ki: Bu pek az... Hiç olmazsa ona o bin altın ver de safayı hatırla gitsin!
Hattâ böyle bir şaire senin gibi ihsanda avucu denize benzer bir padişahın ona bin altın vermesi bile azdır!

1160. Vezir, padişaha, harmanın onda biri şaire verilsin diye geçmiş padişahların ihsanlarına dair hikâyeler söyledi, hikmetlerden bahsetti.
Padişâh da şaire on bin altınla değerli elbiseler verdi... şairin içini şükür ve sena yurdu haline getirdi.
Şair sonradan bu kimin gayretiyle oldu, padişaha benim ehliyetimi kim bildirdi diye araştırdı.
Dediler ki: adı da Hasan, huyu da Hasen olan vezir yok mu, işte o buna sebep oldu.
Şair, bunu duyunca veziri methetti, bu hususta uzun bir kaside yazdı, vezirin evine gidip sundu.

1165. (Bu kasidede padişahın methi hiç yoktu. Çünkü padişahın nimetleri, hilâtları, zaten dilsiz, dudaksız, padişahı methedip duruyordu!)

O şairin birkaç yıl sonra yine aynı ihsanlara nail olmak ümidiyle tekrar gelmesi, padişâhın, âdeti veçhile bin dinar verilmesini emretmesi, yine adı Ebülhasan olan yeni vezirin, birçok masraflarımız var, hazine boş, ben onu, bu ihsanın onda biriyle bile hoşnud ederim demesi

   Birkaç yıl sonra şair, yine yok yoksun bir hale düştü, muhtaç oldu... rızıklanmak, ekin parası bulmak ümidiyle,
Dedi ki: Yokluk ve darlık zamanında sınanmış şeyi aramak, ona başvurmak daha iyi...
Kerem ve ihsanda sınadığın kapıya gideyim de yine ihtiyacımı arz edeyim.
Sibeveyh, Allah sözünün manasını anlatırken “Halk, hacet zamanında ona sığınır...

1170. İhtiyaçlarımızı sana arzeder,sana sığınırız...hacetlerimizi senden diler, sen de buluruz demektir” dedi.
Binlerce akıllı kişi, dert ve ihtiyaç zamanında umumiyetle o tek Tanrı’nın huzurunda ağlar, inler.
Hiçbir aklı eksik ve deli yoktur ki acizliğini varsın da bir nekese arz etsin!
Akıllılar, binlerce defa ihtiyaçlarının giderildiğini görmeselerdi hiç o tapıya canla başla giderler miydi?
Hattâ deniz dalgaları arasındaki bütün balıklar, yücelerde uçan bütün kuşlar bile...

1175. Fil, kurt, avlanan aslan, koca ejderha, karınca, yılan...
Hattâ toprak, su, yel ve her bir kıvılcım bile kışın da dileğini ondan elde eder, baharda da!
Bu gökyüzü, her an, yarabbi, beni bir zaman bile aşağılatma diye ona yalvarır...
Benim direğim, senin korumandadır... bütün gökler sağ elinde dürülmüş, yayılmıştır, der.
Bu yer, beni su üstünde yükleyen sensin, kararımı elden alma diye niyaz eder.

1180. Hepsi keselerini onun nimetiyle doldurup büzmüşler... hepsi hacet vermeyi ondan öğrenmişlerdir.
Her peygamber, “Sabır ve namaz hususunda ondan yardım isteyin” diye ondan berat ve ferman getirmiştir.
Kendinize gelin; ondan isteyin... başkasından değil. Suyu denizde arayın, kuru derede değil!
Başkasından isteneni de o verir...o kimsenin sana meyleden eline cömertliği ihsan eden yine Allah’tır.
İtaatından çekineni bile altınlara gark eder, Karun yaparsa itaat eder de ona yüz tutarsan neler yapmaz?

1185. Şair, bir kere daha ihsan sevdasıyla yüzünü o ihsan sahibi padişaha tuttu
Şairin hediyesi ne olacak? Yeni bir şiir... onu ihsan sahibine götürür, sunar, adeta rehin bırakır!
İhsan sahipleri, yüzlerce kerem ve cömertlikle altınlar yığarlar, şairleri beklerler.
Onlarca bir şiir, yüz denk kumaştan daha iyidir... hele denize dalıp da dibinden inciler çıkaran bir şairin şiiri olursa!
İnsan, önce ekmeğe haristir... çünkü gıda ve ekmek, cana direktir.

1190. Canını avucuna alır da hırsla, ümitle ve yüzlerce hilelere, düzenlere başvurarak çalışıp ekmeğini elde etmeye savaşır.
Fakat az bir şey elde eder de ekmek için çalışmaya ihtiyacı kalmazsa artık şöhrete, ada sana ve şairlerin methine aşık olur.
İster ki onlar, kendisinin aslını, faslını övsünler... lûtfunu, ihsanını anlatmada mimberler kursunlar...
Bu suretle de onun lûtfu, ihsanı, altın bağışlaması, söz arasında amber gibi koksun!
Tanrı, bizim huyumuzu da kendi huyuna uygun, kendi suretine göre yarattı, bizim vasfımız da onun vasfından bir örnektir.

1195. Yaratıcı Tanrı da, kendisine şükür ve hamd edilmesini ister... bu yüzden insanın huyu da böyledir;o da kendisinin övülmesini diler.
Hele fazilette çevik ve üstün olan Tanrı eri, sağlam tulum gibi o yelle doludur.
Fakat insan, o methe lâyık değilse, o methin ehli olmazsa yalancı yel, fayda vermez...tulumu yırtar, patlatır!
Bu meseli kendiliğimden söylemedim arkadaş; aklın başındaysa ve ehilsen serserice dinleme!
Bunu hakkındaki hicivleri duyunca, müşriklerin “ Ahmet neden medihten hoşlanıyor, neden medihten memnun oluyor?” dediklerini işitince söyledi.

1200. Şair, ihsan ölmedi ya diye evvelce nail olduğu ihsana şükran olarak yazdığı şiiri alıp padişaha götürdü, sundu.
İhsan sahipleri öldüler, ihsanları kaldı... ne mutlu o kişiye ki bu merkebi sürdü!
Zâlimler de ölüp gittiler, fakat yaptıkları zulümler kaldı... vay o cana ki bu hileyi, bu kötülüğü yaptı!
Peygamber “ Ne mutlu o adama ki dünyadan gitti de ondan iyi bir iş kaldı” demiştir.
İhsan sahibi öldü ama ihsanı ölmedi ki... Tanrı indinde din ve ihsan, küçük ve değersiz bir şey değildir!

1205. Eyvahlar olsun o kişiye ki kendisi öldü de isyanı kaldı... sakın, öldü de canını kurtardı sanma ha!
Bırak bunu şimdi...şair, yol üstünde borçlu ve paraya pek ihtiyacı var!
Şair önceki ihsana nail olurum ümidiyle söylediği şiiri götürüp padişaha sundu.
Güzelim incilerle dolu olan o lâtif ve nefîs şiiri, evvelki ihsan ve ikramın ümidiyle arz etti.
Padişahın âdetiydi , yine âdeti veçhile bin altın verin dedi.

1210. Fakat bu sefer bu cömert vezir yücelik Burak’ına binmiş, dünyadan göçüp gitmişti.
Onun yerine başka birisi vezir olmuştu... bu vezir pek merhametsiz, pek hasisti.
Dedi ki: Padişahım, masraflarımız var... bir şaire bu kadar ihsanda bulunmak lâyık değil!
Ben, o şairi bu ihsanın onda on da birinin dörtte biriyle hoşnut ve razı ederim.
Oradakiler, önce o, padişahtan tam on bin altın almıştı.

1215. Şeker yedikten sonra şeker kamışını nasıl çiğner... padişahtan sonra nasıl olur da dilencilik eder? dediler.
Vezir dedi ki: Ben onu öyle bir sıkarım ki nihayet beklemeden usanır, bizar olur...
Yoldan toprak alıp versem yeşillikten gül yaprağı veriyorum gibi kapar.
Bunu bana bırakın... Bu işte üstadım ben; işe girişen ateş bile olsa ben yatıştırmasını bilirim!
Süreyya yıldızından saraya dek uçsa yine beni görünce yumuşar!

1220. Padişah, peki dedi... ne yaparsan yap, hüküm senin. Yalnız onu sevindir, çünkü bizim iyiliğimizi söyler.
Vezir, onu da, onun gibi daha iki yüz tane ümitlenip duran kişiyi de bana bırak sen, dedi.
Vezir, şairi bekletti durdu... kış geldi geçti de bahar geldi!
Şair bekleye bekleye ihtiyarladı...bu dertle, bu tedbirle âdeta zebun oldu.
Dedi ki: Altın yoksa bari bana söv de canımı kurtar, kölen olayım!

1225. Bekleme beni öldürdü, bari git de, yoksul canım rehinden kurtulsun!
Nihayet vezir, şaire o bin altının onda birinin tam dörtte birini, yani yirmi beş altın verdi... şair derin bir düşünceye daldı.
Kendi kendisine önce verilen ihsan, hem peşindi, hem de o kadar çoktu. Bu ise hem geç açıldı, hem de açılınca gördüm ki bir deste diken, dedi.
Şaire dediler ki: O cömert vezir dünyadan gitti, Tanrı rahmet etsin!
O ihsan, onun yüzünden kat kat artmıştı... onun zamanında ihsanlarda yanlışlık pek az olurdu.

1230. Şimdi o gitti, ihsanı da beraber götürdü... o ölmedi, doğrucası kerem ve ihsan öldü!
O cömert, o akıllı vezir geçip gitti. Yoksulların derisini yüzen bu vezir gelip çattı.
Yürü, bunu al da hemencecik bu gece buradan kaç... yoksa bu inatçı, seni yakalar, elindekini de alır!
Senin bizim çalışmamızdan haberin bile yok...biz, ondan bu hediyeyi de yüzlerce hileye başvurduk da aldık!
Şair, yüzünü onlara çevirdi de dedi ki: “ Ey beni esirgeyenler, bu kötü vezirler nereden geldi?

1235. Bu insanın elbiselerini soyan vezirin adı ne? Söyleyin bana! Onlar adı “Hasan” dediler.
Şair, Yarabbi dedi... Onun adı da Hasan, bunun adı da... Ey din Rabbi, yazıklar olsun; nasıl oluyor da ikisinin de adı bir oluyor.
Onun adı Hasan... fakat onun kaleminin bir yazısıyla yüzlerce cömert kişi padişaha vezir ve muhasip olabilirdi...
Bunun adı da Hasan... fakat bu Hasan’ın çirkin sakalından yüzlerce ip örebilirsin!
Padişah, böyle bir vezirin sözünü dinlerse kendisini de rezil rüsvay eder, devletini de!

Bu alçak vezirin, padişahın adamlığını bozma hususundaki kötü reyi Firavun’un kabiliyetini bozan veziri Haman’ın rey ve tedbirine benzer

1240. Firavun, Musa’nın sözlerini işittikçe kaç defa yumuşadı, ram oldu.
Musa’nın sözleri, öyle sözlerdi ki o eşsiz sözlerin güzelliğini duysa, taştan süt akardı.
Fakat huyu kinden ibaret olan veziri Haman’la görüşüp danışınca,
Haman, ona “Şimdiye kadar padişahtın... şimdi bir yamalı hırka giyenin hilesine kapılıp kul mu oldun?” derdi.
Bu söz, mancınıktan atılan taş gibi gelir, Firavun’un sırçadan yapılma sarayını kırıverirdi!

1245. Güzel sözlü Kelîm’in yüz gün uğraşıp yaptığını o, bir anda yıkar giderdi!
Senin aklın da vezirdir ve heva ve hevesine mağlûptur... vücudun da Tanrı yolunu kesip durmaktadır...
Tanrı’ya mensup bir öğütçü, sana öğüt verse o sözü, bir hileyle tesirsiz bırakmakta;
Bu, yerinde bir söz değil, kendine gel de yerinden, yurdundan olma... iş öyle değil, kendine gel, delirme demektedir.
Vay o padişaha ki veziri budur... her ikisinin yeri de kin güden cehennemdir.

1250. Ne mutlu o padişaha ki müşkül işe düştü mü elini tutacak Asaf gibi bir veziri vardır.
Adaletli padişah, Asaf’a eş oldu mu artık adı “Nur üstüne nur” olur...
“Padişah Süleyman” veziri de Asaf oldu mu nur üstüne nurdur, amber üstüne amber!
Fakat padişah Firavun, veziri de Haman olursa ikisi de talihsizlikten, kötülükten kaçamazlar, çaresiz perişan olur giderler!
Karanlıklar üstüne çöken karanlıklara düşerler de ne akıl, onlara yâr olur, ne de kıyamet günü devlete erişirler!

1255. Ben kötülerde kötülükten başka bir şey görmedim... sen gördüysen var selâm söyle!
Padişah cana benzer, vezir de akla... fesatçı akıl, ruhu kötülüklere götürür.
Akıl meleği Harut’laşınca yüzlerce kötü kişiye sihir öğretir!
Cüz’i aklı kendine vezir yapma. Aklı küllü vezir yap padişahım.
Heva ve hevesini kendine vezir yapma da pak canın namazdan, niyazdan kalmasın.

1260. Çünkü bu heva ve heves, hırslarla doludur ve içinde bulunduğu hali görür... aklın düşüncesiyse din gününün düşüncesidir.
Aklın gözleri işin sonunu gözetir... akıl, bir gül için diken zahmetini çeker durur!
Fakat o gül, öyle bir güldür ki ne solar, ne de güzün dökülür... koku almayan her kötü kişinin burnu ondan uzak olsun!

Devin, Süleyman aleyhisselâm’ın makamına geçip oturması ve Süleyman aleyhisselâm işlerine benzer işler yapması,her ikisi arasında görünüp duran fark ve devin,kendisine Davut oğlu Süleyman adını takması

   Aklın varsa başka bir akılla dost ol, görüş, danış!
İki akılla bir çok belâlardan kurtulur, ayağını göklerin ta yücesine korsun!

1265. Dev kendine Süleyman adını taktı, devleti elde etti, ülkeyi hükmüne aldı.
Süleyman’ın yaptığı işleri görmüştü, onun gibi hareket ediyordu... fakat iç yüzden yine devliği suratına vurmakta, devliği görünüp durmaktaydı!
Halk, bu Süleyman’da o nur o temizlik yok; Süleyman’dan Süleyman’a ne farklar var.
O uyanıklığa benziyordu, buysa derin bir uyku gibi. Âdeta o Hasanla bu Hasan gibi aralarında pek büyük bir fark var diyordu.
Dev de, “ Tanrı benim şeklimde güzel bir dev yaratmıştır.

1270. Bir dev’e benim suretimi vermiştir; sakın o, sizi aldatmasın.
Meydana çıkar da Süleyman benim diye dâvaya kalkışırsa sakın onun suretine itibar etmeyin” diyordu.
Dev, hileyle onlara bu sözleri söylüyordu ama iyi adamların gönüllerinde bunun aksi görünmekteydi.
İyiyi kötüyü fark eden adamla oyun olmaz; hele o adamın bu fark edişi ve aklı, gaypları görür söylerse!
Hiçbir büyü hiçbir şeytanlık ve hile,devlet sahibi olanların gönüllerine perde geremez.

1275. Onlar, kendi kendilerine “A eğri sözlü, tersine gidiyorsun...
Böyle tersine tersine gide gide ,ta cehennemin en dibine kadar gideceksin ya!
Süleyman, Süleymanlıktan kaldı, yoksul oldu ama alnında o aydın dolunay parlayıp durmada.
Sen, nihayet bir yüzüktür kapmışsın ama zemheri gibi donmuş kalmış bir cehennemsin yine!
Biz neredeyiz... ululuk, sayvan ve kök önünde secde etmek nerede? Böyle şeylerin önüne baş komak şöyle dursun, hayvan tırnağını bile komayız biz!

1280. Hattâ gaflete düşer de baş komaya kalkarsak bile bir pençe gelir, başımızı yerden iter, mâni olur...
Bu aşağılık kişiye baş komayın, kendinize gelin... bu bayağı adama secde etmeyin der” demekteydiler.
Ben, bu cana canlar katan hikâyeyi anlatmaya kalkardım ama Tanrı gayreti olmasaydı!
Kanaat et, bu kadarcığını kabul eyle de başka bir vakit bunu anlatayım!
Dev, adını Süleyman Peygamber taktı ama ancak çoluk çocuğu kandırmak için!

1285. Namuzsuzun suretini, adını bırak... lâkaptan addan kaç, mânaya yürü!
Onu halinden işinden sor... onu halinde işinde ara!

Süleyman aleyhisselâm’ın,Mescid-i Aksâ bittikten sonra ibadet etmek ve ibadet edenlerle itikâfa girenleri irşat eylemek için her gün mescide gelmesi ve mescidde otlar,kökler bitmesi

   Her sabah Süleyman Mescid-i Aksâ’ya gelir, tam bir ihlâsla Tanrı’ya ibadet ederdi.
Her gün, mescidde yeni bir otun bittiğini görür, adın nedir, ne faydan var?
Ne biçim ilâçsın, nesin, sana ne derler... kime ziyansın, faydan kime? diye sorardı.

1290. Her ot, adını, tesirini söyler; “Şuna can’ım, öbürüne zehir...
Buna zehirim, ona şeker... adım, kader levhinde şudur diye dile gelirdi.
Doktorlar Süleyman’dan o otu öğrenirler,bilgi sahibi olurlar, ona uyarlardı.
Bu suretle doktorluk kitapları düzdüler... bedenleri hastalıklardan kurtardılar.
Bu nücum ve tıp bilgileri, Peygamberlerin vahiyleridir...yoksa akıl ve duygunun o tarafa nereden yolu olacak?

1295. Cüz’i akıl, bir şeyden hüküm çıkaracak akıl değildir. O, ancak fen sahibinden fenni kabul eder, öğrenmeye muhtaçtır.
Bu akıl, öğrenmeye ve anlamaya kabiliyetlidir. Ama vahiy sahibi ona öğretir.
Bütün sanatlar, şüphe yok ki önce vahiyden meydana gelir, fakat sonra akıl, onların üstüne bazı şeyler katar!
Dikkat et de bak! Bizim bu aklımız, hiçbir sanatı, usta olmadıkça öğrenebiliyor mu?
Hile kılı kırk yarar ama usta olmadıkça hiçbir sanatı elde edemez!

1300. Sanat bilgisi, bu akılla olsaydı ustasız bir sanat meydana gelirdi!

Âlemde mezar kazıcılık ve mezar yokken Kaabil’in mezar kazıcılığını kargadan öğrenmesi

   Mezar kazma, en bayağı bir sanat... düşünceden, düzenden, fikirden doğacak değil ya!
Fakat Kaabilde bu anlayış olsaydı Hâbili başı üstünde taşır mıydı?
Ben bu ölüyü, bu kana, toprağa karışmış ölüyü ne yapayım, nasıl yok edeyim der miydi?
Bir de gördü ki bir karga, ölü bir kargayı ağzına almış, hemen geldi...

1305. Havadan indi Kaabil’e öğretmek için mezar kazıcılığına başladı.
Tırnaklarıyla yerden bir toz kopardı, yeri kazıp hemen hemen ölü kargayı o mezara koydu;
Gömüp üstünü toprakla örttü... bu suretle karga, Tanrı ilhamı ile bilgi sahibi oldu.
Kaabil, bunu görünce yuh olsun benim aklıma dedi... bir karga bile bilgide benden üstün!
Tanrı, Aklıküll’e “Mazagalbasar” dedi... fakat cüz’i akıl her yana baka durur.

1310. Has kişilerin nuru, Mazagalbasar aklıdır... karga aklıysa ölülere mezar kazma üstadı!
Karga, ardınca uçan canı nihayet mezarlığa götürür!
Kendine gel de kargaya benzeyen nefsin ardından koşma...çünkü o,seni mezarlığa götürür,bağa ,bahçeye değil!
Eğer gideceksengönül ankasının ardından git...Kafdağına,gönül Mescid-i Aksâ’sına var!
sevdanla her an,senin Mescid-i Aksa’nda yeni bir ot yeni bir kök bitmede!

1315. Süleyman gibi sen de onlara dikkat et... onları izle, onların üstüne ret ayağını koyma!
Çünkü bu durup duran yeryüzünün halini sana çeşit çeşit otlar anlatır.
Yerde şeker kamışı mı bitmiş, yoksa alelâde kamış mı... her biten ot, bittiği yerin halini, kabiliyetini bildirir!
Gönülden de fikirler biter, gönlün nebatatı da fikirlerdir. Bu fikirler de gönüldeki sırları gösterir.
Mecliste bana söz söyletecek adam bulsam çimenlik gibi yüz binlerce gül bitiririm.

1320. Fakat söz söylerken de nefes öldüren bir pezevenk olsa gönüldeki nükteler hırsız gibi kaçar.
Herkesin hareketi kendisini çeken ne yandaysa o taraftadır... doğru adamın çekişi, yalancının çekişine benzemez.
Gâh sapık bir halde, gâh doğru yolu bulmuş olarak gider durursun...ne seni sürükleyen ip meydandadır, ne çeken adam!
Kör bir deveye benzersin... boynundaki yular seni yeder durur; fakat sen çekeni gör, yuları değil!
Çekeni ve yuları görsen senin için bu âlem aldanma yurdu olmazdı.

1325. Kâfir, köpeğin ardına düşüp gittiğini görseydi güçlü kuvvetli Şeytan’a maskara olur muydu hiç?
Onun ardına bir namussuz gibi düşer miydi hiç? Hemencecik ayağını çeker, kurtulurdu!
Sığır kasapların ne yapacağını bilseydi hiç onların peşine düşer, dükkâna gider miydi?
Yâhut ellerinden kepek yer miydi... yâhut da onların yüze gülücüğüne aldanır onlara süt verir miydi?
Hattâ ot yese bile, neden beslendiğini bilseydi hiç o otu hazmedebilir miydi?

1330. Şu halde âlemin direği gafletten ibarettir...devlet nedir? Dev yani koş kelimesiyle let yani dayak kelimesinden meydana gelme bir kelime!
Önce koş... koş da sonunda dayak ye! Bu yıkık yerde devlet sahibine eşekçesine ölümden başka hiçbir şey yok!
Sen, bir işe el atar, o işe iyice sarılırsın...o işteki ayıp ve noksan o anda sana örtülüdür.
Tanrı, senden o işin ayıbını örttüğünden canla başla o işe girişebilirsin.
Hararetle sahip olduğun fikrin de ayıbı senden gizlidir.

1335. Sana o fikirdeki ayıp ve kusur belli olsaydı ondan kaçardın...canın, bu fikirle aramda keşke mağriple maşrik arası kadar uzaklık olsaydı der!
Nihayet ondan usanır, pişman olursun ya...bu hal, evvel olsaydı hiç ona koşar mıydın?
Şu halde ona girişelim, kaza ve kadere uygun olarak o işi görelim diye önce ondaki ayıbı, kusuru, bizden gizlemiştir.
Kaza ve kader, hükmünü izhar edince göz açılır, pişmanlık gelir, çatar!
Bu pişmanlıkta ayrı bir kaza ve kaderdir...bu pişmanlığı bırak da Tanrı’ya tap!

1340. Pişman olmayı kendine âdet edinirsen boyuna pişman olur durur, nihayet bu pişmanlığı da daha ziyade pişman olursun!
Ömrünün yarısı perişanlıkta geçer, öbür yarısı da pişmanlıkta heder olur gider!
Bu fikri, bu pişmanlığı terk et de daha iyi bir hal, daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara!
Elinde daha iyi bir iş yoksa pişmanlığın neye? Neyi fevt ettin de pişman oluyorsun ki?
Eğer biliyorsan bilirsin ki doğru yol, Tanrı’ya tapmaktan ibarettir...yok bilmiyorsan herhangi bir şeyin kötü olduğunu nasıl bilirsin ki?

1345. İyiyi bilmedikçe kötüyü bilemezsin...ey yiğit zıt, zıddıyla görülebilir.
Mademki bu fikri terk etmekten âcizsin... o vakit günah işlememekten de âcizdin!
Âciz olduktan sonra pişmanlık neden? O âcizlik, kimin takdiriyle, onu ara!
Âlemde bir kâdir olmadıkça hiç kimse, ne bir âcizi görmüştür, ne de böyle bir şey olur... bunu böyle bil!
Böylece, olmasına çalıştığın her isteğin ayıbından bihabersin... onun ayıbı ve noktası, sana örtülüdür!

1350. O istediğin ayıp ve noksanı sana görünseydi canın o araştırmadan kaçıverirdi!
O işin ayıp ve noksanı sence belli olsaydı seni hiç kimse o işe, hattâ çeke çeke bile götüremezdi!
Nefret ettiğin öbür iş yok mu? Ondan neden nefret ettin? Çünkü ayıbı, noksanı meydana çıktı da ondan!
Ey sırları bilen güzel sözlü Tanrı, kötü işlerin ayıbını, noksanını bizden gizleme!
İyi işleri de bize ayıplı gösterme de o işe gidelim, sarılalım... çalışmamız heba olmasın, gayretimiz soğumasın!

1355. Yüce Süleyman, âdeti veçhile alaca karanlıkta mescide giderdi.
Her gün, âdeti veçhile mescitten yeniden yeniye hangi ot, hangi kök bitmiş... o padişah,bunu arar araştırırdı.
Gönül haktan gizli kalan o otları gizlice can gözüyle görür, tanır.

Sofinin, gül bahçesinde başını dizine dayayıp murakabeye dalması, dostlarının başını kaldır, bahçeyi seyret... Tanrı rahmetinin eserleri olan çiçeklere, kuşlara bak demeleri

   Sofinin biri, bir bağda neşelenip açılmak için soficesine yüzünü dizine dayamış,
Varlığının ta derinlerine dalmış gitmişti. Her zevekilin biri onun bu uykusundan usandı.

1360. Dedi ki: Ne uyuyorsun ya hu? Bir başını kaldır da üzüm çubuğuna, şu ağaçlara, “Tanrı’nın rahmet eserlerine,yeşilliğe bak !
Tanrı emrini dinle... Tanrı “ Tanrı’nın rahmet eserlerine bakın” dedi... yüzünü şu rahmet eserlerine çevir, seyret!
Sofi dedi ki: A heveskâr kişi, Tanrı eserleri gönüldür... dışarıdakilerse ancak ve ancak Tanrı eserlerinin eserleridir.
Bağlar, bahçeler, yeşillikler, gönüldedir... dışarıdakiyse akarsuya vuran akislere benzer.
O görünen bağ, suya akseden hayalî bir bağdır... suyun letafeti yüzünden oynar durur!

1365. Bağlar, bahçeler, meyveler, gönüldedir. Onların letafetinin aksi, şu suya toprağa vurmuştur!
O neşe selvisinin aksi olmasaydı Tanrı bu âleme aldanış yeri demezdi.
Bu aldanış şudur; yani bu hayal, erlerin, gönülleriyle canlarının aksinden hasıl olmuştur.
Bütün aldananlar, cennet budur sanarak bu akse gelmişlerdir.
Asıl bağlardan, bahçelerden kaçarlar da bir hayalle eğlenir kalırlar!

1370. Fakat bu gaflet uykusu başa geldi de uyandılar mı doğruyu görürler ama o görüşte ne fayda var?
Sonra mezarlığa bir feryad u figandır, bir ahu vahdır düşer... kıyamete kadar bu yanılmalarına hasret çekip dururlar!
Ne mutlu o kişiye ki ölümden önce öldü... yani bu üzümün aslından bir koku elde etti!

Mescid-i Aksâ’nın bir bucağında keçi boynuzu bitmesi ve Süleyman aleyhisselâm’ın o otla konuşması, Süleyman’a hasiyetini ve adını söyleyince Süleyman’ın gamlanması

   Derken Süleyman bir bucakta başağa benzer bir yeni otun bitmiş olduğunu gördü.
Yeşil, taze, görülmedik bir ottu bu... âdeta yeşilliği göz alıyordu.

1375. Süleyman, o ota derhal selam verdi; o da selamını aldı; Süleyman, otun güzelliğine şaştı kaldı.
Dedi ki: adın ne... dilsiz dudaksız söyle bakalım! Ot ey âlem padişahı bana keçiboynuzu derler, dedi.
Süleyman, sen de ne haysiyet var? Dedi. Ot dedi ki: Bittiğim yer yıkılır viran olur.
Ben keçiboynuzuyum... bittiğim yer perişan olur; şu suyun, toprağın yıkıcısıyım ben!
Süleyman, derhal ecelinin geldiğini, göçme vaktinin göründüğünü anladı.

1380. Dedi ki:ben hayatta oldukça şüphe yok ki bu mescit, yeryüzündeki âfetlerden bozulup yıkılmaz.
Ben yaşadıkça nasıl olurda Mescid-i Aksâ perişan olur, yıkılır gider?
Şu halde şüphe yok, mescidimiz, ölümümüzden sonra yıkılacak!
Bedenin secdegâhı olan mescit, gönüldür... kötü dost da her yerde mescitte biten keçiboynuzudur!
Sende kötü dostun sevgisi peydahlandı mı kendine gel... ondan kaç, onunla az konuş, görüş!

1385. Onu kökünden sök, çıkar ... çünkü biter, boy verirse seni de kökünden söker, mahveder, mescidini de!
Ey âşık, eğrilik, sana keçiboynuzu gibidir...çocuklar gibi niye eğriliğe doğru gider, sürtünürsün?
Kendini suçlu bil suçlu gör...korkma da o ders üstadı, senden dersi çalmasın.
Cahilim, bana öğret demen, bu çeşit insaf sahibi olman, namus ve şeref gözetmenden iyidir!
Ey yüzü nurlu çocuk, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” demeyi babandan öğren!

1390. O, ne bahaneler buldu, ne hileye kalkıştı, ne de düzen bayrağını yüceltti.
Fakat İblis, bahse girişte, benzin kırmızı, beni sen sararttın...
Renk, senin verdiğin renktedir...beni boyayan sensin; suçumun da aslı sensin, uğradığım âfetin, dağlandığım dağın da, dedi!
Kendine gel de “Rabbi bima agveyteni”yi oku...oku da cebri olma, ters bir kumaş dokumaya kalkışma!
Cebir ağacına ne vakte dek sıçrayıp çıkacak, ihtiyarını bir yana bırakacaksın?

1395. İblis ve soyu sopu gibi Tanrı ile savaşta, mübahasedesin...
Eteklerini çemrer de isyana öyle koşar, gidersin... bu kadar hoşlukla, bunca istekle cebir olur muymuş hiç?
O kadar istekle kim, kötülüğe gider... böyle oynaya oynaya kim sapıklığa koşar?
Sana başkaları öğüt verdikçe o işin iyiliğini söyler, belki yirmi erle bu hususta savaşa girişir, yirmi ere karşı ayak direrdin!
Doğrusu budur...yol ancak budur...ve bundan ibarettir; adam olmayandan başka kim beni kınar ki? Dersin!

1400. Mecbur olan adam böyle söz söyler mi? Yolsuz olan kişi, böyle savaşır mı?

[divide style="2"]

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  701 - 1400 )

B. 721. Rıdvan, cennete bakan ulu melektir.

B. 723. "Ve Tanrı, kullarını esenlik yurduna çağırır ve dilediğine doğru yolu gösterir" Sure: 10 (Yunus), âyet: 25.

B. 733. İsa'nın doğumundan 584 yıl önce doğan ve 504 yıl önce halk tarafından mabedi yakıldığı zaman mâbediyle beraber yanan, bir rivayete göre de öldürülen meşhur Yunan filozofu Fisagor, Mısır'da tahsil etmiş-ve Yunanistan'da bir tarikat kurmuştu. Fisagor, miraç ettiğini ve gökteki yıldızlarla göklerin döndüğünü gördüğünü, bu dönüşten muazzam ve ilâhi bir ahenk meydana geldiğini ve bu ahengi kendisinin duyduğunu, ruhan yüksek bir dereceye yükselenlerin de miraç edip derecelerince duyabileceklerini söylerdi. Güya musikiyi de Fisagor icadetmiş ve bu ilâhi ahengi esas tutmuş, hiç değilse musikiyi bu ahenge göre islâh etmiştir. Hattâ bu yüzden eskiler musikiye "İlm-i edvar-Devirler, dönüşler bilgisi" derlerdi. Bu musikide esas olan on iki makam, on iki burca, yedi ses, yedi yıldıza, yirmi dört şube yirmi dört saate, kırk sekiz terkip, bir yıldaki kırk sekiz haftaya karşılıktır. Günün muhtelif saatlerinde tesirleri bakımından, dinlenmesi icap eden makamları tâyin ederek cetvel yapanlar bile vardır. Hâsılı yanlış olarak alaturka ve şark musikisi denen musiki, çıkış bakımından şarklı, İranlı yahut Arap olmaktan ziyade Yunanlıdır. Bu maddede Müslüman âlimlerinden, Fisagor'un peygamber olduğunu söyleyenler bulunduğunu da kaydedelim. Bildiğimize göre ilk miraç iddiası da Fisagor'la başlıyor.

B. 760-761. Kur'an'ın son suresi olan "Nâs" suresinde (114)  "De ki nâsın rabbine, padişahına, Tanrısına sığınırım gizli olan vesvese vericiden.."  denmektedir (âyet: 1-4). Bu beyitlerde bu sureden iktibas vardır. Nes-nas, bazılarınca son zamanlarda çıkacak Yecüc ve Mecüc taifesidir.  Bazılarınca insana  benziyen  bir  nevi  hayvandır. Bazılarınca insandır. Hulâsa bu kelime ile adam olmayan adamlar  kastedile  gelmiştir.

B. 763. C. I, S. 60, B. 615 in izahına bakınız.

B. 765-767. C. 2, S. 20, B. 206 nın izahına bakınız.

B. 784-788. Bunlar, önceki ciltlerde birçok defalar geçmiştir.

B. 800. Hamam duvarlarında resimler ve bilhassa insan  resimleri  olduğunu anlıyoruz.  Sadi de böyle söyler.

B. 808. C. l, S. 66, B. 686 ve C. 2 S. 87, B. 946 nın izahlarına bakınız.

B. 853. C. l, S. 60, B. 617 nin izahına bakınız.

B. 867-869. "La ilahe illallah - Tanrı'dan başka yoktur tapacak"  sözü, müslümanlığın esas inanışını bildirir.

B. 872. 27 nci surede Süleyman Peygamber'in karınca vadisine gelince karıncaların beyinin, ey karıncalar, yuvalarınıza girin de Süleyman ve askeri sizi çiğnemesin dediği ve Süleyman'ın bunu anladığı bildirilmektedir. (Ayet: 18-19). Hattâ bu yüzden bu sureye "Karınca - Neml" adı verilmiştir. Eski edebiyatta Süleyman ve karınca, kudret ve aciz sembolüdür.

B. 900. 76 ncı sure (Dehr). "Hel etâ" diye başlar. Gelmedi mi, olmadı mı mânasına gelir. Âyetin mânası şudur: "İnsana, anılmasına imkân olmayan, var olmadığı bir gün, dünyaya gelmediği bir zaman gelmedi mi?" Yani bir zaman olmuştu ki insan yoktu, tabiî anılmıyordu bile!

B. 919. Hatîm, Kabe'nin yanında alçacık bir duvardır. Bu duvarla Kabe arasında kalan yer de Kabe'den sayılır ve hacılar, Kabe'yi tavaf ederlerken, yanî Kabe'nin etrafında yedi kere dönerlerken bu duvarın dışından
geçerler.

B. 948. Uzzâ, Müslüman olmadan önce Arapların Kabe'deki büyük putlarından biridir.

B. 958. Bir peygamberin çağı uzadı, dini bozuldu da diğer bir peygamber de henüz gelmedi mi aradaki bu devre fetret, karışıklık, bozgunluk devri denir.

B. 959. Su bulunmadığı, yahut ancak içecek kadar bulunduğu, yahut da aptes alınırsa sıhhate dokunacağı zaman gusul ve aptes yerine teyemmüm edilir. Avuçları, temiz olan ve ıslak olmayan toprağa vurup yüzü ve kolları sıvazlamak suretiyle yapılır. Toprak bulunmaz, yahut kirli veya yaş olursa vurulunca tozan her temiz şeyle teyemmüm edilebilir. "Su görülünce teyemmüm bozulur" sözü, ata sözlerindendir ve bir şeyi asıl bilen, yapıp çatan çıktı mı o şeyi yapmaya çalışanın işi kalmaz yerinde kullanılır.

B. 982 den sonraki bahis. Abdülmuttalip, H. Muhammed'in atasıdır. H. Muhammed'in babası, Muhammed ana karnında dört aylıkken ölmüştü. Anası da, çocuk yedi yaşına gelince öldü. H. Muhammed'i Abdülmuttalip büyüttü.

B. 999. Halhal, ayağa takılan bileziklerdir.

B. 1044 den sonraki başlık. "Cennete gir dendi mi bu hitaba mazhar olan  der ki: Keşke kavmim, rabbimin beni yarlığadığını ve bana ikramlarda bulunduğunu, beni yücelttiğini  bilseydi!" Sure: 36 (Yasin), âyet: 26-27.

B. 1056. C. l, 73, B. 759 un izahına bakınız.

B. 1069-1073. C. l, S. 27, B. 278-279 un izahına ve C. 2 de S. 102-111 e bakınız.

B. 1088. "Ey inanan kullarım, şüphe yok, benim yeryüzüm geniştir; bana dilediğiniz yerde ibadet edin." Sure: 29 (Ankebut), âyet: 56, "De ki: inanan kullar, Tanrı'dan çekinin. Bu dünyada iyilik edenin iyiliği, ahrete ait bir iyiliktir. Tanrı'nın yeryüzü geniştir. Sabredenlerin ecri hesapsız olarak mutlaka verilecektir" Sure: 39 (Zümer). Ayet: 10.

B. 1119. "Ebuleheb'in karısının boynunda hurma lifinden bir ip vardır." Sure: 111  (Leheb), âyet: 5.

B. 1120. "Şüphe yok ki biz onların boyunlarına zincirler vurduk..  onların zahmetinden  başlarını da indiremezler, gözlerini de yumamazlar"  Sure: 36 (Yasin), âyet: 8.

B. 1121. "Her insanın amelini boynuna astık.. kıyamet  günü  de  dünyada     yaptıklarını apaçık bir kitap olarak ona sunarız." Sure: 17 (Esra), âyet: 13.

B. 1169. Sîbeveyh, Arap "nahiv-gramer" âlimlerinin en büyüklerindendir. Şiraz’a yakın Bayza'da doğmuş, Basra'da yetişmiştir.  Ölümü Hicrî 161 (777-778),  188 (803-804), yahut 194 (809-810)  tarihindedir.

B. 1178. "Bir gün, yani kıyamet günü gökleri, kitap için dürülüp bükülen kâğıt tomarları gibi dürer, bükeriz; yaratışı nasıl başladıysak yine o hale döndürürüz. Bizim vâdimizdir bu ve biz vadimizi yerine getiririz." Sure: 21 (Enbiya),  âyet: 104.  "Halk, Tanrı'yı,  ona lâyık bir  ululukla  ululamadılar, ululuğunu  lâyıkiyle bilemediler.  Halbuki yeryüzü, kıyamet  gününde tamamiyle onun avucundadır ve gökler sağ elinde dürülmüştür. Tanrı, sirk koşanların şirkinden arıdır, yücedir." Sure: 39 (Zümer), âyet: 67.

B. 1181. "Sabretmek ve namaz kılmak için Tanrı'dan yardım dilemeğe kalkışsın.. bunlar, Tanrı'dan korkanlardan başkalarına büyük iştir." Sure: 2 (Bakara), âyet: 45, "Ey inananlar, sabretmek ve namaz kılmak için Tanrı'dan yardım dilemeye kalkışın, şüphe yok ki Tanrı, sabredenlerledir." Ayni sure, âyet: 153.

B. 1198-1199. H. Muhammed, şair Hassan ibn-i Sabit için mescidde bir mimber yaptırmıştı. Hassan, oraya çıkar, müşrikleri  zem, Peygamberi methederdi. Hassan hakkında "Ruhülkudüs, onunladır" dediği gibi yine onun hakkında "Ruhülkudüs sana yardım etsin" demiştir. Kasîde-i Bürde diye anılan kasideyi de şair Kâ'b ibn-i Züheyr yazmış ve bununla, evvelce Peygamber'i hiciv etmişken affedilmişti. Hattâ Peygamber, ona hırkasını hediye etmiş, kaside de bu yüzden "Bürde" yani hırka kasidesi adını almıştır.

B. 1203. "Müslümanlıkta güzel bir âdet, bir yol yordam koyana o iş için ecir verildiği gibi o iş işlendikçe de işleyene verilen ecir gibi o işi koyana ecr vardır ve işleyenlerin ecri de azalmaz. Fakat müslümanlıkta kötü bir iş, bir âdet koyup gideneyse hem o yüzden, hem de işlendikçe işleyenlerin cezasından da bir şey eksilmemek üzere boyuna ceza verilir, suçlu olur." Bu hadisi Müslim, Cerir'den rivayet eder (Ankaravî şerhi, Matbaa-i Amire basımı, S. 251).

B. 1251. "Nur üstüne nur" sure: 24 (Nur), âyeti 35 ten alınmadır.    C. 2, S. 75-76, B. 819-821 in izahına bakınız.

B. 1254. "Kâfirlerin işleri, düz bir yerde görünen seraba benzer, susuz onu su sanır; fakat oraya geldi mi bir şey bulamaz.. yalnız yanında yaptığı şeyleri hesap eden Tanrı'yı bulur ve Tanrı, onun yaptıklarının cezasını tam olarak verir. Tanrı, çabuk hesap görür. Yahut da kâfirlerin işleri, dalga dalga üstüne gelen, üstü de bulutla kaplanmış olan coşkun ve derin bir denizdeki karanlıklara benzer.. bu karanlıkların bir kısmı, bir kısmının üstündedir; bir kısmı, bir kısmını kaplamış, denizi büsbütün karartmıştır. Öyle ki insan elini uzatsa hemen hemen onu bile göremez. Tanrı, kime nur vermediyse ona nur yoktur.” Sure: 20 (Nur), âyet: 40.

B. 1258. Akl-ı cüz'i, akl-ı kül. C. l, S. 186, B. 1899 un izahına bakınız.

B. 1294. Nücum, yani yıldızların vaziyetinden dünya hâdiselerini, neler olacağını, yahut bir şahsın doğumunda yıldızların vaziyetine, yahut da herhangi bir anda yine yıldızların durumuna göre o şahsın ömrünün sonuna kadar, yahut yıldızlara bakıldığı andan itibaren başına neler geleceğini keşfetme bilgisiyle tıp bilgisini peygamberlerin Tanrı vahyiyle koyduklarını söylemektedir. Bu kanaat, Kur'anî bir kanaattir. 37 inci surede (Sâffât) İbrahim Peygamber'in yıldızlara bakıp hastalanmak üzere olduğunu bildiği anlatılmaktadır (âyet: 88-89). Lokman'a da hikmet verildiği 31 inci surede Lokman, (âyet: 12) bildirilmektedir. Halk arasında Lokman'a bütün otların, kendi hassalarını bildirdiği söylenegelmiştir.

B. 1300 den sonraki bahis, Kur'an'ın 5 inci suresinde (Maide) anlatılmaktadır (âyet: 27-31).

B. 109-1310. C. l, S. 392, B. 3949 un izahına bakınız.

B. 1335. "Nihayet günahkâr kişi, kendisiyle düşüp kalkan şeytanla bize gelince şeytan der ki: Keşke benimle senin aranda doğuyla batı arası kadar açıklık olsaydı.. şeytan ne kötü düşüp kalkılacak kişidir ya!" Sure: 43 (Zuhrüf), âyet: 37.

B. 1361. "Tanrı'nın rahmet eserlerine bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltir.. şüphe yok bu, ölüyü de diriltecektir; O, her şeye kadirdir." Sure: (Rum), âyet: 50.

B. 1366. "Herkes, ölümü tadar.. kıyamet günü ecirleri tamamiyle verilir; kim, cehennemden uzaklaşır, cennete alınırsa kurtuldu demektir; dünya yaşayışına, aldanma (gurur) matahından ibarettir." Sure: 3 (Al-i İmran) âyet: 185.

B. 1393. Şeytan'ın Adem'le, Havva'yı kandırdıktan sonra suçunu Tanrı'ya yüklediği ve rahmetten uzaklaştırıldığı için kulları azdıracağını söylediği Kur'anda anlatılmaktadır; sure: 7 (A'raf) âyet: 16-17.

CİLT 4  (1401 - 2100 Beyitler)

Nefsin neyi isterse ihtiyarın var, fakat aklının istediği şeyde mecbursun ha!
Bahtı yaver ve talihi kutlu olan bilir ki akıl ve zeka taslamak iblis’tendir, aşk Âdem’den!
Akıl ve zeka denizde yüzgeçliğe benzer... bundan az kişi kurtulur ve yüzgeçlikte bulunan nihayet gün gelir, gark olur gider!
Yüzgeçliği bırak, kibirden, kinden vazgeç...bu ırmak değil; denizdir deniz!

1405. Hem de öyle sığınılacak bir yeri olmayan uçsuz bucaksız deniz ki yedi denizi bir saman çöpü gibi kapı verir!
Aşk, ileri gidenler için bir gemiye benzer...gemiye binen kişinin bir âfete uğraması nadirdir, çok defa kurtulur.
Aklı zekayı sat da hayranlığı satın al... akıl ve zeka zandır, hayranlıksa bakış görüş!
Aklı Mustafa’nın önünde kurban et...Hasbiyallah de, yani Tanrı’m bana yeter!
Kenan gibi gemiden baş çekme... ona da zeki aklı bu gururu vermiş aldatmıştı.

1410. Ben yüce bir dağın üzerine çıkar kurtulurum, neden Nuh’a minnet edeyim? Dedi.
A akılsız nasıl olurda onun minnetini çekmezsin! Tanrı bile onun mihnetini çekmekte.
Nasıl olur canımız ona minnettar olmaz! Tanrı bile ona şükretmede, minnet etmede!
A hasetle dolu mağrur kişi, onun minnetini Tanrı bile çekiyor!
Keşke o yüzme öğrenmeseydi de Nuh’a minnet etse, gemiye girmeye tamah etseydi!

1415. Keşke çocuk gibi hilelere cahil olsaydı da çocuklar gibi anasına el atsa, anasına sarılsaydı!
Yahut da nakli bilgi ile az dolu olsaydı da gönlü bir velîden vahiy ilmini kapsaydı!
Böyle bir nur varken kitabı önüne açarsın vahiy ile dinlenen ruhunda seni azarlar!
Zamanın kutbunun sözüne karşı nakli ilim, bil ki su varken teyemmüm etmeye benzer!
Kendini aptal yerine koy, ona uy da yürü...ancak bu aptallıkla kurtulabilirsin!

1420. Babam, insanların padişahı, bunun için “cennetliklerin çoğu aptaldır” dedi.
Akıl ve zeka sana kibir ve gurur verir... aptal ol da gönlün doğru kalsın!
Aptallık dediğim halka iki kat maskara olan adamın ahmaklığı değildir... bu aptallık, ona hayran olan adamın aptallığıdır!
Kendilerini unutup Yusuf’un yüzünü görenler, o güzelliğe dalıp kalanlar... bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu işte onlar aptaldır!
Aklı, dost aşkında kurban et...akılların hepside o taraftandır, odur!

1425. Akıllılar akıllarını o tarafa göndermişlerdir. Yalnız sevgili olmayan ahmak, bu tarafta kalmıştır!
Hayretle şu baştan aklın gitti mi başındaki her saç, bir baş, bir akıl kesilir!
O tarafta akla, beyne düşünce zahmeti yoktur...çünkü orada her ova, her bahçe akıl ve beyin bitirir!
Bu ovadan geçer, o taraftaki ovaya gelirsen nükteler duyarsın... oradaki bağlara, bahçelere gelirsen hurma fidanın sulanır, yeşerir!
Bu yoldaki köşkü, sayvanı, şöhreti şanı terk et... kılavuzun hareket etmedikçe hareket etme!

1430. Başsız hareket eden, kuyruk olur... böyle adamın hareketi akrebin hareketine benzer!
Eğri gider, geceleri görmez, çirkindir, zehirlidir... işi gücü, temiz bedenleri dalamak ,sokmaktır!
Başını ez onun...huyu hep budur, ahlâkı hep bu ...bu huyundan vazgeçmez o!
Onun için en iyi şey, başının ezilmesidir...çünkü bu suretle can kırıntısı da o kötü tenden kurtulmuş olur!
Delinin elinden silâhı al da adalet ve sulh, senden razı olsun!

1435. Fakat elinde silâhı olur, aklı da bulunmazsa bağla elini... yoksa yüzlerce zarar yapar.

Kötü yaradılışlı,kişilerin bilgi,mal ve mevki sahibi olmaları kendileri için kötüdür..çünkü bu,yol kesici eşkiyanın eline kılıç vermek gibidir.

   Kötü yaradılışlı kişiye ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkiyanın eline kılıç vermeye benzer!
Sarhoş zencinin eline kılıç vermek, adam olmayana bilgi belletmekten yeğdir.
Bilgi, mal, mevki ve hüküm, kötü yaratılışlı kişilerin elinde fitnedir.
Savaş delilerin ellerindeki kılıçları alsınlar diye müminlere farz olmuştur.

1440. Onun canı delidir, teni de elindeki kılıçtır... o çirkin huylunun elindeki kılıcı al!
Bilgisizlere, geçtikleri mevkiin yaptığı fenalığı, yüzlerce aslan bir araya gelse yapamaz!
Çünkü ayıbı gizliyken meydan bulur da yılanı, delikten çıkar, sahralara uğrar!
Cahil kötü hükümler yürüten bir padişah oldu mu bütün ova yılanla, akreple dolar!
Adam olmayanın eline bir mal ve mevki geçti mi, herkesten önce kendi rezilliğini dileyen kendisidir.

1445. Çünkü o ya hasisliğe kalkışır, az verir... yahut cömertliğe girişir, yersiz ihsanlarda bulunur!
Şahı, beydak hanesine kor... ahmak, ihsanda bulundu mu ihsanı, buna benzer işte!
Hüküm, bir sapığın eline geçti mi onu mevki sanır ama hakikatte kuyuya düşmüş demektir!
Yol bilmez ,kılavuzluk etmeye kalkışır... kötü ruhu, cihanı yakar, yandırır!
Yokluk yolunun çocuğu, pirlik etmeye girişirse ardına düşenler, devletsizlik gulyabanisine çatarlar!

1450. Gel de sana ayı göstereyim der ama o nursuz pirsiz, ayı hiç görmemiştir ki!
Ömrümde ayın aksini suda bile görmemişken nasıl olurda gösterebilirsin a hamhalat, a bön!
Ahmaklar baş oldular da akıllılar başlarını kilime çektiler!

Yâ eyyühel Müzemmil’in tefsiri

   Peygambere bu yüzden “Ey kilime bürünen, ey ürküp kaçan, kilimden çık!
Kilime baş çekme, yüzünü örtme... çünkü âlem şaşkın bir beden, sense bu âleme akılsın!

1455. Kendine gel de dâvaya kalkışanlardan arlanıp gizlenme... çünkü sende vahiy mumunun nurları var!
Kendine gel de geceleri kalk, çünkü ey Peygamber, mum geceleri ayakta durur!
Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir...sana sığınmadıkça aslan bile Tavşan kesilir!
Ey Mustafa, bu nur denizinde kaptanlık et... çünkü sen, ikinci Nuh’sun!
Akıllılara bir yol gösterici lâzım... Hele yol, deniz yolu olursa!

1460. Kalk da yolu vurulmuş kervana bak...her yanda kaptan kesilmiş gül yabanileri gör!
Sen, vaktin Hızır’ısın, her geminin imdadına yetişen sensin... Ruhullah gibi yalnız yürümeyi âdet edinme!
Bu topluluğun önünde gökyüzündeki ışık gibisin, güneşe benziyorsun... bunlardan gizlenmeye, halveti bezemeye kalkışma!
Halvet zamanı değil topluluğa gel! Ey Peygamber, hidayet, Kaf Dağına benzer, sense Hümasın!
Dolunay, gökyüzünde geceleri yürür... köpeklerin sesi yüzünden yürüyüşünü bırakmaz.

1465. Kınayanlar, senin dolunayına karşı köpeklere benzerler... sana karşı ürüyüp dururlar!
Bu köpekler, “ Susun, dinleyin” emrine karşı sağırdırlar... ahmaklıklarından senin dolunayına karşı hav havlayıp durmaktalar!
Ey şifa, hastayı terk etme... Ey şifa hastayı terk etme... sağıra kızıp körün sopasını bırakma!
Sen demedin mi ki “Körü, yolda tutup yeden Tanrı’dan yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer!
Kim bir kötü kırk adım yederse günahları bağışlanır, doğru yolu bulur!”

1470. Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu gösterensin... âhir zamanın yasına neşesin sen!
Ey takva sahiplerinin imamı, bu hayallere kapılanları, yakîn makamına kadar götür!
Kim gönlünden sana karşı bir hile, bir düzen düşünürse onun boynunu ben vururum, sen tasalanma, neşelen, neşeli neşeli yürü!
Onun körlüğüne körlükler katarım... o, şeker sanır ama ben ona zehir veririm!

1475. Akıllar benim nurumla parlar, aydınlanır... hileler, benim hilemden öğrenilir!
Âlemdeki erkek fillerin ayaklarına göre Türkmenin kara çadırı nedir ki?
Ey benim en ulu Peygamberim, onun mumu, kasırgama karşı nedir?
Derhal korkunç sûr sesiyle kalk da binlerce ölü, topraktan çıksın!
Sen vaktin israfilisin; doğruca kalk da kıyametten önce bir kıyamet kopar!

1480. Kim,hani,nerede kıyamet?derse a güzelim,kendini göster,işte kıyamet benim de!
Ey mihnetlere düşmüş de soru soran kişi, dikkat et, bak da gör. Bu kıyametten yüzlerce âlem kopmada!
Bu zikir ve kunut ehli olmasa ahmağın sorusuna verilecek cevap sükûttan ibarettir padişahım!Duamız kabul edilmeyince Tanrı göğünden isteğimize sükûtla cevap verilir canım!
Harman devşirme zamanı geldi ama yazıklar olsun... gün bahtımız yüzünden geçti gitti!

1485. Gün dar... halbuki bu söz, o kadar geniş ki bütün bir ömür bile ona az gelir!
Bu daracık çukurlarda mızrak oyununa girişmek, bu oyunu oynayanları utandırır!
Vakit dar... fakat oğul, halkın hatırı ve anlayışı da vakitten yüz kere daha dar!
Ahmağın cevabı, mademki sükûttur... ne diye sözü uzatıp durursun?
Tanrı rahmetinin yüceliği ve kerem denizinin dalgalanması yüzünden her çorak yere yağmur yağdırıp ıslatmada!

Cevap vermemek de cevaptır sözü,ahmağa verilecek cevap susmaktır sözünü tekideder..her ikisi de bu hikâyeyle anlatılmaktadır.

1490. Bir padişahın aklı ölmüş, şehveti diri bir kölesi vardı.
Padişahın ince hizmetlerini bırakır, kötü düşüncelere dalar, fakat yaptığını iyi sanırdı!
Padişah nafakasını azaltın... söylenir dırlanırsa adını kullar arasından silin dedi.
Kölenin aklı azdı, hırsı çok... nafakasını az görünce kızdı, serkeşleşti.
Aklı olsaydı kendi kendinin etrafında döner dolaşır, düşünür taşınır da suçunu görür, kendisini affettirirdi.

1495. Eşekliği yüzünden bir ayağı bağlanmış eşek serkeşliğe kalkıştı mı iki ayağı da boynuna bağlanır!
Eşek, bana bir bağ kâfidir derse aldırış etme! Çünkü bu iki bağ, o bayağı hayvanın hareketi yüzünden bağlanmıştır!

Mustafa aleyhisselâm ‘’Ulu Tanrı melekleri yarattı,onlara akıl verdi..hayvanları yarattı,onlara hem akıl verdi hem şehvet.Kimin aklı,şehvetinden üstün olursa meleklerden daha yücedir..kimin şehveti aklından üstünse hayvanlardan aşağıdır’’dedi;bu hadisin tefsiri

   Hadiste gelmiştir: Ulu Tanrı, halkı üç çeşit yarattı.
Bir bölüğü, tamamı ile akıldan, bilgiden ve cömertlikten ibaret... bunlar meleklerdir, secdeden başka bir iş bilmezler!
Yaradılışlarında hırs ve heva yoktur... mutlak nurdur onlar, Tanrı aşkıyla dirilmişlerdir.

1500. Bir bölüğü ise bilgisizdir... hayvan gibi ot otlamakla semirirler.
Onlar, ahırdan, ottan başka bir şey görmezler... kötülükten de gafildirler, yücelikten, iyilikten de!
Üçüncü bölükse Ademoğullarıdır, insanlardır. Bunları yarı yaradılışları bakımından melektirler, yarı yaradılışları bakımından eşek!
Eşek olan yarıları, aşağılığa meyleder, öbür yarıları da akla meyleder!
İlk iki bölük savaştan, çekişten anlamaz, istirahat ve huzur içindedir. Fakat bu bölük, yani insan ikisine de aykırıdır ve azap içindedir.

1505. Bu insanda sınanma yönünden bölüklere ayrılmıştır... hepsi insan şeklindedir ama üç kısımdır:
Bir kısmı, mutlak varlık olan Tanrı’ya dalmış, kendini kaybetmiş olanlardır... bunlar İsa gibi meleklere katılmışlardır.
Surette insandır bunlar, fakat hakikatte cebrail... kızgınlıktan heva ve hevesten, dedikodudan kurtulmuşlardır.
Riyazattan da kurtulmuşlardır, zâhitlikten ve savaştan da... sanki onlar, insanoğlundan doğmamışlardır!
İkinci kısmı eşeklere katılmış olanlardır. Bunlar kızgınlığın ta kendisi olmuşlar, tepeden tırnağa kadar şehvet kesilmişlerdir.

1510. Bunlardaki cebrail’lik meleklik sıfatı gitmiştir... çünkü o ev dardı, o sıfat da büyük, sığamadı, geçip gitti!
Canı olmayan adam ölür... canında bu sıfat bulunmayan kişi de eşek olur.
Çünkü bu sıfatta olmayan can bayağıdır, aşağıdır... bu sözü sofi söylemiştir, doğrudur!
O hayvanlardan da fazla can çekişir... alemde ince işlere girişir!
Onun örüp dokuduğu hile ve şeytanlık, başka bir hayvandan zuhur edemez!

1515. Altın sırmalı elbiseler dokur, denizin dibinden inciler çıkarır...
Hendese bilgilerinin en ince noktalarını bilir, yahut nücum, tıp ve felsefe bilgilerini elde eder!
Çünkü onun, ancak bu dünya ile alâkası vardır... yedinci kat göğe çıkmaya yolu yoktur.
Bütün bu bilgiler, ahır yapısına yarar... ahır da öküzle devenin varlığına destektir!
Hayvanların birkaç gün yaşamalarına yarayan bu bilgilerin adını, şu ahmaklar remizler, ince şeyler kodular.

1520. Tanrı yolunun, Tanrı durağının bilgisini ancak gönül sahibi, yahut da gönül sahibinin gönlü bilir! İşte Tanrı bu terkiple lâtif bir hayvan olan insanı yarattı, onu bilgilere eş etti.
O bölüğe “hayvanlar gibi” dedi... çünkü uyanıklığın uykuyla ne münasebeti var?
Hayvani ruhta ancak uyku bulunur... bu çeşit insanlarda aksine duygular vardır.
Fakat uyanıklık gelmedi de hayvani uyku kalmadı mı duygusunun aksi ve aykırı olduğunu levhten okur anlar!

1525. Uykuya dalan kişinin uyandığı zaman, rüyada gördüklerinin aksini görmesi gibi!
Hülâsa o aşağılık kişi, aşağılık âlemdendir ... onu bırak, “ Ben batanları sevmem, de!”

"Kalblerinde hastalık olanlara gelince:Kur’an,onların gönüllerindeki pisliği arttırır" ve "Tanrı,Kur’an daki misallerle çoğunu azdırır,çoğunu da doğru yola götürür" âyetlerinin tefsiri

   Çünkü hayvani ruha sahip olan kişinin, huylarını değiştirmeye, nefsiyle savaşa girişmeye, aşağılıktan kurtulmaya istidadı vardı ama o istidadı fevtetti!
Halbuki hayvanda istidat yoktur... hayvanlıktaki özrü apaçıktır!
İnsandan yol gösteren bu istidat gitti mi ne yerse yesin eşek beynidir!

1530. Aklı arttıran bir ilâç olan belâdür yese afyon kesilir... kalp illeti ve akılsızlığı artar!
İnsanların bir bölüğüyse savaştadır..yarı hayvan,doğru yolu bulma  bakımından yarı insandır!
Gece gündüz savaşta, çekiştedir bunlar... sonu yani insanlığı, önüyle yani hayvanlığıyla savaşır durur.

Aklın nefisle savaşı Mecnun’un devesiyle savaşına benzer..Mecnun’un sevdası Leylâ’dır,devenin sevdası yavrusuna...nitekim Mecnun da “ Devemin sevdası ardındakinedir,benim sevdam önümdekine..ikimiz de sevdalıyız ama sevdalarımız aykırı !" demiştir.

   Bu, Mecnun’la devesine benzer... o, ileriye gitmeye savaşır, bu geriye gitmeye!
Mecnun’un sevdası, önde bulunan Leylâ’ya kavuşmak, devenin sevdası ardına dönüp yavrusuna ulaşmak!

1535. Mecnun, bir an bile kendisinden geçti mi deve, hemencecik geri döner, geriye giderdi.
Mecnun, tamamı ile aşkla, sevda ile dolu olduğundan kendisinden geçmemesine imkân yoktu.
Kendisini gözetleyen akıldı... fakat aklını, Leylâ’nın sevdası kapmıştı!
Deveye gelince o, çevikti, fırsat gözleyip durmaktaydı... yularını gevşek hissetti mi,
Anlardı ki Mecnun daldı gitti... hemen geriye yüz tutar, yavrusunun bulunduğu tarafa doğru gitmeye başlardı.

1540. Mecnun kendisine gelir, evvelce bulundukları yerden fersahlarca geriye gittiğini anlardı.
Üç gün böyle yol aldılar... Mecnun, âdeta yıllarca tereddüt içinde kaldı.
Nihayet dedi ki: A deve, ikimizde âşığız ama birbirimize aykırıyız... arkadaşlığa lâyık değiliz!
Senin sevgin de bana uygun değil, yuların da senden ayrılmak gerek!
Bu iki arkadaş da, birbirinin yolunu vurmada...tenden aşağı inip ayrılmayan can, yol azıtır gider!

1545. Senin canın da arşın ayrılığı ile yoksulluğa düşmüş... teninse diken aşkıyla deveye dönmüş!
Can, yücelere kanatlar açmada...ten, tırnaklarıyla yere sarılmada!
Ey vatan aşkıyla ölmüş deve, sen benimle oldukça canım, Leylâ’dan uzak kaldı gitti!
Adeta Musa kavminin yıllarca çölde kalışı gibi bende seninle bu hallere düştüm... ömrüm geldi geçti!
Bu yol, vuslata erişmek için iki adımdan ibaret... halbuki ben, senin hilenle tam altmış yıldır, bu iki adımlık yolda kalakaldım!

1550. Yol yakın... fakat ben pek geç kaldım. Bu binicilikten adamakıllı usandım artık!
Bu sözleri söyleyip kendisini deveden fırlattı attı, niceye bir dertten yanıp yakılacağım, yandım artık, dedi!
Ona o geniş ova daracık bir hale geldi... kendisini bir taşlığa atıverdi!
Hem de öyle bir attı ki o yiğidin bedeni ezildi...
Kendisini yere öyle bir fırlattı ki kazara ayağı da kırıldı!

1555. Ayağını bağladı, top olurum da dedi, onun çevgânının önüne düşer, yuvarlanarak giderim!
İşte güzel sözlü hakîm, tenden inmeyen atlıya bu yüzden lânet etmiştir.
Tanrı aşkı, hiç Leylâ’nın aşkından az değersiz olur mu? Ona top olmak elbette daha doğru, daha yerinde!
Top ol da doğruluk yanına yat, aşk çevgâniyle yuvarlanarak git!
Çünkü bu yolculuk, binekten indikten sonra Tanrı çekişiyle olur... halbuki önceki gidişimiz, deveyle idi!

1560. Bu çeşit gidiş, gidişlerden apayrıdır... bu gidiş cinlerin gidişiyle de olmaz, insanların çalışmasıyla da!
Bu çekilip gitme, alelade çekilip gitme değildir... bunu, Ahmed’in lûtfu meydana getirdi vesselâm!

Kölenin ücret azlığından şikâyet ederek padişaha yazması

   Sözü kısa kes de padişaha mektup yazıp gönderen köleyi anlat!
O köle, nazenin padişaha savaşla, varlıkla, kinle dolu bir mektup yazıp gönderir.
Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha lâyık mı, değil mi? Bir anla da sonra gönder!

1565. Bir bucağa git, mektubu aç, oku... bak bakalım, içindeki sözler,padişahlara lâyık olan sözler?
Lâyık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz!
Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırrını apaçık görürdü!
Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir bu, çocuk işi değil!
Hepimiz, fihriste kani olmuş kalmışız... çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız!

1570. Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır.
Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Tanrı, doğruyu daha iyi bilir!
Mektubun fihristi, dille ikrar etmeye benzer... halbuki sen gönül mektubunun metnini sına!
Bak bakalım, ikrarınla muvafık mı? Buna bak da işin, münafıkların işine dönmesin!
Ağır bir çuval yüklenip götürmeye koyulsan onun dışına bakmakla yükü hafiflemez ki!

1575. Asıl içine bak...çuvalda acı, tatlı ne var, bir gör de taşımaya değerse taşı!
Yoksa çuvalındaki taşları boşalt... kendini bu saçma işten, bu ar olan yükten kurtar gitsin!
Çuvala aklı erer padişahlara, sultanlara götürülebilecek şeyleri doldur!

Hırsızın koca sarıklı bir fakîhin sarığını çalması,fakîhin sarığı aç,bak ne götürdüğünü anla..sonra götür diye bağırması

   Bir fakîh, bez parçaları toplamış, sarığının içine ezip büzerek yerleştirmişti.
Bu suretle kavuğunun büyük ve iri görünmesini, halkın kendisine ehemmiyet vermesini ve mescide gelince baş köşeye geçirilmesini istiyordu.

1580. Elbiselerden parçalar almış, onlarla sarığını büyütmüştü.
Sarığının dışı, cennet elbiselerine benzemekteydi... fakat içi, münafık gönlü gibi rezil, çirkin bir şeydi.
Parça parça bezler, yünler, deriler... hep o sarığın içine gömülmüştü.
Bir sabah çağı, bu şatafatla bir şeyler elde etmek üzere medreseye giderken,
Hırsızın biri de dar bir yolda her türlü hilelere başvurup bir şeyler yapmak üzere bekliyordu.

1585. Fakîh, o yola sapınca hemen başından kavuğunu kaptı, işini başarmak için koşup gitmeye başladı.
Fakîh arkasından bağırdı: oğul, sarığı çöz de öyle götür!
Böyle dört kanatla uçar gibi gidiyorsun ama götürdüğün hediyeyi bir aç da gör!
Onu, elceğezinle bir aç, ovala da sonra götür, sana helâl ettim!
Hırsız, kaçarken sarığı çözer çözmez içinden yola yüz binlerce bez parçası dökülüverdi!...

1590. O bir şeye yaramaz, o olmayasıca sarığından kala kala hırsızın elinde ancak bir arşın doğru düzen bezceğiz kaldı!
Hırsız, elindekini yere vurup “A aşağılık adam, bu hileyle beni işimden gücümden ettin” dedi.

Dünyanın dünya ehline hal diliyle,ondan vefa umanlar ve bu tamahta bulunanlara vefasızlığını söyleyerek nasihat vermesi

   Fakîh dedi ki: “ Hileyle seni yolundan alıkoydum ama nasihat yollu işi de anlattım!
Dünya da böyledir işte... bir hoşça açılır saçılır ama vefasızlığını da bağıra bağıra söyler!
Bu oluş ve bozuluş âleminde o hile, oluştur, nasihat da bozulmuş üstadım!

1595. Oluş der ki: İzim kutludur... ardımdan gel! Bozuluş da git der, ben hiçbir şey değilim!
Ey baharların güzelliğine şaşırarak dudağını dişleyip duran, güzün sapsarı benzine ve mevsimin soğukluğuna bak!
Gündüzün güneşin yüzünü güzel görmektesin ama onun bir de batma zamanında ölümünü düşün!
Dolunayı şu güzelim çardakta bir hoşça seyredersin ama ay sonunda bir de hasretine bak onun!
Bir oğlan, güzellikle halkın efendisi olur... olur ama yarın da bunar, halka rezil rüsvay olur!

1600. Gümüş bedenli güzellerin vücudu, seni avladıysa ihtiyarlıktan sonra bir de pamuk tarlasına dönen bedene bak!
Ey yağlı, ballı yemekleri gören, yiyen, onların fazlasını git de halâda seyret!
Pisliğe nerede senin o güzelliğin... nerede senin tabaklarda o hoş görünüşün, yerken senden duyulan o zevk, o lezzet, de!
O sana der ki: o taneydi... ben de onun tuzağıydım... sen avlanınca o tane gizlendi!
Nice parmaklar vardır ki üstatlar bile onları kıskanır ama sonunda iş işlerken tirtir titrer!

1605. Can gibi güzel baygın gözler, nihayet görmez olur, onlardan su damlamaya başlar!
Aslanların safında giden aslan gibi yiğit er, sonunda bir fareye mağlûp olur!
Sanat sahibi ve çevik istidatlı kişiye sonunda bak! İhtiyar eşeğe döner, bunar gider!
Akıllılar alan siyah ve miskler saçan kıvırcık saçlar, nihayet boz eşeğin çirkin kuyruğuna döner!
Önce açıla saçıla oluşuna güzelce bir gör, sonunda da bozuluşunu, rüsvay oluşunu seyret!

1610. Önce sana tuzağını apaçık gösteren şey, sonunda ona kapılan hamların bıyığını, sakalını yoldu!
Artık dünya, beni hileleriyle aldattı...yoksa aklım, onun tuzağından kaçardı elbet deme!
Altın gerdanlığı, hamaili bir gör de bak...hakikatte nasıl bir tomruktur, bir zincirdir o!
Böylece bütün âlem cüzlerini say dök... hepsini önünden ve sonundan bir gör!
Kim daha ziyade sonu görürse o, daha kutludur... fakat kim ahırı görürse o daha fazla kovulmuş, sürülmüştür!

1615. Her şeyin yüzünü güzel ve parlak ay gibi gör...fakat evvelini gördükten sonra sonunu da seyret!
Seyret de kör iblise dönme... o, noksan olduğundan noksan görür, bir yanı görür de bir yanı görmez!
Âdem’in toprağını gördü de dinini görmedi... bu âlemi gören mâneviyatını görmedi.
Ey, yiğit er, erkeklerin kadınlara üstünlüğü kuvvet, kazanç ve mal mülk bakımından değildir.
Öyle olsaydı aslan ve fil, daha kuvvetli olduğu için insandan yüce, daha üstün olurdu a kör!

1620. Ey yalnız bu anı gören, erkeklerin kadınlardan üstün olması erkeğin kadına nazaran daha ziyade sonu görür olmasındandır!
Erkek, işin sonunu göremezse işin sonunu görenlere nazaran kadın gibi noksan sayılır!
Âlemden iki zıt ses gelmektedir... bakalım sen hangisine istidatlısın?
Bir tanesi, iyi kişilere hayattır... öbürü kötü kişilere hile!
Bir ses, ey güzel ve bana düşkün olan kişi, ben diken çiçeğiyim... çiçek dökülür, ben kalırım; diken dalından ibaretim ben der.

1625. Çiçeği, ey gül satan, gel bu yana der... dikenin sesiyse bizim yanımıza gelmeye kalkışma der!
Bu seslerden birini kabul ettin mi öbürünü duymazsın bile... çünkü seven kişi, sevgiliye aykırı olan kişilerin sözlerine sağır olur!
O seslerin biri işte ben buracıktayım, hazırım der. Öbür ses de, sen benim sonuma bak der.
Cihanın bozuluşu, “benim şimdiki halim biledir, pusudur... sonumu, bir aynaya benzeyen önüme bak da gör!” der.
Bu iki çuvaldan birine girdin mi öbürüne zıt olur, artık ona lâyık olmazsın!

1630. Ne mutlu ona ki erlerin akıllarının duyduğu bu sesi, önceden işitti!
Gönül evini hangi ses boş bulursa o gelir, tutar... artık sahibine ondan başkası ya eğri görünür, yahut acayip!
Yeni testi sidiği emerse artık su, ondan o pisliği gideremez!
Âlemde her şey, bir şeyi çekmektedir... küfür, kafiri, doğruluk, doğru yola götüreni!
Kehlibar da vardır, mıknatıs da... sen demir de olsan, saman çöpü de olsan elbette bir tuzağa düşersin!

1635. Demirsen seni bir mıknatıs kapar... yok saman çöpüysen kehlibara tutulur, ona gidersin!
İyi kişilerle dost olmayan, elbette kötülerin yanında yer alır, onlara komşu olur!
Musa, Kıpti’ye göre pek kötüdür ama Haman da İsrailoğullarına göre taşlanmış melûnun biridir.
Haman’ın canı Kıpti’ye çeker, Âdem’in midesi buğdayla suyu!

1640.Karanlık yüzünden birisini tanıyamadın mı, kendisine kimi imam edinmiş, kime uymuş... bak, ne olduğunu anlarsın!

Ârifin Tanrı nurundan gıdası vardır..’’Ben Rabbi’me konuk olurum,o beni doyurur ve suvarır’’denmiştir..’’Açlık,Tanrı yemeğidir..Tanrı,doğruların bedenlerini onunla diriltir’’hadiside vardır ki açlıkta adama tanrı yemeği gelir demektir.

   Her yavru, anasının ardından gider... bununla da cinsiyet anlaşılır.
Âdem oğluna süt, göğüsten gelir, eşeğin sütü de bedeninin yarısından, aşağılık tarafından akar.
Adalet taksimcidir, bölüşülecek şeyleri o bölüştürür... fakat şaşılacak şey şu ki bunda ne cebir vardır ne de zulüm!
Cebir olsaydı pişmanlık olur muydu? Zulüm olsaydı Tanrı’nın koruması olur muydu?

1645. Gün geçti, ders yarına kaldı... sırrımız hiç güne sığar mı ki?
Ey kötü kişinin yaltaklanmasına inanan, sözleri doğru sayan,
Sen su habbelerinden bir kubbe yapmışsın ama o öyle bir çadır ki ipleri pek kuvvetsiz,
Hile yıldırıma benzer... onun ışığıyla yolcuların, yolu görmelerine imkân yok!
Bu âlemde de bir şey yok, bu âlemdekilerde de! Her ikisi de vefasızlıkta aynı gönüle sahip!

1650. Dünyanın oğlu dünya gibi vefasız... sana yüz tutar ama o, yüz değildir, arkadır!
Fakat o cihanın ehli, o cihan gibi ebedi olarak ihsan ve keremdeki ahitlerinde, peymanlarında dururlar!
Hiç iki peygamberin birbirine zıt olduğunu, birbirlerinin mucizesini kapıp aldığını gördün mü?
O âlemin meyvesi solar, bozulur mu? Akla mensup neşe kederlenmez ki!
Nefis, ahdinde durmaz; o yüzden gebertilecek bir şeydir ya! Kendisi de alçaktır, kıblegâhı da alçaktır.

1655. Nefislere de bu alçaklar topluluğu lâyıktır... ölüye mezarın, kefenin layık olduğu gibi!
Zekidir, ince şeyleri bilir... bilir ama değil mi ki kıblesi dünyadır, onu ölü bil sen!
Tanrı’nın vahiy suyu bu ölüye ispat etti de ölü topraktan bir diri zuhur etti.
Fakat sen vahiy gelmedikçe sakın o yüzüne sürdüğün ömrü uzun olasıca kırmızılığa güvenip aldanma, gururlanma ha!
Nazardan düşücü olmayan bir ses, bir şöhret... batmayan bir güneşe mensup parlaklık ara!

1660. O ince hünerler, o dedikodular, Firavun’un kavmine benzer, ecel Nil nehrine!
Onları parlaklığı kemerleri, sayvanları ve büyüleri, halkı boyunlarından zorla çeker ama,
Hepsini de büyücülerin büyüsü bil... Ölümse ejderha haline gelen o sopadır.
Bütün büyüleri bir lokma yaptı da yuttu... geceyle dolu olan bir alemi sabahın yalayıp yutması gibi hani!
Fakat o yutmakla sabahın nuru artmadı ki... evvelce nasılsa yine de öyle!

1665. Çokluk, fazlalık eserdedir, zâtta değil... zâtta ne artma vardır, ne eksilme!
Tanrı âlemi yaratmakla çoğalmadı, artmadı... zaten önce olmayan şimdi olmuş değildir ki!
Fakat halkın yaratılmasıyla eser çoğaldı, arttı. Yalnız bu iki artmanın arasında hayli fark var!
Eserin artması onun zuhurudur... bu suretle sanatları ve işi zahir olur, görünür.
Zâtın artmasına gelince bu, o zâtın sebeplere bağlı ve sonradan meydana gelmiş olduğuna delildir.

"Musa,içinde bir korku duydu..dedik ki:Korkma,sen,ondan yücesin" ayetinin tefsiri

1670. Musa, büyü de insanı şaşırtır... ben ne yapayım ne işleyeyim? Halk, mucizeyle büyüyü ayırt edemez ki dedi.
Tanrı dedi ki: O fark edişi ben onlarda izhar eder, doğruyu eğriyi ayırt edemeyen aklı görür, bilir bir hale getiririm.
Onlar deniz gibi köpürdüler ama korkma ya Musa, sen üstün olacaksın!
Sihir, zamanında övünülecek bir şeydi... fakat asâ ejderha olunca bütün sihirler utanılır bir şey oluverdi!
Herkes güzellik şirinlik dâvasındadır ama şirinliklere mihenk taşı ölümdür!

1675. Büyü de geçti gitti, Musa’nın mucizesi de... her ikisinin de varlık damından leğenleri düştü!
Büyü leğeninin sesinden yalnız lanet kaldı; din leğeninin sesinden de yalnız yücelik!
Mihenk taşı, erkekte de yok, kadında da... o gizli kalmış; artık ey kalp, gel, safa karış da lâf et, tam sırası!
Lâfın tam zamanı şimdi... çünkü mihenk yok ortada, artık seni yüce tutarlar, elden ele gezersin ey kalp!
Kalp her an gururlanır da der ki ben daima senin gibiyim a altın... ne vakit senden aşağıyım ki?

1680. Altında evet ey kapı yoldaşı, der...fakat mihenk geliyor hazırlan hele!
Bedenin ölümü, sır ehli için bir hediyedir...halis altına makastan ne noksan gelir ki?
Kalp, eğer sonuna baksaydı sonradan kararacağına önceden kararırdı:
Önceden kararınca da nifaktan, kötülükten uzak kalırdı.
Fazilet ve ihsan kimyasını isteseydi aklı, hilesinden üstün olurdu.

1685. Gönlü kırık bir hale gelince de kendisini anlar, kırıkları düzelten Tanrı’yı önünde görürdü.
Dâvacı, sonunu görünce kırık, sınık bir hale gelir de derhal bağlanır, sarılır, kırıklığı geçiverir!
Tanrı ihsanı, bakırları iksire doğru sürer götürür... fakat o altın yaldızlı, bu ihsandan mahrum kalır.
Ey altın yaldızlı, davaya kalkışma da sana müşteri olan hep böyle kör kalmaz, sen onu gör!
Mahşer nuru, onların gözlerini açar... onların gözlerini sen bağlıyordun ya... bu yüzden rüsvay olursun sen!

1690. İşin sonunu gören, canların ve gözlerin hasedini çeken kişileri gör!
Bir de bu günkü gören kişileri seyret! Bunlar, içleri bozuk kişilerdir... asıldan baş çekmişler, ayrılmışlardır!
Bugünü görenlere, bu yüzden bilgisizlikte ve şüphede kalanlara göre suphu sadıkla suphu kâzibin ikisi de birdir.
Suphu kâzip, yüz binlerce kervanı helak yeliyle süpürmüş, gitmiştir civanım!
Cihanda hiçbir nakit yoktur ki o, isteklileri yanıltmasın... vay o kişinin canına ki mihengi makası yoktur!

Dâvaya kalkışan kişiye,dâvadan geçmesi için ısrar ve peygamberlere uymasını emrediş

1695. Ebu Süleyman dedi ki: ben de Ahmet’im... Ahmet’in dinini hileyle vurup kıracağım
Ebu Süleyman’a de ki: Pek kibirlenme, işin önüne bakıp böbürlenme, sonuna bak!
Başına adam toplama hırsıyla kılavuzluğa kalkışma... kılavuza uy, ardından git de önünde mum gidedursun, sen de yolunu gör!
Mum, ay gibi maksadını gösterir... bu tarafta tane var, yahut burası tuzak der!
Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga izini görür, ayırt edersin!

1700. Fakat mumun yoksa buna imkân yoktur. Çünkü bu kargalar hilekârdır... akdoğanların seslerini öğrenmişlerdir.
Yiğit, hüthüdün sesini öğrense de nerede hüthüdün sesi, Seba’nın haberi?
Arızi sesi, asıl sesten bil...padişahların taçları, hüthütlerin taçlarından alınmadır!
Dervişlerin sözleriyle ariflerin nüktelerini şu hayasızlar, dillerine dolamışlardır.
Eski ümmetlerin helâk olması, hep katı taşı öd ağacı sanmalarındandır!

1705. Onu anlayacak, meydana çıkaracak temyiz kabiliyetleri vardı ama hırs ve tamah, insanı kör ve sağır eder!
Körlerin körlüğü rahmetten uzak değildir, onlara acınır. Fakat hırs körlüğüne özür yoktur!
Padişahın çarmıha gerdiği adama acınır, fakat haset çarmıhına gerilen bağışlanmaz!
A balık, sonuna bak işin, oltaya değil! Fakat pis boğazlığın, senin işin sonunu gören gözünü kapattı!
İki gözle evveli sonu gör... kendine gel, iblis gibi tek gözlü olma!

1710. Tek gözlü ona derler ki yalnız içinde bulunduğu hali görür... hayvanlar gibi başka şeyden haberi yoktur.
Öküzün iki gözünü çıkarmanın cezası bir gözü çıkarma cezasıdır... çünkü onda şeref yoktur ki!
Öküzün iki gözü, değerinin yarısıdır... çünkü onun iki gözle yapacağı şeyi, sen ona yaptırabilirsin!
Fakat bir insanın tek gözünü çıkarsan değerinin yarısını vermek gerek!
Zira insan gözü, başlı başına başka birinin yardımı olmaksızın bir iş görebilir!

1715. Eşeğin gözü, işin sonunu görmediğinden eşek, çift gözlü olsa da tek gözlü hükmündedir.
Bu sözün sonu yoktur... o hafif akıllı, ekmek tamahı ile padişaha mektup yazmaya koyuldu.

Nafaka istemek için kölenin padişaha mektup yazması

   Mektubu yazmadan mutfak eminine gitti... ey cömert padişahın mutfağındaki hasis adam, dedi...
Nafakamdan bu kadar şey kesmek padişahtan, padişahın himmetinden uzaktır!
Mutfak emini dedi ki: öyle iktiza etmiştir de ondan kesmiştir... ne hasisliktendir bu, ne de darlığından!

1720. Köle, hayır dedi... vallahi bu söz, bu emir, padişahın değildir... padişahın yanında eski altın bile topraktır âdeta!
Mutfak emini, ona on türlü delil getirdi... fakat o hırsından hepsini reddetti.
Kuşluk vakti nafakası az gelince bir hayli söylendi, kötü sözler söyledi, fakat hiçbir faydası olmadı.
Dedi ki: siz bunu kasten yapıyorsunuz. Mutfak emini “ hayır biz emir kuluyuz!”
Bunu feri’den sanma, asıldandır bu... yaya pek kabahat bulma, oku atan koldur.

1725. “Attığın vakit sen atmadın” âyeti bir iptilâdır... fakat Peygambere de pek günah bulma; bu iş Tanrı’dandır!
“A gözü kamaşmış adam, su baştan bulanıktır... gözünü bir iyice aç da işin önüne bak!” dedi.
Köle kızgınlıkla, dertle bir bucağa çekildi, padişaha kızgınlığını bildirir bir mektup yazdı.
Mektupta padişahı övdü... onun cömertlik incilerini deldi!
“Ey avucu, hacetler isteyeni hacetini vermede denizden de cömert olan, buluttan da cömert olan!

1730. Çünkü bulut verir ama ağlaya ağlaya verir... halbuki senin elin, gülerek biteviye sofralar yayar” dedi.
Mektubun zâhiri medihti ama o medihlerden kızgınlığının kokusu duyuluyordu.
Senin işin de tıpkı onun işi gibi nursuz ve çirkin... çünkü sen, yaradılış nurundan uzaksın, uzak!
Bayağı kişilerin işi kesatlıdır... taze meyve gibi o, çabucak bozulur, çürür!
Dünyanın parlaklığı ve revacı da ondan kesat bulur... çünkü o, oluş ve bozulmuş âlemindendir.

1735. Methedende kin oldu mu onun karihasından doğan medihler, insana hoş gelmez!
Gönül, kinden, pislikten arın da sonra çevikçe hamd suresini oku!
Ağzınla hamd ediyorsun ama için bunu reddetmede... dilindeki hamd, ya şeytanlıktır, ya efsun!
İşte onun için Tanrı “Ben dışa bakmam, içe bakarım” dedi.

Şerefini korumak için medihlerde bulunan,fakat içinden dert ve elem kokusu duyulan,hırkasının eksikliğinden o şükürlerin lâftan,yalandan ibaret olduğu anlaşılan övücü

   Birisi, Irak’tan bir hırkayla çıkageldi. Dostları, ayrılığını sordular;

1740. Dedi ki: doğru, ayrılık vardı ama yolculuk bana pek kutluydu,âdeta beni muştulamaktaydı.
Halife, bana tam on kat elbise verdi... yüzlerce methüsena, ona yakın olsun!
Onu bir hayli övdü, şükürlerde, hamitlerde bulundu... nihayet şükür, haddini aştı.
Dediler ki: senin perişan halin, yalanına şahadet etmekte.
Bedenin çıplak, başın kabak, için yanmış... bu şükürleri, bir yerden mi çaldın, yoksa birisinden mi öğrendin?

1745. Nerede methettiğin emîrin şükür ve hamd nişaneleri? Onların, şu şerefsiz başında, ayağında görünmesi gerekti.
Dilin, o padişahı methetmede ama yedi âzan da şikayet edip duruyor.
O cömertlik padişahını, o kerem sultanını övüyorsun ama bu övüşe karşılık ayağında bir ayakkabı, bacağında bir şalvar olmalıydı bari!
Ben, dedi... bütün verdiklerini dağıttım;emîr ihsanda kusur etmedi hiç!
Bütün ihsanlarını aldım, fakat hepsini yetimlere, yoksullara bağışladım.

1750. Mal verdim, karşılığında uzun bir ömür aldım... çünkü içim pek temizdir benim!
Bunun üzerine dediler ki: o kutlu mal gittiyse içindeki bu duman, bu hararet nedir ya?
İçinde diken gibi yüzlerce pislik var...hiç keder, muştulanma nişanesi olur mu?
Söylediğin o geçmiş şeyler doğruysa nerede aşk, bağışlama ve razı olma nişanesi?
Hadi tutalım mal kayboldu gitti, meyil nerede? Sel geçip gittiyse geçtiği yer hani?

1755. Gözün evvelce cana canlar katan siyah bir göz idiyse hadi diyelim o güzellik geçti... fakat neden şimdi gözün gök?
A ekşi suratlı, temizlik nişanesi nerede? Senden eğri lâfların kokusu gelmekte, sus!
Mal bağışlamanın gönülde yüz türlü nişanesi olur... iyi işin yüzlerce alâmeti görünür!
Malını dağıtıp bağışlayan kişinin gönlüne o mal yerine yüzlerce dirilik gelir!
Tanrı tarlasına temiz tohumlar ekilsin de sonra temiz mahsul vermesin... imkânı yok!

1760. Tanrı bahçeleri de mahsul vermezse artık Tanrı yeri geniştir denebilir mi? Söyle!
Bu yokluk yeri bile mahsul vermemezlikte bulunmaz... artık bundan çok geniş olan Tanrı yeri nasıl olur da mahsul vermez?
Bu yerin bile sayısız mahsul verme kabiliyeti vardır, en aşağı bir tohuma yedi yüz verir!
Hamd ediyorsun, hani hamd edenlerin nişanesi? Bu nişaneler ne içinde var, ne dışında!
Ârifin Tanrı’ya hamd etmesi doğrudur... çünkü o hamdın şahidi eldir, ayaktır!

1765. Hamd ediş, ârifi karanlık cisim kuyusundan çekip çıkarır... dünya zindanından kurtarır!
Sırtındaki takva atlasıyla ülfet nuru, hamd etmesinin nişanesidir.
Bu eğreti âlemden kurtulmuş, gül bahçelerinde, akarsu kenarlarında yurt tutmuştur.
Oturduğu yer, yurt, vâsıl olduğu makam ve rütbe, yüce himmetinin sır sedirinin üstüdür!
Orası öyle bir doğruluk makamıdır ki doğruların hepsi de orada lâtif, neşeli ve sevinçli yüzlerinden belli olarak yurt tutmuşlardır!

1770. Onların hamd etmeleri, gül bahçesinin bahara hamd etmesi gibidir... yüzlerce nişanesi, yüzlerce alâmeti ve eseri vardır!
Baharın geldiğine kaynak, fidan, çimen... o gül bahçesi, o elvan çiçekler şahittir.
Güzelin her tarafta binlerce şahidi vardır... sedefteki incinin oluşuna şahadet edenler gibi.
Halbuki senin nefesinden kötü sırrın kokusu gelmede... ey lâfazan, derdin başından, yüzünden parlayıp görünmede!
Âlem meydanında kokudan anlayan maharet sahipleri var... öyle ataklık edip pek hayhuy etmeye kalkışma!

1775. Misten bahsetme... ağzından soğan kokusu gelmede, sırrını açığa vurmada!
Sen daima gülbeşeker yedim diyorsun ama nefesinden gelip duran sarımsak kokusu, yavelenme be demekte!
Gönül, büyük ve geniş bir eve benzer... gönül evinin gizli komşuları vardır.
Pencereden, duvardaki delikten görüp gözetir, sırları anlarlar!
Ev sahibinin sezinlemediği, hiç bilmediği bir yarıktan, bir delikten onlar, her şeyi görürler.

1780. Kuran’ı okusan a... Şeytan ve kavmi, gizlice insanların halinden koku alırlar.
İnsanın bilmediği bir yoldan insanın sırrını anlarlar... bu yol, duyguyla duyulur, yahut buna benzer bir şeyle bilinir yol değildir.
Görenlerin ortasında hileye kalkışma... mihenk ortadayken lâafa girişme ey kalp!
Mihengin, halisi de anlamaya kabiliyeti vardır, kalpı da... Tanrı, onu beden ve kalp emîri yapmıştır!
Şeytanlar bile o kabalıklarıyla, o kötülükleriyle sırrımızı, fikrimizi, gittiğimiz yolu biliyorlar...

1785. Onların bile içimize hırsızlama bir yolu var... biz, onların hırsızlıklarından baş aşağı gelmedeyiz...
Her an, bize büyük ziyanlar veriyorlar... delikleri var, yarıkları var; bizi gözetliyorlar...
E artık âlemdeki aydın canlar, neden gizli hallerden bihaber olsunlar?
Gökyüzüne çadır kurmuş canlar, insanın vücuduna girmede şeytanlardan aşağı olurlar?
Şeytan, hırsızlama olarak göğe çıkmaya kalkışır da yakıcı şahapla kovulur, sürülür.

1790. Kötü kâfir, savaşta mızrakla nasıl beyni üstüne düşerse o da gökten baş aşağı öyle düşer!
Şeytanları, o gönüllerin beğendikleri ruhları kıskandıklarından gökten böyle baş aşağı atarlar...
Artık çolak, topal, kör ve sağır değilsen ulu ve yüce ruhlara karşı bu zanda bulunma...
Utan, az söylen, can çekişme... cismi gözeten, sırlarını anlayan nice casus var!

Tanrı doktorlarının,müridin ve yabancının yüzünden,sesinin tonundan, gözünün renginden din ve gönüllerdeki hastalığı anlamaları.. bu şöyle dursun, gönül yolundan da anlarlar; çünki onlar kalb casuslarıdır.. onlarla oturunca doğru yürekle oturun!

   Bu beden doktorları pek bilgilidirler... senin hastalıklarını senden daha iyi bilirler!

1795. İdrara bakıp ahvalini anlar... fakat sen; hastalığını o tarzda bilemez, teşhis edemezsin.
Sonra nabızdan benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusunu alırlar.
Âlemdeki Tanrı doktorları, artık sen söylemeden nasıl olur da halini anlamazlar senin?
Nabzından da gözünden de, benzinin renginden de, sende derhal yüzlerce hastalık bulur, anlarlar.
Beden doktorları, doktorluğu yeni öğrenmişlerdir zaten... onlar, hastalığı teşhis için idrara vesaireye muhtaçtır.

1800. Fakat kâmil, Tanrı doktorları, uzaktan adını duydular mı varlığının ta derinlerine kadar girerler!
Hattâ sen doğmadan yıllarca evvelki hallerini bile görürler!

Ebuyezid’in,Hasan Harkani’nin,Tanrı ruhlarını kutlasın,doğacağını yıllarca önce müjdelemesi..onun suret ve siretine ait nişaneleri birer birer söylemesi ve tarihçilerin, tahkik için bunları yazmaları

   Bayezid’in Ebulhasan’ın halini daha evvelce nasıl gördüğünü duymadın mı?
Bir gün o takva sultanı, dervişleriyle sahradan geçerken,
Ansızın ona Rey civarında Harkan tarafından bir kokudur geldi.

1805. Orada iştiyaklı bir feryat çekti, rüzgârdan koku aldı.
Âşıkçasına bir kokladı; âdeta ruhu rüzgârdan bir şarap tatmaktaydı.
Buzlu suyla dolu olan bir testinin dışında ter gibi sular peydahlanır.
O, havanın soğukluğundan meydana gelir... yoksa testinin içinden dışarı su sızmaz!
Koku getiren rüzgâr, onu su haline getirmiştir... işte onun gibi su da Bayezid’e halis şarap haline gelmişti!

1810. Bayezid’de sarhoşluk eseri görününce bir müridi ona gelip
Sordu: “Beş duyguyla altı cihetten dışarı olan şu hoş hal nedir?
Yüzün gâh kızarmakta, gâh ağarmakta... bu ne hal, bu ne müjde?
Koklayıp duruyorsun ama görünürde gül yok, şüphesiz bu, gayb âleminden, hakikî güllerin açtığı gül bahçesinden.
Ey her kendini tanıyan, bilen kişinin muradı ve maksadı olan er, her an sana gayb âleminden bir haber, bir mektup gelmekte,

1815. Her an Yakup gibi sana da bir Yusuf’tan şifa kokusu erişmekte.
Bize de o testiden bir katra dök... bize de o gül bahçesinden bir kokucuk anlat!
Biz buna alışmamışız ey yüce ve güzel er... bizim dudağımız kuru, sen bu şarabı yalnızca içiyorsun!
Ey, çevik er, ey gökyüzünü dönüp dolaşan er, içtiğin şaraptan bize de bir yudumcuk sun!
Bu zamanda meclisin beyi sensin, senden başkası değil... bize de bak!

1820. Bu şarap, gizlice içilir mi ki? Şarap, muhakkak adamı rezil, rüsvay eder!
Kokusunu gizlesen bile sarhoş gözlerini ne yapacaksın ki?
Zaten bu koku, alemde yüz binlerce perde altında gizlenebilecek bir koku değil ki!
O keskin kokuyla ovalar, çöller doldu... hatta ova da nedir ki? O koku, dokuz feleği bile geçti!
Bu şarabın bulunduğu testinin başını balçıkla örtme... zaten bu öyle bir açıkta şarap ki örtülmesine imkan yok!

1825. Ey sırlar bilen sır söyleyici, seni avlayanı lûtfet, söyle!
Bayezıd dedi ki: “Şaşılacak bir koku geldi bana... Peygambere Yemen’den gelen koku gibi!
Muhammet demiştir ki. Seher yelinin eliyle bana Yemen’den Tanrı kokusu gelmekte.
Vise’nin ruhuna Rahim’in kokusu geldiği gibi Üveys’ten de Tanrı kokusu geliyor.
Üveys’ten, Karen kabilesinden garip bir koku geldi de Peygamberi sarhoş etti, neşelendirdi!

1830. Üveys kendinden geçmiş, yere mensupken göklere mensup olmuştu!
Heliyle, şekerle karışmış, halli hamur olmuş, acı tadı kalmamıştı artık!
Heliyle, varlığından tamamıyla geçmişti... yalnız heliyle şeklindeydi ama lezzeti kalmamıştı ki!”
Bu sözün sonu gelmez. O aslan er, gayb aleminin vahyinden neler söyledi? Sen onu anlat!

Rasul sallallahu aleyhi vesselem’in ‘’Ben Yemen tarafından Rahman kokusunu almaktayım’’demesi

    Bayezıd dedi ki “Bu taraftan bir dostun kokusu gelmekte... bu köyden bir padişah geliyor!

1835. Bunca yıldan sonra bir padişah doğacak... otağını göklere kuracak!
Yüzü Tanrı’nın gül bahçelerinin tesiriyle gül rengine dönecek... makam ve rütbe bakımından benden üstün olacak!”
Dediler ki: Adı ne? Bayezid, Ebül Hasan dedi... onun şeklini, kaşının çenesinin ne şekilde olduğunu anlattı.
Boyunu, rengini, şeklini, saçlarını, yüzünü bir bir anlattı.
İç huylarını, manevi sıfatlarını... ruhunu, yolunu, yerini, varlığını hep söyledi.

1840. Ten şekli, ten gibi iğretidir... ona pek gönül verme... o bir anda gelir geçer!
Tabii ruhun şekli, hali de fanidir... o can şeklini, sıfatını iste ki gökyüzündedir!
Onun bedeni, yeryüzünde mum gibidir... nuru ise yedinci kat tavanın üstündedir!
Güneşin ışıkları odadadır ama güneş, dördüncü kat göktedir.
Gülün suretini, lâtife yollu burnunun altında görürsün ama gül kokusu dimağın ta tavanına, sayvanına kadar her yeri tutmuştur.

1845. Uyuyan adam, Aden’de bir azaba uğradığını görür ama aksi, bedeninde ter halinde görünür!
Gömlek, Mısır’da bir harise rehin olmuştur ama Kenan ülkesi o gömleğin kokusuyla dolmuştur!
Tarihçiler, bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar... âdeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler.
Tanı o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu... devlet satrancını oynadı!
Bayezid’in ölümünden sonra yıllar geçti, Ebul Hasan dünyaya geldi.

1850. O padişah, Ebulhasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti.
Çünkü onun önünde giden levhimahfuz’dur... neden mahfuzdur o levh? Hatadan!
Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya... Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir!
Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.
Sen istersen onu gönül vahyi farzet... Gönül zaten onun nazargâhıdır... Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder?

1855. Ey mümin, sen, Tanrı nuruyla bakar, görürsün... hatadan, yanılmadan eminsin!

Sofinin canına,gönlüne gelen Tanrı yemeğinin eksilmesi

   Sofi, yoksulluktan dertlenince yoksulluğu, ona dadı ve gıda kesilir.
Çünkü cennet, hoşa gitmeyen şeylerden meydana gelmiştir... merhamet, gönlü kırık âcizlerin nasibidir.
Yücelikle başlar kıran kişiye ne Tanrının merhameti nasip olur, ne halkın!
Bu sözün sonu yoktur... evet, o yiğit, yiyecek ve ekmek nafakasının azlığından perişan oldu!

1860. Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır... boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir!
O hususi Tanrı nafakasını duyan, Tanrının yakınlığına erer,gayb nafakasını elde eder.
Fakat ruh nafakası noksan olan kişinin canı o noksan yüzünden titremeye başlar.
Anlar ki bir hata etmiştir de bundan dolayı rıza yaseminliği perişan olmuştur.
İşte o adam da ekinin az olması yüzünden harman sahibine mektup yazdı.

1865. Mektubunu o yüce ve adil padişaha götürdüler, okudu, fakat bir cevap vermedi.
Dedi ki: onun derdi yalnız gıda, başka bir şey değil... ahmağa verilecek en iyi cevap sükûttur.
Ayrılık ve vuslat derdi onda hiç yok... fer’e bağlanmış, aslı hiç aramıyor.
O ahmağın biri... varlığa kapılmış, ölmüş gitmiş fer’in derdiyle asla aldırış bile etmemekte.
Göklerle yeri bir elma farz et... Tanrının kudret ağacından bitmiş!

1870. Sen, bu elmanın içindeki bir kurda benzersin; ağaçtan da haberin yok, bahçıvandan da!
Elmada bir kurt daha var; fakat onun canı dış âleminde bayrak sahibi!
Onun hareketi elmayı yarar... elma onun hareketine karşı koyamaz!
Hareketi, perdeleri yırtar... sureti kurt ama hakikatte o, bir ejderha!
Demirden çıkan ilk ateş, dışarıya yavaş ,yavaş adım atar.

1875. Dadısı pamuktur önce... fakat sonunda şuleleri ta esire kadar çıkar,
İnsan, önce uykuya, yemeye muhtaçtır... fakat nihayet meleklerden de üstün olur.
Pamuk ve kükürdün himayesinde şulesi ve nuru, süha yıldızına kadar çıkar!
Karanlık alemi aydınlatır... demirden yapılma tomruğu bile iğneyle deler geçer!
Ateş de cismanidir ama ne ruhtandır, ne de ruhani âlemden!

1880. Cisme, o yücelikten bir nasip yoktur... cisim, can denizinin önünde bir katra gibidir!
Cisim, canla artar, gün günden fazlalaşır... fakat can gitti mi cisme bak, ne hale gelir?
Cisminin haddi, bir iki arşından fazla değildir... fakat canın, ta göklere kadar çıkar, dolaşır!
En iyi kişi, ruha ta Bağdat’a Semerkand’a kadar olan mesafe tasavvurda yarım adımdır ancak!
Gözünüz iki dirhemlik taş ağırlığında bir yağ parçasıdır ama ruhunun nuru göklere dek her tarafı kaplar.

1885. Nursa, bu göz olmadan da uykuda her şeyi görür... fakat göz, bu nur olmayınca ancak harap olur gider!
Canın, tenin sakalıyla, bıyığıyla alış verişi yoktur... fakat ten, can olmayınca murdardır, aşağıdır!
Bu cisim, hayvani ruhun debdebesine sebeptir... sen daha önceden git de insani ruhu gör!
İnsandan da dedikodudan da geç de Cebrail’in ruhunun dayanıp kaldığı deniz kıyısına var!
Ondan sonra Ahmed’in canı (esrarı faş etme sakın diye) sana karşı dudağını ısırsın... Cebrail, senden korksun, geride kalsın!

1890. Bir yay kadar ileri varır, sana doğru gelirsem derhal yanarım desin!

Kölenin,mektuba padişahtan cevap gelmeyişinden kızıp perişan olması

   Bu ovanın ne başı var zaten, ne sonu... o köle de mektubuna cevap gelmediğinden sıkılıp duruyor!Dostları,ayrılığını sordular;
Ne şaşılacak şey, padişah neden bana cevap yazmadı... yoksa kızgınlığından mektubu götüren bir hıyanetlikte mi bulundu?
Mektubu mu gizledi, yoksa padişaha vermedi mi? Acaba bir münafık mıydı, saman altından su mu yürüttü?
Tecrübe için başka bir mektup yazar, hünerli, terbiyeli bir başka elçi arar bulurum demekte,

1895. Cahilliğinden o bihaber, padişahı, mutfak eminini, mektup götüreni ayıplamaktaydı.
Hiç ben din yolunda eğri gittim, gavurluk ettim diye kendisine gelmiyor, kusuru kendinde bulmuyordu.

Süleyman aleyhisselâm’ın bir kusuru yüzünden rüzgârın ters esmesi

   Rüzgâr,Süleyman’ın tahtına ters esti...Süleyman dedi ki: Ey rüzgâr, ters esme! ;
Rüzgâr da ey Süleyman dedi, ters hareket etme... ters hareket edersen, benim tersliğime kızma!
Tanrı, biz ders alalım da insafa gelelim diye bu teraziyi halk etti.

1900. Sen eksik dirhem korsan ben eksik tartarım... sen benimle apaydın muamelede bulunursan ben de seninle apaydın muamelede bulunurum!
Böylece Süleyman’ın tacı da eğrildi... aydın günü ona gece etti âdeta!
Süleyman dedi ki: Ey taç, neden başımda eğrilirsin... A güneş, doğumdan eksilme benim!
O eliyle tacı düzelttikçe taç eğrilmekteydi yiğidim!
Tam sekiz kere doğrulttu, sekiz kere eğrildi... dedi ki: Ey taç, bu ne bu? Eğrilme artık!

1905. Taç dedi ki: Beni yüz kere doğrultsan yine eğrilirim... çünkü inanılır kişi, sen eğrilmedesin!
Süleyman, bunun üzerine kalbini doğrulttu... gönlündeki şehvetten soğudu...
Tacı da derhal doğruldu... nasıl istiyorsa başında öyle durdu.
Süleyman, bundan sonra onu mahsustan eğriltmede, taç da inadına doğrulmadaydı.
O ulu Peygamber, tacını sekiz kere eğriltti; her defasında taç, başında doğruldu.

1910. Taç, dile geldi de ey padişah, nazlan dedi... kanadından mademki tozu, toprağı silktin; uç!
Bana izin yok ki bundan ileriye geçeyim... bu sırrın gayb perdelerini yırtayım!
Elini sen ağzıma koy da kapat... ağzım, beğenilmeyen şeyler söylemesin!
Hasılı sana ne dert gelirse başkasına kabahat bulma; kendine bak!
Dostum, bu iş başkasından oldu sanma... o kölenin uğraştığı gibi uğraşıp durma!

1915. Köle, gâh elçiyle, mutfak eminiyle uğraşıp savaşmasaydı... gâh cömert padişaha kızmadaydı.
Tıpkı Firavun gibi... hani o da Musa’yı bırakmıştı da halkın yavrucaklarının başlarını kestiriyordu.
Halbuki düşman, o kör gönüllünün evindeydi... oysa başka çocukların başlarını kopartıp duruyordu!
Sen de dış âleminde başkalarıyla kötü oluyorsun da içten kötü nefsinle uzlaşıyorsun.
Düşmanın o... fakat sen ona şeker vermedesin... dışarıdan da herkesi töhmetli tutmadasın!

1920. Sen Firavun gibi körsün, kör gönüllüsün... düşmanla iyisin de suçsuzları aşağılatmadasın.
A firavun, niceye dek suçsuzları öldürecek, asıl suçlu olan nefsini hoş tutacaksın?
Firavun’un aklı, padişahların aklından üstündü ama Tanrı hükmü onu akılsız ve kör etmişti!
Bir adamın can gözünü, can kulağını Tanrı kapattı mı o adam Eflatun olsa hayvanlaşır!
Hasılı Bayezit hakkındaki gayb hükmü nasıl zuhur ettiyse Tanrı hükmü levh üstünde ( çaresiz) zuhur eder.

Tanrı razı olsun Şeyh Ebulhasan’ın Ebuyezid’in kendisinden ve ahvalinden haber verdiğini duyması

1925. Ebulhasan, Bayezid’in buyurduğu gibi zuhur etti... ve bunu adamlarından duydu.
Bayezid, Hasan benim dervişim ve ümmetim olur... her sabah benim mezarımda benden ders alır demişti.
Kendisi de dedi ki: ben de Şeyh’i rüyamda gördüm... ruhundan bu sözü duydum.
Her sabah, onun mezarına yüz tutar, ta kuşluk çağına kadar huzurunda dururdu.
Ya bir şeyhin huzuruna gider gibi o mezarın başına gelir, yahut da sözsüz müşkülleri hallolurdu.

1930.Nihayet yine bir gün kutlulukla o mezarın başına geldi... yeni kar yağmıştı, mezarlar karla örtülmüştü.
Mezarın üstünde kat kat karların bayrak gibi yüceldiğini, kubbe kubbe yığıldığını görünce gamlandı.
O diri Şeyh’in mezarından ses geldi. Ben buradayım, bana gel diye seni çağırıp duruyorum.
Kendine gel... sesime koş; bu yana seğirt! Âlem karla dolsa da sen, benden yüz çevirme!
O gün, Ebulhasan’ın hali düzeldi... önce duymuş olduğu şaşılacak şeyler, o gün kendisinde zuhur etti.

Kölenin ilk mektuba cevap gelmeyince padişaha başka bir mektup daha yazması

1935. O kötü zanda bulunan köle kınamalarla, feryadu figanlarla dolu bir mektup daha yazdı.
“Bundan önce padişaha bir mektup daha yazdım... fakat bilmem eline değdi mi?” dedi.
Güzel yüzlü padişah o mektubu da okudu; ona da cevap vermedi, seslenmedi.
Padişah ona aldırmamaktaydı... o da tam beş kere padişaha mektup yazdı.
Nihayet perdeci başı “ o da sizin kulunuz... bir cevap verseniz değer.

1940. Cevap verirseniz, bir kula, bir köleye lûtuf ile bakarsanız padişahlığınızdan ne eksilir ki?” dedi.
Padişah dedi ki: bu kolay... fakat köle sersem... ahmak adam çirkindir, Tanrı merdududur.
Suçunu, kabahatini affederim ama illeti bana da sirayet eder sonra!
Bir uyuz, yüz kişiyi uyuz eder... hele bu hareketi beğenilmez habis uyuz , büsbütün beterdi!
Kâfir bile akılsızlık uyuzuna tutulmasın... yoksa şumluğu, bulutta bile yağmur bırakmaz!

1945. Şumluğu yüzünden buluttan bir katra yağmur yağmaz... şehir, onun baykuşluğu yüzünden viraneye döner!
O ahmakların uyuzluğu yüzünden Nuh tufanı, koca bir âlemi kötülüklerle yıktı gitti!
Peygamber “ Kim ahmaksa düşmanımızdır... yol kesen gulyabanidir...
Akıllıysa canımızdır; ondan gelen serin esinti ondan gelen rüzgâr bize fesleğendir.
Akıl, bana sövse razıyım... çünkü benim feyiz vericiliğimden bir feyze sahiptir.

1950. Onun sövmesi faydasız değildir... boş elle kalkıp konukluğa gelmez.
Ahmak, ağzıma helva tıksa onun helvasından hastalanır, ateşlenirim! dedi.
Lâtifsen. Gönlün aydınsa şunu iyice bil: Eşek götünü öpmede bir lezzet yoktur!
Faydasız yere bıyığını pis pis kokutur... yemek yemeksizin elbise, onun tenceresiyle kararır!
Yemek dediğim akıldır, ekmek ve kebap değil... oğul, cana gıda akıl nurudur.

1955. İnsana nurdan başka bir yiyecek yoktur... o candan başka bir şeyle beslenip yetişmez insan.
Bu yiyecekleri yavaş yavaş azalt... çünkü bunlar, eşek gıdasıdır, hür adamın gıdası değil!
Bunları azalt da asıl gıdayı almaya kabiliyetin olsun, nur lokmalarını yiyesin!
Bu ekmeğin ekmek oluşu, o nurun aksiyledir... bu canın can oluşu, o canın feyziyledir.
Bir kerecik nur yemeğini yedin mi ekmeğin başına da toprak saçarsın, tandırın başına da!

1960. Akıl, iki akıldır: Birincisi kazanılan akıldır... sen onu mektepte çocuk nasıl öğrenirse öyle öğrenirsin.
Kitaptan, üstattan, düşünceden, anıştan, manalardan, güzel ve dokunulmadık bilgilerden.
Aklın artar, başkalarından daha fazla akıllı olursun... fakat bu ezberlemekle de ağırlaşır, sıkılırsın!
Geze dolaşa âdeta bir ezberleme levhası kesilirsin... halbuki bunlardan geçen Levhimahfuz olur!
Öbür akıl, Tanrı vergisidir... onun kaynağı candadır.

1965. Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne kokar, ne eskir, ne de sararır!
Kaynağın yolu bağlı ise ne gam! Çünkü o anbean ev içinden çoşup durmaktadır!
Tahsil ile elde edilen akıl, ırmaklara benzer... o, şuradan buradan çıkar, evlere gider.
Yolu kapandı mı çaresiz kalır, akmaz! Sen, çeşmeyi gönlünde ara.

Bir adamın,birisiyle danışıp görüşmesi, o adamın da ben senin düşmanınm,başkasına danış demesi

   Bir adam, birisiyle meşverette bulunuyor, tereddütten kurtulmak, hapisten halâs olmak istiyordu.

1970.  O adam dedi ki: Hoş fakat benden başkasını ara bul da danışacağın şeyi ona danış!
Ben senin düşmanınım, bana sarılma... düşmanın tedbiri, aydın olamaz!
Git, sana dost olan birisini ara... dost şüphe yok ki dostun hayrını diler.
Ben düşmanım, benim gibisinden bir çare olmaz... eğri gider, sana düşmanlık ederim.
Kurttan bekçilik istemek doğru bir şey değildir... bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, aramamak demektir.

1975. Hiç şüphe etme ki ben sana düşmanım... senin yolunu keserim ben, nasıl olur da sana yol gösteririm?
Kim dostlarla düşer kalkarsa külhanda bile olsa gül bahçesindedir... fakat zamanede düşmanla düşüp kalkan gül bahçesinde bile olsa külhandadır!
Biz, ben diye varlığa düşerek dostu incitme de kimse, düşmanın olmasın!
Tanrı için halka hayır yap, yahut kendi canın için herkese hayırda bulun da.

1980. Daima gözüne dost görünsün... gönlüne kin yüzünden çirkin suretler gelmesin!
Fakat birisine düşmanlıkta bulundun mu ondan çekin... seni seven bir dostla görüş, danışacağını ona danış!
Adam dedi ki: Ey iyi kişi, biliyorum seni... sen benim eski düşmanımsın.
Fakat akıllı ve manevi bir adamsın; aklın eğri gitmeme razı olmaz.
Tabiat, düşmandan hıncını çıkartmak ister ama akıl, nefse demirden bir bağdır;

1985. Gelir, onu kötülükten men eder, geri çeker... akıl, onun iyi ve kötü hareketlerine adeta bir şahnedir.
İmana mensup akıl adil bir şahneye benzer... gönül şehrinin bekçisidir, hakimidir.
Kedi gibi aklı uyanıktır onun... hırsız, fare gibi delikte kalakalır!
Nerede fare çıkar, bir şeye el uzatırsa ya orada kedi yoktur, yahut varsa bile sureti vardır!
Kedi nedir? Aslanları yıkan aslan... tendeki imana mensup akıl!

1990. Onun görünüşü yırtıcı hayvanlara hakimdir... narası otlayan hayvanları men eder!
Şehir, hırsızlarla, elbise soyanlarla dolu... söyle, ister şahne olsun, ister olmasın!

Rasul aleyhisselam’ın,bir savaşta,orduda ihtiyarlar ve savaşta tecrübeliler bulunduğu halde Huzeyil kabîlesinden bir genci emîr yapması

   Peygamber, kâafirlerle savaşmak, abes şeyleri gidermek için bir ordu gönderiyordu.
Huzeyl kabilesinden bir genci seçti, orduya emir etti.
Askerin aslı kumandandır... kumandansız kavim, başsız bedene benzer!

1995. Şu ölüşün, solup gidişin, hep başbuğu terk etmendendir.
Usançtan, nekeslikten, benlikten baş çekmede, kendini başbuğ saymadasın!
Tıpkı yükten kaçan katır gibi... o da başını alır, dağları boylar!
Sahibi, a sersem... her tarafta eşek avlamak üzere sinmiş bir kurt var...
şimdi gözümden kayboldun mu her yandan kuvvetli bir kurt çıkagelir.

2000. Kemiklerini şeker gibi ezer, ufalar... artık bir daha diriliği göremezsin bile!
Hadi kurdu bir tarafa bırak... odsuz kalırsın ya! Ateş, odun olmadı mı söner gider.
Kendine gel de sahipliğimden kaçma, yükün ağırlığından çekinme... senin canın benim diye ardına düşer, koşar durur!
Sen de bir katırsın... çünkü nefsin üstün. A kendisine tapan, hüküm üstünündür.
Fakat ululuk ıssı Tanrı, sana eşek demedi at dedi... Arap, arap atına “Taal” der.

2005. Cefakâar nefis katırlarını bakmak, yola getirmek için Mustafa, Hakk’ın imrahorudur.
Kerem ve ihsan çekişiyle “Kul tealev” dedi... “Gelin de sizi riyazatla terbiye edeyim dedi, azgın ve serkeş atları alıştırır, yola getiririm ben.
Nefisleri azgınlıktan geçinceye dek bu katırlardan ne tekmeler yedim.
Nerede azgınları yumuşatan bir er varsa onların tekmelerinden kurtulmasına bir çare yoktur!
Hasılı belâların çoğu peygamberlere gelir.. çünkü ham kişileri yola getirmek, zaten bir belâdır.

2010. Siz, kaidesiz, nizamsız gitmektesiniz; sözüme uyun da rahvan gidin... bu suretle de uysal bir hale gelin,padişahın bineceği bir at olun!
Tanrı dedi ki: “onlara gelin de, ey terbiyeye alışkın olmayan katırlar, gelin de!
Fakat gelmezlerse gamlanma... o iki temkinsiz için kinlenme!
Bazılarının kulakları bu, gelin sözüne karşı sağırdır... her hayvanın ayrı ahırı vardır.
Bazıları bu sesten ürker, kaçarlar...her atın ahırı ayrıdır.

2015. Bazılarının de bu hikayelerden canı sıkılır...çünkü her kuşun kafesi başkadır.
Melekler bile bir cinsten değildirler; bu yüzden göklerde saf saf dururlar.
Çocuklar, gerçi bir mektebe giderler, giderler ama ders bakımından her biri, öbüründen üstündür.
Doğuya mensup olanın da duyguları var, batıya mensup olanın da... fakat görmek göze kısmet olmuştur, mesnet ona verilmiştir.
Yüz binlerce kulak saf saf düzülse yine de hepsi aydın bir göze muhtaçtır.

2020. Sonra kulakların da can sesini, Tanrı haberlerini, Peygamber buyruklarını duymada bir mesnedi var
Yüz binlerce göze ses duyma kabiliyeti verilmemiştir; hiçbir gözün ses duymadan haberi yoktur.
Böylece her duyguyu birer birer say... her biri, öbürünün işini göremez!
Beş tane dış, beş tane de iç duygusu... hepsi on tane duygu, ayakta saf kurmuştur.
Din safından baş çeken giden, gider, en son safa katılır!

2025. Sen, gülün sözünü terk etme... söyleye dur! Bu söz pek büyük bir kimyadır.
Bir bakır senin sözünden nefret eder, kaçmaya kalkışırsa yine sen kimyayı ondan esirgeme!
Büyücü nefesi şimdi, bu söze uymadıysa sözün, belki sonunda ona tesir eder, bir fayda verir.
Oğul, gelin de gelin... sizi Tanrı esenlik yurduna çağırmada!
Hocam, benliği bırak, başbuğ olma sevdasından vazgeç! Bir başbuğ ara, ona uy... başbuğ olmaya pek özenme!

Birisinin,Peygamber’e Huzeyl kabîlesinden olan genci başbuğ yaptığından dolayı itirazda bulunması

2030. Peygamber, Tanrı yardımına nail olan askerine Huzeyl kabîlesinden olan o genci başbuğ yapınca,
Bir herzevekil, hasedinden dayanamadı... itiraza bunu kabul edemeyiz bayrağını kaldırmaya kalkıştı.
Halka bak hele... bunlar karanlık âlemindendir...geçici bir matah için nasıl geçici bir hale düşer, nasıl itiraza kalkışırlar!
Ululuk yüzünden hepsi dağınıklığa düşmüşler, canlarını vermişler, ölü bir hale gelmişlerdir. Fakat savaşta, diridir onlar!
Şaşılacak şey şu: Zindanın anahtarı, bu çeşit adamın elindedir de yine kendisi zindanda mahpustur!

2035. O genç tepeden tırnağa kadar pisliğe batmıştır... fakat akarsu, eteğine dokunup akmaktadır!
Dilediği ile daima yan yanadır da yine de bir dayanacak, huzur bulacak kişinin yanına varabilsem diye ne sabrı vardır, ne kararı!
Nur gizlidir... arayıp sormak, gizliliğine şahit.Fakat gönül, saçma sözlerden kurtuluş dilemez ki!
Fakat dünya zindanında bir kurtuluş yeri olmasaydı gönül ne sıkılırdı, ne de halâs olmayı araştırır, isterdi!
Sıkılıp üzülmen, seni bir memur gibi “ Hadi ey sapık, ey yolsuz... bir doğru yol ara” diye çekip çekiştirmededir...

2040. Doğru yol vardır... fakat pusuda gizlidir. Bulmak için durmadan, dinlenmeden delicesine aramak gerek; böyle arayan bulur!
Dağınıklık, pusuda topluluğu arar... sen hemen bu isteyende istenenin yüzünü gör!
Bağdaki cansız mahsulat, köklerinden sürmüş, yetişmiştir... onlara diriliği vereni anla!
Hiç müjde verecek biri olmasaydı bu zindandakilerin gözleri, hep kapıya dikilir, kalır mıydı?
Irmak olmasaydı yüz binlerce ırmağa batıp ıslanan olur muydu?

2045.Yanını yere koyup yatamıyor, rahatsız oluyorsun... bil ki evde bir yatağın, yorganın var!
Karar edilecek bir yer olmadıkça karasız kişi olmaz...sersemliği gideren bir şey bulunmasa sersemlik bulunmaz!
O adam dedi ki: “Hayır hayır ey Tanrı elçisi. Askere ihtiyar birisini başbuğ yap!
Ey tanrı elçisi, genç, aslan oğlu aslan bile olsa askere , ihtiyardan başkası kumandan olmasın!
Zaten sen söyledin...şahidim senin sözün: Kendisine uyulacak kişi pir olmalıdır, pir!

2050. Ey tanrı elçisi, şu askere bak! Ondan daha yaşlı daha ileri bunca kişi var!
Bu ağaçtaki şu sarı yaprağa bakma da onun olgun elmalarını devşir!
Onun sarı yaprakları nasıl olur da bomboş olur... zaten yaprağının sararması, olgunluk ve kemal alâmetidir.
Yüzün sararması, saçın sakalın ağarması, olgun aklı müjdeler!
Yeni sürmüş, yeni yeşermiş yapraklarsa meyvenin hamlığına delalet eder.

2055. Azıksızlık azığı her şeyden vazgeçiş, âriflik nişanesidir.Altının sarılığı, sarrafın yüzünü kızartır,benzine kan getirir.
Gül yüzlü, sakallı, bıyığı yeni terlemiş genç, henüz mektepte okuma, yazma öğrenmededir.
Yazısı, yazısının harfleri eğri büğrüdür... gürbüz olsa bile delikanlıdır, aklı azdır onun!
İhtiyarın ayağı, hızlı adım atmasa da aklının iki kanadı vardır, yücelerde uçar!
Örnek istiyorsan Cafer’e bak! Tanrı, ona elinin, ayağının yerine iki kanat verdi!

2060.  Altını bırak... bu söz örtülüdür, gönlüm civa gibi ıstıraplara düştü!
İçimizden güzel sözlü, güzel sesli yüzlerce sükût, elini ağzına komada, yeter artık demede!
Sükût denizdir, söylemek ırmağa benzer... deniz seni aramada, sen ırmağı arama!
Denizin işaretlerinden baş çevirme... sözü bitir doğrusunu Tanrı daha iyi bilir!
O edepsiz, Peygamberin huzurunda o soğuk dudaklarından sözler çıkarmada, böylece söylenip durmadaydı.

2065. O bihaber, söz fırsatını bulmuştu, boyuna söylenip duruyordu...zaten haber de görüşe göre saçma sapan bir şeydir!
Bu haberler, hep görüş yerine geçer, görüş olmayınca habere ehemmiyet verilir...göz önünde olandan haber verilmez; göz önünde olmayandan haber verilir!
Birisi görüş makamına vardı mı artık bu haberlerin onca hiçbir değeri yoktur.
Sevgiliye ulaştın, onunla düşüp kalkmaya başladın mı kılavuzları affet artık!
Çocukluktan geçip adam olan kişiye mektup da soğuk gelir, kılavuzluk eden kadın da!

2070. Mektubu okusa bile bilmeyenlere öğretmek için okur...söz söylerse bile anlatmak için söyler!
Gözlüler önünde haberden bahsetmek hatadır...çünkü bu bahis bizim gafil olduğumuza noksanlığımıza delâlet eder.
Gözlünün önünde susmak, sana fayda verir. “Kuran okunurken susun, dinleyin” emri, bu yüzden gelmiştir.
Can gözü açık olan kâmil, sana söyle derse güzelce, edeplice söyle, sözü uzatma!
Uzat diye emrederse yine emre uy, utanarak söyle!

2075. Nitekim şimdi ben de bu güzelim Mesnevi’yi yazarken öyle yapıyorum ey Hak Ziyası Hüsamettin!
Akıllı davranıp kısa kesmeye kalkıştım mı,o, beni yüz çeşit vesileyle söyletmeye kalkışır.
A ululuk ıssı Tanrı’nın ışığı Hüsamettin, görüyorsun mademki; sözden ne istersin ki?
Bu herhalde fazla iştahtan olacak... hani şair de “Bana hep şarap sun, hem de işte bu, şaraptır”da demiştir ya!
Şu anda onun kadehi, senin ağzında... fakat kulak da kulağın nasibini ver, diyor!

2080. Ey kulak, senin nasibin hararetlenip kızarmaktır... işte hararet, işte sarhoşluk! Fakat kulak, ben bundan daha fazlasını istiyorum, harisim ben demekte!

Mustafa aleyhisselâm’ın itiraz edene cevap vermesi

   Şeker huylu Mustafa’nın huzurunda o Arap, sözü haddinden aşırınca,
O “Vecnecmi” padişahı, “Abese” sultanı, o soğuk nefesiyle “ Sözün kafi artık” diye dudağını ısırdı.
Söylemesin diye elini ağzına koydu... gizlileri bilen kişinin yanında nice bir söyleyip duracaksın?
Kuru fışkıyı gözü açık erin önüne götürmüş, bunu misk yerine satın al diyorsun!

2085. Deve pisliğini burnunun altına koyuyor, bir de oh oh diyorsun a beyni kokmuş kişi!
A akılsız şaşı! Kötü kumaşın revaç bulsun diye bir de oh ohtur tutturmuşsun!
Bu suretle bu tertemiz burnu aldatmak, o göklerin gül bahçelerinde yayılan eri kandırmak istiyorsun!
Onun yumuşaklığı, kendisini ahmak göstermede ama senin de kendini bir parçacık bilmen lazım!
Bu gece de tencerenin ağzı açık kaldıysa kedinin de utanması icap eder!

2090. O ışığı güzel ârif kendisini uyuyor göstermede ama adamakıllı uyanıktır... sakın sarığını aşırmaya kalkışma!
A pis inatçı, bu Şeytan masalını Mustafa’nın huzurunda nice bir söyleyeceksin?
Bunların yüz binlerce hilmi vardır...bir tek hilmleri bile yüzlerce dağa bedeldir!
Hilmleri, uyanık adamı bile aptal eder... yüz binlerce gözü olan zeka sahibini şaşırtır, yolunu kaybettirir, sapığa döndürür!
Hilmleri, güzel ve lâtif bir şarap gibi tatlı ta beynin üst yanına gider, bütün bedene yayılır!

2095. O sert şaraptan sarhoş olana bak! Sarhoş Ferzin gibi eğri büğrü gitmeye başladı!
O adamı çabuk alan şarabın tesiriyle genç, bir ihtiyar gibi yol üstünde düşüp kalmada!
Hele şu “Belâ” küpünün şarabı yok mu... öyle sarhoşluğu bir gecelik şarap değil bu!
Ashabı kehf, o şarabı içtiler de tam üç yüz dokuz yıl akıllarını kaybettiler, ne mezeye el sundular, ne bir yere kıpırdadılar!
Mısır kadınları bu şaraptan bir kadehçik içtiler de ellerini şahrem kesip doğradılar!

2100. Büyücüler de Musa’nın sarhoşluğuna düştüler...darağacını sevgili sandılar!

[divide style="2"]

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  1401 - 2100 )

B. 1409. Nuh Peygamber'in oğlu Kenan, (Yam) tufanda bir dağın üstüne çıkıp kurtulmak istemiş. Gemiye girmemiş, babasına uymamış ve bir dalga gelerek bu çocuğu boğmuştu. Sure: 11, (Hûd) âyet: 42-43, C. 3, S. 125-132, B. 1307-1337 nin izahına bakınız.

B. 1416-1419. Bilgi, geliş ve çıkış bakımından ikiye ayrılır. Akılla meydana gelen ve akıldan doğan bilgilere aklî bilgi, nakil yoluyla meydana gelen bilgilere nakli bilgi denir. Din bilgisi, nakli bilgidir. Sofilere göre nakli bilgi de, aklî bilgi de Tanrı hicabıdır. Mevlâna bir gazelinde:
Yek hamle-i merdâne-i mestâne bikerdim
Tâ 'ilm bidâdim-u bem'alüm residim
Yani "Ercesine, sarhoşcasına bir hamle yaptık da bilgiyi verdik, ondan sonra bilinene ulaştık" der. H. Ali'nin "Bilgi, Tanrı'nın en büyük örtüsüdür" dediği rivayet edilir. Sofilerce sâlikin, yani hakikat yolcusunun, mürşide ve bilhassa Muhammed'in hakikatine sahip olan kutba karşı hiçbir varlığı, hiçbir bilgisi kalmamalıdır. Ona teslim olmak, onun sözüne uymak, emrine karşı aklî ve naklî bilgiye bakmamak, emri, nakli bilgilere aykırı bile olsa yapmak lâzımdır. Sofiler, bu hususta ekseriyetle Musa ile Hızır hikâyesini söylerler. Sultan Veled de "Veledname" sinde bu hikâyeyi anlatır (Hicrî 1355, Tahran, İkbal Matbaası, S. 23-27).

B. 1420. Böyle bir hadis rivayet edilegelmiştir. Ankaravî, bu hadisi tafsilen anlatmaktadır (S. 295).

B. 1423. C. 2, S. 99, B. 1073 ün izahına bakınız.

B. 1452 den sonraki bahis. "Ey elbisesine bürünmüş olan, gece namazı için geceyarısı kalk! Yahut o vakti biraz azalt, yahut da çoğalt, geceyarısından önce veya sonra kalk ve Kur'anı yavaş yavaş oku" (Sûre: 73, Müzzemmil, âyet: 1-4).

B. 1466. "Kur'an okununca dinleyin ve susun da acınmış olasınız, rahmete ulaşasınız." "Sure: 7, A'raf, âyet: 204) C. l, S. 109, B. 1622 nin izahına da bakınız.

B. 1468-1469. "Bir körü kırk adım götüren kişinin geçmiş günahları bağışlanır." Hadis, (Ankaravî, S. 308).

B. 1484-1485. Buraları yazılırken yine vaktin geçmiş olduğunu, günün kavuşmak üzere bulunduğunu anlıyoruz.

B. 1496 dan sonraki bahis. Böyle bir hadis rivayet edilmiştir.

B. 1512. Bu beyitteki sofi kimdir? İhtimal fevkalâde hürmetkar olduğu Hakîm-i Senaî, yahut Attar'ın bu mealde bir sözü vardır da onu kastediyor. Ankaravî de bu hususta bir şey söylemiyor.

B. 1522. "Şüphe yok ki biz cinlerden, insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık.. onların kalbleri vardır, anlamazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır işitmezler. Onlar, hayvanlara benzerler; hattâ hayvandan da sapıktır onlar. Onlar, gafillerdir. (Sure: 7 A'raf, âyet: 179).

B. 1525. C. l, S. 42, B. 426 nın izahına bakınız.

B. 1526 dan sonraki başlık. 9 uncu surenin (Tevbe) 125 inci âyetiyle 2 inci suresinin (Bakara) 26 ncı âyetinden alınmadır.

B. 1530. Beladur aklı ziyadeleştiren bir ilâçtır.

B. 1640 tan sonraki başlık. Peygamber, bir günün orucunu öbür güne ular, iftar etmezdi. Sahabe de kendisini taklide başlayınca "Siz, orucunuzu bir günden öbür güne ulamayın, ıılamayın. Ben sizin birinize benzemem.. rabbimin yanında gecelerim, beni doyurur, suvarır" dedi. Bu hadis Buhari ve Müslim hadislerindendir (Ankaravî, S. 352).

B. 1645. Yine Mesnevi yazdırılırken gün geçmiş, akşam olmuş.

B. 1669 dan sonraki başlık. Bu âyet 20 inci surenin (Tâhâ) 67 ve 68 inci âyetleridir.

B. 1695. H. Muhammed'in son zamanlarında peygamberlik dâvasiyle ortaya çıkan  ve Ebubekir'in  halifeliği zamanındaki savaşta öldürülen Müseyleme al-Kezzab.

B. 1725. C. l, S. 60, B. 615 in izahına bakınız.

B. 1734. Bu dünyada bulunan şeyler, bir yandan olmakta, bir yandan da bozulup gitmektedir. Bu yüzden âleme oluş ve bozuluş âlemi mânasına gelen Alem-i kevn-ü fesad denir.

B. 1738. Ham suresi, yedi âyetten ibaret bulunan ve âdeta Kur'an'ın hulâsası ve dibacesi olan ilk suredir. Buna "Fatiha - başlangıç, açış suresi" denir.

B. 1769. "Tanrı'dan korkup günahından çekinenler, şüphe yok cennetlerde, bağlarda bahçelerde ve ırmakların kıyılarında, doğruluk makamında ve kudret sahibi padişahın, Tanrı'nın yanında oturacaklardır." (Sure: 54 Kamer, âyet: 54-55).

B. 1780. "Ey Adem oğulları, şeytan, babanızı, ananızı, yani Adem'le Havva'yı sınayıp aldattığı gibi sizi de sınayıp aldatmasın.. onları cennetten çıkarttı, elbiselerini soydu, ayıplarını gösterdi. Bilin ki o ve kabilesi, sizin görmediğiniz bir yerden sizi görür. Biz, şeytanları, imana gelmeyenlere dost ettik." (Sûre: 7, A'raf, âyet: 27).

B. 1789. C. l, S. 73, B. 756 nın izahına bakınız.

B. 1801 den sonraki bahis. Sofilerde birisi, kendisinden önce gelip geçmiş birisinin ruhaniyetinden feyiz alır, bu suretle sülûk görürse bu adama "Üveysî" derler. Rivayete göre Üveys al-Karanî de H. Muhammed'i görmemiş, fakat onun ruhaniyetinden feyiz almıştır. Üveysi olanlar, sonradan bir şeyhten zahiren de nispet kazanmak şartıyla irşatta bulunabilirler. Ebülhasan-ı Harkani de Bayezid'in ruhaniyetînden feyiz almıştır. Bu zat Hicri 425 Muharremin onuncu günü vefat etmiştir (1033). Bayezit için C. l, S. 225, B. 2275 in izahına bakınız.

B. 1833 ten sonraki başlık. C. 2, S. 111, B. 1203 ün izahına bakınız.

B. 1851-1854. Sofiler, kalblerinde doğan ilâhî bilgiye, yahut keşfe "varidat-Tanrı'dan gelenler" derler. Onlarca erenlerin sözleri de vahiyden başka bir şey değildir. Hattâ nübüvveti, yani peygamberliği iki kısma ayırıp bir kısmını, "Nübüvvet-i teşriiye - şeriat kuruculuk peygamberliği", bir kısmına da "Nübüvvet-i tarifiye - şeriatı anlatan, Tanrı sırlarını bildiren peygamberlik" derler. Her velî ye bilhassa zamanın sahibi olan kutup, nü-büvvet-i tarifiye ile peygamberdir, fakat H. Muhammed'e hürmet ve şeriat edebine riayet bakımından peygamberim diye meydana çıkmaz. Bu inanışın ileri gidişinden veli, nebiden üstündür akidesi çıkmıştır. Nebide bir peygamberlik, bir de velilik vardır; peygamberlik Tanrı ile kul arasında vasıta oluştur. Bu bakımdan peygamber, peygamberliği itibariyle, halkla uğraşır. Halbuki velilik Hak'la olan muameledir. Bu yüzden peygamberin veliliği, peygamberliğinden üstündür diyenler olduğu gibi Şeyh-i Ekber diye anılan Muhiddin-i Arabi gibi "Hatem-i velayet" olduğunu iddia ederek veliliğinin, bütün peygamberlere feyiz verdiğini ve kendisindeki velayetin, H. Muhammed'in velayeti olup ondan ayrı olmadığını söyleyen ve âdeta peygamberlik iddiasına girişenler de vardır. Peygamberliği kisbî, yani sülûk ile kazanılır bir mertebe sayanları ve binaenaleyh H. Muhammed'in hâtem yani son peygamber oluşunu tevil edenleri bile bulunmuştur. Hicrî 587 de (1191) Haleb'de öldürülen Şeyh Şihabeddin-i Maktul de bu inanıştaydı. Mevlâna da bu beyitlerde Mesnevi'nin vahiy olduğunu söylüyor. Zaten altı cildin umumi dibacesi sayılan birinci cildin dibacesinde de bunu apaçık söylemektedir. "Menakıb al-Arifîn" de şöyle bir hikâye var: "Bir gün Sultan Veled buyurdu ki: Dostlardan biri babama şikâyette bulundu ve âlimler Mesnevi'ye neden Kur'an diyorlar diye benimle bahse girişti; ben de Kur'an'ın tefsiridir dedim, deyince babam bir lâhza susup sonra A sersem dedi, niçin olmasın? A eşek, niçin olmasın? A orospu kardeşi, niçin olmasın? Peygamberlerle velîlerin harfi zarflarda Tanrı sırlarının nurlarından başka bir şey yoktur ki. Tanrı sözü, onların, temiz gönüllerinden biter, ırmağa benzeyen dillerinden akar. İster Süryanî dilince olsun, ister Seb'al mesani dilince.. İster İbrani dilince olsun.. İster Arapça!" (Üçüncü fasıl) Bu kitapta buna benzer birçok hikâyeler vardır ki Mesnevi'nin, yazıldığı tarihten itibaren Tanrı vahyi olarak tanındığını gösterir. Mesnevi karileri, Mesnevi'nin sonunda, önce "Ululuk sırlarını keşfeden Mevlâna'mız böyle buyurdular" demek olan:
İnçünin fermûd Mevlânâ-yı  mâ
Kâşif-i esrârhâ-yı kibriyâ

beytini  okuyup  sonra  1852  nci  beyti  okumak suretiyle dersi bitirirler (Gülşen-i Râz S. 29, B. 339-340 ın ve S. 31-34, B. 394-571 in izahlarına da bakınız).

B. 1855. C. l, S. 130, B. 1331 e bakınız.

B. 1857. C. 3, S. 432, B. 4467 ye bakınız.

B. 1890. C. l, S. 104, B. 1006 ya bakınız.

B. 1947. "Ahmak benim düşmanımdır, akıllı da dostum" mealinde bir hadis rivayet edilmişti.

B. 2006-2011 "De ki: Ey Tanrı'dan inen kitaplara uyanlar, ey yahudi ve hıristiyanlar, gelin aramızda ve aranızda bir ve ayni olan söze... o söz de şudur: Tanrı'dan başkasına tapmayalım, ona hiçbir şeyi şerik koşmayalım, Tanrı'dan başka bazımız, bazımızı rab tanımayalım. İnanışlarını bırakırlar da sana uyarlarsa şahadet  ederiz  biz Müslümanız demeleri gerektir" sure: 3 (Al-i İmran, âyet: 64); "De ki: Gelin, Rabbiniz size neyi haram etti, okuyalım..  Rabbiniz, size ona hiçbir şeyi şerik  etmemenizi, anaya  babaya  ihsanda bulunmanızı, yoksulluk korkusuyla evlâdınızı öldürmemenizi emretti..." Sure: 6 En'âm, âyet: 151.

B. 2023. C. l, S. 355, B. 3576 ya bakınız.

B. 2059. C. l, 330, B. 3565 in izahına bakınız.

B. 2082. Kur'an'ın 53 üncü suresi, "Yıldıza, kavuştuğu ve ufka indiği zaman yani seher çağına andolsun ki sahibiniz, yani Muhammed sapıtmadı da azmadı da" diye başlar. İlk âyet "Vennecmi" diye başladığı için bu sureye "Necim suresi" denmiştir. 80 inci sure de "Abese yüzünü ekşitti ve çevirdi, kör gelince..." diye başladığından "Abes suresi" diye anılır. C. 2, S. 191-192, B. 2067-2094 ün izahına bakınız.

B. 2097. C. l, S. 122, B. 1241 in izahına bakınız.

B. 2098 C. l, S. 38, B. 392 nin izahına bakınız.

B. 2099. C. 2, S. 99, B. 1073 ün izahına bakınız.

CİLT 4  (2101 - 2800 Beyitler)

Cafer-i Tayyar, o şaraptan sarhoş oldu da elini, ayağını feda etti!

Tanrı sırrını kutlasın,Ebuyezid’in “Kendimi tenzih ederim..şanım,zuhurum ne de uludur”demesi..dervişlerin itirazı,Bayezid’in onlara sözle değil de hakikati göstererek cevap vermesi

   O muhteşem fakir Bayezid, dervişlerine “İşte Tanrı benim” dedi.
O fenlere sahip er, sarhoşça apaçık “Benden başka Tanrı yoktur...bilin de bana tapın” buyurdu.
O hal geçince sabahleyin “Sen böyle dedin... bu doğru değil” diye kendisine söylediler.

2105. Dedi ki: “Bunu bir daha dalar da söylersem hemen o anda beni bıçaklayın!
Tanrı, tenden münezzehtir... benimse tenim var. Böyle söylediğim zaman öldürülmem lazım!
O hür er, bu tavsiyede bulununca her derviş bir bıçak hazırladı.
Bayezid, yine o koca kadehi dikip sarhoş oldu... tavsiyeleri aklından çıktı.
Meze geldi... aklı avare oldu; sabah geldi, mumu çaresiz kaldı!

2110. Akıl şahneye benzer... sultan gelince biçare şahne bir bucağa büzüldü!
Akıl Tanrı gölgesidir, Tanrı güneş... gölge, güneşe karşı dayanır, durabilir mi hiç?
Peri ve cin, insana üstün olunca insandaki insanlık sıfatı kaybolur...
Ne söylerse o peri söyler...cin tutmuş adam söyler ama hakikatte o sözler, cinindir, perinindir!
Perinin bile yolu yordamı böyle olursa o perinin Tanrı’sı nasıl olur?

2115. Varlığı gider insan peri kesilir...ilhama nail olmayan Türk arapça konuşmaya başlar!
Fakat kendine gelince hiçbir lûgat bilmez. Peri de bile böyle bir varlık, böyle bir sıfat olduktan sonra,
Artık perinin ve insanın Tanrı’sı, nasıl olur da periden aşağı olur?
Aslanı bile tutacak derecede sarhoş olup yiğitleşen kişi, kalkar da erkek aslanın sütünü emerse sen artık bu işi o yapmadı, şarap yaptı dersin!
Eski altınlardan söz düzer, mükemmel söz söylerse yine dersin ki o sözü de şarap söylemiştir!

2120. Şarapta bile bu zor, bu kuvvet olursa Tanrı nurunda olmaz mı hiç?
Tanrı nuru, seni tamamı ile senden alır... sen aşağılarsın, onun sözü üstün olur.
Kuran, gerçi Peygamber’in dudağından çıkar ama kim Tanrı söylemedi derse kâfirdir.
Kendinden geçiş hüması uçmaya başlayınca Bayezid yine o söze koyuldu.
Aklı şaşkınlık seli kaptı götürdü... o sözü evvelce söylediğinden daha zorlu söyledi.

2125. “Hırkamda, varlığımda Tanrıdan başka bir şey yok... yerde gökte nice bir arayıp durursun?” dedi.
Dervişler deli divane oldular... bıçaklarını tertemiz bedenine sapladılar.
Her biri Girdekûh mülhitleri gibi pervasızca pirlerine bıçak saplamaya koyuldular.
Fakat şeyhe kılıç vuranın kılıcı, tersine dönüyor kendisini yaralıyordu.
O hünerli şeyhin vücudunda bir eser bile görünmüyordu. Fakat dervişler perişan oldular, kanlara battılar.

2130. Boynuna bıçak saplayanın kendi boynu kesildi, ağlaya inleye yıkılıp öldü.
Göğsünü yaralayanın göğsü yarıldı, ebedi bir surette geberip gitti.
O sahipkıranın mertebesini bilen ise onu yaralamaya hiç yeltenmedi, böyle şeye gönül vermedi.
Yarı aklı onun elini bağladı; canını kurtardı... yoksa oda kendisini perişan ederdi.
Sabah oldu o dervişler eksilmişti... evlerinden bir feryat-ı figan yüceldi.

2135. Bayezid huzuruna binlerce kadın, erkek üşüştü. Dediler ki: “Ey iki alemi de gömleğe sığdıran er!
Senin şu bedenin insan bedeni olsaydı insanların bedenleri gibi hançer yaraları ile mahvolur giderdi.
Kendisinden olan kendinden geçmişe gelip çattı... kendisinde olan, kendi gözüne diken batırdı.
Ey kendinde olmayanlara Zülfikar vuran, aklını başına al, o Zülfikarı sen, kendi kendine vurmaktasın.
Çünkü, kendinden gecen fânidir,kurtulmuştur... ebedi olarak emniyet bucağında oturur.

2140. Sureti fânidir; o bir ayna kesilmiştir... o aynada başkalarının yüzünden gayrı bir şey görünmez.
Tuh der tükürürsen kendi yüzüne tükürmüş olursun... aynaya vurursan yine kendine vurursun.
Orada çirkin bir surat görürsen gördüğünde sensin... İsa ve Meryem’i görürsen yine gördüklerin senden ibarettir.
O ne budur, ne o... her şeyden arı durudur... yalnız senin önüne senin suretini kor.
Söz buraya gelince dudak yumuldu... kalem buraya gelince kırıldı, durdu!

2145. Fasahat el verdi ama dudağını yum, sus; Tanrı, doğruyu daha iyi bilir!
Ey daimi sarhoş, sen dam kenarındasın... ya otur, ya aşağıya in vesselam!
Ne vakit muradına erersen o hoş zaman dam kıyısına gelişindir, böyle bil bunu.
İyi zamanda kork... o zamanı define gibi sakla, açığa vurma.
Açığa vurma da sevgiye ansızın bir bela gelip çatmasın... kendine gel de o gizlilik yerinde korka korka yürü.

2150. Neşeli zamanda neşenin geçip gitmesinden korkarsın... işte bu, gayp damından canın göçüp gitmesidir.
Sır damının kenarını, sen görmüyorsun ruh görüyor da tir tir titriyor.
Ansızın gelip çatan her belâ, neşe damının korkuluğu kıyısında gelip çatmıştır.
İnsan, damın kenarında olmadıkça düşmez Nuh ve Lût kavimlerine bak da ibret al.

O boşboğazın Rasul aleyhisselâm huzurunda fasih söz söylemesinin ve çok konuşmasının sebebi

   Peygamber’in  hadsiz sarhoşluğundan o aptala bir ışık vurmuş, onu neşelendirmiş, sarhoş etmişti.

2155. Neşesinden çok konuşmaya başladı. Sarhoş, ebedi bırakır, baş aşağı düşer!
Fakat her yerde kendinden geçen, kötülük etmez... şarap zaten edepsiz olanı edepsiz eder.
Şarap içen akıllıysa daha ziyade akıllı olur... kötü huylu ise büsbütün berbat bir hale gelir.
Fakat insanların çoğu kötü ve ahlâksız olduğundan şarabı herkese haram ettiler.

Rasul aleyhisselâm’ın Huzeyl kabîlesine mensup olan genci ihtiyarlara,tecrübelilere üstün tutup seçmesinde ve başbuğ yapmasındaki sebep

   Hüküm üstünündür halkın çoğu da kötüdür; bu yüzden kılıcı yol kesicilerin elinden aldılar.

2160. Peygamber dedi ki: Ey işin dış yüzünü gören, sen onu genç ve hünersiz görme.
Nice kara sakallı ihtiyarlar vardır... nice de gönülleri, zift gibi kapkara ak sakallılar.
Onun aklını defalarca denedim... o genç işlerde ihtiyarlık etti.
İhtiyar, akıl ihtiyarıdır oğlum... saçın, sakalın ağarmasıyla adam, adam olmaz.
İblis’ten daha ihtiyar kim var? Fakat değil mi ki aklı yok, hiçbir şeye yaramaz.

2165. Birisi çocuktur ama İsa nefesli, gururdan, hevesten arınmış olursa ona nasıl çocuk diyebilirsin?
Saç ağarması, ancak gözü bağlı ve kısa görüşlü kişiye göre pişkinlik alâmetidir.
O mukallit, alâmet olarak delilden başka bir şey bilmediği için daima buna yol arar.
Onun için bir işe girişeceksen o pire danış dedi.
Çünkü o, taklit perdesinden çıkmış kurtulmuştur da ne varsa her şeyi Tanrı nuru ile görür.

2170. Onun pak nuru delilsiz, beyansız deriyi yırtar, içi meydana çıkarır.
Yalnız dışı görene göre kalp nedir, geçer altın ne? Hurma sepetinde ne var? O bilir.
Nice altınları, hasetçi hırsızların elinden kurtulsun diye dumanla karartmışlardır.
Nice bakırlar vardır ki aklı kıt olanlara satsınlar diye onları altın suyuna batırmışlar, altın yaldızla yaldızlamışlardır.
Biz bütün ülkelerin iç yüzünü görenleriz... gönlü görürüz, dış yüzüne bakmayız biz!

2175. Zâhirin etrafında dönüp dolaşan kadılar, zâhiri görünüşe göre hükmederler.
Birisi şahadet getirdi, imanını gösteren bir şey yaptı mı bunlar, derhal o adamın mümin olduğuna hükmederler.
Bu suretle de nice münafıklar, zâhire sığınmışlar... böylece de yüzlerce iman sahibinin kanını gizlice dökmüşlerdir.
Çalış çabala da akıl ve din piri ol... bu suretle aklı kül gibi iç âlemini gör.
O güzelim akıl, yokluktan yüz gösterince Tanrı ona bir elbisedir giydirdi, binlerce de ad taktı.

2180. Bu güzel adların en aşağısı işte şu: O, hiç kimseye muhtaç değildir.
Akıl bir kere yüz gösterse, suretini şu âleme izhar etse gündüz bile, onun nuruna karşı kapkaranlık kalırdı.
Ahmaklık da meselâ, meydana çıkıverse gecenin karanlığı, onun yanında apaydın kalır.
Çünkü o, geceden daha karanlıktır, daha karadır.Fakat ne fayda? Kötü yarasa karanlıların satın alır.
Yavaş, yavaş gündüzün ışığına alış... yoksa yarasa gibi nura kavuşmaz, kalakalırsın!

2185. Yarasa nerede bir güçlük, bir müşkül varsa orasını sever... nerede bir devletlinin ışığı yanıyorsa oraya düşman kesilir.
Bilgisi görgüsü daha fazla görünsün diye gönlü daima müşküller arar.
O her müşkülle seni oyalar... kendi kötü tabiatına karşı gaflete daldırır.

Tam akılıyla yarı akıllının..tam adamla yarı adamın  ve hiçbir şey olmayan mağrur kötü kişinin alâmetleri

   Akıllı ona derler ki elinde meşalesi vardır... kafilenin önünde gider, onlara kılavuzluk eder.
O önde giden kendi nuruna uymuş, onun ardına düşmüştür... o kendinden geçmiş bir halde yola düşüp giden, kendisine tabidir.

2190. O kendisine inanmıştır... sizde onun canının yayıldığı nura,o nur âlemince inanın.
Yarım akıllıda kendisine bir akıllıyı göz etmiş, göz diye bu akıllıyı bilmiş tanımıştır.
Körün kendisini yedene sarılması gibi ona el atmıştır... bu suretle onunla göz sahibi olmuş,çevikleşmiş ululaşmıştır.
Bir arpa ağırlığınca bile aklı olmayan eşeğe gelince: Hem aklı yoktur, hem akıllıyı terk etmiştir.
Az,çok... bir yol da bilmez. Fakat yine de bir kılavuzun ardına düşmekten sıkılır, arlanıp utanır.

2195. Upuzun, uçsuz bucaksız çöllerde gâh topallayıp meyus olarak, gâh koşup yortarak gider durur.
Bir kandil yoktur ki önünde tutsun, önünü görsün... hatta yarım bir ışık bile bulamaz ki ondan bir nur dilensin.
Aklı yoktur ki dirilikten dem vursun, yarım aklı bile yoktur ki ölsün, kendisini ölü bilsin.
O akıllıya karşı tam bir ölü hale gelsin de kendisini aşağılık yerden dama yüceltsin!
Tam aklın yoksa kendini ölü hale getir... sözü diri bir akıllıya sığın.

2200. Böyle olmayan adam diri değildir ki İsa’ya hemdem olsun... ölü değildir ki İsa’nın ölüleri dirilten nefesine mazhar olsun.
Kör canı her yana adım atar, sıçrar durur ama bir türlü kurtulamaz.

Gölcük,gölcükte balık avlayanlar,birisi akıllı,öbürü yarı akıllı,üçüncüsü de mağrur,aptal,gafil ve değersiz üç balıkla âkıbetleri

   A inatçı, bu, içinde üç büyük balık bulunan gölcüğün hikayesine benzer.
“Kelile” de okumuşsundur ama o kabuktan ibarettir, bu anlatışımızsa canın ta içidir.
Birkaç balıkçı, o gölcüğün yanından geçtiler, o balıkları gördüler.

2205. Derhal koşup ağ getirmeye gittiler. Balıklar bunu anladılar...
İçlerinden akıllı olan yola düştü; hiç de gidilmesi istenmeyen o güç yola yürüdü.
Bunlarla danışmayayım dedi türlü, türlü fikirlerde bulunur, azmimi gevşetirler.
Yurtlarının sevgisine kapılırlar; tembellikleri, bilgisizlikleri bana da sirayet eder.
Danışmak için bir iyi ve diri kişi lâzım ki seni de diriltsin, fakat nerede öyle bir diri?

2210. Ey yolcu yolcuyla danış, kadınla değil... çünkü kadının reyi seni topal eder.
Vatan sevgisinden dem vurma; durma,yürü... vatan oradadır, burada değil canım efendim!
Vatan istiyorsan ırmağın o tarafına geç... bu doğru hadisi eğri ve yanlış okuma!

Abdest alanın yıkadığı uzuvlarda dua okunmasının sırrı

   Hadiste abdest alınırken yıkanan her uzuv için ayrı dua rivayet edilmiştir.
Burnunu yıkar, burnuna su çekerken gani Tanrıdan cennet kokusu iste.

2215. İste de bu koku, seni cennete çeksin götürsün... gül kokusu gül bahçesinin delilidir.
Apdest bozduktan sonra yıkanırken de okunacak virt edilecek dua şudur: Yarabbi sen beni bu pislikten arıt.
Benim elin buraya yetişti, burasını yıkadı... elim canımı yıkamada gevşek.
Adam olmayanların canları, ihsanınla adam olmuştur... canlara erişen, senin lütuf ve kerem elindir.
Ben aşağılık bir kişiyim... buna kudretim yetişti. Ey kerem sahibi Tanrı, arıtmaya kudretim olmayan iç pisliğimi de sen temizle!

2220. Rabbim ben pislikten derimi yıkadım, arıttım... içimi de hâdiselerden sen yıka, arıt!

Birisinin abdest bozduktan sonra yıkanırken,temizlenirken okunacak olan “Tanrı’m,beni tövbeedenlerden ve iyice temizlenenlerden et” duasını okuyacak yerde abdest alırken burna su verildiği sırada okunan “Tanrı’m sen bana cennet kokusunu koklat”duasını okuması ve duyan bir azizin dayanamaması

   Birisi apdest bozduktan sonra temizlerken “Yarabbi, beni cennet kokusu ile eş et” diye dua etti.
Birisi duyup dedi ki: “Güzel dua ettin ama deliği kaybetmişsin!
Bu dua, apdeste burna su verilirken okunacak dua... sen burun duasını oturak yerini yıkarken okuyordun!”
Hür kişi cennet kokusunu burnundan duyar... hiç oturak yerinden cennet kokusu gelir mi?

2225. Ey aptal kişilere karşı alçaklık gösterip de padişahlara karşı ululanan,
O ululuk, aşağılık adamlara karşı olursa güzeldir, iyidir... fakat kendine gel, tersine hareket etme; bu, senin yolunu bağlar!
Gül, burun için bitti,yetişti... a hoyrat adam koku almak burnun işidir.
Ey yiğit, gül kokusu burun içindir... bu aşağıdaki delik, o kokunun yeri değildir.
Hiç buradan sana cennet kokusu gelir mi? Sana koku lazımsa yerinden ara!

2230. Bunun gibi “Vatanı sevmek imandandır” hadisi de doğru ama hocam, önce iyice vatanı tanı!
O akıllı balık dedi ki: Bir yol bulayım da gönlümü şunlarla danışmadan, şunların reyine uymadan çekip çevireyim.
Kendine gel şimdi danışma zamanı değil; yola düş... Ali gibi kuyuya ah et.
O ahın mahremi pek azdır... geceleri git, hem de bekçi gibi gizlice yürü.
Bu gölcükten denize doğru git... denizi ara, şu girdabı bırak.

2235. Göğsünü ayak yaptı da yola düştü... çekingen balık, o tehlikeli yerden ta nur denizine kadar yürüdü, denize ulaştı.
Ardına köpek düşen ceylan, hayatından bir damar bile kalsa koşar ya... işte o da onun gibi koşmaktaydı.
Artık köpek varken tavşan uykusuna dalmak hatadır... zaten korkan adamın gözüne uyku girer mi?
O balık gitti deniz yolunu tuttu... pek uzun olan o yola düştü.
Bir hayli zahmetler çekti, fakat sonun da emniyet ve afiyet makamına yetişti.

2240. Kendisini uçsuz bucaksız, hiçbir yandan kıyısı görünmez denize attı.
Derken balıkçılar ağ getirdiler... yarı akıllının neşesi bozuldu, ağzının tadı kaçtı.
Dedi ki: Eyvahlar olsun..Fırsatı fevtettim, nasıl oldu da o yol gösterene arkadaş olmadım?
O ansızın gitti... gitti ama benim de hararetle ardına düşmem gerekti.
Fakat geçene acınmak hatadır... gitti mi gitti gider! Gayrı onu anmanın hiçbir faydası yoktur!

Tutulan kuşun,geçmiş zamana pişman olma,içinde bulunduğun vaktin kıymetini bil,bundan istifadeye çalış,pişmanlıkla vakit geçirme diye nasihati

2245. Birisi hileyle tuzağına bir kuş düşürdü. Kuş, ona dedi ki: Ey ulu hoca.
Sen birçok öküzler, koyunlar yedin... birçok develer kurban ettin.
Dünyada onlarla bile doymadın... benimle de doymazsın sen!
Beni bırak da sana üç öğüt vereyim... bak bakalım aptal mıyım, akıllı mıyım?
Birinci öğüdü elimdeyken vereyim, ikincisini samanla karışık balçıktan yapılma damının üstünde.

2250. Üçüncüsünü de ağacın üstünde veririm... bu üç öğütle bahtın iyileşir.
Elindeyken vereceğim öğüt şu: Olmayacak söze kim söylerse söylesin inanma.
Bu ulu öğüdü elindeyken verip azat oldu, duvarın üstüne konup,
Dedi ki: Geçmiş gitmiş şeye gam yeme... fırsatını kaybettin mi üzülme artık!
Sonra “Şu küçücük bedenimde on dirhem ağırlığında paha biçilmez bir inci var.

2255. Seni de oğullarını da devlete eriştirdi... o inci senin hakkındı...
Fakat kısmetin değilmiş, kaçırdın... öyle bir inci dünyada bulunmaz” dedi.
Adam gebe kadın doğururken nasıl feryat ederse öyle bağırmaya başladı.
Kuş dedi ki: Sana geçmiş şeye gam etme diye nasihat etmedim mi,
Mademki geçip gitti, neden gam yersin? Ya öğüdümü anlamadın, yahut da sağırsın sen.

2260. Sonra bir de sana sapıklığa düşme olmayacak söze sakın inanma demedim mi? Bu ikinci öğüdüm değil miydi?
Ben, kendim üç dirhem gelmem aslanım... içinde on dirhemlik inci nasıl bulunur?
Adam, bu söz üzerine kendine geldi, hadi dedi... o üçüncü güzel öğüdü de ver bakalım!
Kuş dedi ki: Evet. Allah için o ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü sana bedava söyleyeceğim ha!
Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır.

2265. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez... ey öğütçü, ona hikmet tohumunu pek saçma.

O yarı akıllı balığın kurtulmak için bir çare düşünmesi ve kendisini ölü göstermesi

   Öbür balık, o belâ çağında aklının gölgesinden ayrı düştü de dedi ki:
O, denize vardı, gamdan azat oldu... ben öyle bir iyi arkadaştan ayrıldım.
Fakat artık onu düşünmeyeyim de kendi kendime bir çare bulayım... şimdi kendimi ölü göstereyim ben...
Suyun üstüne çıkıp karnımı yukarıya, sırtı mı aşağıya verip kendimi salı vereyim... su, nereye götürürse gideyim.

2270. Yüzen kişi gibi değil de âdeta bir saman çöpü gibi su üstünde sürükleneyim.
Kendimi ölüye benzetip suya bırakayım... ölümden önce ölmek, azaptan kurtuluştur.
Ey yiğit ölümden önce ölmek emniyettir... bize Mustafa böyle buyurdu.
Dedi ki: Size ölüm, sınamalarla gelmeden hepiniz ölün.
Balık, gûya öldü, karnını yukarıya çevirdi... su, onu gâh yukarıya çıkarıyor, gâh aşağıya alıyordu.

2275. Balıkçıların her biri eyvah dediler... en iyi balık öldü... hepsi de pek kederlendi.
Balık onların eyvah demelerinden sevindi... bu oyunla kılıçtan kurtuldum galibi dedi.
Balıkçının biri onu yakaladı... tuh yazıklar olsun deyip fırlattı, toprağa attı.
Balık çırpına çırpına gizlice suya fırladı gitti. Öbür ahmak, ıstıraplar içinde kalakaldı.
O ahmak sıçrayıp kilimini kurtarmak için sağa sola çırpındı durdu.

2280. Fakat avcılar ağı attılar... ağın içinde kaldı; ahmaklık onu ateşe attı.
Ateş üstünde tava içinde ahmaklıkla eş oldu.
Ateşin hararetiyle kızıp kaynadıkça akıl ona “sana hiç korkutucu bir zat gelmedi mi?” diyordu.
O da, o işkencenin, o belânın içinde kâfirlerin canları gibi “Evet, geldi” demekteydi.
Sonra da eğer bu sefer, şu boynumu kıran mihnetten kurtulursam,

2285.Denizden başka yerde yurt tutmam... bir gölcükte oturmam artık.
Uçsuz bucaksız bir su ararım da emin olayım... ebediyen emniyet ve sıhhat içinde ömür süreyim diyordu!

Ahmağın,bir belâya uğrayıncanadim olup ahdetmesinde bir vefa yoktur.”Onlar tekrar dünyaya döndürülseler yapmayın diye nehyolundukları şeyleri yapmaya başlarlardı yine..onlar yalancılardır.”suphukâzibin vefası olamaz!

   Akıl, ona diyordu k: Ahmaklık, seninle değil mi? Ahmaklıkla ahde vefa edilmez.
Ahitlerde vefa etmek, akılla olur... sense aklın yok a eşek değerli!
Akıl, ahdini hatırlar... akıl, unutkanlık perdesini yırtar.

2290. Aklın olmadı mı unutkanlık, sana hakim olur... sana düşmanlık eder, tedbirini bozar.
Aşağılık pervane, aklının azlığından kendini ateşe vurur... ateş, ateşin yakıcılığı, ateşin sesi, aklına bile gelmez.
Fakat kanadı yandı mı tövbe eder ama hırsı ve unutkanlığı yine onu ateşe atar.
Bir şeyi kavramak, anlamak, hıfzetmek ve hatırlamak, aklın işidir... akıl bunların derecesini yüceltir.
İnci olmayınca parlaklığı nasıl olur da bulunur? Hatırlatan olmayınca adam, o işten nasıl kaçınır?

2295. Bu vakitsiz istek de sahibinin akılsızlığındandır. Çünkü ahmaklığın nasıl bir huyu vardır? Göremez ki!
O, nedamet zahmetinin sonucudur... define gibi aydın olan aklıdan gelmez.
Zahmet geçti mi o nedamet de yok olur gider... o tövbe ve nedamet, toprak değerinde bile değildir.
O nedamet, gam ve elem karanlığı yüzünden yükünü bağladı... fakat gündüz geldi mi gecenin sözünü mahveder!
O gam karanlığı gitti de hoşluk vakti geldi mi gönülden de onun neticesi, o derdin doğurduğu nedamet geçip gider!

2300. O adam, tövbe eder ama akıl piri ona “Tekrar dünyaya döndürülseler yine yapma denen şeylere bulaşırlar. Onları yaparlar” diye bağırıp durur.

Vehim aklın zıddır,onunla savaşır durur..ona benzer ama o değildir..akla sahibolan Musa aleyhsselâm’ın vehim sahibi olan Firavun’la soru ve cevabı

   Ey yiğit, akıl, şehvetin zıddıdır... şehveti dokuyan akla akıl deme.
Şehvete mağlûp olana vehim de... vehim, halis akıllar altınının kalpıdır.
Vehimle akıl, mihenk olmadıkça meydana çıkmaz. Her ikisini de hemen mihenge vur.
Bu mihenk de Kur’an’dır. Peygamberlerin halidir... mihenk kalpa gel der.

2305. Gel de benim yüzümden ne hale girdiğini gör... çünkü sen benim ne inişimin ehlisin ne çıkışımın!
Aklı bir testere ikiye biçse o ateşteki altın gibi yine gülümser.
Vehim, âlemleri yakan Firavundur; akıl, canları parlatan aydınlatan Musa’nındır.
Musa, yokluk yoluna gitti... Firavun, ona dedi ki: Sen kimsin?
Musa, ben akılım... ululuk ıssı Tanrının elçisiyim... Tanrının ulu bürhanıyım, azgınlıktan insana emniyet veren kişiyim ben!

2310. Firavun dedi ki: Sus, huyluyu bırak da sen bana eski adını söyle!
Musa dedi ki: Benim nispetim, Tanrı’nın şu toprak yurdunadır... asıl adım da onun kullarının en aşağısı.
Ben o Tanrı’nın kulunun oğluyum... onun cariyesiyle kulundan doğmuşum.
Asıl mensup olduğum topraktır; su ve balçıktır... Tanrı suya toprağa canla gönül vermiştir.
Bu toprak bedenimin dönüp gideceği yer de yine topraktır... senin gideceğin yer de topraktır a mağrur.

2315. Bizim de bütün serkeşlerin de aslı topraktır. Hepimiz topraktanız... buna da yüz türlü nişane var.
Bedenine topraktan yardım gelmededir... boynun topraktan biten gıdalarla düzelip kalınlaşmadadır.
Can gitti mi beden o korkunç, mezar da toprak olur gider.
Sen de, biz de, sana benzeyenlerde hep toprak olurlar... senin mevkiin rütben de kalmaz.
Firavun dedi ki: Bundan, bu soydan başka bir adın daha var senin... sana ne ad daha âlâ yaraşır.

2320. Firavunun kulu kullarının kulu... bedeni, canı, önce onun nimetleriyle beslenip yetişen kul.
Âsi, azgın ve pek zalim kul... kötü işi yüzünden yurttan kaçan kul.
Kanlı katil, gaddar,hak bilmez kul... artık sen bu sıfatlara bak da var kıyas et nesin?
Gariplikte hor, yoksul, çıplak bir kul, öyle bir kul ki ne bizim hakkımızı tanır,ne bize şükreder.
Musa şöyle cevap verdi: Hâşa... o padişaha, padişahlıkta kimse şerik olamaz.

2325. Mülk ve devlette tektir, eşi yok. Kullarına ondan başka başbuğ yoktur.
Halkına ondan başka kimse sahip değildir. helâke düşmüş kişiden başka kimse ona şeriklik davasına kalkışamaz.
Beni nakşeden, bana bu sureti veren odur; nakkaşım odur benim... başkası bu dâvaya kalkışırsa zalimdir.
Sen benim kaşımı bile yaratmaya kadir değilsin... böyleyken nasıl olur da beni yarattığını söyleyebilirsin?
Asıl o gaddar, o azgın sensin ki Tanrıya şerik olmak davasına düşmüşsün.

2330. Ben bir kötü kişiyi öldürdüysem ne nefsime uyduğumdan öldürdüm, ne de eğlence için!
Ben bir yumruk indirdim o da derhal ölüverdi... zaten canı yoktu can verdi geberdi gitti.
Ben bir köpek öldürdüm... fakat sen peygamber oğullarını, yüz binlerce suçsuz, ziyansız çocukları öldürdün ya!
Onları öldürdün; hepsinin kanı senin boynundadır... bakalım hele, bu kan içmeden başına neler gelecek?
Yakup soyunu öldürdün... maksadın da hep beni öldürmekti, bunu umuyor, bunu istiyordun sen!

2335. Tanrı, seni kör etti de beni seçti... nefsinin pişirip kotardığı hile, baş aşağı geldi.
Firavun dedi ki: Bunları bırak hele... şüphesiz benim hakkım, tuz ekmek hakkı buydu ha!
Beni halkın önünde rezil rüsvay edesin... aydın günü gönlüme karartasın... sen de olan hakkıma karşılık yapacağın bumu senin?
Musa, kıyamet gününün horluğu daha güçtür... hayırda, şerde bana riayet etmezsen kıyamette halin bundan beter olur.
Bir pirenin acısına tahammülün yok; yılanın acısına nasıl tahammül edeceksin?

2340. Görünüşte senin işini yıkıyorum ama bir dikeni gül bahçesi haline getiriyorum dedi.

Yapılma yıkılmadadır; topluluk dağınıklıkta; düzeltme kırılmada.. murat muratsızlıktadır; varlık yoklukta. Her şey, buna benzer.. öbür zıtlar ve eşlerde hep bunlar gibidir.

   Birisi geldi yeri bellemeye, sürmeye başladı. Aptalın biri dayanamayıp feryat etti.
Dedi ki: Bu yeri neden yıkıyorsun... neden yarıyor dağıtıyorsun?
Adam dedi ki: A ahmak, yürü git... benimle uğraşma! Sen, yapılmayı yıkılmada bil!(189.sayfa-223.sayfaya kadar bulunamadı)
Bu yer, böyle çirkin ve yıkık bir hale gelmedikçe nasıl olur da olur da gül bahçesi, buğday tarlası haline gelir.

2345. Düzeni alt üst olmadıkça nasıl olur da bostanlık, ekinlik olur; mahsul ve meyve yetiştirir?
Yarayı neşterle deşmedikçe iyileşir onulur mu hiç?
Ahlatın, ilaçla yıkanmadıkça hastalığın nasıl geçer, nasıl şifa bulursun?
Terzi kumaşı paramparça eder... bir kimse çıkıp da o sanatını bilen terziye,
Bu canım atlası neden bu hale getirdin... neden kestin; ben kesik kumaşı ne yapayım der mi?

2350. Her eski yapıyı yaparlar, yenilerlerken eski yapıyı yıkmazlar mı?
Marangoz, demirci ve kasap da bunun gibi yıkıp yakıp harap etmezler mi?
O halileyi, belileyi dövmek, onları adeta telef etmek, bedenin yapılmasıdır.
Buğdayı değirmende ezmeseydin ondan ekmek yapabilir miydi.. bizim soframızı bezeyebilir miydi?

Musa' nın, lanet olasıca Firavun' a cevap vermesi

   A balık, yediğim tuz ekmek, seni ağından kurtarmak için beni böyle uğraştırıyorsun ya!

2355. Musa’nın öğüdünü kabul edersen sonu kötü olan böyle bir oltadan kurtulursun!
Kendini hayli zamandır heva ve hevese kul, köle ettin... yeter artık! Küçücük bir kurdu ejderha haline getirdin.
Ben de senin ejderhana karşı ejderha getirttim... onunla anbean seni ıslah etmek niyetindeyim.
Onun nefesi, bunun nefesiyle tutulsun... ejderham, o ejderhayı mahvetsin!
Eğer razı olursan iki yılandan da kurtulursun... yok, razı olmazsan o ejderha, canını kökünden siler süpürür, seni mahveder!

2360. Firavun dedi ki: Pek usta bir büyücüsün... bu ülkeye bir ikiliktir saldın.
Gönlü bir olan halkı iki bölüğe ayırdın... öyledir; büyücülük, dağa, taşa bile tesir eder... onları bile yarar, yıkar.
Musa şöyle cevap verdi: Ben, Tanrı emirlerine gark olmuşum... hiç Tanrı adı ile büyücülük görülmüş şey midir?
Büyücülüğün temeli gaflettir, kafirliktir... halbuki Musa’nın canı, din meşalesidir.
A çirkin, ben büyücülere benzer miyim? Nefesine Mesih bile haset etmededir benim.

2365. A cenabet, benim nerem büyücülere benzer? Kitaplar, canımda nurlanır, ışıklanır.
Fakat sen heva ve heves kanadı ile uçtuğun için benim hakkımda şüpheye düşüyorsun.
Kim hilebazlarla canavarların işini işlerse elbette kerem sahipleri hakkında şüphelenir.
Sen, bir alemin cüzüsün... ne olursan ol, mutlaka o alemin külünü kendi sıfatlarında görürsün sen, azgın herif!
Döndün de başın döndü mü gözüne ev de dönüyor görünür.

2370. Gemiye binersin; gemi hareket etti mi deniz kıyısını yürüyor görürsün!
Bir savaştan, bir çekişten canın daralırsa bütün dünyayı dar görürsün!
Dostların dilediği gibi hoşluğa erersen, gönlün hoş olursa bu alem, sana gül bahçesi görünür.
Nice kişiler, ta Şam' a Irak' a kadar gittiler de oralarda kafirlikten, münafıklıktan başka bir şey görmediler.
Nice kişiler, ta Hint ülkesine, Herat şehrine dek vardılar da oralarda alış verişten başka bir şey bulamadılar!

2375. Niceler, Türkistan’a, Çin’e vardılar da oralarda hileden, tuzaktan başka bir şey görmediler!
Sefere giden renkten, kokudan başka bir şey göremezse söyle ona: Bütün iklimleri dolaşsın; hep bunu görür.
Öküz Bağdat’a geliverir... bir ucundan öbür ucuna kadar şehri dolaşır...
Bütün o yaşayıştan, o güzelliklerden, o lezzetlerden ancak ve ancak sokaklardaki karpuz kabuğunu görür!
Öküzün yahut eşeğin seyrine layık olan şey, sokaklara atılan samanlarla yolarda biten otlardır!

2380. Tabiat mıhına kurumuş et gibi asılı kalan kişinin canı, sebeplere bağlanmıştı... bundan ötesini göremez.
Ey baş köşede oturan ulu kişi, sebeplerin kalktığı ova, Tanrının geniş yeryüzüdür.
Orada can, her an suret değiştirir... her an yeniden yeniye ve apaçık bir alem görür.
Fakat bir sıfata kapılmış, o sıfatla donup kalmış kişiye, cennette, cennet ırmaklarının kıyısında, olsa orası yine kötü ve çirkin görünür!

İnsanın her duygusu, başka şeyler duyar ve öbür duygunun duyduklarından bihaberdir.. nitekim her usta sanatkar da, başka bir sanatta usta olan sanatkarın sanatına acemidir, o sanattan bihaberdir. Fakat bir duygunun, öbür duyguların vazifesinden bihaber olması, öbür duyguların olmadığına delil değildir ki, her duygu öbür duygulara vazifesini, her sanatkar, öbür sanatkarların sanatını hal bakımından inkar eder. Eder ama, burada inkar eder demekteki maksadımız, o duyguyu, o sanatı bilmez demektir.

Cihanı görme çerçeven anlayışıncadır... pak kişilerin sence perde ardında olması, onları görmemen, pis duygundandır.

2385. Bir zaman duygunu görüş suyuyla yıka... sofilerin çamaşır yıkamaları budur, böyledir... bunu böyle bil.
Sen temizlendin mi perde yırtılır... pak kişilerin canları sana görünmeye başlar.
Bütün alem nurla, suretlerle dolsa o güzellikten ancak göz haberdar olur.
Gözünü yumar da bir güzelin zülfünü, yüzünü görmek için kulağını açarsan,
Kulak der ki: Ben sureti göremem... ancak suret, bir ses verirse o sesi duyarım.

2390. Bilirim, bilirim ama kendime ait olan şeyleri bilirim... bana ait şey de harften, sesten başka bir şey değildir.
Kendine gel, hadi ey burun... şu güzeli gör, desen imkanı yok; burunda bu kabiliyet yoktur.
Sana der ki: Mis, yahut gülsuyu olursa koklarım... benim işim budur, bilgim bu kadardır.
Ben o baldırı gümüşe benzeyen güzeli nasıl görürüm? Aklını başını devşir de yapamayacağım şeyi teklif etme bana!
İğri duyguda iğriden başka bir şey göremez... onun önüne ister eğri getir, ister doğru.

2395. Hocam şaşı göz bil ki tek göremez.
Sen de Firavunsun... tepeden tırnağa kadar hile ve riyadan ibaretsin... onun beni kendinden farklı görmemektesin.
A iğri görüşlü, sen bana kendi gözünle bakma, benim gözümle bak da biri, iki görme!
Bana, bir an olsun benim gözümle bak da varlıktan öte bir meydan gör.
Darlıktan da kurtul, addan, şöhretten de... aşk içinden aşk gör vesselam.

2400. Bil ki beden çerçevesinden kurtuldun mu kulağın da göz olur, burnun da.
O tatlı dilli padişah doğru söylemiştir: Ariflerin her kılı göz kesilir.
Göz evvelce göz değildi... o, rahimde bir et parçasından ibaretti.
Yağ parçası görmeye sebep olmaz oğlum... öyle olsaydı hiç kimse rüyada görülen şeyleri göremezdi.
Mesela şeytan ve peri de görür... fakat ikisinin gözünde yağ parçasına benzer bir şey yoktur.

2405. Nurun yağla ne münasebeti var? Fakat yaratıcı sevgi ihsan edici Tanrı bu münasebeti bağışlamıştır işte!
İnsan topraktan yaratılmıştır, fakat toprağa benzemez ki... cinlerin ateşle bir münasebeti yoktur; fakat onlar da ateşten yaratılmışlardır.
Perinin aslı ateştir; fakat dikkat edersen ateşe hiç benzemez.
Kuş, havadan yaratılmış olmakla beraber havaya nereden benzer? Tanrı, münasebeti olmayan şeylere münasebet verdi.
Bu feri’lerin asıllarıyla münasebeti vardır... Tanrı onlara bu münasebeti vermiştir; fakat bu münasebete akıl ermez, keyfiyeti bilinmez!

2410. İnsan hiçbir değeri olmayan topraktan meydana gelmiştir... fakat bu oğlun,babası ile ne münasebeti var?
Bir münasebeti varsa bile akıldan gizlidir, keyfiyetine akıl ermez; akıl nereden bu münasebeti izleyecek bulacak?
Yele göz vermemiş olsaydı Ad kavmini nasıl fark ederdi?
Mümini nasıl olur da düşmandan ayırt eder... şarabı, nasıl olur da testiden fark ederdi?
Nemrut’un yaktığı ateşe göz olmasaydı Halil’e nasıl olur da, kendisini zahmetlere sokup saygı gösterirdi?

2415. Nil’in gözü olmasaydı, görmeseydi, Kıpti ile İsrail oğullarını nasıl ayırt edebilirdi?
Dağda taşta görüş yoktu da nasıl Davut’a yar oldu?
Bu yeryüzünün can gözü yoktu da Karun’u neden öyle sömürüp yuttu?
Hannane direğinin gönül gözü olmasaydı o tek kişinin, o eşsiz erin ayrılığını görür müydü?
Kırık taşlar, görmeselerdi avuç içinde nasıl şahadet ederlerdi?

2420. A akıl, sen kanatlarını aç da “İza zülziletil arzu zilzaleha” suresini oku!
Kıyamet günü bu yeryüzü, görmeseydi iyiye kötüye nasıl şahadet ederdi ki?
Halbuki halini, kendisinde olan haberleri söyleyecek... yeryüzü bize sırlarını açacak.
Beni senin gibi bir padişaha göndermesi de bir delildir... gönderen bilir ki.
Böyle bir illete böyle bir ilaç lazım bu ilaç, o umulmaz yarayı kolayca iyileştirecek elbet.

2425. Bundan önce rüyalar görmüştüm... Tanrının beni seçip göndereceğini anlamıştın.
Ben elime asayı ve nuru alacak, senin gibi bir küstahın boynuzunu kıracaktım.
Bunun için kıyamet gününün sahibi olan Tanrı sana çeşit çeşit rüyalar gösteriyordu.
Bunlar senin kötü içine, azgınlığına layık rüyalardı. Bunların sana, senin haline tam uygun olduğunu bildirmek diliyordu.
Tanrı, sana bunları gösteriyordu ki onun hikmet sahibi ve her şeyden haberdar, aynı zamanda derman kabul etmez dertlerin dermanını ihsan eder bir Tanrı olduğunu bilesin.

2430. Fakat sen bu rüyaları tevile kalkıştın... kör ve sağır kesildin, bunlar; ağır uykudan meydana gelen hayaller dedin.
Doktorlarla müneccimler de kendilerinde olan nur pırıltısı ile tabirini gördüler, fakat tamahlarından hakikati söylemediler.
Kederlenmek, devletine bir gussa gelmek, senin devletinden, padişahlığından uzaktır.
Ya çeşitli gıdalardan, yahut yemekten insan, hep böyle rüyalar görür dediler.
Çünkü gördüler ki sen öğüt istemiyorsun, kaba ve hoyratsın, kan içicisin... yok, yoksul huylu değilsin!

2435. Padişahlar, bir iş için kan dökerler ama merhametleri kızgınlılarından üstündür.
Padişahın Tanrı huyuyla huylanması gerektir. Tanrının rahmeti, gazabından artıktır.
Şeytan gibi gazabının üstün olması gerekmez, öyle olursa hile yüzünden lüzum yokken kan döker!
Namussuzların hilmi gibi halim olması da doğru değildir... çünkü karısı da orospu olur cariyesi de!
Halbuki sen, gönlünü şeytan evi haline getirdin... kinini, kendine kıble yaptın.

2440. Keskin boynuzların nice ciğerleri deldi... işte şu asam, senin küstah boynuzunu kırdı!

Bu alemdekilerin, o alemdekilere saldırmaları, gayb aleminin sınırı olan nesillerine kadar hücum etmeleri, onların pusuda olmalarından gaflete düşmeleri.. zaten gazi de savaşa gitmezse kafirler, müslüman ülkesine ılgar eder, çapulda bulunurlar.

   Cisme mensup askerler, ruhanilerin kalelerine saldırırlar.
O taraftan tertemiz birisi gelmesin diye gayb derbendine hücum ederler.
Gaziler, savaşa pek gitmediler mi kafirler, yürür saldırılar.
Gayb gazileri, hilimlerinden sana saldırmazlar kötü gidişli.

2445. Gayb derbentlerine saldırdın... gayb erlerinin bu tarafa gelmemesini diledin!
Ata bellerine, ana rahimlerine pençe attın... kötülükle yolu kesmek istedin!
Ululuk ıssı Tanrının soy sop yetişmesi için açtığı ana yolu sen nasıl kapatabilirsin?
A inatçı, sen derbentleri tuttun ama körlüğüne rağmen, yine bir er çıktı işte.
İşte o çıkan er benim... senin maksadını yıkıp yakarım; tanrının adı ile senin adını sanını yok ederim!

2450. Sen var, derbentleri iyice tuta dur... ne vakte dek sakalına bıyığına gülüp duracaksın?
Kader bıyığını sakalını birer birer yolar... nihayet kadere karşı çekinmenin fayda vermediğini anlarsın.
Senin bıyığın sakalın mı daha kuvvetlidir, Ad’ın bıyığı sakalı mı? Onların nefesinden şehirler titrer dururdu.
Sen mi daha inatçısın Semud mu? Varlık alemine onlar gibisi gelmedi gitti.
Bunlardan yüz tanesini daha söylesem fayda yok; sen sağırsın... duyarın da duymazlıktan gelirsin!

2455. Söylediğim sözden tövbe ettim; tam senin ilacını yaptım.
Bu ilacı senin ham sakalına korum da pişer, yahut da yanar... sen de ebedi olarak yaralı kalırsın.
Bu suretle de bilirsin ki Tanrı, her şeyi bilir... her şeye, ona layık olan ilacı verir ey düşman.
Ne vakit bir eğrilik ettin, ne zaman bir kötülükte bulundun da onun ardından derhal layığını görmedin?
Ne zaman gökyüzüne bir nefes bir dua gönderdin de ardınca ona benzer bir iyilik gelmedi?

2460. Dikkat etsen, uyanık olsan her an, yaptığın işin cevabını görürsün!
Dikkat ederde ipe sarılırsan senin için kıyametin gelmesine hacet yok.
Remiz ve işareti gören kişiye açık söz söylemeye ihtiyaç var mı?
Bu bela sana aptallığından gelir... nükteleri remizleri anlamazsın!
Gönül kötülük yüzünden karardı da kapkara oldu mu artık anla... burada sersemleşmenin lüzumu yok!

2465.  Yoksa o karalık sana bir ok olur... sersemliğinin cezası sana erişir!
Ok gelmezse lütuf ve kerem yüzünden gelmez;   o kötülük görülmediğinden değil.
Kendine gel de eğer sana gönül gerekse dikkat  et... çünkü her işin ardından senin için bir şey meydana gelir!
Himmetin bundan fazla olursa dikkatle işin, daha yücelir!

İnsanın topraktan yaratılan bedenî, cevheri i yi bir demire benzer, ayna olmaya kabiliyeti vardır, onda  dünyada da cennet, cehennem, kıyamet vesaire görünür, hem de apaçık ve doğru olarak, hayal yoluyla değil!

   Sen de görünüşte kapkara bir demire benzersin ama kendini cilala, cilala!

2470. Bu suretle de gönlün, suretlerle dolu bir ayna kesilsin; ona her cihetten gümüş bedenli bir güzel aksetsin!
Demir gerçi karadır, nursuzdur... fakat cilalamak, ondaki karalığı giderir.
Demir cilalanır, yüzünü güzelleştirir.. bu suretle suretler onda görünebilir.
Topraktan yaratılan beden kabadır, karadır ama cila kabul eder, onu cilala!
Cilala da onda gayb şekilleri yüz göstersin., huri ve melek akisleri görünsün!

2475. Tanrı, bil ki sana bir akıl cilâsı vermiştir... onunla gönül yaprağı arınır, aydınlanır.
A binamaz, cilâlanmayı bırakmışsın da heva ve hevesinin iki elini de açmışsın!
Heva ve heves kapandı mı    cilâcının eli açılır.
Gayb aynası olan demirde bütün suretler görünür.
İçini kararttın, paslattın, işte "Yeryüzünde fesada çalışırlar" âyetinin mânası budur!

2480. Şimdiye kadar böyle hareket ettin durdun, artık böyle harekette bulunma., suyu kararttın, daha ziyade karartma!
Bulandırma da bu su durulsun., o suyun içinde ay ve yıldızları tavaf eder gör!
Çünkü insan, ırmak suyuna benzer., bulandı mı artık onun dibini göremezsin!
Irmağın dibi incilerle, mercanlarla dopdolu.... sakın bulandırma, o saf ve durudur.
İnsanların canı havaya benzer., tozla karıştı mı gökyüzünde perde olur, gökyüzünü göstermez.

2485.  Güneşin   görünmesine   mâni   olur...   fakat   tozu gitti mi saf ve parlak bir hale gelir.
Canın kapkara olmakla beraber Tanrı, kurtuluş yolunu bulasın diye sana rüyalar göstermiştir.

Musa   aleyhisselâm'ın   Firavun'un   sırlarını   söylemesi,   Tanrı'nın   bildiğine  inanması,   yahut  hiç olmazsa galiba biliyor diye şüpheye düşmesi için gaybdan haber vererek gördüğü rüyaları söylemesi

   Tanrı, sonunda olacak şeyleri kudretiyle kapkara demirde gösterdi.
Bu suretle senin daha az kötülük etmeni diledi... fakat sen, hep bunları gördüğün halde daha beter oluyordun!
Sana   rüyada   kötü   şeyler   gösterdi.,   onlardan ürktün, halbuki o kötü şeyler, senin suretindi.

2490.   Hani aynaya bakınca yüzünü çirkin görüp aynayı pisleyen Zenci gibi!
Tükürmüş de sen çirkinsin, lâyığın ancak bu demiş, ayna da çirkinliğim, senin çirkinliğim a kör ve aşağılık adam!
Bu pisliği de kendi çirkin yüzüne bulaştırdın, bana değil., çünkü ben apaydınım demiş!
Sen gah elbiseni yanmış gördün; gah ağzın tutulmus, gözün kör olmuş gördün.
Gah bir canavar, kanına kastetti., gah yırtıcı biç hayvan, başını ısırdı!

2495. Kendini gah lâğıma baş aşağı düşüyorsun gördün., gah kanlı sellerde gark olmuşsun gördün.
Bazan rüyada bu tertemiz gökyüzünden sana  "Kötüsün, kötüsün, kötü" diye ses geldi.
Bazan dağlardan apaçık "Hadi git be., sen, ashabı şimaldensin" sesini duydun!
Bazan her cansız şeyden "Firavun, ebediyen cehenneme düştü gitti" sadasını işittin!
Bundan beter rüyalar da gördün... fakat utancından söyleyemiyorum ki ters tabiatın büsbütün  tersleşmesin, kızmayasın!

2500.  Ey   öğüt   kabul   etmeyen,   azıcığını   söylüyorum sana., bu azıcığı duy da bil ki ben biliyorum.
Gördüğün rüyaları ve başına gelecek işleri düşünmemek için kendini ölü ve kör ettin!
Ne vakte dek kaçaksın? iste hileler düzen anlayışının körlüğü, önüne geldi, çattı!

Tövbe kapısı açıktır.

    Kendine gel, bundan böyle çekin artık., çünkü. Tanrı keremiyle tövbe kapısı açıktır.
Tövbenin batı tarafında bir kapısı vardır, kıyamete kadar açıktır.

2505.  O kapı, güneş batıdan doğuncaya dek açık kalacaktır, o kapıdan yüz çevirme!
Cennetin Tanrı  rahmetiyle sekiz tane kapısı var... oğul, o sekiz kapıdan biri de tövbe kapısıdır.
Öbürlerinin hepsi de bazen açılır, bozan kapanır., fakat tövbe kapısı hep açıktır.
Bunu ganimet bil.. kapı açık, kasetçinin körlüğüne rağmen derhal pılını pırtını oraya çek!

Musa aleyhîsselâm'ın Firavun'a "Benden bir öğüt kabul  et, karşılık olarak dört fazilet kazan" demesi.

Kendine gel de benden bir öğüt kabul et, karşılık olarak dört şey al!

2510.   Firavun, o bir öğüt, hangi öğüt? O tek öğüdü bana birazcık anlat dedi.
Musa dedi ki: O tek öğüt şu: Apaçık söyle, deki  Tanrı tektir, ondan başka tapacak yoktur!
Göklerin, yıldızların., insanlarla şeytanların cin ve perilerin, kuşların yüce yaratıcısıdır.
Denizin, ovanın, dağın, çölün yaratıcısı odur... ülkenin sının yoktur, kendisinin benzeri yoktur!
Firavun, ey Musa dedi., buna karşılık bana vereceğin o dört şey nedir? Onlarıda da söyle de

2515.O güzel vadin lütfiyle kâfirliğimin çarmıhı gevşesin!
Belki bir ganimet olarak elde edeceğim o hoş  vaitler yüzünden yüz harmanlık küfür kilidim açılır.
Belki bal ırmağının tesiriyle bedenimdeki şu kin zehiri ballaşır..
Yahut o tertemiz süt ırmağının aksiyle esir aklım bir an olsun beslenir.
Yahut o şarap ırmaklarının aksiyle sarhoş olar  da Tanrı emrinin zevkinden bir koku alırım...

2520. Yahut da ırmakların letafetinden çorak ve yıkık bedenim tazeleşir..
Çorak bedenimde bir yeşillik meydana gelir dikenliklerim, Cenneti Me'va kesilir!
Belki cennetin ve dört ırmağın aksiyle can, Tanrı, yardımına mazhar olur da sevgiliyi aramaya koyulur.
Nitekim cehennemin aksiyle de ateş kesilmişim., Hak kahrıyla karışmışım!
Cehennem yılanının aksiyle yılana dönmüşüm., cennet ehline zehirler yağdırmada, onları dalayıp-durmadayım!

2525. Gah cehennemdeki kaynar suyun kaynamasının, köpürmesinin tesiriyle zulüm suyum, halkı çürütür, eritir!
Ben zemherinin aksiyle zemheri olmuşum., yahut da cehennemin aksiyle cehenneme benzemişim!
Şimdi yoksul ve mazlumlara cehennemim., vay onu zebun bulursam!

Musa   aleyhisselâm'ın,   Firavun'un   îmanına  karşılık olan o dört fazileti anlatması

   Musa dedi ki: O dördün birincisi, bedenin ebedi olarak sıhhatte kalır.
Tıp bilgisinde söylenen illetler, ey akıllı er, bedeninden uzaklaşır.

2530. İkincisi, ömrün uzun olur..  ecel, ömründen çekinir!
İyi bir ömür sürdükten sonra âlemden, muradına erişmeden gitmezsin.
Hattâ süt emer çocuğun süt istemesi gibi eceli istersin.. fakat seni esir eden bir zahmet, bir dert yüzünden değil.
Ölümü ararsın ama bir eziyete uğrayıp âciz kaldığından değil de evin harabesinde defineyi gördüğünden !
Bunun üzerine kazmayı eline alır da hiç düşünmeksizin evi yıkmaya başlarsın.

2535. Çünkü evi, definenin perdesi görürsün., bilir, anlarsın ki bu bir tek tane, yüzlerce harmana mâni olmaktadır.
Artık bu taneyi ateşe atarsın, erlik sıfatiyle sıfatlanır, er olursun. Ey bir yaprak uğruna bağdan olan., sen, bir yaprağa kapılıp kalan ve bu yüzden üzümden mahrum olan kurda benziyorsun.
Fakat Tanrı'nın lütfü ve keremi, bu kurdu uyandırırca bilgisizlik ejderhası seni yer, siler süpürür!
Kurt, meyvalarla, ağaçlarla dolu bir bağ kesilir.. işte bahtı, talihi iyi olanlar, böyle bir değişikliğe nail olurlar!

"Ben   gizli   bir   hazineydim,   bilinmeyi   diledim" hadisi  kutsinin   tefsiri

2540. Evi yık., bu Yemen akilciyle yüz binlerce ev yapılır!
Hazine, ev altındadır, ev yıkılmadıkça ele geçmesine çare yok., evi yıkmaktan ürkme, durma!
Çünkü bu hazinenin ele geçecek bir parasıyla zahmetsiz, meşakkatsiz binlerce ev yapılabilir.
Nihayet bu ev zaten viran olacak., altındaki hazine de apaçık meydana çıkacak!
Fakat o vakit hazine senin olmaz., çünkü o ele geçen ganimet, ruhun evi yıkma ücretidir.

2545. "insan, ancak çalıştığını kazanır." o işten hiçbir ücrete sahip olamayınca,
Artık, eyvanlar olsun., böyle bir ay bulut altın-daymış da görmedim!
İyilik edip bana söylenen sözleri tutmadım., attık hazine gitti, elim bomboş diye elini ısırır, hayıflanır durursun!
Meselâ; sen ücretle bir ev kiralarsın., fakat o evi satın alsan bile senin mülkün değildir ki!
Bu evde iş işleyesin diye kira müddeti, eceline kadardır.

2550. Dükkânda eskicilik, yamacılık edersin., fakat bu dükkânının altında iki maden gömülüdür!
Bu dükkân kiralıktır.. çabuk  ol, kazmayı al da dibini kaz!
Birdenbire kazma madene rastlasın da dükkândan da kurtul, yamacılıktan da!
Yamacılık dediğin nedir? Su içmek, yemek yemek., bu yamalarla köhne hırkanı yamar durursun!
Bu beden hırkası daima yırtılır..  sen de bu yemekle, içmekle onu yamarsın!

2555. Ey talihi yaver padişah soyundan gelen, kendine gel de yamacılıktan utan!
Bu dükkânın dibini bîr parçacık kaz da o iki maden, başını yüceltsin!
Bu kiralık  evin kira müddeti bitmeden kendine gel.. yoksa bu müddet biter, sen de ondan bir fayda elde edemezsin!
Sonra dükkân sahibi, seni dükkândan çıkarır; bu dükkânı da hazineyi elde etmek için yıkar.
Sen gah hasretle başına vurursun; gah ham sakalını yolar durursun!

2560.   Yazıklar olsun; bu dükkân benimdi..    kör müydüm ki buradan bîr fayda elde etmedim!
Yazıklar olsun, bu bizim di yel götürdü!  Biz  kullara da ebediyen hasretlere düşüp eyvahlar olsun demek kaldı dersin!

İnsanın, yaradılışında olan zekâ ve düşüncelerine aldanarak peygamberlerin bilgisi  olan  gayb bilgisini  istememesi

   Ben evde bir süs, bir nakış gördüm de o evin sevgisiyle kararsız bir hale geldim;
Gizli hazineden haberim bile olmadı., yoksa kazma, elimde çiçek demeti kesilirdi!
Ah, o zaman kazmanın hakkını verseydim şimdi gamdan kurtulmuş olurdum!

2565. Gözümü nakşa, takmış,   çocuklar gibi aşk oyunlarına dalıp kalmıştım!
O muradına erişmiş hakim, sen bîr çocuksun.. evde nakışlarla, suretlerle dolu diyerek ne de doğru, ne de güzel söylemiştir.
"İlâhiname" de çok vasiyetlerde bulunmuş, tozu dumana ver, varlığının kökünü kazı demiştir.
Firavun ey Musa dedi; kâfi., gönlüm, ıstıraptan  eridi gitti., artık üçüncü vadini söyle!
Musa dedi ki; üçüncüsü şu: Devletin iki kat artar, iki âlemin de düşmandan arınmış devlet ve saltanatına nail olursun!

2570. Şimdiki devlet ve ikbalinden daha fazla devlete, ikbale ve ülkelere sahip olursun.. şimdiki devletin savaş içindedir, o devlet sulh ve huzur içinde!
Savaş âleminde sana böyle bir devlet ve ülke ihsan eden, bir gör de bak., sulhta ülkene nasıl bir sofra kurar!
Keremiyle cefa zamanında onları veren, vefa zamanında seni nasıl görüp gözetir, arayıp yoklar., bir bak da gör!
Firavun, ey Musa, dördüncüsü nedir? Çabuk söyle., çünkü sabrım yetti, hırsım arttı dedi.
Musa dedi ki: Daima genç kalırsın., daima saçın, sakalın katran gibi siyah, yüzün erguvan gibi kırmızı olur.

2575.   Bizce rengin, kokunun değeri yoktur..   fakat sen aşağılıksın, onun için aşağı âlemden konuşuyorum!
Renkle, kokuyla, mevkile öğünmek, çocukları sevindirir, aldatır!

 "Halka, kendi aklınız miktarınca değil, onların akılları  miktarınca söz söyleyin ki Tanrı' ya ve Peygamber' ine yalan demesinler" hadisi

   İşim çocuğa düştü., gayri çocukların ağzını kullanmam lâzım!
Mektebe git de sana kuş alayım, yahut kuru "üzüm, ceviz ve fıstık getireyim diyeyim!
Sen beden gençliğinden başka bir şey bilmiyorsun ya, al işte bu gençliği., a eşek, nah sana arpa

2580.   Yüzün hiç buruşmaz, pörsümez.. kutlu gençliğin hep bu halde kalır.
Ona ne ihtiyarlık buruşması gelir., ne de selvi ye benzeyen boyun iki kat olur!
Ne sendeki gençliğin kuvveti azalır, ne dişlerin, ağrır, sallanır!
Kadınların erkekten nefretine sebep olan gevşekliği, kadına yaklaşmamak derdini görmezsin!
Gençlik çağının parlaklığı seni öyle bir açar, neşelendirir ki Ukâşe'nin müjdesi de Peygamber'i öyle-açmış, öyle neşelendirmişti işte!

"Saferin   çıktığını   kim   müjdelerse    ona   cennet müjdesi vereceğim" buyurması

2585. Ahir zaman Peygamberi Ahmed, Rebiyülevvel ayında göçtü., bunda hiç ihtilâf yoktur.
Gönlü, bu göç zamanını haber alınca can ve gönülden o vakta âşık oldu.
Safer gelince, bu ay bitince sefer edeceğim diye-neşelendi.
Her gece bu buluşmanın iştiyakiyle sabahlara kadar "Ey yücelerden yüce arkadaş!" der dururdu!
"Bana kim safer ayı çıktı diye müjde verirse..

2590.   Kim safer gitti,  Rebiyyülevvel geldi diye beni muştularsa ben de onu cennetle muştular, ona şefaatçi olurum" dedi.
Ukâşe gelip müjde dedi., safer çıktı gitti. Peygamber de "Ey ulu aslan, cennet senindir" buyurdu
Başka birisi de gelip safer çıktı dedi., bet dedi ki: O müjdeyi Ukâşe aldı!
Erler, görüyorsun ya, âlemden göçmeden neşeleniyorlar., şu çocuklarsa âlemde kalmalarına seviniyorlar!
İyi suyun tadını tatmayan kör kuşa, acı su, kevser  görünür.

2595.   Musa da, senin saf ikbaline bir dert erişmez diye bu tarzda kerametler sayıp dökmekteydi.
Firavun, pek güzel., iyi söyledin ama bir de iyi bir dostla görüşeyim, danışayım dedi.

Firavun'un,   Masa   aleyhisselâm'a   inanma   hususunda Asiye'ye danışması 

   Firavun, bu sözü Asiye'ye açtı.    Asiye dedi ki: A gönlü kararmış, bu vaitlere can ver!
Bu sözlerde ne büyük inayetler var., ey iyi huylu padişah, durma, hemen bunları elde et!
Ekim zamanı geldi., hem de ne faydalı ekim ya! Bu sözleri söyledi ve iştiyakından ağlamaya başladı.

2600. Yerinden sıçradı, ne mutlu sana dedi... a kelceğiz, güneş, başına taç oldu!
Kelin ayıbını külah örter..    hele o külah güneş ve ay olursa ne mutlu!
Daha o mecliste bunu duyunca neden evet., yüzlerce hamdolsun demedin?
Bu söz, güneşin kulağına değseydi buna nail olmak ümidiyle baş aşağı yere inerdi!
Hiç bildin mi, ne vaittir bu, ne lütuf tur? Hak, İblis' i arayıp soruyor âdeta!

2605.  O kerem sahibi, seni böyle bir  lutfa, böyle bir ihsana çağırdı da nasıl tahammül ettin? Şaşılacak şey
Nasıl yüreğini eritmedi bu? Eritseydi iki cihandan da nasip alırdın!
Adamın yüreği Tanrı için erirse şehitler gibi iki âlemde de lûtfa, ihsana mazhar  olur.
Gafillik de hikmettir, bu kör oluşun da bir hikmeti var., var ama neden bu dereceye kadar olsun?
Sermayenin çabucak elden uçamaması için gafillik, hem hikmettir, hem nimet!

2610. Fakat unulmaz bir   yara haline gelmemeli... aklın ve canın zehri olmamalı, adama eziyet vermemeli!
Kim böyle bir alışverişi edebilir? Bir gülle gül bahçesini satın alıyorsun!
Bir taneye karşılık yüzlerce ağaçlık., bir habbeye karşılık yüzlerce maden!
"Kim her şeyi Tanrı için yapar, Tanrı' ya karşı ihlâs sahibi olursa" demek, o taneyi vermektir...  bu suretle de "Tanrı da onun olur, her dilediğini verir" sözünün hakikati elde edilir.
Çünkü bu arık ve kararsız varlık, o ebedî Tanrı' nın  zevalsiz varlığından var olmuştur.

2615.   Fâni varlık, kendisini ona    verdi mi bakî olur, asla ölmez..
Yelden, topraktan korkan ve bu ikisi yüzünden helak olan katra gibi!
Katra, aslı olan denize kavuştu mu güneşin? hararetinden de kurtulur, yelden, topraktan da!
Zahirî, denizde yok olur ama zatı yok olmaz,, ebedîleşir, iyileşir!
Kendine   gel   ey   katra da   pişman   olmaksızın varlığım ver, ver de bir katra ya   karşılık uçsuz bucaksız denizi bul!

2620.   Kendine gel ey katra da bu şerefi bul, denizin avucuna düş, o avuçta telef olmaktan emin ol!
Böyle bir devlet,   kimin eline düşmüştür:   Bir deniz, bir katrayı dilemekte, istemekte!
Tanrı hakkı için    Tanrı hakkı için çabuk sat ve satın al... bir katrayı ver, incilerle dolu denizi elde et!
Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı için hiç geciktirme.. bu söz, lütuf denizinden gelmede!
Lütuf bile bu lütfün içinde kaybolur., aşağılık bir adam, yedinci kat göğe  çıkıyor

2625.Kendine gel, hiçbir kimse bunu aramakla bulamaz., nasılsa bir acayip oyuna rastladın!
Firavun, bunu bir de Haman' a söyleyeyim; padişaha vezirin reyini almak lâzımdır dedi.
Asiye dedi ki: Bu sırrı Haman' a söyleme. Kör kocakarı, doğanın kıymetini ne bilir?

Padişahın  doğanıyla  kocakarı

  Bir ak doğanı kocakarının birine verirsen iyilik olsun diye pençelerindeki tırnakları keser!
Halbuki asıl iş gördüğü, avlandığı uzvu, tırnaklandır.. kör kocakarıcağız körcesine o tırnakları kesiverir!

2630.   Anan nerdeymiş ki der., a ulu yavrum, tırnakların böyle uzamış senin?
Kötü kocakarı, doğanın tırnağını, gagasını  kanatlarını  keser... sevgi çağında işte bunları, yapar!
Doğanın önüne tutmaç kor da o, az yedi mi kızar., sevgiyi yırtar, atar!
Senin için böyle bir tutmaç pişirdim de sen ululuk gösteriyor, haddini bilmiyorsun  ha!
Sen o eziyetlere, belâlara lâyıksın., devletin, ikbalin kadrini nerden bileceksin sen? der.

2635. Tutmaç yemiyorsan bari al, bunu iç diye doğana tutmaç suyu verir.
Halbuki doğan, tutmaç suyundan hoşlanmaz, içmez., kocakarı büsbütün kızar.
Kızgınlıkla o sıcak çorbayı doğanın başından aşağı döker, hayvanın başını yakar, kel eder!
Canı yanar, o teessürle gönüller parlatan padişahın lûtfunu anarak ağlamaya başlar;
Padişahın çehresinden yüzlerce kemale nail olan o nazenin, o işveli gözlerinden yaşlar döker!

2640. "Mâzâgal basar" sırrına nail olan gözleri o karganın açtığı yaralarla dolar., güzel ve güzel göz, zaten kötü göz yüzünden dertlere, elemlere uğrar!
Halbuki o öyle engin bir gözdür ki iki âlem bile ona bir kıl kadar görünmektedir.
Gözüne binlerce gökyüzü görünse kaynağın denizin yanında kayboluşu gibi kaybolur!
O göz, bu duygu âlemine ait şeylerden geçti mi gayb âlemini görür de bu kabiliyet yüzünden öpülür durur!
Zaten bir kulak bulamıyorum ki o güzel göze ait bir nükte söyleyeyim!

2645. O gözden ulu ve kutlu yaşlar süzülse Cebrail, katrasını kapardı..
O güzel gidişli dilber, müsaade ederse bu kaptığı katrayı kanadına, gagasına sürerdi!
Doğan der ki: Kocakarının kızgınlığı alevlendi ama kuvvetimi, nurumu, sabrımı ve ilmimi yakmadı ya!
Can doğanım, yüzlerce suret dokur, durur., deveyi yaralar, Salih'i değil!
Salih, ululukla bir nefes aldı,   bir dua etti mi dağdan, o çeşit yüzlerce deve doğar!

2650.   Gönül der ki: Sus, aklını başına al... yoksa gayret, varlık nescini çeker, yırtar!
Fakat ne çare., padişahlık gururu, öğüt dinletmiyordu; nihayet öğüdü gönlünden koparıp attı.
Tanrı   gayretinin   yüzlerce   gizli   hilmi   vardır... yoksa bir anda yüzlerce cihanı yakardı!
Mutlaka   Haman'la   görüşüp   danışmam   lâzım... ülke ona dayanmaktadır, ben onunla kuvvet, kudret bulmaktayım, dedi.
Mustafa'nın meşveret ettiği zat, Tanrı Sıddıkıydi.. EbucehFe fikir veren Ebuleheb'di!

2655. Cinsiyet, onu öyle bir çekti ki o nasihatler, kulağına bile giremedi.
Her şey, kendi cinsinden olana yüzlerce kanatla uçar gider., ona ulaşma hayaliyle bağlarını yırtıp yürür!

Çocuğu, kayıp oluk üstüne giden ve tehlikeye düşen kadının, Tanrı yüzünü ululasın, Ali'ye gelerek çare araması

   Murtaza' nın yanına bir kadın gelip dedi ki; Çocuğum, oluğun üstüne kaydı.
Çağırsam ele geçmez., bıraksam düşüp helak olacağından korkuyorum.
Akıllı değil ki tehlikeden kurtul, yanıma gel diyeyim de anlasın.

2660.  Elle işaret etsem anlamaz.,    anlasa bile kötülük şu ki dinlemez!
Mememi, südumu gösterdim ama benden gözünü, yüzünü çevirip duruyor!
Tanrı hakkı için ey ulular, siz, bu âlemde de âcizlerin ellerinden tutan, onlara yardım eden erlersiniz, o âlemde de!
Benim derdime tez bir derman bul ki gönlümün mey vasini kaybedeceğim diye yüreğim titremede!
Ali dedi ki: dama bir çocuk çıkar., çocuğun, kendi cinsini görünce,

2665.  Derhal   oluktan dama gelir.,   cins, cinsine ebedî olarak âşıktır.
Kadın öyle yaptı., çocuğu, o çocuğu görünce ona yüz tuttu;
Oluktan dama geldi. Her cins, kendi cinsinden olanları çeker, bunu böyle bil!
Çocuk, sürtüne sürtüne öbür çocuğun bulunduğu tarafa geldi ve aşağıya düşme tehlikesinden kurtuldu.
Peygamberler de, kullan oluktan kurtarmak için insan olarak gönderilmişlerdir.

2670.   Peygamber, ben de sizin gibi insanım... kendi cinsinize gelin kaybolmayın buyurdu.
Çünkü cinsiyetin acayip bir çekiciliği vardır., nerde birisini ve bir şeyi ariyan varsa onu aratan, o yana çeken cinsiyettir.
Isa ve îdris, meleklerle aynı cinstendiler; onun için gökyüzüne çıktılar.
Harut'la Marut' sa ten cinsindendiler; yücelerden aşağıya indiler.
Kâfirler, şeytanlarla aynı cinsindendir..   canları, şeytanların şakirdi olmuştur.

2675.   Şeytanlardan yüzbinlerce   kötü huylar öğrenmişler, akıl ve gönül gözünü kapamışlardır.
Onların kötü huylarından en ehemmiyetsizi hasettir, hani iblis'in boynunu vuran haset!
O köpekler, bunlara ululuk ve haset öğretmişlerdir., onlar, halkın ebedî bir mülke, bir devlete nail olmasını istemezler.
Kimde sağdan, soldan bir yücelik görürlerse hasetten âdeta kulunçları kabarır, dertlenirler.
Çünkü harmanı yanmış talihsiz, kimsenin mumunun yanmasını istemez.

2680. Kendine gel de sen de bir yücelik elde et başkalarının yüceliğinden dertlenme!
Tanrı' dan bu hasedin defini dile de Tanrı, seni cesetten kurtarsın!
Sana içten bir meşguliyet    versin de ondan baş alamayasın!
Tanrı bir yudumcuk şaraba öyle bir hassa vermiştir ki adamı sarhoş eder, iki âlemden de kurtarır!
Bir avuç yeşil ota, esrara öyle bir hassa vermiştir ki bir zaman olsun insanı kendisinden alır!

2685. Tanrı uykuya öyle bir hal vermiştir ki düşünceyi iki âlemden de keser!
Mecnun' u, bir deri aşkından öyle bir hale getirmiştir ki dostu düşmandan fark etmez olmuştur.
Senin anlayışına havale edilecek bunun gibi yüzbinlerce şarabı vardır onun!
Nefsin, kötülük şarapları var ki o kötü kişiyi bunlarla yoldan çıkarır!
Aklın, kutluluk şarapları var ki insan onların neşesiyle zevalsiz bir konak bulur.

2690.  Sarhoşlukla    gök kubbe    çadırını o yandan söker, yola düşer!
Kendine gel ey gönül de mağrur olma.... İsa, Tanrı sarhoşudur, eşek, arpa sarhoşu!
Şu küplerden o çeşit şaraplar ara ki sarhoşluğunun sonu gelmesin!
Çünkü her sevgili, dolu bir küpe benzer., o tortuludur, bu inci gibi saf!
Ey şarabı anlayan, tanıyan er, ihtiyatla tat da karışıksız, katıksız arı duru bir şarap bulasın!

2695.     Her iki şarap da sarhoşluk verir ama bunun sarhoşluğu, adamı ta Tanrı' ya kadar çeker götürür!
Bunu iç de düşünceden, vesveselerden, hile ve düzenlerden kurtul; akıl bağı olmaksızın deve gibi coş, raksa giriş!
Peygamberler, ruh ve melek amindendirler., o yüzden gökteki meleği çekerler.
Yel, ateş cinsindendir, onun dostudur., her ikisi de yücelir, yücelere çıkar!
Boş testinin ağzını kapadın da havuza, yahut ırmağa attın mı?

2700.  Kıyamete kadar batmaz.,    çünkü içerisi boştur; o boşlukta hava vardır;
Yelin meyli, yüceleredir., içinde bulunduğu kabı da yücelere kaldırır.
Peygamberlerin cinsinden olan canlar da çekişe çekişe onların yanına giderler.
Çünkü bu kısımdan olan kişinin aklı üstündür., şüphe yok ki akıl da yaradılış bakımından melekle aynı cinstendir.
Nefis havası da düşmana üstündür., fakat nefis,, aşağılık cinstendir, aşağılık âlemine gider!

2705. Kıpti, kötü Firavun' un cinsindendi.. İsrail oğulları kabilelerine mensup olanlar da Tanrı kelimi Musa'nın cinsinden.
Haman, tam Firavun'un cinsindendi.. Firavun, o yüzden onu seçmiş, baş köşeye geçirmiş, kendisine vezir etmişti.
Hâsılı sonunda da Haman, onu baş köşeden ta cehennemin dibine kadar çekti.. çünkü o iki pis adam  cehennem cinsindendi.
İkisi de cehennem gibi yakıcıydı.. ikisi de nurun, zıddı idi..  ikisi de cehennem gibi gönül nurundan çekinen ve nefret eden kişiydi!
Çünkü cehennem, ey mümin, sırattan çabuk geç,, nurun ateşimi söndürecek....

2710.  Ey mümin, nurun eteğini sürüdü mü ateşimi, mahvedecek; hemen geç der.
Cehennemlik de nurdan ürker, kaçar., çünkü güzelim, cehennem tabiatlıdır o!
Mümin, canla başla nasıl cehennemden kaçarsa1, cehennem de müminden öyle kaçar!
Çünkü müminin nuru,    ateş cinsinden değildir..., nuru arayan, hakikatte ateşin zıddıdır.
Hadiste gelmiştir: Mümin duada Tanrı'ya yalvarır, cehennemden aman diler ya..

2715.   Cehennem de canla başla ondan aman diler Yarabbi, beni falandan uzak et der.
Cinsiyet cazibesini şimdi bir gör hele., bakalım sen hangi cinstensin; küfür cinsinden mi, iman cinsinden mi?
Haman'a meylin varsa Haman' dansın..    Musa'ya meylin varsa Sübhan' dan!
İkisine de mailsen, iki cinsten de katışığın var... nefisle akıl, ikisi de sende karışık!
İkisi de savaşta., kendine gel, kendine! Çalış da mânalar, suretlere üstün olsun!

 2720.Düşmanını her an bozguna uğramış, mağlûp olmuş göresin.. savaş âleminde bu sevinç kâfidir doğrusu!
O inatçı suratlı Firavun, nihayet Haman'a kabalıkla bu sözleri söyledi.
Tanrı Kelim' inin vaitlerini anlattı., o sapığı kendisine mahrem etti!

Firavun'un, Musa aleyhi..selâm'a iman etme hususunda  veziri  Haman'a  danışması

   Firavun, Haman'ı tenha bulunca bunları anlattı. Haman, sıçrayıp yakasını yırttı.
O melun naralar attı, ağladı... kavuğunu, sarığını yere attı.

2725.Dedi ki: Böyle küstahça ve abes sözleri nasıl, oldu da padişahın yüzüne karşı söyledi?
Sen, bütün âlemi hükmüne almış, işini, bahtın yardımı ile altın haline getirmişsin.
Padişahlar, inatsız, ısrarsız doğudan da sana vergi getirmedeler, batıdan da!
Ey ulu padişah, bütün padişahlar, sevinçle senin kapının eşiğini öpüyorlar!
Düşmanın atı, atımızı gördü mü sopa görmeden yüz çevirmede!

2730.  Şimdiye dek âlemin tapındığı, secde ettiği sendin., şimdi kulların en aşağısı mı olacaksın?
Bir efendinin kula tapmasındansa binlerce defa ateşe atılması daha hoş!
Hayır buna imkân yok! Ey Çin ülkesini bile hükmü altına alan padişahım, önce beni öldür de seni bu halde görmeyeyim!
Padişahım, önce benim boynumu vur da bu alçalmayı gözlerim görmesin!
Böyle bir şey olmamıştır ya., fakat olmasın da! Yer, gök olacak, gökyüzü yer ha!

2735.  Kullarımız, bizimle kapı yoldaşı olacaklar., esirlerimiz, gönüllerimizi yaralıyacak, öyle mi?
Düşmanların gözleri aydın olacak da dost kör-leşecek.. sonra da bize mezarın dibi, gül bahçesi kesilecek ha!

Tanrı lanet etsin, Haman'ın sözlerinin bayağılığı

   Hamam, dostla düşmanı tanımıyor, tavlayı kör-cesine ters oynuyordu.
A melun, senin düşmanın senden başkası değil., kinine uyup da suçsuzlara düşman deme!
Sence bu körü hal devlettir... yani evveli "Dev-koş", sonu da "Let- dayak ye!"

2740. Bu devletten sürüne sürtüne kaçmazsan şu baharın daima güz olur gider!
Doğu ve batı, senin gibi niceleri görmüştür., sonunda hepsinin de başı, bedeninden kesilmiş gitmiştir!
Doğuyla batının bile kararı yokken nasıl olur da bir adamı ebedî edebilirler?
Korkudan, zindana girmekten ürkme yüzünden halk, sana birkaç günceğiz yaltaklandı., onunla öğünüyorsun ha!
Fakat halk, kime secde ederse onun canını zehirliyor demektir.

2745.Bir kere devlet, yüz çevirdi, bir kere bahtı döndü mü kendisine secde edenin kendisini zehirlediğini o da anlar, bilgi sahibi olan adam da!
Ne mutlu ona ki nefsini aşağılatmıştır.. vay o kişiye ki serkeşlikle dağ gibi baş kaldırmıştır!
Bu ululuk, bil ki zehirli bir şaraptır., o şarapla aptal kişi sarhoş olur.
Bir devletsiz, zehirli şarabı içti mi bir zamancağız neşeden başını sallar ama,
Bir an sonra zehir, canına tesir eder; can verip can almaya başlar!

2750. Onun zehirli olduğuna inanmıyorsan bak da gör; Ad kavmine o zehir neler etti?
Bir padişah, başka bir padişahı tuttu mu ya öldürür, ya bir zindana hapseder!
Fakat bir düşkün dertliyi görse derdine merhem bulur, ona ihsanlarda bulunur!
O ululanma zehir değilse neden padişah, onu suçsuz, hatasız öldürüyor?
Öbürüne de, kendisine bir kullukta bulunmadığı halde neden iltifat ediyor? Bu iki harekete bakıp zehiri anlamak mümkündür!

2755. Yol kesen, asla bir yoksulu dövüp vurmaz.. Kurt ölü kurdu kat' iyen ısırmaz!
Hızır, gemiyi kötü kişilerin    ellerinden kurtarabilmek için deldi, kırdı.
Mademki kırık gemi kurtuluyor,    sen de kırıl! Emniyet, yoksulluktadır, yürü, yoksul ol!
Madeni olan ve madende birkaç parası bulunan dağ, külünk, kazma yaralarıyla paramparça oldu.
Kılıç, boynu olanın boynunu keser., gölge, yerlere döşenmiştir; o hiç yaralanmaz!

2760.   Ululuk, fazla ateştir a azgın...kardeş, kendini ateşe nasıl atıyorsun ki?
Yerle bir olan, bak hele, oklara hedef olur mu hiç?
Fakat yerden baş kaldırdı mı o zaman hedefler gibi çaresiz yaralanır!
Bu bizlik, benlik, halkın merdivenidir., halk, nihayet bu merdivenden düşer!
Kim merdivenin daha üstüne çıkarsa daha aptaldır. çünkü düşünce onun kemikleri daha beter kırılır!

2765.   Bunlar   fer'i lerdir..    asıllarıyla   şudur:    Yücelik, Tanrı' ya şirk koşmadır!
Ölmedin de onunla ditilmedin mi ona ortak olmaya, ülke ve devlet kazanmaya savaşan bir düşmansın!
Fakat onunla dirildin mi, zaten dirilen odur... bu, tam birliktir; nerde şerik oluş?
Fakat bunu işlerinin aynasında gör. çünkü bunu sözle, dedikoduyla anlıyamazsın!
İçimdekini söylersem çok ciğerleri kan kesiliverir!

2770. Artık bu kadarını kâfi göreyim., zaten anlayanlara bu, yeter... köyde kimse varsa iki kere seslendim işte!
Hâsılı Haman, o kötü sözlerle böyle bir yolu Firavun' a kesti!
Devlet lokması da ağzına kadar gelmişti.. Haman, Firavun'un boğazını kesiverdi!
Firavun'un harmanını o, yele verdi.., hiçbir padişahın böyle veziri olmasın!

Musa  aleyhisselâm'ın  Haman'ın  sözlerinin  tesiriyle Firavun'un  imana    gelmesinden ümidini kesmesi

   Musa dedi ki:   Ben sana lûtuflar gösterdim, cömertliklerde bulundum., fakat ne yapayım? Tanrı, sana kısmet etmemiş!

2775.  Hakikî olmayan padişahlığı ne el bil, ne yen!
Çalma, çırpma padişahlık, cansız, gönülsüz ve gözsüzdür.
Sana padişahlığı halk verdiyse borç alır gibi yine senden alır!
İğreti padişahlığı Tanrı' ya ver de Tanrı sana herkesin kabul edeceği hakikî bir padişahlık versin!

Arap beylerinin, ülkeyi ve devlet! aramızda bölüşelim de kavga, gürültü kalmasın diye Mustafa aleyhisselâm' a müracaatları, Mustafa aleyhisselâm'ın "Ben, bu beyliği yapmaya memurum" diye cevap vermesi, iki tarafın da birbirleriyle bahse girişmeleri

Arap beyleri toplanıp Peygamber' in yanına gelerek çekişmeye başladılar.

2780. Dediler ki: Sen bir beysin... bizim de her birimiz birer beyiz! Şu beyliği bölüşelim, ülkenin sana düşen kısmını al!
Her birimiz, kendisine düşen bölüğe razı olsun; sen de artık bizim hissemizden el yıka!
Peygamber dedi ki: Bana beyliği Tanrı verdi... o, bana başbuğluk ve mutlak bir beylik ihsan etti.
Buyurdu ki: Bu devir, Ahmed’in devridir, bu zaman, Ahmed’in zamanı... kendinize gelin de onun emrine uyun!
Kavim, biz de Tanrı’nın takdiri ile hükmediyoruz... bize de beyliği veren Tanrı’dır dedi.

2785. Peygamber fakat dedi... Tanrı, bana beyliği bir mülk olarak verdi, sizeyse bir vesileyle iğreti.
Benim beyliğim kıyamete dek bakîdir... iğreti beylikse çabucak geçip gider!
Kavim ey emîr... çok söyleme; üstün olduğunu iddia ediyorsun, delilin nedir? dediler.
Derhal Tanrı’nın kahır emri ile gökyüzünde bir bulut peydahlandı. Sel bastı, bütün o civarı kapladı.
O pek korkunç sel şehre yüz tuttu... şehirliler feryat ederek korkudan kaçışmaya başladılar.

2790. Sınama zamanı gelmişti... şüphenin kalkacağı hakikatin apaçık ortaya çıkacağı zamandı. Peygamber dedi ki:
Her bey mızrağını atsın da şu sel dursun! Hastalıkta da iyi gıdadan olur, kuvvet de!
Beyliğinizi bir sınayalım! Hepsi mızraklarını attılar.
Mustafa’da elindeki sopayı, o buyruklar yürüten inanmayanları âciz bırakan sopayı attı.
O coşkun inatçı ve şiddetli sel, bütün o mızrakları saman çöpü gibi önüne katıp sürükledi.
Bütün mızraklar kayboldu... sopaysa bir gözcü gibi suyun üstünde duruyordu!

2795. O sopanın himmetiyle o şiddetli sel, şehirden yüz çevirdi, başka bir tarafa akıp gitti.
Bu büyük işi gören Arap beyleri, korkularından hep Mustafa’nın beyliğini tasdik ettiler.
Yalnız hasetleri pek üstün olan üç kişi inanmadı... inatlarından büyücü ve kâhin dediler.
İğreti beylik böyle zayıf olur... Tanrı vergisi olan beylikse böyle yücedir işte.
Ey soyu sopu belli kişi, o mızraklarla sopayı görmediysen o beylerin adları ile peygamberin adına bak.

2800. Onların adlarını kuvvetli, şiddetli ölüm seli sildi süpürdü... fakat Ahmed’in adı ve devleti baki.

AÇIKLAMALAR (Beyitler  2101 - 2800 )

B. 2154-2158. İçkinin neden haram edildiğini anlatıyor.

B. 2203. Kelîle ve Dimne C. l, S. 87, B. 899 un izahına bakınız.

B. 2211-2212. "Vatan sevgisi imandandır" diye bir hadis rivayet edilmiş ve buradaki vatanı türlü türlü tefsir etmişlerdir.

B. 2232. Ali, bir gün bir kuyuya ah etmiş, kuyunun suyu acımış.. su bile Ali'nin ahına tahammül edememiş. Bu hikâye Ferideddin-i Attâr'ın Mantık al-tayr'ında anlatılmaktadır. Ali'ye ait bir kuyu hikâyesi daha vardır. Bir gün, Peygamber'in kendisine söylediği Tanrı sırrına tahammül edemeyerek bir kuyuya söylemiş. Çobanın biri, kuyu kenarında bitmiş olan kamışlardan birini kesip kaval yapmış, kaval çalarken o sır duyulmaya başlamış!

B. 2273. "Hesabınız sorulmadan kendi kendinize sorun..  ölmeden  önce ölün" diye  bir hadis rivayet edilmiştir.  Sofilerde,  bu  ölüme  "Mevt-i  ihtiyar' -  dileyerek ölmek'', asıl ölüm de "Mevt-i ıztirarî - ister istemez ölmek" derler. İhtiyarî ölüm, mecazî varlıktan ölmektir.

B. 2282. "Cehenneme atıldıkları zaman kaynayıp köpüren cehennemden eşek anırması gibi bir ses duyarlar. Cehennem, hiddetinden nerdeyse parçalanır..    oraya bir bölük  adam atıldı mı oradaki azap melekleri, size korkutucu gelmedi mi ki, diye sorarlar. Atılanlar derler ki: Evet geldi, geldi ama biz onlara yalancı dedik, Tanrı hiçbir şey indirmemiştir; siz büyük sapıklığa uğramışsınız dedik!" Sure: 67 (Mülk), âyet: 7-9.

B. 2286 dan sonraki başlık. "Önce gizli olan şey onlara açıldı, göründü..  tekrar  dünyaya döndürülseler yine yapmayın denen şeylere döner, onları yaparlar; onlar yalancıdırlar." Sure: 6 (En'am), âyet: 28.

B. 2321. Musa, bir gün İsrailoğullarından birisini bir Mısırlı'nın öldürmek üzere olduğunu görüp İsrailoğluna yardım edip Mısır'lıya bir yumruk indirerek öldürüvermiş, anlaşılıp tutulacağından korkmuş, şehirden kaçıp Medyen'de Şuayb Peygamber'e sığınmıştı. Sure:28 (Kasas), âyet: 15 ten itibaren.

B. 2395. Bu beytin aslı şudur:

Çeşm.i ahvel ez yeki diden yakin
Dan ki m'azülest ey hac-i mu'in

acaba beyitteki "muin" kelimesiyle Muineddin Pervane mi kastediliyor. 676 da (1277-1278) Moğollar tarafından öldürülen bu kudretli vezir, Mevlâna'ya pek bağlıdır. "Menakıb al-Arifin" de adı sık sık geçer. Dr. Feridun Nafiz Uzluk tarafından bastırılan ve 114 mektubu ihtiva eden "Mevlâna'nın mektupları" ndan 16, 27, 37, 82, 97, 99, 112, 114 ve 135 incileri Muineddin Pervane'ye yazılmıştır, İstanbul, Sebat (Basımevi, 1937). İhtimal buraları yazdırılırken Muineddin Pervane, huzurdaydı ve Mevlâna ona hitab etti. Bu ihtimali, pek kuvvetli buluyoruz.

B. 2401. Tatlı dilli Padişah kim? İhtimal çok sevdiği ve bağlandığı Senai ve Attar'dan biri.

B. 2420-2422. 99 uncu sure olan ve 8 âyetten ibaret bulunan "Zilzâl suresi" şöyle başlıyor: "Yeryüzü şiddetle deprenmeye, titremeye başlar ve yer, ağırlıklarını çıkarırsa insan, ne oldu bu yeryüzüne der. O gün yeryüzü, kendinde bulunan haberleri söylemeye koyulur." Ayet: 1-4.

B. 2479. "Tanrı'yla ve elçisiyle savaşa girişenlerin ve yeryüzünde fesada çalışanların cezası, mutlaka öldürülmek, yahut asılmak, yahut tersine olarak el ve ayaklan kesilmek, yahut da bulundukları yerden sürgün edilmektir. Bu, onlar için dünyadaki horluktur.. ahirette de onlara pek büyük bir azap var." Sure: 5 (Maide), âyet: 33.

B. 2497. Müslümanlıktaki bir inanış da şudur: insanın yaptıklarını yazan melekler vardır, bunlar hiçbir şeyi kaçırmazlar. Bunların yazdıkları kitap kıyamette herkese verilecektir. Yalnız inananların ve sevaplıların amel defteri sağ taraflarından verilecek, inanmayanlarla günahlıların amel defteri ardlarından ve sol taraflarından verilecektir. 84 üncü surede (İnşikak) "Ama kimin kitabı sağından verilirse hesabı kolayca ve çabucak görülür; ehline sevinerek döner. Fakat kimin kitabı ardından verilirse helak olmayı istemeye başlar; yalınlanmış ateşe atılır." Âyet: 7-12. 56 ncı surede de buna ait âyetler vardır (Vakıa, 7-74). Kur'an, bu inanış bakımından kâfirlerle suçlulara "Ashab-ı meysere" ve "Ashab-ı şimal" yani sol taraf halkı, iman sahibi olanlarla, günahsızlara "Ashab-ı meymene" ve "Ashab-ı yemin" yani sağ taraf halkı demektedir.

B. 2502 den sonraki bahis. Müslümanlığa göre kıyametten önce güneş, üç gün doğmayacak, sonra batıdan doğacak, gökyüzünün ortasına kadar gelecek, orada ayla birleşerek, ikisi de kapkara olacaklar, sonra güneş tekrar batıdan batacaktır ki bu, kıyametin büyük alâmetlerindendir. Güneş, batıdan doğuncaya kadar tövbe kapısı açıktır ve Tanrı, bir suç işleyip nadim olanların tövbesini kabul eder. Hadiste de aynen böyledir. Bir istiare olması muhtemel bulunan tövbe kapısının mücevherlerle, incilerle bezenmiş iki altın kanadı olduğu, bir kanadından bir kanadına kırk yıllık yol olduğu ve bu kapının batının altında bulunduğu hakkında da bir hadis rivayet edilmiştir. Bu kapının cennet kapılarından birincisi olduğu da söylenmiştir. C. I, S. 351, B. 3532 nin izahına da bakınız.

B. 2521. Cennetin sekiz kapısı vardır ve yavaş yavaş yükselmek ve birbirini kaplamak üzere sekiz tabakadır. Her tabakanın bir adı vardır. Me'vâ cenneti, bu tabakaların ikincisidir. Me'vâ, lügat bakımından varılacak yer, yurt mânasına gelir.

B. 2539 dan sonraki başlık. C. 2, S. 34, B. 364 ün izahına  bakınız.

B. 2545. "Şüphe yok ki insan, ancak çalıştığı derecede kazanır; çalıştığı, savaştığı şeyi elde eder." Sure: 53 (Necm), âyet: 39.

B. 2561. "Yazıklar olsun kullara.. hangi Peygamber geldiyse mutlaka onunla alay ettiler." Sure: (Yasin), âyet: 30.

B. 2561-2562. Hakîm-i Senâî ile Attar'ın manzum birer "İlâhîname" leri vardır. Attar'ın "İlâhiname" sini Prof. Dr. H. Ritter, 1940 ta İstanbul, Maarif Matbaasında pek güzel ve nüsha farklarını da gösterir bir tarzda bastırmıştır.

B. 2588. H. Muhammed'in vefat ederken sağ elini kaldırıp şahadet parmağıyla göğe işaret ederek "Ancak en yüce yoldaşa gidiyorum" dediği rivayet edilmiştir.

B. 2597. Asiye, Firavun'un karısıdır, Tanrı'ya inanmış, Musa dinini kabul etmişti. Kur'an'ın 66 inci suresinde (Tahrîm) "Yarabbi, senin yanında cennette bana bir ev yaptır ve beni Firavun'dan ve Firavun'un yaptığı işten ve zâlim kavimden kurtar" dediği anlatılır (âyet: 11).

B. 2628. Bu beyitle başlayan hikâye mufassal olarak ikinci ciltte geçmiştir (S. 30-35).

B. 2670. "De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım... bana Tanrı'nız, tek Tanrı'dır diye vahyedildi. Rabbine kavuşmak dileyen iyi işler işlesin ve Rabbine ibadette bir kimseyi bile ortak etmesin." Sure: 18 (Kehf), âyet: 110.

B. 2672. İdris ve İsa peygamberler, ölmeden diri diri gökyüzüne ağmışlardır.

B. 2673. C. l, S. 52, B. 535 in izahına bakınız.

B. 2752. C. l, S. 22, B. 224 ün izahına bakınız.

CİLT 4  (2801 - 3500 Beyitler)

Onun nöbetini günde beş defa vuruyorlar... bu, kıyamete kadar her gün böyle sürüp gidecek!
Aklın varsa sana lûtuflarda bulundum... eşeksen eşeğe de asayı getirdim.
Seni bu ahırdan öyle bir çıkarırım ki sopayla başını, kulağını kanlara boyarım!
Bu ahırdaki eşekler de senin cefandan aman bulamıyorlar insanlarda!

2805.  İşte sevilmeyen her eşeği yola getirmek, terbiye etmek için sopa getirdim ben!
Seni kahretmek için o sopa, bir ejderha kesilir... çünkü sen de işte ve huyda bir ejderha kesilmişsin.
Sen amansız bir dağ ejderhasısın ama gökyüzü ejderhasına da bak!
Bu sopada cehennemden bir hisse var... kendine gel de aydınlığa kaç.
Yoksa benim dişlerimin arasında kalırsın... benim kahrımdan seni kimse kurtaramaz demektedir.

2810. Tanrı’nın cehennemi nerede demeyesin diye bu, bir sopayken şimdi ejderha olmuştur.
Tanrı kudretini bilip tanıyan cennetle cehennem nerede ki diye sormaz.
Tanrı, nereyi isterse orasını cehennem yapar... gökyüzünün yücelerini kuşa ökse ve tuzak haline getirir.
Dişlerine bir ağrı verir ki bu diş ağrısı cehennem, ejderha dersin. Yahut da tükürdüğünü bal haline kor... bu, cennet ve cennet elbiseleri dersin!
Dişlerinin dibinden şeker bitirir... bu suretle kaderin hükmünü anlar bilirsin!

2815. Şu halde dişlerinle suçsuzları ısırma... çekinemeyeceğin, kurtulamayacağın silleyi düşün.
Tanrı Nil’i Kıpti’lere kan haline getirdi... İsrail oğullarını da belâdan korudu.
Buna bak da Tanrının yoldaki aklı başında kişiyle sarhoşu ayırt ettiğini anla.
Nil bu ayırt edişi Tanrıdan öğrendi de buna ihsanlarda bulundu, öbürünü sıkıca bağladı.
Tanrı lûtfu, Nil’e akıl verdi... kahrı ise Kabil’i sersemleştirdi.

2820. Keremiyle cansız şeylerde akıl yarattı... kahrı ile akıllının aklını aldı.
Lûtfuyla cansız şeyde akıl peydahlandı... kahrı ile bilgi akıllardan kaçtı!
Emriyle oraya yağmur gibi akıl yağdı... bunun aklıysa Tanrı hışmını görüp kaçtı gitti!
Bulut, güneş, ay ve yücelerdeki yıldızlar... hepsi de bir nizamla gelirler, giderler.
Her biri, ancak vaktinde gelir... vaktini ne geciktirir, ne de erken gelip çatar.

2825. Bunu nasıl oldu da peygamberlerden anlamadın sen?Onlar, taşa sopaya bilgi ihsan ettiler.
Bunları gör de diğer cansız şeyleri de şüphesiz bir halde sopaya, taşa kıyas et!
Taşla sopanın itaati meydana çıkar, görünürde öbür cansız şeylerin halinde de haber verir...
Onlar da “Biz, Tanrı’yı biliriz, ona itaat ederiz... hepimiz de tesadüfen halk edilmiş abes şeyler değiliz” derler.
Nil suyuna bak da anla... boğarken iki ümmetin arasını ayırt etti ya!

2830. Yer, nasıl Karun’u kahredip sömürdü; onu nasıl bildiyse Nil’i de öyle bilgi sahibi bil.
Ay da öyle... emri duyunca derhal gökyüzünde yarıldı, ikiye bölündü ya.
Nerede bir ağaç ve taş varsa Mustafa’yı görünce apaçık selâm verdi ya! İşte cansızların hepsini de böyle bil, böyle tanı!

Tanrı varlığını inkâr eden ve âleme evvel, yok diyen Dehri’ye cevap

   Dün birisi, âlem, sonradan yaratıldı... bu gökyüzü fânidir, vârisi Hak’dır diyordu.
Bir filozof dedi ki: Sonradan yaratıldığını nasıl biliyorsun? Yağmur,bulutun sonradan yaratıldığını nasıl bilir?

2835. Bu değişip duran âlemden sen, bir zerre bile değilsin... öyle olduğu halde güneşin sonradan yaratıldığını ne bilirsin ki?
Pislik içinde gömülü olan bir kurtcağız, yeryüzünün evvelini, sonunu nereden bilecek?
Sen bu sözü babandan duydun... taklitle aptallığından ona sarıldın?
Sonradan yaratıldığına delil nedir? söyle; yoksa sus, fazla söylenmeye kalkma!
Adam dedi ki: Bu derin denizde bir gün iki bölük halkın bahse giriştiklerini gördüm.

2840. Onlar çekişir bahsederken halk onların başına üşüştü.
Ben de kalabalığın arasına karıştım, onların sözlerini, hallerini anlamak için durdum, bekledim.
Bir bölüğü âlem fânidir... şüphe yok ki bu yapının bir yapıcısı var diyordu.
Öbür bölüğün bu âlem kadimdir, evveli yoktur, yaratıcısı yapıcısı da yoktur... varsa bile kendisidir diyordu.
Tanrıya inanan, yaratıcıyı inkar ettin... geceyle gündüzü getirip götüren ve rızk veren Tanrıya münkir oldun, dedi.

2845. Filozof ben dedi... delilsiz sözü dinlemem, taklide ancak ahmak olan kapılır!
Hadi delilini göster... yoksa bu âlemde delilsiz söz dinlemem ben!
Mümin dedi ki: Delil, canımdadır... canımın içinde gizli delilim var!
Senin gözün zayıftır, hilâli göremezsin; fakat ben görüyorum, bana kızma.
Dedikodu uzadıkça uzadı... dinleyenlerde bu bezenmiş âlemin başına, sonuna hayran olup kaldılar.

2850. Mümin,dostum dedi... gönlümde bir delil var... bence, bu, âlemin sonradan yaratıldığına bir alâmet!
İyice inanmışım... inancımın nişanesi de şu: İyice inanan ateşe bile girse,
Aşıklardaki aşk sırrı gibi ona bir ziyan gelmez, yanmaz, mahvolmaz!
Sözlerinin sırrı, ancak yüzümün sarılığından, zayıflığından anlaşılır.
Yanaklara akan kanlı göz yaşları, sevgilinin güzelliğine delildir.

2855. Filozof, ben halkın hepsine de delil olamayan bu şeylere ehemmiyet vermem, bunları delil saymam, dedi.
Mümin dedi ki: Kalp akçe ile halis akçe bahse girişseler... halis akçe, sen kalpsın; ben halisim, iyiyim dese,
Son sınama ateştir... bu iki arkadaş ateşe düştüler mi?
Halkın ileri gidenleri de hallerini anlar, alelâde olanları da... herkes, şüpheden kurtulur, onların ne olduklarını iyice anlar bilir.
Canım, su ve ateş de gizli olan halis akçayla kalpı sınamak, için yaratılmıştır.

2860. Sen ve ben... ikimiz de ateşe girelim... bu işe şaşıp kalanlara bakî bir delil olalım!
Ben de, sen de birden denize dalalım... çünkü ben de bu halka bir delilim sen de!
Öyle yaptılar; ateşe girdiler... ikisi de kendilerini kızgın ateşe attılar.
Tanrı var diye iddia eden kurtuldu öbür haramzade yandı, mahvoldu.
Bu haberi müezzinden duy... ham ruhun körlüğünü bir kat daha arttırır!

2865. Ecelle,ölümle Mustafa’nın adı yanmamıştır... çünkü o adın sahibi ileriden ileriydi uludan ulu!
Bu devirde bahse girişenlerin yüz binlercesi münkirlerin perdelerini yırtmıştır.
Müminle filozof bu işe karar verdiler... mucizelerin devam ettiği zuhur etti; doğru olan galip oldu... bu cevaptan
Anladım ki âlemin evveli vardır, bu gök kubbe sonradan yaratılmıştır diyen haklıdır.
Münkirin getirdiği delilin yüzü daima sarıdır... o inkârın doğruluğuna nerede bir nişane?

2870. Münkirlerin övüldüğü bir minare nerede? Alemde böyle bir minare göster bana da onların doğruluğuna nişane olsun.
Hani nerede bir mimber ki oraya birisi çıksın da bir münkirin zamanını ansın.
Paraların üstüne basılan peygamber adları, kıyamete kadar onların doğruluğuna alâmettir.
Padişahların paraları değişir durur.. fakat Ahmed’in parası, kıyamete dek sürer gider!
Altın olsun, gümüş olsun... bir paranın üstünde bir münkirin adını gösterene!

2875. Hadi bunu mucize sayma! Peki bir de güneş gibi apaydın olan ve adına Ümmül Kitap denen yüz dilli Kuran’a bak!
Kimsenin ondan bir harfi çalmaya, yahut sözüne bir söz katmaya ne haddi var, ne kudreti!
Üstünün dostu ol ki üstün olasın... kendine gel be hey azgın, mağluplara dost olma!
Münkirin delili, ancak ve ancak şudur: Ben şu görünen yurttan başka bir şey görmüyorum!
Hiç düşünmez ki nerede bir görünen şey varsa o, gizli hikmetleri haber vermededir.

2880. Her görünen şeyin faydası, faydanın ilaçlarda gizli oluşu gibi o şeyin içinde gizlidir.

“Gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri hak üzere yarattım” yani onları yalnız görün diye değil,sizin görmediğiniz mâna ve bakî olan bir hikmet için yarattım âyetinin tefsiri

   Hiçbir ressam var mıdır ki yaptığı resmi, hiçbir menfaat ümidi gözetmeden yalnız resim yapmak için yapsın.
Hem resim yapmak için yapar, hem de uluların büyüklerin bir vesile ile kederlerinden kurtulmalarını ister.
Çocukların neşelenmesini, bu resimle ölüp gitmiş dostların, dostlar tarafından hatırlanmasını diler.
Hiçbir testici yoktur ki içine su konmasını düşünmeden testisini, sırf testi yapmak için yapsın!

2885. Hiçbir kâseci yoktur ki kaseyi ancak kâse olmak için yapsın da içine yemek konmak için yapmasın!
Hiçbir hattat yoktur ki özene bezene yazdığı yazıyı yalnız yazısını, yazısının güzelliğini göstermek için yazsın da okumak için yazmasın.
Görünen suret gayp âlemindeki surete delâlet eder, o da başka bir gayp suretinden vücut bulmuştur.
Böylece bunları, görüşünün miktarınca ta üçüncü dördüncü, onuncu surete kadar say dur.
Oğul bunla, satrançtaki oyunlara benzer... her oyunun faydasını ondan sonrakinde gör.

2890. Bu oyunu, o gizli oyunu oynamak için, onu da diğer bir oyun için... nihayet o oyunu da bir başka oyun için oynarlar.
Gözünü böylece etraftan ileriye çevir de ta karşındakini mat edip oyunu kazanıncaya dek ne oyunlar oynayacaksan hepsini gör.
Merdiven basamaklarına çıkmak için önce birincisine, sonra ikincisine basmak lazım. ikincisi de bil ki üçüncüsüne çıkmak için kurulmuştur... böyle, böyle merdivenin son basamağına çıkar dama varırsın.
Yemek meni içindir... meni de soy sop üretmek, gönlü gözü aydınlatmak içindir.

2895. Fakat kısa görüşlü adam, ilk işten başka bir şey görmez... aklı yerde yetişen otlara benzer, yere mahkûmdur, gezmez dolaşamaz.
Otu, ha çağırmışsın,ha çağırmamışsın... ayağı toprağa kakılmış kalmıştır.
Rüzgarın tesiri ile başını sallasa da baş sallanmasına aldanma.
Başı, ey seher yeli, duyduk, peki der ama ayağı isyan ediyoruz bırak bizi der.
Kısa görüşlüde gezip dolaşmayı bilmediğinden aşağılık kişiler gibi sürünüp gider... körler gibi Tanrıya dayanıp adım atar.

2900. Savaşta Tanrıya dayanmaktan ne fayda çıkar ki? Bu tavla oynayan acemilerin Tanrıya dayanmasına benzer.
Donup kalmamış olan keskin bakışlarsa, ileriyi delip gider, perdeleri yırtıp görür.
Bu bakışa sahip olanlar, on yıl sonra olacak şeyi şimdicik, hem de gözleri ile görürler.
Böylece herkes bakışı ve görüşü miktarınca gaybı da görür, geleceği de... hayrı da görür şerri de.
Gözün önünde ardında bir hail kalmadı mı bütün dünya dümdüz olur, göz, gayp levhini bile okur.

2905. Gözünü ardına çevirdi mi varlığın başladığı zamandan itibaren bütün macera ve âlemin yaradılışı gözüne görünür!
Yer meleklerinin ululuk ıssı Tanrı ile babamızın halife olması hususunda bahse giriştiklerini duyar görür.
Ön tarafa baktı mı mahşere kadar ne olacaksa onların da hepsi gözünün önünde canlanır.
Şu halde arkaya bakınca aslın aslına kadar... önüne bakınca kıyamete kadar her şey gözüne apaçık görünür.
Herkes gönlünün aydınlığı ve cilâsı nispetinde gaybı görür.

2910. Kim gönlünü daha fazla cilâladı ise daha ziyade görür... ona daha fazla suretler görünür.
Sen eğer bu arılık Tanrı lûtfu dersen gönlünü arıtmaya muvaffak oluş da onun vergisidir, onun lûtfundandır.
O çalışma da o dua da himmet miktarıncadır... “İnsan, ancak çalıştığını elde eder!”
Himmeti veren ancak Tanrıdır... hiçbir saman çöpü, padişahın himmetine sahip değildir.
Tanrının bir adamı bir işe ayırması, bir işe koşması, dileği, isteği, ihtiyar ve iradeyi men etmek değildir ki!

2915. Fakat talihsize bir zahmet erdi mi o pılısını pırtısını toplar, küfür ve isyan semtine çeker.
Talihli birisine bir zahmet verdi mi o, pılısını pırtısını daha yakına çeker getirir.
Kötü yürekliler, korkularından savaşta kaçma sebeplerini ele alırlar, onlara yapışırlar.
Cesur erlerse yine can korkusundan düşman saflarına hücum ederler.
Korku ve tasa Rüstem’leri ileri götürür... o kötü yürekli korkaksa korkusundan olduğu yerde ölür gider.

2920. Belâ ve can korkusu mihenktir... onun içindir yiğitler, tehlike anında korkaklardan ayırt edilirler.

Tanrı’nın Musa Aleyhisselâm’a”Ey Musa,ben yaratıcı Tanrı,seni seviyorum”diye vahyetmesi

   Tanrı Musa’nın gönlüne vahyetti: “Ey seçilmiş kişi ben seni seviyorum.”
Musa ey kerem sahibi dedi: sebebini söyle de neyse onu arttırayım.
Tanrı dedi ki: Çocuk,anası kendisine kızsa bile yine anasına sarılır!
Ondan başka birisinin varlığını bile bilmez... ondan mahmurdur, ondan sarhoş.

2925. Anası ona bir sille indirse yine anasına gelir, ona sokulur.
Ondan başka kimseden yardım istemez... bütün şerri de odur, bütün hayrı da o.
Senin hatırında da hayırdan, şerden bizden başka kimse yok... başka yerlere dönüp bakmıyorsun bile!
Benden başka ne varsa sence taştan, kerpiçten ibaret... ister çocuk olsun, ister genç, ister ihtiyar, hiç kimseye aldırış ettiğin yok.
Namazda “İyyake nâbüdü- yalnız sana taparız” ve belâ vakitlerinde “Senden başkasından yardım istemeyiz” demek de buna benzer.

2930. Bu “İyyake nâbüdü” lûgatte hasrdır ve ancak ziyanı gidermeye münhasırdır.
“İyyake nestaîn” de hasr içindir ve yardım istemeyi yalnız Tanrı’ya hasreder.
Yani bu ayetin mânası şudur: Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz.

Padişahın nedime kızması,birisinin şefaat ederek bağışlanmasını,dilemesi,padişahın bu şefaati kabulü,nedimin,neden şefaat ettin diye o adama incinmesi

   Bir padişah, nedimlerinden birine kızdı, onun tozunu dumanına katmak, onu mahvetmek istedi.
Kılıcını kınından çekti, yaptığı hareketin cezasını verecek, nedimin başını kesecekti.

2935. Kimsede bir şey söyleme, yahut birisinin şefaat edip bağışlanmasını dilemeye kudret yoktu.
Yalnız padişah yakınlarından İmadülmülk adlı birisi, Mustafa’casına şefaate kalkıştı;
Yerinden sıçrayıp hemen secdeye kapandı... padişah da derhal kılıcını elinden bıraktı..
Dedi ki: “İfrit bile olsa bağışladım... Şeytan bile olsa suçunu örttüm.
Ayağını ortaya attın mı atmadın mı? Yüzlerce ziyanda bulunmuş olsa razıyım.

2940. Yüz binlerce kızgınlıktan geçebilirim... senin benim yanımda o derece bir değerin vardır.
Senin yalvarmana aldırış etmezlikten gelemem... senin yalvarman benim yalvarmam demektir.
Yerle gök birbirine karışsaydı bu adamı yine affetmezdim.
Vücudunun her zerresi, ayrı, ayrı yalvarsaydı yine başını kılıçtan kurtaramazdı.
Fakat bağışladım diye seni minnetli bir hale getirmiyorum ha... yalnız benim yanımdaki değerinin anlatıyorum ey benim yanımdaki değerini anlatıyorum ey benim nedimim!

2945. Bunu sen yapmadın, ben yaptım... ey sıfatları, bizim sıfatlarımızda görülmüş, ey varlığını bize vermiş olan nedim!
Bu işi sen dileyerek yapmadın, içinden öyle geldi... seni bu işe sevk eden biziz... Çünkü ben, sana kendimi vermiş değilim, sen varlığını bana vermişsin!
“Sen atmadın o taşları... hakikatte Tanrı attı” ayetine mazhar olmuşsun... kendini köpük gibi dalgaya salıvermiş, bırakmışsın!
Mademki lâ oldun, illânın yanında ev kur... şaşılacak şey şu: Hem esirsin hem bey!
Ne verdiysen padişah verdi, sen vermedin... doğruyu Tanrı daha iyi bilir ya, ortada var olan ancak odur.

2950. O nedim zahmetten belâdan kurtuldu, fakat bu şefaatçiye öyle bir incindi ki selâm bile vermez oldu.
O ihlâs sahibi kişiden dostluğu kesti... yolda rastlasa yüzünü duvara döner, selâm vermezdi!
Kendisini kurtaran arkadaşına âdeta yabancı olmuştu... halk şaşırdı, bu iş, ağızlara yayıldı, hikaye gibi söylenmeye başlandı.
Herkes, deli değilse neden canını satın alan arkadaşı ile dostluktan vazgeçti.
O, onun başını kurtardı, canını satın aldı... ayağının bastığı yer toprak kesilmeliydi.

2955. Halbuki bu tersine hareket etti, ondan vazgeçti, böyle bir dosta kin gütmeye başladı diyordu.
Aralarını bulmak isteyen birisi onu kınadı da dedi ki: Böyle bir öğütçü dosta neden bu cefada bulunuyorsun?
Padişahın o has dostu, senin canını satın aldı, boynun vurulmadı, kurtuldun, fakat seni o kurtardı!
Kötülük bile yapsaydı kaçmaman gerekti... halbuki o temiz ve iyi dost, sana iyilikte bulundu!
Nedim dedi ki: Ben, canımı padişaha feda edecektim... o, neden araya girdi de şefaatte bulundu?

2960. O anda ben Tanrıyla öyle bir haldeydim ki aramıza seçilmiş bir peygamber bile giremezdi!
Padişahın kahrından başka bir rahmet istemem, ondan başka kimseye sığınamam.
Ben, padişaha yüz tutmuş, onu sevmiş, ondan başkasını yok bilmişim!
Kahrı ile başımı kesse bile bana altmış tane can bağışlar!
Benim işim başımla oynamak, arlıktan geçmektir... padişahımın işi de baş bağışlamaktır.

2965. Padişahın eliyle kesilen başa ne mutlu... yazıklar olsun ondan başkasına eğilen başa !
Padişah kahreder de geceyi zift gibi karanlık bir hale sokarsa gece, öyle bir yüce dereceye erer ki binlerce bayram günü olmadan bile arlanır!
Padişahı gören kimsenin padişahın etrafında dönmesi kahrın da üstündedir, lûtfun da; küfürden de üstündür, dinden de!
Buna ait âlemde bir söz yoktur... gizlidir, gizlidir gizli!
Çünkü bu güzel ve temiz adlarla sözler, Âdem kirmanından zuhur etti.

2970. “Allemel’esma” Âdem’e imamdı, fakat ayın lâm elbisesi ile değil!
Âdem başına sudan,topraktan bir külâh koyunca o cana ait adların yüzü karardı.
Suyla topraktan mâna zuhur etsin diye cana ait adlar, harf ve nefes nikabiyle yüzlerini örttüler.
Söz, gerçi bir bakımdan mânayı açar ama on bakımdan da örter, gizler!

Halil’e Cebrail aleyhisselâm’ın “Hacetin var mı? Diye sorması,onun da “Var..var ama senden değil“ diye cevap vermesi

   Ben, zamanın Halil’iyim, o da Cebrail’dir. Bela çağında onun kılavuzluğunu istemem ben!

2975. O, Halil’e şefaat eden Cebrail’den edep öğrenmedi mi ki? Cebrail Tanrı Halil’ine
“Muradın var mı? Söyle de yardım edeyim... yoksa derhal çekip gideyim”... deyince
İbrahim, “hayır... sen aradan çık. Hakikat meydana çıktıktan sonra vasıta zahmettir” dedi.
Peygamber bu dünya için kulları Tanrıya ulaştıran bir bağdır. Çünkü o müminlerle Tanrı arasında bir vasıtadır.
Fakat her gönül, gizli vahyi duyup işitseydi âlemde harf ve sese ne lüzum kalırdı?

2980. Gerçi o, Tanrıdan mahvolmuştur, başsızdır... fakat benim işim ondan da ince!
Onun yaptığı iş Tanrı işidir, ben ona göre zayıfım... doğru, fakat bu iş, yine bana pek kötü görünmede!
Halka lûtfun ta kendisi olan şey, yüce ve nazenin erlere kahırdır.
Şu halde halk, zahmet ve belâlar çekmeli de aradaki farkı görüp anlamalı!
Ey hakikî dost, mânayı anlamaya vasıta olan bu harfler, mânaya erişmiş adama göre dikendir, hordur hakîrdir!

2985. Öyleyse saf ruhun harflerden kurtulması için pek çok belâlar çekmesi, pek anlayışlı olması lâzımdır.
Fakat bazıları bu sesten büsbütün sağır kesilirler, bazıları ise daha yücedir, daha üstün olurlar!
Bu belâ Nil ırmağına benzer, iyilere sudur, kötülere kan!
Kim, sonu daha fazla görürse daha kutludur... daha ciddiyetle işe sarılır, ekin eker de daha fazla meyve toplar.
Çünkü bilir ki bu ekim dünyası, mahşere hazırlanmak, ahirette burada ektiğini toplamak, devşirmek için yaratılmıştır.

2990. Hiçbir bağlantı yoktur ki yalnız o bağ için bağlansın... o bağlantı, bir ticaret elde etmek, bir kâr kazanmak içindir.
Dikkat edersen görürsün ki hiçbir münkirin inkârı, sırf inkâr için değildir...
Hasedinden düşmanı kahretmek, yahut üstün olmayı dilemek, kendini göstermek içindir.
O üstünlük isteği de başka bir tamahladır... hâsılı mânalar olmadıkça suretlerin bir lezzeti olamaz!
İşte onun için “Neden bunu yapıyorsun?” diye sorarsın... çünkü suretler zeytin yağıdır mâna ışık.

2995. Değilse bu “Neden” sözü neden? Çünkü suret, ancak o suret için olsaydı “Neden bunu yapıyorsun?” diye sormazdın ki!
Bu “Neden” diye sormak, bir şey öğrenmek içindir... bundan başka bir suretle neden diye sormak kötüdür.
Ey emin adam, bunun faydası, sırrı bundan ibaretse neden hikmetini arıyorsun ya!
Göğün ve yer ehlinin suretleri, ancak bu suretler için yaratılmışsa bunda bir hikmet yoktur ki!
Bir hikmet sahibi yoksa bu tertip nedir... bir hikmet sahibi varsa işi nasıl boş ve abes olabilir?

3000. Doğru, yanlış, bir şey düşünmeksizin ne kimse hamama bir resim yapar, ne bir yeri boyar!

Musa aleyhisselâm’ın Tanrı’ya “Neden halkı yarattın,sonrada onları helak adiyorsun?” diye sorması ve Tanrı’nın cevabı

   Musa dedi ki: Ey soru hesap gününün sahibi Tanrı, yapıp düzdün, neden yine bozar yıkarsın?
Cana, canlar katan erler, dişiler yaratırsın... sonra bunları yıkar, mahvedersin; neden?
Tanrı dedi ki: Bu suali inkâr yüzünden, yahut gafletle ve nefsine uyarak sormuyorsun, biliyorum.
Yoksa hoş görmez, gazap eder, bu soru yüzünden seni incitirdim.

3005. Fakat bizim işlerimizdeki hikmetleri, varlık sırlarını araştırıyorsun...
Bunu bilip sonra da halka bildirmek ve her ham kişiyi bu suretle olgunlaştırmak istiyorsun.
Sen bunu biliyorsun ama halka da bildirmek için sormaktasın.
Çünkü bu sual yarı bilgidir. Hiç bilmeyen, bu bilgiden dışarıda kalan bu soruyu soramaz.
Sual de bilgiden doğar, cevap da... nitekim diken de toprakla sudan biter, gül de!

3010. Hem sapıklık bilgiden olur, hem doğru yolu buluş... nitekim acı da rutubetten hâsıl olur, tatlı da!
Bu nefret ve sevgi, aşinalıktan gelir... hastalık da iyi gıdadan olur, kuvvet de!
Tanrı Kelim’i de, acemilere bu sırrı bildirmek, onları faydalandırmak için kendini acemi yaptı.
Bizde kendimizi ondan daha acemi yapalım da bilmez gibi cevabını dinleyelim.
Eşek satanlar, o satışın anahtarını elde etmek için birbirlerine âdeta düşman olurlar, çekişir dururlar.

3015. Tanrı buyurdu ki: Ey akıl sahibi Musa, madem ki sordun gel de cevabını duy.
Ey Musa, yere bir tohum ek de bunun sırrını anla, insafa gel!
Musa tohum ekti, ekin bitti, kemale gelip başaklandı, güzelce, düzgünce yetişti...
Orağı alıp biçmeye başladı. Gaybtan kulağına bir ses geldi:Neden ekiyor, besliyorsun da kemale gelince kesiyor, biçiyorsun?

3020. Musa dedi ki: Yarabbi, burada tane de var saman da... onun için kesiyorum.
Çünkü tanenin saman ambarına konması lâyık değil... saman da buğday ambarına konursa yazık olur!
Bu ikisini karıştırmak hikmete uygun olamaz. Mutlaka elerken ayırt etmek lâzım.
Tanrı dedi ki: Bu bilgiyi sen kimden aldın da bir harman meydana getiriyorsun?
Musa,Tanrım bana bu temyizi sen verdin dedi... Tanrı dedi ki: Öyleyse bende nasıl olur da temyiz olmaz?

3025. Halk arasında temiz ruhlar da var, topraklara bulanmış kara ruhlar da.
Bu sedeflerin hepsi bir değil... birisinde inci var, öbüründe boncuk!
Buğdayları samandan ayırmak nasıl lâzımsa bu iyiyi de kötüyü de ayırmak vâcip.
Bu âlem halkı, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır.
Ben bir hazineydim dedi Tanrı, hem de gizli... bunu duy da cevherini kaybetme, meydana çıkar!

Hayvani ruhla cüz’i akıl,vehim ve hayal ayrana benzer..bakî olan ruhsa bu ayranda gizli olan yağa

3030. Ayran içinde yağ nasıl gizliyse, doğruluk cevherinde yalan da gizlidir.
O yalanın, şu fâni tendir... doğrun da Tanrıya mensup olan can!
Yıllardır şu ten ayranı meydandadır da can yağı onda fâni ve değersiz bir hale gelmiştir.
Nihayet Tanrı, bir elçi kulunu, ayranı yayığa koyup döven birisini gönderir de,
Bende bir ben gizli olduğunu bileyim diye sıfatla hünerle o yayığı döver.

3035. Yahut da zatından âdeta bir cüz olan bir kulunun sözünü izhar eder de o söz, vahiy arayan kişinin kulağına girer.
Müminin kulağı, vahyimizi kavrar, beller... öyle kulak, insanı Hakk’a davet edenin eşidir, arkadaşıdır.
Âdeta çocuğun kulağına benzer; anasının sözleriyle dolar da söze başlar, konuşur.
Çocukta anlayan bir kulak olmazsa anasının sözünü duymaz, dilsiz olur.
Anadan doğma sağır, daima dilsizdir de... söyleyen kişi, sözü önce anasından duymuştur.

3040. Bil ki sağır ve dilsizin kulağı, âfetlerden bir âfettir... ne söz dinlemeye kabiliyeti vardır, ne de bellemeye.
Belletilmeden söyleyen Tanrıdır, çünkü onun sıfatları, sebeplerden ayrıdır.
Yahut Âdem gibi ana ve dadı hicabı olmaksızın Tanrı telkini ile söyler.
Yahut da Tanrı belletmesiyle Mesih gibi doğar doğmaz konuşur.
Doğuşundaki zina ve fesat töhmetlerini reddetmek, zinadan doğmadığını anlatmak için dile gelir.

3045. Çalışmada bir hareket gerek ki ayran, gönüldeki yağdan ayrılsın!
Yağ, ayran içinde âdeta yok gibidir de ayran, varlık alemine bayrak dikmiştir.
Sen de var olarak görünen deriden ibarettir... fâni görünen yok mu?Asıl var olan odur işte!
Yağlanmamış, eskimemiş ayranın varsa dövüp yağını çıkarmadıkça sakın harcama!
Hemen onu bilgiyle elden ele alarak döndüre dur da gizlendiğini meydana çıkarsın.

3050. Çünkü bu fâni olan şey, bakînin delilidir... nitekim sarhoşların yalvarmaları da sâkiye delildir!

Buna dair başka bir misâl

   Bayraklardaki aslanların hareketi, gizli bir yelin varlığından haber verir.
Yeller esmeseydi ölü aslan havada nasıl olur da hareket ederdi?
Aslanın hareketlerinden rüzgârın sabah yeli, yahut cenup rüzgârı olduğunu anlarsın... bu hareket, o gizli rüzgârı anlatır.
Şu beden de bayraktaki aslana benzer... düşünce onu her an oynatır durur!

3055. Doğudan gelen düşünce sabah yelidir... batıdan gelen ufunetli cenup yeli!
Bu düşünce yelinin doğuşu, başka doğudur... bu düşünce yelinin batısı, o yandadır!
Ay cansızdır, doğusu da cansız... fakat gönlün doğusu canlar canının canıdır!
Gündüzün doğan şu güneş yok mu... iç âlemini aydınlatan güneşin doğuşundan bir kabuktur, onun bir aksidir ancak!
Çünkü ten, can yalımı olmadı mı ölür gider... artık onca ne gündüz vardır, ne gece!

3060. Beden olmaz, fakat ruh olursa gece ve gündüz bakîdir, düzenlidir.
Nitekim göz, rüyada ay ve güneş olmadığı halde ayı da görür, güneşi de!
Arkadaş uykumuz ölümün kardeşidir... bu kardeşe bak o kardeşi anla!
Sana, rüya ölümün fer’idir derlerse sakın ha, hakikatine erişmedikçe bu sözü dinleme!
Ruhun uykuda öyle şeyler görür ki yirmi yıl uyanık kalsan onları göremezsin!

3065. Rüyanı tâbir ettirmek için bir hayli zaman bilgiç padişahlara koşar,
Şu rüyanın tâbiri nedir diye sorarsın... böyle bir sırra fer’i demek köpekliktir!
Bu söylediğimiz rüya, alelâde halkın gördüğü rüyadır... Tanrıya yaklaşmış erlerin rüyası ile Tanrı seçmesinin, Tanrı yakınlığının ta kendisidir.
Fil gerektir ki uyuyunca rüyasında Hindistan’ı görsün!
Eşek, hiç Hindistan’ı rüyada görmez... çünkü Hindistan’dan ayrılmamış, gurbete düşmemiştir ki!

3070. Fil gibi adam akıllı bir can gerek ki uykusunda iştiyakla Hindistan’a gitsin!
Fil Hindistan’ı arar, ister... o yüzden bu istek bu anış geceleyin bir surete bürünüp ona görünür.
“Tanrıyı anın” emrine uymak, bir herzevekilin işi değil... “Tanrına dön “ emrine uymak, her kalleşin ayağının harcı değil.
Fakat sen meyus olma; file benze! Fil değilsen bile fil olmaya çalış.
Âlemdeki kimyagerlere bak... her an sırça üzerine resim yapanların seslerini duy!

3075. Onlar gök boşluğuna suretler düzerler... benim için senin için işler yaparlar!
Ey tavuk karasına uğramış adam! Yeni yakası misler kokan erleri görmüyorsan şu sana dokunan şeyleri gör bari!
Toprağından her an yeniden yeniye otlar biter; onları gör... her an anlayışına yeni bir şey dokunur; onlara bak!
İbrahim Ethem de rüyada hicapsız olarak bütün gönül Hindistan’ını gördü de,
Zincirlerini kırdı; memleketi birbirine geçirdi, gözlerden kayboldu!

3080. Şu iş Hindistan’ı görmenin nişanesidir... insan, uykusundan sıçrayıp uyanır, deli divane olur.
Bütün tedbirlerin başına toprak saçar... zincirlerin halkalarını kırar geçer!
Peygamberin nuru anlatılırken gönüllerdeki nişanesini söylediği gibi hani...
Dedi ki: Nur, kalbe girdi mi nişanesi şudur: İnsan bu yalan yurttan uzaklaşır, neşeler yurdu olan ahiretten de geçer!
Ey temiz dost, Mustafa’nın bu hadisini anlatmak için bir hikaye söyleyeceğiz, dinle.

Kendisine hakikî padişahlık yüzü gösteren ve “İnsan o gün kardeşinden,anasından,babasından bile kaçar”âyeti hali olan şehzade..bu toprak yığınının padişahlığı,çocuk tabiatlı kişilerindir:onlar,buna kale almak derler..çocuğun biri üstün gelir,toprak yığınının üstüne çıkar,kale benimdir der..öbür çocuklar,ona haset ederler:çünkü toprak çocukların baharıdır.O şehzade,renklerin bağından kurtulduğundan ben bu renkli topraklara aşağılık toprak diyor,altın,atlas ve kemha demiyorum,bu kemhadan kurtuldum,tek renkli gayb âlemine gittim dedi.”Biz ona çocukken hüküm ve peygamberlik verdik”âyetine göre Tanrı irşadı için yıllar geçmeye lüzum yoktur..dilediğini emredip derhal yapan Tanrı kudretine karşı kimse kabiliyetinden bahsedemez.

3085. Bir padişahın yiğit bir oğlu vardı... zâhiri de hünerlerle bezenmişti, bâtını da.
Bir gece rüyasında çocuğunun ansızın öldüğünü gördü. Padişaha âlemin arılığı tortulu bir hal oldu.
Yanışının tesiri ile gözyaşları bile kurudu, ağlamaya bile iktidarı kalmadı.
Öyle dertlendi, öyle kederlendi ki ah etmeye bile mecali kesildi!
Ölüm isteği ile cesedi, iş görmez bir hal aldı... neyse eceli gelmemiş, ömrü varmış; uykudan uyandı.

3090. Bu sefer de uyanınca öyle bir sevindi ki ömründe öyle bir sevinç görmemişti.
Sevinçten ölecekti âdeta... canı ile bedeni sanki ölümle dirim arasında tomruğa vurulmuştu!
Bu ışık gam soluğu ile de söner, neşe soluğu ile de... işte sana bir alay, işte sana bir eğlence!
O, bu iki ölüm arasında diridir... bu tomruğa vurulmuş olduğu halde gülünecek bir şey!
Padişah kendi kendine dedi ki: bu neşeye sebep, o gamdı; Tanrı sebep ihsan etti, sevindim.

3095. Ne şaşılacak şey! Bir hadise bir yönden ölüm, öbür yönden dirim ve sevinç.
Şu bir yönden tatlıdır, zevk vericidir. Diğer bir yönden de öldürücü, azap vericidir.
Ten sevinci dünyaya mensup olana göre yücelik... fakat ahiret gününe göre noksan ve zeval!
Düş yorucu rüyada gülmeyi ağlamaya, hayıflamaya, kederlenmeye yorar.
Ağlamayı da sevince, feraha verir ey şen, esen kişi!

3100. Padişah, bu gam geçti gitti ama can, bu çeşit şeylerden kötü şüphelere düşer diye düşünceye daldı.
Gül gider de dedi, ayağıma böyle bir diken batarsa hiç olmazsa ondan bana bir yadigâr kalmalı!
Yokluğa sayısız, sonsuz sebepler var... hangi yolu kapayalım ki?
Isırıcı ölüme yüzlerce pencere var, yüzlerce kapı var... açılırken her biri cik cik etmekte!
O ölüm kapılarının acı cik ciklerini haris kişinin kulağı, mal ve mülk hırsından duymaz.

3105. Bir taraftan bedenin dertleri, kapıların sesi... bir taraftan düşmanların cefası kapıların sesi.
Canım efendim, hele bir tıp fihristini oku hastalıkların yalımlı ateşini gör!
Bütün o alillerden bu eve yol var... her iki adımda akreplerle dolu bir kuyu var!
Rüzgâr şiddetli, ışığım sönmek üzere... çabuk davranayım da onun ışığından bir ışık daha uyandırayım.
Bari bu ikisinden biri kalsın da yel, ışığın birini söndürürse onunla eğleneyim.

3110. Ârifler gibi hani... ârif de bu noksan beden kendiliğinden kurtulmak için gönül kandilini yakar da
Günün birinde ansızın bu kandil sönerse onun yerine can kandilini koyayım der.
Padişah bu işi anlamadı da aldandı... fâni kandilin yerine başka bir fani kandile kapıldı!

Padişahın,soyunun kesilmesinden korkarak oğluna bir kız alması 

   Padişah bunun üzerine, evlensin de soyu sopu üresin diye şehzadeye bir kız almak istedi.
Bu doğan, tekrar yokluk âlemine yüz tutarsa o doğanın yerini yine bir doğan tutsun...

3115. Bu doğanın sureti, eğer şu âlemden giderse mânası, oğlunda baki kalsın dedi.
Onun için o uyanık padişah, Mustafa “Çocuk, babanın sırrıdır” buyurdu.
İşte bu yüzden bütün halk, sevgilerden çocuklarına sanat öğretirler de,
Onların kalıpları gözden gizlenince o mânalar âlemde bâki kalsın derler.
Tanrı, hikmetiyle istidat sahibi olan her küçük çocuğun doğru yolu bulması için onların hırsına bir ciddiyet vermiştir.

3120. Ben de kendi soyumun devamı için oğluma mezhebi meşrebi iyi bir kız alacağım.
Fakat alacağım kızın kötü bir padişahın soyundan değil, temiz bir kişinin soyundan bir kız olmasını isterim.
Padişah, zaten bu temiz kişidir... hür olan da odur... ne şehvetin esiridir, ne boğazının.
Fakat halk, aksine olarak esirlere padişah adını taktılar... Zenciye Kâfur adı takıldığı gibi hani!
Kanlar içen çöle kurtuluş yeri, bayağı, nekes ve kutsuz kişiye kutlu adını verirler ya!

3125. Şehvet, kızgınlık ve istek esirine bey, yahut “Sadr ecel – en ulu vezir” dediler.
O ecel esirlerine halk, şehirlerde beyler ve “Emîrani ecel – Ulu beyler” adını taktılar.
Canı, pabuççuların safında alçalmış, yani mevkiye mala kapılıp kalmış olma “Sadr – Ulu ve baş köşeye geçen vezir” derler.
Padişah bir zâhidi seçince bu haber, kadınların kulağına vardı!

Padişahın,oğlu için bir yoksul zâhidin kızını seçip almasına harem ehlinin itirazı ve onların bu akrabalıktan utanmaları

   Şehzadenin anası, aklının noksan oluşundan itiraz ederek dedi ki: Evlenmede gerek akıl, gerek nakil, eşit olmayı şart koşmuştur.

3130. Halbuki sen nekesliğinden, cimriliğinden kurnazlık ederek oğlumuzu bir yoksulla akraba yapıyorsun?
Padişah dedi ki: Temiz bir kişiye yoksul demek hatadır... çünkü onun kalbi ganidir ve bu da Tanrı vergisidir.
Böyle adam, takvasında kanaat bucağına kaçar, yoksul gibi nekesliğinden, tembelliğinden değil!
Kanaattan meydana gelen darlık, takvadandır... bu, aşağılık kişilerin yokluğundan, darlığından apayrı bir şeydir.
Nekes, bir habbe bulsa başını bile verir... halbuki temiz kişi, himmetiyle altın hazinesine bile bakmaz, terk edip gider!

3135. Hırsından, her çeşit harama kasten padişaha ulu kişiler, yoksul derler.
Kadın dedi ki: Nerede onda çeyiz olarak verecek şehir ve kaleler... yahut saçı olarak saçacak inciler, paralar pullar?
Padişah, yürü yahu dedi... kim, din gamına düşerse Tanrı, öbür dertleri artık ondan alır.
Nihayet padişah üstün geldi, ona yaradılışı güzel ve bir temiz kişinin soyundan bir kız aldı.
Kızın güzellikte eşi yoktu... yüzü, kuşluk güneşinden daha parlaktı!

3140. Kızın güzelliği buydu, huyu da güzelliği gibiydi... hasılı ahlâkı o kadar iyiydi ki anlatmaya imkân yok!
Dini avlamaya bak ki onunla beraber güzellik, mal, mevki ve sana fayda veren baht da senin olsun!
Ahiret, bil ki deve katarıdır; dünya malı devenin yükü ve tüyü.Katara sahip oldun mu yünü, tüyü de onunla beraber gelir.
Fakat yünü alırsan deve senin olmaz ki... deve senin olursa yünün ne değeri kalır?
Padişah temiz ve riyasız soydan gelen o kızı nikâhla oğluna aldı.

3145. Fakat kaza ve kader bu ya... o güzelim şehzadeye bir ihtiyar büyücü de âşık olmuştu.
O Kâbil’li kocakarı, şehzadeye öyle bir büyü yaptı ki Babil büyücüleri bile bu büyüye haset ederler.
Şehzade, o çirkin kocakarıya âşık oldu... gelinden de geçti güveylikten de!
İşte böyle bir kara ifrit, böyle bir Kâbil’li karı ansızın şehzadenin yolunu vuruverdi!
O ferci kokmuş doksanlık kocakarı, şehzadenin ne aklını bıraktı, ne ağzını, zavallıda konuşacak iktidar bile kalmadı.

3150. Şehzade tam bir yıl o karıya esir oldu... o kokmuş karının ayakkabısının tasmasını öpüp durdu.
Kocakarının sohbeti, şehzadeyi kesip biçmekte, eritip mahvetmekteydi... âdeta yarı canlı bir hale gelmişti.
Başkaları onun zayıflığından derde düşerken o büyünün tesiri ile kendisinden bile bihaberdi.
Dünya padişaha zindan kesildi... şehzade ise babası ve akrabası ağlarken gülmekteydi!
Padişah pek çaresiz kaldı... gece gündüz kurbanlar kestirmede, sadakalar vermekteydi!

3155. Ne çare varsa hepsine başvurdu... fakat oğlan, kocakarıya gittikçe daha fazla âşık oluyordu.
Padişah, bunda mutlaka bir sır, bir hikmet olduğunu, bundan böyle ancak yalvarıp yakarmakla bir çare bulunabileceğini iyice anladı.
Secdeye kapanıp “Yarabbi, fermanın yürür... Tanrı mülkünde Tanrıdan başka kimin hükmü geçer ki?
Fakat bu yosul çocuk öd ağacı gibi yanıp duruyor... ey merhametli Tanrı, elini tut” demeye başladı.
Nihayet onun Yarab, Yarab demesi, feryad-ü figan etmesi makbule geçti... yoldan usta bir büyücü çıkageldi.

Padişahın oğlunun Kâbil’li büyücüden kurtulması için ettiği duanın kabul edilmesi

3160. O büyücü uzaktan o çocuğun bir ihtiyar karıya esir olduğunu duymuştu.
Bu karının büyüde eşsiz örneksiz olduğunu ve bir ikincisinin bulunmadığını işitmişti.
Yiğidim, el elin üstündedir... hünerde de, kuvvette de el elin üstündedir arşa varınca!
Ellerin sonu Tanrı elidir... deniz, şüphe yok ki sellerin varıp döküldüğü son yerdir.
Bulutlar da suyu denizden alır... seller akıp gider nihayet ona varır.

3165. Padişah bu oğlan elden gitti dedi. Adam dedi ki: İşte ulu bir derman olarak geldim ya!
Bu büyücülerden hiç kimse o kocakarıya eşit olamaz... ancak ben, o yandan geldim, büyüde bilgim çoktur... onunla ben başa çıkarım!
Musa’nın eli gibi Tanrı izniyle onun büyüsünü kökünden yıkar, mahvederim.
Çünkü bana bu bilgi Tanrı tarafından verildi... hor hakîr büyücülere şakirtlik ederek öğrenmedim.
Onun büyüsünü bozmak şehzadenin benzinin sarılığını gidermek için geldim ben!

3170. Seher çağında mezarlığa git de orada duvarın yanında kireçle boyanmış bir ak mezar var.
Orasını kıbleye doğru kaz; Tanrının kudretine, kuvvetine bak!
Bu hikâye pek uzundur, sen de usandın... bari fazlasını bırakayım da hulâsasını söyleyeyim.
O sıkı düğümleri çözdü şehzadeyi mihnetten kurtardı.
Çocuk kendisine gelince koşa, koşa babasının tahtına vardı, yüzlerce mihnetle,

3175. Secdeye kapandı, yüzünü yerlere sürdü... koltuğunda da bir kılıç ve bir kefen vardı.
Padişah şenlikler yaptırdı şehir halkı sevindi, o ümidini kesmiş gelinde muradına erdi.
Âlem yeni baştan dirildi, parladı! Şaşarım doğrusu o günde bir gündü bugün de bir gün!
Padişah ona öyle bir düğün yaptı ki köpeklerin önüne bile gülsuyu şerbeti kondu.
Büyücü kocakarı kederinden geberdi... çirkin yüzünü de cehennem Malikine tapşırdı çirkin huyunu da!

3180. Şehzade o kocakarı benim aklımı nasıl oldu da çeldi diye hayretlere düşmüştü!
Güzellikte aya benzeyen ve güzellerin güzellik yolunu kesip vuran gelini görünce,
Aklı başından gitti düşüp bayıldı... tam üç gün aklı başına gelmedi!
Üç gün üç gece kendisini kaybetti. Halk onun baygınlığından meraka düştü.
Gül suları ile, ilâçlarla nihayet kendisine geldi... yavaş yavaş açıldı, iyiyi, kötüyü anlamaya başladı.

3185. Bir yıl sonra padişah söz arasında ona dedi ki: Oğlum hele o eski sevgiliyi hatırla bakalım!
O seninle beraber yatanı, o yatağı bir hatırla da bu derece vefasız ve acı sözlü olma.
Şehzade bırak baba dedi... ben, neşe yurdunu buldum, gurur yurdunun aldanma diyarının kuyusundan kurtuldum.
Mümin yol buldu da karanlıktan Hak nurunun bulunduğu tarafa yüz çevirdi mi öyle olur işte!

Şehzade,insanoğludur,Tanrı halifesidir,babasıda meleklerin secde ettikleri,Tanrı halifesi Âdem Safî’dir Kâbil’li kocakarı dünyadır;insanoğlunu babasından büyü yaparak ayırdı;peygamberle veliler de buna çare bulan o hekimdir.

   Kardeş bil ki şehzade sensin bu eski dünyada yeniden doğmuşsun!

3190. Kabil’li büyücü bu dünyadır... erleri bile rengine kokusuna esir etmiştir.
Bu bulanık ırmağa düştün mü her an “Kul eüzü” leri oku kendine üfür de,
Bu büyüden bu ıstıraptan kurtul, sabah, Tanrısına sığın ondan yardım iste!
Dünya, halkı büyü yaparak kuyuya atmıştır da Peygamber onun için dünyaya büyücü demiştir.
Kendine gel bu kokmuş kocakarının kuvvetli büyüleri vardır... sıcak nefesi padişahları bile esir eder.

3195. Gönülde onun tükürüklü üfürükler salan büyücüleri var... büyü düğümlerini düğümleyen odur!
Dünya büyücüsü pek ilginç bir karıdır... onun büyü ipini çözmek herkesin ayağının harcı değil!
Eğer akıllar onun bağladığı düğümleri çözseydi Tanrı peygamberleri yollar mıydı?
Kendine gel de nefesi kutlu, düğümler çözen, Tanrı dilediğini işler sırrını bilir birisini ara!
Dünya seni de balık gibi oltasına takmıştır... şehzade bir yıl kaldı, sense altmış yıldır o oltadasın!

3200. Tam altmış yıldır onun oltasında mihnetler içindesin... ne bir hoşluğum var, ne bir sünnete uyarsın!
Günahkâr bir bedbahtsın... ne dünyan güzel, ne vebalden, günahtan kurtulmuşsun!
Dünyanın üfürüğü bu düğümleri pek sıkı düğümledi... sen artık tek yaratıcının üfürüğünü iste!
İste de “Ben Adem’e ruhumdan üfürdüm” üfürüğü, seni bundan kurtarsın ve yücel desin!
Büyü üfürüğünü Tanrı üfürüğünden başka bir şey bozmaz... bu kahır üfürüğüdür, o lûtuf üfürüğü!

3205. Tanrının rahmeti kahrından artıktır, ileridir. Sen de ileri olmak istiyorsan yürü, bir ileri gitmiş er ara.
Bu suretle amelleriyle, yahut, hurilerle evlendirilmiş kişilerin mertebesine eriş... ey büyülenmiş padişah işte sana kurtuluş çaresi!
Dünya kocakarısı senin yanında oldukça ve sen, onun işvelerine kapılıp kaldıkça ne onun ağı, tuzağı çözülür, ne büyü düğümleri.
Ümmetlerin ışığı olan peygamber, bu dünya ile öbür dünyaya ortaklar demedi mi?
Şu halde bununla buluşmak ondan ayrılmaktır... bu bedenin sıhhati, canın hastalığıdır.

3210. Bu geçitten ayrılmak müşküldür, o duraktan ayrılmaksa bil ki daha müşkül!
Nakıştan ayrılmak bile sana güç geliyor... nakkaşından ayrılmak ne kadar güç gelir ya!
Ey aşağılık dünya ayrılığına sabretmeyen dost, Tanrı ayrılığına nasıl sabredeceksin?
Bu kara sudan ayrılamıyorsun da Tanrı kaynağından ayrılmaya nasıl katlanıyorsun ya?
Bu kara suyu içmedikçe pek dinlenemiyor, esenleşemiyorsun... iyi kişilerden ve onların içtikleri kaynak suyundan ayrılınca halin ne olur?

3215. Bir nefescik Tanrı güzelliğini görsen canın da ateşlere düşer, vücudun da!
Ondan sonra bu suyu cife görürsün... Tanrı yakınlığının debdebesini gördün mü,
Şehzade gibi sevgiline kavuşursun... ayağındaki dikeni çıkarırsın!
Kendinden geçmeye çalış da hemencecik kendini bul... doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
Aklını başına devşir; her zaman kendinle eş olma... her an eşek gibi balçığa düşme.

3220. Bu sürçme, gözünün iyi görmeyişindendir... kör gibi inişi yokuşu göremiyorsun.
Yusuf’un gömleğinin kokusunu kendine senet yap... çünkü onun kokusu gözleri aydın eder!
O gizli suretle o alındaki nur, peygamberlerin gözlerini uzakları görür bir hale getirmiştir.
O yüzün nuru, insanı ateşten kurtarır... kendine gel de iğreti nura kâni olma.
Bu nur, insana ancak içinde bulunduğu zamanı gösterir; bedeni aklı ve ruhu uyuz eder.

3225. Görünüşü nurdur ama hakikatte ateştir. Eğer ışık istiyorsan iki elini de bu nurdan çek!
Ancak içinde bulunduğu zamanı ve hali gören göz ve can, nereye giderse gitsin an be an yüzüstü düşer.
Bu çeşit insanlar içinde uzağı gören olsa bile hünersizdir... görür ama uykuda uzağı nasıl görürse öyle görür.
Dere kıyısında dudakların kupkuru... yatar uyursun; su aramak içinde seraba doğru koşup gidersin!
Uzaklarda serabı görür ona koşar... görüşüne âşık olur,

3230. Uykuda arkadaşlarına gönlü gözü açık olan benim, perdeleri deler, her şeyi görürüm ben...
İşte bak, şimdi de o tarafta su gördüm... hadi, koşalım, oraya varalım diye atar tutarsın... halbuki o gördüğün seraptır senin.
Her adımda bu güzelim sudan biraz daha uzaklaşırsın... koşa, koşa seni aldatan o seraba gûya yaklaşır, fakat hakiki sudan uzak düşersin.
Azmin, bu sana gelmiş, akmış ulaşmış olan hakiki suya tam bir perde!
Nice kişiler vardır ki ulaşmak istedikleri yerden hareket eder oraya varmak için yola düşerler.

3235. Uyuyan kişinin ne gördüğü şey işe yarar, ne söylediği lâf! Gördüğü şey de söylediği söz de bir hayalden başka bir şey değildir, ondan elini çek.
Uykun gelmişse yolda uyu... Tanrı hakkı için, ancak Tanrı yolunda yat.
Olur ya, belki bir yolcu, rastlar da seni hayallerden, uykudan kurtarır.
Uyuyan kişinin düşüncesi, kılı kırk yarsa fayda yok... o incelikle yine köy yolunu bulamaz.
Uyuyan kişinin düşüncesi, ister iki kat olsun, ister üç kat... yine hata içinde hatadır, yine hat içinde hat.

3240. Ona hiç çekinmeden dalgalar gelir vurur da o, yine upuzun çöllerde koşar durur!
Su, ona şah damarından yakındır da o susuzluktan yanar yakılır!

Kıtlık yılında halk açlıktan ölürken müflis ve ayali kalabalık olduğu halde neşeli ve sevinçli olan zâhide;sevinç zamanı değil,yüzlerce baş sağlığı vermek zamanı deyince zâhidin umrumda bile değil demesi

   Hani şunun gibi: Kıtlık yılında bir zâhid, bütün kavim ağlayıp sızlarken gülerdi.
Dediler ki: “Gülünecek yer değil... kıtlık, müminlerin kökünü kurutmada,
Rahmet bizden gözünü yumdu... ova, kızgın güneşin tesiri ile yandı, kavruldu!

3245. Bağlar üzümler simsiyah oldu... ne yerde bir nem var, ne yukarıda ne aşağıda.
Halk, bu kıtlıktan, bu azaptan sudan çıkmış balık gibi onar onar, yüzer yüzer ölmede...
Müslümanlara acımıyor musun? Müminler kardeştir... yağları da birdir etleri de... hepsi bir vücuttur.
Bedende bir uzuv ağrıyıp incinse bütün beden ağrır, incinir... ister sulh çağında olsun, ister savaş; bu, budur.”
Zâhit dedi ki: Bu, sizin gözünüze kıtlık görünüyor... fakat bence yeryüzü cennet gibi, ben böyle görüyorum.

3250. Ben her ovada, her yerde ta bele kadar boyu atmış gürbüz başaklar görmekteyim.
Başaklar seher yeli ile dalgalanmada... ova pırasayla dopdolu!
Acaba doğru mu diye sınıyor, elimi uzatıyor, onları yokluyor, tutuyorum... artık ben, nasıl elimi keser gözümü çıkartırım?
A aşağılık kavim, siz, ten Firavununun dostusunuz... onun için Nil size kan görünmede.
Hemencecik akıl Musa’sına dost olasınız kan görmez, ırmak suyunu görürsünüz.

3255. Babanla aranda bir şey geçti mi babanı köpek gibi görürsün, gözüne böyle görünür!
Baban köpek değildir senin; o cefanın tesiri ile öyledir; öyle bir merhametli adam bile sana köpek görünür!
Kardeşleri Yusuf’a haset ediyorlar kızıyorlardı... bu yüzden onu kurt şeklinde gördüler.
Fakat babanla barıştın da kızgınlığın gitti mi köpek ortadan kalkar, baban, sana ateşli bir dost olur.

Bütün âlem aklıküllün suretidir..aklıkülle aykırı hareket ettin,cefada bulundun mu dünya,senin gamını arttırır;nitekim babanla da çok defalar bozuştun mu onu gördükçe kederlenirsin,yüzünü görmek istemezsin,halbuki bundan önce gözünün nuruydu,canının huzuru!

   Bütün âem, aklı küllün suretidir... bütün insanların babası odur.

3260. Birisi aklı külle karşı küfranını artırırsa bütün âlem ona köpek görünür.
Bu babayla uzlaş, asiliği bırak da su ve toprak, sana altın döşeme görünsün.
Bununla uzlaşırsan içinde bulunduğun hal ve zaman, âdeta kıyamet kesilir... gözünün önünde gök de değişir yer de!
Ben daima bu babayla uzlaşmış haldeyim... onun için şu âlem, bana cennet görünmede!
Her zaman yeni bir suret, her an yeni bir güzellik görmedeyim... yeni görmekle de elem ve usanç kalmaz, insan daima yeniden yeniye neşelenir durur.

3265. Ben cihanı nimetlerle dopdolu görüyorum... sular kaynaklardan coşup akmada...
Bu suların sesleri kulağıma geldikçe aklımı gönlümü sarhoş etmede!
Dallar tövbekar dervişler gibi oynuyor... yapraklar, çalgıcılar ve şarkı okuyanlar gibi el çırpıyor.
Ayna, keçeden yapılma kılıf içindeki şimşek gibi parlayıp durmada... artık ayna görünürse nasıl olur?
Ben, bunun binde birini bile söyleyemiyorum; çünkü her kulak, şüphelerle dolu!

3270. Vehme göre bu söz müjdedir... fakat akıl der ki: Müjde ne demek bu benim halimdir zaten.

Uzeyr aleyhisselâm’ın oğullarının,kendisinden babalarının ahvalini sormaları,Uzeyr’in evet gördüm demesi..bazılarının onu tanıyıp kendisinden geçmesi,tanımıyanların da “Bu ,bize müjde verdi,ş kendinden geçme de ne oluyor ?”demeleri

   Hani Üzeyr’in çocukları gibi... yolda babalarının ahvalini soruşturmaktaydılar.
Onlar ihtiyarlamışlardı, babaları ise gençti... derken babaları ansızın önlerine çıkıverdi.
Ona “Ey yolcu bizim azizimizden bir haberin var mı acaba?
Birisi bize onun bugün geleceğini, bizi ümitsizliğe düşürdükten sonra bugün erişeceğini söyledi” dediler.

3275. Üzeyr dedi ki: Evet benden sonra gelecek... çocuklardan biri bu müjdeyi işitince sevindi.
Ey muştucu şadol diye bağırdı. Bir tanesi Üzeyr’i tanıdı;
A sersem, müjdenin yeri mi ki? Şeker madeninin tam içine düştün deyip kendisinden geçti, yere yığıldı.
Bu, vehme müjdedir ama akla göre vuslatın ta kendisi... çünkü vehim gözü perdelidir, hakikati göremez.
Kâfirlere derttir, müminlere muştucu... fakat işin iç yüzünü gören göz göre vuslatın ta kendisi.

3280. Çünkü âşık, anı daimde daima sarhoştur... hâsılı küfürden de yücedir o, imândan da!
Küfür, içteki kuru kabuktur, imân içteki lezzetli kabuk!
Küfür de, imân da... ikisi de onun kapıcısıdır... çünkü o içtir küfürle din, ikisi de kabuktur.
Kuru kabukların yeri ateştir... içe yapışık kabuksa hoştur lezzetlidir.
İçe gelince: Zaten o, hoşluk mertebesinden de yüksektir... lezzetler veren odur.

3285. Bu sözün sonu yoktur; geri dön de Musa’m denizin dibinde toz koparsın!
Bu sözler alelâde halkın aklına göre söylendi... geri kalanı ise gizlenmiştir!
A töhmetli kişi, senin akıl altının paramparça... böyle bir altına nasıl mühür ve damga vurayım?
Aklın yüzlerce mühim işe dağılmış... binlerce isteğe mala mülke bölünmüş!
Bu cüzleri âşkla bir araya toplamak gerek ki Semerkant ve Dımışk gibi hoş bir hale gelsin!

3290. Onları en küçük parçasına kadar toplar şüpheden arınırsan sana padişah sikkesi basılabilir.
A ham kişi, ağırlıkta bir miskalı geçersen padişah senden bir altın kadeh düzer.
O kadehte padişahın hem adı, hem lâkapları, hem de resmi olur ey vuslat dileyen.
Nihayet sevgilin sana hem ekmek olur, hem su... hem ışık kesilir, hem güzel, hem meze olur, hem şarap!
Kendini derle topla da ne varsa sana söyleyebileyim.

3295. Çünkü söz söylemek, tasdik edilmek içindir... Tanrıya şirk koşan can, doğruya inanmaz.
Feleğin abes şeylerine bölünmüş olan can, altmış sevda ortasında müşterek bir hale gelmiştir.
Artık, böyle kişiye bir şey söylenemez, ona karşı susmak daha iyidir... çünkü ahmaklara verilecek cevap sükûttur.
Bunu bilirim ben... bilirim ama ten sarhoşluğu ağzımı, ben istemediğim halde açar.
Aksırık ve esnemekle de bu ağzın, istemediğin halde açılır ya, işte öyle!

”Ben her gün Tanrı’ya yetmiş kere istiğfar ederim”hadisinin tefsiri

3300. Peygamber gibi hani... “Söylemeden hakikatleri saçmadan dolayı her gün yetmiş kere tövbe ederim.
Fakat o sarhoşluk tövbemi bozar... bu elbiseler soyan beden sarhoşluğu, tövbeni unutturur” dedi.
Çok eski zamanların  ahvalini izhar etmek için Tanrının hikmeti, sır bilen kişiye bir unutkanlık verir.
Gizli sırlar, “Yazılan yazıldı kalem de kurudu” kaynağından coşan bir ırmak kesilir, bunca davullarla, bayraklarla ortaya çıkar!
Ey insanlar, sonsuz rahmet her an akmaktadır fakat siz uykudasınız, anlamıyorsunuz!

3305. Uyuyan kişinin elbisesi, ırmak suyunu içer de uyuyan, uykuda serap arar!
Orada belki su vardır ümidi ile koşar durur... ve bu düşünceyle suya varacak yolu kendi kendine kaybeder gider!
Çünkü orada der, buradan uzaklaşır... bu hayale kapılır, hakikatten ayrılır!
Bunlar güya uzağı görürüler, fakat ruhları uykudadır... ey yolcular acıyın bunlara!
Ben insana uyku getiren bir susuzluk görmedim... ancak akılsız kişinin susuzluğu uyku getirir!

3310. Akıl zaten ona derler ki Tanrı yaylasında yayılmış, Tanrı nimetlerini yemiş olsun... Utaritten gelen akla akıl demezler!

Aklı cüz’i mezara kadar olan şeyleri görür.. öbür kısım da velilerle peygamberleri taklideder.

   Bu aklın ileri görüşü,mezara kadardır... fakat gönül sahibinin aklı sur üfürülünceye dek olacak şeyleri görür.
Bu akıl, mezardan, topraktan ileriye geçemez... bu ayak, şaşılacak şeylerin bulunduğu sahaya gidemez.
Bu ayaktan, bu akıldan bez, yürü... kendine gaybı görür bir göz ara da berhudar ol.
Üstada bağlanan kitap şakirdi olan kişi, Musa gibi yeninden, yakasından parlayacak nuru nereden bulacak?

3315. Bu bakış, bu akıl, adama ancak baş dönmesi verir... bırak görüşü artık da bekle bakalım!
Söz söylemeden yücelik aramayın... bekleyen kişiye dinlemek söylemekten yeğdir.
Belletme mevkii de bir nevi şehvettir ve her çeşit şehvet, yolda puttur.
Her fuzuli kişi, Tanrının fazlına, ihsanına erişebilseydi Tanrı, bunca peygamber yollar mıydı?
Cüz-i akıl, şimşek ve aydınlık gibidir... şimşeğin verdiği aydınlıkla vahye erişebilir misin hiç?

3320. Şimşeğin ışığı yol göstermeye yaramaz... o ağla diye buluta bir emirdir!
Bizim akıl şimşeğimiz de ağlamak içindir... yokluğun, varlık iştiyaki ile ağlamasına yarar.
Çocuğun aklı, yazı yazanların etrafında dön dolaş der ama insan, kendi kendine bir şey belleyemez.
Hastanın aklı hastayı doktora çeker, götürür ama kendisi, derdine derman olamaz!
İşte bak... şeytanlar gökyüzüne çıkmak ister, kulaklarını yukarı âlemdeki surlara dikerler.

3325. O sırlardan az bir miktarını çalarken hemen gökten şahaplar gelir, onları sürer.
Gidin de onlara; gidin... yeryüzüne peygamber gelmiştir; ne istiyorsanız ondan isteyin, ondan elde edin.
Değer biçilmez inciler istiyorsanız “Evlere kapılarından girin!” kapı halkasını dövün, kapıda durun... gökyüzü damından sizlere yol yok!
İhtiyacınızı bu uzun yoldan gideremezsiniz... biz, sırların sırlarını topraktan yaratılan kulumuza verdik.

3330. Hain değilseniz onun huzuruna gelin... boş kamışsanız bile onun himmetiyle şeker kamışı olun!
O kılavuz, senin toprağından yeşillikler bitirir... bu, Cebrail’in atının nalından uzak bir iş değil!
Bir Cebrail’in atının ayağına toprak olursan yeşillik kesilir, yenilenir tazelenirsin!
Samiri, buzağı hamuruna canlar bağışlayan yeşilliği koydu da o yeşillik, altından yapılan o buzağıda bir inci haline geldi, buzağı adeta canlandı!
Canlandı da içindeki o yeşillik öyle bir ses verdi ki düşmanlara bir sınama oldu!

3335. Sır ehline emin olarak gelirseniz doğan gibi başınıza geçirilen külâhtan kurtulursunuz.
Doğanı miskin ve çaresiz bir hâle getiren ve gözünü, kulağını örten üsküf,
Doğanın bütün meyli, kendi cinsine olduğundan gözünü bağlamak, kendi cinsini göstermemek içindir.
Fakat doğan, kendi cinsinden vazgeçti de padişaha dost oldu mu doğancı, onun gözünü açar, başından üsküfünü çıkarır.
Tanrı da şeytanları, gözetleme yerinden...aklı cüz-iyi kendi müstakil reyinden,

3340. Pek başbuğluk davasında bulunma... sen, reyinde müstakil değilsin, ancak gönlün şakirdisin ve istidadın var diye sürer!
Der ki: Yürü gönüle git... çünkü sen gönlün cüzüsün; kendine gel, sen âdil padişahın kulusun!
Ona kulluk etmek, sultanlıktan iyidir... çünkü “Ben ondan hayırlıyım” sözü, şeytan sözüdür.
Be aşağılık, Âdem’in kulluğu ile İblis’in kibrine bak da aradaki farkı gör.
Âdem’in kulluğunu seç. Yol güneşi olan peygamber bile “Nefsini aşağılayan kişiye ne mutlu” dedi.

3345. Tuba gölgesini gör de güzelce uyu... o gölgeye baş koy da serkeşlik etmeden uykuya dal!
Nefsi aşağılama gölgesi, güzel bir yatılacak yerdir... o arılığa istidadı olana hoş bir uyku verir.
Bu gölgeyi bırakır da benlik tarafına gidersen çabucak asi olur, azar, yolunu kaybeder gidersin!

“Ey inanlar,Tanrı ve rasulü hükmetmeden önce bir işe hükmetmeyin,kesip atmayın”âyeti. Peygamber değilsen ümmet ol..Padişah değilsen tebaa ol!  

   Şu halde  yürü şeyhin, emrinin gölgesi altına git; sus emre uy!
Böyle yapmadın mı istidat ve kabiliyet sahibi bile olsan kâmilik davasına kalkıştığından değişir, çarpılır, istidat ve kabiliyetini kaybedersin!

3350. Sır bilen ve haberdar olan üstada serkeşlik edersen istidattan da olursun!
Şimdilik ayakkabı dikiciliğine razı ol, sabret... yoksa sabretmezsen yamacı, eskici olur kalırsın!
Eskicilerde sabır ve hilm olsaydı hepsi de öğrenir, yeni ayakkabı diker, ayakkabıcı olurlardı.
Çok çalışır, çok didinirsen nihayet usanır da sen kendin, akıl bir bağmış meğerse dersin!
Felsefeye kapılan adam gibi hani... o da ölüm gününde aklı, kolsuz kanatsız gördü de,

3355. Kararsızca itiraf etti o zaman... dedi ki: Zeka ile atımızı saçma ve asılsız yerlere sürdük!
Gururlandık aldandık da erlerden baş çektik... hayal denizinde yüzdük durduk.
Halbuki ruh dininizde yüzgeçlik hiçmiş... burada Nuh’un gemisine girmekten başka bir çare yokmuş.
O peygamberler padişahı da böyle buyurdu: Bu kül denizinde, bu okyanusta gemi benim!
Yahut da benim can gözüme varis olan, doğrulukta benim yerime geçen halifemdir.

3360. Yiğit, gemiden yüz döndürmemem gerek... işte biz, denizdeki Nuh gemisiyiz!
Kenan gibi her dağa gitme... Kuran’dan “Bu gün kurtuluş yoktur “ayetini duy!
Gözün bağlı da bu gemi, onun için sana aşağı, düşünce dağın da pek yüksek görünmede!
Aman ha aman bu alçacık gemiye hor bakma... Tanrının buna gelip duran ihsanına bak.
Düşünce dağının yüceliğine de pek bakma... çünkü onu bir dalga altüst ediverir!

3365. Eğer Kenan’san, sana bunun gibi iki yüz nasihat versem yine bana inanmazsın!
Bu sözü Kenan’ın kulağı nereden kabul edecek? Onu Tanrı mühürlemiş gitmiş.
Tanrının mühürlediği kulağa öğüt mü girer? Sonradan olan şey, ezeli hükmü nasıl değiştirir?
Fakat Kenan değilsin ümidi ile yine sana bir hoş söz söyleyeyim:
Nihayet bunu ikrar edeceksin, bari kendine gel de ilk güne bak, son günü gör!

3370. Son günü görebilirsin sen... yalnız sonu gören gözünü yıpratma, kör etme.
Kim kutlucasına işin sonunu görürse hiçbir an yolda sürçmez.
Her an bu düşüp kalkmayı istemiyorsan bir erin ayak bastığı toprağı gözüne çek.
Onun ayağının bastığı toprağı gözüne sürme yap da bu külhaniliği başından at!
Çünkü bu şakirtlikte, bu yokluğa düşmeyle iğne bile olsan Zülfikar kesilirsin.

3375. Her seçilmiş erin ayak bastığı toprağı gözüne sürme gibi çek; o toprak, gözünü hem yakar, hem aydınlatır.
Deve gözü ışılansın diye diken yer de onun için gözü nurlar saçar!

Katırın deveye “Ben yol yürürken yüzüstü düşü düşü veriyorum,halbuki sen az düşüyorsun,bu neden diye sorması,devenin cevabı

   Katırın biri bir gün bir deveyle buluştu... ikisi de bir ahıra düştüler.
Katır dedi ki: “Ben tepede, düzde, pazarda, köyde çok düşüyorum.
Hele dağ terekesinden aşağı inerken her zaman korkumdan tepe taklak kapanırım.

3380. Sense yüz üstü pek az düşersin... bu neden? Yoksa senin arı canın devletlik mi ki?
Ben her an tepesi üstü düşer, dizimi vurur, yüzümü, dizimi kanlara bularım!
Palanım, yüküm baş aşağı olur; kiracıdan da daima dayak yerim.
Hani az akıllı adam gibi... o da aklının kıtlığından günahından tövbe eder... her an da tövbesini bozar.
O tövbe bozan reyindeki, azmindeki gevşekliğinin yüzünden zamanede İblise maskara olur.

3385. Her an yükü ağır olan ve taşlık yolda gitmeye savaşan topal beygir gibi tepesi üstüne düşer.
O ters huylu, tövbesini bozduğu için kafasına gaybtan tokatlar yer durur.
Sonra tekrar gevşek azmiyle tövbe eder... fakat Şeytan “Ne yaptın?” der demez tövbesini bozar.
Pek zayıftır... fakat kendisini öyle ulu görür, öyle kibirlenir ki Tanrıya ulaşanlara bile hor bakar!
Ey deve, sense mümine benzersin; yüz üstü az düşer, burnunu az vurursun!

3390. Sende ne var ki afete uğramıyorsun... sürçmüyor, yüz üstü az düşüyorsun?
Deve dedi ki: “Her kutluluk Tanrıdandır ama benimle senin aranda çok fark var!
Benim başım yüce, iki gözüm yücelerini görüyor... yüce görüş sahibini zarardan korur.
Ben dağın başındayken dağın eteğini görürüm... her çukuru, her düzü kat, kat görürüm.
Nitekim o ulu er de eceline kadar başına ne gelecekse gördü.

3395. Yirmi yıl sonra neler olacak o iyi huylu bütün bunları bilir.
Hattâ o takva sahibi yalnız kendi halini görmez... batıdakilerin halini de görür, doğudakilerin halini de!
Nur, onun gözünde, gönlünde yurt tutar... neden mi dedin? Vatan sevgisi yüzünden!
Hani Yusuf gibi... o da ayın, güneşin kendisine secde ettiğini önce rüyasında gördü.
On yıl önce hattâ daha önce gördükleri Yusuf’un başına geldi.

3400. “Mümin Tanrı nuru ile görür” sözü saçma değil... Tanrı nuru, gökleri bile delip geçer.
Senin gözünde o nur yok... yürü, sen hayvani duygulara kapılıp kalmışsın!
Sen, gözünün zayıflığından ayağının önünü görürüsün... zayıfsın kılavuzun da zayıf!
Elle ayağa kılavuzluk eden gözdür... basılacak tutulacak yeri de o görür, basılmayacak tutulmayacak yeri de o!
Sonra bir de benim gözüm pek aydındır... bir de şu var: Yaradılışım tertemizdir benim.

3405. Çünkü ben, helâlzadeyim... zinadan olma ve sapıklardan değilim ben.
Sense şüphe yok ki zinadan olmasın... yay kötü oldu mu ok eğri gider!”

Katırın,devenin cevaplarını tasdik edip onun üstünlüğünü ikrar etmesi,ondan yardım dileyip doğru bir yürekle ona sığınması,devenin katıra iltifatı,yol göstermesi ve babacasına,padişahcasına ona yardım etmesi

   Katır doğru dedin ey deve dedi... bu sözü söyler söylemez de gözleri yaşlarla doldu.
Bir müddet ağladı, devenin ayağına kapandı; dedi ki: Ey kulların Tanrısınca seçilmiş er,
Lûtfetsen de beni kulluğa kabul etsen ne ziyana girersin?

3410. Deve, mademki huzurumda ikrar ettin dedi... yürü, zamanenin âfetlerinden kurtuldun.
İnsafa geldin, belâdan halâs oldun; düşmandın muhabbet ehline katıldın!
Kötü huy zaten senin aslında yoktu... aslı kötü olandan inattan, kötülükten başka bir şey gelmez.
Fakat aslında kötülük olmayan ve iğreti olarak kötü huylara sahip olan, kötülüğünü ikrar eder, tövbe etmeyi diler.
Âdem peygamber gibi. Onun işlediği o pek ehemmiyetsiz suç da iğretiydi de derhal tövbe etti.

3415. Fakat İblisin suçu, asli olduğundan canım tövbeye yol yoktu ona.
Yürü, kendinden de kurtuldun, kötü huydan da, cehennem alevinden de halâs oldun, yırtıcı hayvanların dişlerinden de!
Yürü, şimdicik devleti elde ettin, kendini ebedi bir kutluluğa attın.
“Kullarımın arasına katıl” devletine eriştin, “Cennetime gir” kumaşını dokudun!
Kulları arasına girmeye yol buldun, gizli bir yolda ebedi cennete sokuldun.

3420. “Bize doğru yolu göster” dedin; doğru yolda elini tuttu seni ta cennete kadar götürdü.
Ey aziz kişi, ateştin, nur oldun... koruktun yaş ve kuru üzüm oldun.
Tanrı doğrusunu daha iyi bilir ya, yıldızdın güneş kesildin...neşelen artık!
Ey Hak ziyası Hüsamettin, balını tut, süt havuzuna at da,
O süt, bozulmadan kurtulsun... lezzet denizinde lezzeti büsbütün fazlalaşsın.

3425. Elest denizinde ulaşsın. Deniz oldu mu her türlü bozulmadan kurtuldu demektir.
Süt, bal denizine akacak bir yol bulursa da artık hiçbir âfete uğramaz, ekşiyip kesilmez.
Ey Tanrı aslanı, aslancasına bir kükre de o kükreyiş ta yedinci göğe çıksın!
Fakat usanmış bıkmış canın ne haberi olur ki? Fare, aslan kükreyişini ne bilsin?
Gönlü deniz gibi engin ve yaradılışı iyi olanların istifadesi için ahvalini altın suyu ile yaz!

3430. Bu cana canlar katan söz, Nil suyudur... Yarabbi sen onu Kipti’nin gözüne kan göster!

Kıpti’nin, Beni İsrail kabîlelerinden birine mensup olan bir adama “Dostluk ve kardeşlik hatırı için kendi niyetine Nil’den bir testi doldur,dudağıma dayada içeyim.Çünkü siz İsrailoğulları,kaplarınızı kendiniz için doldurdunuz mu arı duru su oluyor,biz Kıpti’ler  doldurduk mu kan kesiliyor”diye yalvarması

   Duydum ki bir kıpti, susuzluktan bunalıp İsrail oğullarının birisinin evine geldi;
Dedi ki: Seninle dostum, arkadaşım... bugün de bir hacetim var, senden istemeye geldim.
Çünkü Musa büyücülük, afsunculuk etti... nihayet Nilin suyu bize kan kesildi.
İsrail oğulları alınca duru su oluyor, içiyorlar... halbuki Kıpti’nin gözü bağlanmış, ona kan oluyor.

3435. Kıpti kavmi işte buracıkta susuzluktan ölüp gidiyor. Bu, ya bahtsızlığından, ya kendi kötülüğünden!
Kendin için bir tas su doldur da bu eski dost suyundan içsin senin!
Çünkü o, kendin için doldursan kan olmaz temiz ve duru su olur!
Ben de sana tâbi olarak su içmiş olayım... tâbi olan kişi, tâbi olduğu kişinin lûtfuyle dertten kurtulur.
İsrail oğlu peki canım efendim dedi... sana bir hizmet edeyim, istediğini yapayım a gözümün nuru!

3440. Senin muradına gideyim, seni sevindireyim... kulun, kölen olayım da hürlük edeyim!
Tası Nil’den doldurdu, ağzına dayadı, yarısını içti.
Sonra tası su isteyene doğru eğdi, sen de iç dedi... su derhal kara kan kesildi.
Tekrar kendi tarafına eğdi, kan su oldu... Kıpti kızdı alevlendi.
Bir müddet oturdu... hiddeti geçince dedi ki: Ey ulu kılıç,

3445. Ey kardeş, şu düğümün açılmasına çare nedir?İsrail oğlu dedi ki: Bunu takva sahibi içer.
Takva sahibi da Firavun’un gittiği yoldan usanan, Musa’laşan kişidir.
Musa’ya uy, Musa kavmi ol da bu suyu iç... ayla uzlaş da ay ışığını gör.
Tanrı kullarına kızgınlığından gözünde yüz binlerce karanlık var!
Kızgınlığını yatıştır da gözlerini aç, neşelen... dostlarından ibret al da üstat ol!

3450. Sende Kaf dağı gibi küfür varken nasıl olur da Nil’den avucuna su almada bana tabi olabilirsin sen?
Dağ iğne deliğinden geçer mi hiç? Geçer... ancak tek bir iplik haline gelirse!
Dağı tövbenle saman çöpü haline getir de suçları bağışlananların kadehini güzelce al, hoş bir hal de çek gitsin.
Fakat bu hileyle onu nasıl içebilirsin ki Tanrı, onu kafirlere hâram etmiştir.
A iftiralara uğramış iftiracı, hileyi düzeni yaratan Tanrı, nasıl olur da senin hilene, düzenine kapılır?

3455. Musa kavminden ol... hilenin faydası yok... senin hilen yel ölçmekten ibaret!
Suyun haddimi var, Tanrı emrini terk etsin de kafirlere su olsun!
Sen sanıyor musun ki ekmek yemektesin? Yılan zehri, ömür törpüsü yiyorsun sen!
Fakat sevgilinin buyruğunu terk eden kişiye nasıl yarar?
Sanır mısın ki Mesnevi sözlerini okuyasın da ucuzca, bedavaca duyasın, anlayasın!

3460. Yahut hikmet sözleri ve gizli sırlar, kolayca kulağına girsin ağzına gelsin!
Duyarsın, duyarsın ama sana masal gibi gelir... dışyüzünü duyarsın, iç yüzünü değil!
Bir güzel, başına, yüzüne çarşafını örtmüş, senden yüzünü gizlemiş!
İnadından Kuran, sana nasıl gelirse Şehname yahut Kilile ve Demine de öyle gelir!
İnayet sürmesi gözünü aydınlatır, açarsa doğrucuyla mecazı o vakit ayırt eder, anlarsın!

3465. Yoksa koku almayan adama mis de bir, fışkı da... değil mi ki koku almıyor!
Ululuk ıssı Tanrının sözünü okumaktan maksat kendini usançtan, elemden kurtarmaktır.
Çünkü vesvese ve gussa ateşi, bu sözle yatışır... bu söz, insanın derdine deva olur.
Bu kadar bir ateşi söndürmede akılca duru ve temiz su da birdir, sidik de!
Vesvese ateşini, su da sidik de... her ikisi de uykunun, dert ve gussa ateşini söndürmesi gibi söndürür.

3470. Fakat Tanrının ruhlu sözü olan bu temiz suyun,
Candan bütün vesveseleri tamamı ile giderdiğini bilsen gönül, gül bahçesinin yolunu bulur, o bahçeye varır.
Çünkü Tanrı kitaplarının sırrından bir koku alan, bağlarda, dere kıyılarında uçar durur.
Sen yoksa velilerin yüzünü de bizim gördüğümüz gibi midir sanırsın?
Peygamber bile müminler nasıl oluyor da benim yüzümü göremiyorlar diye hayrette kaldı.

3475. Halk, nasıl oluyor da yüzümün nurunu görmüyorlar? Halbuki o nur, doğu güneşinin nurunu bile aştı...
Yok, görüp duruyorlarsa bu şaşırma nedir? diyordu. Nihayet o yüz, gizlilikler âlemindedir diye vahiy geldi.
Yüzünü kâfirler görmesin diye sence ay ama halka göre bulut.
Bu şaraptan halk ve ileri gelenler içmesin diye sence tane ama halka göre tuzak!
Tanrı, “Onlar sana bakarlar” fakat hamam duvarındaki resimlere benzerler... “Bakarlar da görmezler” dedi.

3480. Ey resme tapan, resim de o iki sönük gözle sana bakar,öyle görünür.
Onun huzurunda terbiyeni takınırsın... fakat onun hiç aldırış etmediğini görünce neden bana riayet etmiyor ki diye hayretlere düşersin.
Neden bu güzel resim, sorularına cevap vermiyor... neden verdiğim selâmı almıyor?
Ben, ona yüzlerce secde ettiğim halde neden o, bir lûtfedip başını, sakalını oynatmıyor dersin?
Tanrı da dış âlemde görünmez, baş oynatmaz ama buna karşılık içine öyle bir zevk verir ki,

3485. O zevk, iki yüz baş sallamaya değer... işte akıl ve can böyle baş sallar!
Çalışıp çabalar akla hizmet edersen aklın sana yapacağı şey şudur: Seni doğru yola ulaştırır; bu yola ulaşma vesilelerini arttırır.
Tanrı sana açıkça baş sallamaz ama seni başlara başbuğ yapar!
Tanrı, sana gizlice öyle bir şey verir ki bütün dünyadakiler sana secde ederler.
Nitekim bir taşa da değer verdi mi o taş, yani altın, halka göre yüce olur.

3490. Bir katra su, tanrı lûtfuna nail olur da inci kesilir, altını bile geçer.
Beden topraktır, fakat Tanrı ona bir ışık verdi mi âlemi kaplamada, dünyayı zapt etmede ay gibi üstat olur.
Kendine gel... bu hükümdarlar, bir tılsımdan, ölü bir resimden ibarettirler. Fakat bakar gibi görünürler de ahmakların yollarını keserler.
Bakar, göz kırpar gibi görünürler de aptallar, onlara bir varlık verir, onları delil edinirler!

Kıpti’nin,İsrailoğlundan hayır dua dilemesi,İsrailoğlunun da Kıpti’ye hayır duada bulunması,duasının kerem sahiplerinin kerem sahibi,merhametlilerin merhametlisi Tanrı tarafından kabul edilmesi

   Kıpti dedi ki: Sen bana bir duada bulun... çünkü benim gönlüm kapkara, bu yüzden de o ağız yok!

3495. Dua et de belki bu gönlün kilidi açılır... çirkin, güzeller meclisinde yer alır.
Çarpılmış kişi dua bereketiyle güzelleşir... yahut da bir şeytan, yeniden melek olur!
Yahut da kuru dal, Meryem’in elindeki kuvvetle misler kokar, yaş bir hale gelir, meyve verir!
İsrailoğlu o anda secdeye kapandı da dedi ki: Ey Tanrı, ey aşikâr ve gizli işleri bilen!
Kul, senden başka kimin huzurunda el kavuşturur? Dua da senden, duayı kabul etmede senden!

3500. Önce duaya meyil veren de sensin... sonradan duayı kabul eden de sen!

AÇIKLAMALAR (Beyitler  2801 - 3500 )

B. 2833. Dehri (Athe), Tanrı yoktur diyen adamdır. Tanrı varlığını inkar eden mesleklerine de Dehrîye mesleği (Âtheisme) denir. Dehrî'ce âlem, sonradan yaratılmış değildir, ezelî ve ebedîdirler.

B. 2880 den sonraki başlık. "Gökleri ve yeri ve ikisinin arasında olanları ancak doğrulukla ve hak üzere, aynı zamanda da bir müddet için yarattık. Kâfir olanlar, korkutuldukları şeye aldırış etmez, ondan yüz çevirirler." Sure: 46 (Ahkaf), âyet: 3.

B. 2906. Tanrı Âdem Peygamber'i yaratacağını meleklere söyleyince melekler "Yeryüzünde fesat yapacak ve kan dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın? Biz sana hamdederek seni tenzih ve takdis etmekteyiz" demişler, Tanrı da "Sizin bilmediğinizi ben bilirim" demiştir (Sure: 2, Bakara, âyet: 30).

B. 2929-2932. Fatiha - başlangıç suresinin 5 inci âyetidir.

B. 2947. C. I, S. 60, B. 615 in izahına bakınız,

B. 2960. H. Muhammed'in "Öyle bir vaktim olur, o anda Tanrı'yla öyle bir hale gelirim ki, oraya ne Tanrı'ya yaklaşıp bir melek sığar, ne şeriatle gönderilmiş bir peygamber" dediği rivayet edilmiştir.

B. 2970. C. I, S. 121, B. 1234 ün izahına bakınız.

B. 2973  ten sonraki başlık. Nemrut, İbrahim Peygamber'i  ateşe attıracağı  sırada  Cebrail gelip İbrahim'e bir isteğin var mı?  diye sormuş,  İbrahim, var ama senden değil demiş. Cebrail, peki, Tanrı'dan istesene deyince halimi biliyor, istememe hacet yok ki, demiş!  C. 3,  S. 406-407,  B. 4215-4219 un  izahına  bakınız.

B. 3043.  C. 3,  S. 170, B. 1794 e  bakınız.

B. 3072. "Ey  iman  edenler, Tann'ya ıek çok anın;  onu  akşam  sabah  tespih  edin." Sure 33 (Ahzâb), âyet: 41-42.

B. 3082-3084. Peygamber'in "Nur, kalbe girdi mi kalb sevinir, genişler" dediği, bunun alâmeti nedir diye soranlara da "Aldanış, gurur yurdundan uzaklaşmak, neşe yurduna gitmeye hazırlanmak, ölüm gelmeden ölüme hazırlanmak" diye cevap verdiği rivayet edilmiştir.

B. 3084 ten sonraki başlık. Kur'an'ın 80 inci suresinin (Abese 34 ve 35 inci âyetleridir. Aynı başlığın sonundaki âyet şudur: "Ya Yahya, kitabı kuvvetle al! Biz Yahya'ya, çocuk olduğu halde hüküm kudreti, Peygamber'lik verdik." Sure: 19 (Meryem), âyet: 12.

B. 3179. Cehennemdeki azap meleklerinin başı ve cehennemin kapıcı ve koruyucusu olan meleğin adı Malik'tir.

B. 3191-3194. Kur'an'ın son sureleri olan 113 ve 114 üncü surelerin mânaları şunlardır: "De: Sabahı meydana getiren Rabbime sığınırım, yarattığı mahlûkların şerrinden, her tarafı kaplayan gecenin o zamanki şerrinden.. düğümlere üfürenlerin şerrinden, hasetçinin hased ettiği zamandaki şerrinden.” “De: insanların Rabbine sığınırım, Padişah'ına, Tanrı'sına sığınırım, görünmez şeytanın vesveselerinden, ki insanların kalblerinde o vesveseleri meydana getirir. Cinlerden ve insanlardan sığınırım!" Bu surelerin ilkine Felâk, ikincisine Nâs suresi derler. Rivayete göre Peygamber'e büyü yapmışlar, bir ipi düğüm düğüm düğümleyip bir kuyuya atmışlar. Bunun üzerine bu sureler inmiş, Peygamber, Ali'yi o kuyuya gönderip bunları okutmuş ve büyünün tesiri kalmamış.

B. 3193. "Dünyadan sakının... nefsim kudret elinde olan Tanrı'ya andolsun ki dünya, Harut'la Maruttan daha ziyade büyücüdür" diye bir hadis rivayet edilmiştir.

B. 3203. C. 3, S. 379,  B. 3935 e bakınız.

B. 3206. "İnsanların cinsi, cinsiyle kopuşunca" yani kıyamet kopunca, Sure: 81   (Tekvir), âyet: 7.

B. 3214. "Dünya ile ahret, iki ortak kadındır. Birini  razı  ettin  mi  öbürü  kızar"     mealinde  bir  hadis rivayet  edilmiştir.

B. 3214. "Şüphe yok ki iyiler, mizacı kâfur mizacında olan şarabı kadehlerden içerler." Sure: 76 (Dehr), âyet: 5.

B. 3241. "Biz, şüphe yok ki insanı yarattık, içinden ne vesveseler kuruyor, biliriz... ve biz, ona boynundaki şah damarlarından daha yakınız." Sure: 50 (Kaf), âyet: 16.

B. 3258 den sonraki başlık ve bahis. Akl-ı kül ve cüz'î akıl.  C. I, S. 186, B. 1899 un izahına bakınız.

B. 3270 den sonraki bahis. Uzeyr Peygamber. C. 3, S. 167, B. 1792 nin izahına bakınız.

B. 3299 dan sonraki başlık. Böyle bir hadis rivayet edilmiştir.

B. 3327. C. I, S. 160, B. 1628 in izahına bakınız.

B. 3331. C. I, S. 224, B. 2258 in izahına bakınız.

B. 3344. H. Muhammed'in "Ne mutlu nefsini alçaltana" dediği rivayet edilmiştir.

B. 3347 den sonraki başlık. "Ey iman edenler, hiçbir şeyde kendinizi Tanrı'dan ve elçisinden ileri sürmeyin, Tanrı'dan çekinin... şüphe yok ki, o, duyar, bilir.

B. 3418. C. I, S. 55, B. 568 in izahına bakınız.

B. 3420. "Sen bizi doğru yola götür, doğru yolu göster." Fatiha - Başlangıç suresi, âyet: 6.

B. 3463. Şehname, meşhur İran şairi Firdevsi' nin manzum İran destanıdır. 400 Hicrîde (1009-1010) Mahmut Gaznevî'ye sunmuştur, Kelile ve Dimne'den bahsettik.

B. 3479. "Onları doğru yola çağırırsanız duymazlar... onları sana bakıyor görürsün, halbuki onlar görmezler de!" Sure: 7 (A'râf), âyet: 198.

B. 3497. Meryem, Ruhülkudüs'ten gebe kalıp doğum zamanı gelince, bana şimdi ne diyecekler? Keşke ölüp gitsem, unutulsaydım da başıma bu iş gelmeseydi diye bir sahraya gitmiş ve orada bir kuru hurma ağacına yapışmıştı. Kendisine ağacı silk de kuru hurma ağacından yaş ve taze hurmalar dökülsün diye ses geldi. Ağacı silkince hakikaten hurmalar döküldü, Sure: 19 (Meryem), âyet: 22-25.

CİLT 4  (3501 - 3855 Beyitler)

Evvel de sensin, âhır da sen... bizse arada söze bile gelmeyecek hiçin hiçi!
Böyle söylenip dururken nihayet leğeni damdan düştü... gönlü kendinden geçti.
Dua ederken tekrar kendisine geldi... "İnsan, ancak çalıştığını elde eder!"
O dua ile meşgulken Kıpti'nin yüreği coştu. Ansızın bir nara attı, bir kükredi.

3505. Dedi ki: "Durma, hemen bana iman ederken ne diyeceğini öğret de derhal eski zünnarımı keseyim!
Canıma bir ateştir saldılar... bir şeytana , candan bir iltifattır ettiler.
Senin dostunum seni görmeden duramam... Tanrıya hamt olsun bu dostluk, nihayet elimi tuttu.
Sohbetlerin bir kimya idi herhalde... gönül evinden ayağın eksik olmasın!
Sen cennet fidanından bir daldın... ona yapıştım da beni cennete dek götürdü.

3510. Bedenimi kapıp götüren bir seldi... bu sel, beni de lûtuf ve ihsan denizinin kıyısına dek iletti.
Su ümidiyle sele doğru gittim; fakat denizi gördüm, kile kile inciler elde ettim."
İsrailoğlu ona hadi, şimdi su al diye tas getirdi. Kıpti dedi ki: Yürü git sular gözümde hor hakîr oldu.
"Tanrı müminleri satın aldı" sırrından bir şerbet içtim ki artık kıyamete kadar susamam ben!
Irmaklara kaynaklara su ihsan eden, içimde bir kaynaktır coşturdu!

3515. Ciğerim susuzluktan yanıp kavrulmakta, su istemekteydi... şimdi öyle bir himmete nail oldu ki suyu hakir görmede!
"Kaf hâ yâ ayn sâd" vadindeki doğruluğa delil olarak Tanrı, Kâfi adının "Kef"i oldu.
Kâfiyim, sana bütün hayırları, sebepsiz, başkasının yardımını vasıta etmeden veririm.
Kâfiyim, seni ekmeksiz tutuyorum... ordusuz, askersiz sana beylik, padişahlık ihsan ederim...
Bahar olmadığı halde sana nergis ve ağustos gülü verir; kitapsız ustasız sana bilgiler belletirim...

3520. Kâfiyim, ilaçsız sıhhat verir; mezarı, kuyuyu meydan haline getiririm...
Musa'ya bütün âlemin başına indirsin diye bir sopa verir; kuvvet kudret bağlarım...
Musa'nın eline bir nur, bir parlaklık veririm ki güneşe bile tokat atar!
Sopayı yedi başlı yılan haline getiririm... hem öyle bir yılan ki erkek bir yılanın belinden gelmemiş, dişi bir yılandan doğmamış.
Nil suyuna kan karıştırmam; kudretimle suyunu kan haline getiririm.

3525. Nil suyu gibi neşeni gam haline getiririm de bir daha neşeye yol bulamazsın.
Sonra tekrar imanını yeniledim mi yine Firavundan bezersin.
Görürsün ki rahmet Musa'sı gelmiş... kan gibi görünen Nil, onun yüzünden su olmuş!
İçten ipin ucunu bırakmazsan zevk Nil'in hiç kan kesilmez.
Ben, iman edeyim de bu kan tufanından bir su içeyim diyordum.

3530. Ben ne bilirdim ki Tanrı beni değiştirecek, gönlümü başka bir hale koyacak da beni Nil yapacak!
Başkalarının gözünde eskisi gibiyim ama benim gözüme akıp duran bir Nil görünmede!
Nitekim bu âlem de Peygamberin gözüne tespihe gark olmuş görünmede... bize göreyse aptalca durup duruyor.
Onun gözüne bu âlem aşk ve ihsanla dolmuş görünüyor; başkasının gözüne ise ölü ve cansız.
Yukarı olsun, aşağı olsun onca her yer, hızlı hızlı yürümede... o, taştan topraktan nükteler duymada!

3535. Halbuki halka bunların hepsi kapalı... her şey ölü görünmede... ben, bundan daha ziyade şaşılacak bir perde görmedim.
Bütün mezarlar bizce bir. Fakat velilerin gözünde kimisi cennet bahçesi, kimisi cehennem çukuru!
Halk, Peygamber ekşi suratlı; neden böyle niye zevki yok ki derlerdi.
İleri gelenlerse derlerdi ki: Sizin gözünüze öyle görünüyor o.
Bir zamancağız bizim gözümüzle bakın da "Heletâ" daki gülüşleri görün hele!

3540. O ters şey, armut ağacının üstünde öyle görünür... a genç ağaçtan in de bak!
O armut ağacı, varlık ağacıdır... sen orada oldukça sana yeni şey eski görünür.
O ağacın üstünde oldukça âlem pis bir dikenlik, kızgın akreplerle, yılanlarla dopdolu bir yer görünür.
Fakat ağaçtan inersen derhal âlemi gül yüzlü dilberlerle, dadılarla, tayalarla dolu görürsün!

Kötü karının, kocasına o görünen kötü hayaller, armut ağacının üstünden adamın gözüne öyle görünür.. aşağıya in de hayaller gitsin demesi. Birisi, o adamın gördüğü hayal değildi ki derse şu cevabı veririz: Bu misaldir, mesel değil. Misalin bu kadar oluşu da kâfi. Eğer armut ağacına çıkmasaydı ister hayal olsun, ister hakikat gördüklerini görmeyecekti ya!

   Bir kadın oynaşı ile aptal kocasının gözü önünde sevişip buluşmak istiyordu.

3545. Kocasına a iyi talihli kişi, ağaca çıkıp meyve toplamak istiyorum dedi.
Ağaca çıkınca kocasına baktı ağlamaya başladı.
Dedi ki: A merdut ahlâksız... üstündeki lûti kim?
Karı gibi onun altına yatmışsın... meğerse sen ne ibneymişsin!
Kocası senin başın döndü galiba... çünkü burada benden başka kimse yok dedi.

3550. Kadın o üstüne binen kalpaklı herif kim, söyle hele diye birkaç kere daha sordu, söylendi.
Adam,a kadın ağaçtan in; başın döndü; adam akıllı bunadın sen dedi.
Kadın, ağaçtan indi; kocası ağaca çıktı. Kadın da oynaşını göğsüne çekti.
Kocası bağırdı: A orospu maymun gibi üstüne çıkan o adam kim?
Kadın burada benden başka kimse yok ki dedi... kendine gel, senin başın döndü galiba, saçmalama.

3555. Adam, bu sözü birkaç kere söylediyse de kadın, "Bu armut ağacından olacak!
Ben de armut ağacının üstündeyken öyle şeyler gördüm be hey kaltaban!
Aşağıya inde bak... benden başka kimse yok, bütün bu hayaller armut ağacından!
Şaka ve lâtife bir şey belletmeye yarar... onu ciddi gibi dinle; görünüşte lâtife oluşuna kapılma!
Her ciddi şey, maskaralara göre maskaralık, şakadır... fakat akıllara göre de lâtifeler, ciddidir.

3560. Aklı kıt olanlar armut ağacı ararlar... fakat bu armut ağacından o armut ağacına uzun bir yol var!
Armut ağacından inde yürümeye koyul... senin gözün de kamaşmış yüzün de!
Bu ağaç, benliktir... evvelki varlıktır. İnsan, bu varlıkla kaldıkça gözü şaşı olur, olmayacak şeyler görür.
Fakat armut ağacından indin mi düşüncede de bir eğrilik, sapıklık kalmaz, gözde de sözde de!
O vakit bu ağacı,dalları yedinci kat göğe kadar yücelmiş büyük bir devlet ağacı olmuş görürsün.

3565. Aşağı indin de ondan ayrıldın mı Tanrı, rahmetiyle o ağacı değiştirir.
Bu aşağıya inme, bu tevazu yüzünden Tanrı gözüne doğru bir görüş kabiliyeti verir.
Doğru görüş kolay ve bedava olsaydı Mustafa Tanrıdan bu görüşü diler miydi?
Dedi ki: "Yarabbi, yukarıda olsun, aşağıda olsun, her cüzü bana olduğu gibi göster!"
Aşağıya indikten sonra yine o ağaca çık... çünkü artık o ağaç, "OL" emriyle değişmiş yeşermiştir.

3570. Musa'nın ağacına dönmüştür bu ağaç! Pılını pırtını Musa'nın bulunduğu yere çekersen görürüsün ki,
Bu ağacı ateş yeşertir, neşeli bir hale kor... dalı, "Şüphe yok ben Tanrıyım der durur!"
Gölgesinde bütün hacetler reva olur... işte ilâhî kimya böyledir.
Artık o benlik, o varlık helâl olur sana... çünkü onda ululuk ıssı Tanrının sıfatlarını görürüsün!
Eğri ağaç doğrulur, Tanrıyı gösterir... "Kökü yerdedir dalları budakları gökte!"

Musa’nın -Allah’ın selamı üzerine olsun- hikayesinin kalanı

Ona mühim vahiyle haber geldi: “Şimdi eğriliği bırak, doğru ol”.

3575 - Bu beden ağacı, Musa’nın asasıdır; ona, “Onu elinden at” diye buyruk geldi.
Böylece onun hayrını ve şerrini görürsün; ondan sonra Allah’ın emriyle onu al.
Atmadan önce o, sopadan başka bir şey değildi; onun emriyle alınca güzelleşti.
O, önce kuzuya yaprak düşürürdü; o aldanmış topluluğa mucize gösterdi.
Firavun’a bağlı olanların başına hakim oldu; sularını kan etti; onları, ellerini başlarına vuran yaptı.

3580 - Yaprak yiyen çekirgeler sebebiyle tarlalarından kıtlık ve ölüm yükseldi.
Neticede gözü yeşilliklere düştüğünde, Musa’dan elinde olmadan dua yükseldi:
“Madem bu topluluk doğru olmayı istemiyor, bütün bu mucize ve çalışmak niçindir?”
Emir geldi: “Nuh’a tabi ol; açıklanmış sonu görmeyi bırak.
Onu görmezlikten gel; çünkü yola çağıransın, “Duyur” emri var; bu boş değildir.

3585 - En az hikmet, senin bu ısrarınla o inat ve asiliklerin ortaya çıkmasıdır.
Böylece Hakk’ın yol göstermesi ve yoldan çıkarması, bütün topluluklara aşikar olur.
Çünkü varlıktan amaç, -gerekleri- açığa çıkarmaktır; onu, öğüt ve azgınlıkla denemek gerekir.
Şeytan azgınlığa ısrar etmekte; şeyh doğru yola götürmekte ısrar et-mekte.
O keder verici iş art arda olunca Nil, baştanbaşa tamamen kan oluyordu.

3590 - Firavun, kendi başına Musa’ya geldi; boyu iki büklüm olmuş ona yal¬varıyordu:
“Ey sultan! Bizim yaptığımızı yapma; bizim söz söylemeye yüzümüz yok.
Senin için parça parça olurum, kabul buyur; ben izzete alışkınım, bana sert davranma.
Ey emin kişi! Haydi; acımayla dudağını kımıldat, bu ateşli ağız kapansın.”
-Musa dedi:- “Ya Rabbi! O, beni aldatıyor; o, sana aldananı aldatıyor.

3595 - Dinleyeyim mi? Veya ben de ona hile yapayım; o parçacı, aslı bilsin.
Zira her düzen ve hilenin aslı, bizim yanımızdadır; toprakta olanın aslı göktedir.”
Hak buyurdu: “O köpek, ona da değmez; köpeğe uzaktan kemik at.
Haydi! O asayı salla, topraklar çekirgenin yok ettiğini geri versin.
O çekirgeler anında kararsın, böylece halk Allah’ın değiştirmesini gör-sün.

3600 - Çünkü benim sebeplere ihtiyacım yok; o sebep, perde ve örtü içindir.
Böylece tabiatçı kendini ilaca verir; müneccim yıldıza yönelir.
Böylece münafık hırsından işsizlik korkusuyla erkence çarşıya gider.
Kulluk etmemiş ve yüzünü yıkamamış cehennem lokması, lokma arar olmuş.
Halkın canı, kuru ot otlayan o kuzu gibi yer ve yenilir.

3605 - O kuzu otlar, kasap “Bizim için murat otunu otluyor” diye sevinir.
Yemek yemede cehennemin işini yapıyorsun; kendini onun için şişmanlatıyorsun.
Kendi işini yap, hikmet rızkını otla, haşmetli gönül şişmanlasın.
Bedenin yemesi, bu yemeye engeldir; can, tacir gibidir; beden de yol kesici gibi.
Tacirin mumu, yol kesen kişi odun gibi yandığında parlar.

3610 - Sen, akılsın ve geri kalanı akla örtüdür; kendini kaybetme, boş yere çalışma.
Bil ki her şehvet/arzu şarap ve afyon gibidir; akla örtüdür ve akıllı ondan dolayı ahmaktır.
Akla sarhoşluk sadece şarap değildir; arzuya bağlı şey, gözü ve kulağı kapatır.
O şeytan şarap içmekten uzaktı; o, kibirlenme ve inkarla sarhoştu.
Sarhoş, olmayanı görendir; bakır ve demir olan şey, ona altın görünür.

3615 - Ey Musa! Bu sözün sonu yoktur; dudağını oynat, bitki yeşersin.”
Musa da öyle yaptı ve o anda da yer, başak ve iri daneyle yeşillendi.
Kıtlık görmüş ve şiddetli açlıkla ölmüş o topluluk, yemeğe üşüştü.
Er kişi, insan ve hayvan, ihsandan birkaç gün doyarcasına yedi.
Karınları doyduğunda, nimete kavuştuklarında ve o zaruret gidince asi oldular.

3620 - Nefis, bir Firavun’dur, dikkat et! O eski küfrünü hatırlamaması için onu doyurma.
Nefis, ateşin harareti olmadan güzelleşmez; kor gibi olmadıkça demiri dövme; sakın!
Beden, açlık olmadan hareket etmez; -açlık olmadan etsin dersen o zaman- bil ki dövdüğün, soğuk bir demirdir.
Ağlasa ve inleye inleye sızlansa da, o Müslüman olmayacak. Dikkat et!
O, Firavun gibidir; kıtlıkta yalvararak Musa’nın önüne öylece baş koyar.

3625 - İhtiyacı olmayınca azar. Eşek yük atınca, çifte vurur.
Onun işi o ah ve ağlamalarla ilerleyince, o zaman bunu unutur.
Yıllarca bir şehirde bulunan bir adam, bir zaman uykuya dalar;
O, iyi ve kötüyle dolu başka bir şehir görür, kendi şehri hiç hatırına gelmez:
“Ben oradaydım; bu yeni şehir, benimki değil; burada rehinim” diye.

3630 - Bilakis daima bu şehirde doğup, buraya alışık olduğunu bilir.
Hayret! Şaşılacak şey midir, ruh da önceden doğup kaldığı vatanları,
Hatırlamazsa? Çünkü bu dünya, rüya gibidir; bulutun yıldızı kapattığı gibi, -insanı- örter.
Özellikle bu kadar şehri dolaşmış, idrakinden tozlar süpürülmemiş -durumdayken-.
İstekle çalışmamış ki gönlü berraklaşsın ve macerayı görsün,

3635 - Gönlü sır deliğinden başını çıkarsın, açık gözü önü ve sonu görsün.

İnsanın başlangıçtan itibaren yaratılış halleri ve konakları

Önce cansızlar ülkesine geldi; cansız oluştan nebat/bitki haline ulaştı.
Yıllarca nebat halinde ömür sürdü; savaştan dolayı cansızlık halini hatırlamaz.
Nebãt halinden hayvanî hale geçince, nebat hali hiç hatırına gelmez.
Sadece nebata doğru özellikle bahar ve çiçek zamanı arzusu olduğunda hatırlar.

3640 - Süt içmeye olan isteklerinin sırrını bilmeyen çocukların, annelerine olan meyli gibi;
Her yeni müridin, bahtı genç yüce şeyhe aşırı isteği gibi.
Bunun cüz’î/parça aklı, o küllî/bütün akıldandır; bu gölgenin hareketi, o gül dalındandır.
Gölgesi, sonuçta kendinde yok olur; o zaman istek ve arayışın sırrını bilir.
Ey talihli! Bu ağaç salınmazsa, diğer dalın gölgesi nasıl salınır?

3645 - Bildiğin yaratıcı, yine onu hayvanî halden insanlığa çekip götürüyordu.
Böylece ülkeden ülkeye gitti, neticede şimdi akıllı, bilgili oldu ve olgunlaştı.
Önceki akıllar hatırında yoktur; yine bu akıldan da -başka hale- dönüşecektir.
Bu hırs ve istek dolu akıldan kurtulunca, şaşılacak yüz binlerce akıl görür.
Uyumuş ve öncesini unutmuş olsa da onu, o unutma halinde hiç bırakırlar mı?

3650 - Yine onu, o uykusundan uyandırırlar; kendi haline alaylı güler:
“Rüyada çektiğim ne üzüntüydü? Doğru halleri nasıl unuttum?
O üzüntü ve hastalığın uyku işi, hile ve hayal olduğunu nasıl bilemedim?”
Dünya uyuyanın rüyası gibidir; uyuyan kişi, bunun sürekli olduğunu sanır.
Sonuçta ansızın ecel sabahı doğar, zan ve hile karanlığından kurtulur.

3655 - Kalış mekanını ve yerini görünce, o üzüntülerinden dolayı kendisini gülme tutar.
Rüyada/dünyada iyi ve kötü gördüğün her şey, mahşer günü birer birer belli olacak.
Bu dünya uykusunda yaptığın, uyanıklık anında sana görünür;
Neticede bu yaptığının, bu rüyada kötü yapmak olduğunu ve senin için yorumu bulunmadığını sanmayasın.
Ey esire zulmeden! Hatta bu gülüş, tabir gününde ağlama ve nefes veriş olur.

3660 - Ağlama, dert, keder ve inleyişini uyanıklığında sevinç bil.
Ey Yusufların derisini yırtan! Bu ağır uykudan kurt olarak kalkarsın.
Senin huyların birer birer kurt olur, öfkeyle uzuvlarını parçalar.
Kan, ölümünden sonra uyumaz; kısas hakkında, “Öldüm ve kurtulurum” deme.
Bu peşin/dünyadaki kısas, hilekarlıktır; o kısasın darbesine göre, bu oyundur.

3665 - Bundan dolayı Allah, dünyaya oyun adını vermiştir; çünkü o cezaya göre, bu ceza oyundur.
Bu ceza, savaşı ve fitneyi söndürmek içindir. O, hadım etmektir, buysa sünnet etmek gibidir.

Cehennem halkı açtır ve Hakk’a, “Bizim rızklarımızı semirt ve bize çabuk rızk ulaştır, çünkü sabrımız kalmadı” diye yakarır

Ey Musa! Bu sözün sonu yoktur. Hadi! O eşekleri çayırda bırak;
O hoş otla hepsi semirsin. Hadi! Bizim öfkeli kurtlarımız var.
Kurtlarımızın ulumasını duyuyoruz; bu eşekleri onların yemeği yapalım.

3670 - Hoş nefeslilik kimyası, senin dudağından bu eşekleri insan yapmak istedi.
Sen, davette çok lütuf gösterdin ve cömertlik yaptın; o eşeklerin talihi ve rızkı yoktu.
Öyleyse nimet yorganını ört de gaflet uykusu onları çabukça alıp götürsün.
Bu kafile böyle bir uykudan sıçrayıp kalkınca, mum sönmüş ve sakî gitmiş olur.
Azgınlıkları seni hayrette bıraktı, o zaman karşılık olarak da hasret içerler.

3675 - Bizim adaletimiz dışarıya adım atınca, karşılık olarak her çirkinin layığını verir.
Kendisini açıkça görmedikleri padişah, yaşayışlarında gizlice onlarlaydı;
Akıl gibi; senin bu görmen, aklı göremese de o, seninledir, bedenine hakimdir.
Ey filan! O ise, imtihandaki duruş ve hareketini görür.
O aklı yaratan da seninle bulunsa şaşılacak şey midir? Sen, bunu nasıl uygun görmezsin?

3680 - -Biri- akıldan gafil olup, kötüye sarılır; ondan sonra aklı onu kınar.
Sen aklından habersiz oldun; akılsa senden habersiz değildir; kınaması, hazır bulunuşundandır.
Hazır bulunmayıp habersiz olsaydı, kınayarak sana nasıl tokat vururdu?
Senin nefsin ondan gafil olmasaydı, hiç öyle delilik ve ateşlilik yapar mıydın sen?
Öyleyse sen ve aklın, usturlap gibidir; bununla varlık güneşinin yakınlığını bilirsin.

3685 - Aklının sana yakınlığı tarifsizdir; sol, sağ, arka veya ön tarafında değildir.
Padişahın tarifsiz yakınlığı nasıl olmaz -peki-? Aklın arayışı, o yolu bulamaz.
Senin parmağında bulunan hareket, parmağın önünde veya arkasında yahut sol ve sağında değildir.
Uyku ve ölüm zamanında senden gider, uyanıklık zamanında sana eş olur.
Parmağına hangi yoldan geliyor? Parmağının, onsuz yararı yoktur.

3690 - Gözünün ve göz bebeğinin ışığı, gözüne altı yönün dışında hangi yönden geldi?
Halk/cisim alemi, yön ve cihetlerle birliktedir; emir ve sıfatlar alemini yönsüz bil.
Ey güzel! Emir/ruhlar alemini yönsüz bil; şüphesiz, buyruk veren daha da yönsüzdür.
Akıl yönsüzdür; öyleyse Allah akıldan daha akıldır, candan daha can.
Bir yaratık, onunla ilgisiz değildir. Ey amca! Bu ilgi niteliksizdir/tarifsizdir.

3695 - Çünkü ruhta ayrılma ve kavuşma yoktur; zan ise, ayrılma ve kavuşmadan başka bir şey bilmez.
Ayrılma ve kavuşmanın dışında bir kılavuz takip et; ancak takip etmek, susuzluğu söndürmez.
Art arda takip et; asıldan uzaksan da erlik damarın, seni kavuşma yönüne getirir.
Akıl bu ilgiye nasıl yol bulur? Bu akıl, ayrılma ve kavuşmaya bağlıdır.
Bundan dolayı Mustafa, bize “Allah’ın zatı hakkında araştırma yapmayınız” diye vasiyet etti.

3700 - Zatı hakkında düşünülen şey, gerçekte zatına bakış değildir.
Zira onun o düşüncesi yoldadır; Allah’a kadar yüz binlerce perde bulunmaktadır.
Her bir kişi, bir perdeye ulaşır özelliktedir; onun, Hakk’ın kendisi olduğunu sanır.
Peygamber, yanlışta sevda oluşturmasın diye bu vehmi kişiden defetmiştir.
Çünkü onun vehminde edebi terk ediş vardır; Allah, edepsizi tepetaklak eder.

3705 - Tepetaklak olmak kişinin aşağıya doğru gitmesi, -ama- kendini üstün sanmasıdır.
Çünkü sarhoşun ölçüsü böyledir; sarhoş, gökyüzünü yerden ayırt edemez.
Onun şaşılacak şeylerini düşünmeye girişin; büyüklükten ve heybetten kaybolun.
Kişi, onun yaratışından dolayı -hayretle- sakal ve bıyığını kaybedince, haddini bilir; yaratandan söz etmez.
O, candan “Seni övemem” sözünden başka bir şey söylemez; çünkü o anlatış, sayı ve ölçünün dışındadır.

Zülkarneyn'in Kafdağına gitmesi ve "Ey Kafdağı, bize Tanrı'nın ululuğundan bahset" demesi, dağın da "Onun ululuğu söze gelmez.. o ululuk karşısında anlayışlar yok olur" diye cevap vermesi, Zülkarneyn'in "Bari hatırında olan ve sence söylemesi kolay bulunan Tanrı sanatlarından bahset" diye yalvarması.

3710.   Zülkarneyn, Kaf dağına gitti... o dağın saf zümrütten olduğunu gördü.
Bütün âlemi halka gibi çepeçevre çevirmişti... Zülkarneyn, o dağı görüp şaşırdı.
Dedi ki: Sen dağsan öbür dağlar ne? Onlar senin yanında bir oyuncak âdeta!
Kaf dağı dedi ki: O dağlar, benim damarlarımdır... onlar, güzellikte, alımda bana eş olmazlar.

3715. Benim her şehirde gizli bir damarım vardır... âlemin çevresi damarlarıma bağlıdır.
Tanrı, bir şehirde yer deprentisi yapmak isterse bana söyler, ben oraya varan damarı oynatırım.
O şehre ulaşan damarı kahırla oynattım mı orada yer deprenir.
Tanrı yeter deyince damarım yatışır... durur görünürüm ama daima işteyim ben!
Merhem gibi dururum ama hayli iş görürüm... akıl gibi hani; o da durur ama söz, ondan doğar, harekete gelir.

3720. Fakat bunu aklı kavramayana göre yer deprentisi yerdeki buharlardan olur.

Bir karınca, kağıtta giderken kalemin yazı yazdığını görüp kalemi öğmeğe başladı. Gözü keskin olan başka bir karınca, ben görüyorum dedi.. bu hüner parmaklardan;parmakları öğ. Gözü ikisinden de daha iyi gören bir başka karınca dedi ki: Ben,kolu öğerim; çünkü parmaklar, kolun fer'idir saire..

   Bir karıncacık, kâğıt üstünde kalemi gördü; bu sırrı bir başka karıncaya söyledi.
Dedi ki: O kalem, kağıdı fesleğen, süsen ve gül bahçesi haline getirdi... acayip şekiller yaptı.
O karınca, o sanatı yapan parmaklardır... şu kalem, yaptığı işte parmaklara tabidir, parmakların fer-i ve eseridir dedi.
Üçüncü karınca dedi ki: Hayır... onları yapan koldur. Arık parmaklar, onun kuvvetiyle o nakışları çizdi.

3725. Böylece her biri bahiste ileriye doğru gitti. Nihayet birazcık anlayışı olan ve karıncaların ulusu bulunan bir karınca,
Dedi ki: Bu hüneri, suret yapıyor sanmayın, öyle görmeyin! Suret, uykuda ve ölümde bundan bihaberdir.
Suret elbise ve sopa gibidir... bu nakışları, akıldan, candan başka bir şey yapamaz!
Halbuki o da, akılla canın, Tanrının döndürüp hareket ettirmesi olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu.
Tanrı, akıldan bir an inayeti kesti mi zeka sahibi olan akıl, aptallılar yapar.

3730. Zülkarneyn, Kafdağı'nın konuştuğunu, söz incilerini deldiğini görünce,
Dedi ki: Ey sırları bilen ve her şeyden haberi olan, söz söyleyen dağ, bana Tanrı sanatlarından bahset.
Kaf dağı dedi ki: Yürü... Tanrı sanatları söylenebilmekten söze gelmekten çok üstündür.
Yahut kalemin ne haddi vardır ki sayfalara o sanatların nişânesini yazabilsin!
Zülkarneyn, ona ait küçük bir hikâye olsun söyle... Tanrının şaşılacak kudretlerinden bahset ey iyi huylu âlim dedi.

3735. Kaf dağı dedi ki: "İşte sana üç yüz yıllık yol olan şu ova. Padişah, onu kar dağlarıyla doldurmuştur.
Dağ, dağın üstüne sayısız olarak yığılmıştır... daha da her zaman oraya kar yağıp durmada!
Bir kar dağının üstüne başka bir kar dağı yığılıp durmada... karın soğukluğu, ta yerin dibine kadar işlemede!
An be an o uçsuz bucaksız, o büyük ambardan kardan meydana gelen bir dağ üstüne kardan bir dağ daha yığılmada!
Padişahım, böyle bir ova olmasaydı cehennemin harareti beni mahvederdi!"

3740. Gafilleri kar dağları bil! Tanrı, akıllıların perdeleri yanmasın diye onları böyle soğuk yaratmıştır.
Karlar yağdıran bilgisizliğin aksi olmasaydı o Kafdağı, iştiyak ateşiyle yanar erirdi.
Zaten ateş de Tanrı kahrından bir zerredir... aşağılık kişileri korkutmak için âdeta bir kamçıdır.
Fakat bu kadar büyük ve üstün olan kahrı ile beraber yine de bak... lûtfunun soğukluğu ondan ileri!
Keyfiyetsiz ve mânevi bir ileri oluştur bu... geri kalanı da, ileri gideni de ikiliksiz olarak gör.

3745. Göremezsen bu aşağılık anlayışındandır... zaten halkın akılları, o madenden bir arpadır ancak!
O takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul! Topraktan yaratılan kuş, nasıl olur da gök yüzünü aşar geçer?
Kuşun dönüp dolaşacağı en yüce yer havadır... çünkü onun meydana gelişi, şehvetten, heva ve hevestendir.
Şu halde sen evet, hayır demeksizin hayran ol da Tanrı rahmetinden önüne bir binek gelsin!
Bu şaşılacak şeyleri anlamada acizsen evet demen tekellüme sapmandır.

3750.Evet demez de hayır dersen o sözde boynunu vurur... o hayır sözü yüzünden Tanrının kahrı, senin pencereni kapatır.
Şu halde hemen öylece hayran ol yalnız! Hayran ol ki önden arttan Tanrı yardımı gelsin.
Hayran olur şaşırır kalır, varlığından geçersen hal dili ile "Yarabbi bizi doğru yola götür" dersin!
Bu iş pek büyüktür, pek büyük... fakat titremeye başladın mı o büyük şey, sana yumuşar, dümdüz olur.
Çünkü bu büyüklük, münkire göredir... âciz oldun mu lûtuftur, ihsandır o.

Cebrail aleyhisselâm'ın kendisini Mustafa sallallahû aleyhi vesellem'e kendi suretiyle göstermesi ve yediyüz kanadından bir tanesi görününce ufku kaplaması ve bütün parlaklığıyle beraber güneşin görünmez bir hale gelmesi.

3755. Mustafa Cebrail'e "Ey dost, suretin nasıl...
Apâşikar olarak bana öyle görün de seni göreyim, sana bakayım " dedi.
Cebrail dedi ki: "Takatın yoktur göremezsin... duygu zayıftır, pek yufkadır!"
Peygamber "Görün bakayım da bu beden, duygunun ne derece zayıf ve kuvvetsiz olduğunu anlasın" dedi.
İnsanın bedenine Ait duygusu noksandır. Fakat içinde pek ulu, güzel bir huy vardır.

3760. İnsanın bedeni ile ruhu taşla demire benzer. Fakat bu taşla demir, sıfat ve eser bakımından bir çakmaktır.
Ateş, taşla demirden doğar... doğar da bu iki babaya kahırlar yağdırır!
Ateş, bedene ait bir sıfattır... fakat bedeni kahreder, alevler çıkarır!
Öyle olduğu halde yine bedende öyle bir ışık vardır ki ışık, İbrahim gibi ateş burcunu kahreder!
Hâsılı o bilgili peygamber "Biz, ileri gidenlerin artta gelenleriyiz" remzini söyledi.

3765. Görünüşte bu ikisi de bir örse zebundur ama sıfat ve tesir bakımından demir madenlerinden bile üstündür.
İşte insan da görünüşte cihanın fer'i dir... fakat sıfat bakımından insanı, cihanın, aslı bil!
İnsan zâhiren bir sivri sineğin tesiriyle mustarip olur; fakat içyüzü, yedi kat göğü bile kaplamıştır.
Peygamber, Cebrail'in asli suretiyle görünmesine ısrar edince Cebrail, birazcık göründü... fakat öyle heybetliydi ki dağ bile görse paramparça olurdu.
Bir kanadı doğuydu, batıyı kaplayıverdi... Mustafa, görünce heybetinden kendinden geçti.

3770. Cebrail Mustafa'yı korkusundan baygın bir halde görünce kucakladı, bağrına bastı.
O heybet, yabancıların nasibi... bu lûtufsa dostların kısmeti!
Padişahlar, tahtlarına, oturdular mı çevrelerinde ellerinde kılıçları bulunan heybetli çavuşlar bulunur.
Bu çavuşlarda sopalar, mızraklar, kılıçlar vardır... aslanlar bile onları görse heybetlerinden titrerler.
Çavuşların seslerinden, çevgânlarından canlar ürker, heybetlerinden herkes korkar!

3775. Fakat bu yoldaki alelâde, yahut ileri gelen halka, padişahlar padişahından haber vermek içindir.
Bu heybet, halk ululanmasın, kimse başına ululuk külâhını giymesin diyedir, halka bir gösteriştir.
Bu suretle onların benliğinin kırılması, kendini görüp beğenen nefsin, az fesatta bulunması, az kötülük etmesi istenir.
Padişahın kahır zamanı kudreti ve gazabı bulunduğu bu suretle halka bildirilmiş olur da şehir emniyette kalır.
Böyle nefislerdeki kötülük hevesleri ölür... padişahın heybeti, o kötülüklere mâni olur.

3780. Fakat padişah hususi meclislere geldi mi orada heybet mi kalır, kısas mı?
Padişah orada pek halimdir; merhametleri coşar... âlemde ancak çenkle neyin coşkunluğunu işitirsin.
Savaş zamanında heybetli davullar, kösler çalınır... işret zamanında da ileri gelenlerle konuşulur, çenk sesi duyulur.
Halka soru, hesap divanı... peri yüzlü güzellere de şarap kadehi!
O zırh, o tulga savaşta giyilir... bu ipekli kumaşlarla çalgı padişahın sayvanında giyilip çalınır.

3785. Ey cömert er, bu sözün sonu yoktur... Tanrı, doğruyu daha iyi bilir ya, bitir artık bu sözü!
Hazreti Ahmet'teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında uyumakta...
Saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş... doğruluk makamında!
Değişenler bedene ait sıfatlar... baki olan ruhsa apaydın bir güneş.
O hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez... çünkü ne doğudandır ne batıdan!

3790. Hiç güneş zerreden kendini kaybeder mi? Hiç ışık pervaneye bakıp da kendinden geçer mi?
Hazreti Ahmet'in bedeninin o yüce ruhla alâkası vardı... bu değişme, bil ki bedene ait bir haldir.
Hastalık gibi, uyku ve ağrı gibi... can bu sıfatlardan arıdır.
Anlatamam... yoksa canın vasfına bir girişsem bu dünyaya da deprenti düşer, oluş âlemine de!
Onun tilkisi bir an perişan olduysa can aslanı o anda uykuda olmalı herhalde.

3795. Uykudan münezzeh olan o aslan uykudaydı. İşte sana hem yumuşak ve hilm, hem de korkunç ve heybetli bir aslan!
Aslan kendini öylece uyur gösterir... bütün bu köpekler de sahiden uyuyor, hatta ölmüş sanırlar!
Yoksa âlemde kimin ne kudreti olurdu ki bir zayıftan en ehemmiyetsiz şeyi bile çalıp çırpsın!
Cebrail'e baktı da Hazreti Ahmet'in ancak köpüğü yaralandı... denizi köpük sevgisiyle coştu, köpürdü.
Ay, baştan başa eldir, avuçtur, vericidir, nurlar saçar. Ayın eli, avucu yoksa ne zararı var ki? Varsın olmasın!

3800. Hazreti Ahmet eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedi olarak kendisinden geçip gider.
Ahmet, sidreden ve Cebrail'in gözetme yerinden, makamından sınırından geçince,
Cebrail'e "Hadi ardımca uç" dedi. Cebrail dedi ki: "Yürü, yürü ben senin eşin, eşitin değilim!"
Hazreti Ahmet tekrar "Ey perdeleri yakan, gel... ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki" dedi.
Cebrail dedi ki: "A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum kanadım yanar!"

3805. Bu hikayeler hayret içinde hayrettir... Tanrı hasları, daha has olanların ahvalini görünce kendilerinden geçerler.
Bütün kendinden geçişler, burada oyundan ibarettir... ne kadar canın var ki senin? Burası can verme makamıdır!
Ey Cebrail, ister yüce ol, ister büyük... sen ne pervanesin ne de mum!
Mum yanınca pervaneyi çağırdı mı pervanenin canı yanmadan çekinmez!
Bu ters sözü göm de aksine olarak aslanı, yaban eşeğine av yap.

3810. İçinden sözler alıp âleme saçtığın tulumun ağzını kapa... saçma sapan sözler dağarcığını açma!
Gözleri yeryüzünden geçememiş, yükselmemiş olan kişiye bu sözler ters ve saçma gelir.
Onlara aykırı harekette bulunma; onlarla hoş geçinmeye bak ey garip olarak onların evlerine konmuş olan sevgili.
Diledikleri, istedikleri şeyi ver, onları razı et, ey onların yurtlarına konmuş, orayı yurt edinmiş olan dost!
Padişaha ulaşıncaya dek, onun güzelim naz ve edalarını görünceye kadar ey Rey'li, Maragal'lıyla hoş geçin!

3815. Ey Musa zamane Firavun'unun tapısında yumuşak söz söylemek gerek!
Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yakarsın tencereyi de!
Yumuşak söyle ama sakın doğrudan gayrı bir şey söyleme... yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma!
İkindi oldu, sözü kısa kes ey ikindisi, asrı uyandıran er!
Toprak yemeyi âdet edinmiş adama bozuk düzen bir yumuşaklık göstererek toprak verme... şeker daha iyidir de!

3820. Harfle sesle alıverişin yok ama yine de can sözlerine can bahçesisin sen!
Şeker kamışlığına asılakonan şu eşek başı, nice kişileri hor hakîr bir hale koydu!
Onu uzaktan gören, orada ancak o var sandı... hani mağlup olan koç kıçın kıçın geri gider ya; o da öyle geri gitti.
Harf suretini mâna bağına, yüce ve güzelim bahçeye konan eşek başı bil!
Ey Hak Ziyası Hüsameddin, bu eşek başını kavun karpuz bostanına getir.

3825. Getir de eşek başı, salhanede nasıl öldüyse bu çiğ erin piştiği yer de ona başka bir hayat versin!
İşte bizden suret düzmek, senden can vermek... hayır, yanlış söyledim... bu da senden, o da!
Ey apaçık âlemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen... yer de seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül!
Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar!
Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik vardır.

3830. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin aynı şeyler olduğunu hatırlarlar.
Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler... sütle bal gibi güzelce birbirlerine karışır, kaynaşırlar.
Fakat azıcık tanır, bilir de inkâr ederse bu inkâr edişi de birliği örten bir perdeden ibarettir.
Nice tanıyıp bilenler de sonra yüz çevirdiler... İşte o ay yüzlü, bu çeşit adamın şükretmeyişine kızdı ya!
Bu yüzden kötü can, Peygamber'in canını tanımadı da tekmeledi ya!

3835. Bunların hepsini okudun, bildin... şimdi "Lem yekün" suresini de oku da bu eski kâfirin inadını, ısrarını bil!
Hazreti Ahmet'in sureti, bu âleme ziya salmadan önce onun vasıfları, her kâfirin muskasıydı.
Böyle bir zat var, gelecek derlerdi... yüzünün hayaliyle yürekleri çarpardı!
Secde ederler, ey insanların Rabbi, onu ne kadar mümkünse o kadar tez meydana çıkar diye yalvarırlardı.
Hazreti Ahmet'in adı ile fetih dilerler... düşmanları, bu yüzden baş aşağı gelirdi.

3840. Nerede bir korkunç savaş olsa Hazreti Ahmet'in döne döne hücumu, onlara yardım ederdi.
Nerede müzmin bir hastalığa uğrasalar onu anarlar da bu suretle şifa bulurlardı.
Sureti, gönüllerinde, kulaklarında, ağızlarında ve yollarındaydı.
Fakat onun hakikî suretini her çakal bulabilir mi hiç? O suret, ancak, onun fer'iydi, yani hayalden ibaretti.
Onun sureti duvara aksettiyse duvarın gönlünden kan damlar.

3845. Sureti, duvara öyle bir kutlu gelir ki duvar, derhal iki yüzlülükten kurtulur.
Temiz ve pak kişilerin temizliğine nispetle o iki yüzlülük duvara ayıptır doğrusu.
Fakat nihayet onu görünce bütün bu ululamayı, yüceltmeyi... bütün bu sevgiyi âdeta yel aldı, götürdü.
Kalp akçe ateşi görünce hemen karardı... hiç kalp, kalbe yol bulabilir mi ki?
Kalp, mihenk taşına iştiyakını söyler durur, kendisine uyanları bu suretle şüphelere salar...

3850. Adam olmayan, onun hilesine kapılır gider. Zaten bu şüphe her bayağı kişide baş gösterir!
Der ki: Eğer bu ayarı bütün akçe olmasa, sınama taşını ister mi?
O mihenk ister ama kalplığını meydana çıkaracak mihenk değil!
Kalpın vasfını gizleyen, açığa vurmayan mihenk, ne mihenktir, ne bilgi nuru!
Yüzün ayıbını, her kaltabanın hatırı için gizleyip göstermeyen ayna.

3855. Ayna değildir münâfıktır...  kudretin yeterse böyle ayna arama sen!

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  3501 -  3855 )

B. 3513. "Şüphe yok ki Tanrı, cennet karşılığı olarak inananların canlarını, mallarını satın almıştır. Tanrı yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler; Tanrı'nın doğru va'dıdır; Tevrat'ta, İncil'de, Kur'an'da vardır. Kim ahdinde durur, Tanrı'yla olan ahdini yerine getirirse onlara bu alım satımınızdan dolayı müjdeler olsun diye müjde verin. Bu, büyük bir kurtuluştur." Sure: 9 (Tevbe), âyet: 111.

B. 3516. Kur'an'ın 19 uncu suresi olan Meryem Suresi "Kâf ha yâ ayn sâd" diye başlar. Böyle harflerle başlıyan 29 sure vardır. Eskiler, bunlara mâna vermemişler, Tanrı bilir deyip geçmişlerdir. Sonraki tefsirciler, bu harflerin her birini Tanrı adlarından birine işaret saymışlar ve meselâ bu âyetteki "K" harfinin Tanrı'nın "Kâfi" adına işaret olduğunu söylemişlerdir.

B. 3567-3568. H. Muhammed'in "Yarabbi, bana her şeyi, haddi zatında nasılsa öyle göster" dediği rivayet edilmiştir.

B. 3574. "Görmez misin, Tanrı nasıl misal getirir? Temiz söz, kökü yerinde durur, dalları, yapraklan göklere çıkar bir temiz ağaç gibidir." Sure: 14 (İbrahim), âyet: 24.

B. 3575. "Emredildiğin gibi dosdoğru ol; seninle beraber tövbe eden müminler de doğru olmalı, azmamalı. Çünkü şüphe yok ki Tanrı, yaptıklarınızı adamakıllı görür." Sure: 11 (Hûd), âyet: 112.

B. 3637 den itibaren. C. 3, S. 373-376, B. 3901-3906, S. 403, B. 4180-4190 ve S. 405-406, B. 4204-4211 in izahlarına bakınız.

B. 3700.  "Tanrı'nın nimetlerinden bahsedin, bunları düşünün, fakat zâtını düşünmeyin" diye bir hadis rivayet  edilmiştir.

B. 3710 dan sonraki bahis.  C. 2, S. 4, B. 45 in izahına bakınız.

B. 3764. C. 2, S. 283, B. 3056 nın izahına bakınız.

B. 3818. Yine  Mesnevi yazdırılıken ikindi olmuş, akşam yaklaşıyor.

B. 3835. "Tanrı kitaplarına uyanlarla müşrikler, onlara açık bir delil gelmedikçe küfürlerinden vazgeçmediler." Sure: 98 (Beyyine), âyet: 1.

B. 3839-3840. "Onlarda bulunan kitabı doğrulayan kitap, Tanrı tarafından gelince, önce Peygamber geleceğini kabul etmeyen ve inkâr edenlere galip gelmek için fetih dilerlerken geleceğini bildikleri zat, geldiği zaman ona kâfir oldular... Tanrı laneti kâfirlere!" Sure: 2 (Bakara), âyet: 89.

-DÖRDÜNCÜ CİLDİN SONU-

CİLT 5  (1 - 700 Beyitler)

Rahman ve Rahim Tanrı adiyle

Yıldızların nuru olan Şah Hüsameddin, beşinci cildin başlamasını istiyor...
Ey Tanrı ışığı cömert Hüsameddin, beşeri bulantılardan durulanların üstatlarına üstatsın sen!
Halk perde ardında olmasaydı, halkın gözleri açık olsaydı ve havsalalar dar ve zayıf bulunmasaydı.
Seni övmeye manevi bir tarzda girişir, bu sözlerden başka sözler söyleyecek bir dudak açardım.

5 Fakat Doğan kuşunun lokmasını yont kuşu yutamaz. Çaresi, suyla yağı birbirine katmaktan ibaret.
Seni bu zindan aleminde yaşayanlara övmek lüzumsuzdur. Senin vasfını ancak ruhanilerin topluluğunda söyleyebilirim.
Alem ehline seni anlatmak zararlıdır. Seni, aşk sırrı gibi gizlemekteyim.
Övmek tarif etmek perdeyi yırtmaktır. Halbuki güneşin anlatılmaya da ihtiyacı yok, tarife de.
Güneşi öven kendini över, iki gözüm de aydındır, çapaklı değil, ağrımıyor demek ister.

10 Alemdeki güneşi yermek, iki gözüm de kör, karanlık ve çipil diye kendini yermektir.
Alemde muradına ermiş güneşe haset eden kişiyi bağışla sen.
Bir adam güneşi örtebilir, gözlerden gizleyebilir mi? Onun tazeliğini pörsütür onu soldurabilir mi?
Yahut haddi sonu olmayan nurunu eksiltebilir mi?
Yahut da onu mertebesinden indirebilir mi?

Ululara haset edene o haset ebedi bir ölümdür.

15 Senin kadrin, rütbense akılların anlayacağı dereceyi çoktan geçti. Akıl, seni anlatmada şaşırdı, aciz kaldı.
Gerçi bu akıl, anlatmada aciz oldu ama yine de acizcesine anlatması gerek.
Çünkü hepsi anlaşılmayan bir şey bilin ki atılıvermez.
Bulutunun tufanını içemezsen su içmeyi nasıl terk edersin?
Sırrı atıp ortaya koyamazsan kabuklarını anlat, onunla anlayışları tazele!

20 Sözler sana göre kabuklardan ibarettir ama başka anlayışlara göre tamamıyla içtir.
Gök arşa göre aşağıdadır ama bu bir yığın toprağa göre pek yücedir.
Seni kaybettiklerinden, fırsatı kaçırdıklarından dolayı hasrete düşmeden ben onlara seni öveyim de yol bulsunlar.
Sen Tanrı nurusun. Canı, Tanrı’ya kuvvetle çeker durursun. Halksa vehim ve şüphe karanlıklarındadır.
Bu güzelim nurun, şu gözsüzlere sürme çekmesi için şart, o nuru ululamaktır.

25 Delik kulaklı istidat sahibi, nuru bulur. Çünkü o fare gibi karanlığa aşık değildir.
Geceleri dönüp dolaşan çipiller, nasıl olur da iman meşalesini tavaf edebilirler?
Müşkül ve ince nükteler din nuruna ulaşmamış, karanlıkta kalmış kişilere, tabii bir bağdır.
Böyle adam kendi hünerini örmek, bezemek için güneşe göz açamaz.
Hurma gibi göklere dal budak salamaz da köstebek gibi yeri delik deşik eder.

30 İnsan için, iç sıkıcı dört şey vardır; bu dört şey aklın çarmıhı kesilmiştir.

“Dört kuş al, onları yanına topla” ayetinin tefsiri”

Ey idraki güneşe benzeyen, sen vaktin Halil’isin. Bu yol kesen dört kuşu öldür!
Çünkü bunların her biri de karga gibi akıllıların akıl gözlerini oyar, çıkarır.
Tene ait dört huy, Halil’in kuşlarına benzer. Onları kesmek cana yol açar.
Ey Halil, iyiden kötüden kurtulmak için kes onların başlarını da ayaklar setten kurtulsun.

35 Kül, sensin, hepsi de senin cüzülerindir. Çöz ayaklarını, onların ayakları senin ayakların demektir.
Alem, senin yüzünden ruhların uçtuğu, toplandığı bir yer haline gelir; bir atlı, yüzlerce orduya dayanç olur.
Çünkü bu ten dört huyun durağıdır, o huyların adları, dört fitneci kuştur.
Halkın ebedi olarak diriliğini istersen bu dört şom ve kötü kuşun başlarını kes.
Sonra da onları bir başka çeşit dirilt de artık onlardan bir zarar gelmesin.

40 Dört yol kesen manevi kuş, halkın gönlünü yurt edinmiştir.
Bütün gönüllere emir olursan, ey kişi, bu zamanda Tanrı halifesi sensin.
Bu dört diri kuşun kes başlarını da ebedi olmayan halkı ebedileştir!
Bu kuşlar, kaz, tavus, kuzgun ve horozdur. Bunların içlerdeki benzerleri de dört huydur.
Kaz hırstır, horoz şehvet. Makam tavusa benzer, kuzgun dileğe.

45 Kuzgunun dileği, ebedi olmak, yahut uzun bir ömre kavuşmaktır, bunu umar durur.
Hırs kazı, kuru yaş ne bulursa yere gömer.
Bir an bile kursağı durmaz Tanrı buyruğundan yalnız “Yeyin” hükmünü duymuştur.
Yağmacıya benzer, evini kazar, çabuk çabuk dağarcığını doldurmaya bakar.
İyi kötü ne olursa dağarcığına tıkar. İnci tanelerini de oraya tıkıştırır, nohut tanelerini de.

50 Başka bir düşman gelip de çuvalına kuru yaş, ne bulursa doldurmasın der.
Vakit dardır, fırsat geçmekte. O da bundan korkarak durmaksızın eline ne geçerse çabucak koltuklar.
Başka bir düşman getirmez diye efendisine güveni yoktur.
Fakat iman sahibi o yaşayışa güvenir, bu yüzden de yavaş yavaş, durup dinlenerek yağma eder.
Padişahın düşmanı nasıl kahrettiğini bilir. Bu yüzden fırsatı kaçırmayacağına da emindir, düşmanın gelmeyeceğine de inanmıştır.

55 Başka kapı yoldaşlarının ona çullanmayacağını, onun derip devşirdiğini kapışmayacaklarını bilir, emindir.
Padişahın adaletini bilir, kulların nasıl zaptettiğini , kimsenin kimseye nasıl sitemde bulunmadığını görmüştür.
Hasılı acele etmez, sakindir, nasibini kaçırmayacağına emindir.
Bu yüzden sabreder gözü toktur, eline geçeni başkalarına ihsan eder, yeni yakası temizdir.
Çünkü yavaşlık Tanrı ışığıdır. O çabukluksa şeytanın dürtmesinden meydana gelir.

60 Zira Şeytan onu yoksulluklarla korkutur, sabır beygirini sinirlenip öldürür.
Kur’an dan duy, Şeytan, seni şiddetli yoksullukla tehdit eder ürkütür.
Bu suretle sen de ona uyar, aceleyle pis şeyleri yer, pis yerleri elde edersin. Ne adamlığın kalır, ne sabrın, ne sevap düşüncen!
Hasılı kafir yedi karınla yemek yer, dini ve gönlü arıktır ama karnı büyük!

Tanrı Rahmet etsin, Mustafa’nın şu “Kafir yedi barsakla yemek yer, inanan bir barsakla” hadisini söylemesindeki sebep

Kafirler, Peygambere konuk oldular. Akşam vakti mescide geldiler.

65 Ey bütün dünyadakileri yurdunda konaklayan, ey padişah, biz sana konuk geldik.
Azığımız yok uzaktan gelmişiz. Hemencecik başımıza rahmet ve nur saç dediler.
Peygamber, sahabeye, dostlarım, dedi. Bunları paylaşın. Çünkü siz benimle benim huyumla dolusunuz.
Her askerin bedeni padişahla doludur. Padişahın mevki ve rütbesine düşman olanlara bu yüzden kılıç vururlar.
Sen padişahın kızgınlığı ile kılıç sallarsın, yoksa kardeşlere niye kızasın ki?

70 Bir kardeşe, padişahın kızgınlığının aksiyle suçsuz olarak on batmanlık gürzü vuruyorsun.
Padişah bir candır ama ordu onunla doludur. Ruh su gibidir, bu bedenler ırmağa benzerler.
Padişahın can suyu tatlıysa bütün ırmaklar tatlı suyla dolar.
Çünkü halk, padişahlarının dinindedir, o “abese” suresinin padişahı böyle buyurmuştur.
Her dost bir konuk seçti, konukların arasında pek iri ve misli görülmemiş biri vardı.

75 Öyle iriydi ki kimse onu götürmeye cesaret edemedi. Kadehteki posa ve tortu gibi o da mescitte kalakaldı.
O herkesten arda kalınca Mustafa, alıp götürdü. Sürüde yedi tane süt verir keçi vardı.
Keçiler yemek zamanı, sağılmak üzere eve gelmişlerdi. O kıtlık babası Oğuz oğlu Uc, ekmeği de yedi, yemeği de. O yedi keçinin sütünü de sildi süpürdü.
Ev halkı, hep o keçilerin sütünü umuyordu. Bu yüzden hepsi de kızdılar.

80 O bedavacı herif, midesini davula çevirdi, yalnız başına on sekiz adamın yiyeceğini yedi bitirdi.
Yatacağı zaman odaya girdi. Halayık da kızgınlıkla kapıyı kapadı.
Dışarıdan zincirini sürdü, bağladı. Ona pek kızmış ondan pek dertlenmişti.
Kafirin gece yarısı, yahut sabah vakti aptesi geldi, karnı guruldamaya başladı.
Yatağından kalkıp kapıya koştu, elini atınca kapıyı kapalı buldu.

85 O hileci herif kapıyı açmak için türlü türlü hilelere başvurduysa da kapıyı açamadı.
İyice sıkıştı oda dardı. Şaşırıp kaldı, ne bir derman bulabildi ne bir hile.
Nihayet bir hileye başvurdu, uyumaya bu buruntuyu geçiştirmeye savaştı. Uyudu da. Rüyada kendisini bir viranede gördü.
Hatırında virane vardı ondan dolayı da rüyada onu gördü.
Kendisini tenha bir viranede görünce aptes bozmaya zaten ihtiyacı vardı, hemen işini beceriverdi.

90 Uyanınca bir de baktı ki yatak pislik içinde. Derdinden deliye döndü.
Bu çeşit rezillik toprakla bile örtülemez diye içinden yüzlerce defa coştu, köpürdü.
Uykum uyanıklığımdan beter. Burada yiyor orada pisliyorum dedi.
Kafir, mezarın dibinde nasıl bağırırsa o da öylece keşke geberseydim demeye koyuldu.
Bu gece bir geçse de kapının açılmasını duysam diye beklemeye başladı.

95 Ok yayadan fırlar gibi kimsecikler görmeden kaçmayı kurmaktaydı.
Hikaye uzundur kısa kesiyorum. Nihayet kapı açıldı, o da dertten gamdan kurtuldu.

Mustafa aleyhisselam’ın, oda kapısını açması ve konuğun, onu görüp utanmaması, dilediği gibi dışarı çıkması için kendisini gizlemesi

Mustafa sabahleyin gelip kapıyı açtı. Sabah o yolunu sapıtmış kişiye yol gösterdi.
Mustafa , o belalara uğrayan utanmasın diye gizlendi.
Kapıyı açanı görmesinde serbestçe dışarı çıksın diyordu.

100 Ya bir şeyin ardında gizlendi, yahut da Tanrı eteği Mustafa’yı ondan gizledi.
Tanrı boyası, bazen örter, neliksiz niteliksiz Tanrı perdesini, bakanın önüne örüverir.
Bu suretle düşmanını kendi yanındayken bile göstermez. Tanrı kudreti, bundan da artık, bundan da üstün.
Mustafa onun geceki halini görüyordu. Fakat Tanrı fermanı,
Ona hatasını bildirmeden bir yol açmasına, o kötülükle bir kuyuya düşmesine mani olmaktaydı.

105 Tanrı hikmeti ve gökten inen emir, onun kendisini o halde görmesini istemekteydi.
Nice düşmanlıklar vardır ki dostluğa çıkar. Nice yıkılmalar vardır ki yapılmaya döner.
Bir herzevekil, o pis yatağı, inadına Peygamberin yanına getirdi.
Ve gör hele, konuğun bu işi işlemiş dedi. Alemlere rahmet olan Mustafa, bir güldü.
Getir o ibriği dedi, hepsini kendi elimle yıkayayım dedi.

110 Herkes “Tanrı hakki için yapma, canımız da sana kurban olsun, tenimiz de.
Sen bırak bu pisliği biz yıkayalım. Bu iş, el işidir, gönül işi değil.
Ey hakkında “Le amruka-ömrün için” diye Tanrı’nın and içtiği zat, Tanrı sana ömür dedi. Seni halife yaptı, kürsüye oturttu.
Biz sana hizmet için yaşıyoruz, sen hizmet etmeye kalkışırsan biz ne oluruz? “ dedi.
Peygamber dedi ki: “Ben de biliyorum, fakat şimdi bunu ben yıkayacağım. Bunu bizzat yıkamamda bir hikmet var.”

115 Bu söz Peygamber sözü diye hepsi sustular, bu sır nedir, hele bir çıksın diye beklemeye koyuldular.
Peygamber o pisliği, bilhassa Tanrı buyruğu ile adamakıllı yıkamakta idi, riya ile değil.
Çünkü, gönlü bunu sen yıka bunda kat kat hikmetler var diyordu.

Mustafa, onun pis yatağını eliyle yıkarken o konuğun geri dönmesi, utanıp elbisesini yırtarak kendisine ve haline ağlamaya başlaması ve bunun sebebi

O kafirciğin bir armağan heykeli vardı. Onu kaybolmuş görünce kararı kalmadı.
Dedi ki gece kaldığım odadadır haberim olmadan orada bıraktım.

120 Utanıyordu ama hırsı da onu, o yana çekiyordu. Hırs ejderhadır küçücük bir şey değil.
Heykelin ardına düşüp koşa koşa geldi, onu Mustafa’nın odasında gördü.
Gördü ama Tanrı eli bizzat o pisliği yıkamaktaydı, kötü gözler ondan ırak olsun; kafir bunu da gördü.
Gördü de heykeli hatırından çıktı. Onda bir coşkunluktur baş gösterdi, yakasını yırttı.
İki elini yüzüne, başına vuruyor, kafasını duvara kapıya çarpıyordu.

125 Bir halde ki burnundan, başından kanlar revan olmaya başladı. O ulu Peygamber, ona acıdı.
Naralar atıyordu. Halk başına toplanınca, Ey halk sakının diyordu.
Ey akılsız kafa diye başına vuruyor, ey nursuz göğüs diye göğsünü dövüyordu.
Ey yeryüzünün küllü, senden şu aşağılık cüz-ü, utanmaktadır diye secde ediyor;
Sen küllü olduğun halde O’nun emrine baş eğiyorsun da ben cüzü olduğum halde zulmediyor kötülükte bulunuyor, azıyorum;

130 Sen kül iken Tanrı’ya karşı hor hakir oluyor, O’ndan titriyorsun da ben cüzü iken O’na aykırı hareket ediyorum diyor:
Her an yüzünü göğe kaldırıp Ey cihanın kıblesi, yüzüm yok diye feryat ediyordu.
Hadden artık titreyip çarpınınca Mustafa, onu kucakladı.
Yatıştırdı pek iltifat etti, gözlerini açtı, ona kendini tanıttı.
Bulut ağlamadıkça yeşillik nasıl güler? Çocuk ağlamadıkça süt nasıl coşar?

135 Bir günlük çocuk bile yolu bilir. Ağlayayım da esirgeyen dadı gelip yetişsin der.
Sen bilmiyorsun; dadılar dadısı da sen ağlamadıkça bedavaca sütü az verir.
Kulak ver, “Çok ağlayın” dedi. Ağlayın da yaratıcı Tanrı’nın ihsan sütü aksın.
Dünyanın direği bulutun ağlamasıdır, güneşin yakması. Sen bu iki ipe iyi sarıl.
Güneşin hararetiyle bulutun gözyaşı olmasaydı beden ve araz, nasıl olur da semirir, gelişirdi?

140 Bu hararetle bu ağlayış, temel olmasaydı şu dört mevsim nasıl mamur olurdu?
Güneşin hararetiyle alem bulutunun ağlaması, nasıl cihanın ağzının tadını getiriyor, nasıl alemi hoş bir hale sokuyorsa,
Sen de akıl güneşini yak, gözünü göz yaşları saçan bir bulut haline getir.
Küçük çocuk gibi sana da ağlayan bir göz gerek. O ekmeği az ye ekmek senin şerefini giderdi.
Ten, gece gündüz onunla gelişir, yapraklanırsa can dalı, yapraklarını döker, güz mevsimine düşer.

145 Beden azığı, derhal canın azıksız kalmasıyla neticelenir. Bunu azaltmak onu çoğaltmak gerek.
“Tanrı’ya borç verin.” Sen de bu ten ağzından borç ver de karşılığında gönlünde yeşillikler bitsin.
Borç ver de bu ten lokmasını azalt, bu suretle de “Gözlerin görmediği” yüz görünsün.
Ten kendisini pislikten arıtırsa ululuk misk ve incileriyle dolar.
Böyle adam şu pislikten kurtulur, temizliğe ulaşır, bedeni, “Tanrı sizi, kirlerden temizlemeyi diler” sırrına ulaşır.

150 Fakat Şeytan, “Sakın sakın bundan pişman olur hüzne düşersin.
Bedeninden bu hevesleri giderir, bunları eritirsen çok pişman olur derde düşersin.
Şunu ye hararet verir, mizaca devadır; şunu da faydalanmak için iç, ilaçtır.
Hem de şu niyete düş. Bu beden binektir, neye alıştıysa vermek, daha doğru bir iştir.
Sakın açlığa alışma; sıhhatin bozulur, beyninde, kalbinde yüzlerce illet meydana gelir” der.

155 O alçak Şeytan, bu çeşit tehditlerle gelir, halka yüzlerce afsun okur.
Kendisini tedavi eden Calinos gösterir. Bunu da senin hasta gönlünü aldatmak için yapar.
“Bu sana dertten, gamdan kurtulmak için bir ilaçtır” der. Adem’e de buğday için böyle demişti ya!
Heyheylerle, heyhatlarla gelir, dudaklarını, azgın atın, nallanırken kıstırdıkları iki, tahta parçası ile kıstırır.
Aşağılık taş lal göstermek için at nallanırken dudaklarını kıstırdıkları gibi senin dudaklarını da kıstırıp,

160 Atın kulağından tutar gibi kulaklarını tutup seni hırs ve kazanca çeker.
Şüphe etme ki ayağına nalı vurur, sende onun derdi ile yoldan kala kalırsın.
Onun nalı seni iki iş arasında tereddüde düşürmektir. Bunu mu yapayım dersin, onu mu? Aklını başına alda kendine gel.
Peygamber’in seçtiği işi yap, deliyle çocuğun yaptığını yapma.
“Cennet çevrilmiştir.” Neyle çevrilmiştir? “İnsanın istemediği, hoşlanmadığı şeylerle.” Çünkü, ekin bunlarla çoğalır, gelişir.

165 Şeytan’ın hileyle, zeyreklikle yüzlerce afsunu vardır. Ejderha bile olsa adamı sepete kor.
İnsan akar su olsa bağlar, zamanın en akıllı, en bilgin adamı olsa onu yanıltır, güler.
Aklı bir dostun aklına dost et de “Onların işi danışmakladır” ayetini oku ona göre iş yap!

Mustafa aleyhisselam’ın, O utangaçlık ve nedametle ağlayıp inliyen, ümitsizlik ateşiyle yanıp kavrulan konuk arabı yatıştırıp ona iltifatta bulunması

Bu sözün sonu yoktur. Arap o padişahın lütfuna şaşırıp kaldı.
Deli oluyordu aklı kaçayazdı. Mustafa’nın akıl eli onu geri çekti.

170 Bu yana gel dedi, bir kişi ağır bir uykudan nasıl uyanırsa uyandı. O tarafa geldi.
Mustafa bu yana gel, bu işi yapma, kendine gel. Bu yanda sana bir çok işler var dedi.
Yüzüne su serpti, ey Tanrı şehidi, dedi, dile gel şahadet getir.
Ben de şehit olayım da dışarı çıkayım. O uçsuz bucaksız çölde bulundukça canımdan beziyorum.
Biz takdir kadısının şu dehlizinde Bela ve Elest davalarını görmek için duruyoruz.

175 Biz bela dedik sınama yönünden işimiz ve sözümüz, bunu görmek, bunu bildirmekten ibarettir.
Neden kadı’nın dehlizinde durmaktayız? Biz şahit olmak için gelmedik mi?
Ey şahit niceye bir kadı’nın dehlizinde hapis olacaksın? O şahadeti ver de kurtul!
Seni buraya şunun için çağırdılar ki inat etmiyesin, o şahadette bulunasın.
Halbuki sen, inadından şu daracık yerde oturmuş, elini bağlamış, dudağını yummuşsun.

180 Ey tanık, sen bu şahadette bulunmadıkça şu dehlizden nasıl kurtulabilirsin?
İş bir anda biter, yap, bitir. Kısa işi kendine uzatma.
İster yüzyılda ister bir anda olsun; şu emaneti ver de kurtul!

Dışta olan namaz, oruç ve sair ibadetler, içteki nura tanıktır.

Bu namaz, oruç ve savaş da inanışa tanıktır.
Bu zekat, hediye, bu hasedi bırakma da kendi sırrından haber vermedir.

185 İhsanda bulunmak doyurmak, konuk davet etmek, ey ulular, biz sizinleyiz, size doğru bir özle inandık demektir.
Hediyeler armağanlar, sunulan şeyler, ben seninleyim; seni seviyorum diye tanıklıktan ibarettir.
Kimi bir mal veya afsun için çalışır, uğraşırsa bu ne demektir? İçimde bir gevherim var demektir;
Tanrı’dan çekinmemden, yahut cömertliğimden bir gevherim var ki bu zekatla oruç ikisine de şahittir.
Oruç der ki: Bu helalden çekindi, bil ki harama ulaşmasına artık imkan yok.

190 Zekat der ki: Kendi malını bile veriyor, artık, kendisiyle aynı dinde aynı yolda olandan nasıl çalar?
Fakat bu işleri riya ve tezvirle yaparsa o iki tanık, Tanrı’nın adalet mahkemesine kabul edilmez.
Avcı tane saçar ama acımasından değil, avlanmak için.
Kedi de oruç ayında oruç tutar ama kendisini av avlamak için uyur gösterir.
Bu eğrilikten yüzlerce kavim, kötü sanılmıştır. Bu kötü kişi, cömert kişilerle oruç tutanların adını da kötüye çıkarmıştır.

195 Fakat Tanrı’nın lütuf ve ihsanı, o eğri işlerle bulunmakla beraber nihayet onu, hepsinden de arıtır.
Rahmeti o kötülüğü aşmış, ayın on dördüne bile vermediği ışığı vermiştir.
Tanrı onun çalışmasını bu kötülükle karışmadan yıkar; rahmeti, onu bu hatadan arıtır.
Bu suretle de Tanrı’nın yarlıgayıcılığı meydana çıkar; bu miğfer, kulun kelliğini örter.
Yağmur pis şeyleri arıtmak için gökten yağar.

Suyun bütün pislikleri temizlemesi, ulu Tanrı’nın da suyu pislikten arıtması, hasılı ulu Tanrı’nın kötülüklerden arı, noksanlardan münezzeh oluşu

200 Su durdu mu pislenir. Pislenince de duygu ondan iğrenir, onu istemez.
Tanrı yine onu doğruluk denizine götürür. O suların suyu kereminden onu yıkar, arıtır.
Ertesi yıl eteğini sürüyerek gelir. Hey, neredesin? Dense “Hoşlar denizindeyim.
Ben burada pislendim, gittim. Temiz geldim. Elbiseler giyindim, toprağa ulaştım.
Ey kirliler, pisler, bana gelin. Çünkü, ben Tanrı huyu ile huylandım.

205 Bütün kirliliğinizi kabul ederim, melek gibi, şeytana bile temizlik bağışlarım.
Pislenince yine oraya giderim, temizliklerin aslının aslına varırım.
Kirli hırkamı orada başımdan çıkarırım, o, yine bana temiz bir elbise verir.
Onun işi budur, benim işim de bu. Alemlerin Rabbi, alemi bezer süsler” der.
Bizim bu pisliklerimiz olmasaydı suya bu icazetname nereden verilirdi?

210 Su, birisinden altın keseleri çalmış, nerede bir müflis diye her tarafa koşan birine benzer.
Yahut bitmiş otlara dökülür; yahut bir yüzü yunmamışın yüzünü yıkar.
Yahut da denizlerde elsiz ayaksız gemiyi hamal gibi başında taşır.
Onda yüz binlerce ilaç gizli. Çünkü her ilaç olduğu gibi ondan yetişir gelişir.
Her incinin canı, her tanenin gönlü, bir eczane gibi olan suda yürür durur.

215 Yeryüzü yetimlerini o besler, kuruyup kalmış kişileri o yürütür.
Fakat mayası bitti mi bunalır, yeryüzünde bizim gibi şaşırır kalır.

Suyun bulandıktan sonra ulu Tanrı’dan yardım dilemesi

İçten feryada başlar; Yarabbi, bana ne verdiysen verdim, yoksul kaldım.
Sermayemi temize pise döktüm sarf ettim. Ey sermaye veren, daha yok mu?
Tanrı buluta onu iyi bir yere götür der. Güneşe de ey güneş der onu yukarıya çek!

220 Onu türlü türlü yollara sürer, nihayet ucu bucağı olmayan denize ulaştırır.
Bu sudan maksat velilerin canıdır. O can, sizin kirliliklerinizi iyiden iyiye yıkar, arıtır.
Yeryüzündekilerin hıyanetliklerinden bunaldı mı yine arşa, temizlik bağışlayana gider.
Yine o taraftan eteğini çeke çeke gelir, o okyanusun temizliklerinden yeryüzündekilere ders vermeye koşar.
Halkla karışmadan yoruldu mu o sefer “ey Bilal, sesinle bize bir huzur ver, bir istirahat ver.”

225 Ey güzel sesli Bilal ezan okunan yere çık, göç davulunu çal der.
Can sefere gitti beden kıyamda. Bu yüzden namaz bitince selam verilir işte.
Herkesi teyemmüm kurtarır, kıble arayanları aramaktan vaz geçirir, kıbleyi gösterir.
Bu misal getirme söz arasında bir vasıtadır. Herkesin anlaması için vasıta şarttır.
Bir delile bağlanmadan kurtulmuş olan semenderden başka kim, vasıtasız ateşe girebilir?

230 Tabiatını ateşle hoş bir hale getirmen için vasıtan hamamdır.
Halil gibi ateşe giremeyeceğinden hamam sana elçi oldu, su da delil.
Doymak Tanrıdandır ama tabiat ehli, ekmeksiz nasıl olur da doyar?
Lütuf Tanrıdandır ama ten ehli, çayırlık çimenlik perdesi olmaksızın o lütfu bulamaz.
Fakat perdesiz bir halde ten vasıtası kalmayınca insan, Musa gibi ayın nurunu yeninden yakasından görür, bulur.

235 Bu hünerler de, suyun gönlünün Tanrı lütfu ile dopdolu olduğuna tanıktır.
Dışarıdan görünen iş ve sözün içe ve içteki nura tanıklığı
İş ve söz, için tanıklarıdır. Bu ikisine bak da için nasıl anla.
Sırrın, onun içine giremiyorsa hastanın sidiğine bak.
İşle söz, hastaların sidiğine benzer, beden doktoruna bu bir delildir.
Halbuki ruh doktoru, canına girer de can yolundan imanına kadar varır.

240 Onların güzel söze, güzel işe ihtiyaçları yoktur. Sakının onlardan, onlar kalplerin casusudurlar.
Bu söz ve iş tanıklarını, dere gibi henüz ulaşmamışlarda ara!

Nurlu adamın nuru, o bir iş yapmadan bir söz söylemeden de içinden o nura tanıklık verir. “Arifin sırrı, sözüyle ve işiyle meydana çıkmaktan ziyade hiçbir söz söylemeden ve hiçbir iş yapmadan halka görünür meydana çıkar. Nitekim güneş doğup yükselince horoz sesine, müezzinin haber vermesine ve diğer alametlere hacet yoktur, bir iş ve söz olmasa da güneşin nur güneşe tanıklık verir.”

Fakat haddi aşan yolcunun nuru ile çöller, ovalar dolmuştur.
Güzelliğe görülmeye ehemmiyet bile vermez, tekellüflere, canla, başla oynamaya, cömertliklerde bulunmaya aldırış bile etmez.
O incinin nuru dışa vurdu mu artık, o, bu zahitliklerden kurtulmuştur.

245 Artık ondan iş ve söz tanığı arama, iki cihan da gül gibi onun yüzünden açılmıştır.
İster söz olsun, ister iş ister başka şey... Bu tanıklık nedir? Gizliyi meydana çıkartmak değil mi?
Maksat cevherin sırrını meydana çıkartmaktır. Vasıf bakidir, bu arazsa geçici.
Altının mihenkte bıraktığı iz kalmaz, fakat şüphe yok ki altın, adı iyi olarak kalır.
Bu namaz, bu savaş ve bu oruç da kalmaz. Fakat can, iyi adla iyi sanla kalır.

250 Can böyle işler, böyle sözler gösterdi de cevherini, buyruk mihengine sürdü;
İnanışım doğrudur. İşte tanığım da buracıkta dedi. Fakat tanıklar şüphelidir.
Bil ki tanıkları tezkiye lazımdır: Senin davanı kabul etmek, tezkiyeye bağlıdır.
Sözü doğru söylemek, söze ait tanıktadır, ahdi korumak da işe ait tanıkta.
Söz tanığı eğri söylerse reddedilir, iş tanığı da eğri yürür, koşarsa yine reddedilir.

255 Sözde ve işte bir ayrılık olmamalı ki bu tanıklar kabul edilsin.
“Çalışmanız ayrı ayrı; aykırılıklar içindesiniz” Gündüz dikiyorsunuz gece söküyorsunuz!
Peki sözleri birbirine uymayan şahidi kim dinler? Meğer ki Tanrı kendi lütfu ile bir hilim göstere.
Söz ve iş, içtekini, sırrı meydana vurmaktadır. Her ikisi, gizli sırrı meydana çıkarır.
Tanığın tezkiye edildi mi kabul olunur, yoksa yerinde sayar emekler durur.

260 A inatçı, sen inat ettikçe onlar da ederler. “Sen onları bekleyedur onlar da bekliyorlar!..

Mustafa aleyhisselam’ın konuğuna şahadeti arzetmesi

Bu söze son yoktur, Mustafa, ona iman etmesini söyledi, o da kabul etti.
O kutlu şahadet bağlanmış düğümleri çözdü.
İmana geldi. Mustafa ona dedi ki: Bu gece de bizim konuğumuz ol.
Adam vallahi dedi, ebedi olarak senin konuğunum. Nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim sana misafirim.

265 Beni dirilttin, senin azatlın, senin kapıcınım. Bu alemde senin sofranın başında, o alem de.
Bu seçilmiş sofradan başka bir sofra seçen kişinin boğazını, nihayet kemik yırtar deler.
Kim senin sofrandan başka bir sofraya giderse bil ki Şeytan, onunla bir kâseden yemek yer.
Kim senin komşuluğundan kaçarsa şüphe yok ki Şeytan, ona komşu olur.
Kim sensiz uzak bir yola giderse Şeytan onula yoldaş olur, onunla bir sofraya oturur.

270 Yüce ve güzel bir ata binse aya haset eder; Şeytan da ona arkadaş olur.
Nazlı karısı ondan bir çocuk doğursa Şeytan onun soyundan ona ortak kesilir.
Tanrı Kur’anda “Ey Mümin, Şeytana kafirlerin mallarında, evlatlarında ortak ol” buyurmuştur.
Peygamber bunu Ali’ye değer biçilmez sözleri arasında açıkça söylemiştir.
Konuk dedi ki: “Ey Tanrı elçisi, bulutsuz bir güneş gibi peygamberliği sen tamamladın, apaydın bir hale koydun.

275 Senin bu yaptığını iki yüz ana yapamaz. İsa bile bunu Azer’e yapmadı.
Senin yüzünden canım hemencecik ecelden kurtuldu.
Azer de dirildi ama o anda yine öldü.
Arap o gece Peygambere konuk oldu, bir keçiden sağılan sütün yarısını ancak yiyebildi, ağzını silip çekildi.
Peygamber süt iç, yufka ekmeği ye diye ısrar ettiyse de Vallahi dedi, riyasız doydum.
Bu, ne tekellüf, ne sıkılma, ne de hile. Dün geceden daha ziyade doydum.

280 Bütün ev halkı şaştılar. Bu kandil, şu bir kara zeytin yağı ile nasıl doldu diye hayretlere düştüler.
Bir ebabil kuşunun gıdası, böyle bir fili nasıl doyurdu dediler.
Kadın, erkek, o fil bedenli, bir sineğin yiyeceğini yiyor diye fısıldaşmaya başladılar.
Kafirliğin hırs ve vehmi baş aşağı düştü, ejderha bir karıncanın gıdası ile doydu.
Kafirliğin aç gözlülüğü ondan gitti, iman gıdası onu semirtti geliştirdi.

285 Öküz açlığı illetine tutunan adam, Meryem gibi cennet meyvesini gördü.
Cennet meyvesi, bedenine koştu, ulaştı. Cehennem gibi olan midesi, yatıştı rahatladı.
Ey imandan yalnız bir lafa kanan, ununla kanaat eden kişi, zaten iman yüce bir nimettir, büyük bir gıdadır.

”Şeytanın, benim elimdem müslüman oldu” hadisine göre can gıdası olan nur, ruha eş ve dost olmak için velilerin cisimlerine gıda olur.

Gerçi ruh gıdası canın ve gözün yediği bir gıdadır; fakat oğul, cismin de ondan nasibi vardır.
Şeytana benzeyen beden, onu yemeseydi Resül benim Şeytanım Müslüman olmuştur buyurmazdı.

290 Ölüyü dirilten o yemekten Şeytan yiyip içmese nasıl olur da Müslüman olur?
Şeytan dünyaya aşıktır. Kördür, sağırdır. Bir aşkı başka bir aşk giderebilir.
Yakıynin gizli evinde yer, içerse yavaş yavaş aşk pılı pırtısını oraya çeker götürür.
Ey karnına haris olan böylece yücel. Bunun yolu, ancak yiyeceğini değiştirmedir.
Ey kalp hastası, ilaca sarıl. Bütün tedbir, mizacı değiştirmeden ibarettir.

295 Ey yemeğe rehin düşüp hapiste kalan, sütten kesilmeye tahammül edersen yakında kurtulursun.
Açlıkta bir çok yemekler var. Onları ara, onları dile ey onlardan nefret eden.
Nurla gıdalan, göze benze. Ey insanların hayırlısı meleklere uy.
Melek gibi Tanrıyı tesbih etmeyi kendine gıda yap da melekler gibi ezadan kurtul.
Cebrail murdar şeylere hiç bakmamakta, onların etrafında dönüp dolaşmamakta. Böyle olduğu halde kuvvet bakımından herkes den aşağı mıdır ki?

300 Tanrı aleme ne de hoş, ne de güzel bir sofra yaymıştır. Fakat o sofra, aşağılık kişilerin gözlerinden pek gizlidir.
Alem nimetlerle dolu bir bağ olsa fare ve yılan yine toprak yer.

Ten ehlinin ruh gıdasını inkar ederek adi yemeğe titremeleri

İster kış olsun ister bahar, onların gıdası topraktır. Fakat sen varlığın beyisin, nasıl olur da yılan gibi toprak yersin?
Tahtanın içindeki kurt, kimin böyle güzel helvası var der.
Bok böceği, bok içinde yaşar ve alemde pislikten başka bir meze bilmez.

Münacat

305 Ey eşi, benzeri olamayan Tanrı, mademki bu sözü kulağımıza küpe yaptın, ihsanda bulun, bu sözleri bol bol saç!
Kulağımızı tut, bizi o sarhoşların halis şarabını içtikleri meclise çek, oraya götür.
Madem ki bize bundan bir koku duyurdun, ey din Tanrısı o tulumun ağzını kapama.
Ey kendisine sığınılan Tanrı, ey kendisinden imdat istenen Rab, esirgeme, ihsan et de erkek, kadın herkes, senin şarabından içsin!
Ey duaları duadan önce duyan, muratları istenmeden veren Tanrı, gönüle her an yüzlerce kapı açarsın.

310 Birkaç harftir yazdın. Taşlar bile o harflerin sevgisiyle eridi muma döndü.
Yüzlerce akla, fikre fitne olarak kaş nununu, göz sadını, kulak cimini yazdın.
Akıl o harfler yüzünden ince eleyip sık dokumaya koyuldu. Ey yazısı güzel edip, bunları boz!
Yokluğa, her düşünceye göre an be an güzel bir hayal nakşetme;
Hayal levhine göz, yanak, yüz ve ben gibi görülmemiş harfler yazmaktasın.
Halbuki ben, yokluğa aşığım, vara bakıp sarhoş olmam. Çünkü yokluk sevgilisi, bence daha vefalıdır.

315 Tanrı akıla o şekilleri okuttu, bu suretle onun tedbirlerden vazgeçip Tanrısını dilemesini diledi.

Levhi mahfuz ve herkesin, günlük nasibi ne kadarsa o levihten o kadarına akıl erdirmesi, Cebrail aleyhisselam’ın her gün o levihten bir şey anlamasına benzer

Akıl, her sabah melek gibi o Levhi Mahfuz’dan bir ders alır.
Yokluğu parmaksız olarak yazılmış yazılara bak; dünyaya dalanlar, o yazıların karartısına şaşırıp kalmışlar.
Herkes bir hayale kapılmış, bir bucağı eşmede. Biri bir define bulmak için bir bucağı kazmada;

320 Biri bir hayal peşine düşmüş, azamet sahibi olduğu halde dağlardaki madenlere yüz çevirmiş;
Öbürü, bir hayale düşmüş, sıkıntılı uğraşmalarla, didişmelerle inci çıkarmak için denize yönelmiş;
Bir başkası papaz olmak için kiliseye kapanmış, bir başkası da hırs içinde ekine tarlaya düşmüş!
O yol kesen, kurtulduğunu hayal etmiş, bu ise hayalince bir hastaya merhem olmuş.
Biri peri çağırmaya koyulmuş, gönlünü aklını kaybetmiş, öbürü, yıldız bilgisine kapılıp nalını yıldızın üstüne koymuş.

325 Bu gidişler, içteki renk renk hayaller yüzünden dışarıda da birbirine aykırı görünür.
Bu ona bakıp ne yapıyor, ne iş işliyor diye hayrette. Bu şaraptan her tadan kişi, öbürünün yaptığını boş bulmada.
O hayaller birbirine aykırı olamasaydı görünen gidişler, nasıl olur da birbirine zıt olur, zıt görünürdü?
Hepsi de can kıblesini kaybetmişlerdir de onun için herkes, bir yana yüz çevirmiştir.

Birbirine aykırı gidişler ve çeşitli didinişler, karanlıkta kıblenin ne tarafta olduğunu arayanların haline ve denizin dibinde inci arayan dalgıçların durumuna benzer

Nitekim bir bölük halk da kıble nerede diye ararlar, bir hayale kapılıp her yana döner dururlar.

330 Sabah olup ta Kâbe yüz gösterdi mi kimin yol yitirdiği anlaşılır.
Yahut da dalgıçlar gibi hani. Hepsi denize dalar, herkes, denizin dibinde eline ne geçerse aceleyle devşirir.
Değerli inci ümidiyle şunu bunu torbalarına doldururlar.
O koca denizin dibinden çıktılar mı iri değerli inci kimdeyse meydana çıkar.
Öbürünün küçük inci, daha öbürünün de kırık taş parçaları ve boncuk bulduğu anlaşılır.

335 İşte onları uykularından uyaracak olan, kahredici ve kötülükleri açığa vurucu bulunan kıyamette buna benzer.
Her bölük pervaneler gibi alemde bir mumun etrafında dönüp dolaşır.
Kendilerini bir ateşe vururlar ama hakikatte kendi mumlarının çevresinde dolanmaktadırlar.
Alevinden ağacın daha ziyade yeşerdiği bahtı yaver Musa’nın ateşini umarlar.
Her sürü o ateşin ihsanını duymuştur; herkes her kıvılcımı o ateş sanır.

340 Fakat sabah çağı, ebedilik nuru doğdu mu her biri, etrafında döndüğü nurun ne biçim bir mum olduğunu görür.
Kim o zafer mumu ile kanadını yakmış ise o mum, ona seksen tane kanat bağışlar.
Nice pervaneler iki gözlerini yummuşlardır da kötü bir muma atılmışlardır, kanatlarını yakıp onun altına düşe kalmışlardır.
Pişmanlıkla, hararetle çırpınıp dururlar. Gözlerinin bağı olmasına, böylece bir havaya körcesine düşmelerine ah ederler.
Mum da ben yandım, seni yanmadan, cefa ve elemden nasıl kurtarabilirdim? der.

345 Mum da ağlaya ağlaya der ki: Benim bile başım yandı, artık başkasını nasıl aydınlatabilirim?

“Ey hasret, hazır ol o kullara ki” ayetinin tefsiri

O “Senin ahvaline baktım da gururlandım, halini geç gördüm” der.
Mum sönmüş, şarap bitmiş, sevgili de bizim eğri görüşümüzden utanmış, dalgalara batmış, gömülmüştür.
Faydalar, ziyanın ve helakin ta kendisi olmuştur. Artık, körlükten Tanrıya şikayet et dur.
Halbuki ne güzeldir inanılır müslüman, iman sahibi ve ibadet edip duran kardeşlerin ruhları.

350 Herkes bir yana yüz tutmuştur. O azizlerse hiç yanda olmayana yüz çevirmişlerdir.
Her güvercin bir yana uçmuştur, bu güvercinse cihetsizlik tarafına!
Biz ne hava kuşlarıyız, ne ev kuşları. Bizim yemimiz yemsizlik yemidir.
Onun için rızkımız böyle bol bol gelmededir; çünkü, bizim elbise dikmemiz elbiseyi yırtmaktır!

Fereciye önce fereci denmesinin sebebi

Sofinin biri bir iç sıkıntısına uğradı, cüppesinin önünü yırttı, ondan sonra ferahladı.

355 O yırtık cüppeye fereci (ferahlık) adını koydu. Bu lâkap, o kurtulmuş adamdan sonra yayıldı.
Yayıldı ama safını şeyh aldı, götürdü, halka tortudan ibaret olan adı kaldı.
Böylece her şeyin bir saf ve tortusuz tarafı vardır, adını da tortu gibi aleme bırakmıştır.
Kim toprak yemeyi adet edinmişse tortuya yapışmıştır. Sofi ise hemencecik safın bulunduğu tarafa gider.
Elbette tortunun bir safı vardır der ve gönül, bu delaletle saflığa varır, ulaşır.

360 Tortu güçlüktür, safı da kolaylığı. Saf, hurmaya benzer, tortu da hurma çağlasına.
Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidini kesme. Bu ölümden sonra hayata yol var.
Oğul ferahlamak istiyorsan cüppeni yırt da o saflıktan hemencecik baş çıkarsın.
Sofi saflığı dileyen kişidir. Sofilik, sof elbiseyle, terzilikle, yavaş yavaş yürümekle olmaz.
Fakat bu alçak ve aşağılık kişilerce sofuluk, terzilikten ve oğlancılıktan ibarettir.

365 Fakat o saflık, o iyi ad, san hayaliyle bu renge bürünmek de iyidir ama,
O hayalle asla kadar gitmek şartıyla. Kat kat hayale tapanlar gibi değil.
Hayal, seni güzellik otağının çevresine sokulmaktan men eden gayret çavuşudur.
O, her arayanın yolunu, yol yok, diye keser. Onun hayali geldi mi, sana, dur, der.
Ancak kulağı delik ve anlayışlı kişiyi durdurmaz. Çünkü o, Tanrı yardımı askerine sığınmış, o sayede coşup köpürmüştür.

370 O, ne hayallerden ürker, sıçrar, ne de padişahlık taslar. Padişahın nişane olarak verdiği oku gösterir, yoluna gider.
Tanrım, bu şaşkın gönle bir ok bağışla, bu iki kat olmuş yaylara bir ok ver.
Uluların içtikleri o gizli kadehten yeryüzüne bir yudumcuk saçtın.
Güzellerin saçlarında, yüzlerinde o bir yudumcuk şarabın nişanesi var. Padişahlar, bu yüzden topraktan meydana gelen güzelleri yalar dururlar.
Gece gündüz yüzlerce gönülle o topraktan meydana gelen güzeli öpüp
durman, onda güzelliğin bir zerresi bulunduğundandır.

375 Seni, toprakla karışmış bir yudumcuk güzellik şarabı böyle deli divane ediyor, artık onun safı neler yapmaz?
Herkes bir kerpiç parçasının önünde yenini, yakasını yırtmakta. Halbuki o kerpiç, güzelliğin bir yudumcuğuna, bir zerreciğine sahip.
Ayda, güneşte, hamel burcunda bir yudumcuk güzellik şarabı var. Arşta kürsüde, zuhal yıldızında bir zerrecik güzellik var.
Ona bir yudum mu dersin, yoksa şaşılacak bir şey bu kimya mı dersin? Ona bir sürtünmekle bu kadar güzellikler meydana geliyor.
Ey akıllı kişi ona sürtünmeyi can ve gönülden dile. Fakat bu kimyaya “Ancak temiz olanlar dokunabilirler.”

380 Altında, lâ’lde, incilerde o güzellik şarabından bir yudumcuk var; şarapta, mezede, meyvede o şaraptan bir yudumcuk!
Tertemiz güzellerin yüzlerinde de yine bir yudumcuk. Artık onun süzülmüş ve saf olanı nasıldır? Bir düşün!
Bu toprakla karışık bir yudumcuk şarabı yalayıp durmaktasın, onu toprağa karışmamış, saf bir halde görürsen ne hale geleceksin?
Ölüm zamanında o bir yudumcuk saf şarap, bu toprak bedenden ölümle ayrılmakta.
Geri kalanı hemen görmüyorsun. Böyle çirkin bir beden onunla bak ne hale geliyormuş!

385 Can bunlardan ten olmadan yüz gösterse o vuslattaki letafeti ben anlatamam ki!
Ay, şu bulut olmaksızın ışık salsa onu kimsecikler anlatamaz!
Ne hoştur o tatlılarla, şekerlerle dolu olan mutfak. Şu padişahlar o mutfağı yalayıp dururlar.
Ne güzeldir o din ovasının harmanı. Her harman oradan başak devşirir.
Ne alâdır gamsız, kedersiz ömür denizi. Yedi denizde ondan meydana gelmiş bir çiğ tanesidir.

390 Elest sakisi, şu aşağılık ve çorak yeryüzünde bir yudumcuk saçmıştır da,
Toprak, o sebeple coşmuştur; biz de o yüzden coştuk. Tanrım, pek isteksiz, pek tembel olduk, bir yudumcuk daha saç!
Caizse yokluktan feryat ediyor, yokluğu anlatmaya çalışıyorum. Caiz değilse işte sustum.
Bu, iki kat hırsı anlatmaydı ya... Halil’den öğren o hırs kazını kesmek gerek.
Kazada bundan başka daha bir çok hayır, şer var ama başka sözleri söyleyemem, vakit kalmaz diye ürküyorum.

Tavus kuşunun tabiatı ve İbrahim aleyhisselam’ın onu kesmesindeki sebep

395 Şimdi ad san için cilvelenip duran iki renkli tavusa geldik.
Onun gayreti, sonucundan ve faydasından habersiz bir halde halkı, hayırla şerle avlamaktır.
Tuzak gibi av tutup durur. Tuzağın maksada ait ne bilgisi vardır?
Tuzağın, av tutmaktan ne zararı vardır, ne faydası; onun bu beyhude tutuşuna şaşarım işte ben.
Kardeş, iki yüz güzelle bağdaştın, dost oldun, sonra yine onları terk ettin.

400 Doğduğun günden beri işin bu. Sevgi tuzağıyla adam avlar durursun.
Bu avlamaktan, bu kalabalıktan, bu başlık sevdasından el çek. Hiç bunlarla bir şey ördün, bu yüzden bir şey elde ettin mi?
Ömrünün çoğu geçti, gün akşama yaklaştı. Sense hala adam avlamaya koyulmuşsun.
Onu tut, bunu tuzaktan azat et. Alçaklar gibi bir başkasını avla.
Derken bunu da bırak, başka birini ara... Bu işte tam hiçbir şeyden haberi olmayan çocukların oynadığı bir oyun!

405 Gece gelip çatar, tuzağında bir av bile yok. Tuzak sana, bir baş ağrısından, bir bağdan başka bir şey değil.
Şu halde sen, kendi kendini avladın demektir. Çünkü, hapse düştün, maksada erişemedin, mahrum kaldın.
Hiç alemde bizim gibi kendi kendini avlayan bir ahmak daha var mı?
Aşağılık kişilerin tuzağına domuz tutulur. Sonsuz zahmet, sonra da onu yemek haram.
Avlamaya değen şey ancak aşktır. Fakat oda öyle herkesin tuzağına düşer mi ya?

410 Meğer ki sen gelesin de ona av olasın... Meğer ki sen, tuzağı bırakasın da onun tuzağına gidip düşesin.
Aşk der ki: Ben yavaş yavaş çalışmasaydım; bana avlanmak av tutmadan yeğdir.
Benim hayranım ol da övün. Güneşi bırak da zerre ol!
Kapım da otur. Evsiz barksız kal. Mumluk davasına kalkışma, pervane ol.
Bu suretle dirilik sultanlığını bulur, kullukta gizli olan padişahlığı görürsün.

415 Alemde tersine çakılmış nallar görür, esirlere padişah adı verildiğini duyarsın.
Boğazına ipler takılmış, kendisi dar ağacının tacı olmuştur da kalabalık bir halk güruhu, ona işte padişah derler.
Kafirlerin mezarları gibi dışı süslü, içinde ulu Tanrı’nın kahır ve azabı!
Onlar kabirleri kireçle örmüşler, bezemişler, zan perdesini yüzlerine örtmüşlerdir.
Senin de yoksul tabiatın hünerlerle kireçlenmiş, bezenmiştir ama mumdan yapılan nahle benzer; ne yaprağı vardır, ne meyva verir!

Tanrının lütfunu ve kahrını herkes bilir, kahrından kaçar lütfuna yapışır ama ulu Tanrı kahırları lütuf içinde, lütufları da kahır içinde gizlemiştir. Bu tersine çakılmış nal ve Tanrı’nın mekridir. Bu suretle işi ayırt edenler ve Tanrı’nın nurıyle bakıp görenler, hali görenler ve görünüşe aldananlardan ayrılır. Tanrı “hanginiz daha iyi iş yapacak diye imtihan eder” buyurmuştur.

420 Bir derviş bir dervişe “Tanrı’yı nasıl gördün, söyle” dedi.
Derviş dedi: Neliksiz, niteliksiz gördüm. Fakat söze getirebilmek için onu kısa bir örnekle anlatayım.
Gördüm ki sol yanında bir ateş, sağ yanında da bir kevser ırmağı vardı.
Solunda cihanı yakıp yandıran müthiş bir ateş, sağında güzelim bir ırmak.
Bir kısım halk o ateşe el atmış, bir kısım halkta o kevsere ulaşacağından neşeli ve sarhoş.

425 Fakat bu, her kötü kişiyle her bahtı yaver olanı şaşırtacak pek aykırı ve acayip bir oyundu.
Kim o ateşe, kıvılcıma atılıyorsa öbür yandaki sudan baş çıkarıyordu.
Kim suya atılıyorsa derhal kendisini ateş içinde buluyordu.
Kim sağ yana gidiyor, o güzelim suya dalıyorsa sol taraftaki ateş içinden baş göstermedeydi.
Sol yandaki ateşe dalansa sağ yandan çıkmaktaydı.

430 Bunun sırrını pek az kişi anlıyor, hasılı o ateşe pek az kişi atlıyordu.
Ancak başına devlet saçısı saçılan, suyu bırakıp ateşe kaçıyordu.
Halk eldeki hazır zevki mabut edinmiştir. Hulâsa halk, bu oyunu kaybetmiş, bu oyunda zarar girmiştir.
Bölük, bölük saf, saf hırslarına uyanlar, ateşten çekinmede, suya kaçmada.
Fakat suya dalan, ateşten baş göstermede. Ey hakikatten haberi olmayan,ibret al, ibret!

435 Ateş, ey bön ahmaklar, ben ateş değilim, makbul bir kaynağım.
A gözsüzler sizin gözünüzü bağlamışlar. Bana gelin, kıvılcımlarımdan kaçmayın.
Ey Halil burada ne kıvılcım vardır, ne duman. Bu görünen şey, ancak Nemrud’un büyüsü, hilesi demekteydi.
Sen de Halil gibi akıllıysan ateş senin soyundur, sen bir pervanesin.
Pervanenin canı keşke binlerce kanadım olsaydı da,

440 Mahrem olmayanların körlüklerine rağmen amansız bir surette ateşlere yansaydı.
Bilgisiz kişi, eşekliğinden bana acır, bense bilgi ve görgü sahibi olduğumdan ona acırım diye bağırıp durur.
Hele şu suların bile canı olan ateş yok mu? Pervanenin işi bizim işimizin aksi.
O nur görür ateşe atılır, gönül de ateş görür, nura dalar.
Ulu Tanrı’nın, Halil evladı kimdir, göresin diye böyle oyunları vardır.

445 Ateşe su şeklini vermişler, ateşin içinde de bir kaynaktır coşturmuşlardır.
Bir büyücü büyüsüyle bir topluluk içinde pirinçle dolu sahanı, akreplerle dolu gösterir.
Evi, büyüsü ve nefesiyle akreplerle dolmuş gösterir ama onlar, sahici akrep değildir ki.
Büyücü bunun gibi yüzlerce hüner gösterdikten sonra artık düşün, büyücüyü yaratan, neler yapmaz?
Hasılı Tanrı büyüsü ile zaman, zaman nice kişiler, karı gibi alta yatmışlardır!

450 Büyücüler ona kuldur, köledir. Hepsi de yont kuşu gibi tuzağa düşmüşlerdir.
Kendine gel de dalgalara benzer hilelerin nasıl baş aşağı olduğunu Kuran’ı okuyup anla, sihri halali gör.
Ben Firavun değilim ki Nil’e gideyim. Ben, Halil gibi ateşe giderim.
O ateş değildir, duru bir sudur. Halbuki öbürü hileyle ateş gibi bir su görünmededir.
İyi şeyleri caiz gören o Peygamber, ne de güzel söyledi: Bir zerre aklın oruçtan da yeğdir, namazdan da.

455 Çünkü, aklın cevherdir, bu ikisiyse araz. Bu ikisi, yani namaz ve oruç, onun tam olmasıyla farz olur.
Bu suretle de o aynanın cilalanması, ibadetle gönlün arınması mümkün olur.
Fakat ayna aslından bozuksa onu cilalamak güçtür, zor cilalanır.
Cilalanabilecek seçilmiş aynaysa az bir cila ile parlar, azıcık bir cila ona kafidir.

Mutezile, akıllar esasen birdir, buçukluk azlık, bilgiden, uğraşmadan ve sınamadan meydana gelir derler. Onların hilafına olarak akılların, yaradılışta birbirine uygun olmaması

Akıllardaki bu aykırılık, bil ki mertebe bakımından yerden göğe kadardır.

460 Akıl vardır güneş gibi. Akıl vardır, zuhre yıldızından da aşağıdır, yıldız akmasından da.
Akıl vardır, bir sarhoş mumu gibi, akıl vardır, bir ateş kıvılcımı gibi.
O güneş gibi aklın önünden bulut kalktı mı Tanrı’nın nurunu gören akıllar faydalanırlar.
Aklı cüzi aklın adını kötüye çıkarmıştır. Dünya muradı insanı muratsız bir hale getirmiştir.
O, bir avdan avcının güzelliğini görmüştür. Bu avcılığa düşmüş, bu yüzden bir avın derdine uğramıştır.

465 O, hizmetle hizmet edilme nazına erişmiştir; bu, kendisine hizmet edilmeyi dilemiş, yüce yolundan geri dönmüştür.
O Firavunlukta suya tutsak olmuş, İsrailoğlu, tutsaklık yüzünden yüzlerce Suhrab kuvvetini elde etmiştir.
Bu aykırı bir oyundur, yaman bir ferzin-benttir. Hileye az başvur, devlet ve baht işidir bu.
Hayal ve hileyi az doku. Çünkü, gani Tanrı hileciye az yol gösterir.
Hile edeceksen iyi hizmet etme yolunda hile et de bir ümmet içinde peygamberlik elde edesin.

470 Hile et de kendi hilenden kurtul. Hile et de bedenden ayrıl tek kal!
Hile et de en aşağı bir kul ol. Aşağılıkla yürü de efendi kesil.
Ey koca kurt, tilkiliğe kalkışma, hile ve hizmetle efendilik etmeyi umma.
Fakat pervane gibi ateşe atıl, o ateşi kesene doldurup ağzını büzme, her şeyden kurtul.
Gücü kuvveti bırak, ağlamaya giriş. A yoksul, ağlayışa acınır.

475 Susuz ve aciz kişini ağlayışı mânevidir, doğrudur. Soğuk,soğuk ağlayışsa, o azgının yalanından ibarettir.
Yusuf’un kardeşlerinin ağlamaları hileden ibarettir. çünkü, içleri hasetle, illetle doludur.

Köpeği açlıktan ölen ve dağarcığı ekmekle dolu olduğu halde köpeğine bir lokma bile vermeyip de ölümüne ağlıyan, şiirler söyliyen, başına yüzüne vuran Arap

Arab’ın birinin köpeği ölmek üzereydi. Arap yağmur gibi gözyaşı dökmede, başıma ne dertler geldi demedeydi.
Bir dilenci geçiyordu. Dedi ki: Niye ağlıyorsun? Kimin için feryat ve figan ediyorsun?
Arap bir köpeğim vardı dedi, pek iyi huyluydu. İşte şuracıkta yol üstünde ölüyor.

480 Gündüz avcımdı, gece bekçim. Gözü pekti, avı hemen yakalardı. Hırsızı derhal kovardı.
Adam derdi ne yaralandı mı? Diye sordu. Arap, hayır dedi, açlık onu bu hale getirdi.
Adam, bu derde, bu mihnete sabret dedi, Tanrı, sabredenlere karşılık ihsanda bulunur.
Ondan sonra dedi ki: Ey hür kişi, elindeki şu dolu dağarcıkta ne var?
Arap, dün akşamdan artan ekmeğim, azığım. Bedeni kuvvetlendirmek için taşımaktayım dedi.

485 Adam dedi ki: Neden o köpeğe ekmek yemek vermedin? Arap o kadar merhametim yok.
Yolda parasız ekmek ele geçmez. Fakat gözyaşı bedava dedi.
Adam, a havayla dolu kırba, toprak başına! Demek ki sence ekmek, gözyaşından daha iyi ha?
Gözyaşı, kandır, dertle su haline gelir. Topraktan meydana gelen ekmek, beyhude kan dökmeye değmez dedi.
Arap, iblis gibi bütün vücudunu hor hakir bir hale getirmişti. Bu bütünün parçası, anacak aşağılık ve bayağı bir şeydir.

490 Ben varlığını o ihsan ve cömertlik sahibinden başkasına satmayana kul, köle olayım.
O ağlarsa gökyüzü de ağlar. O feryat ederse gökyüzü de Yarabbi demeye başlar.
Ben o himmet sahibi bakıra kul, köle olayım ki kimyadan başka bir şeye eğilmez.
Dua ederken Tanrı’ya sınık bir halde el kaldır. Tanrı’nın merhamet ve ihsanı, sınık kişiye doğru uçar.
Bu daracık kuyudan kurtulmak istiyorsan durmadan ateşe yüz çevir kardeş.

495 Tanrı’nın hilesini gör, kendi hileni bırak. Ey hilesine karşı hilebazların bile utanıp şaşırdıkları Tanrım!
Hilen Tanrı’nın hilesinde yok oldu mu kendine şaşılacak bu pusu elde edersin.
Öyle bir pusu ki onun en aşağı vasfı, ebediliktir. Oradan ebedi bir surette boyuna yücelir ağarsın.

İnsana kendini görüp beğenen kendi gözünden daha tehlikeli hiçbir kötü göz olamaz. Ancak gözü, Tanrı’nın nuru ile değişmiş ve “Benimle duyar, benimle görür” sırrına ermiş, varlığı, varlıksız bir hale gelmişse o başka

Tavus kuşu gibi kanadına bakma, ayağını gör ki kötü göz, sana bir pusu kurmasın.
Dağ bile kötülerin nazarıyla yerinden oynar. Kuran’da “Yüzlikunneke”yi oku da anla.

500 Dağ gibi Ahmet bile yolda çamur ve yağmur yokken nazara uğradı da ayağı titremeye başladı.
Bu duraklama, sürçme, bu ayak titremesi de ne? Bu işin boş olmasına imkan yok diye hayrette kaldı.
Nihayet ayet geldi de, o hal sana kötü gözden erişti diye hikmetini bildirdi.
Tanrı eğer senden başka biri olsaydı derhal yok olur, o nazara avlanır erir giderdi.
Fakat benim korumam, eteğini çemreyip geldi de kurtuldun, yalnız bu titreyişin, bu sürçmen, bu sırrı sana bildirmek içindi dedi.

505 İbret al da o dağ gibi olan Peygambere bak... Ondan sonra a saman çöpünden aşağı olan adam, hünerini malını arz etme!

”Az kaldı kafirler, gözleriyle seni yere düşüreceklerdi” ayetinin tefsiri

Ey Tanrı peygamberi, o mecliste öyle adamlar vardır ki herkesin kuşlarına bile nazar değdirir, onları bile öldürürler.
Nazarlarından kükreyen aslanın bile kellesi yarılır, inlemeye başlar.
Güçlü deveye nazarı ile ölüm değdirir, sonra arkasından köleyi,
Yürü bu devenin yağından satın al diye yollar. Köle deveyi sakatlanmış görür.

510 Atla beraber koşan o deve sakatlanmış başı kesilmiştir.
Şüphe yok ki hasetle, kötü gözle feleğin dönüşünü, yürüyüşünü bile başka bir tarzda döndürürler.
Su gizlidir, fakat dolap meydanda. Fakat su esasen dönüp yürümededir.
Kötü gözün ilacı iyi gözdür. İyi göz, kötü gözü ayağının altına alır, yok eder.
İlerisi gidiş, rahmetin sıfatıdır, iyi göz de rahmettendir. Halbuki kötü göz, kahır ve lanetten meydana gelmedir.

515 Tanrı’nın rahmeti gazabından üstündür. Bunun içindir ki her peygamber, kendi zıddına üst olmuş onu mat etmiştir.
Çünkü, peygamber rahmetin neticesidir. Zıddı ise kötü yüzlüdür, kahır neticesidir.
Kazın hırsı birdir. Bunun hırsıysa tam elli kat fazladır. Şehvet hırsı yılandır, mevki hırsı ejderha.
Kaz hırsı, boğaz ve cima şehvetinden meydana gelir. Fakat baş olma hırsında bu şehvetlerin tam yirmi tanesi toplanmıştır.
Mevki sahibi, mevkii yüzünden Tanrılıktan dem vurur. Tanrı ile ortak olmayı tamah eder, nasıl af edilebilir?

520 Adem’in işlediği küçücük kusur karın ve cima yüzünden oldu. Fakat iblisin suçu ululuktan ve mevki yüzündendi.
Hasılı Adem çabucak tövbe etti, halbuki o melun, tövbe etmeye tenezzül etmedi.
Boğaz ve cima hırsı da kötüdür. Fakat mevki hırsı olmadıkça yine de sınıklıdır.
Bu mevki hırsının kökünü dalını söylemeye kalkışırsam bir başka cilt lazımdır.
Arap serkeş ata Şeytan dedi, yazıda yayılan ata değil.

525 Şeytanlık lügatta baş çekmedir. Bu sıfat lanete layıktır.
Bir sofranın çevresine yüz tane adam oturur, yer. Fakat baş olmak isteyen iki adam dünyaya sığamaz.
O, dünya yüzünde bunun bulunmasını istemez. Hatta padişah padişahlığıma ortak olur diye babasını bile öldürür.
Duymuşsundur ya saltanat kısırdır derler. Padişahlık davasında olan, korkusundan akrabalığı filan hep keser, hepsinden vazgeçer.
Çünkü, saltanat kısırdır, onun oğlu yoktur. Ateş gibi kimseyle dostluğu olamaz.

530 Kimi bulursa yakar, yırtar. Kimseyi bulamazsa kendi kendisini yer.
Hiç ol da onun dişinden kurtul. O katı yürekliden merhameti az um!
Hiç oldun mu o katı yürekliden korkma. Her sabah mutlak yokluktan ders al.
Ululuk, ululuk ıssı Tanrı’nın elbisesidir. Kim onu giymeye kalkışırsa vebale girer.
Taç onundur, kemer bizim. Vay haddini aşana!

535 Bu tavusluk kanadı, sana bir sınamadır. Buna kapıldın mı Tanrı’ya ortak olmaya, onun gibi noksan sıfatlardan arı olduğunu davaya kalkışırsın.

Hakimin birinin, gagasıyla güzelim kanatlarını yolup atan ve bedenini kel ve çirkin bir hale koyan tavus kuşunu görüp hayretle “Kendine acımıyor musun?” demesi, tavus kuşunun “Acıyorum ama bence can, kanattan daha değerlidir. Bu kanatsa benim can düşmanımdır” diye cevap vermesi

Bir tavus kuşu, ovada kanatlarını yolmaktaydı. Hakimin biri gezmeye çıkmıştı.
Onu görüp dedi ki: Ey tavus böyle güzelim kanatları nasıl oluyor da kökünden yolup atıyorsun? Hiç acımıyor musun?
Bu süsü koparıp balçığa atmana gönlün nasıl razı oluyor?
Hafızlar o tüyleri beğendiklerinden alıp mushafların arasına koyuyorlar.

540 Halk, havalanmak için tüylerinden yelpazeler yapıyorlar.
Bu ne nankörlük bu ne cüret! Bilmiyor musun ki nakkaşın kim?
Yahut da biliyor da nazlanıyor; mahsustan o süsleri yoluyorsun.
Birçok naz vardır ki suç olur; kulu, padişahın gözünden düşürür.
Nazlanmak, şekerden tatlıdır ama az çiğne, yüzlerce tehlikesi vardır.

545 Niyaz yolu emin bir yoldur. Nazı bırak da o yola düş.
Nice nazlananlar vardır ki kol kanat çırpar ama nihayet o hal adama vebal olur.
Nazın güzelliği seni bir an yüceltse bile onun gizli korkusu, seni eritir mahveder.
Bu yalvarışa gelince: Seni zayıflatır. Zayıflatır ama parlak ayın on dördü gibi baş köşeye geçirir.
Ölüden diriyi çekip çıkarınca ölen, doğru yolu bulur.

550 Diriden ölüye çıkarınca da diri nefis, ölüm tarafına yönelir, ölüm tarafına dönüp dolaşır.
Öl ki hiçbir şeye ihtiyacı olmayan diri Tanrı, ölüden diri meydana getirsin. Allah, bu ölü bedenden meydana bir diri getirsin.
Kış olursan baharın gelişini, gece kesilirsen gündüzün oluşunu görürsün.
O kanatları yolma ki bir daha yerine yapışmaz. Ey güzel yüzlü, yasa düşüp yüzünü yırtma.
Kuşluk güneşine benzeyen o güzelim yüzü yırtmak, yanlış bir iştir.

555 Böyle bir yüzü tırnakla yaralamak kafirliktir. Ay bile onun ayrılığı ile ağlamada.
Yoksa yüzünü görmüyor musun? Bırak bu inatçılığı, bırak bu düşünceyi!

Nefsi mutmainne’nin saflığı ve temizliği, düşüncelerle bulanır. Nitekim aynanın yüzüne bir şey yazar, yahut bir şekil yaparsın, sonra temizlesen de yine bir iz, bir noksan kalır.

Bedende Nefsi Mutmainne’nin yüzünü düşünce tırnakları yaralar.
Kötü düşünceyi zehirli tırnak bil. Bu tırnak, derinleştikçe can yüzünü tırmalar.
Müşkül düğümleri açmak ister; fakat bu, adeta altın bir kaba aptes bozmaya benzer.

560 Ey işin sonuna varan düğümü çözülmüş say. Bu düğüm, boş keseye vurulmuş kuvvetli ve çözülmez bir düğümdür.
Düğümleri açmakla uğraşa uğraşa kocaldın, başka birkaç düğümü de çözülmüş sayıver!
Asıl boğazımızdaki çözülmez düğüm şudur: Sen kendini bil, bakalım, aşağılık bir adam mısın, yoksa bahtı yaver bir adam mı?
Adamsan bu müşkülü çöz. İnsan nefsine sahipsen nefsini bu yolda sarf et.
Ayan ve arazı bildin tut, ne çıkar? Asıl, kendi haddini bil ki bundan kaçıp kurtulmaya imkan yok.

565 Kendi haddini bilince de artık bu hadden kaç da ey toprak eleyen, hadsiz aleme ulaş.
Ömrün mahmul ve mevzu derdiyle geçti. Gözün açılmadı, hayatın, duyduğun şeylerle geçip gitti.
Neticesiz ve tesirsiz olan her delil boş çıktı. Sen kendi neticene bak.
Yapanı ancak yapılan şeylerle görebildin; iktirani kıyas’la kanaat ettin.
Filozof davasında delilleri çoğaltıp durur. Halbuki kalbi temiz Tanrı kulu, onun aksine delillere bakmaz bile.

570 Delil ve hicaptan kaçar, delalet edilenin peşine düşer, başını yakasının içine çeker.
Filozofa göre duman, ateşe delildir ama bizce dumansız olarak o ateşe atılmak daha hoştur.
Hele yakılıktan, sevgiden meydana gelen şu ateş yok mu? O, bize dumandan daha yakındır.
Hasılı cana ariz olan hayallere kapılıp dumana koşmak ve bu yüzden candan olmak, pek kötü bir iştir, pek bahtsızlıktır.

Peygamber Aleyhisselam’ın “Müslümanlıkta papazlık yoktur” hadisi

Kanadını yolma, onun sevgisini gönlünden sök, çıkar. Çünkü, savaşmak için düşmanın bulunması şarttır.

575 Düşman olamadıkça savaş imkanı yoktur. Şehvetin olmazsa ondan kaçınma emrine uyman mümkün değildir.
Meylin olmazsa sabrın manası yok. Düşman yoksa ordu sahibi olmana ne hacet?
Kendine gel de kendini hadım etme, papaz olma. Çünkü, çekinmek ve temiz durmak, şehvetin zıddıdır.
Hava ve heves olmadıkça hava ve hevesten çekinin denmesi mümkün değildir. Ölülere gazilik taslanmaz ya!
“Yoksullara verin onları doyurun “ denmiştir, şu halde kazan. Çünkü elinde eskiden kazandığın bir şey olmadıkça harcayamazsın ki.

580 Gerçi o mutlak olarak “Yoksulları doyurun” demiştir ama sen “Kazanın da sonra yoksulları doyurun” diye oku’
Yine böyle o padişah “Sabredin” buyurdu. Bir istek olmalı ki ondan yüz çeviresin.
“Yeyin” emri şehvet için bir tuzaktır, ondan sonra gelen “İsraf etmeyin” emriyse temizliktir.
Şehvet olmasa ondan kaçınmaya imkan olabilir mi?
Sabretme ezasına uğramadıkça karşılığında bir hayır ve mükafat elde edemezsin.

585 Ne hoştur o şart ve ne sevinçli şeydir o mükafat. O gönüller açan, canlara canlar katan mükafat!

Aşıkın Tanrı’dan kazandığı sevap da Tanrı’dır

Aşıkların neşesi de odur, gamı da, hizmetlerine karşılık aldıkları ücret de.
Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdadır.
Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.
La kılıcı, Tanrı’dan başka ne varsa hepsini keser silip süpürür. Bir bak hele, La’dan sonra ne kalır?

590 İllallah kalır, hepsi gider. Neşelen, sevin ey ikiliği yakıp yandıran şiddetli aşk!
Zaten evvelkiler de oydu, sonrakiler de. İkilik ancak şaşı gözün bir görüşüdür, bunu böyle gör.
Ne şaşılacak şey! Hiç onun aksinden başka bir güzel olur mu? Beden, ancak canla hareket edebilir.
Canı olmayan bedeni istersen yağla, balla beslemeye kalk, yine beyhudedir.
Bunu, bir günceğiz olsun dirilip bu canlar canının elindeki kadehi alan, o şarabı içen bilir.

595 Fakat gözü, o yüzleri göremeyene şu duman, can görünür. Abdülaziz oğlu Ömer’i görmediğinden Haccac onca adalet sahibidir.
O, Musa’nın ejderhasını görmemiştir de büyücülerin iplerinde can var sanır.
Arı duru suyu içmeyen kuş, kara su içinde kanat çırpıp durur.
Zıt olmadıkça zıttı tanınamaz. Yara görülünce onulmaya başlanır.

600 Hasılı Elest ikliminin kadrini bilesin diye dünya, önce gelmiştir.
Fakat buradan kurtulup oraya vardın mı ebed şeker hanesinde şükreder durursun.
Dersin ki: Sanki orada toprak elemişim. Bu tertemiz alemden kaçıp duruyormuşum.
Keşke bundan önce ölseydim de o balçıkta çektiklerim, daha az olsaydı.

Rasul aleyhisselam’ın “Ölümünü ölmeden önce istiyen ölmemiş sayılır. İyiyse iyiliğe ulaşmaya acele eder, kötüyse kötülüğünün azalmasını diler” hadisinin tefsiri

İşte onun için o her şeyi bilen peygamber, “Kim ölür bedenini terk ederse,

605 Öldüğünden, göçtüğünden dolayı hasrete düşmez. Ancak taksiratından, fırsatı fevt ettiğinden hasrete düşer.
Ölen keşke maksadıma bundan önce erişseydim diye diler.
Kötüyse, önce ölseydi kötülüğü daha az olurdu. İyiyse, iyilik yurduna daha önce gelirdi.
Kötü, haberim yokmuş, ben an be an önümdeki perdeleri arttırıp duruyormuşum.
Bundan önce buraya göçseydim bu perdem, daha az olurdu der” buyurmuştur.

610 Hırsa düşüp kanaat yüzünü az yırt. Ululanıp aşağılanma yüzünü az incit.
Hasisliğinden cömertlik yüzünü, Şeytanlığından secdenin güzelim cemalini az parala.
O cenneti bezeyen kanatları yolma. O yolları kaplayan kanatları koparma.
Tavus kuşu, bu öğüdü duyunca ona baktı. Sonra da zari, zari ağlamaya koyuldu.
O dertlini feryadı figanı orada bulunanları da feryada düşürdü.

615 Neden kanatlarını yoluyorsun diye soran cevapsız kalıp pişman bir halde ağlamalı oldu.
Neden boşboğazlıkta bulundum da sordum? O, zaten dertle doluymuş, ben onu büsbütün coşturdum diyordu.
Gözlerinden akan yaşlar toprağa damlamakta idi. Damlayan katraların her birinde yüzlerce cevap vardı.
Doğru ve özden ağlayış, canlara dokunur, feleği ve arşı bile ağlatır. Akıl ve gönüller, şüphe yok ki arşa mensuptur, hicap içinde olarak arş nurundan doğarlar.

Akıl ve ruh da Harut ve Marut’un Babil Kuyusunda mahpus oldukları gibi balçık içinde mahpustur.

620 Harut’la Marut gibi. O iki temiz melek de bu alemde korkunç bir kuyuda mahpusturlar.
Aşağılık şehvet alemine düştüler de suçları yüzünden bu kuyuda bağlana kaldılar.
İyilerle kötüler büyüyü ve büyüyü bozan şeyleri bu iki melekten öğrenirler.
Fakat önce kendine gel, büyüyü öğrenme vazgeç bu sevdadan.
Biz bu büyüyü seni belaya uğratmak ve sınamak için öğretiriz diye öğüt verirler.

625 Sınamada şart ihtiyar sahibi olmaktır. Kudret elde olmadıkça da ihtiyar olamaz.
İstekler uyumuş köpeklere benzer. Onlardaki hayır ve şer de gizlidir.
Kudretleri olmadığı için bunlar, yere yatmış odun parçaları gibi yatakalmışlardır.
Fakat aralarına pis bir şey atıldı mı adeta köpeklere hırs surunu üfürür.
O sokakta bir eşek düşüp öldü mü uyuyan yüzlerce köpek uyanır.

630 Gayp gizliliğine gitmiş olan hırslar, yenlerinden yakalarından baş çıkarır, hücuma koyulurlar.
Her köpeğin kılları diş kesilir hile için kuyruk sallamaya başlarlar.
Köpeğin belden aşağısı hile, belden yukarısı öfke olur, odun bulmuş zayıf ateşe döner.
Mekansızlık elinden yalım, yalım gelip çatar, ateşten çıkan alev ta göğe kadar, ağar.
Bunun için yüzlerce köpek de insanın bedeninde uyumuştur. Bir av olmadığı için onlar, adeta gizlenmişlerdir.

635 Yahut da gözleri bağlı doğan kuşlarına benzerler. Perde ardında bir av sevdasıyla yanıp tutuşurlar.
Fakat doğanın külahını kaldırdın da avını gördü mü derhal dağlarda dönüp dolaşmaya başlar.
Hastanın isteği yatışmıştır. Hatırı, yalnız iyileşmektedir.
Ama ekmek, elma ve karpuz görünce onu yemek ister bu istekle zarar korkusu, savaşa girişir.
Sabrederse bunları görüşü, iyiliğine yarar. Çünkü o heyecana düşmek, onun gevşemiş tabiatına iyi gelir.

640 Fakat sabredemezse görmemesi daha iyidir. Okun zırhsız adamdan uzak olması yeğ!

Tavus kuşunun cevap vermesi

Tavus kuşu ağlaması bitince dedi ki: Yürü, sen renge ve kokuya kapılmışsın.
Görmüyorsun ki bu kanatlar yüzünden her yandan başıma yüzlerce bela gelip çatmada.
Nice merhametsiz avcılar, bu kanatlar yüzünden her yanda benim için tuzak kuruyorlar.
Nice okçu kanatlarım için yayını çekmiş bana ok atmada.

645 Gücüm kuvvetim yok, kendimi koruyamıyorum, bu kazadan, bu beladan, bu fitnelerden kurtulmama imkan yok.
Madem ki iş böyle, dağlarda, ovalarda emin olabilmek için çirkin olmam daha iyi.
Ey yiğit, bu kanatlar, benim ululanma silahım kesildi. Ululanmaysa ululananları yüzlerce belaya uğratır.

Hünerler, anlayışlı olmak ve dünya malını elde etmek, tavusun kanatları gibi insanın canına düşmandır

Nice hüner ve sanatlar vardır ki ham kişiyi helak eder. Çünkü o, taneye koşar, bu yüzden de tuzağı görmez.
İhtiyarına sahip olmak, “Sakının” emrine uyan ve kendisine sahip olan adam için iyidir.

650 Kendini koruyamıyor kötülüklerden çekinemiyorsan sakın, o aleti uzaklaştırır, ihtiyarı bırak.
Benim de cilvelendiğim şey ve ihtiyarım, o kanattır. Onu yoluyorum, çünkü başıma kastetmede.
Sabır sahibi, kendi kanadını yok farz eder, bu suretle kanadı da onu kötü düşüncelere sevk etmez.
Şu halde ona de ki: Kanadını yolma, onun bir zararı yoktur. Bu çeşit adama ok gelse önüne kalkanını tutar.
Fakat bana bu güzel kanat düşmandır. Çünkü sabredemiyor, cilveleniyorum.

655 Eğer çekinme ve korunma bana yol gösterseydi ihtiyar yüzünden debdebem, devletim artardı.
Ben çocuğa yahut sarhoşa benziyorum, sınanmalara tahammülüm yok. Benim elime kılıç vermek caiz değildir.
Eğer aklım olsaydı da beni men etseydi kılıç, elimde bir zafer vasıtası olurdu.
Güneş gibi nurlar saçan bir akıl lazım ki doğrudan başka bir suretle kılıç vurmasın.
Parlak aklım ve iyi bir huyum yok, şu halde silahımı neden kuyuya atmayayım?

660 Bu silah, bana düşman olacak. Onun için kılıçla kalkanı kuyuya atıyorum.
Ne kolumda kuvvet var, ne dayanacağım bir yer. Kılıcımı atmazsam düşmanım elimden alır onunla beni yaralar.
Bu kötü huylu nefis, yüzünü örtmemekte. Ben de onun inadına yüzümü yırtmadayım.
Bu suretle şu yücelik, şu güzellik azalsın da tamamı ile bitince de ben vebale az düşeyim.
Yüzümü bu niyetle yırttığımdan suçum yok. Çünkü, bu yüzü yaralarla örtmek gerek.

665 Gönlüm, gizlenme huyuna sahip olsaydı yüzüm, günden güne parlar, güzelleşirdi.
Kuvvetim kudretim yok, iyiliğe de meyledemiyorum. Bunu gördüm, düşmanımı da gördüm, derhal silahımı kırdım.
Bu suretle de onun bana üstün olmamasına, hançerimin kendime vebal olmamasına gayret etmiş oldum.
Damarım oynadıkça kaçıyorum, çünkü adamın kendisinden kaçması kolaydır.
Başkasından kaçan, ondan kurtulunca karar eder.

670 Halbuki benim düşmanım da benim, benden kaçan da ben. Şu halde işim kıyamete kadar boyuna kaçmaktır.
Adama kendi gölgesi düşman olursa ne Hint’te emin olur, ne Huten’de.

Gündüzün güneşte yok olan yıldızlar gibi Tanrı varlığında yok olup kendisinden geçenler, hüner ve sanatlariyle şerlerinden emin olmuşlardır. Yok olana tehlike olamaz.

Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu ziynet edinirse, o adamın, Muhammet gibi gölgesi olmaz.
“Yokluk benim iftiharımdır” sırrına ziynet yokluktur. Bu çeşit adam, mumun alevi gibi gölgesizdir.
Mum, baştan aşağı alevden ibarettir. Gölge onun çevresine uğrayamaz.

675 Mum kendisinden de kaçtı, gölgeden de. Mumu dökenin isteğine uydu,ışığına sığındı.
Mumu döken muma der ki: Seni yok olmak için döktüm. O da, ben yokluğa kaçtım diye cevap verir.
Bu var olan ışık, lazım bir ışıktır, geçici ve arızi ışık gibi değil.
Mum ateşte tamamı ile yok oldu mu artık ondan ne bir eser görürsün ne bir ışık!
Suret ateşi karanlığı gidermek için mum suretinde durur.

680 Beden mumu şu görünen mumun aksinedir; yok oldukça can nuru artar.
Bu ebedi ışıktır, mumsa geçici. Can mumunun alevi, Tanrı’ya aittir.
Ateşten meydana gelen şu ateş, nur olduğundan geçici gölge, ondan uzaklaşmıştır.
Bulutun gölgesi yere düşer. Fakat gölge, ayla düşüp kalkmaz.
A bahtı yaver kişi, kendinden geçmek, bulutsuz bir hale gelmektir. Kendinden geçtin mi değirmi aya benzersin.

685 Fakat rüzgar, bir bulutu sürüp getirdi mi ayır nuru aydan daha eksik bir hale düşer.
Bulut ve toz yüzünden ay, bir hayal gibi görünür. İşte beden bulutu da bizi hayal düşüncesine sürer.
Ayın lutfuna bak ki bu da onun lutfudur, çünkü bize, bulutlar düşmanımızdır demiştir.
Ay, ne buluta aldırış eder, ne toza. O, göğün yücesindedir.

690 Bulut bizim canımıza düşmandır. Bulut bizim gözümüzden ayı gizler.
Bu perde, huriyi Zâl gibi kuvvetlendirir, dolunayı yeni aydan daha noksan bir hale getirir.
Ay bizi yücelik kucağına oturtmuş, düşmanımızı kendi düşmanı saymıştır.
Bulutun letafeti ve parlaklığı da yandandır. Fakat buluta ay diyen hayli yol sapıtmıştır.
Ayın nuru buluta vurdu mu onun kara yüzünü ay gibi parlatır.

695 Gerçi ayla aynı renge boyanmıştır. Bu da bir devlettir ama buluttaki o nur, eğretidir.
Kıyamette güneş de kalmaz, ay da. Göz ışığın aslı ile meşgul olur.
Bu suretle temelli mülkle eğreti mülk seçilir. Şu fani konak, karar yurdundan ayrılır.
Dadı, bir kaç gün içindir. Ey ana sen bizi kucağına al.
Kanadım buluttur. O, perdedir ve önümdekini göstermez. O yalnız Tanrı lütfiyle letafet kazanır.

700 Kanadımı yolayım, onu güzelliğini yolumdan atayım da aynı güzelliğini yine aydan seyredeyim.

[divide style="2"]

Önsöz, S. I-II, Satır 25-1: "Ümmetler, dinlerini firka fırka ettiler. Her fırka, dini anlayışından memnun, kendi inanışından ferahlı" Sûre 23 (Müminun) âyet 53.

Önsöz, S. II, Satır 7-8: "Cennete gir denir. Bu sözü duyan keşke der, kavmim, rabbim beni ne yüzden yarlıgadı ve ağırlananlara kattı, bilselerdi."Sûre 36 (Yâ-sîn), âyet 26-27)

Önsöz, S. II, Satır 9-13: "Ama kitabı sol yandan verilirse der ki: Keşke kitabım verilmeseydi, hesabım nedir bilmeseydim, ölüm beni tamamiyle helak etseydi, ne malım, benden bu azabı giderdi, ne mülküm. Kudretim kalmadı artık." Sûre 66 (Hakka), âyet 25-29.

Önsöz, S. II, Satır 15-16: "De ki; ben de ancak sizin gibi kulum. Yalnız bana vahyedildi, Tanrınız, tek Tanrı. Rabbine ulaşmayı dileyen iyi amel işlesin ve rabbinin ibadetine hiçbir kimseyi ortak etmesin!" Sûre 18 (Kehf),. âyet 110.

***

S. 5, B. 30 dan sonra yürüyüp giden bahis: "An o vakti ki İbrahim, Rabbim dedi, ölüyü nasıl diriltirsin? Tanrı, inanmıyor musun? dedi. İbrahim, inanıyorum, fakat kalbim tam kuvvetlensin deyince Tanrı dedi ki: Dört kuş al, onları kes, önüne koy, karmakarışık bir hale sok. Onların her cüzünü bir dağ başına bırak, sonra onları çağır, koşa koşa sana gelirler. Bilki Tanrı, pek yücedir ve her şeyi dilediği gibi hükmeder" Sûre 2 (Bakara), âyet 260

S. 7, B. 59: "Acele Şeytandandır, yavaşlık Rahmandan" diye bir hadis rivayet edilmiştir.

S. 7, B. 60-61: "Şeytan, sizi yoksulluğa çağırır ve kötülüğe emreder, Tanrı, yarlıganıasına ve ihsana çağırır. Tanrı, ihsan edenleri genişletir, o her şeyi bilir." Süre 2 (Bakara), âyet 268.

S. 7, B. 63 ten sonraki bahis; "Kâfir, yedi bağırsakla yemek yer. inanan bir bağırsakla" diye bir hadîs olduğunu ve bu hadisi, Ebuhüreyre'nin rivayet ettiğini Ankaravi, şerhinde bildirmektedir (S. 2).

S. 11, B. 108: "Biz, seni ancak âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik. Sûre 21 (Enbiya), âyet 107.

S. 11, B. 112: Kur'an'ın 15 inci sûresinde (Hicr) Lût kavminin kötülükleri anlatılırken "Ömrüne andolsun, onlar sarhoşluklarına dalmışlardı" denmektedir (âyet 72).

S. 13, B. 137: "Bilseler kazandıkları Şey yüzünden az gülerler, çok ağlarlar." Sûre 9 (Tevbe), âyet 82.

S. 14, B. 146: "Namaz kılın, zekât verin ve Tanrı'ya iyi bir surette borç verin..." Sûre 27 (Müzemmil), âyet 20 den.

S. 14, B. 146: "Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın aklına gelmediği mükâfatlar hazırladım" mealinde bir kutsi hadîs, yani Kur'andan olmıyan, fakat Peygamberin gönlüne doğan Tanrı buyruğu vardır.

S. 14, B. 149: "Ey Peygamberin kadınları, evlerinizde oturun, müslümanlıktan önceki bilgisizlik zamanında olduğu gibi ziynetlerinizi göstermeyin, namaz kılın, zekât verin, Tanrı'ya ve peygamberine itaatta bulunun. Söz bu--dur ancak: Tanrı, ey ev halkı, sizin günahlarınızı gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz etmek diler." Sûre 33 (Ahzab), âyet 33. Bu âyeti baştaki söze ve bundan önceki âyete bakılırsa Peygamberin kadınları hakkındadır ve bunu böyle tefsir edenler çoktur. Fakat 42 inci sûrenin (Şûra) 23 UncU âyetine "Tanrı'nın iman. eden ve iyi iş işliyen kullarına verdiği müjde budur: Onlara de ki yaptığım işe karşılık sizden ücret istemem,, ancak bana yakın olanları sevin..." âyeti indikten sonra sahabe, Pey gam be r'e sana yakın olan kimlerdir? diye sormuşlar, o da bunların, kendisi dahil olmak üzere Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin olduğunu söylemiş ve bu dört kişiyi abasının altına alıp "Allahım, bunlar benim ev halkımdır (Ehli beytimdir), bunlardan her türlü kötülüğü, günahı gider ve onları tam bir temizlikle tertemiz, et" diye dua etmiş, bu aba altına alış bir iki kere olmuş, bir keresinde amcası Abbas bulunduğu halde onu abasının altına almamış, bir defasında da kadını Ümmi Seleme, Ya ben ey Tanrı Peygamberi? demiş, Peygamber,. "Sen de hayra karşısın" diye cevap vermiştir. Bu bakımdan âyetin ikinci kısmı olan ve "Söz budur ancak" la başlıyan kısım, Ehli beyt, yani ev halkı sayılan ve kendisi de dahil olduğu halde beş kişiden ibaret olan Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn hakkındadır. Bunlar, aba altına alındıklarından bunlara "Âli aba" da denir. On-iki imam tanıyan ve bu bakımdan İmamiyye ve İsnâ aşeriyye denen ve aynı zamanda ekseri hususta Hüseyn'in oğlunun oğlunun oğlu olan Ca'fer al-Sâdık'a uyduklarından Ca'feriyye diye de anılan Şîa tayfası, Kur'anın 52 inci sûresinin (Tur) 21 inci âyetinde "îman edenlere oğulları da imanda uydu mu soylarını katar, yaptıklarından hiçbir şey eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır" dendiğini senet tutarak Hüseyn'in soyundan gelen dokuz imamı" da bu âyetin hükmüne sokar ve Tanrı'nın dileği, mutlaka yerine geldiğine nazaran on iki imamla Muhammed ve Fatıma'yı masum sayarak bunlara "On dört masum" derler.

S. 19, B. 212: Hammalların, yükleri başlarında taşıdıkları anlaşılmaktadır. Hâlâ Arabistan'da hammallar, yükü omuzlarının üstüne, sırtlarına atıp bağladıkları ipi başlarına takar ve yükü başlariyle taşırlar.

S. 19, B. 215-216: Kaplıcalara işaret olduğu anlaşılıyor.

S. 20, B. 224-225: Peygamber, müezzini Bilâl'e ezan vermesini teklif ederken "Bizi ferahlandır ya Bilâl" derdi. Sofilerce Peygamber, bu âlemden sıkılınca böyle der, mânevi âlemde neşelenip bu âlemden alâkasını keseceği osıralarda da Ayşe'ye "Ey beyaz ve güzel kadıncağız, benimle konuş" diyerek tekrar bu âleme bu suretle gelmiş olurdu. Bu bahis, bundan önceki ciltlerde birçok defa geçmiştir. Bilâl için bakınız: C. 3, S. 341, B. 3562 nin izahı.

S. 20, B. 227: Teyemmüm, müslümanlıkta su bulunmadığı veyahut bulunsa bile bedene zarar vereceği takdirde teyemmüm, kuru toprakla yapılan bir temizliktir. Su 'bulamıyan, yahut su olduğu halde yıkanması veya aptes alması kendisine zarar verecek olan müslüman, parmağında yüzük filân varsa çıkarıp parmaklarını açarak avuçlarını toprağa vurur, sonra ellerini birbirine vurup silkerek yüzünü sıvazlar. İkinci vuruşla da kollarını sıvazlar ve temiz sayılır. Fakat su bulununca, yahut yı-kanma ve aptes alma için mâni olan şey geçince teyemmüm'ün de hükmü kalmaz.

S. 21, B. 236 dan itibaren; Peygamber, bir gün namaz 'kılan birisini sakalıyla oynar görünce "Tanrı'ya karşı kalbi sağlam ve ondan tam korkar olsaydı azası da korkar ve hiç oynamadan namaz kılardı" demiştir.

S. 22, B. 256: "Şüphe yok, çalışmanız dağınıktır, birbirine aykırıdır." Sûre 92 (Secde), âyet 4.

S. 23, B. 260: "Onlardan yüz çevir. Bekle, onlar da beklemektedirler." Sûre 32 (Secde), âyet 30.

S. 23, B. 272: Tanrı, Şeytan'a "Onlardan kime gücün yeterse ayaklarını titret, sesinle onları doğru yoldan saptır. Onlara atlı ve yaya kuvvetlerini şevket, onlarla mal ve evlâtta ortak ol, onlara vaitte bulun. Şeytan, onlara gururdan başka bir şey vâdetmez ki" diyor. Sûre 17 (Esra) âyet 64.

S. 24, B. 275: Âzer, İsa Peygamberin dirilttiği adamın adıdır.

S. 25, B. 287 den sonraki başlık: Peygamber, "Sizden hiçbiriniz yoktur ki ona cin tayfasından biriyle bir melek" arkadaş ve memur olmasın" demiş, sahabe "Sana da böyle mi ey Tanrı elçisi?" diye sorunca "Evet, bana da" öyle. Yalnız Tanrı bana yardım etti de şeytanım müslüman oldu, bana hayırdan başka bir şey buyurmaz" diye cevap vermiştir.

S. 25-26, B. 293-297: Bu beyitler arapçadır.

S. 27, B. 311: Şark edebiyatında güzellik uzuvlarını Arap alfabesindeki harflere benzetme yoliyle teşbih ve istiareler yapılagelmiştir. Çok defa saç "cim" harfine,, boy "elif" harfine, aşk derdinden iki büklüm olmuş âşık, "dal" harfine, kaş ve göz, "ra ve ayın" harflerine benzetilir. Alevî ve Şii şairler, başlarla gözler ve burunun çifte "Ali" olduğunu şiirlerinde söylemişlerdir. Tekkelerde bu çeşit levhalar pek çoktu. Hurufiler de "kaşlarla gözlerin ve burunun çifte "Fazl" olduğunu söylemişler ve bu çeşit levhalar yazmışlardır. Bu beyitte de Mevlâna kaşı "nun", gözü "sad", kulağı da "cim" harflerine benzetmiştir.

S. 27, B. 31 dan sonraki başlık ve bahis: Levhi mahfuz için bakınız: c. l, s. 104, b. 1064.

S. 30, B. 345 den sonraki başlık: "Hasretlik kullara. Hiçbir peygamber gelmedi onlara ki onunla alay etmesinler!" Sûre 36 (Yasin), âyet 30.

S. 30, B. 348-349: Bu iki beyit arapçadır.

S. 30, B. 345 den sonraki bahis: Ferec, genişlemek, ferahlamak, genişlik, rahata çıkış mânalarına gelir. Hikâyede anlatılan sofi de, sofilerce "kabz" denilen ruh! bir sıkıntıya uğramış, bu tesirle önü dikişli veyahut yekpare olan kaftanını yakasından tutup ta eteğine kadar yırtmış, bu suretle fcrec, genişliğe uğramış, bundan sonra önü tamamiyle açık ve bol yenli cübbelere "fereci", adı verilmiştir. Eskiden kadınlar da böyle bir cübbe giyerlerdi. Halk dilinde bu kadın cübbesi, fereciden bozma ferace adını almıştı.

S. 31, B. 261: "Şüphe yok güçlükle beraber bir kolaylık var."Sûre 94, (İnşirah), âyet 5-6.

S. 32, B. 37S. "Şüphe yok ki o, kadri büyük Kur'andır, Gizli bir kitapta, Levhi mahfuz'dadır. Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz." Sûre 56, (Vakıa), âyet 77-79. Peygamberin de "Tanrı, tertemizdir, temizliği sever ve temiz olan kişinin ibadetini kabul eder" dediği rivayet edilmiştir.

S. 36, B. 419 dan sonraki başlık: O Tanrı, bir Tanrı'-S. 38, B. 451: Hilelerle hileler yaptılar ama onların hilelerinin cezası, Tanrı yanındadır, hattâ hileleri dağları yerinden oynatsa bile." Sûre 14 (İbrahim), âyet 46.

S. 38, B. 454: Ahu Said al-Hudri, Peygamberin "Her şeyin bir alâmeti var. Müminin alâmeti de aklıdır, aklı ne kadarsa ibadeti, o derecede ve o kadardır'" dediğini rivayet etmiştir. Ayrıca bir gün Ayşe "İnsanlar, dünyada ne ile birbirlerine üstün olurlar?" diye sormuş. Peygamber de "Akılla" demiş. Ayşe "Ya ahrette?" diye sorunca yine "Akılla" diye cevap vermiş. Ayşe "Amelleriyle mükâfatlanmazlar mı?" deyince Peygamber "Ya Ayşe, Tanrı onlara ne kadar akıl verdiyse o kadar ibadette bulunurlar. Amelleri, akılları ne kadarsa o kadardır ve tabii de amelleri ne kadarsa o kadar da mükâfata nail olurlar" odiye cevap vermiştir. Yine Peygamberin "İnsan huyunun güzelliğiyle geceleri ibadette bulunup uyumıyan, gündüzleri de oruç tutan kişinin derecesine ulaşır, insanın huyunun güzelliği de aklının derecesindedir. Aklı tam oldu mu imanı da tam olur ve rabbine itaat eder" dediği rivayet edilmiştir.

S. 39, B. 458 den sonraki bahis: Mutezile, insanların akılları, yaradılışta birdir; sonradan tahsil, terbiye ve tecrübeler artar derler. Mutezile ve itizal için c. 2, s. 6, b. 61 in izahına bakınız.

S. 40, B. 466: Sührab, İran destanındaki meşhur İran kahramanı Rüstem'in oğludur.

S. 41, B. 492: "Ben kırık gönüllerdeyim" diye bir hadîsi kutsi vardır. Bunu "Ben kırık gönüller ve yıkık mezarlardayım" diye de rivayet edenler vardır.

S.-42, B. 497 den sonraki bahis: Bu hadisi kutsi, l nci ciltte geçmiştir. S. 190, B. 1038 in izahına bakınız.

S. 42, B. 498: Tavus kuşu, malûm olduğu üzere çok güzel bir kuştur. Yalnız ayakları, bu güzellikle tamamiyle bir tezat teşkil eder. Gururlandı, salına salına yürümeye başladı mı gözü ayaklarına düşer, onların çirkinliğini görünce "ah" diye bağırırmış. Hakikaten bu güzel kuşun ayakları gibi sesi de çirkindir.

S. 42, B. 499: Az kaldı ki Kur'anı duyduktan zaman gözleriyle seni düşüreceklerdi, şüphe yok bu, delidir derler. Fakat Kur'an, ancak âlemlere bir öğüttür Sûre 68 (Kalem), âyet

51-52. Beni Esed kabilesinde nazar değdirmekle meşhur birisi varmış. Bir gün, Peygambere raslayınca bakmış, Peygamberin ayakları titremeye başlamış. Bu âyet de bu münasebetle inmiş. Bu iki âyeti nazar için okuyup üfledikleri gibi levha yaparak bir yere de asarlar, B. 505 en sonraki bahiste de aynı şey anlatılmaktadır.

S. 43, B. 514: "Rahmetim gazabımdan üstündür" diye bir hadisi kutsi vardır.

S. 45, B. 528: "Saltanat kısırdır . " Al mülkü akıym " diye bir söz söylenegelmiştir.

S. 46, B. 539: Bizim çocukluğumuzda dahi bu âdet vardı. Tavus kuşunun tüyünü mushaf arasına korduk. Hattâ bozulmasın diye de ekmek çiğneyip tüyün alt kısmını sarardık. İhtimal önceleri, tavus kuşu tüyünü, okudukları yer belli olmak üzere Kur'an'a koymak âdet olmuş, yahut da bunu sonradan kalınca kâğıttan yapılan mtklap olmak üzere kullanmışlar, yani kâğıdın yaldızları tez tipli yerleri ve yazılan bozulmamak için yapraklan bununla açmışlar, sonraları da sebebi unutularak bir âdet olup kalmıştır.

S. 46, B. 551: "Şüphe yok Tanrı, yere ekilen taneler" tohumları çatlatır bitirir ölüden diri çıkarır diriden ölü. işte Tanrınız budur, nereye dönüyor gidiyorsunuz?" Sûre 6 (En'âm) âyet 95.

S. 47, B. 556 dan sonraki baslık ve bahis: Sofiler yedi nefis, daha doğrusu, nefis için yedi tavır, yedi mertebe kabul ederler ve bunlara "Etvarı seb'a - yedi tavır" derler. Nefsin ilk derecesi "nefsi emmare" dir. Nefis, yani insanın maneviyatı bu derecede daima kötülüğe meyleder, insana fenalık yapmasını emreder, insan, kendini ıslah etmeye başlarsa mâneviyyeti, bu dereceden yükselir. O vakit nefis, "nefsi levvame" adını alır. İnsan, bu durakta da fenalık yapar amma yaptığı kötülüğe pişman olur. Kötülükten sonra kendi kendisini kınar. Derken insana artık iyilikler ilham edilmeye başlar, insanı âdeta içinden iyiliklere sevk ederler. Bu durakta nefsin adı "nefsi mülhime" dir. İnsan bu dereceyi de aşarsa "nefsi mutmainne' makamına varır ki bu makamda artık inancı tam olur, hiçbir şüphesi kalmaz, Tanrı'ya tam inanır. Bundan ileri makamda insan, Tanrı'dan razı olur, her şeye boyun eğer ve "nefsi raziyye" makamına varır. Derken artık Tanrı, insandan razı olur. Bu makama da "nefsi marziyye' denir. Bu altı makamdan sonra insan, âdeta Tanrılaşır. Kendisinde hiçbir varlık kalmaz. Bu son makama da "nefsi sâfiyye" yahut "nefsi zekiyye" adı verilir. Salik, yani hakikat yolcusu, bu yedi tavırla teslik eden, götüren tarikatlarda her makamda Tanrı'nın bir adı zikredilir ki "Esmai seb'a - yedi ad" denen bu isimler sırasiyle şunlardır: Lâilâhe illallah, Allah, Hû. Hak, Hay, Kayyum, Kahhâr. Mevlevilerde bu yedi tavır, esaslı bir surette yoktur. Zaten Şuttar yolu olup ibadet ve zühütten ziyade aşk, cezbe ve bunlar için de sohbeti esas tutan ve âdeta bir melâmet yolu olan mevlevilikte ilk zamanlarda da, olgunluk ve kemal zamanında da yalnız tek bir ad anılır: Allah. Hattâ bunun sebebi, Mevlâna'nın babası Sultan al-ulemâ Muhammed Bahaeddin Veled'e solunca "Allah, kuluna kâfi değil mi?" mânasındaki âyeti okumak suretiyle cevap vermiştir.

S. 47, B. 558: "Sakın din işlerinde derine varmayın, pek ince ve derin düşünmeyin. Tanrı, dini kolaylaştırmıştır. Kolayınıza geleni, kudretinizin yettiği şeyi yapıverin" mealinde bir hadis rivayet edilmiştir.

S. 47-48, B. 564-566: Had, bir şeyin mahiyetine delâlet "den şeydir. A'yan, zatiyle kaim olana, yani cevhere denir. Bir kıyasta mevzu, müptedadır; mahmul haberdir.

S. 48, B. 568: Bir kıyasta neticenin aynı, yahut o neticenin zıddı anılmazsa o kıyasa İktiranı kıyas derler. Âlem değişir, her değişen şey, sonradan meydana gelmedir. Şu halde âlem de sonradan meydana gelmedir gibi.

S. 49, B. 579-580: "Ey inananlar, kazandığınız temiz şeylerle sizin için yerden çıkardığımız şeylerden yoksulları da doyurun. Kötü ve pis şeylerle yoksulları doyurmaya kalkışmayın. Gözünüzü yummadığınız takdirde size pis ve kötü şeyler verilse almazsınız ya. Bilin ki Tanrı, Şüphe yok ganidir ve öğülmüş Tanrı'dır," Sûre 2 (Bakara), âyet 267. "Tanrı rızası için sabredip namaz kılanlar, onlara verdiğimiz rızıklardan gizli, açık yoksulları görüp gözeten, bakıp doyuranlar, kötülüğü iyilikle giderenler yok mu? Ahiret yurdu işte onların! Sûre 13 (Ra'd), âyet 22. 35 inci sûrenin (Fâtır) 29 uncu âyetinde de yine Tanrı kitabını okuyanlar, namaz kılanlarla Tanrı'nın verdiğini gizli ve açık olarak yoksulları doyurmaya sarfedenlerin sonsuz bir kazanç elde edecekleri bildirilmektedir. Kur'an'da, birçok yerlerde "Tanr" yolunda" kaydiyle birçok yerlerde de yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi mutlak olarak yoksulları görüp gözetmek ve onlara bakmak, onları doyurmak emredilmckte, bu işte bulunanlar, öğülmektedir ki bu ibadet, muayyen malın muayyen şartlarla muayyen bir zaman sonra muayyen bir kısmını ayırıp yoksullara vermekten ibaret bedeni bir ibadet olan zekâtla her ramazan ayının sonunda oayram ayı görününce buğday, arpa, kuru üzüm ve hurmadan bir miktarını, yahut bunun tutarını yoksula vermekten ibaret olan fitreden ve yine savaşta alınan ganimetlerin, yahut Şia'ya göre her çeşit kazancın beşte birini soyu, Peygamberin atası Abdülmuttalib'e çıkan seyyitlere vermekten ibaret olan humüs'ten, hâsılı farz olan bedeni ibadetlerden ayrı ve Tanrı'ya yaklaşma için yapılan sünnet ve müstahap bir ibadettir.

S. 49, B. 581: "Ey inananlar, sabredin sabırlı olun, bağlanın ve Tanrı'dan çekinin de kurtulmuş olursunuz belki." Sûre 3 (Âli İmran), âyet 200.

S. 49, B. 582: "Yeyin, için, israfta bulunmayın. Çünkü o müsrifleri sevmez." Sûre 7 (Enfâl), âyet 31 dedir.

S. 49-50, B. 589-590: Müslümanlıkta iman formülü olan "La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullâh" sözünün ilk cüz'üne, yani "La ilahe illallah - Tanrı'dan başka yoktur tapacak" sözüne işaret edilmektedir. Bu sözde "La" yani yoktur kelimesi, nefiydir "illâ" yani ancak kelimesi ispattır.

S. 50, B. 596: Emevi'lerden olduğu halde adaletiyle meşhur olan Ömer-ibn-i Abdülâziz'le Emeviler'in meşhur ve zâlim valisi Haccac.

S. 50, B. 603ten sonraki başlık: Böyle bir hadis rivayet edilmiştir.

S. 52, B. 619 dan sonraki başlık ve bahis: Marut ve Harut için c. l, s. 52, b. 935 in izahına bakınız.

S. 56, B. 673: "Yoksulluk benim öğündüğüm şeydir. Öbür peygamberlere onunla öğünürüm" diye bir hadis rivayet edilmiştir. Sofilerce burada yokluk, yoksulluk, maddî değil, mânevidir.

CİLT 5  (701 - 1400 Beyitler)

701 Ben dadı istemem, ana daha hoş. Ben Musa’yım benim dadım anamdır.
Ben, aynı lutfunu vasıtayla elde etmek istemem. Çünkü bu ilgi, nicelerin helakine sebep oldu.
Yahut da bulut, Tanrı yolunda yok olur da artık ayın yüzüne perdelik etmez.
Suretini yokluk şeklinde gösterir. Peygamberlerle velilerin tenleri gibi.

705   O çeşit bulut, perdelik etmez. Hatta mana bakımından perdelik etmesi bile faydalıdır.
Nitekim aydın sabahta katralar yağar, fakat gökte bulut yoktur.
O yağmur yağışı Peygamberin mucizesi idi. Bulut mahvoldu, gökyüzü rengini aldı.
Buluttu ama ondan bulut huyu gitmişti. Aşığın bedeni de sabırla böyle olur işte.
Bedendir ama bedenliği kaybolmuştur, değişmiştir, ondan renk de gitmiştir, koku da.

710   Kanat başkasının, baş bana lazım. Baş, duygu, görgü yurdudur ve bedenin direğidir.
Başkasının avı için can feda etmeyi mutlak küfür, hayırdan ümitsizlik bil.
Kendine gel, dudu kuşlarının önündeki şekere benzeme. Zehire benze de ziyandan kurtul.
Yahut da neşelen hitabını duymak için kendini köpeklerin önündeki ölüye benzet.
Hızır da bu gemiyi, zaptedecek kimseden kurtarmak için deldi.

715   “Yokluk benim iftiharımdır” sözü, onun için yüce bir söz oldu, tamahkarlardan gani Tanrı’ya kaçmama yol açtı.
Mamurelerde oturanların hırsından kurtulmak için defineleri, yıkık yerlere gömerler.
Kanadını yolmayı bilmiyorsan yürü, halvete gir de bütün kanatlarını şuna buna harcatma.
Çünkü sen hem lokmasın, hem lokmayı yiyen. Ey can, aklını başına al, hem yiyorsun hem yeniyorsun!

Tanrı’dan başka her şey hem yer hem yenir. Çekirge avlamakta olan ve ardında onu avlamaya kalkışan aç doğan kuşundan gafil bulunan kuş gibi. Şimdi ey Ademoğlu, sen yiyor ve avlanıyorsun ama seni de avlayacak ve yiyecek olandan emin olma. Onu baş gözüyle göremiyorsan can ve ibret gözüyle gör de sırrın gözü açılsın

Bir kuşcağız kurt avlıyordu kedi fırsat bulup onu kapıverdi.

720. Yiyordu, yeniyordu, fakat kendisi avlanırken başka bir avcıdan haberi bile yoktu.
Hırsız, bir kumaşı çalmaktadır ama şahne de, hırsızın düşmanları ile beraber ardındadır.
Hırsızın aklı, pılı pırtıda, kilitte ve kapıdadır. Şahneden ve seher çağından ah edeceğinden gafildir.
Sevdasına öyle dalmıştır ki kendisini arayandan haberi bile yoktur.
Bir ot, arı duru bir suyu içti mi derhal bir hayvan gelir, onu otlar yer.

725. O ot, hem yer, hem yenir. Tanrı’dan her varlık böyledir işte.
Tanrı “Sizi doyurur, fakat kendi yemek yemez” Tanrı ne yenir ne yer. O, et ve deri değildir.
Yiyen ve yenilen, pusuya gizlenmiş bulunan bir yiyiciden nasıl emin olabilir?
Yenen şeylerin emin olması, sonunda yas ve matem verir. Yürü, yemeyen içmeyen Tanrı’nın tapısına git.
Her hayal, başka bir hayali yemekte, her düşünce, başka bir düşünceyi otlamaktadır.

730  Hayalden geçemiyorsun, yahut da uyuyup ondan kurtulamıyorsun.
Düşünce arıdır, uykunsa su. Uyusan bile uyandın mı yine başına üşüşür.
Nice hayal arılar uçuşup durur, seni bu yana o yana çekiştirir.
Bu hayal, yiyenlerin en aşağılığıdır. Öbürlerini ise ululuk ıssı Tanrı bilir.
Kendine gel de o kaba ve haşin yiyiciler bölüğünden kaç. “Seni biz koruruz” diyen Tanrı’ya sığın.

735  Yahut da o koruyucuya koşup kurtulmak elinden gelmiyorsa o koruma sıfatını kazanan kişiye kaç.
Elini pirden başkasına verme. Pirin elini tutan Tanrı’dır.
Senin kocalmış aklın, çocukluğu huy edinmiştir, nefis civarında bu huyu kazanmıştır. O, perde altındadır.
Kamil bir aklı, aklına arkadaş et de aklın, o kötü huydan vazgeçsin. Elini onun eline verdin mi yiyicilerin elinden kurtulursun.

740  Tanrı, “Tanrı eli onların ellerinin üstündedir” dedi ya, işte senin elin de o biat ehlinin eli olur.
Elini pirin eline verdin, o her şeyi bilen ulu pire uydun mu, kurtuldun demektir.
Çünkü o, ey mürit, vaktinin peygamberidir... Peygamberin nuru ondan zuhur eder.
Ona uydun, onun elini tuttun mu Hudeybiye’de bulunup Peygambere biat eden sahabeden olursun.
Cennetle muştulanan o on kişiden sayılırsın, halis ve potada erise bile ayarı düşmez altına dönersin.

745  Bu bilelik doğrudur çünkü insan kimi severse ona eşittir.
Bu alemde de onunladır, o alemde de. Bu, huyları güzel Ahmet’in hadisidir.
Dedi ki: “İnsan sevdiği ile beraberdir” Kalp dilediğinden ayrılmaz.
Nerede tuzak ve yem varsa orada az otur. Yürü ey arık kötürüm, kendin gibi arık kötürümleri gör!
Ey zebunların zebunu, şunu da bil ki, el, elin üstündedir el üstünde el vardır.

750  Ne şaşılacak şey, sen hem zebunsun, hem de zebunların elini tutmaya çalışıyorsun. Hem avsın hem de avlamayı diliyorsun.
Onların önüne ardına set olma. Çünkü, sen düşmanı görmezsin ama o düşman ortadadır.
Avcılık hırsı, insanı kendi avlanacağından gafil kılar. Erlik gösterir ama yüreksizdir.
İstekte bir kuştan aşağı olma. Serçe kuşu bile önüne ardına bakınır.
Yemin bulunduğu yere geldi mi önüne ardına kaç kere dolanır.

755  Acaba der, önümde ardımda bir avcı var mı? Varsa onun korkusu ile şu lokmadan el çekmem gerek.
Kötülerin hikayelerini gör, hallerine bak. Eşinin dostunun ölümlerinden ibret al.
Onları silahsız, pusatsız nasıl helak etti? Bir bak. O, herhalde senin yanındadır.
Tanrı işkence yapar ama gürzle elle değil. Bil ki Tanrı, elsiz hüküm sürer, ferman yürütür.
Tanrı varsa hani, nerede? Diyen işkenceye uğradı mı vardır, odur diye ikrar eder.

760.  Tanrı varlığı şaşılacak bir şey, akıldan uzak diyen, gözyaşları döker de ey bana benden yakın Tanrı diye yalvarmaya koyulur.
Tuzaktan kaçmak vaciptir, fakat senin tuzağın kanadına yapışıktır.
İşte onun için ben, bu menhus tuzağın mıhını çekip çıkarıyorum; murada erişmek için dilimi, damağımı acıtmamak istiyorum.
Bu sözü, senin aklına uygun söyledim. Anla da arayıp taramadan yüz çevirme.
Hırs ve hasetten ibaret olan şu bağı çöz. Ebuleheb’in karısının boynundaki hurma ipini düşün.

Halil aleyhisselamın kuzgunu öldürmesindeki sebep. Bunun müridi helak eden kötü sıfatlardan hangisinin giderilmesine işaret olduğu

765.  Ne bu sözün  sonu vardır, ne de bu söz bitip tükenir. Ey Tanrı Halil’i, kuzgunu neden öldürdün?
Buyruğa uydun doğru. Fakat bu buyruğun hikmeti neydi? Onun sırlarından birazcığını göstermek gerek.
Kara kuzgunun gaa diye bağırması, dünyada daima uzun bir ömür istemesindendir.
İblis gibi tek ve pak Tanrı’dan kıyamete kadar dünya hayatını ister.
İblis de “Beni kıyamet gününe kadar yaşat “ dedi. Keşke, “Rabbimiz, tövbe ettik” deseydi.

770.  Tövbesiz ömür, baştanbaşa can çekişmedir. Hazır olan kaçılmayan ölüm, Tanrı’dan gafil olmaktır.
Hakla olunca ömür de, ölüm de... ikisi de hoştur. Fakat Tanrı’sız abıhayat bile ateştir.
Öyle bir tapıdan daima ömür istemesi de lanet tesiriyledir.
Tanrı’dan, ondan başkasını istemek, görünüşte istenen şeyin artmasını stemektir, ama hakikatte onun tamamı ile eksilmesini dilemektir.
Hele ayrılık ve yabancılıkla geçen ömür yok mu? Bu adeta aslanın huzurunda tilkilik taslamaya benzer.

775.  Bana daha fazla ömür ver de daha gerisin geri gideyim; mühletini uzat da daha aşağılık bir hale geleyim demektir.
Nihayet o, lanete nişane olur. Lanet isteyen kişiyse kötü bir kişidir.
Hoş ömür, yakınlık aleminden can beslemektir. Kuzgunun ömrü ise pislik yemek içindir.
Bana fazla ömür ver ki pislik yiyeyim, daima bana bunu ver ki benim yaradılışım kötüdür demektedir.
O ağzı kokan kuzgun, eğer pislik yemeseydi beni kuzgun huyundan kurtar
diye yalvarırdı.

       Münacat

780.  Ey toprağı altına çeviren, bir başka toprağı da insanlar babası yapan Tanrı!
Senin işin, eşyayı olduğu halden çevirmek, ihsan ve lutüflarda bulunmaktır, benim işimse yanlışa düşmek, unutmak ve hata etmektir.
Bilginle yanlışımı noksanı mı döndür. Ben baştan aşağıya kadar sümükten ibaretim, sen beni sabırdan, hilimden ibaret bir hale getir.
Ey çorak toprağı ekmek haline getiren, ey ölü ekmeği canlandıran, can eden.
Ey şaşırmış cana rehberlik eden, ey yolunu sapıtmışı peygamber yapan!

785. Yeryüzünün bir cüzünü gök yaparsın. Yeryüzünün neşesini yıldızlarla artırırsın.
Kim bu alemden bir abıhayat elde ederse ölüm, ona başkalarından daha çabuk gelir çatar.
Kâinata bakan gönül gözü, görür ki burada daima yeniden yeniye bozulup düzelen şeyler var.
Şu ten hırkasının iğnesiz, ipliksiz dikilmesinden ve bakırı altın yapan iksirden başka bir şey değildir.
Sen, var olduğun gün, ya ateştin, ya yel, yahut da toprak.

790.  Eğer o halde ebediyen kalman mümkün olsaydı hiç sana bu yücelik nasip olur muydu?
Tanrı seni değiştirdi. Önceki varlığın kalmadı. Onun yerine sana daha iyi varlık verdi.
Böylece yüz binlerce varlığa büründün ki daima ikinci varlık, ilkinden iyidir.
Bunları değiştiren Tanrı’dan gör de vasıtaları bırak. Çünkü vasıtalara kapıldın da aslından uzaklaştın.
Nerede vasıta çoğalırsa ulaşma kaybolur gider.

795.  Şaşkınlığın, her şeyi sebepten bilmendendir. Halbuki hayret, sana o tapıya yol açar.
Bu varlıkları yokluklardan buldun. Öyleyse neden yokluktan yüz çevirdin?
O yokluktan ne ziyana uğradın ki varlığa yapıştın a yer faresi!
Madem ki ikinci evvelkinden daha iyidir, yokluğu ara, insanı halden hale değiştirene tap.
A inatçı, varlığa düştüğün demden beri şimdiye kadar her lahza yüz binlerce haşir gördün.

800. Haberin yokken cemad aleminden yetişip gelişen nebat alemine geldin.
Nebat aleminden de hayat ve iptila alemine düştün.
Sonra tekrar güzelim akıl ve temyiz alemine gider, bu beş duyguyla altı cihet aleminden kurtulursun.
Bu ayak izleri, deniz kıyısına kadar gider. Sonra deniz içinde ayak izleri yok olur biter.
Çünkü kuruluk menzillerinde ihtiyat için köyler vardır, yurtlar vardır, konaklar vardır.
Deniz konakları da durup dinlenmeyen, sahası ve tavanı olmayan dalgalanmalardır.

805.  O menzillerin nişanesi adı sanı yoktur.
Nebat aleminden sırf ruh alemine kadar her iki konak arasında bunlar gibi yüzlerce konak vardır.
Yokluklarda bu varlığı gördün de nasıl beden varlığına böyle yapıştın?
Kendine gel ey kuzgun, kendine gel de şu canı ver, doğan kuşu ol. Tanrı’nın halden hale döndürmesi karşısında canınla başınla oyna.
Yeniyi al, eskiyi bırak. Çünkü her yılın, geçen üç yıldan daha artıştır daha üstün.

810.   Hurma fidanı gibi ihsan sahibi olamazsam var, eskiyi eskiye kat ambarına yığ!
O eski, kokmuş ve pörsümüş şeyi körlere hediye et.
Yeniyi gören seni almaz. O Tanrı’ya av olur, sana tutulmaz.
Ey kara ve tuzlu su, nerede kör kuş varsa bölük, bölük senin başına toplanır.
Bu suretle de körlükleri artar. Çünkü kara su, körlüğü arttırır.

815.  Dünya ehlinin bu sebeple gönül gözleri kördür; onlar, balçıkla bulanmış su içerler.
Madem ki gizli bir alemde abıhayatın yok, şu halde kara ve tuzlu suyu ver, kötülüğü al bu alemde!
Bu halle bir de varlık istiyor, onu anıyorsun ha. Halbuki sen, zenci gibi kara yüzlü olmakla neşelisin.
Zenci aslından öyle doğduğundan, aslından zenci olduğundan o kara renkten hoşlanır, rahattır.
Fakat bir gün güzelleşse, güzel yüzlü bir hale gelse de sonra kararsa çaresini aramaya koyulur.

820.  Uçar kuş, yeryüzünde kalsa derde, eleme düşer, feryat etmeye başlar.
Fakat ev kuşu, yeryüzünde güzelce yürür, yem toplar, neşeli bir halde dönüp dolaşır.
Çünkü o aslında uçamaz, öbürü uçucudur.

Peygamber aleyhisselam “üç kişiye acıyın : bir kavmin aşağı bir hale düşen yücesine, yoksullaşan zenginine, cahillere oyuncak olan bilginine” dedi

Peygamber, canım hakkı için dedi, yoksul düşen zengine,
Hor hakir bir hale gelen yüceye, yahut da bilgisizlikle şöhret kazanan Mudar kabilesinin arasına düşmüş saf ve temiz alime acıyın.

825.  Peygamber dedi ki: Taş ve dağ bile olsanız bu üç bölük halka merhamet edin.
Çünkü o, başlıkta bulunduktan sonra hor oldu. Öbürü, zenginken yoksul düştü, parasız kaldı.
Üçüncüsü de, alemde ahmak adamlar arasında belalara uğrayan alimdir.
Çünkü yücelikten horluğa düşmek, bedenden bir uzvu kesmektir.
Bedenden ayrılan uzuv, ölür, yeni kesilmiş uzuv bir müddet oynar, oynar ama bu hareket sürüp gitmez.

830.  Geçen yıl Elest kadehinden şarap içen, bu yıl baş ağrısına eza ve cefaya uğrar.
Köpek gibi bayağı olan kişide padişahlık hırsı ne gezer.
Suçu olan tövbe eder. Yolu kaybeden kişi ah eder.

Ceylan yavrusunun eşekler ahırına düşüp mahpus olması , eşeklerin o gariple gah savaşarak gah alay ederek eğlenmeleri, gıdası olmayan kuru ot yemeye mecbur oluşu…

Bu, Tanrı’nın  has kulunun sıfatıdır, o da dünya, hava ve heves 
ve şehvet ehli arasında bu hale düşmüştür.”İslam garip başlar garip biter. Ne mutlu gariplere” denmiştir.  Tanrı Peygamberi doğru söylemiştir.

Avcının biri, bir ceylan tuttu. O merhametsiz herif, ceylanı ahıra kapattı.
Ahır, öküzlerle, eşeklerle doluydu. O herif de ceylanı, zalimler gibi bu ahıra hapsetti.

835.  Ceylan, ürkekliğinden her yana kaçmakta idi. Avcı, geceleyin eşeklere saman veriyordu.
Her öküz, her eşek, açlığından samanı şeker gibi yiyor, şekerden de hoş buluyordu.
Ceylan, gah bir yandan bir yana kaçıyor, gah tozdan, dumandan yüzünü çeviriyordu.
Kimi, zıddı ile bir araya koyarlarsa onu, ölüm azabına uğratmış olurlar.
Süleyman da Hüthüt, gitmeye mecbur olduğuna dair kabul edilebilecek bir özür getirmezse,

840.  Ya onu öldürürüm yahut da sayıya gelmez bir azaba uğratırım demişti.
Ey güvenilir kişi, düşün, o azap hangi azap? Kendi cinsinden olmayanlarla bir kafese kapatılmak!
Ey insan, bu kafeste azap içindesin. Can kuşun, seninle cins olmayanlara tutulmuş.
Ruh, doğan kuşudur, tabiatlarsa kuzgundur. Doğan kuşu, kuzgunlarla baykuşlardan yaralanır.
İşte can kuşu da, Sebzvar şehrindeki Ebubekir gibi onların arasında zari, zari ağlayıp inleyerek kalakalmıştır.

Muhammed Harzemşah’ın halkı tamamiyle Rafızi olan Sebzvarı savaşla alması, şehirlilerin aman dilemeleri, padişahın bu şehirden bana Ebubekir adlı birisini armağan verirseniz canınızı bağışlarım demesi

845. Muhammet Alp Ulug Harzemşah, tamamı ile mahvolmuş Sebzvar’lılarla savaşa gitmişti.
Askerlerini sıkıştırdı. Ordusu, düşmanları öldürmeye koyuldu.
Şehirliler aman diye huzuruna gelip secde ettiler. Kulağımıza küpe tak, bizi kul et, tek canımızı bağışla.
Sana lazım olan her vergiyi her hediyeyi verelim, onu her yıl çoğaltalım.
Ey aslan huylu canımız senin,bir zamancağız onu bize emanet bırak dediler.

850. Padişah bana Ebubekir adlı birisini getirmezseniz canınızı kurtaramazsınız. Şehrinizden Ebubekir adlı birini bana armağan olarak sunmazsanız,
Size kötülük eder, sizi ekin gibi keser biçerim. Ne vergi alırım, ne afsun dinlerim dedi.
Yoluna altın dolu bir çuval getirip, bu şehirden Ebubekir adlı birini isteme.
Sebzvar’da nasıl olur da Ebubekir bulunur? Hiç dere içinde ıslanmamış toprak parçası bulunur mu? dediler.

855. Padişah altından yüz çevirip “A mecusiler” dedi, Ebubekir adlı birisini armağan olarak getirmedikçe
Fayda yok. ben çocuk değilim ki altına, gümüşe hayran olayım.”
Ey zebun kişi sen de secde etmedikçe kıçınla mescidi silip süpürsen kurtulamazsın.
Şehirliler, sağdan, soldan haberciler uçurdular. Bu yıkık yerde bir Ebubekir var mı nerede? diye aramaya koyuldular.
Üç gün üç gece koşup tozduktan sonra bir arık Ebubekir bulabildiler.

860. Yolcuymuş, hastalıktan yıkık bir yerin bir bucağında kuruyup kalmış.
Bir yıkık bucakta uyuyormuş. Onu görünce, çabuk dediler,
Kalk seni padişah istiyor. Senin yüzünden şehrimiz ölümden kurtulacak.
Adam dedi ki: Ayağım olsaydı, yürümeye kudret bulsaydım gideceğim yere giderdim.
Bu düşman yurdunda kalır mıydım hiç? Sevgililerin şehrine koşar giderdim.

865. Ölü taşıyan bir salacayı getirip Ebubekir’i üstüne yatırdılar.
Hamallara verip görsün diye Harzemşah’ın huzuruna götürdüler.
Bu cihan, Sebzvar’dır. Tanrı eri, burada zayi olur gider.
Harzemşah ulu Tanrıdır. Bu rezil kavimden gönül istemektedir.
Peygamber, “Tanrı, suretlerinize bakmaz, kalbe bakar. Kalp işlerinizi düzene koyun” demiştir.

870. Tanrı, ben sana, bir gönül sahibinden bakarım. Secdene, altın vermene bakmam bile demektedir.
Sen, gönlünü gönül sandın da gönül sahiplerini aramayı bıraktın.
Gönül öyle bir varlıktır ki bu yedi gök gibi yedi yüz tanesini oraya koysan kaybolur gider.
Bu çeşit gönül kırıklarına gönül deme. Sebzvar’da Ebubekir arama.
Gönül sahibi, altı yüzlü aynadır. Tanrı, altı cihette de o aynadan nazar eder durur.

875. Altı cihette bulunan, bu cihetlerden kurtulamayan kişiye Tanrı, o gönül sahibi vasıta olamadıkça nazar etmez.
Birisini reddederse onun için eder. Kabul ederse yine şefaatçi odur.
O olmadıkça Tanrı kimseye rızk vermez. İşte ben, vuslata ulaşan kişinin ahvalinden bir miktarcığını söyledim.
Tanrı, ihsanını onun eline kor da acınanlara onun elinden ihsanda bulunur.
Onun avucu ile bütünlük denizi birleşmiştir. O, neliksiz ve niteliksizdir ve tam kemal sahibidir.

880. Söze sığmayan bu birleşmeyi söylemenin imkanı yoktur vesselam.
Ey zengin, yüzlerce çuval altın getirsen Tanrı der ki: A iki büklüm adam gönül getir.
Gönül senden razı ise ben de razıyım. Gönül senden yüz çevirmişse ben de yüz çeviririm.
Sana bakmam, o gönle bakarım. Ey canı kapımda olan, bana armağan olarak gönül getir.
Gönül sahibi, seninle nasılsa ben de öyleyim. Cennetler anaların ayakları altındadır.

885. Halkın anası da odur, babası da odur, aslı da o. Ne mutlu gönlü deriden bedenden ayırt edebilen kişiye.
Sen dersin ki işte, sana gönül getirdim ya. Fakat o der ki: Kutu (şehir), bu gönüllerle dopdolu.
Sen, bana alemin kutbu olan gönlü getir. İnsanın canının canının canının canı, o gönüldür.
İşte onun için o gönüller sultanı, nur ve ihsanlarla dolu olan gönlü beklemektedir.
Sen günlerce Sebzvar şehrinde gezip dolaşsan o çeşit bir gönül bulamazsın.

890. Nihayet solmuş, pörsümüş bir gönül bulur, onu salacaya kor, o tarafa götürürsün.
Ey padişahlar padişahı, sana gönül getirdim. Bu Sebzvar’da bundan daha iyi gönül yoktur dersin.
O da der ki: A küstah, burası mezarlık mı ki buraya ölü gönül getiriyorsun?
Yürü, padişah huylu gönlü getir ki varlık Sebzvar’ı onun yüzünden aman bulur. Sanki o gönül, bu cihandan gizlenmiştir. Çünkü karanlık, ışıkla bir yerde bulunmaz. Birbirlerine zıttır bunlar.

895.  Tabiat Sebzvar’ının, o gönülle düşmanlığı, Elest gününden miras kalmıştır.
Çünkü o, doğan kuşudur, dünya şehriyse kuzgun. Kendi cinsinden olmayanı görmek insanı yaralar.
İnsan, kendi cinsinden olmayana yumuşaklık gösterirse münafıklığından gösterir, onunla uyuşursa bir şey elde etmek için uyuşur.
Çünkü bu leş arayan aşağılık kuzgunun kat,kat yüz binlerce hilesi vardır.

900.  Münafıklığı kabul ederlerse kurtulur; münafıklığı, kendisine fayda verecek bir doğruluk olur.
Çünkü gönül sahibi, debdebesiyle beraber bizim pazarımızda ayıplıdır.
Cansız değilsen gönül sahibini ara. Padişaha zıt değilsen gönülle aynı cinsten olmaya bak.
Halbuki riyası, sana hoş gelen, tabiatına uygun olan kişi, dostundur. Dostundur ama Tanrı’nın dostu değil ki!
Kim senin huyuna suyuna giderse sence ya velidir, ya peygamber.

905 Yürü, hava ve hevesi bırak da bir koku al, o güzelim amber kokusunu duy. Hava ve hevesine uyarsan dimağın bozulur. Misk ve amber sence hiçbir şeye yaramaz bir hale gelir.
Bu sözün sonu gelmez, halbuki ceylanımız, ahırda bir yerden bir yere kaçıp durmada.

Eşekler ahırındaki ceylan hikayesinin arta kalanı

O göbeği miskli ceylan, günlerce eşek ahırında işkence çekmekteydi.
Karaya vurmuş balık gibi can çekişmede, çırpınıp durmadaydı. Pislikle misk, adeta bir hokkaya girmişti.

910. Bir eşek diyordu ki: Ha, bu hayvanlar babası, padişahlarla beylerin huyunda susun!
Başka bir eşek, onun gidip gelmesine bakıp alay ederek bir inci bulmuş, nasıl olur da ucuza satar? diyordu.
Bir başka eşek, söyleyin diyordu, bu naziklikle padişahın tahtına çıkıp yaslansın.
Bir başka eşek de çok yemiş, imtilaya uğramış, yemeden kalmıştı. Ceylanı çağırdı.
Ceylan başını kaldırıp, hayır iştahım yok, kuvvetsizim dedi.

915. Eşek dedi ki: Biliyorum ki nazlanıyorsun. Yahut da utanıyorsun da onun için çekinmektesin.
Ceylan kendi kendisine o yemek senin yemeğin. Senin bedeninin cüzileri, ondan dirilmekte, tazeleşmekte.
Ben çayırlığın arkadaşıydım. Duru sularla, bağlar, bahçelerle avunur, eğlenirdim.
Kaza ve kader, bizi azaba düşürse o huy, o güzel tabiat nasıl olur da değişiverir?
Yoksul olduysam bile nasıl olurda yoksulca hareket ederim? Elbisem eskidiyse ben yeniyim.

920.  Ben, sümbülü, laleyi, reyhanı bile binlerce nazla ve istemeyerek yerdim dedi.
Eşek, evet dedi, söylen, mırıldan. Gariplikle çok saçma şeyler söylenebilir.
Ceylan dedi ki: Göbeğim, sözlerime tanıklık etmede. Öd ağacı ile ambere bile ehemmiyet vermemede.
Fakat koku almayan, bunları nereden duyacak? Pisliğe tapan eşeğe o koku haramdır.
Eşek, yolda eşek pisliğini koklar. Bu çeşit mahluklara miski nasıl sunabilirim?

925. O şefaatçi peygamber, bu yüzden “İslam dünyada gariptir” remzini söylemiştir.
Çünkü zati, meleklerle hem dem olmakla beraber akrabaları bile ondan kaçarlar. Halk onun suretine bakar, onu kendilerine cins sanır ama ondaki kokuyu duymaz.
Öküz suretindeki aslan gibi. Onu uzaktan görürsün ama içini deşmeye kalkışma.
Deşersen ten öküzünü terk et. Çünkü o aslan huylu, öküzü paralar.

930. Öküz tabiatı, seni başından eder, hayvanlık huyu, seni hayvanlıktan ayırır.
Öküz bile olsan onun yanında aslan kesilirsin. Fakat sen öküzlükten hoşlanıyorsan aslanlığı arama.
Mısır azizi gayb gözüne kapı açıldığında rüyada,
Yedi semiz ve besili öküzü yedi tane arık öküzün yediğini gördü.
O arık öküzler hakikatte aslanlardı. Böyle olmasa o öküzleri yiyemezlerdi.

935. Şu halde iş eri de surette insan görünür ama hakikatte onda insanı yiyen bir aslan gizlidir.
Adamı güzelce yer, onu tek mücerret bir hale getirir. Derdi varsa tortusunu süzer, saf bir hale sokar.
O bir dert yüzünden bütün tortulardan kurtulur, ayağını süha yıldızının başına kor.
Niceye yolsuzluklarla dopdolu olan kuzgun gibi söylenip duracaksın? Ey Halil horozu neden kestin diyeceksin?
Halil der ki: Buyruğa uydum. İyi ama o buyruktaki hikmet neydi? Söyle de Tanrı’yı her bir kılımla tespih edeyim.

Halil aleyhisselam’ın, horozu kesmesi, müridin içinde bulunan helak edici ve kötü sıfatlardan hangi sıfatın giderilmesine işarettir?

940. Horoz şehvete mensuptur, şehvetine pek tapar. O zehirli ve kötü şaraptan sarhoştur.
Şehvet soy üretmek için olmasaydı Adem utancından kendisini hadım ederdi. Melun İblis, Tanrı’ya avlanabilmek için bana kuvvetli bir tuzak lazım dedi.
Tanrı, ona altın, gümüş ve at gösterdi, halkı bunlarla aldatabilirsin dedi.
İblis, zahiren bunu beğendi. Beğendi ama suratını ekşitti, sıkılmış turunç gibi dudaklarını sarkıttı.

945. Tanrı, o geberesiceye güzel madenlerden altın ve mücevheratı armağan etti. A melun dedi, şu tuzağı da al. Şeytan dedi ki: Ey güzel yardımcı daha artır.
Yağlı, ballı şeylerle ağır ve değerli şaraplar ve bir çok ipek elbiseler verdi.
Şeytan dedi ki: Yarabbi, imdat et, bundan fazla isterim. Ver de onları iplerimle adamakıllı bağlıyayım.
Bu suretle erkek ve yürekli sarhoşların, erkekçesine o bağları koparsınlar.

950. Bu hava ve heves tuzaklarıyla ipler, senin erini adam olmayanlardan ayırt etsin.
Ey ululuk tahtının sultanı, başka bir tuzak istiyorum, öyle bir tuzak ki insanı baş aşağı atacak kadar şiddetli ve aldatıcı olsun.
Tanrı, şarap ve çalgıyı getirip önüne koydu.
Şeytan bunları görünce hafifçe güldü neşelendi.
Ezeli azgınlığa haber gönderip fitne denizinin dibinden toz kopar dedi. Musa’da senin kullarından bir kul değil miydi? Deniz dibinde tozdan perdeler salmadı mı?

955. Su her taraftan çekildi ve deniz dibinden bir toz koptu.
Tanrı erkeklerin aklını, sabrını alan kadın güzelliğini ona gösterince. Parmacıklarını şıkırdatarak oynamaya başladı. Ver, ver şimdicik muradıma kavuştum dedi.
Aklı fikri kararsız hale getiren o mahmur gözleri görünce,
Şu gönlü çöre otu gibi yakıp kavuran dilberlerin yüzlerini seyredince neşelendi.

960. Yüz. ben, kaş. Akik gibi dudaklar. Sanki ince bir perdeden Tanrı parlamış.
Şeytan, incecik perdeden Tanrı tecelli etmiş gibi o işveyi görünce derhal yerinden sıçrayıp oynamaya koyuldu.

“İnsanı en güzel bir sıfatla yarattık.Sonra onu aşağılıkların en aşağısına reddettik” ayetiyle  “Kimi yaşatır, ömrünün uzun edersek onu kocaltır, güzelliğini ve kuvvetini azaltırız” ayetinin tefsiri

Adem güzellik timsaliydi, melek ona secde etmişti. Fakat Adem, bu güzellikten düşünce,
dedi ki: Eyvah, varlıktan sonra yokluğa düştüm. Tanrı dedi ki: Cürmün şu: Fazla yaşadın.
Cebrail, onu perçeminden tutup güzeller bölüğünden ve şu cennetten çık dedi.

965. Adem yücelikten sonra bu aşağılık nedir? dedi. Cebrail dedi ki: O lütuftu bu da kahır.
Adem, ey Cebrail dedi, canla, gönülle secde etmiştin. Şimdi nasıl beni cennetlerden sürüyorsun?
Güz mevsiminde ağaçların yaprakları nasıl dökülürse benden de bir sınama yüzünden şu güzelim elbiseler uçmakta.
Parıltısı aya benzeyen yüz, ihtiyarlıkta kertenkele sırtına döner.
Parıl,parıl parlayan o saç, o baş, ihtiyarlık çağında berbat bir hale gelir, tepedeki saçlar dökülür, insan kele benzer.

970.O naz ve edalarla salınan ve mızrak gibi dümdüz olan boy, kocalıkta bükülür, yay gibi iki kat olur.
Lale rengindeki yüz safrana benzer. Aslan gibi kuvvetliyken gücü, kuvveti kesilir, gibi takatsiz bir hale gelir.
Güreşte hileyle bir pehlivanı koltuğuna alıp yere yıkarken şimdi yol yürümek üzere onu koltuklarlar, onun koltuğuna girerler.
Bu ancak gam alametidir, pörsüme nişanesidir. Bunların her biri, ölüm elçisidir.

“Onu aşağılıkların en aşağısına reddettik. Ancak inanan ve iyilikte bulunanlar müstesna. Onlara sonu olmıyan ve kesilmeyen ecir vardır” ayetinin tefsiri

Fakat bir adamın hekimi Tanrı nuru olursa ona kocalıktan, hararetten bir noksan gelmez.

975. Onun gevşekliği, sarhoşun gevşekliği gibidir. O gevşeklikte bile güçlü kuvvetlidir, Rüstem bile ona haset eder.
Ölürse kemikleri zevke gark olur, zerre,zerre bütün varlığı, şevk ışığına dalar. Fakat nuru olmayan kişi, meyvesiz bağdır. Güz onu alt üst eder.
Gülü kalmaz, kara,kara dikenleri kalır. Saman yığını gibi sararır, mahsulsüz bir hale gelir.
Tanrım o bağ ne kusurda bulundu ki o güzelim elbiselerden ayrıldı?

980. Kendisini gördü. Kendisini görmek, öldürücü bir zehirdir ey sınanan kişi kendine gel!
Aşkından alemin ağlayıp inlediği güzeli, ne suçu var ki herkes kendinden uzaklaştırır.
Suçu şu: Süsü, püsü iğretidir. Öyle olduğu halde bu elbiseler benimdir diye davaya kalkışır.
Onu alalım da yakinen bilsin, harman bizimdir, güzellerse tanesini toplarlar.
Bilsin ki o süs, püs iğretidir. O varlık güneşinin bir ışığıdır.

985. O güzellik, kudret, fazilet ve hüner, güzellik güneşindendir, bu tarafa gelmiş vurmuştur.
O güneşin ışığı, yıldızlar gibi yine şu vurduğu duvarlardan çekilir gider.
Güneşin ışığı gitti mi her duvar, kapkara, karanlık bir halde kala kalır.
Güzellerin yüzünde insanı hayran eden nur, üç renkli camdan vuran güneşin ışığıdır.
Renk,renk camlar o nuru bize çeşit renkli göstermededir.

990. Renk,renk camlar kalmadı mı, o vakitler seni renksiz nur hayran eder.
Nuru, camsız görmeyi adet edin de cam kırılınca kör kalmayasın.
Öğrenilmiş, bellenmiş bilgiye kani olmuş, gözünü başkasının nuru ile aydınlatmışsın.
O da, o ışığı iğreti aldığını bilesin diye senden mumunu kapıverir.
Fakat sen şükreder, çalışıp çabalarsan gam yeme. Sana bunun gibi yüzlercesini verir.

995. Şükretmiyorsan artık kan ağla. Çünkü o güzellik kafirden ayrılmıştır.
Küfre ümmet olanların işleri borçtur. İmana ümmet olanların kalpleri temizdir, özleri halistir.
Şükür etmeyenden güzellikte kaybolur, hüner ve sanat da. Artık bir daha ondan bir eser bile göremez.
Akrabalık akraba olmayış, şükür ve sevgi, öyle bir gider ki bir daha aklına bile gelmez.
Ey kafirler, “Yaptıkları işledikleri boştur” ayeti, her murada erişmiş kişinin elinden o muradın, o maksadın çıkıp gitmesidir.

1000. Yalnız şükür ehliyle vefa sahiplerinin elde ettikleri kaybolmaz. Çünkü devlet, onların arkalarındadır.
Elden giden devlet, nereden kuvvet verecek? İnsana kuvvet ve kudret, gelecek devletten gelir.
“Borç verin” emrine uy da bu devletten borç ver. Bu suretle önünde yüzlerce devlet görürsün.
Bu içilen şeyden, biraz iç de önünde kevser havuzunu bulasın.
Vefa toprağına bir yudumcuk döken kişiden devlet avı, nasıl olur da kaçabilir?

1005. Tanrı, onları gönüllerini hoş eder. “Özleri doğrulmuştur halistir” Tanrı, onlara ihsan ettikleri şeyleri, o şeyler mahvolup bittikten sonra yine ihsan eder.
Ey ecel, ey köyü yağmalayan , bu şükreden kullardan ne aldıysan geri ver der. Ecel verir, verir ama onu kabul etmezler. Çünkü can nimetleriyle nimetlenmişlerdir.
Biz sofiyiz, hırkalarımızı attık. Mademki oynayıp yutulduk, artık geri almayız.
Biz, verdiğimiz şeylere karşılık ihsanlar elde ettik; bizden ihtiyaç, hırs ve garez gitti.

1010. Tuzlu ve helak edici sudan çıktık, arı duru suya, kevser kaynağına atıldık. Ey alem başkalarına ettiğin şeyler, vefasızlıktır, hiledir, aşırı nazdır.
Biz, verdiğimiz şeylere karşılık ihsanlar elde ettik bütün onları, senin başına döktük. Çünkü biz savaşa girmiş, savaşa girmiş savaşta şehit olmuş erleriz derler.
Sen de bu suretle bil ki pak Tanrı’nın yürekli ve yiğit öyle kulları vardır ki,
Dünya yalanının bıyığını koparırlar, otağlarını yardım burcunun ta üstüne kurarlar.

1015. Bu şehitler yine yeni baştan gazi olurlar. Bu tutsaklar yine yardım elde ederler.
Sonra yine yeni baştan yokluktan baş gösterirler de anadan doğma kör değilsen gör derler.
Sen de bu suretle bil ki yoklukta güneşler vardır. Burada güneş sayılan, orada süha yıldızıdır.
Kardeş yoklukta varlık nasıl olur? Zıt, zıddın içine nasıl girer sığışır?
“Ölüden diri çıkarır” hükmünü bil. Yokluk ibadet edenlerin ümididir.

1020. Ambarı boş olan ekinci, yokluk ümidi ile neşelenmez mi?
O yokluktan tohum bitecek, mahsul verecek diye sevinmez mi? Bu işi anladıysan düşün bak.
Sen de an be an yokluktan anlayış, zevk, huzur ve ihsan bulmayı beklemektesin.
Bu sırrı açığa vurmaya izin yok. Yoksa (değersiz bir şehir olan) Ebhaz’ı bir Bağdat haline getirirdim.
Şu halde yokluk Tanrı sanatının hazinesidir. Ondan anbean ihsanlar gelip durmaktadır.

1025.Tanrı eşsiz, örneksiz şeyler yaratıp durmaktadır.
Eşsiz örneksiz şeyler yaratan da o zattır ki bir aslı, bir dayanağı olmadığı halde fer-i yaratır, izhar eder.

Yok gibi görünen ve hakikatta var olan alemle yok olduğu halde var görünen alem

Tanrı yoku var ve debdebeli gösterdi, varı da yokluk şeklinde izhar etti.
Denizi örttü de köpüğü meydana çıkardı, rüzgarı örttü de sana tozu gösterdi. Toprak, bir minare gibi havada döne,döne yücelir. Toprak, kendiliğinden nasıl olur da yücelere çıkar?
A illetli, toprağı yücelerde görüyorsun, fakat rüzgarı görmüyorsun, onu delil ile anlıyorsun.

1030. Köpüğü her tarafa gider görmektesin. Fakat denizsiz köpük var olamaz ki. Köpüğü duygunla görür, denizi de delil ile anlarsın. Düşünce gizlidir de dedikodu meydanda.
Bizse yok demeyi var olduğunu ispat sanmışız. Yoku gören bir gözümüz varmış meğer.
Uykulu göz, hayalden ve yoktan başka ne görebilir ki?
Hasılı, azgınlıkla başımız dönmüş, şaşırıp kalmışız. Hakikat gizli olduğundan hayal meydana çıkmış.

1035. Bu yoku nasıl da gözümüzün önüne dikti? O hakikat, gözden nasıl oldu da gizlendi?
Aferin ey büyüler yapan üstat! Senden çekinenlere tortulu suyu saf gösterdin!
Büyücüler pazardakilerin gözleri önünde ay ışığını ölçüp biçerler de para alırlar, kar ederler.
Bu ölçüp biçmeyle para kazanırlar. Halbuki alıcının elinden para da çıkar, kumaşı da kaybeder.
Bu alemde büyücüdür. Biz, onda ticaret ediyoruz, ondan ölçülüp biçilen ay ışığını alıyoruz.

1040. O, büyücü gibi acele,acele beş yüz arşın ay ışığı ölçer.
Fakat ey tutsak, ömrünün parasını aldın mıydı paradan da olursun, eline kumaş da geçmez, kesen de bomboş kalır.
Sana “kul eüzü” yü okumak, ey tek Tanrı, lütfet, beni bu üfürüklerden koru, feryat bu düğümlerden!
O büyücü karılar düğümlere üfürürler. Onların şerrinden sana sığınırım ey imdada yetişen Tanrı, medet demek gerekir.
Fakat azizim, bunu işinin, gücünün diliyle de okumalısın. Söz dili gevşektir.

1045. Zamanede sana üç yoldaş vardır. Biri vefakardır ikisi gaddar.
Biri dostlarındır, öbürü malın mülkün. Üçüncüsüyse iyi işlerdir ve bu vefalıdır.
Mal seninle beraber gelmez, evden dışarı bile çıkmaz. Dost gelir, gelir ama mezar başına kadar.
Ölüm günüde dost, sana hal diliyle der ki:
Sana buraya kadar yoldaşım, bundan öteye gidemem. Mezarının başında bir zamancağız dururum.

1050. Fakat yaptığın işler vefakardır; onlara sarıl ki onlar; mezarın içine kadar seninle gelirler.

Mustafa aleyhisselam’ın “Sana, seninle beraber mezara gömülecek bir eş, bir arkadaş lazım. Sen, onunla gömülürsün, sen ölüsün ama o diridir. İyi ise sana iyilikte bulunur, kötüyse senden kurtuluşu giderir.Bu eş, bu arkadaş, senin yaptığın işlerdir. Elinden geldiği kadar işlerini iyileştir, iyi amelde bulun” hadisinin tefsiri. Tanrı elçisi doğru demiştir.

Peygamber dedi ki: Bu yol için amelden daha vefalı bir arkadaş, bir yoldaş yoktur.
Amelin, iyiyse sana ebediyen dost olur. Kötüyse mezarında yılan kesilir.
Babam, doğruluk yolundaki bu amel, bu kazanç, nasıl olur da üstatsız elde edilebilir?
Alemde en aşağılık sanat bile hiç üstatsız elde edilebilir mi?

1055. Her sanatın önü bilgidir, ondan sonra amel gelir. Bu suretle de amel, bir müddet mühletten, yahut ecelden sonra gayda verir.
Ey akıl sahibi, sanata çalış, fakat o sanatı, ehil olan kerem sahibi ve temiz bir kişiden öğren.
Kardeş, inciyi sedefin içinde ara, sanatı da sanat ehlinden iste.
Öğütçüleri gördünüz mü insaf edin de onlardan öğrenmeye çalışın, çekinmeyin. Bir adam tabak olsa da tabaklık sanatını yaparken kirli bir hırka giyse bu hırka, onun zenginliğini ululuğunu azaltmaz ki.

1060. Demirci, demir döverken yırtık pırtık bir elbiseye bürünse halk yanında itibarı eksilmez ki.
Şu halde kibir elbisesini bedeninden çıkar. Bir şey belleyip öğrenme hususunda aşağılık bir elbiseye bürün.
Bilgi sahibi olmanın yolu sözledir. Sanat bellemenin yolu işle.
Yokluk istiyorsan o, konuşup görüşmeyle kaimdir. Bu hususta ne dilin işe yarar ne elin.
Can yokluk bilgisini bir candan beller. Bu bilgi ne defterden bellenir, ne dilden!

1065. O rumuz, yolcunun gönlünde varsa, ben de remizler bilirim derse yolcu, henüz remizleri bilmiyor demektir.
Yolcunun gönlü açılır,nurlanırsa o vakit Tanrı, “senin göğsünü açmadık mı? Seni ferahlandırmadık mı?” buyurur.
Senin içini açtık göğsünü ferahlattık.
Sense hala onu dışarıdan istemektesin. Süt sağılan yer, sensin de sen, başkalarının süt sağmasını bekliyorsun.
Sende kıyısı bucağı olmayan bir süt kaynağı var. Sen neden tulumda süt arasın?

1070. A su çeken, denize bir deliğin, bir yolun var senin. utan kuyudan su çekmeye!
“Elem neşrah” ayetinde bildirildiği gibi senin göğsün şerh edilmedi mi ki? Öyleyse neden sıkılır, neden yine şerh istersin ki?
İçinde gönlünün ferahlanmasına, şerh edilmesine bak ki “Onlar, kendilerinde olan Tanrı delillerini görmezler” ayetindeki kınamaya uğramayasın.

”O sizinle beraberdir” ayetinin tefsiri

Başının üstünde bir sepet dolusu ekmek var da sen hala şuraya buraya koşup duruyor, ekmek istiyorsun.
Şaşkın mısın ne? Kendi başına dolan. Neden her kapıyı dövüp durursun? Yürü, gönül kapısını döv!

1075.Dizine kadar dereye girmişsimde kendinden gafilsin, şundan bundan su isteyip durursun.
Önünde de sana yardım edecek su var, ardında da. Fakat kaynaklara ulaşman için önünde de set var, ardında da.
Ata binmişsin, at oyluğunun altında, fakat süvari at arıyor. Bu nedir? dense at, fakat nerede? Diyor.
Hey gidi hey! Bu altındaki at nedir? dedin mi evet diyor, at ama o atı kim gördü acaba?
Suyun sarhoşu su da gözünün önünde. Kendisi su içinde, fakat akar sudan haberi bile yok.

1080. İnci gibi hani. İnci de deniz içinde deniz nerede? Der. Sedef gibi olan hayal onun duvarı.
Nerede demesi kendisine hicap olmakta, güneşin ziyasını kaplayan bir bulut kesilmede.
Kendi kötü gözü, gözüne perde olmada. Ben seddimi kaldırdım demesi, kendisine set kesilmede.
Aklı kulağına bağ olmada. Ey Tanrı şaşkını, aklını Tanrı’ya ver.

Mustafa aleyhisselam’ın “Bütün dertlerini bir dert yapanı, Tanrı başka dertlerden kurtarır. Fakat dertlerini dağıtan, birçok şeylere dertlenen kişiyi, hangi vadide helak olacaksa Tanrı kayırmaz”hadisinin tefsiri

Aklını bir çok yerlere dağıttın. Halbuki o saçma sapan uğraşman, o beyhude mırıldanman, bir tereye bile değmez.

1085. Aklının suyunu her diken, çekip durdukça akıl suyun, meyvelere nasıl ulaşabilir?
Kendine gel de o kötü dalı kes, buda. Bu güzel dala su ver de tazelendir.
Şimdi ikisi de yeşil ama sonuna bak. Bu sonunda bir şeye yaramaz, öbürüyse meyve verir.
Bağın suyu buna helaldir, ona haram. Aralarındaki farkı sonunda görürsün vesselam.
Adalet nedir? ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? dikeni sulamak.

1090.Adalet bir nimeti yerine koymaktır, her su çeken tohumu sulamak değil.
Zulüm nedir? bir şeyi yerinde kullanmamak, yeri olmayan yere koymak. Bu da ancak belaya kaynak olur.
Tanrı nimetini cana, akla ver, iç ağrısına uğramış, düğümlerle, sıkıntılarla dopdolu olmuş tabiata değil.
Dünya gamının savaşını bedenine yükle. O can çekişmeyi gönlüne, canına az tattır.
Yük dengini İsa’nın başına koymuş da; tekme atan, yuvarlanıp kalgıyan eşeği çayıra salıveriyor.

1095.Sürmeyi kulağa çekmezler. Gönül işini bedenden istemek şart değildir. Gönülsen yürü, nazlan, horluk çekme. Bedensen şeker yeme, zehir tat!
Zehir bedene faydalıdır, şeker zararlı. Bedenin yardım görmemesi daha iyidir. Cehennem odunu bedendir, onu azalt, bir odun daha biterse hemen kes!
Yoksa iki alemde de Ebuleheb’in karısı gibi odun hamalı olursun, odun hamalı.

1100.Sidre dalını odundan farket, ikisi de yeşil görünür yiğidim ama bir değildir. O dalın aslı yedinci kat göktü.
Bu dalın aslı ise ateştir, dumandır.
Duyguya göre ikisi de birbirine benzer. Çünkü göz ve duygunun mezhebi, yanlış görmedir.
Bu, can gözüne görünür, gönle varmak için yorul çabala. Ayağın yoksa yuvarlan da nihayet her azı, her çoğu gör.

Şu beytin manası
Yolcuysan, yoldaysan, sana yol açarlar.
Yok olursan sana varlıkla yönelirler.

1105.Zeliha, her taraftan kapıları kapadı ama Yusuf’ta hiçbir hareket görünmedi. Kilit ve kapı tekrar açıldı, yol göründü. Çünkü Yusuf, Tanrısına dayanmıştı, her yana dönüp dolaşmaktaydı.
Alemde bir yarık görünmemede ama Yusuf gibi hayran bir halde her yana koşup gelmek gerek.
Ki kilit açılsın, kapı görünsün, mekansızlık size yer olsun.
Ey sınanan kişi, aleme geldin ama geldiğin yolu hiç görmüyor musun?

1110. Sen bir yerden, bir yurttan geldin. Geldiğin yolu bilmiyor musun, hayır, değil mi?
Mademki bilmiyorsun, yol yok deme. Bu yolsuz yoldan bize gitmek görünür. Rüyada neşeli bir halde sağa, sola gitmektesin. O meydanın yolu nerede biliyor musun?
Sen gözünü kapa, kendini teslim et de kendini o eski şehirde göresin.
Fakat gözünü nasıl kapatabilirsin ki yüzlerce mahmur göz, senin gözünü kapatmadan seni senden almada.

1115. Sen bir müşterinin aşkı ile gözünü dört açmışsın, ulu olma, baş olma ümidine kapılmışsın.
Uyusan bile rüyada o müşteriyi görmedesin. Kötü baykuş, rüyada yıkık yerden başka bir şey görebilir mi?
Kıvrıla büküle her an müşteriyi aramadasın. Fakat neyin var ki satacaksın? Hiçbir şeyin yok, hiçbir şeyin.
Gönlünde bir ekmek, bir kuşluk kahvaltısı olsaydı alıcılara aldırmazdın bile.

Peygamberlik davasına kalkışan kişiye “Ne yedin de böyle ahmaklaştın, saçma sapan söyleniyorsun?” denilince “Bir şey bulup yeseydim ne ahmaklaşırdım ne saçma sapan söylenirdim” demesi. Her iyi söze, ehlinden başkasına söylenirse saçma denir, hatta söyliyenler, o sözü söylemeye memur olsalar bile

Birisi ben peygamberim bütün peygamberlerden üstünüm diyordu.

1120. Boynunu bağlayıp padişaha götürdüler, dediler ki: Bu, ben Tanrı elçisiyim demekte.
Halk, bu ne hiledir, bu ne saçma ve kötü şey diye karınca ve çekirge gibi başına üşüşmüş.
Eğer bu, yokluk aleminden elçi olarak gelmişse diyorlar, biz hep peygamberiz hep yüceyiz.
Biz de oradan garip olarak geldik, neden bu peygamberlik, sana mahsus olsun?
Siz de uyuyan bir çocuk gibi yoldan, duraktan habersiz bir halde gelmediniz mi?

1125.Duraklarda uykuda ve sarhoş olarak geçtiniz. Yoldan, yukarıdan, aşağıdan bir haberiniz bile yoktu.
Bizse hoş bir halde beş duygu ve altı cihet aleminin ötesinden ta beş duygu ve altı cihet alemine kadar uyanık olarak yürüdük.
Kılavuzlarımız haberdardı yol biliyorlardı.
Onun için durakların aslını temelini gördük.
Peygamberlik davasına kalkışsan hakkında padişaha, ona işkence ettir de bir daha bu çeşit söz söylemesin dediler.
Padişah, onu pek bitkin pek zayıf gördü. Bir sille vurulsa ölüverecekti.

1130.Artık onu dövmenin ona işkence etmenin imkanı mı vardı? Bedeni adeta cama dönmüştü.
Padişah, ona güzellikle neden bu serkeşlik davasına giriştin? Diye sorayım, Burada sertlik iş görmez tatlı dil, yılanı bile ininden çıkarır dedi.
Halkı onun başından dağıttı. Padişah iyi bir adamdı zikri, virdi de iyilikti.
Onu bir yere oturttu, yerini yurdunu sordu. Neyle geçinirsin nereye sığınırsın dedi.

1135.Adam dedi ki: Darüsselam’danım, oradan yola çıktım, bu melamet yurduna düştüm.
Ne bir evim var, ne benimle düşüp kalkan. Hiç ayın yerde evi olur mu?
Padişah latife ederek dedi ki: Ne yedin kuşluk övünü olarak neyin var?
İştahın var mı? Sabahleyin ne yedin ki böyle sarhoş bir hale gelmiş, atıp tutuyor, esip savuruyorsun?
Adam, kuru, yaş, ekmeğin olsaydı peygamberlik davasına kalkışır mıydım hiç?

1140. Bu kalabalığa peygamberlik etmek, dağda kalp aramaya benzer.
Hiç kimse dağdan, taştan akıl ve gönül aramaz, anlayış ve müşkül şeyleri belleyiş ferasetini istemez.
Sen ne dersen dağ da sana hemen onu söyler, alaycılar gibi seninle alay eder.
Bu kavim nerede, bu kavime haber vermek nerede? Cansız bir şeyden kim can ister?
Sen, bir kadından, yahut paradan haber, verirsen hepsi malını, senin önüne kor.

1145. Filan yerde seni bir güzel oğlan çağırıyor, sana aşık olmuş dersen bunu anlar.
Fakat Tanrı’dan bal gibi haber verir, ey ahdına bütün kul, Tanrı’ya gel dersen,
Bu ölü alemden vazgeç de azık ve kar alemine git. Madem ki baki olmak imkanı var, fani olma diye öğütte bulunursan,
Senin kanına kastederler. Fakat bu, din ve hüner taassubundan değildir.

Halkın, onları Tanrı’ya ve ebedilik abıhayatına çağıran Tanrı velilerine düşman olmasının ve onlarla yabancı bir halde yaşamasının sebebi

Hatta mala mülke sarılmaları yüzünden bu sözleri duymak, onlara acı gelir.

1150. Eşeğin yarasına bir bez bağlasan da o bez, yaraya yapışsa, sonra onu çekip çıkarmak istesen eşek derhal,
Acıdan çifte atmaya kalkışır. Ne mutlu o adama ki böyle bir işe girişmedi.
Hele eşeğin elli tane yarası olsa, her yarasının başında, yaraya yapışmış bir bez bulunsa artık var sen kıyas et!
Mal mülk, bez gibidir, bu hırs ise yara. Kimin hırsı fazla ise yarası fazladır. Baykuşun malı mülkü ancak yıkık yerdir. O, Tabes ve Bağdat şehirlerinin vasıflarını dinlemez bile.

1155. Padişah kuşu yoldan geldi mi bu baykuşlara, padişahtan yüzlerce haber getirir.
Saltanat merkezini oradaki bağları bahçeleri, dereleri anlatır. Anlatır ama ona yüzlerce düşmen vah vah eder.
Doğan kuşu eski masallar anlatmada, saçma sapan söylenip durmada.
Halbuki asıl eskimiş ebedi olarak çürümüş olanlar, onlardır. Yoksa o nefes eskiyi yenileştirir.
Eski ölülere can verir, akıl tacını giydirir, iman nuru bağışlar.

1160. Ruh bağışlayan güzelden nurunu esirgeme. O seni kır atın üstüne bindirir.
Taçlar veren o başı yüce erden başını çekme. O, gönlünün ayağındaki yüzlerce düğümü çözer.
Fakat kime söyleyeyim? Bütün köy içinde nerede bir diri? Abıhayatın bulunduğu tarafa koşan kim?
Sen bir horluk görür görmez aşktan kaçmadasın. Bir addan başka aşktan ne biliyorsun ki?
Aşkın yüzlerce nazı, edası, ululuğu var. Aşk, yüzlerce nazla elde edilebilir.

1165. Aşk vefakar olduğu için vefakar olanı satın alır. Vefasız adama bakmaz bile.
İnsan bir ağaca benzer, ahdi de ağacın köküne.
Kökün iyileşmesine”, sağlamlaşmasına çalışmak gerek.
Bozuk düzen ahit, çürümüş köktür. Kökü çürümüş ağaç meyve vermez.
Ağacın dalları, yaprakları yeşil bile olsa kök çürümüş, kurumuşsa faydası yok.
Fakat kökü sağlam da yeşil yaprakları yoksa nihayet günün birinde yüzlerce yaprak el sallar.

1170. İlminle gururlanma da ahdini bütünlemeye bak. Çünkü bilgi kabuğa benzer, ahitse onun içindir.

Kötü işli adam, kötülükte sabit oldu da iyilik edenlerin eriştikleri devleti gördü mü? Şeytan olur, hasedinden hayrı menetmeye kalkışır, Şeytan gibi hani. Harmanı yanan da herkesin harmanının yanmasını ister. “Görmedin mi namaz kılan kulu, namaz kıldırmaya çalışanı?”

Vefakarların faydalandığını gördün mü sen, Şeytan gibi haset edersin.
Mizaç ve tabiatı bozuk ve hasta olan kişi, kimsenin iyi olmamasını ister.
Şeytan gibi hasetçi değilsen dava kapısını bırak da vefa tapısına gel.
Madem ki vefan yok, bari söylenme. Çünkü sözün çoğu, bizlik benlik davasıdır.

1175. Bu söz, gönlü geliştiren bir sözdür. Susmakla insan yüzlerce gelişmeye nail olur. İçteki şey, dile geldi mi iç, harç olur gider. Çok harç etme de o güzelim iç kalsın.
Az söyleyen adam da derin bir düşünce vardır. Söyleme kabuğu arttı mı iç yok olur.
Kabuk kalın olursa iç küçülür, zayıflar. İç kemale geldi, güzelleşti, büyüyüp oldu mu kabuk incelir.
Hamlıktan kurtulup yetişen olan cevize, bademe ve fıstığa, şu üç meyveye bir bak.

1180. Kim isyan ederse Şeytan olur, iyilerin devletine haset eder.
Tanrı ahdine vefa edersen Tanrı da kereminden senin ahdini korur.
Sense Tanrı’ya vefa etmekten gözünü yummuşsun. “Beni anın da sizi anayım” ayetini duymadın mı ki?
“Ahdıma vefa edin” ahdına kulak ver de sevgiliden “Ahdınıza vefa edeyim” vaidi gelsin.
Ey hüzün sahibi, bizim ahdımız ve borç vermemiz nedir? yere kuru tohum ekmek gibi.

1185. Ondan ne yere bir parlaklık gelir, ne yer sahibi zenginleşir.
Bu,  ancak bunun aslını yokluk aleminden veren sensin, bundan bana lazım diye bir işarette bulunmaktan ibarettir.
Yedim tohumunu da nişane olarak getirdim. Bu nimetten yine bize ihsan et demektir.
Şu halde ey bahtlı kişi, kuru duayı bırak. Ağaç isteyen tohum eker.
Tohumun yoksa Tanrı, yine o dua yüzünden sana bir fidan bağışlar ki görenler, ne hoş çalışmış da ne güzel fidana sahip olmuş derler.

1190. Meryem gibi hani. Derdi vardı da tohumu yoktu. Bu dert yüzünden sanat sahibi Tanrı, o kuru hurma ağacını yeşertti.
Çünkü o ulu, o temiz kadın vefakardı. Tanrı bu yüzden o istemeden onun yüzlerce muradını vefa etti.
Vefakar olan topluluk, bu vefayı bütün aleme yaymışlardır.
Denizler de onların buyruklarına uymuştur, dağlar da. Dört unsur bile onlara kul, köle kesilmiştir.
Bu, inkar edenler, apaçık görsünler de inansınlar diye onlara bir Tanrı ikramıdır.

1195. Onlar, öyle gizli ikram ve ihsanlara nail olmuşlardır ki, ne akla, hayale gelir, ne de söze sığar.
Zaten iş, ebedi olan, kesilmeyen, tükenmesine imkan bulunmayan ikram ve ihsandır.

Münacat

Ey gıda, temkin ve sebat ihsan eden Tanrı, halkı bu sebatsızlıktan kurtar.
Sabit olmak lazım olan iş de bu iki büklüm olmuş nefse yardım et, onu doğrult. Sen onlara sabır ver, sen onların terazilerinin iyilik kefelerini ağırlaştır, sen onları suret düzenlerinin hilesinden kurtar.

1200. Ey kerem sahibi, sen onları hasetten geri çek de haset yüzünden taşlanmış Şeytan olmasınlar.
Halk geçici mal ve beden uğruna hasetten yanıp duruyor.
Padişahlara baksana. Haset yüzünden ordu çekip akrabalarını öldürüyorlar. Pislikle dolu düzenbaz aşılar, birbirlerinin kanına, canına kastediyorlar.
Vise’nin, Ramin’in, Husrev’in, Şirin’in hikayelerini oku, o ahmakların haset yüzünden neler yaptıklarını gör.

1205. Aşık da yok oldu, maşuk da. Zaten onlar da bir şey değillerdi, aşk ve hevesleri de.
O temiz Tanrı’dır ki yoku yoka aşık eder, yoklukları birbirine vurur, işler çıkarır. Gönlü perişan aşığın gönlünde hasetler baş gösterir. Var olan, yoku bu çeşit güçlüklere sokar, böyle mecbur eder.
Herkesten ziyade merhametli, esirgeyici olan şu kadınlar yok mu? Öyle olduğu halde iki ortak hasetten birbirini yer.
Taş yürekli erkekleri düşün, artık haset yüzünden onlar da ne hale düşerler, bir kıyas et.

1210. Şeriat, latif afsun okumasaydı herkes, düşmanının bedenini yırtar, paramparça ederdi.
Şeriat şerri def etmek için bir rey kullanır, Şeytanı delil şişesi içine hapseder. Boşboğaz Şeytanı, tanıkla, yeminle, aht’e yemininden dönmesinden ilzam ederde Şeytan bu suretle şişeye girer.
Şeriat iki zıttı hoşnut eden bir teraziye benzer. Alayla doğruyu bir araya getirir. Şeriat, bil ki kileye teraziye benzer. Onun sebebi ile iki düşman da savaştan kinden kurtulur.

1215. Terazi olmasa o düşman, ziyan ettiğini, hileye uğradığını vehim etmeden nasıl kurtulurdu?
Şu halde şu vefasız pis dünyada ne varsa hep hasettir, hep düşmandır, hep cefadır.
Dünya böyle olunca artık devlet ve ikbale erişme hususunda cinler ve insanlar, nasıl hasede düşerler, düşün!
Zaten o şeytanlar, eski hasetçilerdir. Bir an bile yol kesmeden vazgeçmezler. İsyan tohumunu eken Ademoğulluları da haset yüzünden şeytan olmuşlardır.

1220. Kuran’ı oku da bak. İnsan şeytanları da, Tanrı’nın çarpmasıyla Şeytan cinsinden olmuşlardır.
Şeytan birisini kandırma da aciz oldu mu bu çeşit insanlardan yardım ister.
Siz dostsunuz, bize dostlukta bulunan, bizdensiniz, bizim tarafımızı tutun derler.
Alemde birisinin yolunu kestiler, birini azdırıp yoldan çıkardılar mı iki cinsten olan şeytanlar da sevinirler.
Birisi imanla can verdi, dinde mertebesi yüceldi mi iki bölük de feryada, ağlayıp bağırmaya koyulur.

1225. Bir edep sahibi birisine akıl verdi, onu doğru yola getirdi mi iki bölük de dişlerini çiğnemeye hayıflanmaya başlarlar.

Padişahın, peygamberlik davasına kalkışan kişiye “Doğru peygamber olan, adama ne bağışlar, yahut kendisiyle görüşen ve ona hizmet eden kişiler, dille verilen öğütten başka ondan ne ihsan elde ederler?” diye sorması

Padişah söyle bakalım bari, vahiy nedir, yahut da peygamber olan, ne elde eder? Diye sordu.
Adam dedi ki: Ne vardır ki peygamber, onu elde etmesin, yahut ne devlet kalmıştır ki peygamber ona ulaşmış bulunmasın?
Tutalım ki bu peygambere gelen vahiy, Tanrı sırlarının hazinesi değil, bal arısının gönlüne gelen vahiyden de aşağı değil ya.
“Tanrı bal arısına vahiy etti” ayetine gelince onun vahiy evi tatlılarla doldu.

1230. O yüce ve ulu Tanrı’nın vahiy nuru ile alemi mum ve balla doldurdu.
Bense insanım, hakkımda “Biz onu ululadık” dendi. İnsan yücelere gitmede. Artık insana olan vahiy nasıl olur da arıya gelen vahiyden aşağı olur?
Sen “Biz sana kevseri – çokluğu, tükenmez soy sopu verdik” ayetini okumadın mı? Okuduysan neden böyle kupkuru ve susuz kaldın öyleyse?
Yoksa Firavun musun ki kevser, sana Nil gibi kan oluyor, pisleniyor a illetli adam.
Tövbe et. Düşmanlardan vazgeç. Onun testisinde kevser suyu yoktur.

1235. Kimi, kevserden benzi kızarmış görürsen onun la düş kalk, onun huyuyla huylan. Çünkü o, Muhammed huyuyla huylanmıştır.
Böyle yap da “Tanrı için sever” lerden sayıl. Çünkü Ahmet’in ağacında biten elma ondadır.
Kimi, kevser içmemiş dudağı kuru görürsen onu ölüm ve sıtma gibi düşman say. Baban anan bile olsa o, hakikatte senin kanını içen bir düşmandır.
Bunu, Tanrı Halil’den öğren. O, önce babasından bizar oldu.

1240. Böyle ol da Tanrı tapısında “Tanrı için sevmez düşmanlık eder” ler arasına katıl, aşk gayreti de seni kınamasın.
Sen, “La ilahe illahlah – Tanrı’dan başka yoktur tapacak” sözünü okumadıkça bu yolun izini bulamazsın.

Bir aşığın sevgilisine, ettiği hizmetleri, gösterdiği vefaları, uzun gecelerde “Yanının yatak görmediğini”, uzun günlerde çektiği elem ve iştiyakı anlatıp da ben bundan başka bir şey varsa beni irşadet. Ne buyurursan yapayım, hatta dilersen Halil aleyhisselam gibi ateşe atışalım, Yunus aleyhisselam gibi kendimi deniz canavarının ağzına atayım, Cercis aleyhisselam gibi yetmiş kere öldürmem lazımsa öldüreyim. Şuayb aleyselam gibi ağlamaktan kör olmak gerekse olayım” demesi peygamberlerin vefalarının, canlarıyla oynamalarını saymaya imkan yok ya, Sevgilinin de ona cevap vermesi

Bu aşık sevgilisinin huzurunda yaptığı işleri bir bir sayıyor, diyordu ki:
Senin için şunları yaptım, bunları ettim. Şu savaş meydanında oklara nişan oldum.
Mal gitti kuvvet gitti, namus gitti. Aşkından nice muratsızlıklara uğradım.

1245. Hiçbir sabah, beni uyur, yahut güler bir halde görmedi. Hiçbir akşam, beni düzgün bir halde bulmadı.
Acı ve tortulu neler içmişse etraflıca ve bir bir saymaktaydı.
Sevgilisine minnet olsun diye değil de aşkına yüzlerce tanık olmak üzere bunları sayıp döküyordu.
Aklı olanlara bir işaret yeter. Aşıkların sevgiliye karşı duydukları susuzluk, ne vakti gider, biter ki,
Usanmadan sözünü tekrarlar durur. Hiç balık bir işaretle duru suya kanar mı?

1250. Bir söz bile söylemedim diye şikayet ederek o eski derde ait yüzlerce söz söylüyordu.
Onda bir ateş vardı fakat neydi, bilmiyordu. Yalnız mum gibi, onun hararetiyle ağlayıp duruyordu.
Sevgili dedi ki: Doğru bütün bunları yaptın ama kulağını iyi aç ve dinle,
Aşkın ve sevginin aslının aslı olan bir şey var ki onu yapmadın. Bu yaptıklarının hepsi feridir.
Aşık söyle dedi, o asıl nedir? Sevgili dedi ki: Ölmek ve yok olmaktır.

1255. Hepsini yaptın fakat ölmedin hala dirisin. Canınla oynayan aşıksan hemen öl.
Aşık o anda uzanıp can verdi. Gül gibi başı ile oynadı, gülerek sevinçli bir halde ölüp gitti.
O gülüş onda ebedi olarak kaldı, arif kişinin zahmete uğrayan canı, aklı gibi.
Ayın nuru her iyiye kötüye vursa bile hiç kirlenir mi?
O yine tamamı ile tertemiz aya dönüp gelir, akıl ve can nurunun Tanrıya dönüp ulaşması gibi.

1260. Işığı yoldaki pisliklere vursa bile ayın nuru daima temizdir.
O yoldaki pisliklerden, o bulaşıklardan nur, pislenmez.
Güneşin nuru “Geri dön” emrini duymuş, acele aslına dönmüştür.
Ne külhanlarda pislenmiştir, ne gül bahçelerinin kokusunu almıştır.
Göz nuru ve nur görmüş zat, aslına dönmüştür; sevdası ovalarda, çöllerde kalmıştır.

Birisi, arif bir alime “Biri, namazda sesle ağlar, ah ederse namazı batıl olur mu?” diye sordu. Arif alim “O yaşın adı, gözyaşıdır. Fakat ağlıyan ne görmüş, ona dikkat etmek gerek. Eğer Tanrı iştiyakına düşmüş de bu yüzden ağlamış, yahut günahlarından pişman olmuş da ondan dolayı feryadetmişse namazı bozulmaz, daha kamil olur. Çünkü “Kalb huzuru olmadıkça namaz, namaz değildir” denmiştir. Yok, bedeni bir hastalıktan, yahut oğlunun ayrılığından ağladıysa namazı bozulur. Çünkü namazın aslı, bedeni, oğlu terketmek ve İbrahim gibi oğlunu kurban edip Nemrud’un ateşine atılmaktır, namazın kemali için bu lazımdır. Bu huylara bürünmek için Mustafa aleyhisselam’a da “İbrahim’de sizin için uyulacak huylar, sıfatlar vardır” diye emir gelmiştir.

1265. Birisi, müftüden gizlice sordu: Bir adam namazda feryat ederek ağlarsa, Acaba namazı bozulur mu, bozulmaz mı, namaz da ağlamak caiz midir?
Müftü dedi ki: Gözyaşı denilen o yaş niçin aktı? O, ne gördü, neden ağladı? Önce buna dikkat etmek gerek.
Acaba gizlice ne gördü de o gözyaşı çeşmesi aktı?
Eğer yalvarıp yakaran kişi, o alemi gördüyse ağlayışı ile namazı daha makbul bir hale gelir.

1270. Yok, o ağlayış, o yaş, beden zahmetindense ip de kırıldı iğne de.

Bir mürit, şeyhin huzuruna geldi. Pir, ihtiyar demek olan bu şeyh söziyle yaşça ihtiyar olan değil, akıl ve marifet bakımından tecrübe sahibi bulunanı kasdediyorum. İsa aleyhisselam da beşikte çocuktur, Yahya aleyhisselam da çocuk mektebine gider ama ikisi de pirdir, peygamberdir, mürit, şeyhini ağlar buldu. Onu görüp ona uydu, o da ağlamaya koyuldu. İş bitip dışarı çıkınca  şeyhin halini daha iyi bilen başka bir mürit, gayrete gelip hemen arkasından koştu, ona yetişti. Dedi ki: Kardeş, bak, sana söyliyim: Tanrı hakkı için şeyh alıyordu, ben de ağladım diye aklına bir şey getirme ve böyle bir söz söyleme. Otuz yıl riyasız riyazat çekmek, tehlikeleri atlatmak, ejderhalarla dolu denizleri, aslan ve kaplarla dolu yüce dağları aşmak gerektir ki şeyhin ağlayışına sahip olasın; yahut da bütün bunlarla beraber yine o ağlayışa sahip olmazsın, bu da var. O makama erişebilirsen “Yeryüzü bana gösterildi” diye çok şükür etmen gerek.

Bir mürit pirinin huzuruna vardı. Pir, hay hayla ağlıyordu.
Mürit şeyhi ağlıyor görünce o da ağlamaya koyuldu, gözünden yaşlar akmaya başladı.
Kulağı duyan bir dost bir dosta latife etti mi bir kere güler, sağır iki kere.
Birinci gülüşü halkı güler görerek taklitle gülmektir.

1275. Onlar gibi o da güler, güler ama öbür gülenlerin halinden haberi yoktur. Neden güldünüz diye sorar, anlayınca ikinci defa gülmeye başlar.
Mukallit de kendisindeki neşeyle aynen sağıra benzer.
Şeyhin ışığı vurur, meşrebi akseder, müritlere bir neşe feyzidir gelir. Fakat bu feyiz müritlerden değildir, şeyhtendir.
Bu hal, suda duran sepete, cama vuran ışığa benzer. Bu hali, kendilerinden bilirlerse noksanlıktır.

1280. Irmaktan çıkarıldı mı o inatçı, ondaki suyun, dereden olduğunu anlar bilir. Cam da, ay batınca o ışığın, aydın aydan olduğunu anlar.
“Kalk” emri, gözünü açtı mı seher gibi ikinci defa güler.
Bu sefer o taklit alemindeki gülüşüne güleceği gelir, tatlı tatlı güler.
Der ki: Bunca uzun ve uzak yollardan geldim. Hakikat, hep bu hakikatmış, sırlar; hep bu sırlar.

1285. Ben o vadide kendimden uzak olarak neşeleniyor, körlüğümden, hamlığımdan,
Ne hayaller kuruyordum, halbuki ne umuyordum ne çıktı? Ters anlayışım, meğer bana ters ve yanlış suretler gösteriyormuş.
Yolda emekleyen çocukta erlerin düşüncesi nerede? Nerede onun hayali? Nerede dosdoğru hakikat?
Çocukların düşünceleri ya dadıdır, ya süt. Ya kuru üzümdür, cevizdir yahut da bağırıp ağlama.
O mukallit de illetli bir çocuğa benzer. İnce bahislere girişir, deliller getirir ama aldırma.

1290. Delil bulmada ki, müşkül işleri halletmedeki o derinleşme, onu basiretten alır.
Sırrının sürmesi olan hakikati bırakmıştır da müşkül şeyleri söylemeye girişmiştir.
Ey mukallit, Buhara’dan dön de horluğa doğru yürü, ancak bu suretle aslan bir er olabilirsin.
Nihayette kendi içinde başka bir Buhara görürsün ki saflar yaran erler bile onun meclisinde kendilerinden geçmiş, bir şey anlamaz bir hale girmişlerdir.
Çavuş, gerçi yeryüzünde pek çevik pek çabuk gider. Gider ama denize varınca damarı kopar.

1295. O, ancak karada “Onları yüklendik” sırrına mazhardır. Asıl adam, yükleri denizde yüklenendir.
Koş ey vehme, surete kapılmış adam, padişahında bir çok ihsan ve lütufları vardır.
O saf ve bön mürit de, o azize uydu da taklitle ağlamaya koyuldu.
O mukallit de sağır adam gibi ağlayanı gördü, sebebinden haberi olmaksızın ağlamaya başladı.
Bir hayli ağlayıp, tapı kılarak dışarı çıkınca başka bir hararetli ve has mürit, ardına düşüp ona yetişti.

1300. Dedi ki: Ey bulut gibi habersiz ağlayan, bakışı ile adamı adam eden şeyhin ağlamasına uyup hiçbir şeyden haberi olmaksızın ağlamaya koyulan!
Ey vefalı mürit, Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı için kendine gel. Gerçi taklitten de faydalanırsın ama,
O padişahı ağlıyor gördüm de ben de onun gibi ağladım demek şartı ile. Çünkü bu söz münkirliktir.
Bilgisizlik taklit ve zan ile dolu olan ağlayış, o inanılan kişinin ağlayışına benzemez.
Sen bu ağlayışı o ağlayışa kıyas etme. Bu ağlayıştan o ağlayışa uzun bir yol var.

1305. O ağlayış, tam otuz yıl savaştan sonra elde edilir. Akıl, o makama yaramaz.
Akılla o makam arasında yüz konak var. Akıl, o durağı bilemez bilir sanma. Onun ağlayışı, ne gamdandır, ne ferahtan. Güzelliğin ta kendisi olan ağlayışı ruh bilir. Onun ağlayışı da o yandandır, gülüşü de. Aklın vehmettiği şeylerden dışarıdır o. Onun gözyaşı, gözüne benzer. Görmeyen göz nasıl olur da gören göze benzer.

1310. Onun gördüğünü ellemeye imkan yoktur, ne akıl kıyası ile bilinir, ne duygu yolu ile!
Gece, ta uzaktan nuru gördü mü kaçar. Şu halde gece karanlığı, nurun halini nasıl bilir?
Sinek, rüzgardan kaçar. Artık nasıl olur da rüzgarların zevkini tadabilir? Önü olmayan geldi mi sonradan olan, abes olur. Şu halde önü olmayan, sonradan olanı nereden bilecek?
Önü olmayan sonradan olan şeye aksetti mi onu hayran eder. Onu yok etti mi de kendi rengine boyar.

1315. Dilersen yüzlerce benzerini bulabilirsin. Fakat benim için lüzum yok o yoksul:
Bu “Elif lâm mim ve Hâ mim” bu harfler tıpkı Musa’nın asasına benzer.
Harfler de görünüşte bu harflere benzerler. Fakat bunların vasıflarından değillerdir.
Sınama sözünden eline bir sopa alan kişinin sopası, bir iş başarma da hiç Musa’nın sopasına döner mi?
Bu nefes, İsa’nın nefesidir, öyle her yelden, her üfürükten meydana gelme nefes değil ki ferahtan, yahut gamdan meydana gelsin.

1320. Babacığım, bu “Elif lâm mim ve Hâ mim” insanların sahibi Tanrı’dan gelmiştir.
Her elif lâm buna nereden benzeyecek? Canın varsa bunlara o gözle bakma. Gerçi harflerden meydana gelmiştir, hatta halkın harflerden meydana gelen sözlerine de benzer.
Muhammet de etten deriden meydana gelmiştir, bu hususta her beden, onun cinsindendir.
Eti vardır, derisi vardır, kemiği vardır. Fakat hiç bu bedenlere benzer mi?

1325. O terkip de öyle mucizeler meydana geldi ki bütün terkipler mat oldular.
Kuran’daki “Hâ mim” terkibi de böyledir. Pek yücedir o,öbür terkiplerse pek aşağıda.
Çünkü bu terkipten hayat meydana gelir, aciz halinde sür üfürülmüş gibi her şey dirilir.
“Hâ mim” Tanrı lütfu ile Musa’nın asası gibi ejderha olur, denizler yarar. Görünüşü başka sözlerin, terkiplerin görünüşüne benzer ama değirmi ekmek, ay değirmisinden çok uzaktır.

1330. Onun ağlayışı da kendinden değildir, gülüşü de, sözü de. Bütün bunlar, ancak Tanrı’nın huyudur.
Fakat ahmaklar, görünüşe sarıldıklarından o ince şeyler, onlardan adam akıllı gizli kalmıştır.
Hasılı maksada erişememişler, perde altında kalmışlar, itirazları yüzünden de o ince şey fevt olup gitmiştir.

Keçiye mum iskemlesinde oynamak ve ayıya türlü türlü oyunlar bellettikleri gibi bir halayık da hanımın eşeğine insana yaklaşmayı öğretmişti, onunla nefsini körledi. Yalnız, eşek ileri gitmesin diye yakınlaşacağı vakit eşeğin aletine bir kabak geçirirdi. Kadın, bu hali gördü, fakat kabağa dikkat etmedi. Halayığı, bir bahane ile uzak bir yere yolladı,ahıra girip eşeği kendisine yakınlaştırdı ve rezaletle ölüp gitti. Halayık, ansızın gelip görünce “A benim canım, a benim gözümün nuru,aleti gördün, kabağı niye görmedin. Maslahatı gördün, öbürünü niye görmedin?” diye feryada başladı. “Her noksanı olan Melundur. Yani her noksanı olan bakış ve anlayış melundur. Maksat, bu olmasaydı zahir gözü nakış olanlara, yani körlerle şaşılara acınmazdı. Halbuki onlara acınır, lanet edilmez. “Köre zahmet ve teklif yoktur” ayetini okusana. Bu ayet, körden teklifi de gidermiştir, laneti de kaldırmıştır, azarlamayı da, öfkelenmeyi de.

Bir halayık şehvetin çokluğundan, hırsının fazlalığından bir eşeği kendisine alıştırmıştı.
O eşek, kendisine yakınlaşmayı adet edinmiş, insana yakın olmayı öğrenmişti.

1335. O hilebaz halayığın bir kabağı vardı. Eşek kendisine ölçülü yaklaşsın diye kabağı, eşeğin aletine takardı.
Yakınlaşma zamanında aletin yarısı girsin diye bu işi yapmaktaydı.
Çünkü, eşeğin aleti tamamı ile girse rahmi de parçalanırdı, damarları da.
Eşek boyuna zayıflayıp durmaktaydı. Eşeğin sahibi olan kadın da neden bu eşek böyle zayıflıyor, neden böyle kıl gibi inceliyor deyip dururdu. Fakat işin ne olduğunu anlamakta acizdi.
Nalbantlara illeti nedir, neden zayıflamakta diye gösterdiyse de,

1340. Onda hiçbir illet görünmedi, kimse bunun iç yüzünü haber veremedi.
Kadın bu işin aslını adamakıllı araştırmaya başladı. Her an eşeğin haline dikkat etmekte, neden böyle zayıfladığını bulmaya çalışmaktaydı.
İnsanın adamakıllı çalışmaya kul olması gerekir. Çünkü her şeyi iyice arayan nihayet bulur.
Eşeğin haline dikkat edip dururken bir de ne görsün? O halayık eşeğin altına yatmıyor mu?
Bunu kapının yarığından gördü bu hale pek şaştı.

1345. Eşek, erkekler kadınlara nasıl yakınlaşırsa aynen onun gibi halayığa yakınlaşmış, işini becermekteydi.
Kadın hasede düştü. Dedi ki, bu eşek, benim eşeğim, nasıl olur bu iş? Bu işin bana olması lazım ben işe daha ehlim.
Eşek işi öğrenmiş, alışmış. Adeta sofra yayılmış, mum da yanmış.
Görmemezlikten gelip ahırın kapısını vurdu. A kız ne vakte dek ahırı süpürüp duracaksın? dedi.
Bu sözü işi gizlemek için söylüyor, ben geldim kapıyı aç diyordu.

1350. Sustu, halayığa hiçbir şey söylemedi. Bu işe tamah ettiği için işi gizledi. Halayık bütün fesat aletlerini gizleyip kapıyı açtı.
Yüzünü ekşitip gözlerini yaşartarak dudaklarını oynatmaya başladı, güya oruçluyum demek istiyordu.
Eline sapı yıpranmış bir süpürge aldı, develerin yatması için ahırı süpürüyor göründü.
Elinde süpürge kapıyı açınca kadın, dudak altından seni usta seni, dedi.

1355. Yüzünü ekşittin, eline süpürgeyi aldın, iyi. Fakat yemeden içmeden kesilmiş eşeğin hali ne?
İşi yarıda kalmış, öfkeli, aleti oynayıp durmada. Gözleri kapıda seni beklemede.
Bunu dudağı altından söyledi, halayıktan gizledi. Onu suçsuz gibi ululayıp,
Dedi ki: Tez çarşafını başına al. Filan eve git benden selam söyle.
Şunu söyle, böyle yap, şöyle et. Neyse ben kadınların masallarını kısa kesiyorum.

1360. Maksat neyse sen onun hülasasını al. O işi görmezlikten gelen kadın onu yola vurunca,
Zaten şehvetten sarhoş olmuştu, hemen kapıyı kapadı, oh dedi.
Yalnız kaldım, bağıra, bağıra şükredeyim. Artık erkeklerin gah tam, gah yarım yamalak yakınlaşmasından kurtuldum.
Kadının keçileri, sanki bini bulmuştu, öyle neşelendi. Eşeğin şehvet ateşiyle kararsız bir hale düştü.
Hatta ne keçisi? O yakınlaşma kadını keçi haline getirdi. Ahmağı keçi haline getirmeye, hor hakir bir hale sokmaya şaşılmaz ki!

1365. Şehvet isteği, gönlü sağır ve kör yaptı mı eşeği bile Yusuf gibi nurdan meydana gelmiş bir ateş parçası gösterir.
Nice ateşten sarhoş olmuşlar vardır ki ateş ararlar, kendilerini de mutlak nur sanırlar.
Yalnız Tanrı kulu böyle değildir. yahut da Tanrı birisini çeker çevirir de yola getirir, yaprağı döndürür bu da başka!
Böyle olan o ateş hayali bilir, o hayalin yolda eğreti olduğunu anlar.
Hırs çirkinleri güzel gösterir. Yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur.

1370. Şehvet yüz binlerce iyi adı kötüye çıkarmıştır. Yüz binlerce akıllı, fikirli adamı şaşkın bir hale getirmiştir.
Bir eşeği bile Mısır Yusuf’u gibi güzel gösterdikten sonra o çıfıt, bir Yusuf’u nasıl gösterir?
Pisliği afsunu ile sana bal göstermede, iş inada bindi mi balı nasıl gösterir? Bir düşün artık.
Şehvet yemeden olur, az ye. Yahut bir kadın nikahla da kötülükten kaç.
Yedin içtin mi şehvet, seni harama çeker. Ele gireni elbet harcetmek gerektir.

1375. Şu halde nikah Lâhavle okumaya benzer. Oku, yani bir kadın nikahla da şehvet, seni belaya düşürmesin.
Madem ki, yemeye içmeye hırsın var, çabuk bir kadın al evlen. Yoksa bil ki kedi gelir yağlı kuyruğu kapar.
Sıçrayan eşeğin sırtına taş yükü vur, o kaçmadan, sıçramadan önce sırtına yükü yükle.
Ateşin ne yaptığını bilmezsin, savul oradan. Bu çeşit bilginle ateşin çevresinde dönüp dolaşma.
Ateşe çömleği koyup çorba pişirmeyi bilmiyorsan bil ki ne çömlek kalır, ne çorba.

1380. Su hazır olmalı, ahçılığı da bilmelisin ki o tenceredeki çorba, dökülmeden, bozulmadan pişsin.
Demircilik sanatını bilmiyorsan demirci ocağından geçerken sakalını bıyığını yakarsın.
Kadın kapıyı kapadı, sevine, sevine eşeği kendisine çekti, cezasını da tattı ya! Eşeği çeke, çeke ahırın ortasına getirdi. O erkek eşeğin altına yattı.
O kahpe de muradına ermek üzere halayığın yattığını gördüğü sekiye yatmıştı.

1385. Eşek ayağını kaldırıp aletini daldırdı. Eşeğin aletinden kadının içine bir ateştir düştü.
Alışmış eşek kadına abandı, aletini ta hayalarına kadar sokar sokmaz kadın da geberdi.
Eşeğin aletinin hızından ciğeri parçalandı, damarları koptu birbirinden ayrıldı. Soluk bile alamadan derhal can verdi. Seki bir yana düştü o bir yana.
Ahırın içi kanla doldu, kadın baş aşağı yıkıldı, öldü. Kötü bir ölüm, kadının canını aldı.

1390. Kötü ölüm, yüzlerce rezillikle gelip çattı babacığım. Sen hiç eşeğin aletinden şehit olmuş insan gördün mü?
Kuran’dan rezillikle azap edilmeyi duy da böyle kepazelikle can verme.
Bil ki bu hayvan nefis bir erkek eşektir. Onun altına düşmekse ondan daha kötü ve ayıp bir şeydir.
Nefis yolunda benlikle ölürsen bil ki hakikatte sen de o kadın gibisin.
Tanrı, nefsimize eşek sureti vermiştir. Çünkü suretler, huylara uygundur.

1395. Kıyamette sırların açığa çıkması budur. Tanrı hakkı için eşeğe benzeyen nefisten kaç.
Tanrı, kafirleri ateşle korkutmuştur. Onlar da ateşe utançtan hayırlıdır demişlerdir.
Tanrı hayır demiştir, o ateş, utançların aslıdır. Bu kadını öldüren şu ateş gibi. Hırsından doyacak kadar yemek yemedi, daha fazla yemek istedi. Kötü ölüm lokması boğazına durdu.
A haris adam doyacak kadar ye, hatta yemeğin helva ve palüze bile olsa.

1400  Tanrı, teraziye dil verdi. Aklını başına devşir de Kuran’dan Rahman suresini oku.

AÇIKLAMALAR :701 – 1400 Beyitlerin Notları :

S. 60-61, B. 726-728: "De ki: Tanrı'dan başka gökleri ve yeryüzünü yaratan, kullarını yedirip doyuran fakat yemeyen birisi var mı ki onu dost edineyim? De ki: Ben müslüman olanların ilki olmaya ve müşriklerden olmamaya memurum." Sûre 6 (En'âm) âyet 14.

S. 61-62, B. 740-743:  Peygamber, Mekke fethinden önce hac etmek üzere sahabesiyle Mekke'ye gitmek istemiş ve hattâ hac edecekleri için yanlarına yalnız kınsız olarak birer kılıç almışlardı. Mekke'ye Osman elçi olarak gönderildi. Fakat müşrikler, müslümanların Mekke'ye girmelerine izin vermedikleri gibi Osman‘ı da hapsetmişler, bunun üzerine Hudeybiye denilen yerde bulunan Peygamber, orada bir ağacın altına oturmuş ve Tanrı ve Tanrı elçisi uğruna ölünceye kadar canlarıyla, mallarıyla savaşacaklarına dair kendilerine biat etmelerini emretmiş ve sahabe, sevinerek ellerini Peygamber'in eli üstüne koyarak biat etmişlerdir. Kur'an'ın 48 inci sûresi bulunan Feth sûresinin 10 uncu âyeti bunu şöyle anlatır: "Onlar ki sana biat ettiler, şüphe yok söz bundan ibaret: Tanrı'ya biat ettiler. Tanrı eli, onların ellerinin üstündedir. Kim bu biattan dönerse zararı kendisine. Kim Tanrı'ya ahdettiği şeyde durursa ona yakında büyük bir mükâfat verilecektir." Hudeybiye, Mekke yolunda bir kuyudur. Bu münasebetle de oraya bu kuyunun adı verilmiştir. Aynı sûrenin 18 inci âyetinde "Muhakkak Tanrı, sana ağaç altında biat eden inanmış kişilerden razı oldu, onların kalplerindekini iyice bildi, onlara tam bir inanış ve huzur indirdi. Onlara yakın zamanda bir fetih verdi" dendiğine göre bu biata "Şeceretür rıdvan biati", o ağaca "Şeceretür rıdvan" yani Tanrı rızası ağacı denmiş, biatta bulunan sahabe de Biatür rıdvan sahabesi diye anılmıştır. Sofiler, bu biata büyük bir önem, verirler. Onlarca tarikata giren salik, şeyhin elini tutmakla bu biat ehlinden olmuştur. Şeyhin eli, şeyhten şeyhe gide gide pire ve nihayet H. Muhammed'e dayanır ki onun eli de hakikatte Tanrı elidir. Hattâ bu inanışı, aralarında "El ele, el Hakk'a" sözüyle anlatırlar. Peygamber'in altına oturduğu ağaç, zaman geçtikçe ziyaret edilmeye başlanmış ve bunun sonucunun puta tapma gibi bir şey olacağını gören ikinci Halife Ömer, bu ağacı kestirmiştir.

S. 62, B. 744: Sahabenin dereceleri, Sünni'lere göre şöyledir: Peygamberden sonra en ulu ve derecesi yüksek kişi Ebubekir, ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra Ali'dir. Ömer'den sonra Osman'la Ali'yi bir derecede tutanlar, yahut Ali'yi Osman'dan üstün görenler de vardır. Bu dört sahabeye "Çar yârı güzin" yani seçilmiş dört dost denir. Bunlardan sonra bunların da dahil oldukları on kişi gelir ki bunlar, ilk müslüman olanlardandır ve Peygamber, bunların cennetlik olduğunu "muştulamıştır. Bu on kişi şunlardır: Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Abdürrahman-ibn-i Avf, Sa'd-ibn-i Ebivak-kas, Talha, Zübeyr, Ebuubeyde, Said. Bu on kişiye, cennetle muştulandıklarından "Aşereyi mübeşşere' yani cennetle muştulanmış on kişi denir. Bunlardan sonra Bedir savaşında bulunanlar, onlardan sonra Uhud savaşında bulunanlar onlardan sonra Hudeybiye biatında bulunanlar, onlardan sonra sair sahabe gelir. Sahabenin derece bakımından en aşağı olanları, Peygamber tarafından kendilerine zekâttan para ve hayvan ayrılıp verilerek kalpleri müslümanlığa ısındırılmaya çalışılan ve bu suretle müslüman edilen, yahut müslümanlıkta durmaları temin olunan, bu yüzden de kendilerine "Müellefetülkulûb" denen dört yüz kadar kişiyle Mekke fethinde esir edilip azat edilenlerdir ki Muaviye, babası ve anası, bunlardandır. Sahabeden sonra sahabeyi görenler, onlardan sonra da sahabeyi görenlere ulaşanlar, ileri derecede sayılırlar.

S. 62, B. 747: Peygamberin "İnsan, dostunun dinindedir", "insan sevdiğiyle beraberdir" ve "Kim, kendisini bir kavme benzetirse o kavimdendir, Kim bir kavmi severse onlarla haşredilir" dediği rivayet edilmiştir.

S. 62, B. 751: "Onların, önlerine de set koyduk, ardlarına da; gözlerini örttük, onlar görmezler." Sûre 36 (Yasin), âyet 9.

S. 63, B. 764: Kur'anın 111 inci sûresinin (Leheb) son âyetinden alınmadır (5).

S. 64, B. 769: Kur'anda Şeytanın "Beni, insanları dirilteceğin güne kadar yaşat" dediği
anlatılmaktadır (Sûre 7, A'raf, Ayet 14).

S. 65, B. 781: Sofilere göre her şey, Tanrının zatî iktizası olan bilgisinde sabit "ilmî suretler" in tecellisidir ve kâinat, bu ilmî suretlerin tecellisi olmak bakımından vardır, Tann'dan ayrı ve müstakil varlığı yoktur. Tanrı bilgisindeki bu suretlere "Ayanı sabite" denir. Sofilerce her şey, Tanrı bilgisinde nasılsa bu madde âlemi dediğimiz âlem de öyle tecelli etmiştir. Bu inanış, Yunan felsefesinin  müslümanlaşmış  bir şeklinden başka  bir  şey olmıyan  "Hukemâ felsefesi" nde de böyledir. Onlarca, da yaratıcı kudretin faal tecellisi olan Aklı küll ile bu faaliyetin meydana getirdiği münfeillik, yani Nefsi Küll, göklerdeki yıldızları meydana getirmiş, bu yıldızlarını hareketi  şevkiyye ile dönmeleri  dört unsuru, yani  ateş, yel, su ve toprağı vücuda getirmiş, göklerle bu dört unsurun birleşmesinden cemat, nebat ve hayvan vücut bulmuştur. Her şey, ne olması lazımsa o suretle olmuştur, ilim, maluma tâbidir. Bir şeyin değişmesine imkân yoktur. Yalnız sofiye, bu son noktada Hukemâ ile bir değildir. Onlarca Tanrı, dilerse bir şeyin aynı sabitini, yani bilgisindeki sureti değiştirir. "Bu, pek nadir olur, fakat olabilir. Buna "Tebdili ayan" derler ki kerametlerin en yükseğidir. Tanrı'ya yakınlaşmış, daha doğrusu mevhum  varlığından  tamamiyle  geçmiş,  Hak varlığıyla var olmuş birisi, dilerse ayanı tebdil edebilir taşı altın, altını taş yapar. Yahut bir şeyi bir yerde yok eder, başka bir yerde var eder.

S. 65, B. 788: Kimya ve iksir için bakınız: c. l, s. 50,. b. 561 in izahı.

S. 65-66, B. 789-802: Devirden bahsediyor.

S. 68, B. 822 den sonraki başlık ve bahis: Böyle bir hadîs rivayet edilmiştir.

S. 68, B. 831 den sonraki başlık: "Şüphe yok ki islâm garip olarak başladı, yakında yine başladığı gibi garip olur. Ne mutlu gariplere, ne mutlu gariplere, ne mutlu gariplere." Bu hadîsin Müslim hadislerinden olduğunu Ankaravi yazmaktadır.

S. 70, B. 844 den sonraki başlık : "Rafz, terketmek mânasına gelir. Rivayete göre İmam Huseyn'in oğlu Ali Zeynelâbidin'in oğlu Zeyd, Emeviler'e isyan ettiği zaman yanında bulunanlar, kendisinden Ebubekir ve Ömer hakkındaki kanaatini sormuşlar, o da onları hayırla anınca kendisini terketmişler, bu münasebetle Zeyd, "Rafaztümûnî" yani beni terkettiniz demiş ve bundan sonra bunlara, daha sonra bütün Şiî'lere Sünnîler tarafından Râfızi denegelmiştir.

S. 71, B. 869: Ebuhüreyre, Peygamberin ''Tanrı, ancak sizin kalblerinize ve amellerinize bakar, suretlerinize ve mallarınıza değil" dediğini rivayet etmiştir.

S. 76, B. 931 den sonraki başlık: Yusuf peygamber, zindanda iken Mısır azizi, yedi zayıf öküzün yedi semiz öküzü yuttuğunu ve yedi tane yeşil buğday başağıyla yedi kuru buğday başağını rüyasında görmüş, bunu düş yorucular, yoramamışlar, evvelce zindanda rüyasını yorduğu zatın aklına Yusuf gelmiş, azize söylemiş, o da Yusuf'u zindandan çıkartmıştı. Yusuf, bu rüyayı, yedi yıl bolluktan sonra yedi yıl kıtlık olacağı tarzında yormuş ve Mısır Azizi tarafından Mısır hazinelerine emin tâyin edilmişti. Yusuf, hikâyesi, Kııran’ın 12 nci suresi olan Yusuf sûresinde uzun boylu anlatılır. Bu âyet, o sûrenin 46 ncı âyetidir.

S. 77, B. 956-957: Peygamberin, kadınlar hakkında "Onlar Şeytan'ın ipleridir", "Dünyadan ve kadınlardan sakının, iblis, pusudadır ve insanları, kadınlarla avladığından daha mükemmel hiçbir şeyle avlıyamaz" ve "Bundan sonra sizin kadınlara uymanızdan fazla hiçbir şeyden korkmam. Sakının kadınlardan" dediği rivayet edilmiştir.

S. 79, B. 961 den sonraki başlık: "Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra ona aşağı âlemlerin en aşağısına indirdik." Sûre 95 (Tîn), âyet 4-5“ "Kimi yaşatır, ömürlü edersek onun gücünü, kuvvetini azaltırız, hiç akıl etmezler mi ki?" Sûre 36 (Yasin), âyet 68.

S. 80, B. 973 ten sonraki başlık: Sûre 95 (Tin), âyet 8. S. 82, B. 996-999: Sûre 47 (Muhammed), âyet 4-5 ten.

S. -84, B. 1025 ten sonraki başlık ve bahis: Âlemin aslı, vücudu mutlak olan Tanrı'nın, zati iktizası olan bilgisinde sabit "ilmî suretler" dir. Âlem, bu surelerin tecelli-. sinden, ibarettir, yoksa âlemi âlem olarak düşünürsek yoktur. Bunun için "Ayan, yani Tanrı bilgisindekl suretler, varlık kokusunu bile duymamışlardır" denmiştir. Bu suretle bu âlem, yok olduğu halde var görünür. Halbuki asıl var olan âlem, Tanrı bilgisinde sabit olan "ilmî suretler" dir, fakat bu âlem de var olduğu halde yok gibi görünür. İşte bunun için adem, yani yokluk, varlığa bir ayna olmuştur. Hakikî varlık, o aynada tecelli eder. Şüphe yok ki bütün bu inanış, Eflâtun'un "İde" yani misâl âleminden meydana gelmiştir.

S. 85, B. 1042: Kur'an'ın 113 ve 114 üncü sûrelerine işarettir.

S. 86, B. 1050 den sonraki bahis ve başlık: Böyle bir hadîs rivayet edilmiştir.

S. 86, B. 1056-1058:    Bu üç beyit arapçadır.

S. 86, B. 1057: "Senin göğsünü açmadık mı, genişletmedik mi?" Sûre 94 (İnşirah), âyet 1.

S. 88, B. 1072 den sonraki başlık: "O, öyle bir Tanrıdır göklerle yeryüzünü altı günde yarattı, sonra arşı kapladı. Yeri de bilir, yerden bitip çıbanı da. Gökten ineni de bilir, göğe çıkanı da. O, nerede olursanız olun, sizinle beraberdir. Tanrı, yaptığınız şeyleri görür." Sûre 57 (Hadîd), âyet 4.

S. 89 B. 1083 ten sonraki başlık: Böyle bir hadîs rivayet edilmiştir.

S. 89 B.-1083 ten sonraki başlık: Zeliha, Yusuf'a âşık oldu ve bir gün Yusuf'un bulunduğu odaya girip kapıları kapadı, Yusuf'u kendisine çağırdı. Fakat Yusuf, Tanrı lûtfiyle onu reddetti. Becelleşirken Yusuf'un arka tarafından eteği yırtıldı Yusuf, kapıyı armaya muvaffak oldu, fakat Aziz, bu sırada kapı önündeydi. Yusuf’un suçsuz olduğu anlaşılmakla beraber dedikoduyu önlemek için zindana atıldı ve tam yedi yıl zindanda kaldı. Yusuf hikâyesi, Kur'an'ın 12 nci sûresi olan Yusuf sûresinde uzun uzadıya anlatılır. Bu , vaka, sûrenin 23 üncü âyetinde anılmaktadır.

S. 93, B. 1143-1144: "Onlardan seni dinleyenler var., fakat aklı olmayan sağırlara duyurabilir misin? Onlarda sana bakanlar var.. fakat görmeyenlere doğru yolu gösterebilir misin?" Sûre 10 (Yunus), âyet 42-43. Kur'anda aynı mealde başka âyetler de vardır.

S. 95, B. 1170 den sonraki başlık: Sure 96 (Alak), âyet 9-10. Peygamberi, namaz kılmaktan meneden Ebucehil'dir.

S. 97, B. 1182: "Beni anın da sizi anayım. Nimetlerimi inkâr etmeksizin şükredin bana" Sûre 2 (Bakara), âyet 159.

S. 97, B. 1183: "Ey İsrailoğulları, size nimet olarak verdiğim şeyleri anın ve benden korkun da benimle ettiğiniz ahitte durun." Sûre 2 (Bakara), âyet 40.

S. 97, 1190: Meryem, Cebrail'in nefhinden gebe kalıp müddeti bitince pek fena bir hale gelmiş, bu sırada kuru bir hurma ağacına tutunup sallaması emredilmiş, sallayınca kuru ağaçta meydana geliveren taze hurmalar dökülmeye başlamıştır. Bu vak'adan, Meryem'in doğurmasını ve İsa Peygamberin doğar doğmaz konuşmasını anlatan 19 uncu sûrenin (Meryem), 23-25 nci âyetlerinde bahsedilmektedir.

S. 98, B. 1204-1205: Vîse ve Ramin için c. S, s. 21, b. 228-229 un, Husrev ve Şirin için Hafız Divanı, o. 66, b, 497 nin izahlarına bakınız.

S. 100, B. 1220: "İşte böylece her Peygamber için insan ve cin taifesinden düşman şeytanlar halk ettik; bazıları bazılarına uydurma sözler duyururlar. Rabbin dilese yapamazlardı bu işi. Sen de onları uydurdukları yalanlarla bırakıver gitsin." Sûre 6 (En'âm), âyet 112.

S. 101, B. 1229: "Rabbim, bal arısına dağlarda yurtlar yap, ağaçları ve yüce yerleri yurt edin. Sonra her çeşit meyveden ye, rabbinin yollarında itaatle yürü diye vahyetti. Onların karınlarından renkleri çeşitli ballar çıkarır ve balda insanlara şifa vardır. İşte bu şeyde düşünenler için bir delil var." Sûre 16 (Nahl), âyet 69.

S. 101, B. 1232: Kevser için bakınız, c. l, s. 272, b. 2731 ün izahı.

S. 101, B. 1236-1240: Birisini Tanrı için sevmek ve yine birisine ancak Tanrı için düşman olmak hakkında bir hadîs olduğu gibi "Mümin sevdi mi, Tanrıyı sever" mealinde de bir hadis rivayet edilmiştir.

S. 101, B. 1239: "İbrahim'in, babasına yarlıganma dilemesi, ancak ona karşı bulunduğu bir vaadden ötürüydü. Fakat onun Tanrı düşmanı olduğunu anlayınca ondan çekindi, İbrahim, şüphe yok ki çok ağlayıp sızıldanan halim bir zattı." Sûre 9 (Tevbe), âyet 114.

S. 101, B. 1241 den sonraki baslık: "Onların yanları yatak yürü görmez. Rablerine korkup lûtfunu umarak dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan yoksulları doyururlar." Sûre 32 (Secde), âyet 16.

S. 101, B. 1241 den sonraki baslık: İbrahim - Ateş, c. l, s. 63, b. 647 nin izahına bakınız.

S. 101, B. 1241 den sonraki baslık: Yunus - balık, c. 2, s. 291, b. 3138 in izahına bakınız.

S. 101, B. 1241 den sonraki baslık: Cercis, daha doğrusu Circit, İsa Peygamberden sonra gönderilen bir Peygamberdir. Yetmiş kere öldürmüşler, yetmiş kere dirilmiş.

S. 102, B. 1141 den sonraki başlık: Şuayb, Musa'nın kaynatası olan bir peygamberdir. Musa bu peygambere Çobanlık etmiştir, c. 2, s. 153, b. 1646 nın izahına bakınız.

S. 104, B. 1264 den sonraki bahis: Böyle bir hadîs rivayet edilmiştir, İlk âyet, Kur'an'ın 16 ncı sûresi olan Nahl sûresinin 123 üncü âyetidir. Tamamı şudur: "Sonra sana doğruluğa mail olan İbrahim şeriatına uy diye vahyettik. O Tanrı'ya şirk koşanlardan değildi" İkinci âyet, 60 inci sûrenin (Mümtahinne) 4 üncü âyetidir. Tamamı şudur: "Sizin için İbrahim'e ve onunla beraber bulunanlara uyacak güzel huylar var, onlar da hani kavimlerine demişlerdi ya: Biz, sizden ve sizin, Tanrı'dan başka taptığınız şeylerden ayrıyız. Sizi reddederiz, tek Tanrı'ya iman edinceye kadar aramızda düşmanlık ve buğuz meydana gelmiştir. Ancak İbrahim, babasına, sana Tanrı'dan yarlıganma dileyeceğim ama azabı gidermek için elimden hiçbir şey gelmez dedi, bu ayrı bir şey. Rabbimiz, sana dayandık, sana döndük, dönülecek yer sensin."

S. 106, B. 1275 ten sonraki baslık: İsa, müslümanlarca doğar doğmaz Peygamber olmuş Yahya'ya da dört yaşındayken peygamberlik verilmiştir. Aynı başlıktaki hadîs şudur: "Yeryüzü bana dümdüz edildi doğuları da gösterildi, batıları da. Ümmetimin mülkü, yakın zamanda bana gösterilen yerlere ulaşacak, oraları kaplayacaktır."

S. 109, B. 1315-1328: Kur'an'ın 29 sûresi, harflerle başlar. 2, 3, 29, 30, 31 ve 32 inci sûreler (Bakara, Âli Imran, Ankebut, Rum, Lokman ve secde) "Elif lam mim" diye, 7 nci sûresi (A'raf), "Elif lam mim sâd" diye, 10, 11, 12, 14 ve 15 inci sûreleri (Yunus, Hud, Yusuf, İbrahim ve Hıcr), "Elif lam râ" diye, 13 üncü sûresi (Ra'd) "Elif lam mim râ" diye, 19 uncu sûresi (Meryem), "Kâf ha yâ ayn sâd" diye, 20 nci sûresi (Tâhâ), "Tâ hâ" diye, 26, 28 inci sûreleri (Şuarâ, Kasas), "Tâ sin mîm" diye, 27 nci sûresi (Neml), "Tâ sîn" diye, 36 ncı sûresi (Yasin), "Yâ sîn" diye, 38 inci sûresi (Sâd), "Sâd" diye. 40, 41, 48, 44, 45 ve 46 ncı sûreleri (Mü'min, Secde, Zuhruf, Duhan, Câsiye, Ahkaaf), "Ha mim" diye, 42 nci sûresi (Şûrâ), "Ha mîm ayn sîn kaaf" diye, 50 inci sûresi (Kaaf), "Kaaf" diye, 68 inci sûresi (Kalem), "Nun" diye başlar. Eskiler, bu harflere mâna vermekten çekinmişlerdir. Sonraları bunlara sûrelerin adları diyenler okluğu gibi her harften, Tanrı adlarından birini anlamak istiyenler de olmuştur. Meselâ "Elif lam mîm" harflerinin "Allah, Lâtif, Mecid" adlarına delâlet etiğini söylemişlerdir. Isnâaşeriyye'nin altıncı imamı olan ve İmam Huseyn'in oğlu Ali'nin oğlu Muhammed'in oğlu bulunan "Ca'fer al-Şâdık" "Bu harflerde bizim için sırlar vardır. Birinci Elif lam mîm de Muhammed, ikincisinde Huseyn zuhur etti. Elif lam râ da Abbasoğullarının saltanatı biter, Elif lam mîm sâd Mehdi'nin zuhuru zamanıdır" demiş ve yine aynı îmam'la diğer imamlar da bu harflere dair sözler söylemişlerdir. Eski yunanlılara Fisagor vasıtasıyle Mısır'dan, oraya da Hind'den geçen inanışa göre harflerle sayılar arasında bir münasebet vardır. 3, 7, 10, 40 gibi sayılar kutludur. Hattâ her sayı bir şeye işarettir. Meselâ Fisagoriler'de 3 ilk sayılır.*, unsurlara delâlet eder. 2 kadın demektir. 3 + 2=5 evlenmeyi gösterir. 3 + 3 = 6 her şeyin altı cihetine işarettir. Yedi, dört unsurla üç buudu ve binaenaleyh varlığı gösteren ilk sayı, yani 3 ile dördü gösterir ki kutlu bir sayıdır. 10 tam ve kâmil sayıdır. 10 ve 3, 7 namına yemin edilir. Ebced hesabı da kökü, ta Hind'e kadar götürülmesi lâzım gelen bir hesaptır sanırız. Tevrat'ta da bu sayıların meselâ kırkın kutluluğunu gördüğümüz gibi "Ahdi cedid" de bilhassa Yohanna vahyinde sayıların ehemmiyeti apaçık görünmektedir. Acaba Kur'anın bu sûrelerinde de hakikaten sayılarla bir münasebet var mı ve bunlar, birçoklarının dedikleri gibi birer şifre midir? Fazlullah'tan itibaren Hurufiler de bu harflere çok ehemmiyet vermişlerdir. Onlarca bu harfler, tekrarlanmamak şartıyla 14 tür:  Bu harfler kastedilirse, yani Elif, rı, kâf.... gibi yazılırsa "Elif’den , "Sâd" dan , "Nün" dan harfleri çıkar ki bu suretle on yedi harf olur. Geriye on bir harf kalır. Bu on yedi harfe "Muhkemat", on bir harfe de "Müteşabihat" derler. Bir yerde yurt tutmuş olan adam günde farzolarak 17 rikât namaz kılar, seferde bulunan yolcu, 11 rikât namaz kılar, ikisinin tutarı, Kur'anın, yani Arap harflerinin tutarı olan 28 dir. Aynı zamanda her gün 17 rikât namaz kılındığı halde cuma günü öğle namazı yerine 2 rikât cuma namazı kılınarak namaz, 15 rikât eder, ikisinin tutan, Arap harflerine katılan "4" Fars harflerinin tutarı, olan 32 dir. Şia mezhebinde olanlar da bu on dört harfi terkip ederek " yani "Ali" Tanrı'nın doğru yoludur, biz ona yapıştık" cümlesini çıkarmışlardır. Hâsılı, bu harflerle pek çok uğraşılmıştır. Birçok asıllı, asılsız dualarda Tanrıya bu harflerle ant verildiği, yalvarıldığı da vardır. Mevlâna'nın da bu harflere pek büyük bir önem verdiğini bu beyitlerde açıkça görmekteyiz.

S. 119, B. 1332 den sonraki başlık: Böyle bir hadis rivayet edilmiştir. Başlığın sonlarındaki âyet, Kur'an'ın 48 inci sûresinin (Feth) 17 nci âyetindendir.

S. 115, B. 1395: "O gün, gizli şeyler meydana çıkar." Sûre 86 (Târık), âyet 9.

S. 115, B. 1400: "Göğü yüceltti ve teraziyi kodu. Ölçüyü doğrultun, teraziyi eksik tartmayın." Sûre 55 (Rahman), âyet 7-8.

CİLT 5  (1401 - 2100 Beyitler)

1401.Kendine gel de hırsından teraziyi bırakma. Hırs ve tamah seni azdıran bir düşmandır.
Hırs, hepsini ister fakat bütün lezzetlerden mahrum olur. A turp oğlu turp hırsa tapma.
O halayıkcağız hem gidiyor, hem de ah diyordu; a kadın sen ustayı yola saldın. Ustasız is yapmak istedin. Bilgisizlikle canınla oynamaya kalkıştın.

1405. Benden bir bilgidir çaldın, çaldın ama tuzağın ahvalini sormaya arlandın.
Kuş, hem harmanından tane toplamalıydı, hem de boynuna ip dolaşmamalıydı.
Taneyi az ye bu kadar pis boğaz olma. “Yiyin” emrini okudunsa “İsraf etmeyin” emrini de oku.
Bu suretle tane yemekle beraber tuzağa da düşme. Bilgi ve kanaat ancak bunu icap ettirir.
Akıllı kişi dünyanın gamını yemez, nimetini yer. Bilgisizlerse nedamet içinde mahrum kalırlar.

1410. Boğazlarına tuzağın ipi dolaştı mi tane yemek, hepsine haram olur.
Kuş, tuzaktaki taneyi nasıl yer? Yemeye kalkışırsa tuzaktaki tane zehre döner.
Tuzaktaki taneyi gafil kuş yer, halkın bu dünya tuzağındaki nimetleri yemesi gibi. Akıllı ve işten haberi olan kuşlar, kendilerini taneden adamakıllı çekerler.
Çünkü, tuzağın içindeki taneler zehirlidir. Kördür o kuş ki tuzaktan tane diler.

1415. Tuzak sahibi, aptalların başını keser. Güzel ve narin olanlarıysa meclislere çeker götürür.
Çünkü aptalların ancak etleri işe yarar. Güzel ve zariflerinse güzel sesleri işe yarar. Hasılı halayıkcağız kapının yarığından, hanımının eşeğin altında can verdiğini görünce,
Dedi ki: A ahmak kadın, bu iş nedir? Sana ustan bir şey gösterdiyse,
Yalnız görünüşe kapıldın. Halbuki iç yüzü senden gizliydi. Usta olmadan dükkan açtın.

1420. Bal gibi, paluze gibi olan o aleti gördün,âlâ. Fakat a haris neden kabağı görmedin?
Yoksa eşeğin askına o kadar mi dalmıştın ki gözüne kabak görünmedi?
Ustadan sanatın dış yüzünü gördün sevine, sevine ustalığa kalkıştın.
Nice riyacı ve işten haberi olmayan ahmak kişiler vardır ki erlerin yolundan göre, göre ancak sof kumaş görmüştür.
Nice boş boğazlar vardır ki azıcık bir hüner elde etmişler, padişahlardan laftan başka bir şey öğrenmemişlerdir.

1425. Her biri Musa’yım diye eline bir sopa almış, her biri, İsa’yım diye ahmaklara üfürmeye kalkışmıştır.
Bir gün doğruların doğruluğu, senden mihenk taşını isteyecektir. Eyvah o günden! Artık geri kalanını ustaya sor. Bu harislerin hepsi de kördür dilsizdir.
Hepsini aradın, elde etmek istedin, fakat herkesten geri kaldın. Bu ahmak sürü, kurtlara av olmuştur.
Bir suret gördün, onun sözünü söylemeye başlayıverdin ha; dudu kuşları gibi kendi sözünden haberin bile yok!

Tanrı telkinine takatleri olmayan ümmetlere peygamberlerin,müritlere, şeyhin telkini, insanla ülfeti olmayan dudu kuşunun ayna karsısında söz söylemeyi öğrenmesine benzer. Ulu Tanrı da dudu kuşuna yapıldığı gibi müridin önüne şeyhi bir ayna gibi koyar, ayna arkasından ona telkinde bulunur. Tanrı, Peygamberce ”Dilini oynatıp Cebrail’den önce okumaya kalkışma”ve “Peygamberin söylediği, ancak Tanrı’nin vahyettigi sözdür”demiştir. İste sonu olmayan meselenin başlangıcı budur. Nitekim senin hayal dediğin aynadaki dudu kuşunun gagasını oynatması yok mu? O hareket dinarda söz söylemeyi öğrenen dudu kuşunun aksidir, fakat aynamın ardında bulunan söz öğretenin aksi değildir. Yalnız aynanın önünde dudu kuşunun sözü ve hareketi, ayna ardında bulunan ve söz söylemeyi öğretenin tasarrufuna tabidir. Bu da bir örnektir, tıpkısı değil.

1430. Dudu kuşu, önünde bir ayna, ayna içinde de kendi aksini görür.
Aynanın ardında usta gizlenmiştir; güzel dille edeplice söz söyler.
Duducuk, bu söz söyleyeni ayna içinde gördüğü dudu sanır.
Bu suretle o koca kurdun hilesinden haberi olmaz, güya kendi cinsinden olan bu dududan söz söylemeyi öğrenir.
Usta, ona ayna ardından söz söylemeyi öğretir. Böyle olmasa kendi cinsinden olmayan birisinden söz söylemeyi öğrenemez.

1435. O hünerli kus, söz öğrenir ama sırrından da haberi yoktur manasından da. Söz söylemeyi bir insandan beller. Fakat bir duducuk, bundan başka insandan ne bilebilir, ne elde edebilir ki?
Velinin beden aynasında da kötülüklerle dolu olan mürit, tıpkı bunun gibi kendisini görür.
Fakat söz ve iş zamanında aynanın ardındaki Akl-ı Küll-ü nereden görecek?
O sanır ki insan söylüyor. Halbuki bu, başka bir sırdır, onun bundan haberi bile yoktur.

1440. Söz söylemeyi belletir, belletir ama önü sonu olmayan sır belletir. Halbuki o, bu sırra eş değildir, bir dududur, bunu bilemez.
Halkta kuşların ötüşünü taklit ederler. Bu, ağzın ve boğazın yapabileceği bir şeydir. Fakat kuşların seslerini taklit edenin o seslerdeki manadan haberi bile yoktur. Kuş dilini ancak bakışı hoş Süleyman bilir.
Nice kişiler de dervişlerin sözlerini öğrenir, mimber ve meclisleri o sözlerle parlatır. Fakat onların ya bu sözlerden başka bir kısmetleri yoktur, yahut da sonunda Tanrı rahmeti onlara yol gösterir.

Gönül sahibinin biri, gebe bir köpek gördü. Yavruları karnında havlamaktaydı. Köpeğin havlaması bekçilik etmek içindir dedi, halbuki ana karnında bekçilik olmaz. Sonra köpek havlaması, imdat istemeye, süt istemeye ve saireyse delalet eder. Ana karnındaysa bunların hiçbir faydası yoktur. Bu ne iş? Şaşırmış bir haldeyken kendisine gelince Tanrıya münacatta bulundu, "Bunu,Tanrımdan başka kimse bilmez"dedi. Tanrıdan şu cevap geldi: Bu, hicaptan çıkamamış, can gözleri açılmamış olduğu halde görgü sahibi olduklarını davaya kalkışanların, bu hususta söz söyleyenlerin halidir. Bu davadan ve bu sözlerden ne bir kuvvete sahip olurlar, ne bir yardıma, ne de dinleyenleri doğru yola götürebilirler.

1445. Birisi çiledeyken rüyasında, bir yolda gebe bir köpek gördü.
Ansızın Köpeğin karnındaki enciklerin havladığını duydu. Encikler ortada yoktu. Köpek Yavruları ana karnında nasıl havlar diye bir hayli şaştı.
Hiç köpek enciği anasının karnında nasıl havlar? Alemde bunu kim görmüştür? Uykudan uyanıp kendine gelince şaşkınlığı an be an artıyordu.

1450. Çilede kimse yoktu ki düğümü çözsün? Bu işi ancak yüce ve ulu Tanrı tapısından halledebilirdi.
Dedi ki: Yarabbi, bu müşkül is, bu dedikodu nedir? Çilemde şaşırdım seni zikretmeden kaldım.
Kanadımı aç da uçayım, zikir bahçesine ve elmalıklarına gideyim.
Hatiften derhal ses geldi: Bu, bil ki bilgisizlerin lafına benzer.
Örtüden, perdeden dışarı çıkmamış, gözü bağlı. Fakat yine de beyhude yere söylenip durur.

1455. Ana karnında köpek enciğinin havlaması beyhudedir. Ne ava yarar, ne gece bekçiliğine.
Kurt görmemiş ki onu kovsun. Hırsız gelmemiş ki onu kovalasın.
Harislikten ve baş olma sevdasından bakışı görgüsüzdü, fakat laf söylemede atılgan. Müşteri bulma havasına kapılmış, hararetli bir halde, fakat gözü kapalı olarak işe girişmiş.
Ayı görmeden nişaneleri söylemede, köylüyü bu suretle aykırı bir anlayışa sürmede.

1460. Müşteri bulmak için, mevki kazanmak için ayı görmediği halde ondan yüzlerce nişane vermede.
Kâr veren müşteri, tektir. Fakat onlar, bu müşteri hakkında şüphe ve zan içindedirler.
Hiçbir ululuğu, hiçbir değeri olmayan müşteriye hava satar bu adamlar.
Bizim müşterimiz Tanrıdır, “Allah satın alır.” Artık sende her müşterinin derdine düşme, kurtul bu işten.
Seni arayan müşteriyi ara, senin başlangıcını ve sonunu bilen müşteriyi bul.

1465. Kendine gel. Her müşteriye el atma. İki sevgiliyi sevmek kötüdür.
O, satın alsa bile ondan kar elde edemezsin. Onda akla fikre değer verme kabiliyeti yoktur.
O, yarım nal parasına bile sahip değilken sen tutuyor, ona yakut ve lâl gösteriyorsun.
Şeytan, nasıl kendisini taslanmış bir hale getirmişse hırs da tıpkı onun gibi seni kör etmiş, her şeyden mahrum bırakmıştır.
O, azapçı Şeytan, Fil ashabı ile Lut kavmini nasıl taşlatmışsa onları da tıpkı öyle taşlatmış, helak etmiştir.

1470. Müşteriyi, sabredenler bulurlar. Çünkü onlar, her müşteriye koşmazlar.
Kim o müşteriden yüz çevirirse o adamdan baht da yüz çevirir, ikbal de, ebedilik de. Darvan’lilar nasıl haset yüzünden ebedi olarak hasrette kaldılarsa, haris olanlar da ebediyen hasrette kalmışlardır.

Darvan'lıların Babamız, bönlüğünden bahçenin hasılatından çoğunu yoksullara verirdi. Üzüm oldu mu, onda birini, kuru üzüm yapıldı mı onda birini, helva ve paluze pişirildi mi onda birini, harman toplanıp başaklar yığın yapıldı mı onda birini, harman döğüldü mü onda birini, samanla karışık buğdayın onda birini, buğday samandan ayrıldı mı onda birini, öğütülüp un oldu mu onda birini, hamur yoğruldu mu onda birini, ekmek yapıldı mı yine onda birini verirdi deyip yoksullara haset etmeleri. Ulu Tanrı, bu yüzden o bahçeye, tarlaya bir bereket vermişti ki bütün bahçe sahipleri, o bahçeyle tarlanın sahibine muhtaç olurlar, hem meyve, hem de para isterlerdi. Halbuki o bahçe ve tarla sahibi, onların hiçbirine muhtaç olmazdı. Adamın oğulları, tekrar tekrar onda bir verişi görüyorlardı da, o bereketi görmüyorlardı, hani o kadın gibi... Eşeğin aletini gördü de kabağı göremediydi ya!

Temiz bir Tanrı adamı vardı. Aklı, her şeye erer, işin sonunu görürdü.
Yemen ülkesine yakın Darvan şehrindendi, sadaka vermekle, güzel huylu olmakla şöhret kazanmıştı.

1475. Civarı yoksullarla Kâbe kesilmişti. Bir şey umanlar hep onun civarına gelirlerdi.
Riyasız olarak mahsulünün onda birini verir, buğday samandan ayrıldı mi tekrar, Öğütülüp un haline geldi mi, ekmek pişirildi mi yine onda birini verirdi.
Her elde ettiğinin onda birini verir, ektiğinin öşrünü dört kere yoksullara dağıtırdı.
O, yiğit her zaman bütün oğullarına vasiyetlerde bulunur;

1480. Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı için benden sonra hırsınıza uyup yoksulların hakkını vermemezlikte bulunmayın.
Bu onda birleri verin de Tanrı koruması ile mahsulünüz elinizde kalsın.
Tahmine şüpheye hacet yok, mahsulleri gayp âleminden veren de Tanrıdır, meyveleri veren de.
Gelir zamanında harcedersen bu harcetmen, kar kazancıdır, kar edersin.
Köylünün çoğu tarlasından elde ettiği tohumu yine eker.

1485. Yediğinden fazlasını yine tohumluk yapar. Çünkü tekrar mahsul elde edeceğinden şüphe etmez.
Tohumu, o yerden elde ettiği için yine o yere saçmaktan çekinmez.
Kunduracı da ekmeğinden arttırdığı parayla gön ve sahtiyan satın alır.
Elime ne geçiyorsa bunlardan geçiyor. Kapalı rızkım bunlarla açılıyor der.
Eline geçen para o yüzden geçtiğinden parasını ona sarf eder.

1490. Fakat bu yer ve deri, ancak perdedir. Asıl rızkı, her an Tanrıdan bil.
Elde ettiğin karı, elde ettiğin yere ekersen birine karşılık yüz bin elde edersin. Tutalım şimdi sebep sandığın yere tohumu ektin.
İki üç yıl o tohum bitmez, mahsul vermezse ne yaparsın? Tanrıya yalvarmadan el açıp dua etmeden başka elinden ne gelir?
Tanrı huzurunda elini başına vurursun. Bu el ve baş, bu çırpınış, rızkı onun verdiğine tanıktır.

1495. Bu suretle anlar bilirsin ki rızkın aslının aslı, odur. Rızık arayan da onu arar. Rızkı ondan ara, Zeyd’den, Amr’dan değil. Sarhoşluğu ondan iste esrardan, şaraptan değil.
Zenginliği defineden, hazineden, maldan mülkten değil, ondan dile. Yardımı amcadan, dayıdan değil ondan iste.
Çünkü sonunda bütün bunları bırakıp gideceksin. Kendine gel de o zaman kimi çağırıyor, kimden imdat istiyordun, bir düşün!
Şimdi de onu çağır, ondan başkalarını bırak. bırak da cihan mülküne varis ol.

1500. Bir zaman gelecek ki “adam, kardeşinden kaçacak”, oğul babasından ürkecek. O anda her dost, düşman kesilecek. Çünkü onlar, senin putundu, yoluna mani oluyordu.
Yüzünü nakkaştan çevirmiştin ve nakşa tutmuştun. Çünkü gönlün, o suretle hoşlanıyor, o nakışla avunuyordu.
Şimdi de dostların seninle zıt olurlar, senden yüz çevirip sana düşmanlığa kalkışırlarsa,
Hemencecik de ki: İşte, günün aydın oldu. Yarın olacak şey bu günden oluverdi.

1505. Buradakiler hep bana zıt oldular. Kıyamette böyle olacaktı ya, bu hal, bana daha önce gelip çattı.
Günümü onlarla geçirmeden, ömrümü onlarla bitirmeden ne olduklarını anladım. Eğer bu hal olmasaydı ayıplı bir kumaş satın almış olacaktın. Şükürler olsun ki o kumasın ayıplı olduğunu daha önceden öğrendin.
Elimdeki sermaye, elimden çıkmadan işi anladım, yoksa yine sonunda o kumasın ayıbı meydana çıkacaktı.
Mal da gidecekti ömür de. Bir yırtık kumaş için malımı da verecektin canımı da.

1510. Malımı mülkümü verip kalp para alacaktım, sonra da sevine, sevine evimin yolunu tutacaktım.
Şükürler olsun ki altının kalp olduğunu, ömrümü o yüzden harcamadan meydana çıktı.
Yoksa kalp, ta sona kadar boynumda kalacaktı. Bos yere de ömrümü zayi edecektim.
Mademki paranın kalp olduğu şimdiden anlaşıldı, ben de ondan ayağımı hemen çekeyim.
Dostun, sana düşmanlık eder, hasedini, kinini dışarıya vursa,

1515. Senden yüz çevirdiği için feryat etme. Kendini ahmak ve bilgisiz bir hale düşürme.
Tanrıya şükret yoksullara ekmek ver ki onun çuvalında eskimedin, yıpranmadın. Ebedi ve doğru bir dost aramak üzere çuvalından tez çıktın.
Ne nazlı, ne vefalı sevgidir o ki ölümünden sonra bile dostluğu bir katken üç kat olur, bağlılığındaki kuvvet üç kat artar.
O dost, ya padişahtır, yüce bir sultandır, yahut da padişahın makbulü olan yanında şefaati kabul edilen bir kuldur.

1520. Düzenbaz, hileci, riyakar dosttan kurtuldun, ölmeden önce onun düzenini riyasını gördün.
Eğer alemde halkın sana su cefasını bilsen bu, sence gizli bir altın hazinesi sayılır. Halkı, sana karsı kötü huylu eder de sonunda çaresiz kalırsın, hepsinden yüz çevirirsin.
Şunu iyice bil ki nihayet hepsi de düşman olacak, baş kesici hasım kesilecektir.
Sen de mezarda tek Tanrı’dan “Yarabbi, beni tek bırakma” diye feryat edeceksin.

1525. Ey cefası vefalıların ahdından güzel olan dost, vefalıların bal gibi vefaları da sendendir.
Ey ambar sahibi, sözü aklından duy da buğdayını Tanrı yerine saç!
Saç da hırsızdan da emin olsun, buğday bitinden de. Şeytanı, Şeytanın oğlu ile beraber çabuk öldür.
Çünkü o, seni yoksullukla korkutup durmadadır. Ey erkek çakır kuşu, ceylan avlar gibi avla onu.
Padişahın, muradına erişmiş yüce doğanı, ceylana avlanırsa ayıptır.

1530. Adam bu çeşit bir hayli öğüt tohumları ekti ama oğullarının yeri çoraktı bir fayda vermedi.
Öğütçü, yüzlerce çalışıp çabalasa öğüdü duymak ve kabullenmek için dinleyende kabul edici kulak gerek.
Sen yüzlerce lütuflarda bulunarak ona öğüt verirsin ama bu öğütün, onun kulağına bile girmez.
Duymayan inatçı bir adam, yüzlerce söyleyeni aciz bırakır.
Peygamberlerden daha Öğütçü, daha güzel sözlü kim vardır? Nefesleri tasa bile tesir eder.

1535.Fakat dağ taş bile onların sözlerini duydu, sözleri dağa, tasa bile tesir etti de bahtı kötü kişinin bahtı açılmadı gitti.
Bizlik benlik kaydına düşen gönüller, onların sözlerine karşı taştan da katı bir hal alırlar.

Tanrı vergisiyle Tanrı kudreti, halk vergisinde olduğu gibi kabiliyete muhtaç değildir. Çünkü vergi önsüzdür, kabiliyet sonradan meydana gelme. Vermek, Tanrı sıfatıdır, kabiliyet yaratılmışın sıfatı. Evveli olmayan, sonradan meydana gelen şeye bağlı değildir. Bağlı olduğu farz edilirse sonradan meydana gelmenin imkansız olması lazım gelir.

Bu gönlün ıslah olmasına çare, insanı halden hale döndüren Tanrının ihsan ve lütfudur. Onun vergisine de kabiliyet şart değildir.
Belki kabiliyete sahip oluşa şart, onun lütuf ve ihsanda bulunmasıdır. Tanrı vergisi içtir, kabiliyet, deri.
Şunu görsene: Musa’nın sopası ejderha olmada, avucu güneş gibi parlamada.

1540.Peygamberlerin aklımıza fikrimize sığmayan yüz binlerce mucizeleri, Sebeplerden olmamıştır, Tanrı yaratması ile olmuştur. Yoklara kabiliyet nereden geliyor?
Kabiliyet, Tanrı işinde şart olsaydı hiçbir yok varlık alemine gelmezdi.
Arayanlar için bu gök perdenin altında bir adettir koydu, sebepler ve yollar yarattı. Olan şeylerin pek çoğu o adete göre olagelir. Fakat bazı da olur ki kudret, o adeti yırtar, kaldırır.

1545. Hoşluk ve tatlılıkla adet, yol yordam koydu ama sonra da o adeti, o yolu yordamı yırttı, adına mucize dendi.
Sebepsiz olarak bize yücelik gelmez. Gelmez ama kudret, sebebi kaldırmada aciz değil.
Ey sebebe kapılan, sebepten dışarı uçma. Fakat sebebi yaratanı da abes sanmaya kalkışma.
Sebebi yaratan Tanrı, ne dilerse yapar. Mutlak olan kudret, sebepleri de yırtar, ortadan kaldırır.
Fakat arayan muradına erişsin diye çok defa, yaptığı işleri sebeple yapar, sebeple yaratır.

1550. Sebep olmasa mürit nasıl yol arasın? Şu halde yolda sebeplerin görünmesi lazımdır.
Bu sebepler, görüşlere perdedir. Çünkü her göz, onun sanatını görmeye layık değildir.
Sebebi yırtacak bir göz gerek ki perdeleri kökünden çekip çıkarsın.
Bu suretle de mekansızlık yurdunda sebepleri yaratanı görsün, çalışmayı, kazancı dükkânı saçma ve beyhude saysın.
Her hayır ve şer, sebebini yaratandan gelir. Babacığım sebep ve vasıtalar.

1555. Bir zamancağız gaflet devri yürüyüp gitsin diye ana yolun üstünde toplanmış bir hayalden başka bir şey değildir.

Adem aleyhisselam'ın bedeni, ilk yaratılırken Tanrının Cebrail aleyhisselam'a "Yürü, şu yeryüzünden bir avuç toprak al", bir rivayete göre de "Her yerden avuç avuç toprak al"diye emretmesi

Sanat sahibi Tanrı, hayra, şerre uğramak, sınamak üzere Adem’i yaratmak istediği zaman,
Özü doğru Cebrail’e “Yürü, yeryüzünden bir avuç toprak ödünç al” buyurdu.
Cebrail hizmete bel bağlayıp alemlerin rabbinin emrini yerine getirmek üzere yeryüzüne geldi.
O, buyruk kulu, yere el attı. Toprak, kendini çekti, çekindi.

1560. Dile gelip yalvarmaya, tek yaratıcı hürmetine beni bırak, yürü git, canımı bağışla. O yürük atinin yularını çek benden.
Benden yaratılacak insan, tekliflere uğrayacak, tehlikelere düşecek. Tanrı hakkı için beni bırak, alma.
Tanrı seni seçti, Levih’teki bilgiyi sana gösterdi. O lütuf hakkı için vazgeç benden.
Tanrı ihsanı ile meleklere hoca oldun. Daima Tanrı ile konuşmadasın.

1565. Peygamberlerin  de elçisi olacaksın. Sen vahiy canının hayatısın bedeni değil.
İsrafil bedenlere can verir, sen cana can verirsin. O yüzden İsrafil’den üstünsün.
O, sur’u üfürür, bedenlere can gelir. Senin nefesin mücerret gönüllere can bağışlar.
Bedendeki canın canı, gönlün diriliğidir. Şu halde senin ihsanın, İsrafil’in ihsanından üstündür.
Sonra Mikâil bedenlere fizik verir. Senin çalışmansa aydın gönlü rızıklandırır.

1570. O kile vergisiyle eteğini doldurmuştur. Senin rızkınsa kileye sığmaz.
Kahır ve şiddet sahibi Azrail’den de üstünsün. Rahmetin, gazaptan fazla ve üstün olduğu gibi.
Arşı bu dördü taşırlar. Sen bunların padişahısın. Hakikatte uyanıklık bakımından dördünün en yücesi en üstünüsün.
Mahşer günü görürsün ki arşı sekiz melek taşır. O zaman sekizinin en üstünü yine sen olacaksın demeye başladı.
Bu çeşit sayıp dökmeye, ağlayıp yalvarmaya koyuldu. Çünkü o, bundaki maksadın ne olduğunu anlamış, bundan bir koku almıştı.

1575. Cebrail utanç madeniydi. O antlar, yolunu bağladı.
Yer, pek çok yalvardığı, antlar, yeminler verdiği için geri döndü, dedi ki: Ey kulların rabbi!
Ben senin işinde serseri değildim. Fakat aramızda geçen şeyleri, söylenen sözleri sen daha iyi bilirsin.
Adlarından bir adı andı ki ey her şeyi gören Tanrı, o adın korkusundan yedi gökte dönmesini terk eder durur.
Utandım adından sıkıldım. Yoksa bir avuç toprak getirmek kolay bir şey.

1580. Sen meleklere öyle bir kuvvet vermişsin ki bu gökleri bile yırtarlar.

Tanrının; insanların babası ve Tanrı halifesi olan ,melekler tarafından secde edilen ve onlara hocalık eden Adem aleyhisselam'ın mübarek bedenini yoğurmak üzere bir avuç toprak alması için Mikail aleyhisselam'ı yeryüzüne göndermesi.

Tanrı, Mikail’e “Sen yeryüzüne in de ondan aslan gibi bir avuç toprak kapıver” dedi.
Mikail yeryüzüne gelip ondan bir avuç toprak kapacağı zaman,
Yeryüzü titredi, ağlamaya, yalvarmaya, gözyaşları dökmeye başladı.
Gönlü yanarak yalvardı, kanlı gözyaşı dökerek ant verdi, dedi ki:

1585. Lütuf sahibi eşsiz Tanrı hakkı için ki seni, Arsı taşıyan ulu melekler arasına kattı.
Aleme Rızk veren kilelerin memurusun, lütuf ve ihsan susuzlarına avuç,avuç su verirsin.
Çünkü Mikail sözü kileden üremedir. Mikail fizik veren kilecidir.
Bana aman ver, azat et beni. Bak kanlı gözyaşlarına bulandım da seninle öyle konuşuyorum.
Melek, Tanrı merhametinin madenidir. Dedi ki: Şimdi ben şu yaranın üstüne nasıl tuz ekeyim?

1590. Nitekim Şeytan da kahır madenidir. Adem oğullarından bu yüzden feryat eder.
Yiğidim, merhamet, gazaptan fazladır, gazaba üstündür. Tanrı sıfatlarından lütuf, kahrın üstündedir.
Kullar da onun huyundadır, tulumlar onun suyu ile doludur.
O Tanrı Resulü, o sülük kılavuzu “İnsanlar padişahların dinindedir” demiştir.
Mikail, din rabbinin tapısına, eli yeni boş olarak gitti.

1595.Dedi ki: Ey sırları bilen tek padişah, toprak ağlayıp inledi, yolumu bağladı benim.
Senin yanında gözyaşının bir değeri vardır. İşitmezlikten gelemedim.
Ahın feryadın sence yüce bir değeri var. O hukuku terk etmek elimden gelmedi.
Sence yaşlı gözün pek değeri var. Artık ben, nasıl inat edebilirdim?
Kul, günde beş kere namaza gel, feryad et diye davet edilir.

1600.Müezzinin “Haydi felaha” demesi yok mu? O felah, bu ağlayış bu sızlanıştır.
Sen kimi dertle hasta etmek istersen onun gönlüne ağlayış yolunu kapatırsın.
Bu suretle de defeden olmaz, bela gelip çatar. Çünkü sızlanma şefaatçısı bulunmaz.
Birisini beladan kurtarmak istersen gönlüne sızlanmayı getirirsin.
Kuran’da şiddetli azaba uğrayan ümmetler hakkında dedin ki:

1605. O anda ağlayıp sızlanmadılar ki bela onlardan dönüp savuşsun.
Gönülleri katı olduğundan suçları kendilerine ibadet görünüyordu.
İnatçı kendisini suçlu bilmedikçe nasıl olur da gözleri yaşarır ağlar?

Ağlayıp sızlamanın, gökyüzünden gelen belayı defettiğine Yunus aleyhisselam'ın hikayesi deleldir. Ulu Tanrı,dilediği gibi iş görür, şu halde sızlanma ve onu ululama, insana fayda verir. Filozoflarsa Tanrı, tabiata ve sebebe göre işi görür, dilediği gibi değil. Onun için de sızlanış, tabiatı değiştiremez derler.

Yunus peygamberin kavmine bela gelip çattı. Gökten ateş dolu bir bulut ayrıldı.
Yıldırımlar saçıyor, taşları yakıyordu. Gök gürlemekte, benizleri sarartmaktaydı.

1610.Onların hepsi damlardaydı. Vakit geceydi. Gökyüzünden gelen bu bela, gece vakti gelip çatmıştı.
Hepsi damlardan aşağı indi. Başlarını açıp ovanın yolunu tuttular.
Analar evlatlarını kendilerinden ayırdılar. Hepsi feryat figana, çığrışıp ağlaşmaya koyuldu.
O kavim, akşam namazından seher vaktine kadar başlarına toprak serptiler.
Hepsi avaz,avaz ağlaşıp yalvardılar. O inatçı kavme Tanrı acıdı.

1615. Ümitsizlikten, sabırsız ah ve feryattan sonra yavaş,yavaş bulut dağılmaya başladı.
Yunus peygamberin hikayesi uzun ve etraflıdır. Halbuki toprağı anlatma ve feyiz verme zamanı.
Hasılı ağlayıp sızlanmanın Tanrı yanında değeri vardır. Ağlayıp sızlanmadaki değer nerede var?
Ey ümit hemen kalk, belini sıkıca bağla. Kalk ey ağlayan daima gül.
Çünkü ulu Tanrı üstünlük bakımından gözyaşını, şehitlerin kanları ile bir tutmadadır.

Tanrının, Adem aleyhisselam'ın bedenini yaratmak üzere bir avuç toprak alması için İsrafil aleyhisselam'ı yeryüzüne göndermesi.

1620. Tanrımız bunun üzerine İsrafil’e, yürü dedi, avucunu toprakla doldur gel. İsrafil yeryüzüne geldi ama toprak, ağlayıp inlemeye başladı.
Dedi ki: Ey sür meleği, ey hayat denizi! Ölüler senin nefeslerinle dirilir.
Sür’u öyle bir kuvvetli üflersin ki halk, çürümüşken dirilir, mahşere gelir, o ovayı doldurur.
Su’ru üfler, haydin ey Kerbela şehitleri, kalkın!

1625. Ey ölüm kılıcı ile helak olanlar, dallar, yapraklar gibi topraktan baş kaldırın dersin.
Senin merhametin ve o tesirli nefesin yüzünden şu alem, dirilerle dolar.
Sen rahmet meleğisin, merhamet edersin. Sen Arşı taşımaktasın, ihsan ve lütufların kıblesisin.
Arş, ihsan ve adalet madenidir. Onun altıdan yargılamalarla dolu dört tane ırmak akmaktadır.
Süt, ebedi olan bal, şarap ve akar su ırmakları.

1630. Bunlar arştan cennetlere giderler. Alemde o ırmaklardan çok az bir şey görünür.
Gerçi o dört ırmağın burada görünen cüzleri bulanıktır ya. Neden? Acı yokluk zehrinden.
O dört ırmaktan şu kara toprağa bir yudumcuk serptiler de bir fitnedir kopardılar. Bu suretle aşağılık kişiler, onların aslını arasınlar, bunu dilediler. Fakat adam olmayanlar bunlara kani olup gittiler.
Tanrı çocukları beslemek, yetiştirmek için sütü verdi, her kadının göğsünü bu süt ırmağına kaynak yaptı.

1635. Şarap ırmağını, gamı defetmek, düşünceyi gidermek ve insana kuvvet ve cesaret vermek için üzümden akıttı.
Bal ırmağına da arının için kaynak etti, o ırmağı bedendeki hastalıkları gidermek için akıttı.
Suyu da temizlenmek ve içip kanmak için herkese ihsan etti.
Bu suretle de bunları görüp asıllarını izlemeni diledi. Fakat ey herzevekil, sen bunlara kani oluverdin.
Şimdi toprağın başından geçenleri dinle. Bak, o kudret sahibi İsrafil’e ne efsunlar okuyor.

1640. İsrafil’e karşı suratını ekşitti, yüzlerce şekilde yalvarıp yakardı.
Ululuk ıssı pak Tanrı hakkı için dedi, bana bu kahrı helal görme.
Ben bu işten bir koku alıyorum, kafama bir kötü şüphedir girdi.
Sen rahmet meleğisin, merhamet edersin. Çünkü hama kuşu, hiçbir kuşu incitmez. Ey dertlilere şifa ve rahmet olan melek, sen de o iki kişinin yaptıklarını yap.

1645. İsrafil, çabucak padişahın tapısına döndü, özür getirdi olanları anlattı.
Dedi ki: Yarabbi, görünüşte toprağı al diye emrettin ama içine onun aksini ilham ettin.
Kulağıma, toprağı al dedin, aklıma da bunun aksini emrettin.
Rahmet gazaptan fazladır, üstündür, üstün geldi ey işleri essiz, örneksiz olan ve iyi işler işleyen Tanrı.

Tanrının çevik Adem'in aleyhisselam’ın bedenini yoğurmak üzere bir avuç toprak alması için azim ve şiddet sahibi bir melek olan Azrail aleyhisselam'ı yollaması.

Tanri, Azrail’e “Çabuk git, o hayallere kapılmış toprağın halini gör.

1650. O arık zalimi bul, hemen bir avuç torak al, gel” dedi.
Kaza ve kader çavuşu Azrail, buyruğu yerine getirmek üzere toprak yuvarlağına geldi.
Toprak adeti veçhile yine feryada, ant vermeye başladı. Bir çok yeminler verdi.
“Ey has kul, ey arşı taşıyan, ey arşta da, ferste de emrine itaat edilen!
Tek ve merhametli Tanrı’nın rahmeti hakkı için git. Sana lütuflarda bulunan Tanrı hakkı için git.

1655. Kendisinden başka tapılan bulunmayan, huzurunda kimsenin ağlayıp sızlanması ret edilmeyen padişah hakkı için” dedi.
Fakat Azrail dedi ki: Bu afsunla gizli, aşikar buyruk sahibi olandan yüz çevirmem ben.
Toprak, O, ilim sahibi olmayı da emretti. İkisi de emir. Bilgi yolu ile lütfet de halim ol, o emri tut dedi ama,
Azrail, O, ya tevildir, ya kıyas. Apaçık emirde öyle tevile, kıyasa az uy.
Kendi düşünceni tevil etsen daha iyi. Başka hiçbir emre benzemeyen bu açık emri tevil etmekten daha yeğ.

1660. Yalvarmana içim yanıp durmada. Acı gözyaşlarından gönlüm kanla doldu. Merhametsiz değilim, hatta o üç temiz melekten daha merhametliyim ben, senin derdinle dertleniyorum.
Ben bir yetime tokat atsam, halim bir adam da ona tatlı bir şey verse,
Bu tokat onun tatlısından daha hoştur. Eyvah Eğer o tatlıya kanarsa.
Feryadından ciğerim yanıyor. Fakat Tanri, bana başka bir çeşit lütuf öğretmede.

1665. Gizli lütuf, kahırlar içindedir; değer biçilmez akikin pislik içinde oluşu gibi. Tanrı’nın kahrı, benim ilmimden yüz kat iyidir. Tanrı’dan canını esirgemek can çekişmektir.
Onun en kötü kahrı, iki alemin de ilminden iyidir. Ne güzeldir alemlerin rabbi ve ne iyidir onun yardımı.
Onun kahrında lütuflar gizlidir; onun uğrunda can vermek, adamın canına canlar katar.
Kendine gel de kötü zannı ve azgınlığı bırak. Madem ki Tanrı gel diyor, başını ayak yap da koş.

1670. Onun gel demesi, insana yücelikler verir; sarhoşluklar, eşler, yaygılar bağışlar.
Ben o yüce emri hiç, ama hiçbir suretle tevil edemem.
Dertli toprak bütün bunları duydu. Fakat o kötü zan, kulağına küpe olmuştu, ondan vazgeçmedi.
Aşağılık toprak tekrar başka bir çeşit yalvarmaya, sarhoş gibi secde etmeye başladı.
Azrail dedi ki: Yeter, artık bundan fazlası yok. Hem benden sana ziyan da gelmez. Ben, istersen sana başımı, canımı rehin vereyim.

1675. Yalvarmayı düşünme, Artık o merhamet ve adalet sahibi padişahtan başkasına yalvarma da.
Ben emir kuluyum, emri terk edemem. Onun emri, denizden toz koparır.
O kulağı, gözü, başı, yaratan Tanrı’nın emrinden başka kendiliğimden ne bir hayır dilerim, ne bir şer.
Kulağım onun sözünden başka söze sağır. O, bana tatlı canımdan da değerli.
Can, ondan geldi, o candan değil. O, bedavaca yüz binlerce can verir.

1680. Can nedir ki kerem sahibinden esirgeyeyim? Pire de nedir ki onun yüzünden yorganı yakayım?
Ben, onun hayrından başka bir hayır bilmem. Ondan başkasına sağırım, dilsiz, körüm.
Ağlayıp inleyenlere karsı kulağım sağır. Onun elinde bir mızrak gibiyim ben.

Sana zulmeden mahluk, hakikatte bir alete benzer. Arif, ona derler ki alete değil, Tanrıya bakar. Görünüşte alete baksa bile bilgisizliğinden değildir de öyle icabetmiştir. Nitekim Tanrı sırrını takdis etsin, Ebu Yezid dedi ki: Bunca yıldır halkla konuşmam, halkın sözünü duymam, işitmem. Halksa,beni kendileriyle konuşuyorum, onların sözlerini dinliyorum sanır. Çünkü onlar, söz söylediğim ulu zatı görmezler. Onlar, bence birinin sesine ses veren dağa, dağdan gelen sese benzerler. Duyan akıllı kişi, sese bakmaz. Meşhur atasözüdür: Duvar çiviye niye beni yaralıyorsun? der. Çivi de beni kakana bak diye cevap verir.

Ahmakçasına mızraktan merhamet umma, mızrağı elinde tutan padişahtan um. Mızrağa, kılıca nasıl yalvarabilirsin? Onlar, o yüce kişinin elinde tutsaktır.

1685.O, sanatkarlıkta Azeri’dir, bense putum. Benden ne alet yaparsa o aletim ben.
Beni kadeh yaparsa kadeh olurum, hançer yaparsa hançer.
Çeşme yaparsa su veririm, ateş yaparsa ziya.
Yağmur yaparsa yağar, harmana feyiz ve bereket veririm, ok yaparsa bedene saplanırım.
Yılan yaparsa zehirlerim, yardim ederse hizmette bulunurum.

1690. Ben iki parmağın arasındaki kalem gibiyim. İbadet safında mütereddit değilim.
Azrail toprağı söze tuttu; o sırada o köhne topraktan bir avuç kaptı.
Yeryüzünden sihirbazca bir avuç toprak aldı, halbuki toprak, sözle meşguldü, ondan haberi bile olmadı.
O bir avuç toprağı yeryüzünün rızası olmadan aldı, kaçmak isteyen, ayakları gerisin geriye giden çocuğu nasıl zorla mektebe götürürlerse öylece Tanrı tapısına götürdü.
Tanrı dedi ki: Apaydın bilgim hakki için seni bu halkın celladı yapacağım.

1695. Azrail dedi ki: Yarabbi, halk bana düşman olur. halkın ölüm çağında boğazını siktim mi herkes bana düşman kesilir.
Yüce Tanrım, reva görür müsün halk benden nefret etsin, bana düşman olsun?
Tanrı dedi ki: Ben, sıtma ve humma, kulunç, yaralanma, gibi öyle sebepler yaratırım ki,
Onlar gözlerini senden çevirirler, o hastalıklara, o sebeplere üç kat sarılırlar, yalnız onları görürler.
Azrail, “Yarabbi, Yüce Tanrım, öyle kullarında vardır ki onlar, sebepleri yırtarlar.

1700. Gözleri sebeplerden geçer, senin ihsanınla perdeleri asar.
Hal göz doktorundan birlik sürmesini çekerler de illetten de kurtulurlar sebepten de.
Ne hummaya bakarlar, ne kulunca, ne basura, bu sebeplere hiç ehemmiyet  vermezler.
Çünkü bu illetlerin her birinin devası vardır. Deva kabul etmeyen illet kaza ve kaderdir.
Bilki her hastalığın mutlaka bir devası vardır. Soğuk illetinin devası nasıl kürk giymekse.

1705. Fakat Tanrı, bir adamı dondurmayı murat ederse soğuk, yüz tane kürk giyse yüzünden de tesir eder.
Bedeni öyle bir titremeye baslar ki, ne elbiseyle ısınır ne evle.
Kaza ve kader geldi mi doktor aptallaşır. O ilaç da fayda verme hususunda yolunu şaşırır.
Ahmakları avlayan bu sebepler, nasıl olur da can gözü açık olanın anlayışına perde olur?
Göz sağlam oldu mu aslı görür. Fakat insan şaşı olursa aslı değil de fer’i görür” dedi.

Tanrıdan, Ey Azrail, sebepleri, hastalıkları, kılıç yarasını görmeyen, senin yaptığın işi de görmez. O sebeplerden daha gizlisin ama sen de sebepsin. Hatta o hastaya "Tanrı, ona sizden yakındır ama siz görmezsiniz" sırrı bile gizli kalmaz.

1710. Tanrı dedi ki: Aslı bilen kişi, nasıl olur da arada seni görür?
Kendini halktan gizledin ama sırları apaydın görenlerce sen de bir perdesin.
Onlara ecel, seker gibi tatlı gelirken Artık gözleri dünya devlet ve ikbaline sarhoş olur mu?
Onlarca bedene ait olan ölüm, acı değildir. Çünkü onlar, kuyudan, zindandan çayırlığa, çimenliğe gidiyorlar.
Bu ıstıraplarla dolu alemden kurtuluyorlar. İnsan bir hiçin kayboluşuna ağlar mı?

1715. Padişaha mensup birisi zindanın burcunu yıksa zindandakinin gönlü, ona incinir mi?
Yazık, şu mermer taşı kırdı da canımızı, ruhumuzu hapisten kurtardı.
O güzelim mermer, o yüce taş, zindanın burcuna ne yakışıyordu, ne de güzel uymuştu.
Nasıl oldu da kırdı, beni de hapisten kurtardı? Bu suça karşılık elini kırmalı onun der mi?
Hapisten çıkarılıp dar ağacına götürülen kişiden başka hiçbir mahpus böyle saçma bir söz söylemez.

1720. Birisine, yılan zehrinden kurtarıp şeker verseler bu hal, o adama hiç acı gelir mi?
Can beden kavgasından kurtulur. Beden ayağı olmaksızın gönül kanadıyla uçmaya başlar.
Hani zindanın kuyusuna hapsedilen adamın uyuyup rüyasında gül bahçesini görmesi gibi.
Bu adam der ki: Tanrım, beni bedene döndürme de su gül bahçesinde bir salınıp gezineyim.
Tanrı da duan kabul edildi, dönme der. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir ya.

1725. Bu çeşit rüya bir bak ne hoştur. Adam, ölümünü görmeden cennete gitmede.
Artık hiç o adam, uyanmaya hasret çeker, kuyunun dibinde zincirlere, bukağılara vurulmuş olarak yaşamayı arzular mı?
İnanmışsan artık savaş safına gel ki senin meclisin gökyüzündedir.
Yüzlerce ulaşma ümidiyle kalk, ey kul, mihrap önündeki mum gibi dinel.
Başı kesilmiş mum gibi bütün gece arayıp isteme yüzünden ağla, gözyaşları dök, yan dur.

1730. Yemekten, içmekten ağzını yum, gök sofrasına koş.
Her an ümidini gökyüzüne bağla. Gökyüzü havası ile söğüt gibi titre.
Sana anbean gökten su ve ateş gelip durmada. Rızkını arttırmadadır.
Seni de oraya götürürse şaşma. Aczine bakma isteğine bak.
Çünkü bu istek, sende Tanrının bir emanetidir. Her isteyen kişinin istenmesi yerindedir.

1735. Çalış da bu istek artsın. Bu suretle de gönlün şu ten kuyusundan çıksın.
Halk, filan yoksul öldü desinler, sen de a gafiller diriyim ben.
Bedenim yapayalnız yatmış, uyumuş ama sekiz cennet de gönlümde açılmış de.
Can, gül ve nesrin içinde uyuduktan sonra beden, su pislikte kalmış? Ne gam! Uyumuş canın bedenden ne haberi var? O, ister gül bahçesinde uyusun, ister külhanda.

1740. Can, şu su rengindeki alemde “Keşke kavmim, Rabbim beni ne yüzden yarlığadı, bilseydi” diye nara atmada.
Can, şu bedensiz yaşamayı istemezse peki, gökyüzü kimin sayvanı olacak?
Canın, bedensiz yaşamayı dilemezse “Rızkınız gökyüzündedir” nimeti, kimin kısmeti olacak?

Dünyanın yağlı, ballı nimetlerini yemek tehlikelidir. Tanrı yemeğine mani olur. Nitekim Peygamber, "Açlık,Tanrı yemeğidir. Onunla,yani açlıkla sözü doğruların bedenlerini diriltir" demiştir. Yine "Ben rabbime misafir olurum, o beni doyurur, suvarır" buyurmuştur. Tanrı da "Ferahlanarak rızıklanırlar" demiştir.

Bu kaba Rızk kırıntılarından kurtulursan yüce ve latif rızklara nail olursun.
O manevi rızktan binlerce okka yemek yesen yine pak ve tüy gibi hafif olarak gidersin.

1745. O yemek, sen de ne yel yapar, ne kulunç, ne de mide ağrısı verir.
Az yersen karga gibi aç kalırsın, çok yersen geğirmeye başlar, imtila olursun.
Az yersen huyun kötüleşir, kabalaşır, nobranlaşırsın. Çok yersen bedenin imtilaya müstahak olur.
Fakat Tanrı taamından, o lezzetli rızktan denizler kadar ye, yine de gemi gibi yürü yüz.
Oruca sarıl, sabret, orucu terk etme, her an Tanrı Rızkını bekle.

1750. Çünkü o işi gücü güzel Tanrı, bekleyenlere hediyeler verir.
Tok adam ekmek beklemez. Ekmeği yiyeceği ister er gelsin ister geç.
Aç adam daima nerede der durur. Açlıkla bekler, araştırır.
Beklemezsen o yetmiş kat devlet ve ikbal nevalesi sana gelmez.
Babacığım yüceler yemeğini ercesine bekle,bekle.

1755. Her aç nihayet bir yiyecek bulur. Devlet güneşi elbette ona vurur.
Himmet sahibi misafir, az yemek yerse sofra sahibi, ona daha güzel yemek getirir.
Yalnız yoksul ve nekes olan sofra sahibi başka, ona söz yok. Kerem sahibi Rızk vericiye kötü zanda bulunma.
Ey dayanılan, güvenilen er, bir dağ gibi başını kaldır da günesin ilk ışığı sana vursun.
Baksana o oturaklı yüce dağın tepesi de seher güneşini bekleyip durmada.

Ne hoştu bu dünya, ölüm olmasaydı: ne hoştu dünya mülk, zevali gelmeseydi diyen ve bu çeşit abes sözler söyleyen gafil kişiye cevap

1760. Biri ne hoştu dünya, ortada eteğimizi çeken ölüm olmasaydı demedeydi.
Bir başka biri de dedi ki: Ölüm olmasaydı ıstıraplarla dolu olan bu dünya hiçbir şeye yaramazdı.
Ovaya yığılmış, dövülmeden öylece bırakılmış bir harmana benzerdi.
Halbuki sen asil ölümü dirilik sandın, tohumu çorak yere ektin.
Yalancı akıl, her şeyi aksi görür, diriliği de ölüm sanır a ahmak!

1765. Ey Tanrı, sen bize her şeyi, o hile yurdunda nasılsa öylece göster.
Hiçbir ölü, öldüğüne hayıflanmaz, azığın azlığına hayıflanır.
Yoksa ölen, bir kuyudan ovaya, devlete, yaşayışa ve genişliğe çıkar.
Bu yas konağından, şu daracık deve yatağından geniş bir ovaya göçer.
Orası doğruluk makamıdır, yalan sayvanı değil. Orada hususi bir şarap vardır, adam onunla sarhoş olur ayranla değil.

1770. Orası öyle bir doğruluk makamıdır ki orada onunla oturan Tanrıdır. Ateşe tapanların mabedi olan su balçıktan kurtulmuştur.
Aydın bir suretle yaşamadıysan, bir iki nefeslik ömrün kaldı bari ercesine öl!

Kul,müstahak olmadan nimetler veren Tanrının rahmetinden dilenen şeyler. Tanrı, bir Tanrı ki, insanlar, ümitsizliğe düştükten sonra yağmur yağdırır. Nice uzaklık vardır, yakınlığa sebep olur. Nice kutluluklar vardır, kötülük istediğinden gelip çatar. Bu suretle de Tanrının, kulların kötülüklerini, iyiliklere döndürdüğü bilinir.

Hadiste gelmiştir ki kıyamet günü, her bedene “kalk” diye emir gelir.
Sur’un üfürülmesi, pak Tanri’nin ey zerreler yerden bas kaldırın diye emretmesidir.
Herkesin canı, sabahleyin kalkınca nasıl aklımız başımıza gelirse tıpkı öyle, kendi bedenine girer.

1775. Can, kıyamet günü, kendi bedenini tanır, define gibi kendine mahsus olan o yıkık yere girer.
Her can, kendi bedenini tanır, o bedene girer. Kuyumcunu canı, nasıl olur da terzinin bedenine girer?
Bilgi sahibinin canı, bilgi sahibinin bedenine girer, zulmedenin canı, zulmedenin bedenine.
Sabah çağı kuzu anasını, koyun kuzusunu nasıl tanırsa Tanrı bilgisi de bedenleri tanıma hususunda ruhlara böyle bir bilgi vermiştir.
Ayak bile karanlıkta ayakkabısını tanırken a güzelim can kendi bedenini nasıl tanımaz?

1780. Ey Tanrıya sığınan, sabah küçük mahşerdir. Büyük mahşeri de var ondan kıyas et.
Can, nasıl toprağa uçarsa amel defteri de sağa, sola öyle uçar.
İyiliğe kötülüğe dair dün ne yaptıysa onların yazılı olduğu nekeslik ve cömertlik defterini, insanın avucuna koyarlar.
Seher çağı uykudan uyandı mı o hayır ve şer, ona gelip çatar.
Riyazatı huy edinmişse uyandığı zaman yanına o gelir.

1785. Dün, hamlık etmiş, kötülükte, azgınlıkta bulunmuşsa sol yanından verilen defteri, yas mektubuna döner.
Dün, temiz, kötülükten çekingen ve dindar olarak yaşamışsa uyanınca değerli inciyi elde eder.
Bizim uykumuz ve uyanmamız, ölümle mahşere iki tanıktır.
Küçük haşir büyük hasrı gösterir; küçük ölüm, büyük ölümü aydınlatır.
Fakat bu defter, hayalidir, gizlidir. Büyük haşirde o defter meydana çıkar.

1790. Bu hayal, burada gizlidir, eseri görünür. Fakat bu hayal, orada suretlere bürünür.
Mühendise bak yere tohum eker gibi gönlüne bir ev yapma hayali kor.
O hayal, dışarıda zahir olur, adeta yerden tohum biter gibi.
Gönülde yurt tutan her hayal, mahşer gününde bir surete bürünecektir.
Mühendisin gönlünde kurduğu hayali, tohum bitirme kabiliyetindeki bir yere ekilmiş, orada bitmiş mahsul tut.

1795. Bu iki mahşeri hulâsa etmeden maksadım bir kısastır, inananların bundan hisse almasıdır.
Kıyamet gününün güneşi doğdu mu çirkin, güzel herkes yerden derhal kalkar. Herkes kaza ve kader divanına koşar, geçer para da potaya girer, kalp para da.
Geçer para neşelenerek, nazlana,nazlana kalp para, yanıp eriyerek.
Anbean sınamalar gelmede, bedende gönül sırları görünmede.

1800. Kandil nasıl suyla yağla görünür, aydınlanıp meydana çıkarsa, yahut toprak, nasıl mahsul verir, sırlarını meydana korsa öyle.
Baharın eli, soğanı, safranı, haşhaşı çıkarır, kışın sırrını nasıl meydana korsa öyle.
Biri “Biz Tanrıdan çekinenleriz” diye yemyeşil, öbürü menekşe gibi başı aşağıda. Tehlikeye uğrama korkusu, gönle yerleşmiş, bu yüzden kaynaklat kaynama da, on tane dere olmada.
Gözler, defterler sol yandan gelmesin diye açılmış, bekleyip durmada.

1805. Amel defterinin sağdan verilmesi kolay iş değil. Bunun için gözler sağı solu gözlemede.
Derken bir kulun eline kapkara, suçlarla kötülüklerle dolu bir defter verilir.
İçinde ne bir hayır var, ne bir iyi işte bulunma. Ancak doğru özlülerin gönlünü incitme var.
Baştan ayağa kadar kötülükle, suçla, yol ehline çaldığı ıslıklarla, onlarla ettiği alaylarla dopdolu.
Hileleri, hırsızlıkları, Firavunlar gibi ben, biz demeleri, defteri kaplamış.

1810. O kötü amelli kul, defterini okudu mu analar ki zindandan başka göçecek yer yok.
Suç meydanda özür yolu bağlı. Artık hırsızlar gibi darağacına yürümeye baslar.
O binlerce delili, o binlerce kötü sözü, pis bir çivi gibi ağzını kapatmış.
Üstünde, evinde, çaldığı şeyler çıkmış, okuduğu masal dinlenmez olmuş.
Cehennem zindanına doğru yürümeye koyulur. Çünkü ateşten kaçmasına imkan yok.

1815. Melekler de memurlar gibi önüne ardına düşerler. Evvelce gizliydiler şimdi asesler gibi meydana çıkarlar.
Onu, yürü ey köpek, samanlığına gir diye sürerler, ellerindeki mızraklarla dürterler.
O, her yol basında ayağını sürür, belki o kuyudan kurtulurum ümidine düşer. Bekleyerek durur, susar, bir ümide kapılıp yüzünü geriye çevirir.
Güz yağmurları gibi gözyaşı döker, ümidi kurumuştur, ondan başka elinden ne gelir?

1820. Her an yüzünü geriye çevirir, Tanrı’nın mukaddes tapısına yönelir.
Derken Tanrı’dan “Ey nur ülkesinin melekleri, ona ey iyi huylardan çırılçıplak tembel” deyin.
Ey şer madeni, ne bekliyorsun? A şaşkın neden yüzünü geriye çeviriyorsun?
İşte defterin, eline gelen defter a Tanrı inciten a Şeytana tapan!
Yaptığın şeylerin yazılı olduğu defteri gördün ya. Ne bakıyorsun Artık, yaptığının cezasını gör.

1825.  Beyhude yere emekleyip duruyorsun? Böyle bir kuyuda aydınlık ümidi nerede?
Ne görünüşte bir ibadetin var, ne içinde gizli bir iyilik niyeti.
Ne geceleri münacatta bulundun, namaz kıldın; ne gündüzleri haramdan çekindin oruç tuttun!
Ne kimseyi incitmemek için dilini tuttun, ne ibretle önüne ardına baktın.
Önünde ölüm anlayışı ile can çekişmeden, ardında dostlarının ölümünden başka ne var ki?

1830. Ne zulmünle yana yakıla coşarak bir tövbe ettin, ne ağlayıp sızlandın ey
buğday gösterip arpa satan adı adam!
Terazin eğriydi azgındı. Artık mükafat terazisinin doğru olmasını neye beklersin? Hıyanette eksik tartmada adeta sol ayak kesilmiştin, nasıl olur da terazin sağ yanından gelir?
A boyu bükülmüş, mükafat ve mücazat, gölge gibidir, elbet gölgen de önüne iki büküm düşecek.
Tanrıdan bu çeşit sert hitaplar gelir. Öyle ki bu sözleri dağ duysa kamburlaşır.

1835. Kul der ki: Yarabbi, buyurduklarının yüz misli kötüyüm, yüz misli kötüyüm, yüz misli kötü.
Sen kötülüklerimi ilminle örttün, yoksa yaptığım fenalıkları bilirsin.
Fakat kendi savaşımı, hayır ve şerden öte olan işlerimi, küfrümü, yolumu yordamı mı,
Aczimle sana yalvarışımı, benim, yahut benim gibi yüzlerce kulun hayalini bir yana bırakalım.
Ancak senin lütfuna ümit bağladım. Benim doğru oluşum, yahut inatçılığım söyle dursun.

1840. Ey garezsiz kerem sahibi, karşılıksız olan lütfuna, ihsanına ümit bağlamışım.
Onun için kendi isime bakmıyorum, geri dönüp senin kayıtsız şartsız keremine bakıyorum.
O ümitle yüzümü geri çevirdim. Ben yokken varlığımı sen verdin.
Bedavaca bana varlık elbisesi bağışladın. Ben daima buna güveniyordum.
Kul kendi suçunu ihsanını sayınca Tanrı ihsanı ile Tanrı bağışlaması gelip yetişir.

1845. Der ki: Ey melekler, onu tekrar bana getirin, çünkü gönül gözü rica ve niyazda.
Ben de aldırmayayım da onu azat edeyim, o hatalara bir kalem çekivereyim.
Bir şeye aldırmamak, birinin iyiliğinden, kötülüğünden kendisine ziyan gelmeyen kişiye mübahtır.
Keremimizden hös bir ateş yakalım da az çok, hiçbir suçu kusuru kalmasın.
Öyle bir ateş yakalım ki yalımındaki değersiz kıvılcım bile suçu da yaksın, cebri de, ihtiyari da.

1850. İnsan ağırlıklarının bulunduğu yere bir yalım salalım da dikeni ruhani bir gül bahçesi haline getirelim.
Biz dokuzuncu kat gökten “Sizin isinizi düzeltir” kimyasını gönderdik.
Artık o ebedi ve daimi nur karşısında insanlar babasının debdebesi ve ihtiyarı nedir ki?
Onun söyleyen dili, bir et parçası, gören gözü bir et lokması.
Duyan kulağı, iki parça kemikten, anlayan kalbi iki kahra kanan ibaret.

1855. Sen pisliklerle dopdolu bir kurtcağızsın. Fakat cihana bir gürültü saldın. Meniden yaratıldın, benliği bırak. Ey Eyaz, çarığı hatırla.
Eyaz'ın çarık ve postunu koyduğu bir odası vardı. Kapısı sağlam ve kilitli olduğu için kapı yoldaşları, orada bir define var sanırlardı.
Eyaz, pek akıllı, fikirli olduğundan postu ile çarığını bir odaya asmıştı.
Her gün o boş odaya gider, kendi kendisine Ululanma derdi, işte çağırın şu. Padişaha onun bir odası var dediler, oraya biriktirdiği altınları, gümüşleri altın küplerini koymuş.

1860. Kimseyi oraya sokmuyor. Daima kapısını kapalı tutuyor.
Padişah dedi ki: Tuhaf şey. O kölenin bizden gizlediği nedir ki acaba?
Bir beye, Oraya git, gece yarısı kapıyı aç, odaya gir.
Ne bulursan yağma et, sırrını da kapı yoldaşlarına aç.
Bizden bu kadar ikramlar gördüğü, sayısız lütuflarımıza nail olduğu halde hasisliğinden altın gümüş biriktiriyor ha!

1865. Vefa gösterme de seviyorum demede, coşup köpürmede. Hey gidi buğday gösterip arpa satan hey!
Sevgide dirilik bulana kulluktan başka her şey haramdır, dedi.
Gece yarısı o bey, otuz tane güvenilir adamla Eyaz’ın odasını açmaya gitti.
Bunca yiğit meşaleler yakmışlar, sevinerek odaya gidiyorlar.
Padişahın emri bu. Odayı açacak, altın torbalarını alacağız diyorlardı.

1870. Onların birisi hey gidi hey diyordu, altın da nedir? Akik, lâl ve inciden haber ver.
Çünkü Padişah mahzeninin en has kulu o. Hatta bu güz o padişaha can mesabesinde.
Böyle bir sevgiye karsı yakutun, lâl-in akikin sözü mü olur?
Padişahın ondan şüphesi yoktu. Sınama için bir latifeye girişmişti.
Onu her türlü gıllugıştan temiz biliyordu. Fakat yine de vehmimden gönlü titriyordu.

1875. Allah esirgesin diyordu, ya böyle bir şey çıkarda bundan incinirse. Utanmasını hiç istemem.
Bunu yapmamıştır ya, yapsa bile pekala yapmış. O benim sevgilim, ne dilerse yapsın!
Sevgilimin yaptığını ben yaptım demektir. Ben perdeyim ama hakikatte o benden ibarettir, ben de oyum.
Sonra Ondan diyordu, bu çeşit huylar ne kadar uzak. Bu saçma bir söz beyhude bir hayal.
Eyaz’ın böyle bir şey yapmasına imkan yok. Çünkü o bir deniz ki dibini görmenin imkanı bulunmaz.

1880. Yedi deniz de o denizin bir katresi. Bütün varlık onun dalgasından bir damla.
Bütün temizlikleri o denizden elde ederler. Katreleri teker,teker birer sırça yapan sanatkar.
O padişahlar padişahı, hatta padişahlar meydana getiren o. Yalnız kötü göz deymesin diye adı Eyaz olmuş.
Kötü göz söyle dursun, iyi gözler bile onu nazarlar. Çünkü güzelliğinin haddi yok, elbette kıskanacaklar.
Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki o meleklerin bile kıskandıkları güzeli öveyim.

1885. Hatta bu çeşit bir ağza sahip olsam, yahut bunun yüz misli geniş bir ağız elde etsem yine de feryadı figan o ağıza sığamaz.
Fakat ey dayandığım dost, bu kadar da söylemesem gönül sırçası, zayıflığından çatlayacak.
Gönül sırçasını pek nazik gördüm de biraz teskin edebilmek için nice cüppeler yırttım.
Güzelim; ben her ay başı mutlaka üç gün deli olurum.
Kendine gel bu gün o üç günün ilki. Bu gün zafer günü; firuze günü değil.

1890. Padişahın derdine düşen her gönle anbean ay başı var.
Deli oldum da Mahmut’un hikayesiyle Eyaz’ın vasıflarını söyleyemedim kaldı gitti işte.

Söylenenler, hikayenin suretinden ibarettir, sureti anlayabileceklerin anlayışına, onların tasavvur aynalarına göre söylenmiştir. Bu hikayenin haki katındaki mukaddesliğe iner de söylemeye kalkışırsam utancımdan baş da kaybolur, sakal da, kalem de. Akıllı olana bir işaret yeter.

Çünkü filim rüyada Hindistan’ı gördü. Köy hara boldu, haraçtan ümidini kes.
Aklım fikrim zayi olduktan sonra nasıl nazım düzebilir, kafiyeye riayet edebilirim? Dertlerle deliliğim bir değil ki. Bende delilik içinde delilik var, delilik içinde delilik.

1895. Yoklukta varlığı göreli bedenim gizli işaretlerden eridi bitti.
Ey Eyaz aşkınla kıla döndüm, hikayeyi söylemeden kaldım, Artık sen benim hikayemi söyle.
Ben aşkla senin hikayeni çok söyledim. Artık ben hikayeye döndüm, sen benim hikayemi oku.
Ey uyduğum zat, zaten okursun, ben okuyamam. Ben Tur dağına benzerim, sen Musa’sın bu da ses.
Biçare dağ söz nedir, ne bilsin? Dağ, bomboştur, sözü Musa bilir.

1900. Dağ, bilse bilse kadrince bilir. Beden ruh letafetinden çok az bir şeye maliktir.
Ten, hesaplarsan usturlaba benzer, güneşe benzeyen ruhun bir delilidir.
Gözü iyi görmeyen müneccimin usturlaba müracaatı zaruridir.
Güneşi usturlapla hesaplaması lazımdır ki güneşin nerede bulunduğundan bir koku alsın.
Doğruyu usturlapla arayan can, gökyüzünü ve güneşi ne kadar bilebilir?

1905. Sen göz usturlabı ile bakıp gördükçe alemi pek dar görürüsün.
Sen alemi gözünün alabildiği kadar görebilirsin. Halbuki alem nerede, sen neredesin? Neye bıyığını buruyorsun ya?
Ariflerin bir sürmesi vardır, onu ara da dereye benzeyen su gözün deniz kesilsin.
Zerrece aklım fikrim varsa bu ne sevdadır, bu ne dağınık söz?
Aklım, fikrim başımda yoksa benim bunda ne günahım var?

1910. Benim günahım yok ama aklimi alan sevgilinin de günahı yok. Bütün akılların aklı onun huzurunda ölüp gitmede.
Ey akıllara fitne salan, onları hayran eden, akılların senden başka sığınacağı yer yok.
Beni çıldırttığın demden beri aklı hiç arzulamadım. Beni süsleyip bezediğin zamandan beri güzelliğe hiç haset etmedim.
Senin sevdana düşüp çıldırmam hoş ve iyi değil mi? Tanrı sana hayırlar versin, evet iyi de!
O ister Arapça söylesin ister Farsça. Nerede bir kulak nerede bir akıl ki o sözleri anlasın.

1915. Onun şarabı, her aklın harcı değil. Onun küpesi her kulağın oyuncağı değil.
Bir kere daha delicesine geldim işte. Yürü, yürü ey can, çabuk bir zincir getir.
Fakat sevgilimin zülfünden başka iki yüz tane zincir olsa kırarım ha.

"İnsana bak, neden yaratıldı", hükmünce çarık ve kürke bakmanın sebebi

Yine Eyaz’ın aşk hikayesine dön. Çünkü o hikaye sırlarla dopdolu bir hazinedir.
Her gün o güzelim odaya çarığını postunu görmeye giderdi.

1920. Çünkü varlık, insanı adamakıllı sarhoş eder, aklını başından alır, utancını gönlünden.
Önce gelenlerden nice yüz binlerce taifeyi varlık sarhoşluğu, bu geçitte yere yıktı.
İblis de neden Adem benden üstün olsun ki deyip Azazil kesildi.
Ben hem hocayım hem hoca oğlu. Yüz binlerce hünere kabiliyetim var, her şeyi yapabilirim.
Hüner ve marifette kimseden aşağı değilim ki hizmet etmek üzere düşmanın önünde ayak üstü durayım.

1925. Ben ateşten doğdum, o balçıktan. Ateşe karşı balçığın ne değeri vardır ki?
Ben alemin en ulusu, zamanın övünülecek kişisiyken o vakit o neredeydi? dedi.

"Tanrı,cinleri ateşin dumansız alevinden yarattı" dendiği gibi yine ulu Tanrı İblis hakkında "Şüphe yok ki o, cin tayfasındandı, rabbinin buyruğundan çıktı" buyurmuştur.

Şeytanın can ateşi alevlenmede. O bir ateştir ki aslı gibi. “Çocuk babasının sırrıdır” denmiştir.
Hayır yanlış söyledim. O ateş Tanrı kahrıdır. Bu hususta bir sebep göstermeye
ne hacet?
Sebepsiz ve sebeplerle hiçbir münasebeti olmayan bir iş, ezelden beri daima olagelmektedir

1930. Onun sebepsiz ve illetsiz pak sanatına, ne sonradan yaratılan bir şeyin sebebi sığar, ne de sonradan yaratılan bir şey.
Baba sırrı da ne oluyor? Babamız onun yaratışı. Yaradılış içtir, babaysa deriye benzer bir suret.
Bil ki ey aşk fındığı, dostun aşktır. Canını iç haline getirmek ister de derini yırtar, döker.
Sevgilisi deri olan kişinin derisini Tanrı, her an değiştirir durur.
Manen için, Ateşe hakimdir. Fakat kabukların, Ateşe ancak odun olabilir.

1935.  Ateşin kudreti, içinde su olan tahta testinin dışındadır.
İnsanın sırrı ateşten üstündür. Hiç cehennemin maliki ateşte helak olur mu?
Şu halde sen, bedenini çoğaltma, mananın fazla olmasına bak ki Malik gibi ateşten üstün olasın.
Halbuki sen deri üstüne deriye bürünüyor, derilere bürünmüş bir kurda dönüyorsun.
Ateşin yiyeceği ancak deridir. Tanrı kahrı kibrin derisini yırtar, yüzer.

1940. Bu kibirlenme, derinin bir neticesidir. Kibrin mevkii, malı, o sevgiliden, deriden meydana gelir.
Bu kibirlenme nedir? İçten haberdar olmamak. Donan suyun güneşten gafil olusu gibi.
Fakat su güneşten haberdar oldu mu buzu kalmaz, yumuşar, ısınır akıverir.
İçi görmek, bütün bedeni hor etmek, aşık olmaktır. Çünkü bu taktirde bütün beden tamahtan ibaret olur. “Tamah eden alçalır” denmiştir.
Fakat içi görmeyen, deriyle kanaat eder. “Kanaat eden yüceldi” bağı, ona zindan olur.

1945. Burada yücelik kafirliktir alçalmak din. Taş taşlıktan fani olmadıkça yüzüğe takılır mi?
Hem hala taşsın, hem de ben diyor, varlık güdüyorsun. Halbuki senin yoksullanmanın, yok olmanın tam zamanı.
Kafir, daima mal ve mevki arar. Çünkü külhan, fışkı ile tavlanır.
Bu iki dadı, mal ve mevki, deriyi şişirir, yağla etle, kibirle, benlikle doldurur.
Kafirler gözlerini isin içine atmadılar da o yüzden deriyi iç sandılar.

1950. Bu yola kılavuz İblistir. Çünkü mevki tuzağına ilk avlanan odur.
Mal yılana benzer mevki ise ejderhadır. Tanrı erlerinin gölgesi bu ikisine de zümrüttür.
Yılanın o zümrütten gözü kamaşır, kör olur; yolcu da kurtulur.
O ulu, yani İblis, önce bu yola diken döşemiştir. Onun için her incinen, lanet şeytana der.
Yani bu dert, bana onun hilesinden geldi. Hilede ilk önce ayak olan odur demek ister.

1955. Ondan sonra nice zamanlar geçmiş, niceleri gelip gitmiş, fakat herkes, onun yoluna ayak basmıştır.
Yiğidim kim bir kötü adet koysa, ondan sonra halk körlüğünden o adete uysa.
Bütün o adeti işleyenlerin günahı, o adeti ilk koyana da yazılır. Çünkü o, baştır öbürleri kuyruk.
Fakat Adem, ben topraktan yaratıldım diye o çarıkla postu önüne koymuştur.
Eyaz gibi o da çarığını göz önünde tuttu, sonunda akıbeti Mahmut oldu.

1960. Mutlak varlık yoklukları meydana getirip durur. Yokluktan başka var yaratan is yurdu var mi?
Adam, yazılmış kağıda yazı yazar mı, yahut fidan dikilmiş fidanlığa tekrar fidan diker mi?
Yazmak için yazılmamış bir kağıt arar. Tohum ekmek için ekilmemiş bir yeri aktarır.
Sen de kardeş tohum ekilmemiş bir yol ol, yazılmamış beyaz bir kağıt kesil de,
“Nun vel kalem” yazısı ile şeref kazan, sana da o kerem sahibi tohum eksin.

1965. Bu paluzeden tatmamış ol. Gördüğün mutfağı görmezlikten gel.
Çünkü bu paluze insana sarhoşluk verir de postla çarık hatırından çıkar.
Can verme ve ölüm zamanı gelince sonra ah eder, o zaman hırkanı çarığını anarşin.
Fakat çirkinlik dalgasına dalmadıkça, sana bir sığınacak bulunmadıkça,
O doğru düzen gemiyi aklına bile getirmez, çarık ve pöstekine göz bile atmazsın.

1970. Fakat yokluk denizine daldın da aciz oldun mu sevgi davasına düşer,“Rabbimiz kendimize zulmettik” demeye kalkışırsın.
Şeytan der ki: Hele şu hama bakin. Şu vakitsiz öten horozun kesin başını.
Bu huy Eyaz’ın zekasından uzaktır. Yalvarıp yakarmadan namaz kılmaz o.
O, önceden de gökteki horozdur. Onun nazarları tam zamanındadır.

"Her şeyi, nasılsa bize öyle göster" hadisiyle "Perde kalksa, bildiğimden, gördüğümden fazla bir şey görmez ve bilmezdim" sözünün ve "Kime kötü gözle bakarsan bil ki kendi varlık dairenden bakmada, sen fena olduğundan onu fena görmedesin" beytinin manası. Eğri merdiven basamağının gölgesi eğri olur.

Ey horozlar, ötmeyi para için değil, Tanrı için ötenden öğrenin.

1975. Yalancı sabah gelir, onu aldatamaz. Yalancı sabahı, ona iyilik ve kötülük alemidir.
Dünya ehlinin aklı, noksan olduğundan yalancı sabahı, sahici sabah sanırlar.
Yalancı sabah, nice kervanın yolunu vurmuştur. Kervancılar, o Yalancı aydınlığı sabah sanıp yola çıkmışlardır.
Yalancı sabah, halka kılavuz olmasın. Çünkü nice kervanları yele vermiştir.
Ey Yalancı sabaha kapılan, sahici sabahı da Yalancı görme.

1980.  Nifaktan, kötülükten kurtulduysan neden kardeşin hakkında kötü zanna düşüyor, münafıklık diyorsun?
Kötü zanda bulunanın işi, daima çirkindir.Dostun hakkında da kendi kitabını okur o.
Eğrilikte kalan aşağılık kişiler, peygamberlere de büyücü ve eğri adam dediler.
O kötü düşünceli aşağılık beyler de Eyaz’ın odası hakkında böyle kötü düşünceye saptılar.
Orada definesi, hazinesi var dediler. Başkalarını kendi aynanda görme.

1985.  Padişah onun temizliğini biliyordu. O araştırmayı onlar için yaptırıyordu.
O beye, odayı gece yarısı aç da haberi olmasın.
Bu suretle düşünceleri meydana çıksın. Ondan sonra ona yapılacak şeyi biz biliriz.
O altınları mücevherleri de size bağışladım. Yalnız neler çıktığını bana haber verin, o kadar dedi.
Dedi ama eşi olmayan Eyaz için de içi titremekteydi.

1990. Bunları ben mi söylüyorum? Bu sözleri duysa ne hale gelir? Diyordu.
Sonra da diyordu ki: Dini hakki için onun temkini bundan da artıktır.
Benim sitemime kızmaz, benim sözümden alınmaz, maksadımı sırrımı anlar.
Bir belaya uğrayan, o dertten perişan olmaz, bir çok tevillerde bulunur.
Eyaz’da sabırlıdır, tevillerde bulunur. O işin sonuna bakar.

1995. Yusuf gibi, bu zindandakilerin rüyalarını tabir eder, tabiri onca aşikardır. Rüyasını yoramayan başkasının Rüyasını nasıl yorabilir?
Ben onu sınasam, Sınama yüzünden ona yüzlerce kılıç vursam yine o merhametli sevgilinin sevgisi eksilmez.
Bilir ki o kılıcı kendime vuruyorum. Çünkü ben oyum hakikatte o da ben.

Niyaz, nazın zahiren zıddıdır, fakat hakikatte aşıkla maşuk, görünüşte zıt olmakla beraber birdir. Nitekim aynanın sureti yoktur, suretsizlik de suretin zıddıdır. Fakat aynayla suret arasında hakikatte birlik vardır. Bunu anlatmak uzun sürer. Aklı olana bir işaret yeter.

Ayrılık derdinden Mecnun, ansızın hastalandı.

2000. İştiyak aleviyle kanı kaynadı, nihayet boğaz illetine tutuldu.
Tedavi için hekim geldi. Gördü ki damarını yarmak ve kan almaktan başka çare yok.
Kanı defetmek için hacamat lazım dedi. Çağırdılar hünerli bir hacamatçı geldi. Kolunu bağladı, sis olan yeri deşeceği sırada o huyu, aşktan ibaret olan aşık, bir nara attı.
Dedi ki: Paranı al git, hacamat etme. Ölürsem öleyim, bu köhnemiş beden bırak ölsün!

2005. Hacamatçı dedi ki: Bundan ne korkuyorsun sen kükremiş aslandan bile korkmazsın.
Geceleyin aslan, kurt, ayı, yaban sığırı gibi hayvanlarla bütün yırtıcı hayvanat, saf,saf çevrene toplanırlar.
Onlar sende aşk ve vecitten başka hiçbir şey görmezler. Senden insan kokusu almazlar.
Kurt, ayı ve aslan bile aşk nedir, biliyor. Artık aşktan kör olan kişi köpekten de aşağıdır.
Köpekte aşk damarı olmasaydı Ashabı kehf’in köpeği, kala erbabını arar mıydı hiç?

2010. Şöhret olmamıştır ama alemde onun cinsinden çok köpekler vardır.
Sense kendi cinsinden olandan bile bir koku almadın. Artık kurtla koyundan aşk kokusunu nereden alacaksın?
Aşk olmasaydı, varlık nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da gelir senin vücuduna katılırdı?
Ekmek varlığa katıldı neden? aşktan, istekten. Yoksa ekmeğin can olmasına yol var mi?
Aşk,ölü olan ekmeği can haline getirmede, fani olan cani ebedileştirmede.

2015. Mecnun dedi ki: Ben yaradan korkmuyorum. Sabrım, taştan yapılma dağlardan da fazladır.
Yarasız durmaya hayatta tahammülüm yok. Yaralara aşığım, onlara koşa,koşa giderim.
Fakat vücudum Leyla ile doludur. Bu sedef o incinin sıfatları ile dolmuştur.
Ey hacamatçı, korkarım beni hacamat ederken Leyla’yı yaralarsın.
Gönlü aydın olan akıllı kişi, bilir ki benimle Leyla arasında bir fark yok.

Bir sevgili aşıkına sordu: Beni mi çok seversin, kendini mi? Aşık dedi ki: Ben kendimden ölmüş, kurtulmuş, seninle dirilmişim. Kendi varlığımdan, kendi sıfatlarımdan yok olmuşum, seninle var olmuşum. İlmimi unutmuşum, senin bilginle bilgi sahibi olmuşum. Kudretimi hatırdan çıkarmışım, senin kudretinle kudretlenmişim. Kendimi seversem seni sevmiş olurum, seni seversem kendimi sevmiş olurum. "Kimde yakın aynası varsa kendini görmüş olsa bile hakikatte Tanrıyı görmüş olur."  "Sıfatlarıma bürünüp halka görün, seni gören beni görür, sana kaideden bana kasteder. " İşte bu, hep böyle gider.

2020. Bir sevgili aşkını sınamak istedi de bir seher çağı dedi ki: Ey falan oğlu falan,
Ey dertlere uğramış aşık, beni mi daha çok seversin kendini mi? doğru söyle.
Aşık dedi ki: Ben, sende öyle bir fani olmuşum ki tependen tırnağa kadar seninle doluyum.
Varlığımdan bir addan başka bir şey kalmadı.  Ey güzelim, vücudumda senden başka bir varlık yok.
Bu sebeple sirke bal denizinde nasıl yok olursa ben de sende öyle yok oldum.

2025. Hani taş halis laal haline gelir, güneşin sıfatları ile dolar ya,
Artık onda taşlık kalmaz. Onun önü de güneşin sıfatıyla dolar, ardı da.
Ondan sonra kendini severse o güneşi sevmektir civanım.
O, canla başla güneşi sever yine şüphe yok ki kendisini sevmiş olur.
Halis laal, ister kendisini sevsin, ister güneşi.

2030. Bu iki sevgide zaten fark yoktur. Her iki tarafta da doğu ışığından başka bir şey yoktur ki.
Fakat taş laal olmadıkça kendisine düşmandır. Çünkü orada bir varlık değil, iki varlık vardır.
Çünkü taş karanlıktır, gündüz bile kördür. Karanlıksa hakikatte nurun zıddıdır.
O, kendisini sever, kafirdir. Çünkü, büyük Güneşi men eder durur.
Şu halde taşın “ben” demesi yaraşır bir şey değil. O, daima karanlıktadır, yokluktadır.

2035. Firavun ben Tanrıyım dedi alçaldı. Mahsur Ben Hakkım dedi kurtuldu.
O “Benim” deyisin ardından hemen Tanrı laneti ulaştı. Fakat ey seven kişi, bu“Benim” deyişin ardından hemen Tanrı rahmeti ulaştı.
Çünkü, o kara taştı, bu akik. O, nura düşmandı bu aşık.
Bu “Benim” demek, a boşboğaz, hakikatte “Odur” demektir. Fakat iki nurun birleşmesi gibi de değil, bir şeyin bir şeye sızması gibi de değil.
Çalış da taşlığın azalsın, laal ol da taşın nurlansın.

2040. Savaşta, zahmet çekmede sabırlı ol da anbean yoklukta varlık bul.
Sende her zaman taşlık sıfatı azalsın, laal sıfatı kuvvetlensin.
Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın.
Kulak gibi tamamı ile kulak ol da sana laal küpe takılsın.
Kuyu kazan adam gibi sen de adamsan su bedenin kuyusunu kaz da suya ulaş.

2045. Fakat duru suyun rabbinden bir cezbe gelirse kuyu kazmadan da su, yerden fışkırır.
Yalnız sen buna kulak asma da kazmaya savaş. Yavaş,yavaş kuyunun toprağını deş derinleştir.
Kim zahmet çekerse defineyi elde eder. Kim çalışır çabalarsa devlete ulaşır.
Peygamber, Rukü ve secde varlık halkasını Tanrı kapısına vurmaktır dedi.
Kim o kapının halkasını döverse elbette ona devlet baş gösterir.

O kovucu beyin gece yarısında çavuşlarla gelip Eyaz'ın odasını açması, odada asılı bulunan çarıkla postu görmesi, bunu düzen sanıp odanın her tarafını kazması, şüphe ettiği yerlerini deşmesi, kuyucuları getirmesi, duvarları delmesi ve nihayet hiçbir şey bulamayıp utanması, ümitsizliğe düşmesi. Nitekim kötü düşüncelerle hayale kapılanlar da peygamberlerle velilere büyücü dediler, bunlar, bu işi kendiliklerinden yapıyorlar, bununla yücelik ve ululuk diliyorlar diye söylendiler. İşin içyüzünü araştırdıktan sonra da utandılar, hiçbir fayda elde edemediler.

2050. O emin adamlar, hazine, altın ve altın dolu küpler bulmak üzere oda kapısına geldiler.
Yüzlerce hünerle ve istekten çırpınarak kilidi açtılar.
Çünkü kilit pek sağlamdı, adamakıllı kilitlenmişti. Aynı zamanda başka kilitlere de benzemiyordu.
Eyaz bu odayı hasisliğinden, yahut malını, ham altınını gizlemek için değil, bu sırrı halktan gizlemek için kilitlemişti.
Bazıları kötü hayallere kapılır, bir kısım halkta bana riyakar der demişti.

2055. Himmetli adamların öyle can sırları vardır ki lal madeni gibi onları aşağılık adamlardan gizlerler.
Fakat ahmaklarca altın, candan yeğdir. Padişahların yanındaysa can altını saçılır.
Onlar da altın hırsı ile hararetlenmişler, koşuyorlardı. Akılları böyle hızlı gitmeyin, daha yavaş olun diyordu ama dinleyen kim?
Hırs beyhude yere seraba doğru koşar. Akılsa iyi bak der o su değil.
Hırs üstün gelmişti, altın da can gibi sevgiliydi. Artık o anda aklın sesi duyulmaz olmuştu.

2060. Hırsları şamataları bir iken yüz olmuştu. Aklın tedbir ve irşadı artık gizlenmişti.
Nihayet aldanma kuyusuna düşecekler, o vakit hikmetin kınamasını duyacaklardı.
Tuzağın ipine dolaşıp gururu kırılınca nefsi levvamenin kınanmasını işiteceklerdi.
Bu çeşit adam, başını bela duvarına çarpmadıkça kulağı sağırdır, gönlün öğüdünü duymaz.
Helva ve şeker hırsı çocukların iki kulağını sağır eder, öğütleri duymaz.

2065. Fakat çıban çıkarmaya başladı mı kulakları açılır, öğütleri dinler.
O birkaç kişi yüzlerce hırsla, yüzlerce hevesle odanın kapısını açtılar.
Kokmuş ayrana üşüsen, ayranın içine düşen sinekler gibi birbirlerini çiğneyerek odaya girdiler.
Sinekler de ayrana debdebeyle ve koşa,koşa atılırlar ama içine düştüler mi içmelerine imkan bulunmaz, iki kanatları da ıslanır kala kalırlar.
Onlar da içeri girip sağa, sola bakındılar. Fakat odada bir yırtık çarıkla bir eski kürkten başka bir şey yoktu.

2070. Tekrar burası boş olamaz. Bu çarık, işi gizlemek için konmuş.
Keskin kazmalar getirelim de yeri kazalım dediler.
Her tarafı kazdılar estiler. Delikler açtılar, derin,derin çukurlar kazdılar.
Çukurları kazarlarken o çukurlar, onlara, a kazıcılar, bizde bir şey yok diyordu.
Nihayet bir şey bulamayınca bu zandan utandılar, çukurları doldurmaya koyuldular.

2075. Her biri sayısız Lahavle okumaktaydı. Tamah kuşları gıdasız kalmıştı.
Duvarın, kapının yarıkları, delikleri, onların o beyhude sapıklığına şahitti.
Sanki duvar değildi, inkar edememeleri için Eyaz’ın huzurunda onlar aleyhinde birer tanıktı.
Suçsuz birisine bir töhmet atıldı mı duvar ve ören tanıklık verir.
Hasılı üstleri, basları tozla toprakla dolu, yüzleri sapsarı utanmış bir halde Padişahın huzuruna vardılar.

Kovucuların, Eyaz'ın odasından torbaları boş, utanmış olarak Padişahın huzuruna gelmeleri, Nitekim "O gün bir gündür ki yüzler ağarır o gün, yüzler kararır" ve "Tanrıya yalan isnad edenleri görürsün ki yüzleri kapkara olmuş" ayetleri hükmünce peygamberlerin kötülükten ari ve tertemiz oldukları anlaşılınca onlar hakkında kötü düşüncelere saplananlar da utanırlar.

2080. Padişah mahsustan fikrini gizleyerek onlara “Hayrola koltuklarınızda ne altın var, ne torba.
Paralarla ağır kumaşları gizlediyseniz yüzünüzdeki neşe nerede? dedi.
Kök, gizlice ürer, kök verir ama “Eseri, yüzlerinde görünür” yaprağı yemyeşildir. Yücelmiş dal, o kökün zehirden, şekerden ne yediyse, yediklerini bağıra,bağıra ilan eder.
Kökte bir maya bir sermaye yoksa daldaki bu yeşil yapraklar nedir?

2085. Toprak, kökün ağzını mühürlese bile el ve ayak dalları tanıklık verir.
O emin adamlar, hep birden gölge gibi Padişahın huzurunda secde edip özür getirdiler.
O kızgınlığın, o benlik davasının mazur görülmesini niyaz etmek için huzura kılıç ve kefenle gittiler.
Utançlarından her biri parmaklarını ısırıyorlardı. Her biri cihan padişahı diyordu.
Kanımızı dökersen sana helaldir. Canımızı bağışlarsan bu da bir nimettir, bir lütuf ve ihsandır.

2090. Biz, bize layık olanı işledik. Artık ey ulu Padişah, sen ne buyruk yürütürsen yürüt.
Ey gönülleri aydınlatan Padişah, suçumuzu bağışlamazsan haklısın, bağışlarsan lütuf etmiş olursun. Geceleyin gece gibi hareket etmiş, gündüzün gündüz gibi hareket etmiş olursun.
Bağışlarsan ümitsizliğimiz gider, bağışlamazsan bizim gibi yüzlercesi sana feda olsun.
Padişah dedi ki: Bu yanıp yakılmayı, bu yalvarıp yakarmayı ben istemem. Bu Eyaz’ın hakki.

Padişahın, o kovucuların, o adayı açanların tövbelerini kabul etmeyi Eyaz'a havale etmesi ve cezalarının tertibini onun reyine bırakması ve bu suretle bu kötülük bana değil, onadır demesi.

Bu kötülük bana değil onadır. Bu yara, o izi güzel kölenin damarlarına vurulmuştur.

2095.  Can bakımından biriz ama görünüşte bu kârdan, bu zarardan uzağım ben.
Kulun bir töhmet altına alınması, padişaha ayıp değildir. Bu, padişahın ancak bilimini keremini gösterir.
Padişah töhmet altına alınanı ihsanları ile Karun gibi zengin ederse suçsuza bakınca neler yapmaz?
Padişahı gafil sanma. O, herkesin yaptığını bilir. Yalnız bildiğini dışarıya vurmasına Hilmi rıza vermez.
Onun bilgisine karşı “Burada kim şefaatçi olabilir?” Onun ilminden başka pervasızca kim şefaat edebilir?

2100. Zaten o suç, önce onun Hilmi yüzünden meydana gelir. Yoksa onun korkusu, kimde suç islemeye mecal bırakır ki?

AÇIKLAMALAR: 1401 - 2100 Beyitlerin Notları :

S. 118, B. 1429 dan sonraki baslık: "Acele edip de dilini oynama. Onu toplamak da bize aittir. Okumak da. Sana okuduk mu sen de onu, oku." Sûre 75 (Kıyamet), ayet 16-18.  20’nci sûrede aynen böyle bir âyet vardır: "Doğru olan saltanat sahibi Tanrı, pek yücedir. Sana vahye dilmesi bitmeden Kuranı okumakta acele etme, rabbim, bilgimi arttır de!” (Tâhâ, âyet 114) Ayni baslıktaki ikinci âyet, 53’üncü sûrenin (Necm) 4 üncü âyetidir.

S. 119, B. 1444 ten sonraki baslık: "O öyle bir Tanrıdır ki saha kitap indirdi. Onun âyetlerinden bir kısmi, hükmü apaçık olan âyetlerdir ki bunlar, kitabin asli, esasidir. Öbür kısmi ise onlara benziyken âyetlerdir. Kalblerinde şüphe olan kişilerse fitne koparmak, tevil etmek için o hükmü açık olan âyetlere benziyken âyetleri ele alır, onlara uyarlar. Halbuki onların tevilini Tanri'dan başka kimse bilmez. Bilgide sabit olanlarsa inandık derler, hepsi de rabbim izden. Fakat akil sahibi olanlardan başkaları, bundan öğüt almazlar." Sûre 3 (Âli Imran), âyet 7.

S. 121, B. 1463: "şüphe yok, Tanrı cennet karşılığı olarak insanların nefislerini, mallarını satın aldı; Tanrı yolunda vuruşurlar, öldürürler, ölürler. Bu, Tanri'nin Doğru bir vaadidir. Tevrat ve İncil’de de vardır. Kur'anda da. Kim, Tanrı ile yaptığı ahitte. durursa onu alışverişinden dolayı muştulayın. Ve bu, pek büyük kurtuluştur." Sûre 9 (Tevbe), âyet 111.

S. 124, B. 1496: Zeyd ve Amr, Arap gramerinde örnek olarak kullanılan erkek adlarıdır, falan filân gibi. Kadın olursa Hind adi kullanılır. Fetvalarda da ayni adlar kullanilagelmistir.

S. 124, B. 1500: "Kıyamet günü insan, kardeşinden kaçar. Anasından, babasından., kardeşinden ve oğlundan kaçar." Sûre 80 (Abes), âyet 34-36.

S. 126, B. 1524: "Ve Zekeriyya'yı an; hani Rabbine yarabbi, beni tek bırakma, bana bir oğul ver.. Sen, vârislerin hayırlısısın demişti." Sûre 21 (Enbiya), âyet 89.

S.-127, B. 1536: "Sonra kalbileriniz katılaştı, bundan sonra âdeta tasa döndü, hattâ daha da kati oldu. Tas vardır ki ondan sular kaynar akar. Tas vardır ki yarılır, ondan su çıkar. Bazıları vardır ki Tanri korkusundan yukarıya aşağıya düşer. Tanrı, yaptığınız şeylerden gafil değildir." Sûre 2  (Bakara), âyet 74.

S. 129, B. 1556-1682:   Ankaravî böyle bir hadîs nakletmektedir. S. 370-371.

S. 132, B. 1593:   Böyle bir söz hadîs olarak rivayet edilmistir.

S. 132, B. 1593: Mecbur edecek bir kuvvet yoktur, diledigini yapar ve yaptığını, mecbur olduğu için değil, ihtiyariyle yapar. Su halde Tanri, faili muhtardır. Hukemaya gelince: Onlarca kudretli fatira yani yaratıcı kudret, bir illet ve sebeple teb'an yaratır. O kudret, bittabi faaldir. Bu faaliyet, yine zaruri olarak bir münfaillik meydana getirir. Bu faillik ve münfaillik, zaruri olarak gökleri, yıldızları, onların da zaruri dönüşleri, zaruri olarak unsurları meydana getirir. Unsurlarla göklerin, zaruri olarak birleşmesi yine zaruri olarak cemat, nebat, ve hayvani var eder. Hasılı yaratıcı kudret, faili muhtar değildir, fâil bittabidir. O ezelî kuvvet bulundukça faal münfail olması, bu aktif ve pasiflikten de su âlemin vücudu lâzım ve zaruridir. Hattâ bu yüzden Hukema, âlemi, ezelî kudrete nispetle hadis, fakat varlığı bakımından kadim saymışlar ve "Heykeli âlem hadisi kadimdir" demişlerdir. Meselâ bir adam, elindeki şeyi sallar. Eliyle o şey, ayni zamanda sallanır, fakat zaman itibariyle değil de zat itibariyle eli, elindeki şeye nazaran kadim sayılır. Âlemin varlığı da zata nispetle aynen böyledir. Ayni zamanda her şey, nasıl olması lazımsa öyledir. Çünkü Tanri'nin ilmi, malûma tâbidir. Sofiyenin mühim bir kısmi bu inanışta hukemaya uymuştur. Onlarca da Vücudu Mutlak olan Tanri'nin zâti iktizası, zuhura olan meylidir ki buna "İlim" de denir. Tanrı oldukça, bu zuhura olan meyli de vardır. Diğer bir suretle söylemek lâzım gelirse Tanrı olsun da zuhuru olmasın, buna imkân yoktur. Su halde âlem, ezelî ve ebedîdir, Hukemanın dediği gibi hadisi kadimdir. Yani sözün açıkçası, Tanrı, zuhur etmek mecburiyetindedir ve tabii de bu takdirde faili muhtar olamaz. Ehli sünnet, Tanri'yi, faili muhtar olarak kabul etmişlerdir. Onlarca diledigini dilediği vakit dilediği gibi yaratabilir. Yalnız iradesi, mümkün olan şeylere taallûk eder, müstahsile, yani olmasına imkân bulunmayan şeylere taallûk etmez. Mutezile kulun iyilik ve kötülüğü ihtiyar ve iradesiyle yaptığını, fakat Tanri'nin, kulun ne yapacağını bildiğini, ancak bu ezeli bilginin, kulu o isi yapmaya mecbur etmediğini, Tanrı bilgisinin mücbiri fiil olmadığını söylemişler, bunun neticesi olarak da kullara peygamber göndermek, peygambere dâvasını ispat için mucize vermek, iyilik yapana mükafatta, kötülük edene mücazatta bulunmak lütuftur ve lütuf da Tanri’ye vaciptir, yani aksini yapmaz diye Tanri'yi aşağı yukarı, bu hususlarda mecbur saymışlardır. Şianın ahbarî olmayan sonradan gelenleri de bu hususta Mutezile inanışını kabul eylemişlerdir. Hasılı bu faili muhtar oluş bahsi, açıkçası Tanri'yi ezelî bir yaratıcı kudret olarak kabul eden, daha doğrusu, zamanlarında Tanri yoktur diyemedikleri için ıstılahlarla isi örten Hukema ile şeriatçılar arasında uzun ve sonu gelmez münakasalara yol açmıştır.

S. 133, B. 1607 den sonraki bahis: Yunus Peygamber, kavminin Tanri gazabına uğrayacağını Tanri'nin vahyi üzerine bildirmiş, fakat kavmi tövbe ettiklerinden gazam defolmuştur. Hattâ bunun üzerine Yunus, yalancı çıktığından müteessir olmuş, o teessürle deniz kıyısına gitmiş, orada kendisini bir balık yutmuş, baliğin karnında kırk gün kalmış, sonra balık, yine Yunusu kusmuştur. Bu vaka, Kur'an'in 10 uncu sûresi olan Yunus sûresinde anlatıldığı gibi Tevrat'ta da uzun uzun anlatılmıştır.

S. 141, B. 1709 dan sonraki baslık: "Can boğaza geldi mi siz, ona bakar, bir çare bulamazsınız. Bizse ona sizden yakınız ama göremezsiniz ki. Sûre 56 (Vakıa),Ayet82-85.

S. 144, B. 1742 den sonraki baslık: Böyle bir hadîs rivayet edilmistir. Bir kısmi yazılan âyetin tamamı da sudur "Tanri yolunda öldürülenleri ölü saymayın. Onlar diridir, Rableri yanında rızıklanırlar. Tanri'nin lütfettiği ihsanlara sevinirler. Kendilerinden sonra şehit olup gelecek ve onlara katılacak olanlar yüzünden sevinç içindedirler. Bilin ki onlarda ne korku vardır, ne hüzün. Sure 3 (Âli Imran), âyet 169-170.

S. 146, B. 1769: "Şüphe yok, Tanri'dan çekinenler, cennetlerde, nehirlerin kıyılarında... doğruluk makamında muktedir Padişahın yanındadırlar. Sûre 54 (Kamer), âyet 54-55.

S. 155,  B. -1893-1895:  Bu  üç beyit arapçadır.

S. 156, B. 1901: Usturlap, günesin nerede bulunduğunu tâyine yarar yarim daire seklinde tahtadan yapılmış bir alettir. Üstüne gökyüzü haritası çizilmiştir. Bir de akrep denen ibresi vardır. Türkçesizde doğru düzen söz yerine kullanılan usturuplu lâf sözü, herhalde bu usturlaptan bozmadır.

S. 157, B. 1911- 1913: Bu beyitler arapçadır.

S. 157, B. 1917 den sonraki baslık: "insana baksana neden yaratıldı? sıçrayan sudan...
O su, erkeklerin önünden ve kadınların kemiklerinden çıkmada. Sûre 86 (Târik), âyet 6-7.

S. 158, B. 1926 dan sonraki baslık: "Cinleri, ateşin havalanan dumansız alevinden yarattı." Sûre 55 (Rahman), An o zamanı ki biz meleklere, Adem'e secde edin dedik, secde ettiler, ancak îblis etmedi. Cin taifesindendi, rabbinin emrinden çıktı. Onlar size düşman oldukları halde onu ve soyunu dost mu edineceksiniz? Zulüm edenler için Tanrı yerine Şeytanin geçmesi, ne kötü bir şeydir!" Sûre 18 âyet 50.

S. 158, B. 1928: "Oğul, babanın sırrıdır" diye bir hadis rivayet edilmiştir.

S. 158, B. 1933: "Delillerine inanmayıp kâfir olanları yakında ateşe atarız. Bedenlerinin derileri yanıp döküldükçe yerine yeni ve başka deri bitirir, bu "liretle onlara azabı tattırır. Şüphe yok Tanrı, üstündür ve büküm sahibidir." Sûre 4 (Nisa), âyet 66.

S. 159, B. 1943-1944: "Tamah eden alçaldı. Kanaat eden yüceldi" diye  bir hadîs rivayet edilmiştir.
S. 160, B. 1951:  Zümrüt, yılanın gözünü kör edermiş. Eskiden böyle bir kanaat varmış.

S. 160, B. 1964: Kur'anın 68 inci sûresi (Kalem) "Andolsun nun'a, kalem'e ve yazdıklarına" diye başlar.

S.-161, B. 1973: Bir hadîse göre gökyüzünde horoz şeklinde ve sesleri de horoza benziyen melekler varmış. Onlar ötüp sabahı bildirirler, onların sesini duyan ve onları gören horozlar da ötmeye baslarlarmış. Esek de seytan görünce anırırmış. Onun için horoz sesi duyunca hamdetmek, eşek anırışını duyunca şeytandan Tanrıya" sığınmak sevaptır.

S. 161, 1973 ten "sonraki başlık": "Yarabbi, eşya hakikatte nasılsa bize öyle göster" diye bir hadis rivayet edilmiştir. "Perde kalksa, açılsaydı yakınım artmazdı bildiğimden, gördüğümden fazla bir şey bilmez, görmezdim" mealindeki söz, Hz. Ali'nindir.

S. 164, B. 2010: Şeyh Necmeddini Kübrâ, bir gün Ashabı kehif'ten bahsederken yanında bulunan Sa'deddinI Hamevi, acaba bu ümmet içinde sohbeti, köpeğe tesir edecek kimse var mı? Diye hatırından geçirmiş. Bu hâtıra Necmeddin'e malûm olmuş, yerinden kalkıp tekke kapısına çıkmış. O sırada oraya bir köpek gelmiş. Şeyh köpeğe bakar bakmaz köpeğe bir hal olmuş, kendisinden geçmiş, doğru mezarlığa gitmiş.O köpeğin başına elli altmış köpek birikmiş. Ellerini ellerinin üstüne koyup onun yüzüne hayran olmuşlar. Yememişler, içmemişler. Nihayet o köpek ölmüş. Şeyh, onu gömdürmüş. Hattâ bu köpeğe bir de kabir yapmışlar. (Nefahat tercümesi s.476, sene 1289). Mevlâna'nın babası, Necmeddin halifelerindendir. Herhalde, Mevlâna, bu beyitte yukarıda anlattığımız vakaya işaret etmektedir,

S. 165, B. 2019 dan sonraki bahiste geçen söz, hadîsi kutsidir.

S. 167, B. 2048: "Melekût kapısını rükû ve secdeyle dövmede devam edin" mealindeki bir hadis rivayet edilmiştir.

S. 169, B, 2062: Nefsi levvame s. 36, B. 556 ma izahına bakınız.

S. 170, B. 2079 dan sonraki başlık: "O gün yüzler ağarır, yüzler kararır. Kararan yüzler! iman ettikten sonra kâfir mi oldunuz? Kâfir olduğunuzdan dolayı tadın azabı!" Sûre 3 (Ali İmran), âyet 106. "Ve kıyamet günü. Tanrıya yalan İsnat edenlerin yüzlerini kararmış görürsün. Cehennemde ululananlara yer ve durak yok mu?" Sûre 39 (Zümer), âyet 60.

S. 170, B. 2082: "Muhammed Tanrı elçisidir. Onunla beraber bulunanlar, kâfirlere şiddetlidirler, aralarında merhametli olanları rükû eder, secdeye kapanır, Tanri'dan ihsan ve razılık diler görürsün. Secdeden, yüzlerinde alâmet ve nur vardır. Bu sıfat, Tevrat ve İncil'de anılan müminlerin de sıfatıdır...." Sûre 48 (Feth), âyet 29.

CİLT 5  (2101 - 2800 Beyitler)

2101  Adam öldürenin kan diyeti Padişahın hilmine havale edilmiştir. Nefsimiz sarhoştu kendinde değildi. O hilimden haberi yoktu. Şeytan, sarhoşluğundan istifade etti de külahını kaptı.
Halimliğinin sakisi şarap dökmeseydi Şeytan, nereden Adem’le kavgaya girerdi?
Meleklere bilgi belletildiği zaman Adem onların hocasıydı; paralarının ayarına bakan oydu.

2105. Fakat cennette hilim şarabını içtiği için Şeytanın bir oyunu ile yüzü sarardı.
O bela, Tanrı belletmesinin incileriydi. Onu çabuk çevik bilgi sahibi yapmıştı. Yine Tanrının kuvvetli hilim afyonu, hırsız Şeytanı, onun eşyasına doğru sürmüş, getirmişti. Akıl, sakim sensin, elimden tut diye onun hilmine gelir sığınır.

Padişahın, Eyaz’a ister affet, ister mücazatta bulun.. Adalet ve lütuf bakımından hangisini yapsan doğrudur ve her birinde maslahatlar vardır. Adalette binlerce lütuf gizli olduğu gibi “Kısasta da sizin için hayat vardır. ” Bir kaatilin hayatı hususunda kısası hoş görmiyen, yalnız onun hayatına bakar, siyaset korkusuyla öyle bir iş yapmaktan çekinecek olan yüz binlerce masumun hayatına bakmaz.

Ey Eyaz suçlulara hükmet. Ey tertemiz olan ve kötülüklerden yüzlerce defa sakınıp çekinen Eyaz!

2110. Seni iki yüz kere kaynatıp sınasam sende yine bir hile bulamam.
Sayısız halk sınanmadan utanır. Halbuki sınamalarda sen herkesi utandırıyorsun.
Bu,yalnız bilgi değil, adeta dağ, yüzlerce dağ.
Padişah bu sözleri söyleyince Eyaz dedi ki: Padişahım, bu lütuf ve ihsan, senin lütuf ve ihsanındır. Bunu böyle bilirim ben, ancak o çarıkla posttan ibaretim.
Onun için Peygamber bunu anlattı, dedi ki: Kim kendisini bilirse Tanrısını bilir.

2115. Çarığın menidir, kanın post. Hocam bundan ötesi hep onun ihsanı.
Başka yok, bu, bu kadardır deme. Daha arayıp isteyesin diye ihsan etmiştir.
Bağcı, bostanının fidanlarını, mahsulünü bilesin diye sana birkaç elma verir.
Buğdaycı, alıcıya bir avuç buğday verir ama ambarındaki anlasın diye.
Bilgisini, bilgisinin çokluğunu anlasın diye hoca, sana birkaç mesele anlatır.

2120. Yok, ilmi işte bu kadar dersen sakaldan çerçöp silker gibi seni atar, kendisinden uzaklaştırır.
Ey Eyaz, şimdi gel de ceza ver. Alemde görülmemiş bir adaletin temelini koy.
Suçluların ölümüne müstahaktır. Fakat affını hilmini gözetiyorlar, tamahları buna.
Bakalım, merhametin mi üstün olacak, öfken mi? Kevser suyu mu üste çıkacak alev mi?
Halkı avlamak için Elest ahdinden beri hilim dalı da hışım dalı da... İkisi de var.

2125. Bunun için o apaçık Elestü sözünde nefiyle ispat birbirine eştir.
Çünkü bu söz, ispatı bildiren bir sorgudur, fakat onda “Leyse-değildir” sözü gömülüdür.
Bırak da bu ham anlayış kalsın. Hasların kasesini halkın önüne koyma.
Allah’ın kahrı vebaya, lütfu da sabah yeline benzer. Birisi demiri çeker, öbürü saman çöpünü.
Tanrı, doğruları doğru yola kadar çeker. Batıl olanlarda batılları çekerler.

2130. Mide helvayı severse helvayı çeker, safraya mensupsa sirkeyi ister.
Sıcak döşeme, üstüne oturanın soğukluğunu alır, soğuk döşeme hararetini alır.
Dost görürsen sevgin kaynar, düşman görürsen kızar, öfkelenirsin.
Ey Eyaz, bu işi çabuk bitir. Çünkü bu, bir çeşit öç almadır ki beklenmekte.

Padişahın, Eyaz’a, çabuk bu hükmü bitir, bekleme. “Günler aramızdadır, bazen bize yardım eder, bazen size”deme. Çünkü bekleyiş, ölümden beterdin diye acele etmesini emir buyurması ve Eyaz’ın cevabı

Eyaz, padişahım dedi, bütün ferman senin. Güneş varken yıldız görünmez.

2135. Zühre, Utarit, yahut da şahap ne oluyor ki güneş varken görünebilsin.
Hırkamla postumdan geçebilseydim hiç böyle kınama tohumu eker miydim?
Odanın kapısındaki kilidi açmak da neydi? Hayale kapılan yüzlerce hasetçi bundan ne umuyordu?
Suyun içine el atmışlar, her biri dere de kuru toprak arıyordu.
Hiç derede kuru toprak bulunur mu? Hiç balık suya asi olabilir mi?

2140. Bu yoksulun cefacı olduğunu sanıyorlardı. Halbuki, öyle vefalıyım ki vefa bile benim vefamı görür de utanır.
Mahrem olmayanlardan çekinmeseydim vefaya ait birkaç söz söylerdim.
Alem şüpheci ve tutulacak bir yer arayıcı. Onun için bizde deriden hariç söz söyleyelim. Kendini kırarsan iç olur, içe ait latif hikayeler duyarsın.
Cevizin kabuğunda ses vardır ama içinde, yağında ses ne gezer.

2145. Onun da sesi vardır, vardır ama kulak duyamaz. Onun sesi, güzelim kulaktan gizlidir. Yoksa için sesi pek güzeldir. Onu duyan, kabuğun şakırtısını dinler mi hiç?
Sen sükut ederek içi elde edesin diye o şakırtıya tahammül ediyorsun.
Bir müddet dudaksız, kulaksız ol da sonra dudak gibi tatlı şeylere eş ol.
Niceye bir nazım ve nesir söyleyecek, sırları açığa vuracaksın? Hocam, bir günceğiz de şunu sına, dilsiz ol bakalım.
Bunca zamandır dedikoduyu sınadık, bir zaman da sükut etmeyi deneyelim.

2150. Ne kadar zamandır kabız veren acı ve sert yemekler pişirdin, bir kere de tatlı yemekler pişirmeyi dene.
Birisi, kıyamette kendine gelir. İsyan defteri, eline simsiyah olarak verilir.
Yas mektupları gibi üstü simsiyah, içi kenarları suçlarla dolu.
Baştanbaşa kötülüklerle suçlarla dolu. Kafirle dolu olan savaş yeri gibi.
Elbette pis ve veballe dolu olan öyle bir defter, sağlam gelmez sol yandan gelir.

2155. Peki, o halde burada da defterine bak, sol eline mi yaraşır sağ eline mi?
Dükkanda bir tek sol ayak mesti, bir tek de sol ayak ayakkabısı bulunsa sınamadan onların sol olduğunu anlarsın.
Sen de mademki sağ değilsin, bil ki solsun. Aslanla maymunun sesi anlaşılır.
Fakat gülü güzelleştiren, ona güzel kokular veren Tanrının ihsanı, lütfu, her solu sağ yapar. Her solağa o, sağlık verir. Denize duru suyu o ihsan eder.

2160. Onun tapısında soldan sağ ol da onun lütuf ve ihsanlarını gör.
Reva görür müsün şu bayağı defter, soldan sağa geçsin? Sen söyle.
Zulüm ve cefalarla dolu olan böyle bir defter, nasıl olur da sağ ele layık olur?

Kafirler hakkında “Onlara gökleri ve yeryüzünü kim yarattı, diye sorarsan Tanrı yarattı derler” demiştir. Haline uygun söz söylemeyen ve kendisine uygun davada bulunmayan adam da bunlara benzer. Gökleri, yeryüzünü ve bütün mahlukatı yaratan duyar, görür, hazır, nazır, her şeyi gözetir ve her yerde bulunur, kudret sahibi bir tek Tanrı’nın varlığını kabul eden nasıl olur da taştan yontulan bir puta tapar, malını,canını, ona feda eder?

Bir zahidin pek kıskanç bir karısı, bir de huri gibi güzel bir halayığı vardı.
Kadın, kıskançlığından kocasını gözetir, halayıkla hiç yalnız bırakmazdı.

2165. Kadın, bir zaman onların ikisini de gözetti, yalnız kalmalarına fırsat vermedi.
Nihayet Tanrının kaza ve kaderi gelip çattı. Koruyucu akıl, şaşırdı gitti.
Tanrı hükmü, Tanrı takdiri gelince akıl kim oluyor ki? Ay bile tutulur.
Kadın, hamama gitmişti. Birden aklına geldi hamam tasını evde unutmuştu.
Kuş gibi hemencecik koş. Evden o gümüş hamam tasını getir dedi.

2170. Halayık bu sözü duyunca efendisiyle buluşabileceğini düşünüp adeta canlandı.
Efendi şimdi evde yalnızdır deyip sevine, sevine hemen eve koştu.
Halayık altı yıldır efendisini yalnız bulmayı gözlüyordu, bu sevdadaydı.
Adeta uçarak eve geldi. Efendiyi evde yalnız buldu.
Şehvet, iki aşığı da öyle bürümüştü, ikisinin de gözleri öyle kararmıştı ki ihtiyatı akıllarına bile getirmediler. Evin kapısını kapamadılar.

2175. İkisi de neşeyle kucaklaştılar, birleştiler. Adeta o anda iki can bir oldu.
Bu sırada hamamda kadının aklına geldi nasıl oldu da dedi, ben bu kızı eve yolladım?
Adeta kendi elimle ateşi pamuğun içine attım. Koçu koyuna saldım.
Başındaki kili hemen yıkadı, cansız bir halde halayığın ardına düştü. Hem koşuyor, hem çarşafını giyiyordu.
O halayık can sevgisiyle koşmuştu, bu korkusundan koşuyordu. Aşk nerede, korku nerede? Aralarında ne fark var?

2180. Arif, her an padişahın tahtına kadar ulaşır. Zahitse yürür,yürür bir ayda tam bir günlük yol alır.
Zahidin de şerefli bir günü yok değildir, vardır. Vardır ama onun günü, nereden elli bin yıllık olacak.
İş erinin ömründe her gün, bu cihan yıllarınca elli bin yıldır.
Akıllar, bu sırra eremezler, kapı dışında kalırlar. Bu sır, vehmin ödünü patlatırsa ko patlatsın. Aşk karşısında kıl kadar bile korku yoktur. Aşk mezhebinde herkes kurbandır.

2185. Aşk, Tanrı sıfatıdır. Fakat korku, şehvete kapılmış kulun sıfatıdır.
Kuran’da “Onlar Tanrıyı severler” sözünü okudun ya, bu söz “Tanrı da onları sever” sözüne eştir.
Şu halde muhabbeti de Tanrı sıfatı bil, aşkı da. Azizim korku Tanrı sıfatı olamaz.
Tanrı sıfatı nerede, bir avuç toprağın sıfatı nerede? Sonradan yaratılanın sıfatı nerede, o pak ve önü sonu olmayan Tanrının sıfatı nerede?
Aşkın sıfatını söylemeye koyulursam yüz kıyamet kopar da yine noksan kalır.

2190. Çünkü kıyametin kopacağı bir zaman, bu dünyanın bir sonu vardır. Fakat Tanrı sıfatına son nerede?
Aşkın beş yüz kanadı vardır. Her kanadı, arştan yer altına kadar bütün kainatı kaplar.
Korkak zahit, ayağı ile yürümeye çabalar. Aşılarsa şimşekten de hızlı uçarlar, yelden de!
O korkaklar, aşkın tozuna nereden ulaşacaklar? Aşk derdi, gökyüzünü döşeme edinir.
Zahit bu makama ulaşamaz. Meğer ki Tanrı ışığının inayeti gelip erişe de bu alemden ve bu yürüyüşten kurtula.

2195. Kendi kuşundan, düşünden, dedikodusundan halas olsa da yüce doğan kuşu, padişaha yol bula.
Bu dedikodu, cebir ve ihtiyarıdır. Sevgilinin cezbesi, bu ikisinin ardından gelir.
Hasılı o kadın eve varıp kapıyı açtı. Kapının sesi kulaklarına gelince,
Halayıkcağız perişan bir halde sıçradı, adam da namaza durdu.
Kadın halayıkcağızı perişan, şaşkın ve somurtkan,

2200. Kocasını da namaz da görünce bu halden şüphelendi.
Derhal kocasının eteğini kaldırdı. Bir de ne görsün? Aleti ve hayaları, meni içinde.
Aletinden arta kalan meni damlamada, baldırı dizi pislik içinde.
Başına vurdu da dedi ki: A adi herif, namaz kılan adamın hayaları böyle mi olur?
Şu alet, bu çeşit pislik içinde bulunan but ve kasık, Tanrıyı anmaya ve namaza layık mıdır?

2205. Sen de insaf et, zulümle, kötülükle, küfür ve kinle dolu olan amel defteri sağ yandan verilmeye değer mi?
Kafire de bu gökyüzünü, şu halkı ve alemi kim yarattı? Diye sorsan,
Der ki: Tanrı yarattı. Yaratmak, Tanrıya layıktır.
Fakat onun küfrü, bir hayli kötülüğü ve sitemi, bu çeşit ikrarla bir araya gelir mi?
O kötü ve çirkin hareketler, o noksan işler, bu çeşit bir ikrarla bir araya sığar mı?

2210. İşi, ikrarını yalanlar. Bu suretle de o, korku azabına layık olur.
Mahşer günü, her gizli şey, meydana çıkar. Her suç, kendiliğinden insanı rezil eder.
Elle ayak, dile gelir. Tanrı huzurunda onun kötülüğüne şahadet eder.
El ben şöyle çaldım der, dudak ben şöyle sordum der.
Ayak, ben şehvete koştum, ferç ben zina ettim diye tanıklık eder.

2215. Göz der ki: Ben harama baktım. Kulak der ki: Ben kötü söz işittim.
Derken sözleri baştan aşağıya yalan olur, azası yalanını meydana çıkarır.
Nitekim doğru düzen namazın da yalanı, hayaların tanıklığı ile meydana çıktı.
Şu halde öyle hareket etki o hareketin, dilsiz, dudaksız, tanıklığın, şahadet ederim demenin ta kendisi olsun.
Bütün beden, her uzuv, faydada şahadet ederim desin ey oğul.

2220. Kulun, efendisinin izini izlemesi, ben buyruğa tabiim, şu da benim efendimdir demesidir.
Ömür defterini kararttınsa önce yaptıklarına tövbe et.
Ömrün geçtiyse kökü bu demdir, tez ömür ağacını tövbe suyuyla sula.
Ömrünün köküne abıhayat dök de ömür ağacın yeşersin.
Bütün geçmiştekiler, bu tövbeyle iyileşir. Geçen yıldaki zehir, bu yüzden şeker kesilir.

2225.Tanrı, kötülüklerini iyiliğe çevirir. Geçmişteki bütün suçların ibadet olur.
Hocam Nasuh tövbesine sarıl, canla başla buna çalış.
Bu Nasuh tövbesini sana anlatayım, dinle. İnanmışsın ama yeniden inan!

Süt, memeden çıktı mı bir daha dönüp memeye giremez. Nasuh tövbesi de böyledir. İnsan, bir suçtan tövbe etti mi bir daha o suçu aklına bile getirmez, değil ona rağbet etmek, her an ondan nefreti artar. O nefret, tövbenin kabul edildiğine işarettir. O istek, önce lezzetsiz bir hale geldi, sonradan da istek yerine bu nefret geçti. Nitekim "Aşkı, başka bir aşktan başkası getiremez, neden o sevgiliden güzel bir sevgiliye âşık olmuyorsun?" demişler. İnsanın gönlü, tövbeden yine o suça meylederse bu meyil, tövbenin kabul " edilmediğine, kabul lezzetinin o suçun yerine geçmediğine delildir. Yani "Kolay ibadetleri ona kolaylaştırırız" hükmü zahir olmamıştır, onda hâlâ "Güç şeyleri, kötülükleri, ona kolay gösteririz" hükmü vardır.

Bundan önce Nasuh adlı bir adam vardı. Tellâklık eder, bu suretle kadınları avlardı.
Yüzü, kadın yüzüne benzerdi. Tüyü tüsü yoktu. Erkekliğini daima gizlerdi..

2230. Kadınların hamamında tellâklık ederdi. Kötülükle, hilede pek çevikti.
Yıllarca tellâklık etti, kimse onun halinden, sırrından bir koku bile almadı.
Çünkü sesi de kadın sesine benziyordu, yüzü de kadın yüzüne. Fakat şehvette pek yüceydi, pek uyanıktı.
Çarşaf giyer, başını örter, peçe takardı. Fakat şehvetli ve azgın bir gençti.
Bu suretle padişahların kızlarını bile güzelce keseler, ovar, yıkardı.

2235. Tövbe etmekte, ayak diremeye çalışmaktaydı. Fakat kâfir nefis, tövbesini bozdurup dururdu.
O kötü işli herif, bir arifin yanına gidip "'Beni duada an" diye yalvardı.
O hür er, onun sırrını anladı ama Tanrı hilmi gibi o da açığa vurmadı.
Dudağı kilitliydi ama gönlünde sırlar vardı. Dudağını yummuştu ama gönlü seslerle  doluydu.
Tanrı şarabını içen arifler, sırları bilirler ama örterler.

2240.  İşin sırlarını kime öğretirlerse ağzını mühürlerler, dikerler.
Arif, tuhaf tuhaf güldü de dedi ki: A içi kötü adam, bildiğin, gönlünde tuttuğun şeyden Tanrı seni kurtarsın.

Tanrı'ya ulaşmış arifin Tanrı'dan isteği, Tanrı'nın kendinden bir şey istemesine benzer. Çünkü "Ben, onun kulağı, sözü, dili ve eli olurum" ve "O taşları attığın zaman sen atmadın, Allah attı" denmiştir. Bu hususta bir çok âyetlerle hadîsler vardır. Tanrı'nın sebep yaratması, suçlunun kulağını tutmuş, Nasuh tövbesine götürmüştür.

O dua, yedi göğü de geçti, kabul edildi. O yoksulun işi, nihayet iyileşti, düzene girdi.
Çünkü şeyhin o duası, her duaya benzemez. Şeyh, Tanrıda yok olmuştur, onun sözü Hak sözüdür.
Tanrı, kendisinden bir şey isterse kendi isteğini nasıl reddeder?

2245. Ululuk ıssı Tanrı, onu bu lanetleme işten, bu vebalden kurtarmak için bir sebep halketti.
Nasuh, hamamda tası doldururken padişahın kızının bir incisi kayboldu.
Küpesindeki incilerden biri kayboldu ve bütün kadınlar, o inciyi araştırmaya koyuldular.
Önce herkesin eşyasını araştırmak üzere hamamın kapısını iyice kapattılar.
Herkesin eşyası arandı, inci bulunmadığı gibi inciyi çalan da rezil olmadı.

2250. Bunun üzerine bu üstün körü işi bırakıp herkesin ağzını, kulağını, vücudundaki bütün delikleri adamakıllı aramaya koyuldular.
O sedefi güzel inciyi altta, üstte her yanda araştırmaya başladılar.
Hepiniz soyunun, ihtiyar genç herkes anadan doğma soyunsun diye bağırıldı.
Sultanın hizmetçileri, o değerli inciyi bulmak için bir bir, herkesi aramaya başladılar.
Nasuh, korkusundan tenha bir yere çekildi. Yüzü, korkusundan sapsarı olmuştu, dudakları gövermişti.

2255. Ölümünü gözünün önünde görüyor, gazel yaprağı gibi tirtir titriyordu.
Dedi ki: Yarabbi, nice defalar tövbeler ettim; ahtlar ettim, sonra onları bozdum.
Ben, bana lâyık olanları yaptım. Sonunda da işte bu kara sel, gelip çattı.
Arama nöbeti bana gelirse eyvah bana! Kim bilir neler çekecek, ne güçlüklere düşeceğim?
Ciğerime yüzlerce kor düştü. Münacatımdaki ciğer kokusuna bak.

2260.  Böyle bir keder, böyle bir gam, kâfirde bile olmasın. Rahmet eteğine sarıldım, medet medet!
Keşke anam, beni doğurmasaydı, yahut da beni bir aslan paralasaydı.
Tanrım, sana düşeni yap. Beni, her delikten bir yılan sokmada.
Ne de taş gibi bir canım, ne de demir gibi bir yüreğim varmış. Yoksa bu dertle çoktan erir, kan kesilirdim.
Vaktim daraldı, bir an içinde feryadıma yetiş, padişahlık et.

2265.  Beni bu sefer de korur, suçumu örtersen ne olur? Her türlü yapılmıyacak işlerden tövbe ettim.
Bu sefer de tövbemi kabul et de tövbemde durmak için yüzlerce kemer bağlanayım.
Bu sefer de kusurda bulunursam artık duamı ve sözümü dinleme.
Hem böyle söylenip titremede, hem katra katra gözyaşları dökmede, hem de cellâtların, hain kişilerin ellerine düştüm diye feryadetmedeydi.
Hiçbir Firenk bu hale düşmesin. Hiçbir mülhit bu feryada uğramasın diyor.

2270. Kendine ağlayıp duruyor, Azrail'i gözünün önünde görüyordu.
Yarabbi, yarabbi diye o kadar söylendi ki kapı ve duvar da onunla beraber yarabbi, yarabbi demeye başladı.
O yarabbi yarabbi derken birden, inciyi arayanların sesi duyuldu:

Arama nöbetinin Nasuh'a gelmesi ve "Herkesi aradık, Nasuh'u da arayın" denmesi, Nasuh'un korkudan kendisinden geçişi, Tanrı elçisinin - Tanrı ona rahmet ve esenlikler versin - bir hastalığa, yahut sıkıntıya uğradığı vakit "Şiddetten, açılır, savuşursun" buyurduğu gibi Nasuh'un da o şiddetten kurtuluşu.

Herkesi aradık, ey Nasuh, sen gel. Bu sesi duyar duymaz, Nasuh kendisinden geçti, âdeta bedeninden ruhu uçtu.
Harap duvar gibi çöküverdi. Aklı fikri gitti, cansız bir hal aldı.

2275.  Bedeninden amansız bir halde aklı gidince sırrı, derhal Tanrı'ya ulaştı.
Bomboş bir hale geldi, varlığı kalmadı. Tanrı, bir doğan kuşuna benziyen canını, huzuruna çağırdı.
Muratsız gemisi kırılınca rahmet denizinin kıyısına düştü.
Akılsız, fikirsiz bir hale gelince canı, Hakk'a ulaştı. İşte o zaman rahmet denizi coştu.
Canı, beden ayıbından kurtulunca sevine sevine aslına gitti.

2280.  Can, doğan kuşuna benzer, ten ona tuzaktır. O, beden tuzağına ayağı bağlı, kanadı kırık bir halde düşüp kalmıştır.
Fakat aklı, fikri gidince ayağı açıldı. Artık o doğan kuşu, Keykubad'a uçar gider.
Rahmet denizleri, coşunca taşlar bile abıhayatı içer.
Zayıf zerre değerlenir, büyür. Topraktan meydana gelen şu döşeme, atlas haline gelir, değerli bir kumaş olur.
Yüz yıllık ölü, mezarından çıkar. Mel'un Şeytan güzelleşir, huriler bile ona haset ederler.

2285.  Bütün bu yeryüzü yeşerir, kuru sopa meyva verir, tazeleşir.
Kurt, kuzuyla eş olur. Ümitsizlerin  damarları hoş bir hale gelir, izleri kutlu olur.

İncinin bulunması ve sultanın hizmetçi ve halayıklarının   Nasuh'tan  helâllık  dilemeleri

Canı helak eden o korkudan sonra "Kaybolan inci, işte buracıkta" diye müjdeler geldi.
Ansızın ses geldi:    Korku gitti, o değen bulunmaz eşsiz inci bulundu.
İnci bulundu, biz de neşelere daldık. Müjde verin, inci bulundu.

2290.Hamam, halkın bağrışmasiyle, hüzün gitti feryadiyle, el çırpmasiyle doldu.
Kendinden geçen  Nasuh, tekrar kendine geldi. Gözü. yüzlerce aydın gün gördü.
Herkes ondan  helâllik istemekte,  herkes elini öpüp durmaktaydı.
Senden şüphe ettik, hakkını helâl et. Dedikoduda bulunduk, âdeta etini yedik diyorlardı.
Çünkü o, yakınlıkta herkesten ön olduğu için herkes daha ziyade ondan şüphe etmişti.

2295. Nasuh, has tellâktı,  mahremdi. Hattâ sultanla ruhları birdi, bedenleri ayrı.
Sultana ondan yakın bir kadın yok. İnciyi aşırdıysa o aşırmıştır.
Önce onu aramalı demişlerdi ama yine de hürmet ettiklerinden sona bırakmışlar;
Aldıysa biraz mühlet vermiş olalım da bir yere atsın bari, fikrine düşmüşlerdi.
Onun için ondan helâllik diliyorlardı, mazeret getirip duruyorlardı.

2300.  Nasuh, "Bu bana Tanrı'nın lûtfu, ihsanı. Yoksa dediğinizden beterim ben.
Benden helâllik dilemeye hacet yok. Çünkü ben, zamane halkının en suçlusuyum.
Bana söylediğiniz kötülükler, bendeki kötülüğün yüzde biridir. Bunda şüphe eden olabilir, fakat bence apaçıktır bu.
Kim bende birazcık kötülük biliyorsa muhakkak o bildiği şey, binlerce kötü suçumdan, binlerce pis işimden biridir.
Suçlarımı ve kütü hareketlerimi bir ben bilirim, bir de onları örten Tanrım.

2305. Önce iblis bana hocalık etti ama sonradan o bile gözümde bir yelden ibaret oldu.
Yaptıklarımın hepsini Tanrı gördü de göstermedi, bu suretle de kötülükle yüzümü sarartmadı.
Sonra da yine Tanrı rahmeti, kürkümü dikti, canıma can gibi tatlı tövbeyi nasibetti.
Ne yaptıysam yapmadım saydı, bulunmadığım ibadetleri yapmışım farzetti.
Beni selvi ve süsen gibi azadetti. Bahtım, devletim gibi gönlüm de açıldı.

2310. Adımı temizler defterine yazdı. Cehennemliktim, bana cenneti bağışladı.
Ah ettim, ahım bir ipe döndü, düştüğüm kuyuya sarktı.
O ipe sarıldım, dışarı çıktım. Neşelendim, ferahladım, semirdim, benzim kırmızılaştı.
Kuyunun dibinde zebun bir haldeydim, şimdi bütün âleme sığmıyorum.
Şükürler olsun sana yarabbi. Beni ansızın gamdan kurtardın.

2315. Tenimin her kılında   bir dil olsa da hepsiyle sana şükretmeye kalkışsam yine şükründen âcizim.
Şu bahçede, şu ırmakların kıyısında halka "Keşke kavmim bilseydi, Tanrı beni ne yüzden yarlığadı" diye nara atmaktayım dedi.

Sultanın, Nasuh'u  tövbesinden ve tövbesinin kabul edilmesinden  sonra tekrar  tellâklığa çağırması, ve onun bahaneler bularak gitmemesi

Ondan sonra birisi gelip Nasuh'a iltifat ederek dedi ki: Padişahımızın kızı, seni çağırıyor.
Ey temiz kişi, padişahın kızı seni istemede, gel de başını yıka.
Gönlü, senden başka bir tellâk istemiyor. Onu ovmak, kille yıkamak, senin işin.

2320. Nasuh, yürü yürü dedi, elim işten kurtuldu benim. Senin Nasuh'un hastalandı şimdi.
Yürü, koş, acele bir başkasını bul. Tanrı hakkıyçin benim elim, işe varmıyor artık.
Kendi kendisine de suç, hadden aştı. Gönlümden o korku, o elem nasıl gider?
Ben bir kere öldüm de tekrar dünyaya geldim. Ben  ölüm ve yokluk acısını tattım.
Tanrı'ya sağlam tövbe ettim. Canım, bedenimden ayrılmadıkça bu tövbeyi bozmam.

2325. O mihneti gördükten sonra ancak eşek olanın ayağı, tehlikenin bulunduğu tarafa gider diyordu.

Birisi tövbe eder, pişman olur, sonra o nedameti unutur da deneneni yine denemeye kalkarsa ebedî olarak ziyana düşer. Tövbesinde sebatı, kuvveti olmaz, o tövbeden bir halâvet duymaz ve tövbesi kabul edilmezse, Tanrı'ya sığınırız, Köksüz ağaca benzer. Her gün biraz daha sararır, biraz daha kurur.

Bir çiftçinin bir eşeği vardı. Beli yaralı, karnı bomboş, tamamiyle arık bir haldeydi.
Gündüzün, ta gecelere kadar otsuz kayalıklarda gıdasız, koruyucusuz aç biilâç dolaşır dururdu.
Oralarda içecek sudan başka bir şey yoktu. Eşek gece gündüz yas, matem içindeydi.
Oralarda bir kamışlık, bir orman vardı. Orada da işi gücü avlanmak olan bir aslan vardı.

2330. Aslan, bir erkek  fille savaşmış, yorulup hastalanmış, avdan kalmıştı.
O zayıflıkla bir müddet avlanamadı, öbür canavarlar da kuşluk yemeği yiyemez oldular.
Çünkü aslandan artan artıkları onlar yerlerdi. Aslan hastalanınca onlar da dara düştüler.
Aslan, bir tilkiye var git, benim içim bir eşek avla.
Çayırlıkta bir eşek bulursan ona maval oku, kandırıp buraya getir.

2335. Eşeğin etini yer, kuvvetlenirsem ondan sonra başka bir av tutabilirim.
Birazcığını ben yiyeyim, geri kalanını siz yersiniz. Ben de bu suretle sizin gıdalanmanıza sebep olayım.
Benim için ya bir eşek ara, ya bir öküz. Ne bulursan ona, o bildiğin afsunlardan oku,
Onu afsunlarla, güzel sözlerle aldat, buraya çek, getir diye emir verdi.

Tanrı ilhamiyle, mertebelere göre halka yargılanma ve rahmet gıdasından ecir verme bakımından Tanrı'ya vâsıl olan kutup, aslana benzer. Başka canavarlar da onun artıklarını yeyip doyarlar. Fakat onların aslana yakınlıkları, mekân bakımından değil, sıfat bakımındandır. Bunun tafsilleri,  çoktur,  doğru  yola  götüren,  Tanrı'dır

Kutup aslandır, işi de avlanmakdır. Bu halkın artakalanları, onun artıklarını yerler.

2340. Kudretin yettikçe kutbun rızasına çalış da o kuvvetlensin, vahşi hayvanları avlasın.
Onun, halk gibi kuvvetsiz kalması caiz mi? Bütün boğazlara giren rızık, aklın elinden verilir.
Çünkü halkın bulabildiği şey, ancak onun artığıdır. Senden av isterse bunu gözet.
O, akıl gibidir. Halksa bedendeki uzuvlara benzer. Bedenin tedbiri, akla bağlıdır.
Kutbun zayıflaması, ten cihetinden olur. ruh cihetinden değil. Gemi zayıflar. Nuh zayıflamaz.

2345. Kutup, o kimsedir ki kendi etrafında döner dolaşır. Göklerse onun etrafında döner.
Gemisini tamir hususunda ona yardım et. has bir kul, tam bir köle olduysan buna çalış.
Ona yardım edersen bu yardım sana yarar, ona değil- Tanrı "Tanrıya yardım ederseniz yardıma nail olursunuz" buyurdu.
Tilki gibi av avla da ona feda et. Bu suretle o verdiğin avın binlerce mislini karşılık olarak al.
Müridin avlanması tilkicesine olur. İnatçı sırtlan, ölü hayvan avlar.

2350. Onun önüne ölüyü getirsen o ölü dirilir. Bostana dökülen gübre, mahsulü geliştirir.
Tilki, aslana emriniz baş üstüne. Hileler düzeyim, aklını başından alayım, istediğin gibi hizmette bulunayım.
Hile ve afsun benim isimdir. İşim gücüm, masal söylemeden, halkı yoldan çıkarmadan ibarettir dedi.
Dağ başından dereye doğru koşmaya başladı. Derken o yoksul ve zayıf eşeği buldu.
Candan bir selâm verip yanına gitti, o saf yoksulun yanına vardı.

2355.  Dedi ki: Bu kuru ovada ne âlemdesin? Bu çorak kayalıklarda ne yapıyorsun?
Eşek dedi ki: İster gamda olayım, ister cennette. Kısmetimi Tanrı veriyor, ona şükretmedeyim.
Dosta hayır zamanında da şükrederim, şer zamanında da. Çünkü kaza ve kaderde beterin beteri var.
Mademki rızkı taksim eden o, şikâyet küfürdür. Sabır gerektir. Sabır genişliğe ulaşmanın anahtarıdır.
Tanrıdan başka herkes düşmandır, dost odur. Şu halde dosttan düşmana şikâyetlenmek iyi bir şey mi?

2360.  Bana ayran verirse bal istemem. Çünkü her nimetin bir gamı vardır.

Oduncunun eşeği, has ahırdaki arap atlarının şevketini görünce o devleti dilemesi, bu hikâye münasebetiyle de yargılanma ve inayetten başka bir şey istemenin doğru olmadığı. Çünkü yüz çeşit zahmet, yargılanma lezzeti gibi olsa o zahmetlerin hepsi de  atlıdır. Fakat denenmiyen devleti istersen o devletin bir de zahmeti vardır, sen onu göremezsin. Nitekim her tuzakta tane görünür, tuzak görünmez. Sense şu bir tek tuzağa tutulmuşsun, o tanelerin hep senin olmasını ister keşke oraya varsam onların hepsini toplasam dersin. Sanırsın ki o taneler, tuzaksızdır.

Bir saka vardı. Onun da bir eşeği vardı. Mihnetten çember gibi iki büklüm olmuştu.
Sırtında ağır yükten açılmış yüzlerce yara vardı. Ölüm gününe âdeta âşıktı, ölümünü arayıp duruyordu.
Arpa nerde? Kuru otu bile bulamıyor, onunla bile karnını doyuramıyordu. Bir yandan sırtında yara vardı, bir yandan da sahibi demir bir şişle onu nodullayıp duruyordu.
İmrahor, onu görüp acıdı. Eşeğin sahibiyle dostluğu vardı.

2365. Ona selâm verdi, bu eşek   neden böyle dal gibi iki kat olmuş diye sordu.
Adam, benim yoksulluğumdan, benim taksiratımdan. Bu ağzı dili bağlı mahlûk saman bulamıyor dedi.
İmrahor dedi ki: Sen, birkaç gün onu bana ver de padişahın ahırında kuvvetlensin.
Adam, eşeği o merhametli kişiye verdi. O da onu padişahın ahırına bağladı.
Eşek, her yanda tavlı, semiz, güzel ve taze arap atlarını gördü.

2370.  Ayak bastıkları yerler süpürülmüş, sulanmıştı. Saman da tam vaktinde geliyordu, arpa da tam vaktinde.
Atların tımarını da görünce başını göğe kaldırdı da dedi ki: Ey ulu Tanrı,
Tutalım eşeğim, senin mahlûkun değil miyim? Neden böyle perişanım, neden sırtım yaralı, neden zayıfım?
Geceleri arkamın acısından, karnımın acılığından her an ölümümü istiyorum,
Bu atların halleri böyle mükemmel. Peki, neden azap ve belâ, yalnız bana mahsus?

2375.  Derken ansızın savaş koptu. Arap atlarına eğerleri vurup savaşa sürdüler.
Onlar, düşmandan oklar yediler. Her yanlarına temrenler sapladı.
Savaştan geri dönüp hepsi de perişan bir halde ahıra düştüler.
Ayakları sağlam iplerle mükemmel bağlandı. Nalbantlar sıra sıra dizildi.
Hançerlerle bedenlerini yarıyor, yaralardan temrenleri çıkarıyorlardı.

2380.  Eşek bunları görünce dedi ki: Yarabbi, ben yoksullukla süregeldiğim şu afiyete razıyım.
O gıdadan da bizarım, o çirkin yaradan da. Afiyet dileyen, dünyayı terk eder.

Eşeğin,  ben  kısmetime  razıyım  deyip  tilkinin sözünü beğenmemesi

Tilki dedi ki: Tanrı emrine uyup helâl rızık aramak farzdır.
Bu âlem, sebepler âlemidir. Sebepsiz hiçbir şey elde edilmez, şu halde mutlaka dilemek lâzımdır.
Tanrı "Allah'ın ihsanını dileyin" diye emretti. Kaplan gibi kaçmak caiz değildir.

2385.  Peygamber, rızık için "Kapısı bağlıdır, kapısında da kilit var" buyurmuştur.
O kilidin anahtarı bizim hareketimiz, gelip gitmemiz ve kazancımızdır.
Bu kapının anahtarsız açılmasına yol yok. İstemeden ekmek vermek, Tanrının âdeti değildir.

Tilkiye eşeğin cevap vermesi

Eşek, o senin dediğin Tanrı'ya dayanmanın zayıflığından. Yoksa can veren, ekmek de verir.
Padişahlık ve zafer istiyen kişiye ekmek lokması az gelmez oğlum.

2390. Tuzak kurup av avlıyanlarla yırtıcı canavarların hepsi rızık yemede. Bunlar, ne kazanç peşinde dolaşırlar, ne de rızık kazanmaya çalışırlar.
Rızık verici Tanrı, herkese kısmetini vermededir. Herkesin kısmetini, önüne koymadadır.
Kim sabrederse rızkı gelir yetişir. Çalışıp çabalama zahmetine düşmen senin sabırsızlığındandır dedi.

Tilkinin eşeğe cevabı

Tilki dedi ki: Tanrı'ya dayanma, nadir bulunur. Bu dayanmada mahir olanlar, pek az kimselerdir.
Nadir şeyin etrafında dönüp dolaşmak, bilgisizlikten ileri gelir. Herkes, nerden padişahlığa yol bulacak?

2395.  Peygamber, kanaate hazine demiştir. Gizli hazineyi herkes, elde edebilir mi?
Haddini bil de yukarlarda uçma. Uçma da kötülük çukuruna düşme!

Eşeğin, tilkiye cevap vermesi

Eşek, bunu ters söylüyorsun dedi, bil ki kötülük, insana tamahtan gelir.
Kanaatten hiç kimse ölmedi, hırsla da hiç kimse padişah olmadı.
Tanrı, ekmeği domuzlarla köpeklerden bile esirgemiyor. Şu bulut ve yağmur, insanların kazancı değil ya.

2400.  Sen nasıl rızıka düşkün bir âşıksan rızık da rızık yiyene öyle düşkün bir âşıktır.

Tanrı'ya dayanma münasebetiyle bu dayancı denemek istiyen ve sebepleri bırakıp şehirden ve halkın geçeceği yerlerden uzaklaşarak bir dağ eteğine giden, açlıktan basını bir taşa koyan ve içinden Yarabbi, senin sebep yaratmana ve rızık  vericiliğine dayandım, sebepleri bıraktım. Bu suretle  sana  dayanmanın  sebep halk  etmesini de göreyim diyen zahidin hikâyesi

Bir zahit, Mustafa'dan "Herkesin rızkı Tanrıdan gelir.
Dilesen de, dilemesen de rızkın, senin aşkınla koşa koşa gelir, sana ulaşır" sözünü duymuştu.
Denemek için sahralara düştü, bir dağın dibine vardı, yatıp uyudu.
Bakalım diyordu, rızkım gelecek mi?  Şunu bir göreyim de bu husustaki inancım kuvvetlensin.

2405. Bir kervan, yolunu kaybetti. Süre süre o adamın bulunduğu yere kadar geldi. Kervan halkı onu uyumuş görünce,
Birisi bu adam neden böyle çölde yoldan ve şehirden uzak bir yerde çıplak bir halde yatıyor?
Hiçbir kurttan, hiçbir  düşmandan korkmuyor. ölü mü acaba, yoksa diri mi? dedi.
Kervan halkı gelip onu yakaladılar. O ulu er, mahsustan hiçbir şey söylemedi.
Ne vücudunu oynattı, ne başını. Ne de gözünü açtı.

2410. Bunun üzerine bu zavallı zayıf, açlıktan ölüm haline gelmiş dediler.
Ekmek ve bir kap içinde yemek getirdiler. Boğazına dökmek istediler.
Zahit, rızkın, insana çaresiz yetişip geleceği hakkındaki sözü iyice anlamak için inadına dişlerini sıktı.
Kervan halkı acıdılar. Bu zavallı, tamamiyle bitmiş, açlıktan ölüm haline gelmiş dediler.
Koşup bıçak getirdiler, ağzına dayayıp dişlerini zorla açtılar.

2415 Ağzına çorba döktüler, ekmek parçaları tıktılar.
Adam dedi ki: Gönül, susuyorsun ama sırrı biliyorsun da kendini naza çekiyorsun.
Gönlü cevap verdi. Biliyorum ki canıma da rızık veren Tanrıdır, tenime de. Bunu da mahsustan yapıyorum.
Bundan fazla sınama, deneme olur mu? Rızık, sabredenlere ne güzel yetişiyor bak.

Tilkinin  eşeğe  cevap   vermesi   ve     onu   kazanca teşvik etmesi

Tilki dedi ki: Bu hikâyeleri bırak da az bile olsa elini kazanca at!

2420  Tanrı sana el vermiştir, bir iş yap. Kazan da bir dosta da yardımda bulun.
Herkes, bir kazanca yürümüş,    başka dostlarına da, yardım ediyor.
Bütün kazancı bir kişi elde edemez. Bir kişi, hem dülger, hem saka, hem terzi olamaz ya.
Âlemin kararı böyledir.   Herkes, yoksulluğundan bir işe sarılmıştır.
Ortada bedava yemek şart değildir. Sünnet olan yol, iş işlemek ve bir şey kazanmaktır.

Eşeğin, tilkiye Tanrı'ya dayanmak kazançların en iyisidir. Çünkü herkes ona muhtaçtır. Herkes, yarabbi, bana bu işi rasgetir diye dua eder. Duada  Tanrı'ya   dayanma  vardır.   Tanrı'ya  dayanmak, öyle bir kazançtır ki bu kazancı elde edenin, başka hiç bir  kazanca  ihtiyacı yoktur ve saire diye cevap vermesi

2425. Eşek dedi ki: Ben Tanrı'ya dayanmadan daha iyi bir kâr bilmiyorum. İki âlemde de en iyi kazanç budur.
Ona şükretme kazancının eşini göremiyorum. Tanrıya şükür, rızkı artırır.
Aralarındaki bahis uzadı. Nihayet sualden de kaldılar, cevaptan da.
Tilki, bundan sonra ona "Nefislerinizi, ellerinizle tehlikeye atmayın" emrini söyledi.
Kuru ve kayalık bir sahrada sabretmek ahmaklıktır. Tanrı'nın âlemi geniş.

2430. Buradan çayırlığa göç. Orada ırmak kenarında yeşil otlar otla.
Cennet gibi yemyeşil bir çayırlık. Orada yeşillikler bitmiş, ta bele kadar büyümüş.
Ne mutlu o hayvana ki oraya varır. Deve bile o yeşillikte kaybolur.
Orada her yanda bir kaynak akmada. Orada hayvanlar, amana kavuşmuş, hepsi rahattaydı.
Eşek, eşekliğinden "A melun, sen oradasın da neden böyle zayıfsın?

2435  Nerde neşen, semizliğin, nerde nurun, ferin? Neden bu sıkıntılara düşmüş bedenin böyle zayıf?
Bu aç gözlülük, bu görmemezlik, senin yoksuzluğundandır, beylerbeyi olduğundan değil.
Madem kaynaktan geldin, neden kurusun?
Madem misk ceylânısın, nerde sende misk kokusu?
Söylediğin, anlattığın şeylerden neden sende bir
nişane yok ey yüce kişi?" diyemedi.

Bir devleti haber verende o devletin eserini ve nurunu    göremezsen    onun   mukallit    olduğuna hükmetmen lâzımdır.  Bu hususta bir deve hikâyesini örnek getiriyoruz.

2440. Birisi, deveye "Ey izi kutlu, nerden geliyorsun?" dedi.
Deve dedi ki: Senin civarında bulunan sıcacık hamamdan. Adam, evet dedi, zaten dizinden belli!
İnatçı Firavun, Musa'nın ejderhasını    görünce mühlet istedi, yumuşaklık gösterdi.
Akıllılar dediler ki: Bu, daha fazla sertleşmeliydi. Hani ya Tanrıydı ya!
Mucize ister ejderha olsun, ister yılan. Onun Tanrılık kibri, Tanrılık hışımı ne oldu?

2445. Oturunca "Ben yüce   Tanrıyım" diyordu. Bir kurtcağız için bu yaltaklanma neden?
Senin nefsin, mezeyle, hurma şarabiyle sarhoşsa bil ki gayıp salkımını görmemiştir.
Çünkü o nuru görenlerde alâmetler vardır. Onlar, bu gurur yüzünden uzaklaşırlar.
Acı suyun etrafında dönüp dolaşan kuş, tatlı suyu görmemiştir.
Onun imanı da taklitten ibarettir. Canı, iman yüzünü görmemiştir.

2450. Mukallide yoldan da büyük bir   tehlike vardır" yol kesen taşlanmış Şeytandan da.
Fakat hak nurunu görünce emin olur. Ondaki şüphe ıstırapları yatışır.
Denizin köpüğü, aslı olan toprağa gelmedikçe çalkanır durur.
O köpük, toprağa aittir, denizde gariptir. Gariplikte de ıstırap çekmesinden başka bir çaresi yoktur.
Bir adamın gözü açıldı da o nakşı okudu mu artık Şeytan, bir daha ona el atamaz.

2455. Eşek, tilkiye sırlar söyledi ama serserice söyledi, mukallitçe söyledi.
Suyu övdü, fakat iştiyakı yoktu. Yüzünü, elbisesini yırttı, fakat âşık değildi.
Münafıkın özrü kabul edilmez. Çünkü o özür, dudağındadır, kalbinde değil.
Elma kokusuna sahiptir ama elmaya değil. O koku, onda ancak zarar vermek için vardır.
Bütün kadınlar, savaşta saf yarmazlar, feryat ve figan ederler.

2460. Onu saf içinde aslan gibi görürsün, eline kılıcını almıştır ama eli titrer durur.
Vay aklı dişi, kötü ve çirkin nefsi erkek ve atılmaya hazır olana!
Nihayet onun aklı alt olur. Ziyandan başka bir yere göçemez.
Ne mutlu aklı erkek olana, çirkin nefsi dişi ve âciz bulunana!
Cüzi aklı, erkek ve üst olursa dişi nefsini aklı, alt eder.

2465. Görünüşte dişinin saldırması da kuvvetlidir ama onun ziyanı, o eşek gibi, eşekliğindendir.
Kadında hayvan sıfatı üstündür. Çünkü kadının renge, kokuya meyli vardır.
O eşek de çayırlığın rengini, kokusunu duyunca elindeki bütün deliller kaçıp gitti.
Yağmura muhtaç bir susuz haline geldi, bulut yoktu, öküz açlığına uğradı, sabrı yoktu.
Babam, sabır demir kalkandır. Tanrı, kalkana "Zafer geldi çattı" yazısını yazmıştır.

2470  Mukallit, söz arasında yüzlerce delil getirir. Fakat onları kıyas bakımından söyler, açık bir tarzda değil.
Misklere bulanmıştır ama misk değildir. Kendisinde misk kokusu vardır ama pis bir şeydir ancak.
Ey mürit, pislik, misk haline gelinceye kadar yıllarca o bahçede otlamak gerek.
Evet, arpa yememeli eşekler gibi. Ceylâncasına Huten ülkesinde erguvan otlamak gerek.
Karanfilden, yaseminden, gülden başka bir şey otlama. O ceylânlarla Huten sahrasına yürü!

2475  Mideni o reyhanlara, güllere alıştır da peygamberlerin hikmet ve gıdasını bul.
Mideni şu ottan, arpadan vazgeçir, reyhan ve gül yemeye başla.
Ten midesi, insanı samanlığa çeker. Gönül midesi reyhanlığa.
Ot ve arpa yiyen kurban olur. Tanrı nuriyle gıdalanan Kuran olur.
Senin yarın pisliktir, yarın misk. Kendine gel de pisliği değil, Çin miskini artır.

2480  O mukallitte yüzlerce delil, yüzlerce söz vardır. Ama dile getirince görürsün ki onlarda can yok.
Söyliyende can ve fer olmazsa sözünde yaprak ve meyva nerden olacak? Öyle söz, tesir eder mi hiç?
Küstahçasına insanları yola sokar ama kendisi saman çöpünden fazla titrer.
Sözü pek parlaktır, fakat sözünde de bir titreyiş gizlidir.

Kâmil ve Tanrı'ya ulaşmış şeyhin davetiyle, okumakla  fazilet kazanmış  kişilerin sözleri arasındaki fark

Nura ulaşmış şeyh, insana yol bildirir,  sözünü nurla yoldaş eder.

2485. Çalış çabala da sarhoş ol, nura ulaş, sözünden Tanrı nuru aksın.
Pekmez içinde ne kaynatılırsa pekmez   lezzetini alır.
Havuç, elma, ayva ve ceviz,   pekmezde kayna" tılsa hepsinden de pekmez lezzetini alırsın.
Bilgi de nura karışırsa    inatçı ve   kötü kişiler bile bilginden nur bulurlar.
Ne söylersen o da nur olur. Çünkü gökten sudan başka bir şey yağmaz.

2490. Gök ol, bulut ol, yağmur yağdır. Oluk da yağmur yağdırır ama faydası yok.
Oluktaki su iğretidir, halbuki bulutta ve denizde yaradılıştan vardır.
Düşünce, oluğa benzer.   Vahiy ve keşif,   bulut ve denizdir.
Yağmur suyu, bahçeyi yüz türlü renklerle   bezer. Halbuki oluk, komşuları birbirine düşürür, kavga çıkarır.
Eşek, tilkiyle iki üç kere bahiste bulundu. Fakat mukallitti, tilkinin hilesine kapıldı.

2495. Görgü ve anlayışı olmadığından tilkinin hilesi, onu kandırdı.
Yemek hırsı onu öyle bir alçaktı ki beş yüz delili olmakla beraber tilkiye zebun oldu.

Adamın biri bir oğlana kötülükte bulunurken oğlanın  belindeki  hançeri   görüp "Bu  neden," diye sordu. Çocuk, "Birisi benim hakkımda kötü düşünceye  saplanırsa onunla karnını deşerim" dedi. Oğlancı adam, hem işin beceriyor, hem de Şükür Tanrı'ya ki ben sana kötülük düşünmüyorum  diyordu.  "Benim  beytim,  beyit  değil,  bir ülkedir*    Alayım, alay değil, bir şey öğretmektir."  "Şüphe yok ki Tanrı ne  sivrisineği örnek getirmeden utanır, ne ondan üstün olanları." Yani ondan üstün olanların inkâr yüzünden ruhlarının değişmesini, denemiştir. Kâfirler "Tanrı bu örnekle neyi murat ediyor yani?" derler. Bu söze cevap olarak da "Bununla birçoklarını azdırıp  sapıtmak, birçoklarını da doğru  yola  götürmek diler"  buyurur. Çünkü  her sınama,  teraziye benzer. Çoklarının o vasıtayla yüzü kızarır, benizlerine kan gelir, çok kişiler de muratlarına eremez, mahrum olurlar. Bu hususta azıcık düsünsen yüce sonuçlarından çoğunu bulursun

Bir oğlancı, evine bir oğlan götürdü. Onu baş aşağı edip düzmeye koyuldu.
Bu sırada o mel'un çocuğun belinde bir hançer gördü. Dedi ki: Belindeki ne?
Oğlan, kötü düşünceli biri hakkımda kötü bir düşünceye kapılırsa bununla karnını deşeceğim diye cevap verdi.

2500. Oğlancı, Tanrı'ya hamdolsun dedi, iyi ki ben sana bir hile yapıp kötü bir düşünceye kapılmadım.
Sende adamlık olmadıktan sonra hançerlerin ne faydası var? Yürek olmadıktan sonra bunda ne fayda var ki?
Tutalım Aliden Zülfikar'ı miras aldın, Tanrı aslanındaki kol, sende de varsa göster.
Mesih'ten bir nefes bellediğini farzedelim, İsa'nın dudağı, dişi nerde ki a çirkin adam?
Kazanmak, bir şeyler elde etmek için diyelim ki bir gemi yaptın, Nuh gibi bir gemi kaptanı hani?

2505. Tutalım ki İbrahim gibi put kırıyorsun, beden putunu onun gibi ateş içine atış nerde?
Delilin varsa meydana çıkar da tahta kılıcı bile o delille Zülfikar haline getir.
Bir delil, seni amelden alıkorsa o Tanrının gazabıdır.
Yolda korkanları kuvvetli bir hale getirdin ama sen hepsinden fazla korkmada, hepsinden ziyade tirtir titremedesin.
Herkese Tanrı'ya dayanma dersi veriyorsun ama hırsından havadaki sivrisineğin damarını sormadasın.

2510. A oğlan, askerin önünde gidiyorsun ama  bıyığının yalancılığına aletin tanıklık vermede.
Gönül, namertlikle dolu olduktan sonra sakalınla, bıyığına, ancak gülünür.
Yağmur gibi gözyaşları dökerek tövbe et de bıyık ve sakalını, alay mevzuu olmadan kurtar.
Erlik ilâcını kullan da hamel burcundaki kızgın güneşe dön.
Mideyi bırak, gönül tarafına salın. Salın da Tanrıdan sana perdesiz bir selâm gelsin.

2515. Kendine çekidüzen verecek bir iki adım at da aşk, kulağını tutup seni çeksin.

Eşek, her ne kadar çekindiyse de nihayet tilki üstün oldu, onu aslanın bulunduğu ormana çekti

Tilki, hilede ayak diredi. Eşeğin sakalını   tutup çekti.
Nerde o tekkenin   ilâhicisi ki hararetle defe vurup "Eşek gitti, eşek gitti" desin?
Bir tavşan bile aslanı kuyuya sürüklerse  bir tilki, eşeği çayırlığa nasıl sürüklemez?
Kulağını tıka da o ihsan ve lütuf sahibi velinin afsunundan başka bir afsun okuma.

2520. Onun afsunu helvadan da tatlıdır. Hattâ o öyle bir erdir ki ayağının bastığı toprak, yüzlerce helvaya değer.
Şarapla dolu koca küpler, onun dudaklarındaki şaraptan mayalanmıştır.
Ondan   uzakta   kalan can, lâ'al dudaklardaki şarabı görmediği için şaraba âşıktır.
Kör kuş, tatlı suyu görmemiş, kara ve acı suyun etrafında dönüp dolaşmasın!
Can Musası, gönlü Sina haline getirir, kör dudu kuşlarının gözlerini açar.

2525.  Can Şirininin Hüsrev'i nöbet urmuştur.  Şehirde şeker ucuzlamıştır.
Gayp Yusufları ordularını çekmede, şeker denklerini getirmede.
Mısır'dan gelen develerin yüzü bizim tarafa yönelmiş, ey dudu kuşları, şenlik seslerini duyun!
Şehrimiz, yarın şekerle  dolacak.  Şeker zaten ucuz ama daha da ucuzlayacak.
Ey tatlı sevenler, şekerlere bulanın, sofrası olanların körlüklerine rağmen dudu gibi şekerlere bakın.

2530. Şeker kamışını dövün, iş ancak bundan ibaret Canlar feda edin, işte sevgili!
Şimdi şehrimizde bir tek ekşi suratlı bile kalmadı. Çünkü Şirin, Hüsrev'leri tahta çıkardı.
Ya hey! Şarap üstüne şarap, meze üstüne meze. Artık minareye çık da sala ver!
Dokuz yıllık sirke tatlılaşıyor. Taş ve mermer, lâ'al ve altın haline geliyor.
Güneş, gökyüzünde elceğizlerini çırpmada. Zerreler, âşıklar gibi birbirleriyle oynaşmada.

2535. Kaynaklar, yeşilliklerden, çayırlık, çimenliklerden mahmurlaştı. Gül, dallar üstünde çiçekler açıyor.
Devlet gözü, tam bir büyü yapmada; ruh Mansur oldu, Enel Hak diye bağırmada.
Tilki bir eşeği baştan çıkarırsa ko çıkarsın. Sen eşek olma da gani yeme.

Birisi, korkusundan kendisini bir eve attı. Benzi safran gibi sararmış, dudakları gömgök olmuş, elleri söğüt yaprağı gibi tirtii- titriyordu. Ev sahibi hayrola, ne oldu? dedi. Adam, dışarıda eşekleri tutup yük yüklüyorlar diye cevap verdi. Ev sahibi : Peki a mübarek  dedi, etekleri  tutuyorlar  Sen eşek değilsin ya, ne korkuyorsun? Adam dedi ki: öyle bir kızışmışlar, işe öyle bir sarılmışlar ki fark etmelerine imkân yok, korktum, ya beni de eşek diye tutarlarsa!

Birisi kaçıp bir eve sığındı. Korkudan benzi uçmuş, sapsarı kesilmiş, dudakları gövermişti.
Ev sahibi, peki dedi, A amcasının canı, eşekleri titremede.

2540. Ne oldu, neden kaçtın?  Neden böyle benzin attı?
Adam dedi ki: Zâlim padişahı eğlendirmek için bugün sokakta ne kadar eşek varsa yakalıyorlar.
Ev sahibi, peki dedi. A amcasının canı, eşekleri yakalıyorlar. Sen eşek değilsin ya, bundan ne tasan var senin?
Adam dedi ki: Bu işe öyle bir girişmişler, öyle kızışmışlar ki beni bile eşek diye yakalarlarsa şaşılmaz.
Eşek yakalamaya el atmışlar, hiçbir şey farketmiyorlar artık!

2545. Bir şeyi fark etmeyen kişiler, başımıza geçerlerse eşeğin sahibini de eşek diye götürürler mi, götürürler!
Fakat bizim şehrimizin padişahı, abes iş yapmaz. Onun temyiz hassası vardır. O her şeyi duyar, her şeyi görür.
Adam ol da eşek tutanlardan korkma. Ey zamanenin İsası, eşek değilsin sen, ürkme.
Dördüncü kat gök, senin nurunla dolu. Hâşa, senin durağın ahır değildir.
Sen, bir iş için ahırdasın ama gökyüzünden de yücesin sen, yıldızlardan da.

2550. İmrahor başkadır, eşek başka. Her ahıra giden eşek değildir.
Neden böyle eşeğin kuyruğuna yapıştık, ardına düştük? Gül bahçesinden, güllerden bahset.
Narı, turuncu, elma dalını söyle. Şarabı ve sayısız güzelleri anlat.
Yahut dalgası inci olan, incisi söyleyen, gören denizi,
Yahut gül devşiren, yumurtaları altından, gümüşten olan kuşları söyle.

2555. Yahut da ceylânları besleyen, hem sırt üstü, hem yüzükoyun uçan doğan kuşlarından bahset.
Alemde gizli merdivenler vardır, basamak basamak tâ göğe kadar.
Her bulutun başka bir merdiveni vardır, her gidişin başka bir göğü.
Her biri, öbürünün halinden bihaberdir. Geniş bir ülkedir, ne başı var, ne sonu!
Bu, o neden böyle hoş diye şaşmaktadır; o, bu neden böyle şaşıyor diye hayrette.

2560. Yeryüzü sahası geniştir. Orada her ağaç, yerden baş vermiş, boy atmıştır.
Ağaçlardaki yapraklarla dallar, ne de güzel ülke, ne de geniş saha diye şükrederler.
Bülbüller, yediğin şeyden bize de vei' diye kıvrım kıvrım çiçeklerin çevrelerinde uçuşur, ötüşürler.
Bu sözün sonu yoktur. Sen yine o tilkinin, aslanın, o illetin ve açlığın hikâyesine dön!

Tilkinin,   eşeği   aslanın   yanına   götürmesi,   eşeğin aslandan  kaçışı,  tilkinin  aslanı eşek daha uzaktayken neden acele ettin?  diye    azarlaması, Aslanın   özür   getirerek   git,   bir   daha   kandır   diye tilkiye yalvarması

Tilki, eşeği alıp çayırlığa götürdü. Aslan, ona saldırıp paramparça edecekti.

2565. Eşek, aslandan uzaktı. Eşeği görünce hırsından yaklaşmasına sabredemedi.
Birden korkunç bir surette kükredi. Fakat kı-mıldıyacak kuvveti yoktu zaten.
Eşek, uzaktan bunu görünce dönüp nalları kaldırdı, tâ dağın eteğine kadar kaçtı.
Tilki dedi ki: A padişahım, kavga zamanında neden sabretmedin?
O sapık, sana yaklaşsaydı hafif bir saldırışta ona üstün gelirdin.

2570. Acele, Şeytanın hilesidir; sabır ve tedbir, Tanrının lûtfu.
O uzaktaydı, hamleni görüp kaçtı. Zayıflığını anladı, yüzünün suyunu döktü.
Aslan, kuvvetim yerinde sandım, dedi, bu derece halsiz kaldığımı zannetmiyordum.
Fakat açlık ve ihtiyacım hadden aştı. Açlıktan sabrım da kayboldu,  aklım  da.
Elinden gelirse bir kere daha onu baştan çıkar, buraya getir.

2575. Düzenlerle onu buraya getirmeye çalış. Sana pek minnettar olurum.
Tilki, evet dedi; Tanrı yardım eder de körlükle gözünü bağlar.
Çektiği korkuyu unutursa ne âlâ. Bu da, onun eşekliğinden uzak değildir.
Fakat onu kandırır da buraya getirirsem yine acele edip emeğimi yele verme.
Aslan dedi ki: Evet, sınadım, anladım ki pek. halsizim, bedenimde fer kalmamış.

2580. Eşek tamamiyle bana yaklaşmadıkça yerimden bile kımıldamam. Kendimi öylece uyur gösteririm.
Tilki yola düştü. "Aman padişahım, sen bana. himmet et de aklını bir gaflet bürüsün.
Eşek, her kötü kişiye kanmamak için Tanrı'ya? tövbeler etmiştir.
Onun tövbelerini hilelerimle bozayım. Biz, aklın ve aydın ahdin düşmanıyız.
Eşek başı, çocuklarımızın topudur, eşek fikri, elimizin oyuncağı!" diyordu.

2585. Zühal yıldızının devrinden meydana gelen aklın, aklı küll'e karşı ne değeri vardır?
O akıl, Utarit'le Zühal'den feyiz alır, bilgi sahibi olur. Bizse sıfatı lütuf ve ihsan olan Tanrı kereminden feyiz alır, bilgi sahibi oluruz.
Turamızın kıvrımı, "Tanrı, insana bilgi öğretti" âyetidir. Maksatlarımız, Tanrı indindeki bilgidir.
O aydın güneş, bizi terbiye etmiştir. O yüzden "Rabbim, yücelerin yücesidir" der dururuz.
Tilki, eşek hilemizi sınadıysa da bununla bera-berbu hileye yüzlerce sınamayı unutur gider.

2590. Belki o gevşek huylu tövbesini bozar da bunun seyyiesine uğrar demekteydi.

Aht ve tövbeyi bozmak, insanı belâya uğratır. Hattâ çarpar. Nitekim cumartesi günleri, iş işlememeye memur olan yahudilerle İsa'nın maidesini yiyenler hakkında "Onları çarpıp  maymun ve domuz haline getirdik"  dendi.  Bu ümmette, gönül çarpılır, kıyametteyse bedene gönlün suretini verirler.

Ahdi, tövbeyi bozmak, sonunda insanı lanete uğratır.
Cumartesi günlerinde iş işlememeye memur olan Yahudiler, tövbelerini bozdular da çarpılıp helak oldular.
Tanrı, o kavmi maymun şekline soktu. Çünkü inada girişip Tanrı ahdini bozdular.
Bu ümmette beden çarpılması yoktur. Fakat ey akıllı fikirli adam, gönül, çarpılması vardır.

2595. Bir adamın gönlü maymun gönlüne döndü mü bedeni de maymunun gönlünden daha aşağı olur.
O eşeğin gönlü de hakikatten haberdar olsaydı, bir hünere nail olmuş bulunsaydı sureti yüzünden hor olur muydu hiç?
Ashabı kehf'in köpeğinin huyu iyiydi, fakat sureti, köpek suretindeydi. Fakat bu sureti, ona bir noksan verdi mi?
Yahudiler, halk zahirî azabı görsün diye zahiren çarpıldılar.
Fakat iç âleminden bunlardan başka yüz binlercesi, tövbesini bozma yüzünden domuz ve eşek oldu.

Tilkinin, ikinci defa kandırmak    üzere o kaçan  eşeğin yanına    gelmesi

2600. Tilki, çabucak eşeğin yanına geldi. Eşek, senin gibi dosttan çekinmek gerek.
A adam olmayan dedi, ben sana ne yaptım da beni ejderhanın yanına götürdün?
Bana kinlenmene sebep neydi? Yaradılışlıdaki kötülükten başka ne sebep vardı buna a inatçı?
Ona hiçbir eziyet vermediği, dokunmadığı halde gencin ayağını sokan akrep gibi hani.
Yahut da bizden kendisine bir kötülük gelmediği halde can düşmanımız olan Şeytan gibi.

2605. Şeytan, tabiatı bakımından insana düşmandır. İnsanın helak oluşuna sevinir.
O, her an adamın peşine düşer, bir türlü bırakmaz. Huyunu, çirkin tabiatını bırakır mı hiç.
Çünkü onun içindeki kötülük, sebep yokken onu zulme, düşmanlığa çeker.
Her an, seni bir kuyuya atmak için bir otağa çağırır.
Baş aşağı havuza yuvarlamak için filân yerde bir havuz var, dereler akıyor der durur.

2610. Vahye nail olan, gözü açık bulunan Âdem'i bile o melun, kötülüğe, şerre düşürdü.
Âdem'in geçmişte bir suçu yoktu, ona bir zarar vermemişti, bir haksızlıkta bulunmamıştı.
Tilki dedi ki: O bir büyü, bir tılsımdı, senin gözüne aslan göründü.
Yoksa ben, beden bakımından senden zayıfım, öyle olduğu halde gece gündüz orada otlamaktayım..
O çeşit bir tılsım yapmasalar da her obur, doğru oraya koşardı.

2615. Fillerle, ejderhalarla dolu aç bir dünya durup dururken hiç tılsım olmadıkça yazı, öyle yemyeşil durur mu?
Ben, öyle korkunç bir şey görürsen sakın korkma diyecektim ama,
Gönlüm, haline yandı, o derde daldım da aklımdan çıktı.
Seni köpek gibi acıkmış, perişan bir hakle görünce koşa koşa gelsin diye seğirttim.
Yoksa sana tılsımı anlatacak, sana bir hayal görünür ama aslı yoktur diyecektim.

Eşeğin tilkiye cevabı

2620. Eşek dedi ki: Hadi ey düşman, çekil önümden, çekil de çirkin suratını görmeyeyim.
Seni kötü talihli bir hale getiren Tanrı, çirkin suratını da kerih ve pek berbat bir hale soktu.
Bana hangi suratla geliyorsun? Gergedanın yüzü bile bu kadar kalın derili değildir.
Seni çayıra götüreyim diye apaçık canıma kastettin.
Azrail'i gözlerimle gördüm. Sonra da yine bana düzen kurmaya, beni kandırmaya savaşıyorsun ha!

2625. Ben  ister  eşek olayım, ister  eşeklerin kusuru. Nihayet benim de canım var. Bunu nasıl feda edebilirim?
O gördüğüm amansız korkuyu çocuk görseydi derhal kocalırdı.
O korkudan, o heybetten kendimi cansız, gönülsüz bir halde dağdan baş aşağı attım.
O perdesiz azabı görür görmez ayağım, kakıldı kaldı.
Tanrıya ahdettim. Yarabbi dedim, ayağımdaki şu bağı çöz.

2630. Bundan böyle kimsenin vesvesesine kanmayayım, ey lûtuflar sahibi Tanrı, ey yardımcım, ahtım olsun, nezrim olsun!
Tanrı, o anda ayağımın bağını çözdü. O dua ve sızlanma, o niyaz yüzünden ayağım çözüldü.
Yoksa o erkek aslan bana yetişseydi halim ne olurdu? Aslanın pençesi altında eşek ne hale gelir?
Yine o aç aslan hileyle seni bana yolladı değil mi a kötü arkadaş?
Herkesin, kendisine muhtaç olduğu ihtiyacı bulunmayan pâk Tann'nın zatına and olsun ki kötü yılan bile kötü arkadaştan yeğdir.

2635. Çünkü kötü yılan, insanın yalnız canını alır. Kötü arkadaşsa insanı cehenneme sürer, orasını adama durak eder.
İnsanın, düşüp kalktığı adamla konuşa görüşe, huyiyle huylanır. Gönül arkadaşının huyunu kapar.
O sana gölge saldı mı mayasız olduğu için senin mayanı çalar.
Aklın, sarhoş bir ejderha bile olsa kötü arkadaş, bil ki zümrüttür.
Aklının gözünü çıkarır, kör eder. Onun kınaması, seni taunun eline teslim eder.

Tilkinin eşeğe cevap vermesi

2640. Tilki dedi ki: Bizim safımızda tortu yoktur. Fakat vehme gelen hayallerde, küçümsenecek şeyler değildir.
Ey sâf ve bön adam, bütün bunlar, senin vehmindir. Yoksa sana karşı hiçbir gıllügişim yok.
Kötü hayaline kapılıp bana bakma. Dostlara karşı neden kötü zanda bulunuyorsun?
Sâf kardeşler hakkında iki zanda bulun. Zahiren onlardan cefa bile görsen haklarında kötü düşünceye kapılma.
Bu kötü hayal, bu kötü zan, meydana çıktı mı yüz binlerce dostu birbirinden ayırır.

2645. Seni esirgeyen biri, sana cevreder, seni sınarsa hakkında kötü zanna düşmemek gerektir. Akıl kârı  budur.
Hele ben hiç kötü değilim. Adım kötüye çıkmış ama aldırma. O gördüğüm aslan değildi, tılsımdı.
O uğradığın şey kötü bile olduysa yine dostlar, o hatayı affederler.
Vehim ve tamahla korku âlemi, yolcuya pek büyük bir settir.
Bu nakışlar, bu hayal suretleri, dağ gibi Halil'e bile zarar verdi.

2650. Cömert   İbrahim   bile   vehim   âlemine   düşünce : "Bu, benim rabbimdir" dedi.
Tevil incisini delen o zat, yıldızı görünce böyle dedi işte.
Gözleri bağlayan vehim ve hayal âlemi, öyle bir dağı bile yerinden oynattı.
O bile "Bu, benim rabbimdir" dedi. Artık, eşeği ne hale kor, bir düşün!
Dağ gibi akıllar bile vehim deniziyle hayal girdabına gark olur.

2655. Bu kötülük tufanı, dağlan bile aşarken Nuh gemisine binenlerden başka kim aman bulur?
Yakîn yolunun bekçisi olan bu hayal yüzünden din ehli, tam yetmiş iki fırka oldu.
Yalnız yakîn eri, vehim ve hayalden kurtulur. Kaşının kılını yeni ay sanmaz.
Fakat bir kimseye  Ömerin nuru, dayanç olmadıkça onun eğri kaşı yolunu vurur.
Yüz binlerce koskocaman gemi, vehim denizinde paramparça olmuştur.

2660. Bunların en aşağısı akıllı ve filozof Firavun'dur. Onun ayı da vehim burcunda tutulup gitti.
Hiç kimse orospu kadın kimdir bilmez. Bilen, o kadını iyice tanıyan da hakkında şüpheye düşmez.
Vehmin,  seni  şaşkın  bir hale getirdiyse nede öbür vehmin etrafında dönüp dolaşırsın?
Ben kendi benliğimden âciz kaldım. Sen neden benlikle dolu bir halde önümde duruyorsun?
Canla başla benlikten, varlıktan kurtulmayı istiyorum ki onun o güzelim savlicanına top olayım.

2665. Kim benliğinden kurtulursa  bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir.
Nakışsız  bir  ayna  haline  gelir,  değer  kazanır| Çünkü bütün nakışları aksettirir.

Tanrı  sırrını kutlu etsin, Gazneli  Şeyh Muhammed-i Serrezi'nin hikâyesi

Gazne'de   bilgiler   emen   bir   zahit   vardı.  Adı  Muhammed'di, Künyesi Serrezi.
Her gece üzüm çotuğunun ucunu yer, onunla iftar ederdi. Yedi yıl bu haldeydi.
Varlık  padişahından  birçok  şaşılacak  şeyler gördü. Fakat maksadı padişahın cemalini görmekti.

2670.  O  kendine   doymuş  er, bir   dağ   başına  çıktı. Dedi ki: Ya bana kendini göster, yahut kendimi dağdan atacağım.
Tanrı dedi ki: O ihsanın zamanı gelmedi. Kendini atarsan da ölmezsin, ben seni öldürmem.
Şeyh, iştiyakından kendisini o yüce dağdan derin bir suya attı.
O canına doymuş er ölmedi. Ölümden kurtulduğuna feryadetmeğe başladı.
Çünkü bu yaşayış ona ölüm gibi görünmedeydi. İş onca tersineydi.

2675. O, gayb âleminden ölüm istiyor, hayatım ölümümdedir deyip duruyordu.
Ölümü, hayat gibi kabul etmede, helakine gönül vermedeydi.
Ali gibi kılıçla hançer, ona reyhan kesilmiş, nerkisle nesrin, canına düşman olmuştu.
Açıklıktan da ileri, gizlilikten de ileri bir duyulmamış ses geldi: Yürü, ovayı bırak, şehire git!
Dedi ki: Ey kıldan kıla bütün gizliliklerimi bilen Tanrı, şehirde ne yapayım? Söyle.

2680. Tanrı dedi ki: Nefsini alçaltma için Abbas-ı Debs gibi rüsvay ol, dilen.
Bir müddet zenginlerden para topla, yoksullara dağıt.
Bir müddet hizmetin budur. Şeyh, baş üstüne ey canımın sığındığı Tann dedi.
Mahlûkatın Tanrısiyle o zahit arasında birçok sual cevap, birçok macera oldu.
Öyle ki yerle gök bunlarla nurlandı. Bütün bu sözler, dillere  destan  oldu.

2685. Fakat ben, bu sözü kısa kesiyorum, her aşağılık kişi, sırları  duymasın  diye.

Şeyhin bunca yıldan sonra çölden Gaznenin şehrine gelip gayıptan gelen emirle zembil gezdirerek şunu bunu toplaması ve topladığını yoksullara dağıtması. Buyur kulum yüceliğini bulan cana mektup üstüne mektup gelir, haberci üstüne haberci. Evin penceresi açık olursa oradan güneş de girer, ay ışığı da, yağmur da, mektup da, başka şeyler de ve bunların ardı arası kesilmez.

Şeyh, Tanrı buyruğunu kabul edip Gaznenin şehrini, yüzünün nuriyle aydınlattı.
Bir bölük halk, ferahtan ona karşı vardılar. Fakat o, acele bilinmez bir yoldan şehre girdi.
Şehrin ileri gelenleri, uluları hep birden kalkıp onun için köşkler hazırladılar.
Şeyh, ben dedi, kendimi göstermeye gelmedim, ancak horluğa ve dilenciliğe geldim.

2690. Dedikoduda bulunmaya niyetim bile yok. Elimde zembil kapı kapı gezeceğim.
Buyruk kuluyum, buyruk da Tanrı'dan. Ben dilencilik edeceğim, dilencilik edeceğim, dilencilik!
Dilenirken de duyulmamış sözler söyleyecek değilim. Dilencilerin aşağılık yolundan başka bir yol yordam tutmayacağım.
Bu suretle tamamiyle alçaklığa dalayım da ileri gelenlerden de, halktan da kötü sözler duyayım.
Tanrı buyruğu candır, ben ona tabiim.  O, tamah hakkında "Tamah eden alçalır" buyurdu.

2695. Mademki din sultanı, benden tamahkârlık istiyor, bundan böyle kanaatin başına toprak!
O alçalmamı istiyor, ben nasıl yüceliğe savaşırım? O, dilenci olmamı diliyor, ben nasıl beylik ederim?
Bundan böyle benden yalnız dilencilik ve alçak iste.  Dağarcığımda yirmi tane Abbas var benim.
Şeyh, eline zembili almış, sokak sokak, kapı kapı dolaşıyor. Ağam Tanrı için bir şey ver, Hak bu hususta sana tevfik verdi mi ki? diyordu.
Sırları, arştan da yüceydi, kürsüden de. Öyle olduğu halde işi gücü "Tanrı için, Tanrı için" demekti.

2700. Peygamberlerin hepsi, bu çeşit hareket ederler. Halk müflistir, öyle olduğu halde onlar, halktan bir şey isterler.
"Tanrı'ya ödünç verin, Tanrı'ya ödünç verin" derler, işi tersine yürütürler de "Tanrı'ya yardım ederseniz Tanrı da size yardım eder" derler.
Bu şeyh de kapı kapı dolaşıp yalvarmadaydı. Halbuki şeyh için gökyüzünde yüzlerce kapı açıktı.
O dilenciliği boğazı için değil, Tanrı için yapıyordu. Bu işe iyice sarılmıştı.
Hattâ boğazı için bile dilense ne çıkar? O boğaz, Tanrı nuriyle dopdoluydu.

2705. Onun ekmek, bal ve süt yemesi, yüz yoksulun çilesinden, üç günde bir iftar ederek oruç tutmasından daha hayırlıydı.
O, nur yer, ekmek yiyor deme. Görünüşte otlar, fakat hakikatte lâle eker.
Kandilin yağını yiyen alev gibi o da etrafındakileri aydınlatır, onların nurunu artırır.
Tanrı, ekmek yiyene "israf etmeyin" dedi, nur yiyene "Artık kâfi" demedi.
O boğaz, iptilâ boğazıdır, buysa israftan da. emin, ileri gidişten de.

2710. Şeyhin bu hale düşmesi hırsından, tamahından değildi, buyruğa uymasındandı. Öyle can hırsa, tamaha uymaz ki.
Kimya, bakıra, gel kendini tamamiyle bana ver derse bu sözü tamahından söylemez.
Tanrı, yedinci göğe kadar toprak hazinelerini Şeyhe göstermişti.
Şeyh dedi ki: Ey beni yaratan! Ben âşıkım. Senden başka bir şey dilersem kötü kişi olayım.
Sekiz cennet gözüme görünür, yahut sana cehennem korkusundan hizmet edersem,

2715. Ancak kendi selâmetini arıyan bir inanmış kul olurum. Çünkü cennet de bedene aittir, cehennem de.
Bir âşık, Tanrı aşkıyle gıdalanırsa yüzlerce beden, onca bir gazel yaprağına değmez.
O ulu Şeyhin bedeni de başka bir şey oldu, artık ona pek beden deme.
Hem Tanrı âşıkı olmak, hem de ücret istemek olur mu? Emniyet sahibi Cebrail, hiç hırsızlık eder mi?
O yaslı leylânın âşıkına bile bu âlem saltanatı bir zerre göründü.

2720. Önce toprakla altın birdi. Altın da nedir? Canını bile tehlikeden esirgemiyordu.
Aslan, kurt ve başka yırtıcı canavarlar bile bunu duydular, anladılar da onunla akraba gibi çevresine toplandılar.
Çünkü o, hayvan huyundan arındı, temizlendi Aşkla doldu. Yağı, eti de zehirli bir hal aldı.
Aklın şekerler dökmesi, canavarlara zehir olur. Çünkü iyinin iyiliği, kötünün zıddıdır.
Asıkın etini canavarlar yiyemez. Aşk iyilerce de bilinir, tanınır, kötülerce de.

2725. Faraza âşıkı kurt kuş yese bile eti zehir olur, yiyeni öldürür.
Aşktan başka ne varsa her şeyi aşk yer, yutar, iki âlem de aşk kuşunun gagası önünde bir taneden ibarettir.
Bir tane, hiç, kuşu yiyebilir mi?  Samanlık, hiç atı otlatabilir mi?
Kullukta bulun da belki sen de âşık olursun. Kulluk bir kazançtır ki amelle elde edilir.
Kul, kulluktan azat olmayı diler. Âşıksa ebediyen azat olmak istemez.

2730. Kul, daima elbise, vergi diler. Aşılan elbisesiyse daima sevgilinin cemalidir.
Aşk, söze sığmaz. Aşk, bir denizdir ki dibi görünmez.
Denizin katralarını saymaya imkân yoktur. Yedi deniz de aşk denizinin önünde küçücük
bir göl kalır.
A canım, bu sözün sonu gelmez. Yine zamane Şeyhinin hikâyesine dön!

"Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım"    hadîsi kutsisinin manası

Böyle bir  Şeyh, sokak sokak dolaşan bir dilenci oldu. Aşk, pervasızca geldi, ne yapsın? Sakının aşktan!

2735.  Aşk, denizi bir çömlek gibi kaynatır.  Aşk, dağı kum gibi ezer, eritir.
Aşk, gökyüzünü çatlatır, yüzlerce yarık açar. Aşk, sebepsiz yeryüzünü titretir.
Pak, aşk, Muhammed'le eşti. Tanrı aşk yüzünde ona "Sen olmasaydın..." dedi.
Hasılı o, aşktan tekti. Onun için Tanrı, onu pevgamberler içinden seçti.
Sen, pak aşka mensup olmasaydın, sende aşk olmasaydı dedi, hiç gökleri var eder miydim?

2740. Ben, aşkın yüceliğini anlayasın diye kadri yüce göğü yücelttim.
Gökten daha başka faydalar da gelir. O yumurta gibidir. Bu, civciv gibi ona tabidir.
Âşıkların horluğundan bir koku alasın diye toprağı tamamiyle hor ettim, ayaklar altına serdim.
Aşkla bir yoksul nasıl değişir, anlaman için toprağa yeşillik ve tazelik verdim.
Şu yerinden kımıldamıyan dağlar da sana âşıkların sebatını söyler.

2745. Gerçi oğul, o mânadır, bunlar suret.  Fakat anlayışa yaklaştırmak için lâzım bu.
Kederi, dikene benzetirler. Dikenin kendisi değildir, bu benzetiş, ancak uyandırmak, anlatmak içindir.
Katı gönüle taş derler. Gönlün taşla münasebeti yoktur, fakat bir örnektir verirler işte.
Düşünce de onun tıpkısı olmaz. Fakat öyle değildir deme de ayıbı benzetişe, anlatışa ver.

Şeyhin bir  gün  içinde  dört  kere  zembille  dilenmek üzere   Tanrı buyruğiyle bir beyin evine gitmesi,  beyin   onu   azarlayıp   kötü   söylemesi,  Şeyhin de özür dilemesi

Şeyh bir günde yoksul gibi dört kere bir beyin köşküne gitti.

2750. Zembili elinde, Tanrı için canı  yaratan, sizden bir lokma ekmek istiyor sözleri dilindeydi.
Oğul, bunlar, aklı küll'ü bile şaşırtan, sersem eden tersine çakılmış nallardır.
Bey, onu görünce : Kötü kişi dedi, sana bir şey söyleyeceğim ama bana nekes deme.
Bu ne küstahlık, bu ne utanmaz yüz, bu ne çeşit iş? Bir günde tam dört kere geliyorsun.
A Şeyh, burada seninle mukayyet olacak kim var ki ? Ben senin gibi küstah bir dilenci görmedim.

2755. Dilencilerin namusunu berbat ettin. Bu yaptığın, ne çirkin Abbaslık?
Abbası  Debs, senin hizmetkârın olamaz. Bu şom nefis, hiçbir mülhitte olmasın.
Şeyh dedi ki: Beyim, sus, ben emir kuluyum.  İçimdeki ateşi bilmiyorsun, bu kadar coşma.
Ekmek için kendimde bir hırs görseydim ekmek isteyen karnımı deşerdim.
Yedi  yıl bu bedenim, aşk ateşiyle yandı kavruldu. Çöllerde asma yaprağı yedim, onunla geçindim.

2760. Hattâ taze, yahut kuru yaprak yemeden bu bedenimin rengi yemyeşil oldu.
İnsanlar atasının suretinde, perdesinde bulundukça âşıklara öyle pek serserice bakma.
Akıllı fikirli kişiler, kılı kırk yardılar. Heyet (kozmoğrafya) bilgisini elde ettiler.
Neyrencat, sihir ve felsefeyi, hakkiyle belleyemedilerse de,
Mümkün olduğu kadar çalıştılar, elde ettiler, bütün akranlarını geçtiler.

2765. Aşk, kıskançlığından kendisini gizledi. Böyle bir güneş, onlardan gizli kaldı.
Gündüzün yıldızları gören keskin gözden güneş, yüzünü gizledi.
Bundan geç de öğütümü dinle. Âşıkları aşk göziyle gör.
Vakit dar, can da kuşkuda. Artık sana özür getirmesine imkân yok.
Sen anla da o sözü bekleme. Âşıkların gönüllerini az incit.

2770. Sen bu neşeyi anlayamamışsın. Bari ağır ol, ihtiyatı bırakma.
Mutlaka yapılması lâzım şey var, yapılsa da olur, yapılmasa da olur iş var, bir de yapılmasına imkân olmayan var. Sen bu ikisinin ortasını tut, ihtiyatta caiz olanı gözet ey bu kavme sonradan gelip katılan kişi!

Beyin, Şeyhin öğütünü duyunca ağlaması ye Şeyhin özündeki doğruluğun ona aksetmesi, o küstahlıktan sonra hazinesini  Şeyhe bağışlaması, Şeyhin, ben buyruksuz alıp kullanamam diyerek kabul etmemesi

Şeyh bu sözleri söyleyip hay hayla ağlamaya koyuldu, gözyaşları yeryüzünü ıslatmaya başladı.
Şeyhin doğruluğu, beyin içine aksetti. Aşk, her an bir görülmemiş çömlek kaynatır durur.
Aşıkın doğruluğu cansız bir şeye bile tesir eder. Bilen bir kişinin gönlüne dokunsa şaşılır mı?

2775. Musa'nın doğruluğu, sopaya ve dağa tesir etti, hattâ azametli denize bile dokundu.
Ahmed'in doğruluğu ayın yüzüne tesir etti. Hatta parlak güneşin bile yolunu vurdu.
İkisi yüzyüze verip feryada başladılar. Emîr de ağlamaya kovuldu, fakir de.
Uzun bir müddet ağlaştılar. Sonra bey dedi ki: Ulu kişi, kalk!
Hazineden ne dilersen al. Bunun gibi yüzlerce ihsana müstahaksın ya, fakat gönlünün dilediğini devşir.

2780. O, senindir. Neye meylin varsa al. Zaten sana iki âlem bile dar gelmede.
Şeyh dedi ki: Bana böyle izin vermediler. Elinle dilediğin şeyi al demediler.
Ben bu küstahlığa kendi dileğimle kalkışmadım ki bir kavme sonradan gelip katılanlar gibi bu eve girip dilediğini alayım.
Bu sözleri, bahane edip kalktı. O ihsan, doğru bir ihsan değildi, onun için kabul etmedi.
Beyin özü doğruydu, gıllügişi yoktu. Fakat her doğru, Şeyhin gözüne görünmez, o her doğruyu kabul etmezdi ki.

2785. Tanrı, bana git, dilencilik ederek ekmek iste buyurdu dedi.

Şeyhe, gayıptan, emrimle iki yıl dilencilik edip aldın. Bundan sonra alma, ver. Elini hasırın altına at.  O hasırı Ebuhüreyre'nin torbasına döndürdüm. Âlemdekiler, bu âlemin ötesinde bir âlem olduğunu anlasınlar diye dilediğini o hasırın altında bulursun. O âlem, bir âlemdir ki o âlemde eline toprak alsan altın olur.  O âleme ölü girse dirilir. En büyük kutsuzluk, oraya girince en büyük kutluluk haline gelir.  Küfür, orada iman olur, zehir tiryak kesilir. O âlem,
ne bu âlemin içindedir, ne dışında. Ne altında, ne üstünde. Ne bu âleme bitişiktir, ne bu âlemden ayrı. Neliksiz, niteliksiz bir âlemdir o âlem. Her an, o âlemden binlerce eser ve numune görünür. Nitekim elin sanatı, elin suretinin., gözün bakışı, gözün suretinin.. Dilin fasih oluşu, dilin suretinin ne içindedir, ne dışında, ne o surete bitişiktir, ne ayrı, Akıllı kişiye bir işaret  yeter.

O iş eri, tam iki yıl bu işi yaptı. Ondan sonra Tanrı'dan emir geldi:
Bundan sonra ver, fakat kimseden isteme. Biz, sana bu kudreti gayıptan ihsan ettik.
Kim senden birden bine kadar ne isterse istesin elini hasırın altına sok, çıkar.
Bu zahmetsiz hazineden ver. Avucunda toprak altın kesilecektir, hemen ver.

2790. Ne dilersen ver, hiç düşünme. Tanrı, bil ki sana çoklardan çok ihsanda bulundu.
İhsanımızda ne tükenme vardır, ne azalma. Bu vergiden ne pişman oluruz, ne hasret duyarız.
Ey dayanılan zat, elini hasırın altına daldır da ihsanımız, kötü gözlerden gizli kalsın.
Hasırın altından avucunu doldur, beli kırılmış, dilenciye sun.
Bundan böyle ardı arası kesilmeyecek, sonu gelmeyecek olan ihsanımızdan ver. Değerli inci isteyenlere hemen bahşet.

2795. Yürü, "Tanrı eli, onların elleri üstündedir" sırrı sana verildi. Tanrı eli gibi sebepsiz, vesilesiz rızık saç.
Borçluları borcundan kurtar.  Alem döşemesini yağmur gibi yeşert.
Bu yıl da işi buydu ancak. Din rabbinin kesesinden boyuna altın verirdi.
Kara toprak, elinde altın kesilirdi. Hâtemi Tay, onun safında âdeta bir yoksuldu.

Şeyhin, isteyen kişi söylemeden içindekini bilmesi, borçluların  ne   kadar   borcu   olduğunu   anlaması.   Bu   "Halkıma benim sıfatlarımla görün" hadîsi kutsinin nişanesidir.

Yoksul, ihtiyacını söylemese de o bilir, ne kadar ihtiyacı varsa verirdi.

2800. O beli bükülmüş yoksulun gönlünde ne varsa ne fazla, ne de noksan, o kadar verirdi ona.

AÇIKLAMALAR: 2101 – 2800 Beyitlerin Notları

S. 173, B. 2108 den sonraki baslıktaki âyet, 2 nci sûrenin (Bakara) 179 uncu âyetidir.

S. 173, B. 2114: "Nefsini bilen, rabbini bilir." Bu söze hadîs diyenler olduğu gibi Hz. Ali'nin sözü olduğunu söyleyenler de vardır.

S.176, B. 2152: Baş sağlığı mektuplarının üstünün ve ihtimal kenarlarının siyah olması
o vakit de adetmiş. Bu anlaşılıyor.

S.-177, B. 2162 den sonraki başlıktaki cümle, 89 uncu sûresinin (Zümer 38 inci âyetindendir.

S. 179, B. 2181: "Meleklerle ruh, ona ellin bin yıl süren" bir günde çıkarlar." Sûre 70 (Maaric), âyet 4.

S. 179, B. 2186: "Ey  inananlar, sizden  kim dininden dönerse Tanrı, onun yerine bir kavim getirecek ki Tanrı onları sever, onlar da Tanrıyı" severler. Müminlere karşı aşağılanırlar,  kafirlere  karşı  yücelirler, üstün  olurlar, Tanrı yolunda savaşırlar, hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu Tanrı ihsanıdır ki dilediğine verir. Tanrı genişleticidir ve her şeyi bilir." Sûre 5 (Mâide), âyet 54.

S. 182, 2227 den sonraki başlık: Kur'an'ın 66 ncı sûresinin  (Tahrim)  8 inci âyetinde    "Ey inananlar, Tanrıya nasuh tövbesiyle tövbe edin" denmektedir.  Bu kelime, halis tövbe ve geçmiş günahlara tamamiyle pişman olup bir daha suç istememeye azmetmek mânasına gelir. Müfessirler bu hikâyede nakledilen Nasuh adlı adamı kabul etmiyorlar. Halk  ağzında da halis tövbe yerine  "Nasıh, nusuh tövbesi" sözü kullanılır. Aynı başlığın sonlarındaki âyetler, 92 nci sûrenin (Leyl) 7 ve 10 uncu âyetleridir.

S. 183, B. 2241 inci   beyitten   sonraki   başlıkta   bulunan hadîsi  kutsî  için  c. l,  s. 190,  b. 1938 in,  âyet  için  de yine aynı ciltte s. 60, b. 615 in izahlarına bakınız.

S.  168, B. 2272 den sonraki başlığın  sonlarındaki  söze-hadîs diyenler ve  Hz. Ali'ye  isnad edenler  vardır.  Ankaravi şerhi, s. 497.

S.  191,  B.  2338  den  sonraki  bahis:     Kutup  için  c.  2,. s. 75, b. 815 ve 818 in izahlarına bakınız. Gülşeni raz'ın ' s. 29, b. 339-340 ve s. 31-3*. b. 394-571 in izahlarına da bakın.

S. 192, B. 234S. Kutup, lügatte değirmen taşının etrafında döndüğü değirmen mânasına gelir. Bir yuvarlağa tam tepesinden geçip onun karşılığından çıkmak üzere bir şiş saplasak ve yuvarlığı döndürsek, bu şişin etrafında dönmüş olur ki bu şiş, o yuvarlak için kutup demektir. Hâsılı, Tanrı'nın ilk taayyün ve tenezzülü olan. ve Hakikati Muhammediye de denen zati iktizası, bilgi âlemine mazhar bulunan kutup, kendi varidatına tabidir ve onun varidatı, âlemde tecelli eder. İnsan, kâinatın ruhu olduğu gibi kutup da, insanların ruhudur.

S. 192, B. 2347: "Ey inananlar, Tanrı'ya yardım ederseniz o da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar." Sûre 47 (Muhammed), âyet 7.

S. 195, B. 2384: "Namazı kıldınız mı yeryüzüne dağılın, Tanrı ihsanına yapışın, o ihsanı elde etmeye çalışın, Tanrıyı çok anın, olur ya kurtulursunuz." Sure 62 (Cumua), âyet 10.

S. 199, B, 2428: "şükrederseniz nimetimi ziyadelendiririm, küfranda bulunursanız muhakkak ki azabım, çok şiddetlidir." Sûre 14 (İbrahim), âyet 7.

S. 199, B. 2428: 2 nci sûrenin (Bakara) 195 inci âyetinden.

S. 200, B. 2437: Beylerbeyi tâbiri ta o zamandan beri varmış.

S. 201, B. 2447: Peygamber 39 uncu sûrenin (zümer) 22 inci âyeti olan "Tanrı, kimin göğsünü İslâmla, açtı, genişlettiyse o adam, Tanrı'sından nura kavuşmamış mıdır? Tanrıyı anmayı kabul etmiyen katı kalblilere vay! Onlar, apaçık sapıklıktadılar" âyetini okuduktan sonra "Nur, kalbe girdi mi kalbi genişletir, ferahlatır" demiş sahabe "Bunun alâmeti nedir ey Tanrı elçisi?" diye sorunca "Aldanma yurdundan çekinme, sevinç yurduna yönelme, ölüm gelmeden ona hazırlanma" diye cevap vermiştir.

S. 204, B. 2496 dan sonraki başlık: Kur'anda sinek ve örümcek gibi şeyler anılınca yahudiler, böyle Tanrı sözü mü olur, demişler, bunun üzerine "Şüphe yok ki Tanrı, sivrisineği, yahut ondan üstün ve büyük olan bir şeyi örnek getirmeden utanmaz, inananlar, bilirler ki o, rablerindendir ve doğrudur. Kâfirlere gelince, derler ki: Tanrı ne ister bu örnekle? Tanrı, bu örnekle çoğunu azdırır, saptırır, çoğunu da doğru yola götürür. Saptırdıklan da ancak kötülük işleyenlerdir" âyeti inmiştir, (Sûre 2, Bakara, âyet 26).

S. 205, B. 2502: Zülfekar, ağzı iki çatal bir kılıçtır. Peygamber tarafından Ali'ye verilmişti. "Ali'den başka er yok, Zülfekardan başka da kılıç" sözü meşhurdur. Hattâ Ali'yi sevmede ileri gidenler, bu sözün Uhud savaşında Cebrail tarafından söylendiğini iddia etmişler ve içlerinden, bu kılıcın gökten indiğini bile söyleyenler olmuştur.

S. 211-212, B. 2585-2586: Gökteki yıldız hakkındaki telâkkiler, İranlılarla Yunanlılar arasında hemen hemen birdir. Çok kuvvetle umulabilir ki bu inanışlar, Hind-iran'dan belki de Mısır yoluyla Yunanistan'a geçmiştir, Zuhal, Uranüs - gök'le Gea - yer'in oğludur.
Adı Kronos'tur. Zeus yani Müşteri, bunun, kız kardeşinden doğan oğludur. Rengi boz yeşil olan bu yıldızın mizacı soğuk ve kurudur. Bu bakımdan senenin talihine hâkim olursa sıcak yerlerde bile hararet azalır. Bu yüzden büyük kutsuz yıldız sayılır. Yunanlılar bu yıldızı, yarı beline kadar göğsü açık, yalnız arkasiyle başının ön tarafı kapalı bir ihtiyar olarak temsil ederlerdi. Elinde üzüm kestikleri eğri uçlu bir bıçak yahut orak bulunurdu. Sonraları bir timsah ve zamana işaret olmak üzere bir kum saati verdiler. İran'da sağ elinde bir insan kafası, sol eliyle de bir insan avucunu tutan bir ihtiyar, yahut beyaz ata binmiş ve sağ elinde bir kılıç bulunan bir adam şeklinde temsil etmişlerdir. Zühal'e Saturne de denir. Sanayi erbabiyle padişah mensuplarının ve kale dizdarlarının talihlerine bu yıldız hâkimdir. Utarit-Mercure'se ticaret tanrısıdır. Tacirler, mallarına revaç vermek için yalan söylediklerinden yalan ve hilenin de hamisidir. Babası Zeus, anası atlas kızı Maya'dır. Ticaret, sanat, belagat, fesahat tanrısı olduğu gibi kozmografya bilgisiyle fülüt ve liri ve yeryüzündeki ölçüleri de icatetmiş. Omuzlarına hafif bir manto atmış, ayaklariyle omuzları kanatlı, fesahat ve belagatı gösterirse sağ eli yukarıda güzel bir delikanlı suretinde temsil edilirdi. Kitabet ve zekâ da bu yıldıza aittir. Nücum bilgisine göre yıldızların, yeryüzüne ve yeryüzündekilerine tesirleri vardır. Akıl ve zekâ da Zuhal ve Utarid'in tesiriyle vücut bulur.

S. 212, B. 2587: "Bağışlayan Tanrı, Kur'anı belletti, insanı yarattı, ona söz söylemeyi öğretti." Sûre 55 (Rahman), Ayet 1-4.

S. 212, B. 2590 dan sonraki başlık: 2nci surenin (Bakara) 65 inci ve 5 inci sûrenin (Maide) 60 ıncı âyetlerinde de cumartesi gününe hürmet etmeyenlerle İsa Peygambere gökten inen yemeğe hürmet etmeyenlerin çarpılıp domuz ve maymun şekline sokuldukları anlatılmaktadır. Bu çarpılmaya "mesh" denir. Tenasüh inanışıyle alâkası meydandır. Meshedilen taifenin soyu üremez, öylece geçip giderlermiş. Muhammed ümmetinde, Peygamberin şerefi için bu azap kaldırılmıştır. Fakat onların da içleri, mâneviyatarı çarpılır. Kıyamette de çarpıldıkları şekilde dirilirler.

S. 215, B. 2633: "Kim, bağışlayan Tanrı'yı anmadan göz yumarsa ona bir şeytan musallat ederiz. Bu şeytan, bunun arkadaşıdır." Sûre 43 (Zuhruf), âyet 36.

S. 216, B. 2645: Eskiden para sahipleri, paralarını yerlere gömerler, o definenin bulunmaması, yahut bulanın eline geçmemesi için büyüler yaptırırlardı. Meselâ birisi oraya yaklaştı mı gözüne bir yılan, bir ejderha görünür, korkusundan geri dönmeye mecbur olurmuş. Şüphe yok ki defineyi çaldırmamak için icadedilen bu yalandan istifade ederek para karşılığında okuyup, üfleyip böyle bir şey yaptığını iddia edenler de türemişti. Böyle bir yılan, ejderha, yahut başka korkunç bir şey göstermeye "tılsm" derler ki dilimizde tılsım şeklini almıştır. Şark edebiyatında d
a daima hazine ve defineyle yılan ve ejderha beraber anılagelmiştir. c. 2, s. 78, .b. 848 in izahına da bakınız.

S. 221, B. 2705: Çile, Hafız divanı, s. 519, b. 3938 in izahına bakınız.

S. 223, B. 2733 den sonraki başlık: "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım" diye bir hadisi kutsi rivayet edilmiştir.

S. 225, B. 2750: Şey'en lillâh, Tanrı için bir şey demektir. Bu söz halk ağzında şeydullah şekline girmiştir. Eski Melâmei'lerden beri dervişler, şeyhlerinin emriyle nefislerini alçaltmak için içi oyulmuş ve iki tarafından birer zincir geçirilmiş olan ve keşkül denen şeyi ellerime ahp dilenmeye çıkarlar. Keşkül, ya ellerinde bulunur, yahut boyunlarından asılıp sol yanlarına sarkıtılır. Başka dilenciler gibi dualarla, yahut ısrar ve antlarla bir şey istemezler. Ya sakin bir surette, yahut ilâhi okuyarak dolaşırlar. Bazan birisine şey'en lillâh diye keşküllerini uzattıkları olur. Vermeyene bir şey demezler, verene eyvallah deyip çekilirler. Herkes, vereceği şeyi, dervişin keşkülüne kor, keşkülün içinde para, ekmek, hattâ yemek karmakarışıktır. Gene bu münasebetle halk, cinsi ayrı karmakarışık bir şeyi anlatırken fukara keşkülü gibi der. Dervişlerce sahabeden Selmanı Fârisî, güya, başlarında Ali olan kırklardanmış ve kırklar için eline keşkül alıp böyle bir şeyler toplamaya çıkarmış. Bu yüzden bu dervişce dilenciliğe "Selman etmek, Selman'a çıkmak" de denir. Kalenderîlerde Selman etmek, hemen umumî bir âdetti. Yalnız Bektaşilerle Mevlevilerin sülükleri, hizmet ve sohbetle olduğu için bu iki tarikatta .Selman âdeti yoktur. Keşküllerin pirinçten, sair madenlerden, hattâ gümüşten yapılmışları, üstünde âyetler, (hadîsler, azizlerin adları, sanatlı bir surette yazılmış bulunanları vardı ki bunların cidden değerlileri, bugün müzelerimizdedir. Şunu da söylemeden geçmeyelim: Süt ve badem yağıyla yapılan, üstüne döğülmüş şam fıstığı dökülen muhallebiye benzer güzel bir tatlımızın adı da "keşkûli fukara" dır. Halk; bir kadın, bu tatlıya pek düşkünmüş, nihayet kocası iflâs etmiş, eline keşkül alarak dilenmeye, bu suretle karısına bu tatlıyı yedirmeye mecbur olmuş, bu yüzden tatlıya bu ad verilmiş der.

S. 225, B. 2755: Abbası Debs, pek meşhur bir hırsızmış.

S. 225, B. 2763: Nirencat'ın doğrusu. Neyrencat'tır. Halk dilinde yanlış olarak Mirencat diye anılagelmiştir. Hile ile, olmayan şeyleri göstermek bilgisi imiş, gözbağcılık gibi.
Sihir-büyü, malûm olduğu üzere bazı dualar ve havaslarla herhangi bir şeyi elde etmektir. Meselâ bir sabun, insan şekline sokulur, bir şeyler okunarak üstüne iğneler batırılıp bir kuyuya atılır. O, orada erirken kimin için yapıldıysa o da eriyip zayıflamağa başlar, nihayet ölürmüş. İki kaşığı tersine bağlayıp okuyup üfleyerek bir eski mezara gömmek, kariyle kocanın arasını açarmış. Bir evin kapısına okunarak domuz yağı sürülürse o eve soğukluk girermiş, daha neler de neler. Bütün bu çeşit Şeyler, müslümanlıkta menedilmiştir. Hattâ,, inanarak ve helâl sayarak yapmak yaptırmak, küfürdür. Hikmet filozofi demektir.

S. 227, B. 2776: Peygamber, parmağı ile işaret etmiş, ay ikiye bölünmüş. Bundan önceki ciltlerde bu, çok geçti. Bir kere de bir seferden dönüşte Peygamber, başını Ali'nin dizine koyup yatmış, uyumuştu. Gün kavuşmuş, ikindi namazının vakti geçmiş, fakat Ali, Peygamberi uyandırmaya cesaret edememiş, kıyamamıştı. Peygamber uyanınca Ali'ye namazı kılıp kılmadığını sormuş, Ali kılmadığını söyleyince Yarabbi demiş, Ali, senin ve Peygamberinin hizmetindeydi. Sen güneşi tekrar doğdur da namazını kılsın. Güneş batmışken tekrar batıdan görünmüş, Ali namazını kılınca derhal batmıştı. Şiîler'in pek ehemmiyet verdikleri bu mucizeye "Reddüş şems" denir. Bir kere de Ali'nin halifeliği zamanında ve Ali'nin duasiyle olmuştur. Bu mucizenin olmadığını ve bu hadîsin uydurma olduğunu söyleyenler vardır.

S. 228, B. 2795:  S.  62-63, 740-743 ün izahına bakınız.

S. 229, B.-2798 den sonraki başlık: Hadisi kutsi olarak rivayet  edilir.

CİLT 5  (2801 - 3500 Beyitler)

2801 Ona, ne bildin ki bu kadar istiyor, bunu nerden anladın? derlerdi.
Derdi ki: Gönül evi bomboş, cennet gibi nasıl ki orada da (cennette) fakr ve ihtiyâç yoktur âdeta.
Orada yalnız Tanrı sevgisi var. Onun vuslatı hayalinden başka hiç kimsecikler yok.
Ben evi, iyi kötü, her şeyden sildim, süpürdüm. Evim, tek Tanrının sevgisiyle dolu.

2805. Orada Tanrıdan başka ne görürsem benim malan değildir, benden bit şey isteyen yoksulun malıdır.
Suda bir hurma fidanı, yahut hurmanın kırılıp eğilmiş, yeni aya dönmüş dalı görününce o akis, dışarıdaki fidanın, dışarıdaki dalın aksidir.
Suda bir suret görürsen o, dışarıda bulunan şeyin aksidir yiğidim.
Fakat suyun pislikten arınması için beden ırmağını temizlemek, arıtmak şarttır.
Bu suretle onda bir bulanıklık ve çerçöp kalmamalı ki yüzün, içine aksetsin, görünsün.

2810. A adamcağız, bedeninde toprakla karışmış sudan başka ne var? Söyle. A gönül düşmanı, suyu, topraktan arıt.
Halbuki sen, her an yemekle, içmekle o dereye daha fazla toprak dökmede, o suyu daha fazla bulandırmadasın.

Şeyhin, herkesin içinden geçeni bilmesinin sebebi

O suyun içinde hiçbir şeycikler bulunmadığında " yüzler, ona akseder, orada görünür.
Halbuki senin için temizlenmemiş. Evin, Şeytanla, adam olmayanlarla, canavarlarla dolu.
A eşek, inadından eşeklikte kalakaldın. Nerden Mesih'e ait ruhlardan bir koku alacaksın?

2815. Orada bir hayal başgösterse   hangi pusudan çıktığını nerden bileceksin?
İçteki hayallerin süpürülmesi için beden, riyazatla hayale döner.

Eşeğin hile yüzünden tilkiye alet olması

Eşek bir hayli çalıştı, tilkiden korundu. Fakat köpek gibi acıkmıştı, açlı kendisine eş olmuştu.
Hırsı üstün geldi, sabrı zayıfladı. Ekmek sevdası, nice boğazlan yırtmıştır.
Kendisine hakikatler keşfedilen Peygamber, onun için "Az kaldı  yoksulluk, küfür olayazdi" dedi.

2820. O eşek, açlığa tutsak olmuştu. Hileyse bile dedi, tut ki öldüm.
Bari bu açlık azabından kurtulurum ya. Yaşayış buysa ölüm bence daha iyi.
Önce tövbe etmiş, and içmişti ama nihayet eşekliğinden tövbesini de bozdu, andını da.
Hırs, insanı kör, ahmak eder, bilgisiz bir hale sokar, ölümü kolaylaştırır.
Halbuki ölüm, eşeklere kolay değildir. Çünkü ebedî canları yoktur ki.

2825. Ebedî canı olmadığı için de kötülükte bulunan birisidir. Ecele cüreti, ahmaklıktandır.
Çalış da ebedî cana ulaş, ölüm gününde de elinde bir azık bulunsun.
Kötü kişinin rızık  veren Tanrıya güveni yoktur. Gayıptan ona rızkının cömertçe saçıldığına inanmaz.
Gerçi zaman zaman ona bir açlık verdi, verdi ama Tanrı ihsanı, şimdiye kadar onu rızıksız bırakmadı.
Eğer açlık olmasaydı imtilâya tutulurdun, ondan sonra da sende daha yüzlerce illet başgösterirdi.

2830. Açlık illeti, hem lâtif oluş, hem hafif bir hale geliş, hem de Tanrı'ya yalvarıp ibadette bulunuş bakımından o illetlerden elbette daha iyidir.
Açlık zahmeti, illetlerden daha iyidir; hele açlıkta yüzlerce fayda ve hüner de varken.

Az yeyiş ve açlığın iyiliği

Kendine gel, açlık, ilâçların padişahıdır. Açlığı canla başla kabul et, onu böyle hor görme.
Bütün hastalıklar, açlıkla iyileşir. Bütün ilâçlar, aç olmadıkça sana tesir etmez.

Örnek

Birisi küflü ekmek yiyordu. Bir adam, neden bu kadar haris ve aç gözlü oldun? diye sordu?

2835. Dedi ki: Sabrın sonucunda açlık, iki misli arttı mı arpa ekmeği bile bana helva gelir.
Sabrettim, sabırlı oldum mu daima helva yemiş olurum.
Zaten açlık, herkese zebun olmaz ki. Bu açlık, hadden aşırı bir otlaktır.
Açlığı, onunla güçlü kuvvetli aslan kesilsinler diye ancak Tanrı haslarına vermişlerdir.
Açlığı, öyle her âdi yoksula nerden verecekler? Ot az değil a, önüne koyuverirler.

2840.Ye derler, sen ancak buna lâyıksın.  Suda yüzen kuş değilsin sen, ekmek yiyen bir kuşsun.

Bir  şeyhin,  dervişin içini  okuyup  hırsını  anlaması,   ona   dille   nasihat   vererek Tanrı   emriyle Tanrı'ya dayanma kuvvetini bağışlaması

Bir şeyh, müridiyle dara düşmüştü. Şehirde ekmek vardı, bulundukları yerde kıttı.
Müridin gönlünde açlık ve kıtlık korkusu, gafletinden her an artmaktaydı.
Şeyh biliyordu, müridin içinden geçeni anlamıştı. Ona dedi ki: Ne vakte dek bu
elem, bu ıstırap içinde kalacaksın?
Ekmek derdinden yanıp yakılıyorsun. Âdeta Tanrı'ya dayanma gözünü kapamışsın.

2845. Sen o yüce nazeninlerden değilsin ki sana ceviz ve kuru üzüm vermesinler.
Açlık. Tanrı haslarının gıdasıdır. Senin gibi ahmak yoksul, nerden ona zebun olacak?
Aldırış etme, sen onlardan değilsin ki bu mutfakta ekmeksiz beklıyesin.
Şu aşagılık ve karnına düşkün kişilere daima kâse üstünde kâse sunarlar, ekmek üstüne ekmek.
Bu çeşit adam öldü mü ekmek, önünden giderek ey yoksullukla, ümitsizlikle kendini öldüren der,

2850. İşte sen öldün, ekmek kaldı. Hadi kalk da al ekmeğini bakalım ey kendini elemlerle öldüren!
Kendine gel de elin, ayağın titremesin. Rızkın, senin ona âşık olmandan ziyade sana âşıktır.
Âşıktır, senin sabırsızlığını bilir de emekliye emekliye sana gelir a herzevekil!
Sabrın olsaydı rızkın gelir, âşıklar gibi kendini sana teslim ederdi.
Açlık korkusundan bu titreyiş nedir? Tanrı'ya dayanmayla tok yaşanabilir pekâlâ.

Büyük bîr adada bir öküz varmış. Ulu Tanrı, o adayı otlarla, çayır, çimenle doldurur, öküz, akşama kadar hepsini otlar, bir dağ parçatı gibi şişer, semirir, gece olunca bütün ovayı otladım, hepsini bitirdim. Yarın ne yiyeceğim diye korkuyla,   derde   kapılır,  uyuyamaz,   bu   dertle kulak karıştırılan hilâle dönermiş. Sabahleyin kalkınca yine bütün yazıyı, dünkünden daha yeşil, daha bol çayır, çimenle dolu bulur, yine yer, içer, semirir, geceleyin aynı derde düşermiş. Yıllardır bunu görür, fakat Tanrı'ya yine güvenmezmiş.

2855. Dünyada yemyeşil bir ada vardır, orada yalnız başına obur bir öküz yaşar.
Akşama kadar bütün yazıyı yalar, otlar, doyar, semirip şişer.
Gece oldu mu yarın ne yiyeceğim diye düşünceye dalar, bu düşünce onu dertlendirir, ince bir kıla döner.
Sabah olunca yazı, yine yeşermiştir. Yeşillik, çayır, çimen, tâ bele kadar büyümüştür.
Okuz, öküz açlığına tutulmuştur, akşama kadar bütün yazıyı baştanbaşa otlar, bitirir.

2860. Yine büyür, semirir, şişer. Bedeni yağanır, güçlü kuvvetli bir hale gelir.
Derken akşam oldu mu açlık korkusuna düşer, bu korkuyla titremeye başlar, yine korkusundan zayıflar.
Yarın yayım zamanı ne yiyeceğim, ne edeceğim? diye düşünür durur. Yıllardır, o öküz bu haldedir işte.
Bunca yıldır bu yeşilliği otlar, bu çimenlikte yayılırım.
Hiçbir gün rızkım azalmadı. Bu korku nedir, bu gönlümü yakıp yandıran gam nedir diye düşünmez bile.

2865.  Akşam oldu, gece bastı mi o semiz öküz, eyvahlar olsun, rızkım bitti diye diye yine zayıflar.
İşte nefis, o öküzdür, yazı da dünya. Nefis ekmek korkusu ile daima zayıflar durur.
Gelecek zamanlarda ne yiyeceğim? Yarının rızkını nasıl ve nerde elde edeceğim kaydına düşer.
Yıllardır yedin, yiyeceğin eksilmedi. Artık biraz da gelecek düşüncesini bırak da geçmişe bak.
Yediğin rızıkları hatırına getir, geleceğe bakma da az sızlan! ;

Aslanın eteği avlaması, çalınıp çabalarken susaması, tu içmek üzere kaynağa gitmesi, gelince-yedek tilkinin, hayvanın en güzel yerleri olan ciğerini, yüreğini ve böbreklerini yemesi. Aslan gelince eşeğin yüreğini ve ciğerini görmeyerek nerde bunun yüreğiyle ciğeri? diye sorması. Tilkinin, onda yürek ve ciğer olsaydı o gün o korkunç hali gördükten ve binlerce hileyle canını kurtardıktan sonra tekrar buraya gelir miydi? demesi. Tanrı da "Kâfirler, duysaydık, yahut aklımız olsaydı cehennemlik olmazdık derler" buyurmuştur.

2870. Tilkicik, eşeği tâ aslanın yanına kadar götürdü. Aslan, eşeği paramparça etti.
O canavarlar padişahı, bu savaşta yoruldu, susadı. Su içmek üzere kaynağa gitti.
Tilkiceğiz, eşeğin ciğeriyle yüreğini, fırsat bulup yedi.
Aslan, su içip dönünce aradı, eşeğin ne ciğeri vardı, ne yüreği!
Tilkiye ciğeri nerde, yüreği ne oldu? dedi. Canavar, hayvanın bu iki uzvunu pek sever.

2875. Tilki dedi ki: Onda yürek, yahut ciğer olsaydı hiçbir kere daha buraya gelir miydi?
O kıyameti görmüş, o dağdan düşmeyi seyretmiş, o korkuyu tatmış, güçlükle kaçmıştı.
Ciğeri, yahut yüreği olsaydı tekrar senin yanına gelir miydi?
Bir gönülde gönül nuru olmadı mı o gönül, gönül değildir. Bir bedende ruh yoksa o beden, topraktan ibarettir.
Bir kandilde can nuru yoksa sidikten, pislikten İbarettir. O sırçaya kandil deme artık.

2880. O sırça, o kap, halkın yapısıdır ama kandilin nuru, ululuk ıssı Tanrı'nın ihsanıdır.
Hâsılı sayı ve çokluk kaplardadır, alevlerdeyse ancak birlik vardır.
Bir yere altı tane kandil kosalar nurlarında sayı ve çokluk olmaz.
O çıfıt, kapları gördü de müşrik oldu. Öbürü de nuru gördü de imana geldi, anlayış sahibi oldu.
Ruh. kaplara baktı mı Şis'le Nuh'u iki görür.

2885. Derenin, suyu varsa deredir. Adam, canı olan adamdır.
Bunlar, insan değillerdir, suretten ibarettirler. Bunlar, ekmek ölüsüdürler, şehvet öldürmüştür bunları.

Bir hale  düşmesi  yüzünden  gündüzün kandille gezip dolaşan  papaz

Birisi, gündüzün, gönlü aşk ve yanışla dolu olarak kandille gezerdi.
Bir herzevekil ona dedi ki: A adam, kendine gel de öyle her dükkânı arayıp durma.
Aydın günde kandille ne gezip duruyorsun, bu ne saçma şey?

2890. Adam dedi ki: Her yanda adam arıyorum. O nefesle diri olan kimdir?
Bir  adam,   şu   pazar,   adamla   dolu   o  hür  kişi dedi.
Adam arayan dedi ki: Bu iki yol ağzı ana caddede öfke ve hırs zamanında dayanan bir adam arıyorum.
Öfke ve şehvet vaktinde kendini tutabilen adam nerde? Bucak, bucak, sokak sokak böyle bir adam arıyorum işte.
Nerde âlemde bu iki halde dayanabilen bir adam ki bugün ona canımı feda edeyim.

2895. Bunu duyan, nadir bulunur bir şey arıyorsun, fakat kaza ve kaderden gafilsin dedi iyi bak.
Sen, fer'e bakıyorsun; asıldan haberin bile yok. Biz fer'iz, asıl olan kader hükümleridir.
Kaza ve kader, dönüp duran gökyüzünün bile yolunu kaybeder. Yüzlerce Utarid'i kaza ve kader, aptallaştırır.
Çare âlemini daraltır, demirle mermeri bile eritir, su haline getirir.
Ey bu yolu adım adım adımlamaya karar veren kişi, sen hamın hamısın, hamın hamısın, hamın hamı!

2900.  Değirmen taşının dönüşünü    gördün,    bari gel de dereyi de gör.
Toprağı, tozu havalanmış    görmedesin, toprağın arasında yeli de gör.
Düşünce kaplarını kaynar    görmedesin,    aklın başına devşir de ateşe de bak.
Tanrı, Eyyub'a ihsanlarını söylerken ben, senin her kılına bir sabır verdim dedi.
Kendine gel de sabrına bu kadar bakma. Sabrı gördün, sabır vereni de gör.

2905. Dolabın   dönüşünü   ne  vakte    dek  göreceksin? Başını çevir de hızlı ve coşkun coşkun akan suyu da gör.
Görüyorum deyip duruyorsun ama onu .görmenin birçok ayan beyan nişaneleri vardır.
Şöyle denizin köpüğünü    görüverdin mi hayran olman lâzım ki denizi de göresin.
Köpüğü gören, sırlar söyler. Fakat denizi gören şaşırır kalır.
Köpüğü gören, niyetlerde bulunur; denizi gören, gönlünü deniz haline getirir.

2910. Köpükleri gören,    onları sayar   döker.   Denizi görenin irade ve ihtiyarı kalmaz.
Köpüğü gören dönüp dolaşmaya düşer. Denizi görende hiçbir gıllügiş kalmaz.

Müslümanın bir Mecusiyi  dine davet etmesi. Şeytanın, Tanrı kapısındaki hali

Bir adam, Mecusinin birine, yahu, gel de müslüman ol, müslümanlar arasına karış dedi.
Mecusi dedi ki: Tanrı dilerse imana gelirim, ihsanını çoğaltırsa yakın elde ederim dedi.
Müslüman dedi ki: Tanrı, senin imana gelmeni canını cehennemden kurtarmak diler.

2915. Ama kötü nefsin, o çirkin Şeytanın seni küfür tarafının, kilisenin bulunduğu yere çekmektedir.
Mecusi, ey insaf sahibi dedi, mademki onlar üstün, ben de güçlü kuvvetli, olana dost olurum.
Üstün olana dost olabilir, beni daha fazla ve kuvvetle çekenin bulunduğu yere gidebilirim.
Tanrı, benden adamakıllı öz doğruluğu istiyormuş. Dileği yerine gelmedikten sonra ne fayda?
Nefis ve Şeytan, kendi dileğini yürüttükten sonra Tanrı inayeti kahroldu, paramparça oldu demektir

2920. Sen bir köşk, bir saray yaparsın. Onu yüzlerce nakışlarla, resimlerle bezersin.
Sen Onun bir hayır yurdu, bir mescit olmasını istersin ama başka biri çıkar gelir, orayı kilise, manastır yapar.
Yahut da sen bir kumaş dokur, ondan giyinmek için kendine bir kaftan yapmak istersin.
Sen kaftan istersin ama düşman, inadı yüzünden senin rağmine o kumaştan bir şalvar yapar.
Canım efendim, onun isteğine uymaktan başka ne çaresi var kumaşın?

2925.Kumaş sahibi zebun oldu, kumaşın ne kabahati var? Üstün olana alt olmayan kimdir ki?
Birisi, ev sahibinin isteği olmadan sürüp gelir, onun yurduna diken ekerse,
Ev sahibi, elbette horluğa düşmek zorundadır. Ona böyle bir horluk, çaresiz gelip çatar.
Ben de taze ve yeni isem de ne çare?Hor hakir oldum işte.Sevgili böyle istiyor,ben de hor oluyorum.
Nefsin istediği olduktan sonra artık,bir işi Tanrı dilerse olur demek,bir alaydan ibarettir.

2930. Ben,Mecusilerin kusuru,yahut kafirsem de Tanrı hakkında yine böyle bir zanda bulunamam.
Bir kimse,onun dileği olmadan ülkesinde gezsin,dolaşsın,buyruk yürütsün...buna imkan yoktur.
Birisi onu ülkesini ele geçirsin de soluğu yaratan Tanrı,bir nefes bile alamasın,bir şey bile söylemesin, böyle şey olmaz.
Eğer Tanrı,bir adamdan şeytanı sürüp kovmak diler de buna rağmen Şeytan,her an o adamın derdini arttırırsa,
Bu şeytana kul olmak gerek. Çünkü her mecliste üstün çıkan o.

2935. Ben, aman Şeytan bunu benden kapmasın der durursam peki,böyle bir anda o ihsanlar sahibi Tanrı neden elimi tutmaz.
Onun dilediği oluyorsa artık benim işim kimden düzelir ki?

Şeytanın Tanrı kapısındaki hali

Haşa;Tanrı,neyi dilerse o olur. O,mekan aleminde de hakimdir, mekansızlık aleminde de.
Hiçbir kimse,onun ülkesinde onun emri olmadıkça bir kılı bile kımıldatamaz.
Mülk onundur,ferman onun.Onun kapısında en aşağılık köpek, Şeytandır,

2940. Türkmenin, kapısında bir köpeği olsa,o köpek,onun kapısına yüzünü,başını koyup yatsa,
Evin çocukları,kuyruğunu bile çekseler aldırmaz, onların ellerinde oyuncak olur.
Fakat yoldan bir yabancı geçse erkek arslan gibi ona saldırır.
Çünkü 'Kafirlere şiddetlidir',dosta gül gibidir, düşmana diken gibi.
Türkmen,ona tutmaç suyu bile verse o, buna razı olur, bekçiliğini yapar.

2945. Peki, köpek Şeytanı da Tanrı yaratmıştır. Onda yüzlerce düşünce, yüzlerce hile halk etmiştir.
İyinin,kötünün yüzsuyunu gidersin diye yüzsularını ona gıda etmiştir.
Halkın yüzsuyu,  ona verilen tutmaç suyudur. Şeytan bunu yer,bununla doyar.
Böyle olduğu halde nasıl olur da canı, kudret otağının önünde kurban olmaz?
İyilerden de,kötülerden de sürü sürü nice kişiler var ki ayaklarını yere döşemiş, köpek gibi o kapıya yönelmiştir.

2950. Hepsi de Tanrılık mağarasının eşiğinde köpek gibi yatmışlar, zerre zerre buyruk beklemede,kulak kabartmadalar.
Ey köpek Şeytan, halk bu yola ayak bastı mı onları sına.
Saldır onlara, onları buraya koma. Bu suretle bak bakalım,doğrulukta hangisi er, hangisi dişi?
“Tanrıya sığınırım”  neden denir? Köpek, kızıp saldırmaya başlayınca değil mi?
Ey   Hıta   Türkü   "Tanrı'ya   sığınırım" demek,  köpeğe bağır, yolu aç da,

2955. Otağının kapısına geleyim, senin cömertliğinden bir hacet dileyeyim demektir.
Türk, köpeğin saldırışından âciz olunca bu "Tanrı'ya sığınırım" demek, bu feryadetmek, yerinde bir iş değildir.
Türk de "Tanrı'ya sığınırım" bu köpekten. Bu köpeğin yüzünden yurdumda âciz kaldım.
Sen, bu kapıya gelmeme yardım etmiyorsun, ben de kapıdan çıkamıyorum derse,
Artık, Türkün de başına toprak, konuğun da.
Bir köpek, ikisinin de boynunu bağlıyor demek!

2960. Hâşa...  Tanrı hakkı için  Türk, bir nara attı mı köpek kim oluyor?  Erkek aslan bile kan kusar.
Ey kendine Tanrı aslanı diyen, yıllar oldu, köpeklikte kaldın.
Bu köpek, senin için nasıl av avlayabilir ki sen apaçık köpeğe av olmuşsun!

Sünni müslümanın Cebrî kâfire cevap verip kulun ihtiyarı olduğuna dair delil göstermesi. Sünnet bir yoldur ki, Tanrı hepsine esenlik versin, peygamberler, o yoldan yürümüş, o yolu ayakları ile çiğneyip açmışlardır. O yolun sağında Cebir çölü vardır. Kul, orada kendisinde ihtiyar görmez, emir ve nehyi inkâr edip tevile sapar. Halbuki emir ve nehyin inkârından, emre uyanların yeri olan cennetle, uymayanların durağı ve cezası olan cehennemi inkâr etmek çıkar. Artık iş nereye varır? Ben söylemeyeyim, akıllıya bir işaret yeter. Yine o yolun solunda da Kader çölü vardır.    Buraya sapan da  yaratıcının kudretini, halkın kudretinin mağlûbu bilir. Bundan da öyle fesatlar  meydana gelir ki o Cebrî Mecusi onları sayıp dökmüştür.

Müslüman dedi ki: Ey Cebrî, sözümü dinle, Kendi düşünceni bildirdin, söyleyeceklerini söyledin. Şimdi cevap veriyorum, bana kulak ver.
A satranç oynayan, kendi oyununu gördün. Şimdi de uzun uzadıya hasmının oyununu gör.

2965. Kendi özür defterini okudun. Sünni'nin defterini de oku, ne diye öyle kalakaldın?
Kaza ve kader hususunda cebrice ince sözler söyledin. Şimdi macerayı dinle de onun sırrını benden duy.
Şüphe yok ki bizim bir ihtiyarımız vardır. Duyguyu inkâr edemezsin, bu meydandadır.
Kimse taşa gel buraya demez. Kimse bir toprak parçasından vefa ummaz. -
Kimse adama hadi uç demediği gibi köre de gel, beni gör diye bir teklifte bulunmaz.

2970. Tanrı, "Köre teklif yok" dedi. Hiç güçlükleri açan Tanrı, kimseyi güce sokar mı?
Kimse taşa geç geldin, yahut sopaya neden bana vurdun demez.
Mecbur olandan böyle şeyler aranmayacağı gibi özürlüye de kimse bu çeşit sözler söylemez, vurup dövmez.
Ey yeni, yakası temiz kişi, emir, nehiy, öfke, lütuf ve azarlama, ancak ihtiyacı olanadır.
Zulümde de ihtiyarımız vardır, sitemde de. Ben, bu Şeytanla nefisten bunu kastettim.

2975. İhtiyar, senin içindedir. O, bir Yusuf görmedikçe elini uzatamaz.
İhtiyar  ve dilek,  nefistedir.   Dilediği  şeyin yüzünü görür de ondan sonra kol kanad açar.
Köpek   uyumuş  ama    ihtiyarı   kayboldu   sanma. İşkembeyi gördü mü  kuyruğunu sallamaya başlar.
At da arpa gördü mü kişnemeye koyulur; kedi de etin oynadığını görünce miyavlamaya başlar.
İhtiyarın harekete gelmesine sebep görüştür, ateşten  kıvılcım çıkaranın körük olduğu gibi.

2980. Şu halde ihtiyarın, İblis gibi seni oynatır. Sana vasıtalık eder,  Vis'in  selâmını, haberini getirir.
Dilediği bir şeyi adama gösterdi mi, uyumuş olan ihtiyar, derhal gözünü açar.
Melekler de Şeytanın inadına gönlüne feryatlar salar.
Bu suretle hayra olan ihtiyarını harekete getirmek ister. Çünkü bu göstermeden önce sende şu iki huy da uykudadır.
Şu halde ihtiyar damarlarını harekete getirmek için melek de sana yapılacak şeyleri gösterir, Şeytan da.

2985. Sendeki hayır ve şer ihtiyarı, ilham ve vesveselerle birken on olur, on kişinin ihtiyarına sahip olursun.
A   tatlı   adam,   namazın   dışındaki   işlerin  helâl olması için namazdan çıkarken meleklere selâm vermek gerektir.
Bu selâm, sizin güzel ilhamınız ve duanız yüzünden ihtiyarımla şu namazı kıldım demektir.
Suçtan sonra da tutar, İblise lanet edersin. Çünkü bu eğriliğe onun yüzünden düştün.
Şeytanla melek, gayıp perdesi ardında gizlice bu kötülükle iyiliği sana gösterir.

2990. Fakat   gözünün   önünden   gayıp   perdesi   kalktı mı seni hayıra, şerre sevk edenlerin yüzlerini görürsün.
Onların sözlerinden, gizlice söz söyleyenlerin bunlar olduğunu tanırsın.
Şeytan, ey tabiat ve ten tutsağı der, ben bunu sana gösterdim, fakat  zorlamadım ki.
Melek de, ben sana, bu neşe yüzünden gamın artar demedim mi ?
Falan günde ben sana şöyle demedim mi? Cinler yolu, o tarafa giden yoldur.

2995. Biz, senin canına dostuz, ruhuna ruhlar katarız. Senin babana ihlâsla secde etmişiz.
Şimdi de sana hizmet etmekte, hizmet edilme yoluna seni çağırmadayız.
Bu şeytanlar, babana da düşmandı. "Secde edin" emrine uymadılar.
Fakat sen ona uydun da bizi dinlemedin. Hizmet haklarımızı tanımadın bile.
Şimdi biz de meydandayız, onlar da. Sözümüzden, sesimizden tanı, gör der.

3000. Gece yarısı dosttan bir sır duydun, onun söz söyleyişini işittin mi, sabahleyin söz söyleyenin o dost olduğunu anlarsın.
Geceleyin iki kişi, sana haber getirirse sabahleyin ikisini de seslerinden tanırsın.
Geceleyin aslan ve köpek seslerini duysan karanlıkta yüzlerini görmezsin ama,
Gündüz olunca yine bağırdıkları zaman aklınla o sesleri ayırdeder, hangi hayvanlara ait olduğunu anlarsın.
Hâsılı   Şeytanla   ruh, sana kötülüğü   ve iyiliği gösterirler. Her ikisi de ihtiyarın olduğuna delildir.

3005. Bizde bir gizli ihtiyar vardır, iki şey gördün mü, artar, harekete gelir.
Hocalar, çocukları döverler, hiç karataş terbiye kabul eder mi?
Hiç taşa yarın gel, gelmezsen seni kötü bir surette cezalandırırım der mi?
Hiç akıllı adam, bir toprak parçasını döver, bir taşı  azarlar  mı ?
Akıl bakımından cebir, kadere inanmamaktan da daha rezilce bir iştir. Çünkü Cebrî olan, kendi duygusunu  inkâr ediyor demektir.

3010. Kaderi  inkâr eden  hiç olmazsa duyguyu  inkâr etmiyor. Oğul, Tanrı işi, duyguya sığmaz ya.
Fakat ulu Tanrının işini inkâr edense âdeta delilin delâlet ettiği şeyi inkâr ediyor demektir.
Kaderi inkâr eden, duman vardır da ateş yoktur, kandilin ışığı,, hiçbir ışık olmaksızın aydındır demektir.
Cebri ise ateşi görür de inadina ateş yok der.
Ateş, eteğini tutuşturur, yakar, yine ateş yoktur der. Karanlik, eteğini dolaştırır, yere kapaklanır, yine karanlık yok eder.

3015. Hâsılı bu Cebir dâvası, Sofistliktir. Onun için de Tann'yı inkâr edişten beterdir.
Tanrı'yı inkâr eden, âlem vardır, Tanrı yoktur. Yarabbi diyene icabette bulunamaz, yoktur ki der.
Halbuki bu, dünya hiç yoktur der. Sofist, tereddütler, ıstıraplar içindedir.
Bütün âlem, ihtiyarı ikrar eder, emrin nehyin, şunu getir, onu getirme demenin hak olduğunu söyler de,
O, daima emir ve nehiy yoktur. Yapılan işler, dileğimizle değildir deyip durur.

3020 Arkadaş, duyguyu hayvan bile ikrar eder. Fakat bu husustaki delil, pek incedir.
Zira biz, ihtiyarımızı duyarız. Bize bir işi teklif etmek, yerindedir.

Bir şey dileyerek yapıp yapmamak, yahut zorda kalmak, öfke, dayanıp hoş görmek, tokluk ve açlık gibi vicdani idrâk, sarıyı o kırmızıdan fark etmek, küçüğü büyükten, acıyı tatlıdan, miski pislikten, dokunma duygusu ile katıyı yumuşaktan, sıcağı soğuktan, yakıcıyı, çok sıcak şeyden, yaşı kurudan ve yine dokunarak duvarı ağaçtan ayırdetme gibi duygu yerine kaimdir. Şu halde vicdanî anlayışı inkâr eden, duyguyu inkâr eder, hattâ bundan da beterdir. Vicdani anlayış, duygudan daha açıktır. Çünkü duyguyu bağlamak ve duymadan menetmek, duygunun meydana geleceği yolu bağlamak mümkündür. Fakat vicdanî anlayışı menetmenin imkânı yoktur. Akıllıya bir işaret  yeter.

Vicdanî anlayış, duygu yerine kaimdir. Her ikisi de bir arktan akar.
Onun için   bu anlayışa yap,   yapma diye emir etmek,  nehiyde  bulunmak,  onunla maceralara girişmek, söyleşmek yerindedir.
Yarın bunu, yahut onu yapayım demek ihtiyara delildir güzelim.

3025. Yaptığın kötülük yüzünden pişman olman da ihtiyarına delâlet eder, demek ki kendi ihtiyarınla pişman oldun, doğru yolu buldun.
Bütün Kur'an, emirdir, nehiydir, korkutmadır. Mermer taşa kim emir verir, bunu kim görmüştür?
Akıllı bilgili adam, toprak parçasına, taşa hükmeder mi ?
Ey ölüler, âcizler, böyle yapın, şöyle edin dedim, neden yapmadınız der mi?
Akıl, tahta parçasına taşa hükmeder mi? Akıl sahibi, resme,

3030. Be hey eli bağlı, ayağı kırık yiğit, mızrağı al; da savaşa gel diye el atar, buyruk yürütmeye kalkar mı?
Peki... Yıldızları ve gökyüzünü yaratan Tanrı,, cahilcesine nasıl  emir  ve nehiyde bulunur?
Kulda ihtiyar yoktur diye Tanrı'dan güya âciz ihtimalini gidermeye kalkıştın ama onu cahil, ahmak ve aptal yaptın.
Kader yoktur, kul, kendi ihtiyariyle iş yapar demekte hiç olmazsa aciz yoktur, hattâ olsa bile cahillik, acizlikten beterdir.
Türk, kereminden konuğa der ki, kapıma köpeksiz gel, yırtık  hırkayla gelme.

3035. Falan yerden edeplice gel de köpeğim, senden ağzını, dudağını bağlasın.
Sense bu sözün tam aksini tutar, otağın kapısına gidersin. Elbette köpek seni yaralar.
Kullar nasıl gitmişlerse öyle git ki köpeği, sana karşı kin ve merhametli olsun.
Sen tutar, kendinle beraber bir köpek, yahut tilki götürürsen elbette her çadırın altından bir köpek çıkar, başına üşüşürler.
Tanrı'dan başkasında ihtiyar yoksa suçluya ne kızıyorsun?

3040. Neden düşmana karşı diş biler durursun? Nasıl onun suçunu, kusurunu görürsün?
Evin damından bir odun kırılıp düşse de seni adamakıllı yaralasa,
Hiç o tahta parçasına kızar mısın, hiç ona kinlenir misin?
Neden bana vurdu da elimi kırdı? O benim can  düşmanımmış  der  misin?
Neden küçük çocukları döversin de büyüklere dokunmazsın?

3045. Malını çalan hırsızı gösterir, tut şunu, elini ayağını kır, onu esir et dersin.
Karına göz koyana karşı yüz binlerce defa coşar, köpürürsün.
Fakat sel gelse de eşyanı götürse akıl, hiç sele kızar, kinlenir  mi?
Yahut yel esse de sarığını kapıp uçursa gönlünde yele karşı bir hiddet peydahlanır mı?
Öfke, cebrice, özürlere girişmeyesin diye sana ihtiyarin olduğunu anlatıp durmadadır.

3050. Deveci, bir deveyi dövse o deve, dövene kasdeder.
Devecinin değneğine kızmaz. Görüyorsun ya deve bile ihtiyardan bir kolcuya sahiptir.
Yine böylece bir köpeğe taş atsan iki büklüm olur da sana salar.
Hattâ seni bırakıp o taşı yakalarsa, ısırırsa o da yine sana olan kızgınlığındandır. Çünkü sen ondan uzaktasın, sana el atamıyor, onu ısırıyor.
Hayvani  olan akıl  bile ihtiyarı biliyor.Artık sen ey insani akıl, utan da ihtiyar yoktur deme.

3055. İhtiyar, apaydın meydandadır ama o obur, sahur yemeği tamahiyle gözünü nurdan kapar.
Çünkü onun bütün meyli, ekmek yemeyedir, bunun için yüzünü karanlığa tutar da daha gündüz olmadı der.
Hırs, gündüzü bile gizledikten sonra artık delile sırtını çevirirse şaşılmaz.

Halkın  ihtiyarına ve kaza ve kaderin ihtiyarı gidermeyeceğine dair hikâye

Bir hırsız, şahneye dedi ki: Efendim, yaptığım i}, Tanrı takdiri.
Şahne dedi  ki:A  iki gözümün nuru, benim yaptığım da Tanrının hikmeti, Tanrı'nın takdiri!

3060. Birisi bir dükkândan bir turp çalsa da   a akilli kişi, bu Tanrı takdiri dese,
Başına iki üç yumruk vurur da bu da Tanrı takdiri dersin, koy turpu yerine!
A herzevekil, bir nebat hususunda bakkal bile bu gadri kabul etmiyor da,
Sen buna nasıl güveniyor, ejderhanın çevresinde dönüp dolaşıyorsun?
Böyle bir özürle ey akılsız adam, kanını da tamamıyla sebil ettin, malını da, karını da, öyle mi?

3065 Şu halde birisi de senin bıyığını tutup yolsa da özür getirse, kendisini mecbur gösterse kabul mu edeceksin?
Tanrı hükmü, sana özür olabiliyorsa âlâ, öğren de bana fetva ver bakalım.
Benim de yüzlerce isteğim, şehvetim var da elim, korkudan, Tanrı heybetinden bağlı.
Kerem et de bana şu özrü öğret, elimden ayağımdan düğümü çöz.
Bir sanatı seçmiş, kendine iş edinmişsin. Bu, bîr ihtiyarım var, bir düşüncem var demektir.

3070. Yoksa ey iş eri, neden sanatlar arasında o sanatı seçtin?
Ama nefis ve hava ve heves nöbeti geldi miydi sana yirmi er kuvveti gelir.
Dostun senin bir habbecik menfaatine mâni oha hemen savaş ihtiyarına sahip olur onunla cenge kalkışırsın.
Fakat   nimetlere   şükür   etme   nöbeti   geldi mi ihtiyarın yoktur; taştan da aşağı bir hal alırsın.
Nihayet cehennem de seni yakıyorum ama hoş gör, beni mazur tut diye özür getirir.

3075. Kimse, bu delille seni mazur görmedikten sonra artık bu delil, seni cellâdın elinden kurtarmaz.
Alem böyle kurulmuş, böyle gider. Bu âlemi gördün ya, o âlemin hali de artık sana malűm oldu demektir.

Cebrîye cevap, ihtiyarı ispat, emir ve nehyin doğruluğu, cebrînin getirdiği özrün hiçbir şeriat ve dinde makbul olmayışı ve onu, yaptığı işin cezasından kurtarmayacağı, nitekim Cebrî İblis'in "Rabbim, beni sen azdırdın" sözünün de kabul edilmediği hakkında hikâye. Az, çoğa delâlet eder.

Birisi ağacın tepesine çıkmış, hırsızcasına şiddetle ağacı silkiyor, meyvalarını döküyordu.
Bağ sahibi gelip a alçak dedi, Tanrı'dan utanmıyor musun? Bu yaptığın ne?
Hırsız dedi ki: Tanrı bağından Tanrı kulu, Tanrı'nın ihsan ettiği hurmayı yerse,

3080. Âdice   ne   kınıyorsun,   gani   Tanrı'nın   ihsanını neden kıskanıyorsun?
Bağ sahibi, hizmetçisine Aybek, dedi, getir o ipi de şu adama cevap vereyim.
İp gelince hırsızı ağaca bir güzelce bağladı. Arkasına, ayaklarına vurarak onu adamakıllı dövmeye başladı.
Hırsız, yahu dedi, Tanrı'dan utan, bu suçsuz günahsız kulu öldürüyorsun.
Bağcı dedi ki: Tanrının kulu, başka bir kulunu Tanrı sopasiyle güzelce dövüyor.

3085. Sopa da Tanrının, arka da, yan da. Ben, ancak onun kulu ve buyruğunun aletiyim.
Hırsız, cebirden tövbe ettim, ihtiyar vardır, vardır, var dedi.
Kutlardaki ihtiyarları, onun ihtiyarı var etti. Onun ihtiyarı bir atlıdır, bizim ihtiyarımıza binmiş-
Tanrı ihtiyarı, bizim ihtiyarımızı meydana getirmiştir. Emir, ancak ihtiyara dayanır.
Her mahlûkun, ihtiyarsız gibi görünen muktedir bir hâkimi vardır ki,

3090. Onu ihtiyarsız bir surette çekip avlar. Zeydin kulağını tutup bir yana çeker.
Fakat ihtiyacı olmıyan Tanrı, hiçbir aleti olmaksızın, o kulun ihtiyarını, kendisine kement yapar.
Zeydi, kendi ihtiyarı, bağlar.Tanrı da köpeksiz, tuzaksız onu avlar.
O dülger tahtaya hâkimdir, o ressam güzelliğe hâkim.
Demirci, demire hâkimdir, mimar, alete hâkim.

3095. Şaşılacak şey, görülmemiş nesne şudur ki bunca ihtiyar, kul gibi onun  ihtiyarına secde  eder.
Cansız şeylere kudretin var, fakat bu kudretin, onlardaki cansızlığı giderdi  mi?
Onun kudreti de tıpkı bunun gibi kulların ihtiyarlarını gidermez.
İstersen onun kudret ve ihtiyarını kemaliyle söyle. Bu, cebir ve sapıklık olmaz.
Benim küfrüm onun dileğidir dedin ama bil ki senin de bu küfürde bir dileğin var.

3100, Çünkü sen istemedikçe kâfir olmazsın. Dileksiz küfür, tenakuzdur. Hem kâfirsin, hem de küfrü istemiyorsun, böyle şey olur mu?
Âcize emir vermek hem kötü bir şeydir, hem çirkin bir şey. Âcize kızmak, gazap etmekse bundan da beterdir, hele merhamet sahibi Tanrı kızar, gazap ederse!
Öküz boyunduruğa gelmezse döverler. Fakat uçmıyan  öküz,  hiç döğülür  mü,  horlanır m?
Öküz bile hizmetten kaçarsa mazur tutulmuyor peki, öküz sahibi, neden mazur sayılsın?
Mademki, hasta değilsin, başını bağlama.İhtiyarın vardır, sakalına, bıyığına gülme.

3105. Çalış,  Tanrı   şarabını   iç,bir   tazelik  bul da  o zaman ihtiyarsız bir hale gelir, kendinden geçersin.
O zaman bütün ihtiyar, o şarabin olur. Sen de tam bir sarhoş gibi tamamiyle mazur sayılırsın.
O zaman ne söylersen sözün, şarabin sözü olur. O zaman ne siler, süpürürsen silip süpürdüğün, şarabın silip süpürmesi olur.
Tanrı kadehinden şarap içen sarhoş, hiç adaletten ve doğrudan başka bir şey yapar mı?
Firavun, imana gelen büyücülerin ellerini, ayaklarını kestireceği vakit Firavun'a yirmi kere dediler ki: Elimizin ayağımızın kesileceğinden pervamız yok.

3110. Bizim elimiz, ayağımız,  o tek Tanrı'dır. Zahirî olsa bir gölgeden ibarettir, eksilebilir.

"Tanrı, neyi dilediyse o oldu" hadîsinin mânası. Yani dilek, onun dileğidir, onun rızasıdır. Onun rızasını arayın. Başkalarının hışmından, başkalarının reddetmesinden gönlünüz daralmasın. Hadîsteki "Kâne oldu" sözü mazidir ama Tanrı işinde geçmiş, gelecek yoktur. Çünkü "Tanrı   yanında     ne sabah   vardır,  ne     akşam."

Kulun "Tanrı, ne dilediyse o oldu" demesi, o işte tembel ol demek için değildir.
gu söz, kalbini sağlam tutup çalışmaya teşviktir.O hizmette daha fazla gayrette bulun, o işe daha fazla alış ve sarıl demektir.
Sana, adamım, ne dilersen dile. İşin iş, dilediğin şey, dilediğin gibi olacak deseler.
O zaman tembellik etsen de caizdir. Çünkü ne dilersen olup bitecek.

3115. Fakat "Tanrı, neyi dilediyse o oldu." Hüküm, mutlak ve ebedî olarak onundur derlerse,
Neden o işe yüzlerce adam gibi sarılmaz, kulcasına o işin etrafında dönüp dolaşmazsın?
Vezir, neyi dilerse o olur. Alıp tutmada hüküm onun hükmü derlerse.
Derhal yüz adammışsın gibi onun etrafında dönüp dolaşır, başına ihsan ve lûtuflar dökmesi için elinden geleni yapmaya  mı  kalkışırsın;
Yoksa vezirden, vezirin köşkünden kaçıp gider misin? Bu son hareket, onun yardımını,lűtfunu aramak değildir ki.

3120. Sen, bu sözü ters anladın da tembelleştin, anlayışına ters bir hal oldu, akim karıştı gitti.
Emir, o filân efendinindir demek, ne demektir? Sakın ha,ondan başkasıyla az düş kalk.
Onun başına dön dolaş. Emir, onun emri, düşmanı o öldürecek, dostun canini o kurtaracak.
O ne dilerse ancak ona nail olabilirsin. Onun için onun yanına az gitme, onu kaybetme, onu seç demektir.
Mademki hüküm, onun hükmü, onun yanın" uğrama,   onun   etrafında   dönüp   dolaşma da   amel defterin kapkara, yüzün sapsarı olmasın demek değildir.

3125.O sözü, tevîl etmek gerektir ki seni kızıştırsın.
ümitlendirsin, çevik bir hale getirsin, âr ve haya sahibi etsin.
Eğer sana gevşeklik verirse bil ki bu, seni başka bir hale sokuyor, tevil değildir.
Bu söz,   seni gayrete   getirmek, ümitsizleri   iki ellerinden tutmak için gelmiştir.
Kur'an'ın mânasını, ancak Kur'an'dan, yahut da hava ve hevesini ateşe vurmuş,
Kur'an'ın huzurunda alçalmış,kurban olmuş,ruhu,Kur'an kesilmiş adamdan sor.

3130.Bir yağ, tamamiyle güle feda olur, gül kesilirse ister onu yağ diye kokla, ister gül diye!

"Kalem olacak şeyleri yazdı, mürekkebi bile kurudu" demek de buna benzer. Yani "Kalemin mürekkebi kurudu, ibadetle günah bir değildir, emin oluşla hırsızlık ediş bir değildir. Kalem yazdı,mürekkebi bile kurudu, şükürle nankörlük bir değildir. Kalem yazdı,mürekkebi bile kurudu, şüphe yok Tanrı, ihsan sahiplerinin ecrini zayetmez", bunları yazdı da kurudu demektir.

"Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu" sözü de insanı, en önemli işe teşvik etmek içindir.
Şu halde kalem, herkesin işine lâyık olan mükâfat ve mücazatı yazmıştır.
Eğri gidersen kalem de sana eğri yazar. Doğru gelirsen kalem de kutluluğunu artırır.
Zulmedersen kötüsün, gerisin geriye gittin. Kalem bunu yazdı ve mürekkebi kurudu. Adalette bulunursan saadete erersin, kalem bunu yazdı, mürekkebi bile kurudu.

3135. Elinle hırsızlık edersen cezasını çekersin. Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu. Şarap içersen sarhoş olursun. Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu.
Reva görür müsün ki Tanrı, işten kalsın, hiçbir şey yapamasın.
İş,benim elimden çıktı,bir şey yapamam artık.Benim yanıma bu kadar gelme, bu kadar sızlanma desin,
"Kalem kurudu" sözünün mânası, benim yanımda adaletle sitem bir değildir.
Ben, hayırla şerrin arasına bir fark koydum. Kötüyle daha kötüyü de ayırdım demektir.

3140. Bir zerre bile sende edep ve hayayı artırsa, dostunda bir zerre daha edepli olsan bil ki bu, Tanrının lûtfudur, ihsanıdır.
O bir zerre, senin kadrini artırır. O bir zerre, harice dağ gibi ayak basar.
Bir padişah olsa da onun yanında emin kişiyle zâlimin bir farkı olmasa.
Onun kendisini reddedeceğinden korkup titreyenle onun işini kınayanı.
Fark etmese, yanında ikisi de bir olsa bu adam, padişah değildir.  Kara toprak,  o adamın başına!

3145 Bir zerre bile senin çalışmanı atırsa Tanrı terazisinde tartılır.
Halbuki bu padişahların önünde can çekisip durursun. Çünkü bunlar,hiyanetle hakikati bilmezler,haberleri bile yoktur.
Bir kovucunun söziyle yıllarca süren hizmetini zayi ediverdi.
Fakat her şeyi duyan, her şeyi gören bir padişah, koyucuların sözlerine aldırmaz bile.
Bütün kovucular, ondan ümitlerini keser, meyus olurlar. Fakat bize geldiler, kovuculuk ettiler mi onlara bağlılığımız artar.

3150. Padişaha, bizim önümüzde nice kovuculukta bulunurlar, cefakârlıklarımızı söylerler. Yürü, artık kalem kurudu, az vefakâr ol derler.
"Kalem yazdı, mürekkebi kurudu'' sözünün mânası, cefa ile vefa birdir demek değildir.
Cefaya karşılık cefa.. Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu. O vefaya karşılık da vefa.. Kalem yazdı,mürekkebi bile kurudu demektir.
Af vardır, fakat ümit parlaklığı nerde ki kul, Tanrı'dan çekinmeyle yüzü ak olsun?
Hırsız af edilse bile canını kurtarır. Fakat nerde vezir ve hazine emini olacak?

3155.  Ey din emini, ey Tanrı'ya mensup er, gel ki her tac, her bayrak, eminlikten meydana gelir!
Padişağın oğlu bile olsa da hainlikte bulunsa padişah, bil ki onun başını bedeninden ayırıverir.
Fakat Hintli bir kara köle vefada bulunsa devlet ve ikbale erişir, ömrü artar.
Ne kölesi? Hattâ bir kapının köpeği bile vefada bulunsa sahibinin gönlünde ona karşı yüzlerce rıza vardır.

3160   Bu yüzden köpeğin, ağzını bile öper. Artık var kıyas et, kapısındaki aslan, vefakârlık etse ona neler yapmaz?
Yalnız hırsız, kulluklar eder, doğruluğu, cefayı kökünden çekip sökerse..
Hani yol kesen Füzeyi gibi. O da oyununu iyi oynadı; bir adam gibi değil, on adam gibi tövbeye sarıldı.. Bu çeşit hırsız da yücelir, devlete erer.
Nitekim büyücüler, sabır ve vefalariyle Firavun'un yüzünü kararttılar.
Evvelce yaptıkları suça karşılık ellerini, ayaklarını feda ettiler. Bu iş, yüzlerce yıl ibadette bulunmaya benzer mi hiç?
Sen, elli yıl ibadette bulunur, kulluk edersin ama nerden böyle bir doğruluğu elde edeceksin?

Bir yoksul, Herat'ta Horasan Amidi'nin süslenmiş, bezenmiş kullarını gördü. Arap atlarına binmişler, altın sırmalı elbiseler giyinmişler, altınlı külahlar giymişler, daha başka çeşit süslenmişler, bezenmişlerdi. Bunlar hangi beyler, nerenin padişahları diye sordu.Dediler ki: Bunlar bey değil, köle. Horasan Amidi'nin köleleri.Yoksul başını göğe kalırdı da ey Tanrı dedi, kula bakmayı Amid'den öğren. Orada maliye  bakanına  Amid  derler.

3165.  Herat şehrinde bir küstah yoksul, mevkii yüksek bir köleyi gördü.
Sırtında atlas bir elbise, belinde altın bir kemer vardı. Köle giderken yoksul, yüzünü gökyüzüne kaldırdı da dedi ki:
Tanrı, kula bakmayı neden bu ihsan sahibi efendiden öğrenmezsin?
Ey Tanrı, kula bakmayı bu uludan, padişahımızın, seçtiği bu yüce kişiden öğren bari.
Yoksul muhtaçtı, çıplaktı, hiçbir şeyi yoktu. Kışın soğuktan tirtir titriyordu.

3170. O kendinden haberi olmıyan adam, bu yüzden böyle bir cürette bulundu.
Tanrı'nın binlerce ihsanına, onun nedimi olduğuna, onu bilenler arasına katıldığına güveni vardı.
Padişahın nedimi bir küstahlıkta bulunursa bu-hareketi, kendine senet yapma.
Tanrı,bel verdi. Elbette bel, kemerden iyidir. Fakat taç veren adam, baş da verebilir mi?
Sonunda bir gün padişah, o efendiyi (Amid'i) bir suç altına aldı, elini ayağını bağlattı.

3175. Efendinizin definesi nerede? Gösterin diye kölelere işkence etmeye başladı.
A aşağılık adamlar, onun sırrını söyleyin bana.. Yoksa dilinizi, boğazınızı keserim diye,
Tam bir ay onlara gece gündüz   işkence ettirdi.
Onları paramparça etti. Bir tanesi bile efendilerinin sırrını söylemediler.
Bu sırada yoksul uyurken hatiften ses geldi: Ey ulu er, gel de sen de kul olmayı bunlardan öğren!

3180.Ey Yusufların derisini paralıyan, seni de bir kurt paralarsa bunu kendinden bil.
Bütün yıl dokuduğunu giyin, bütün yıl ektiğin" biç!
Anbean sana gelip çatan bu dertler, senin yaptıklarının cezasıdır. İşte "Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu"nun mânası budur.
Bizim âdetimiz değişmez, doğru yolu gösteririz. iyiliğe karşılık iyilik,kötülüğe karşılık da kötülük demektir.
Ne yapacaksan düşün de öyle yap, çünkü Süleyman diridir. Sen Şeytan oldukça kılıcı sıyrılmıştır.

3185. Fakat bir adam melek oldu mu kılıçtan emindir, Süleyman'dan hiçbir korkusu yoktur onun.
Süleyman'ın hükmü, meleğe değildir .Şeytanadır.Eziyet,zahmet,topraktadır,gökte değil.
Bu cebir inanışını bırak, pek boştur bu inanış. Bu inanışı bırak da cebrin sırrının sırrı nedir, anla.
Bütün tembellerin malı olan şu cebri bırak da can gibi olan o cebirden bir haber al.
Mâşukluğu bırak da âşık ol ey güzel ve üstün olduğunu sanan!...

3190. Sen mânada geceden de dilsiz, sessizsin, öyle olduğu halde sözüne niceye bir müşteri arıyacaksın?
Onlar, senin önünde sana aş sallayıp dururlar, ömrün, onların sevdasiyle geçti gitti.
Bana hasetten kıvranma diyorsun ama adam, bir hiçi kaybetti diye haset eder mi hiç?
Aşağılık kişilerin bir şey öğretmesi toprak parçasına nakışlar yapmaya benzer a aç gözlü!
Kendine aşkı ve bakışı öğret.Bu bilgi,taşa kazılan nakış gibidir.

3195. Nefsin sana bir vefa şakirdidir. Başka her şey yok oldu. Sen nerede ne arıyorsun ki?
Başkalarını bilgi sahibi ediyor, yüceltiyor, fakat kendini kötü huylu ve bomboş bir hale sokuyorsun Gönlün,o cennete dolaştı mi,o kaynakla birleşti mi artık kendine gel, boşalmadan korkma.
Tanrı, ey doğru özlü Peygamber, söyle dedi. Çünkü bu,denizdir,söyle,azalmaz.
Yine "Susun ve dinleyin" dendi. Yani kendinize gelin, suyunuzu telef etmeyin, bağ susuzdur.

3200. Babacığım, bu sözün sonu gelmez. Bu sözü bırak da sonuna bak.
Gayretim koymuyor, senin önünde dursunlar, âşık olmadıkları halde sana gülsünler!
Aşıkların, anbean kerem perdesi ardında senin için nara atmadalar.
Sen de o gayp âşıklarına âşık ol,şu beş günlük âşıklara pek aldırış etme.
Bunlar, hileyle, düzenle seni yerler. Yıllardır bunlardan bir habbe bile görmedin.

3205. Halkın yoluna niceye bir hengâme salıp duracaksın? Ayağın mecruh senin,hiçbir muradına ermedin gitti.
iyilik, hoşluk zamanında hepsi dosttur,eştir. Fakat dert ve gam zamanı Tanrı'dan başka kim sana dost?
Gözün, dişin ağrıdığı zaman feryada erişen Tanrı'dan başka elinden tutan var mi?
Sen de o hastalık, o dert zamanını hatırla da Eyaz gibi postuna bak, ibret al.
Pösteki, senin o derde düştüğün zamanki halindir.Eyaz, onun için onu saklamıştır.

Yine o kâfir cebrînin kendisini İslama davet eden, cebir inanışını bırakmaya teşvik edip duran sünniye cevap vermesi, sual ve cevabın iki taraflı olarak uzayıp gitmesi. Müşkül olan şeyi ve cevap verme kudretini ancak hakikî aşk halleder, kesip atar, aşkın sualden, cevaptan pervası yoktur. "Ve bu da Tanrı'nın ihsanıdır, dilediğine verir."

3210.  Cebrî kâfir, öyle bir cevap vermeye girişti ki müslümanın mantığı, âdeta cevaptan âciz kaldı,şaşırdı.
Fakat ben o cevaplarla sualleri hep söylersem söyliyeceğim sözü bırakmalıyım.
Halbuki bizim ondan daha mühim söyliyeceğimiz şeyler var ki onlarla anlayışın daha ziyadeleşir.
Onun için o sual cevabı azıcık ve kısaca anlattık. Bütün, azla meydana çıkar zaten.
Esasen kadere inanmıyanla cebrî arasındaki bu bahis, mahşere kadar sürer gider.

3215. Hasmını alt edemeseydin onun mezhebine uyar, onun yolunu tutardın.
Onlar da cevapta âciz kalsalardı o bozuk yoldan dönerlerdi.
Fakat bu gidişin böyle olması lâzım ki onların hepsi,delillerle yollarının  doğruluğuna kanmadalar.
Kimsenin, hasmın müşkül suallerini cevapsız bırakmaması, düşmanın devlet ve ikbalinden mahcup olması, o devleti görmemesi lâzım ki,
Bu yetmiş iki fırka, kıyamete kadar âlemde kalsın.

3220.Çünkü bu âlem, karanlıklar ve gayb âlemidir. Gölge için bir yeryüzü lâzım.
Kıyamete dek şu yetmiş iki fırka kalmadı ki bid'at yolunu tutanın dedikodusu eksilmesin .
Değerli olan hazinenin birçok kilitleri olur. Hazinenin değeri bundan anlaşılır.
Maksadın yüceliği de ey sınanan adam, yolun sıkıntısından, yolda aşılmaz geçitler ve yol kesiciler bulunmasından belli olur.
Kâbenin şerefi, o sıkıntılarda, çöl Araplarının yol kesiciliğinde ve çölün uzunluğundadır.

3225.İyi olan her gidişin, her yolun bir tehlikesi, bir manii, bir yol kesiciliği vardır.
Bu gidiş, öbürüne hasededer, düşman kesilir. Mukallit de iki yolun arasında şaşırır kalır.
Her iki yolun doğruluğu, yürüyüşte birbirine zıd görünür. Her fırka, kendi yolunda hoştur, o yoldan memnundur.
Bir yolun yolcusu, cevap vermezse kavgaya girişir. Bu, ezelden kıyamete kadar böyle gelmiş, böyle gider.
Her fırka, biz bilmeyiz ama ulularımız, buna cevap verebilir der.

3230.Vesvesenin ağzını bağlıyan, ancak aşktır.Yoksa vesveseyi kim bağlıyabilmistir ki?
Yüzü güzel dilber ara da âşık ol. Dere dere dolan, bir su kuşu tut.
Yüzünün suyunu döken sudan ne elde edebilirsin? Anlayışını mahveden şeyden ne anlarsın?
Şu akılla anlaşılacak şeylerden başka aşkta, akılla anlaşılacak daha nice parlak ve güzel şeyler vardır.

3235. Tanrı'da senin bu aklından başka akıllar var ki 5kyüzünün sebepleri onlarla tedbire girer.
Rızıklarını bu akılla elde dersin. Öbür akla gelince: Onunla yedi kat gökleri, kendine bir döşeme yaparsın.
Tanrı sevgisine düşer, aklınla oynarsan Tanrı, sana o aklın onlarca fazlasını, hattâ yedi yüzünü ihsan eder.
O kadındır, akıllarıyle oynadılar da Yusuf'un aşk sayvanına sıçradılar.
Ömür sakisi, bir an onların akıllarını aldı, ömürlerinin sonuna kadar akla doydular, adını bile anmadılar.

3240. Ululuk ıssı Tanrı'nın güzelliğiyse yüzlerce Yusuf güzelliğinin de aslıdır. Ey kadından aşağı adam, o güzelliğe feda ol.
Ey can, bahsi ancak akıl keser. Nerde insanı dedikodudan kurtarıp feryada yetişen biri?
O söze aşk yüzünden bir hayrettir gelir, macerayı nakletmeye takati kalmaz.
Çünkü bir cevap verirse içindeki incinin düşeceğinden korkar.

O, hayırdan da adamakıllı dudağını yummuştur,, serden de. Ağzından incinin düşeceğinden ürker. Nitekim Peygamber'in dostu da demiştir ki: Peygamber, bize bir şeyden haber verdi, bir şey söyledi mi..

3245. O seçilmiş Peygamber, bu incileri saçtığı sırada bizden yüzlerce huzur, yüzlerce vekar isterdi.
Hani başında bir kuş olur da uçmasın diye canin titrer.
Yerinden bile kımıldamaz,o güzelim kuş havalanmasın dersin.
Nefes alma,öksürüğün bile gelse kendini sıkar,o devlet kuşu uçar diye korkundan öksürmezsin bile.
O sırada birisi sana tatlı,yahut acı bir söz söylese ağzına parmağını kor,sus demek istersin.

3250.İşte o kuş hayrettir,seni susturur.Tencerenin ağzını kapatır,seni kaynatmaya başlar.

Padişahın,Eyaz'ı söyletmek üzere mahsus 'Bunca gamı,neşeyi,cansız bir şey olan çarıkla pöstekiye neden söylersin?'diye sordu

Ey Eyaz,bir çarık parçasına şu sevgi nedir?Neden bir put gibi ona aşıksın?
Mecnun gibi kendi Leyla’ndan yüzünü çevirmişsin de bir çarığı kendine din,iman edinmişsin.
İki eski çarığa niceye kadar bir taze sözler söyleyerek,cansız bir şeye ezeli sırrı açacaksın?

3255.Ey ayaz,Araplar gibi sevginden çöllerde kalan çadır yerlerine,oralardaki döküntülere uzun uzun hitap ediyorsun.
Çarığın göçüp giden hangi sevgilinden kalma?Pöstekin,sanki Yusuf'un gömleği!
Hıristiyan,gibi hani..gider de keşişe bir yıllık suçunu,yaptığı zinaları,kalbinden geçirdiği kötülükleri sayıp döker.
Keşiş,suçunu bağışladı mı,onun affını Tanrı affı bilir.
Halbuki o papaz,ne suç bilir,ne adalet.Ama aşk ve inanış,pek kudretli bir sihirbazdır.

3260.Dostluk ve vehim,yüzlerce Yusuf yaratır.Büyü zaten Harut'la Murat'tan kalmadır.
İnsan,sevgilinin hatırasiyle bir suret yaratır.O suretin çekişi,seni dedikoduya sevk eder.
Suretin önüne varır,yüz binlerce sır dökersin,dostun dosta sır söylemesi gibi.
Halbuki orada ne bir suret vardır ,ne bir heykel.Öyle olduğu halde ondan yüzlerce Elest duyulur,bundan yüzlerce Bela.
Nitekim gönlü yaralı bir ana da yeni ölmüş yavrusunun yanına,

3265.Candan yürekler sırlar söyler.O cansız toprak,ona diri görünür.
O toprağı diri ve canlı sanır,o toprak yığınının gözü,kulağı vardır zannına kapılır.
Onca o toprağın her zerresi duyar,o coştu mu,feryadını iştir,anlar.
Ana,çocuğunun yeni mezarının toprağına anbean gözyaşlarıyla kapanır,yüzünü,gözünü sürer.

3270.Oğlu diriyken bile o canının canına, o can yavrusuna asla böyle yüzünü,gözünü sürmemiştir.
Fakat bu ölümden birkaç gün geçti mi sevgisinin ateşi yatışır.
Ölüye karşı aşk ebedi olmaz ki.Sen,cana canlar katan diriyi sev.
Bu acı geçti mi o mezarın karşısında durmaktan yorgunluk gelir,uykusu gelir.Cansız bir şeyden ancak cansız bir şey doğar.
Çünkü aşk,afsununu çalmış,gitmiştir.Ateş sönüverdi mi kül almıştır.

3275.Gencin aynada gördüğünü ihtiyar,tamamiyle kerpiçte görür.
Pir,senin aşkındır,sakalı da ak olan değil.Pir,yüz binlerce ümitsizin elinden tutandır.
Aşk,ayrılık aleminde suretler düzer.Fakat insan,hakiki sevgiliyle buluştu mu tasavvur bile edilmiyen,tasvire bile sığmayan hakikat meydana çıkar da,
Der ki:Aklın ve akıllının da aslının aslı benim,sarhoşun da.Suretlerdeki o güzellik,bizim aksimizdir.
Şimdi perdelerini kaldırarak,güzelliğimizi vasıtasız gösterdik.

3280.Çünkü benim aksimle çok uğraştın,nihayet zatının tecrit kuvvetini buldun.
Bu taraftan benim cezbem gelince Hıristiyan,arada papazı görmez.
Halbuki o,papaz perdesinin ardındaki Tanrı lutfundan bağışlanmasını,o lutuftan cürüm ve hatanın yargılanmasını,diler.
Bir taştan bir kaynak çıkıp aksa taş,artık o akar suyun içinde gizli kalır.
Ondan sonra artık kimse ona taş demez.Çünkü o taştan o inci çıkıp akmaktadır.

3285.Bu suretleri kaseler bil.Bu kaselere,Hak ne dökerse o dolar.

Mecnun'a akrabasının "Leyla'nın güzelliği pek o kadar fazla değil. Şehrimizde ondan daha güzel nice kızlar var. Sana bir tanesini,iki tanesini gösterelim de içlerinden birini seç,bizi de bu dertten kurtar,kendini de"demeleri.Mecnun'un onlara cevap vermesi.

Ahmaklar, bilgisizliklerinden Mecnun'a dediler ki:Leyla,pek o kadar ahım şahım bir şey değil.
Şehrimizde ondan daha güzel ay gibi yüz binlerce kız var.
Mecnun dedi ki:Suret testidir,güzellik şarap,Tanrı,bana onun suretinden şarap içirmede.
Halbuki onun testisinde size sirke verdi de onun için onun sevgisi,sizin kulağınızı tutup çekmede.

3290.Tanrı,bir testiden hem zehir verir,hem bal.Onu,buna veren de ulu Tanrı'dır,bunu,şuna veren de.
Testiyi görüyorsun ama o şarap,doğru olmayan göze görünmez.
Can zevki,ehlinden başkasını bakmaz,hısmından başkasına nişane vermez.
O şarap,ehlinden başkasını görmez.Şu zarf hicapleriyse onu gizliyen çadırlara benzer.
O deniz,bir çadırdır ki onun içinde kaz yaşar.Fakat kuzgunlar ölürler.

3295.Zehir,yılana gıdadır,azıktır.Ondan başkasınaysa yılanın zehiri,derttir,ölümdür.
Her nimetin,her mihnetin suresi,bana cennettir,ona cehennem.
Şu halde gördüğünüz bütün cisimlerle bütün eşyada hem gıda vardır,hem zehir,fakat siz görmezsiniz.
Her cisim,bir kaseye,bir testiye benzer.Onda hem gıda vardır,hem gönül yakıcı bir hassa.
Kase meydandadır,içindeki gıda gizli.O kaseden ne yediğini,yalnız yiyen bilir.

3300.Yusuf'un sureti,güzel bir kadehti.Babası o kadehten yüzlerce neşe şarabı içerdi.
Fakat kardeşleri,ondan zehirli bir su içtiler de bu yüzden öfkeleri,kinleri arttı.
Sonra yine Zeliha,şekerler yedi,aşktan bir başka çeşit afyon yuttu.
O güzel,Yusuf'tan Yakub'un aldığı gıdadan başka türlü bir gıda aldı.
Çeşit çeşit şerbetler,fakat testi bir.Bu suretle de gayb alemine ait hiçbir şüphen kalmaz ya.

3305.Şarap gayb alemindendir,testi bu cihandan,Testi meydandadır,içindeki şarap,gizliden gizli.
Namahremlerin gözlerinden pek gizli ama mahremlere meydanda,apaçık
Tanrım,gözlerimiz sarhoş bir hale geldi.Yüklerimiz sırtımızı ağırlaştırdı,büktü.Sen bizi affet.
Ey gizli Tanrı,o alemde de doldun,bu aleme de.Doğu nurunun da üstüne yüceldin,batı nurunun da.
Sen,bir sırsın ki sırrımızı açığa vurur,bilirsin.Sen bir fecirsin,kin nehirlerimizi kaynatır akıtırsın.

3310.Ey zatı gizli,ihsanı duyulur Tanrı,sen su gibisin,biz değirmen taşına benzeriz.
Sen yel gibisin,biz toz gibi.Yeli gizlersin de tozu meydandadır.
Sen bir baharsın,biz bağ gibi yemyeşil,hoş bir haldeyiz.O gizlidir,ihsanı aşikar.
Sen can gibisin,biz ele,ayağa benzeriz.Elin tutup koyvermesi,can vasıtasiyledir.
Sen akıl gibisin,biz şu dile benzeriz.Bu dil,şu anlatışı akıldan alır,akıldan beller.

3315.Sen sevinç gibisin,biz gülme gibi.Yani sevincin sonu güler,neşeleniriz.
Bizim hareketimiz,her an sana bir tanıklık vermede;ululuk ıssı Tanrı'ya bir tanıktır.
Değirmen taşının ıstıraplarla dönüşü de,suyun varlığına tanıktır.
Ey benim vehnimden,dedikodumdan dışarı olan Tanrı,toprak benim de başıma,getirdiğim örneğin de başına!
Kul,sabredemez,güzel güzel tasvirlerde bulunur.Her an sana,canım,ayaklarının altına yayılmış döşemedir.

3320.Hani o çoban gibi.O da yarabbi,seni arayan çobana gel.
Gel de gömleğindeki bitleri ayıklıyayım,kırayım.Çarığımı dikeyim,eteğini öpeyim diyordu ya.
Kimse aşk ve muhabbette ona eş olamazdı,fakat Tanrı'yı tesbih etmeyi,ona söz söylemeyi bilmiyordu.
Onun aşkı,gökyüzüne çadır kurmuştu.Köpeğe benzeyen can,o çobanın önünde bir köpek kesilmişti.
Tanrı aşkının denizi coşunca onun gönlüne vurdu,senin kulağına değdi.

Cuha'nın çarşaf giyip kadınlar arasına karışarak vaz dinlemesi ve bir harekette bulunması yüzünden kadının  birinin onu tanıyıp erkektir diye nara atması.

3325.Sözü kuvvetli,cerbezesi yerinde bir vazeden vardı.Mimbere çıkmış vaız ediyordu.Kadın,erkek herkes   mimberin dibine toplanmıştı.
Cuha da bir çarşaf giyip yüzünü örttü,kadınlar arasına karıştı.Kimse onu tanımıyordu.
Bir kadın,vaız edene gizlice sordu:Kasıktaki kıllar,namazın bozulmasına sebep olur mu?
Vaiz dedi ki:Uzun olursa namaz mekruh olur.
Ya hamam otuyla,ya ustra ile traş etmen lazım ki namazın tamam olsun,kabul edilsin.

3330.Kadın:Ne kadar uzun olursa namazın kabul olmaz dedi.
Vaız eden dedi ki:Bir arpa boyu uzun olursa traş etmek farzdır.
Cuha,hemen kızkardeş dedi,bak bakalım,benim kasığımın kılı o kadar olmuş mu? Tanrı rızası  için elini uzat da bir yokla. Bakalım,mekruh olacak kadar uzamış mı?
Yanındaki kadın,Cuhanın şalvarına el atar atmaz eline aleti geldi.

3335.Derhal şiddetli bir nara attı.Hoca,sözüm gönlüne tesir etti dedi.
Cuha dedi ki:Hayır,gönlüne tesir etmedi,eline tesir etti.A akıllı adam,gönlüne tesir etseydi vay haline!
O büyücülerin gönlüne birazcık tesir etti de onlarca sopa da bir oldu,el de.
Padişahım,bir ihtiyarın sopasını alsan o sopa,onun eli ayağı olduğu için pek incinir.
Halbuki onlar,elleri,ayakları kesileceği halde "Bize zarar olmaz ki"diye nara attılar,naraları gökyüzüne vardı.Hadi,gel kes dediler,can,can çekişmeden kurtulur.

3340.Biz bildik ki şu tenden ibaret değiliz.Beden olmaksızın da Tanrı ile yaşarız.
Ne mutlu o kişiye ki kendi zatını tanıdı,ebedi emniyet sahasında bir köşk kurdu.
Çocuk,ceviz ve kuru üzüm için ağlar.Halbuki bu,büyük adama göre hiçbir şey değildir
Gönüle göre de beden,cevizle kuru üzümdür.Çocuk,nerden büyüklerin bilgisine sahip olacak?
Kim,perde ardındaysa zaten çocuktur.Er ona derler ki kırılmaz.

3345.Bir adam,sakalla,hayayla erkek olsaydı keçinin de sakalı var,tüyü var.O da adam olurdu.
Halbuki o keçi,kötü bir kılavuz olur,kendisine uyanları ancak kasaba çeker,götürür.
Sakalını tara,ben ilerigelen biriyim demek ister.Doğru ilerigelensin ama ölüme ve gama!
Kendine gel de sakaldan vazgeç,kendine bir yol tut,bu benliği,bu teşvişi bırak.
Bu suretle de aşıklar için gülsuyu kesil,gül bahçesine kılavuz ol,öne düş.

3350. Gül kokusu nedir?Akıl nefesi,ebediyet ülkesinin güzel kılavuzu.

Padişahın tekrar Eyaz'a,çarıkla pösteki işini açıkça söyle de kapı yoldaşların bundan öğüt alsınlar,çünkü"Din,öğütten ibarettir"demesi.

Eyaz,çarığın sırrı nedir,söyle.Bir çarığa bu kadar niyazın nedeni nedir?
Söyle de Sunkur'la arkadasın Bekbaruk duysun,pöstekiyle çarığın sırrının sırrını anlasın.
Eyaz,kulluk senden nurlandı.Nurun,aşağılık alemden kurtuldu gökyüzüne yüceldi.
Senin yüzünden kulluk,hür kişilerin hasret çektikleri bir şey oldu.Sen,kulluğa hayat vereli hürler bile kulluğa özenir oldular.

3355.İnanmış,adam ona derler ki her hususta kafir bile onun imanına hased etsin,özensin.

Ebayezid'in zamanında bir kafire"Müslüman olsana"dedikleri vakit o kafirin bu söze cevap vermesi

Bayezid'in zamanında bir kafir vardı.Ona kutlu bir müslüman dedi ki:
Ne olur müslüman olsan da yüzlerce kurtuluşa erişsen,ululuklar bulsan.
Kafir dedi ki:Eğer müslümanlık,alemin şeyhi Bayezid'in müslümanlığıysa,
Ben ona takat getiremem.O,benim çalışmalarımdan çok üstün.

3360.Dine,imana inanmıyorum ama onun imanına adamakıllı iman etmiştim.
İmanım var ki o,herkesten yüce,pek latif,pek nurlu.
Ağzım adamakıllı mühürlü,iman edemem ama gizliden gizliye onun imanına müminim.
Yok..eğer sizin imanınız,imansa ona ne meylim var,ne iştiham.
İmana yüzlerce meyli olan,sizi gördü mü soğur,kesilir.

3365.Çünkü sizin imanınızdan adam,yalnız bir ad görür,manası yoktur.Nasıl olur da çöle kurtuluş yeri denir?
Sizin imanınıza bakan kişinin imana olan sevgisi soğur gider.

Sesi çirkin müezzinin,kafir ülkesinde ezan okuması ve bir kafirin ona hediye vermesi

Bir müezzin vardı,sesi pek çirkindi.Kafir ülkesinde ezan okurdu.
Ezan okuma,savaş çıkar,düşmanlık uzar dedilerse de.
İnat etti,pervasızca o kafir ülkesinde ezan okumaya koyuldu.

3370.Halk,umumi bir kargaşalıktan korkarken bir de baktılar,elinde bir elbise,kafirin biri çıka geldi.
Dostlar gibi eline mum ve helva almış,öyle bir latif elbiseyi hediye getiriyordu.
Söyleyin,o müezzin nerede?Onun selası ve ezanı,bana rahatlık verdi diye sormadaydı.
Yahu dediler.Nasıl olur?Hiç o bet ses,insana rahatlık verir mi?Kafir dedi ki:Sesi,kiliseye,gelince;
Benim pek güzel,pek yüce bir kızım var,çoktandır müslüman olmak isterdi.

3375.Bu sevda,kafasından bir türlü çıkmıyordu.Bunca kafir ona öğüt verdi.
Fakat gönlünde iman sevgisi,öyle bir yerleşmişti ki.Bu dert,adeta bir buhurdanlıktı,ben de ödağacı.
Anbean imana yöneldikçe ben,dert,azap ve işkence içindeydim.
Bu hususta elimde hiçbir çare yoktu;nihayet bu müezzin ezan verince,
Kızım,bu çirkin ses nedir?Kulağıma geldi de beni berbad etti.

3380.Bütün ömrümde bu kilisede,şu manastırda bu derece çirkin bir ses duymadım dedi.
Kızkardeşi,bu ezandır,müslümanlar okur,müslümanları ibadete çağırırlar dedi.
İnanmadı,başkasına sordu,o da evet deyince,
İnandı,yüzü sapsarı kesildi,müslümanlık hevesi kalmadı.
Ben de teşvişten,azaptan kurtuldum,dün gece korkusuz,rahat bir uyku uyudum.

3385.Onun sesinden bundan dolayı rahatlaştım.Onun için de ona hediye getirdim;nerde o adam?
Müezzini görünce bu hediyeyi kabul et dedi,beni dertten kurtardın,elimi tuttun.
Bana öyle bir ihsanda bulundun ki senin azat kabul etmez bir kulun oldum.
Malda,mülkte,zenginlikte tek bir kişi olsaydım ağzını altınla doldururdum.
İşte sizin imanınız da bunun gibi riya,geçici bir şey.O ezan gibi yol kesici.

3390.Fakat Bayezid'in imanına,onun doğruluğuna karşı gönlümde nice hasret var.
Hani şu kadın gibi..Eşeğin çiftleşmesini gördü de dedi ki:Amanın,şu tek erkeğe bakın!
Çiftleşme buysa bizim kocalarımız,bizimle çiftleşmiyorlar,içimize aptes bozuyorlar.
Bayezid,imanın bütün şartlarını haiz..Aferinler olsun bunun gibi tek aslana!
Onun imanının bir katrası denize gitse deniz,o katrada gark olur.

3395.Nitekim bir zerrecik ateş,ormanlara düşse o zerre,bütün ormanları yakar,yok eder.
Padişahın,yahut ordunun gönlündeki hayal gibi.O hayal de hayaldir ama savaşta düşmanları mahveder.
Muhammed'in yüzünde bir yıldızdır parladı,kafirlerin,çıfıtların gevherleri yok oldu.
İmana erişen aman buldu,imana gelmiyenlerin şüphesi iki kat oldu.
Önce gelenlerin halis küfrü kalmadı da yerini ya müslümanlık tuttu,ya korku..

3400.Bu da hileyle suyu yağa karıştırmaktır.Bu örnekler,nurun zerresine eşit olamaz.
Zerre,bir cisimden ayrılmış,küçücük bir parçadan başka bir şey değildir.Zerre,taksim kabul etmiyen güneş olamaz ki.
Zerre demekte bil ki gizli bir muradım var.Sen,denize mahrem değilsin,ancak köpüksün şimdi.
Şeyhin parlak iman güneşi,şeyhin can doğusundan yüz gösterse,
Bütün aşağılık alemi ta yerin dibine kadar hazine kesilir,bütün yücelikler alemi,yemyeşil cennete döner.

3405.Onun aydın nurdan bir canı var.Hor hakir topraktan bir bedeni.
Şaştım kaldım,acaba o,bu mu,yoksa o mu?Söyle,bu işte müşküle düştüm.
Kardeş,eğer o,bu ise o nedir ki yedi kat gök,onun nuriyle dolmuş.
Yok..o,bu değilse dostum,şu beden nedir öyleyse?Acaba bu ikisinden hangisi,o kim?

Bir kadının,kocasına eti kedi yedi demesi,kocasının,kediyi terazide tartması,kedinin yarım batman gelmesi üzerine a kadın,et yarım batmandı,biraz da fazlaydı.Eğer bu etse kedi nerde,yok,bu kediyse et hani demesi.

Bir adamın bir karısı vardı. Pek hilebaz,pek kötü huylu ve yol kesici bir kadındı.

3410.Adam,eve ne getirirse harcar,telef ederdi. Adam da sesini çıkarmazdı.
Bir gün adam,konuğunu ağırlamak için yüzlerce sıkıntıyla biraz et aldı,eve getirdi.
Kadın onu kebap edip şarapla sildi,süpürdü.Adam gelince de düzensiz sözlerle hileye başladı.
Adam dedi ki:Konuk geldi.et nerde?Konuğa yemek çıkarmak lazım.
Kadın eti şu kedi yedi,hadi git et al yine dedi.

3415.Adam,Aybek dedi,teraziyi getir,şu kediyi bir tartayım.
Terazi geldi,kediyi tarttı,yarım batman geldi.Bunun üzerine a hilebaz kadın dedi,
Et yarım batmandı,yarım okka kadar da fazlalığı olacak.Kedi de tam yarım batman geldi.
Eğer bu,kediyse söyle,et nerede?Yok,bu etse hadi var,bucak bucak kediyi ara.
Bayezid de buysa o ruh nedir?O,o ruhsa şu suret kim?

3420.Dostum,hayretler içinde hayrete düştüm.Bu,ne senin işin,ne benim işim.
Her ikisi de odur.Fakat mahsulün aslı tanedir,o saman çöpü,feridir.
Tanrı hikmeti,bu zıtları birbiriyle kaynaştırdı.Ey kasap,şu oyluk eti,gerdanla beraber işte.
Ruh,bedensiz bir iş yapamaz.Kalıbın da ruhsuz soğur,donar.
Kalıbın meydandadır da canın gizli.Alemin sebepleri de şu ikisinden düzelmiştir.

3425.Toprağı,bir adamın başına atarsan baş yarmaz.Suyu birinin başına atsan yine baş yarılmaz.
Baş yarmak istiyorsan suyla toprağı birbirine katıp kerpiç yapman gerek.
Baş yardın mı o kerpiçin suyu,aslına gider,ayrılış gününde toprak da toprağa kavuşur.
Tanrı'nın suyla toprağı birleştirmesindeki hikmeti,niyazla,inattan hasıl olur.
Ondan sonra daha başka birleşmeler meydana gelir ki onları ne kulak duymuştur,ne göz görmüştür.

3430.Kulak duysaydı kulak olarak kalır, yahut artık başka sözleri duyabilir miydi?
Kar ve buz, güneşi görseydi buzluktan ümidini keser giderdi.
Damarlarına, iliklerine kadar su kesilirdi de bava Davud'u, ondan zırh yapardı.
Her ağacın canına derman olurdu. Her ağaç, onun kudumiyle devlet bulurdu.
Halbuki o donmuş buz, öylece kalakaldı da ağaçlara, bana dokunmayın demeye başladı.

3435.O buz gibi donup kalan adamın cismi de ne bir şeyle uyuşup birleşir, ne de bir şey, onunla uzlaşır.O, ancak kendi nefsinin hırsı peşindedir.
O da faydasız değildir, ondan da ciğerler tazelenir. Fakat yeşillik çavuşu da değildir, yeşillik padişahı da değil.
Eyaz, senin yıldızın, pek yücedir. Her burç, ona durak olamaz.
Himmetin öyle her vefayı beğenir, saflığın, öyle her saflığı seçip kabul eder mi hiç?

Bir beyin, kölesine, git, şarap getir demesi. Köle şarap testisiyle şarap getirirken doğrulukla emreden bir zahidin, yolda bir taşla testiyi kırması. Emîrin, duyunca zahidi tedibe gitmesi. Bu vak'a Isa aleyhisselâm zamanında oldu. O vakit daha şarap haram edilmemişti. Fakat zahit, takva göstermede ve halkı zevkten alıkoymaktaydı

Neşeli ve şaraba düşkün bir bey vardı.Her mahmurun, her çaresiz kişinin sığındığı bir zattı.

3440. Esirgeyici, yoksulları korur, adaletli, altınlar, inciler bağışlayıcı, deryadil bir adamdı.
Erlerin padişahı, inanmış adamların beyi, yol bilir,sırdan anlar, dostlarını görür gözetir bir zattı.
İsa'nın zamanı, Mesih'in devriydi. Halkın gönlünü alan, kimseyi incitmemeye gayret eden o güzel beye,
Bir gece ansızın konuk geldi. O konuk da onun gibi hoş ve iyi bir beydi.
Neşelensinler diye şarap içmek istediler. O zaman şarap helâldi.

3445.Şarapları azdı, dedi ki: Köle, yürü, testiyi doldur,bize şarap getir.
Filân keşişte halis şarap var. Ondan al da canımız, ileri gelenlerin derdinden de halâs olsun, halkın derdinden de.
O keşişin şarabının bir katrası, binlerce testi, binlerce küp şarabın yaptığını yapar.
O şarapta gizli bir maya var, nitekim bazı erler vardır ki aba altında sultandır onlar.
Sen, paramparça hırkaya az bak. Anlaşılmasın diye altının da yüzünü karartırlar.

3450. Lâal, görünüşte buğulu görünür ama kötü göz,onu beğenmesin diyedir bu.
Hazine ve mücevherat, ev içinde olur mu hiç? hazineler, daima yıkık yerlerdedir.
Adem'in hazinesi de yıkık yere gömülmüştü de bu yüzden o melun Şeytan’ın gözü,onu görmedi.
O, toprağa hor baktı. Fakat can, ona bu toprak, sana bir set olmuştur demedeydi.
Köle, iki testi alıp yola düştü. Derhal keşişlerin manastırına vardı.

3455  Altını verip o altın gibi şarabı aldı. Taşı verip karşılığında gevheri satın aldı.
O şarabi ki padişahların başına sıçrar da sakinin başına altın taç koyarlar.
O şarabi ki fitneler, kargaşalıklar çıkarır, kullarla padişahları birbirine katar.
O şarabi ki kemikleri eritir de tamamiyle can yapar, o zaman tahtayla taht bir olur.
Ayıkken kulla padişah suyla yağ gibidir ama sarhoşluk vaktinde tendeki cana dönerler.

3460. Heriseye benzerler, artık farkları kalmaz. Fakat
bu makama varıp gark olmıyan bunu fark edemez.
işte o köle, bu çeşit şarap almış, o adı sanı güzel beyin köşküne gitmekteydi.
Yolda gamlar görmüş, beyni kuru, belâlara bürünmüş bir zahit, önüne çıkıverdi.
Zahidin bedeni, gönül ateşleriyle yanmış, evini Tanrı'dan başka her şeyden silip süpürmüştü.
Nice çaresiz mihnetlere uğramış, binlerce dağlar üstüne dağlar yakmıştı.

3465.Her an gönlü, savaşlara düşmü, gece gündüz riyazatlara sarılmıştı.
Yıllarca, aylarca kanlara batmış, topraklara bulanmıştı. Gece yarısı o köleyi görünce.
Dedi ki: Testilerdeki nedir? Köle şarap dedi. Zahit, kimin, kime götürüyorsun? diye sordu.
Köle, o ulu beyin dedi. Zahit dedi ki: Tânrı'yı dileyen kişinin ameli böyle mi olur?
Hem Tanrı'yı istiyor, hem de içip eğleniyor ha! Şeytan şarabı sonra da yarım akıl, öyle mi?

3470. Senin aklın, şarapsız böyle dağınık.. Aklına akıllar katmak gerek.
Ya sarhoş olunca aklin ne hale gelir ey bir kuş gibi sarhoşluk tuzağına tutulmuş adam?

Ziya-i Delk'ın boya çok uzundu. Kardeş! Şeyh-îislâm Tacı Belh'ise (ayet kıtaydı. Şey h-i İslâm,kardeşinden pek utanırdı.Ziya, bîr gün kardeşinin dersine geldi. Belh'in bütün ileri gelenleri oradaydı. Ziya, tapı kılıp geçti. Şeyh-i islâm, ona"öyle bir yarı kalktı. 
Bunun üzerine Ziya, evet dedi', çok uzun boylusun, boyundan bir parçacık çal!

Ziya-i Delk, hazır cevap ve tatlı sözlü bir zattı. Şeyh-i islâm Tac-ı Belh'in kardeşiydi.
Tac-ı Bel h, pek kısa boyluydu, âdeta bir kuşa benzerdi.
Bütün bilgileri bilir, âlim faziletli bir adamdı ama Ziya, güzel söz söylemede ve nüktecilikte ondan üstündü.

3475. O, pek kısaydı, Ziya da haddinden fazla uzun. Şeyhülislâm, pek nazlı, pek kibirli bir adamdı.
Bu kardeşinden utandı. Ziya da sözü tesirli bir vaizdi.
Bir meclis günü, Ziya meclise geldi. Meclis, kadılarla, âlim ve temiz kişilerle doluydu.
Şeyhülislâm, kibirinden kardeşine şöyle bir kalktı ve yine derhal yerine oturdu.
Ziya, alınarak dedi ki: Çok uzun boylusun. Bari o selvi boyundan birazcığını çal!

3480.Sende akıl  nerde,  fikir nerde ki ey bilgi düşmanı, tutup şarap içeceksin?
Yüzün pek güzel, bari biraz da çivit sür. Habeşin yüzüne, çivit, gülünç olur doğrusu.
A azgın, sende nur nerde ki kendinden geçiyor da karanlık arıyorsun.
Gölgeyi gündüz ararlar. Sense bulutlu gecede tutmuş, gölge aramaya çıkmışsın.
Şarap, gıda için halka helâldir ama sevgiyi dileyenlere haramdır.

3485.Âşıkların şarabi gönül kanidir.Onların gözleri yolda,konaktadır.
Böyle bir korkunç çölde bu akıl kılavuzu, tutulup kalıt.
Sen de kılavuzları gözetirsen kervanı helak eder, yolu yitirirsin.
Arpa ekmeği bile hakikaten haramdır.Nefsin önüne kepekle karşılık ekmek koy.
Tanrı yolunun düşmanını hor tut.Hırsızı mimbere çıkarma,dara çek.

3490.Hırsızın elini kes. Kesmekten âcizsen hiç olmazsa bağla.
Seti, onun elini bağlamazsan o,senin elini bağlar. Sen, onun ayağını kırmazsan o,senin ayağını kırar.
Halbuki sen, düşmana şarap ve şeker kamışı veriyorsun. Niçin?Ona zehir gibi gül, taş ve desene!
Zahit, gayrete gelip testiye bir taş attı, kırdı. Köle de testiyi elinden atıp zahitten kaçtı.
Beyin yanına gidince bey,şarap nerde? dedi. Köle birbir macerayı anlattı.

Emîrin, zahidi tedip için şiddetle gitmesi

3495.Bey, ateşe döndü, hemen yerinden doğruldu, bana o zahidin evi nerde? Göster dedi.     Göster de şu ağır gürzle kafasını ezeyim. O kahpe oğlunun akılsız kellesini kırayım.
O,köpekliğinden doğru yolu göstermeyi ne bilir?O,ancak şöhret âşıkı.
Bu yobazlık, bu riya ile kendisine bir mevki yapmak, bir şey bahane ederek kendini   göstermek istiyor.
Onun, şuna buna riya yapmaktan başka hiçbir hüneri yok.

3500.Deliyse,fitne çıkarmak istiyorsa delinin ilâcı,öküz aletinden yapılma kamçıdır.

AÇIKLAMALAR: 2801 - 3500  Beyitlerin Notları

S. 230, B. 2819: "Az kaldı yoksulluk, kâfirlik olayazdı" diye bir hadîs rivayet edilmiştir.

S. 235, B. 2869 dan sonraki başlık: "Dediler ki duysaydık, yahut aklımız erseydi cehennemlik olmazdık." Sûre 67 (Mülk), âyet 11.

S. 238, B. 2911 den sonraki hikâye: Bu hikâye baştan aşağıya kadar irade ve ihtiyar hakkındaki fikir ayrılıklarını anlatır. Cebri kabul eden Havaric, kulun, hayır ve şerri, kendi irade ve ihtiyariyle yapmadığını söylerler. Sünniler tarafından Kaderiyye diye anılan Mutezile, bunların tam zıddıdır. Onlarca Tanrı, herkesin ne yapacağını bilir. Fakat bu bilgisi, o kula o işi cebren yaptırmaz.Kul, hayır ve şerri kendi irade ve ihtiyariyle yapar. Karşılığında da mükâfat ve mücazata hak kazanır. Şia'nın son gelenleri, bu hususta Mutezile mezhebini kabul etmişlerdir. Sünnilerse ikisi ortası bir cebir kabul ederler. Onlarca kulda bir cüzü irade vardı, Tanrı, herkesin ne yapacağını bilir. Fakat kul, iradesini iyilik veya kötülüğe sarfetti mi o hayr ve şerri Tanrı halkeder. Hayr ve şer, bu bakımdan Tanrı'dandır, fakat iradenin sarfı, kuldan. Sofiyyeye göre vahdette irade düşünülemez bile. Hâsılı bu bahis, müslümanlıkta çok söz söylenmiş, hattâ uğrunda kanlar dökülmüş bir bahistir, c. l, s. 60, b. 617, 618, c. 2, s. 6, b. 61, 63, c. 3, s. 128, b. 1368 ve Gülşeni raz, s. 10, b. 10T nin izahlarına bakınız. İsnaaşeriyye'nin altıncı imamı Ca'fer al-Sadik da "Cebir de yoktur, tefriz de. Belki bu iş, ikisinin arasıdır" yani ne Tanrı, hayr ve şerri kula cebirle yaptırır, ne de kul, kendi iradesiyle yapar, Tanrı işi ona bırakmıştır.Kulun hayr ve şerde bulunması, bu ikisinin arasında olan bir keyfiyettir" demiştir. Bu hikâyeden Mecûsilerin de cebrî oldukları anlaşılıyor."Kaderiyye, yani kaderi inkâr edip kul, yaptığı işi kendi yapar inanışında bulunanlar, bu Ümmetin Mecusileridir..." diye bir uydurma hadis de rivayet edilmiştir.

S. 241, B. 2943: S. 173, b. 2028 nin izahına bakınız.

S. 241, B. 2949:"Sen onları uyanık sanırsın, halbuki onlar uykudadır. Onları sağa sola biz çeviririz. Köpekleri de ellerini yere uzatmış, mağara kapısında uyumada Onları görüp anlasaydın döner, kaçardın, yahut da korkiyle dolardın." Sûre 18 (Kehf), âyet 18. Ashabı kehf için c. l, s. 38, b. 392 nin izahına bakınız.

S. 246, B. 3015: Eski Yunan Septikleri, Sofestailer -Sofistler için bakınız: c. l, s. 53, b. 548 in izahı.

S. 254, B. 3110 dan sonraki başlık: Böyle bir hadîs rivayet edilmişti. Hattâ sofiler, bu hadîse dayanarak mekânın, kevne yani varlığa tabi olduğunu, bir şey zahiren olmadıkça mekânın da bulunmayacağını, zamanın da zahiri ve mevhum varlıkların var oluşlarına ve değişmelerine tabi bulunduğunu, zaman mefhumunun iki hâdisenin nisbetinden doğduğunu, geçmiş zamanın mevcut olmayıp halin, daima maziye aktığını, istikbalinse hiç gelmiyeceğini,şu halde alemin her an, Tanrı bilgisindeki suretlerin tecellisinden ibaret bulunduğunu söylerler. Onlarca zamanın hakikatı "an" dan ibarettir. Fakat bu da tecelli bakımındandır. Yoksa Mutlak varlık olan Tanrının zatında böyle bir nispet ve izafet de yoktur.

S. 256, B. 3130 dan sonraki başlık: "Neye lâyıksan kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu." Bu hadis, Ebuhü-reyre tarafından rivayet edilmiştir ve Buhari hadîslerindendir (Ankaravî, s. 675).

S. 259, B. 3165 te başlıyan hikâye: Bu hikâye, 'Mantık el-tayr" da da vardır.Sonradan Bektaşi hikâyesi olmuştur. Bir Bektaşi, Mısır'da gezinirken halk, açılın açılın demeye başlamış.Herkes yolun iki yanına dizilmiş. Bektaşi de bir tarafa sığınmış.Geçe geçe sırma haşalı bir at üstünde sırmalı esvaplar giymiş bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir zenci köle,sağa sola selâm vere vere geçmiş, arkasından da birkaç hizmetçi yürüyüp gitmiş,Bektaşi sormuş:Kim bu? Mısır Şahının kulu demişler. Başını gökyüzüne kaldırıp demiş ki: Yarabbi, bu Mısır Şahının kulu, ben senin kulun. Bir ona bak, bir bana. Kula bakmayı bilmiyorsan bari Mısır şahından öğren! Daha sonraları hikâyeye meşhur Mehmet Ali Paşa'nın adı bile girmiştir.

Bektaşi hikâyelerinin,hattâ Nasreddin Hoca fıkralarının nasıl meydana geldiği hakkında çok güzel bir fikir verdiği için yazdık.

S. 262, B. 3209 dan sonraki başlık: "Ve bu, Tanrı ihsanıdır ki dilediğine verir. Tanrı çok büyük ihsan sahibidir." Sûre 62 (Cumua), âyet 4.

S. 263, B. 3219: Yetmiş iki millet için Hafız divanı, s. 143, b. 1091 in izahina bakınız.

S. 264, B. 3221: Bid'at, sonradan meydâna getirilen usul ve âdet demektir. Müslümanlıkta Peygamber zamanında olmayan şeyler mânasına gelir. İkiye ayrılır: Bid'at-i hasene - güzel bid'atlar, bid'ati seyyie - kötü bid'atlar. Kötüleri, müslümanlıkta kabul edilmez, iyileri kabul edilir. Mesela, Peygamber zamanında minare yoktu.Ezan,yüksek bir yerde, yahut mescidin damında okunurdu. Sonradan minare icadedildi. Bu,güzel ve iyi bir bid'attır.Ölünün ruhu için helva, yahut lokma gibi bir yemek yapılması, müslümanlıkta yoktur. Bu âdet sonradan icadedildi, bid'attır. Hem de eşe dosta yedirilirse kötü bir bid'attır, fakat yoksullara verilirse güzel ve iyidir. Yalnız bid'at işi,pek lastikli olduğundan Âlim adını alan yobazlar, her yeniliğe bid'at diye karşı komuslar, hattâ matbaayı bile kabul etmek istememişlerdi.Bu bid'at derdinden çok şeyler çekilmiştir.

S. 266, B. 3257: Hıristiyanlarda, papaza suçlarını söylemek papaza ve kiliseye bir şey verip, yahut bir ceza çekip papaz tarafından Tanrı adına affedilmek usulü yardır. Bu usul, Bektaşi ve Alevilerde de vardır. Bektaşiler, baş okutmak, Aleviler, görülmek derler. Bektaşilerde muharremin onundan sonra, Alevilerde ekim, biçim zamanı olmıyan kışlarda "Aynicem" yapılır ve herkes, odanın ortasında başındaki tacı çkarıp suçlarını söyler. Baba ve dede, orada bulunanlardan razılık diler. Salik" baba veya dedenin önüne gider. Tacı başına tekbirle giydirilir. Postun altına elinden gelen bir şey kor, bu suretle suçlarından temizlenmiş olur.

S. 268, B. 3280: Tecrid, gönülden, Hak'tan baska her şeyi çıkarmaktır.

S.268, B. 3281:  Cezbe için bakınız:Gülşeni  raz, b. 23, b. 328 in izahi.

S. 269, B. 3292-3293: "Cennetlerde ehillerinden başka kimseye bakmıyan huriler var ki onlara, daha önce ne bir insan dokunmuştur, ne bir cin." Sûre 55 (Rahman), âyet 56.

S. 270, B. 3307-3311:  Bu  beyitler Arapçadır.

S. 272, B. 3324 den sonraki bahis:Cuha için bakınız:c.2, s. 289, b. 3115.

S. 273, B. 3339: Firavun, Musa Peygambere iman eden büyücülerin kol ve ayaklarını kestirip onları hurma ağaçlarına astıracağı zaman, büyücüler "'Zararımız yok. Biz Rabbimize dönüyoruz" dediler. Sûre 26 (Şura), âyet 50.

S. 274, B. 3350 den sonraki başlık: Peygamber "Din,halkı doğru bir özle ibadete irşad etmektir." sözünü üç kere tekrarlamış,sahabe "Bu irşad kimin için ey Tanrı elçisi?" diye sorunca "Tanrı için, elçisi ve kitabı için" müslümanları ileri gelenleri için ve bütün müslümanlar için" diye cevap vermiştir. Bu hadîs, Müslim hadîslerindendir.

S. 280, B. 3435: Bu beyit Arapçadır. "İnanan kişi, insanlarla hoş geçinir, kendisiyle de hoş geçinilir. Münafıksa ne insanlarla hoş geçinir, ne de onunla hoş geçinilir, insanlarla hoş geçinmeyen ve kendisiyle hoş geçinilemeyen adamdan hayır yoktur" hadisine de işaret edilmektedir.

2801 - 3500  Beyitlerin Notları

S. 230, B. 2819: "Az kaldı yoksulluk, kâfirlik olayazdı" diye bir hadîs rivayet edilmiştir.

S. 235, B. 2869 dan sonraki başlık: "Dediler ki duysaydık, yahut aklımız erseydi cehennemlik olmazdık." Sûre 67 (Mülk), âyet 11.

S. 238, B. 2911 den sonraki hikâye: Bu hikâye baştan aşağıya kadar irade ve ihtiyar hakkındaki fikir ayrılıklarını anlatır. Cebri kabul eden Havaric, kulun, hayır ve şerri, kendi irade ve ihtiyariyle yapmadığını söylerler. Sünniler tarafından Kaderiyye diye anılan Mutezile, bunların tam zıddıdır. Onlarca Tanrı, herkesin ne yapacağını bilir. Fakat bu bilgisi, o kula o işi cebren yaptırmaz.Kul, hayır ve şerri kendi irade ve ihtiyariyle yapar. Karşılığında da mükâfat ve mücazata hak kazanır. Şia'nın son gelenleri, bu hususta Mutezile mezhebini kabul etmişlerdir. Sünnilerse ikisi ortası bir cebir kabul ederler. Onlarca kulda bir cüzü irade vardı, Tanrı, herkesin ne yapacağını bilir. Fakat kul, iradesini iyilik veya kötülüğe sarfetti mi o hayr ve şerri Tanrı halkeder. Hayr ve şer, bu bakımdan Tanrı'dandır, fakat iradenin sarfı, kuldan. Sofiyyeye göre vahdette irade düşünülemez bile. Hâsılı bu bahis, müslümanlıkta çok söz söylenmiş, hattâ uğrunda kanlar dökülmüş bir bahistir, c. l, s. 60, b. 617, 618, c. 2, s. 6, b. 61, 63, c. 3, s. 128, b. 1368 ve Gülşeni raz, s. 10, b. 10T nin izahlarına bakınız. İsnaaşeriyye'nin altıncı imamı Ca'fer al-Sadik da "Cebir de yoktur, tefriz de. Belki bu iş, ikisinin arasıdır" yani ne Tanrı, hayr ve şerri kula cebirle yaptırır, ne de kul, kendi iradesiyle yapar, Tanrı işi ona bırakmıştır.Kulun hayr ve şerde bulunması, bu ikisinin arasında olan bir keyfiyettir" demiştir. Bu hikâyeden Mecûsilerin de cebrî oldukları anlaşılıyor."Kaderiyye, yani kaderi inkâr edip kul, yaptığı işi kendi yapar inanışında bulunanlar, bu Ümmetin Mecusileridir..." diye bir uydurma hadis de rivayet edilmiştir.

S. 241, B. 2943: S. 173, b. 2028 nin izahına bakınız.

S. 241, B. 2949:"Sen onları uyanık sanırsın, halbuki onlar uykudadır. Onları sağa sola biz çeviririz. Köpekleri de ellerini yere uzatmış, mağara kapısında uyumada Onları görüp anlasaydın döner, kaçardın, yahut da korkiyle dolardın." Sûre 18 (Kehf), âyet 18. Ashabı kehf için c. l, s. 38, b. 392 nin izahına bakınız.

S. 246, B. 3015: Eski Yunan Septikleri, Sofestailer -Sofistler için bakınız: c. l, s. 53, b. 548 in izahı.

S. 254, B. 3110 dan sonraki başlık: Böyle bir hadîs rivayet edilmişti. Hattâ sofiler, bu hadîse dayanarak mekânın, kevne yani varlığa tabi olduğunu, bir şey zahiren olmadıkça mekânın da bulunmayacağını, zamanın da zahiri ve mevhum varlıkların var oluşlarına ve değişmelerine tabi bulunduğunu, zaman mefhumunun iki hâdisenin nisbetinden doğduğunu, geçmiş zamanın mevcut olmayıp halin, daima maziye aktığını, istikbalinse hiç gelmiyeceğini,şu halde alemin her an, Tanrı bilgisindeki suretlerin tecellisinden ibaret bulunduğunu söylerler. Onlarca zamanın hakikatı "an" dan ibarettir. Fakat bu da tecelli bakımındandır. Yoksa Mutlak varlık olan Tanrının zatında böyle bir nispet ve izafet de yoktur.

S. 256, B. 3130 dan sonraki başlık: "Neye lâyıksan kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu." Bu hadis, Ebuhü-reyre tarafından rivayet edilmiştir ve Buhari hadîslerindendir (Ankaravî, s. 675).

S. 259, B. 3165 te başlıyan hikâye: Bu hikâye, 'Mantık el-tayr" da da vardır.Sonradan Bektaşi hikâyesi olmuştur. Bir Bektaşi, Mısır'da gezinirken halk, açılın açılın demeye başlamış.Herkes yolun iki yanına dizilmiş. Bektaşi de bir tarafa sığınmış.Geçe geçe sırma haşalı bir at üstünde sırmalı esvaplar giymiş bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir zenci köle,sağa sola selâm vere vere geçmiş, arkasından da birkaç hizmetçi yürüyüp gitmiş,Bektaşi sormuş:Kim bu? Mısır Şahının kulu demişler. Başını gökyüzüne kaldırıp demiş ki: Yarabbi, bu Mısır Şahının kulu, ben senin kulun. Bir ona bak, bir bana. Kula bakmayı bilmiyorsan bari Mısır şahından öğren! Daha sonraları hikâyeye meşhur Mehmet Ali Paşa'nın adı bile girmiştir.

Bektaşi hikâyelerinin,hattâ Nasreddin Hoca fıkralarının nasıl meydana geldiği hakkında çok güzel bir fikir verdiği için yazdık.

S. 262, B. 3209 dan sonraki başlık: "Ve bu, Tanrı ihsanıdır ki dilediğine verir. Tanrı çok büyük ihsan sahibidir." Sûre 62 (Cumua), âyet 4.

S. 263, B. 3219: Yetmiş iki millet için Hafız divanı, s. 143, b. 1091 in izahina bakınız.

S. 264, B. 3221: Bid'at, sonradan meydâna getirilen usul ve âdet demektir. Müslümanlıkta Peygamber zamanında olmayan şeyler mânasına gelir. İkiye ayrılır: Bid'at-i hasene - güzel bid'atlar, bid'ati seyyie - kötü bid'atlar. Kötüleri, müslümanlıkta kabul edilmez, iyileri kabul edilir. Mesela, Peygamber zamanında minare yoktu.Ezan,yüksek bir yerde, yahut mescidin damında okunurdu. Sonradan minare icadedildi. Bu,güzel ve iyi bir bid'attır.Ölünün ruhu için helva, yahut lokma gibi bir yemek yapılması, müslümanlıkta yoktur. Bu âdet sonradan icadedildi, bid'attır. Hem de eşe dosta yedirilirse kötü bir bid'attır, fakat yoksullara verilirse güzel ve iyidir. Yalnız bid'at işi,pek lastikli olduğundan Âlim adını alan yobazlar, her yeniliğe bid'at diye karşı komuslar, hattâ matbaayı bile kabul etmek istememişlerdi.Bu bid'at derdinden çok şeyler çekilmiştir.

S. 266, B. 3257: Hıristiyanlarda, papaza suçlarını söylemek papaza ve kiliseye bir şey verip, yahut bir ceza çekip papaz tarafından Tanrı adına affedilmek usulü yardır. Bu usul, Bektaşi ve Alevilerde de vardır. Bektaşiler, baş okutmak, Aleviler, görülmek derler. Bektaşilerde muharremin onundan sonra, Alevilerde ekim, biçim zamanı olmıyan kışlarda "Aynicem" yapılır ve herkes, odanın ortasında başındaki tacı çkarıp suçlarını söyler. Baba ve dede, orada bulunanlardan razılık diler. Salik" baba veya dedenin önüne gider. Tacı başına tekbirle giydirilir. Postun altına elinden gelen bir şey kor, bu suretle suçlarından temizlenmiş olur.

S. 268, B. 3280: Tecrid, gönülden, Hak'tan baska her şeyi çıkarmaktır.

S.268, B. 3281:  Cezbe için bakınız:Gülşeni  raz, b. 23, b. 328 in izahi.

S. 269, B. 3292-3293: "Cennetlerde ehillerinden başka kimseye bakmıyan huriler var ki onlara, daha önce ne bir insan dokunmuştur, ne bir cin." Sûre 55 (Rahman), âyet 56.

S. 270, B. 3307-3311:  Bu  beyitler Arapçadır.

S. 272, B. 3324 den sonraki bahis:Cuha için bakınız:c.2, s. 289, b. 3115.

S. 273, B. 3339: Firavun, Musa Peygambere iman eden büyücülerin kol ve ayaklarını kestirip onları hurma ağaçlarına astıracağı zaman, büyücüler "'Zararımız yok. Biz Rabbimize dönüyoruz" dediler. Sûre 26 (Şura), âyet 50.

S. 274, B. 3350 den sonraki başlık: Peygamber "Din,halkı doğru bir özle ibadete irşad etmektir." sözünü üç kere tekrarlamış,sahabe "Bu irşad kimin için ey Tanrı elçisi?" diye sorunca "Tanrı için, elçisi ve kitabı için" müslümanları ileri gelenleri için ve bütün müslümanlar için" diye cevap vermiştir. Bu hadîs, Müslim hadîslerindendir.

S. 280, B. 3435: Bu beyit Arapçadır. "İnanan kişi, insanlarla hoş geçinir, kendisiyle de hoş geçinilir. Münafıksa ne insanlarla hoş geçinir, ne de onunla hoş geçinilir, insanlarla hoş geçinmeyen ve kendisiyle hoş geçinilemeyen adamdan hayır yoktur" hadisine de işaret edilmektedir.

CİLT 5  (3501 - 4235 Beyitler)

3501 Vurmalı kerataya da kafasındaki  Şeytan çıksın. Eşekçiler, nodullamadıkça eşek gider mi hiç?
Bey, eline bir topuz alıp sokağa çıktı. Gece yarısı yarı sarhoş bir halde geldi, zahidin evine girdi.
Kızgınlıkla zahidi öldürmek niyetindeydi. Zahit, evde bulunan yünlerin altına girip gizlendi.
Zahit, beyin sözlerini yün bükenlerin yünleri altına gizlenmiş, işitiyordu.

3505. Orada kendi kendine dedi ki: Adamın çirkinliğini, yüzüne karşı ancak ayna söyliyebilir, çünkü onun yüzü serttir.
Ayna gibi demirden bir yüz gerek ki sana çirkin yüzüne bak desin.

Delkak'ın,   Seyyid   Şah-ı   Tirmiz'i   mat   etmesi

Padişah, Delkak'le satranç oynardı. Delkak, padişahı mat etti mi padişah, derhal kızardı.
Bunu kibrine yediremez, tu Allah müstehakını versin diye satranç taşlarını birer birer Delkak'in başına vururdu.
Al, işte şahın bu senin bu kaltaban derdi. Delkak, aman padişahım der, sabrederdi.

3510. Bir gün, yine padişah mat oldu. Bir oyun daha oynamalarını emretti.   Delkak, zemheride çıplak kalmış adam gibi tirtir titriyordu.
Bir oyun daha oynadı, yine padişah yutuldu. Tu Allah müstehakını versin zamanı gelince,
Delkak, sıçradı, bir köşeye kaçtı; korkusundan altı tane halının altına girdi.
Yastıklarla o altı halının altına gizlenip padişahın .satranç taşlarından aman buldu.
Padişah, ne yapıyorsun, bu ne? deyince, padişahım dedi. Tu Allah müstehakını versin!

3515. Ateşler püskürüyorsun. Senin gibi öfkeci bir padişaha döşeme altından başka bir yerde doğru söz söylenebilir mi?
Sen mat oldun ama ben de şahın çarpmasından mat oluyorum. Onun için halıların altından Tu Allah müstehakını versin diyorum!
Mahalle, o beyin bağrış, çağrışiyle, kapıyı tekmelemesi, vurun, tutun diye nara atmasiyle doldu..
Sağdan, soldan halk dışarı fırladı. Ey ulumuz, af zamanıdır.
Onun beyni kurumuş. Şimdi onun aklı, fikri, çocukların aklından, fikrinden az.

3520. Hem zahit, hem ihtiyar. Bu halindeki şu zahitlik, onu kat kat zayıflatmış. Bu zahitlikten de bir feyze nail olamamış.
Zahmetler çekmiş de sevgiliden bir hazine elde edememiş. İşler yapmış da bir pul kazanamamış.
Ya o iş, onun harcı değilmiş, ya henüz mükâfat vakti gelmemiş.
Ya o çalışma, çıfıtça bir çalışma, yahut da mükâfata erişmesinin bir zamanı, bir saati var.
Ona bu dert, bu musibet yeter. Şu kanlı ovada kimsiz, kimsesiz kala kalmış.

3525. Gözleri ağrıklı, bir bucağa çekilip oturmuş, yüzünü ekşitmiş, suratını asmış.
Ne bir göz hekimi var ki derdine yansın, ne onun aklı var ki bir göz ilâcı arayıp bulsun, gözüne çeksin.
Kendi zannına uymuş, çalışıp çabalamaya koyulmuş, işim, iyileşecek diye bir ümide kapılmış.
Halbuki onun tuttuğu yolla sevgilinin vuslatı arasında ne uzun bir mesafe var. Çünkü o, baş aramıyor, reis olmayı istiyor.
Bir an, Tanrıyle, nasibim bu hesapta hep zahmet mi diye âdeta didişmede..

3530. Bir an hep uçuyor, ele geçmiyor, bizim kolumuzu kanadımızı kırıyorsun diye bahtiyle kavga etmede.
Kim, renge, kokuya mahpus  kalırsa zahit olsa bile huyu iyi olmaz, dar canlıdır.
Bu daracık duraktan çıkmadıkça nasıl olur da ahlâkı düzelir, gönlü ferahlar?
Zahitlere, genişliğe çıkmadan yalnız bulundukları zaman bıçak ve ustura vermeye hiç gelmez.
Darlıklarından, muratlarına eremediklerinden, dertlerinden karınlarını deşiverirler.

Mustafa aleyhisselâmın, Cebrail aleyhisselâmın geç görünmesi yüzünden daralıp kendisini Hıra dağından atmaya kalkışması ve Cebrail aleyhisselâmın kendini atma... önünde devletler var diye kendisini göstermesi

3535.  Mustafa'yı ayrılık derdi kapladı, daraldı mı, kendisini dağdan atmaya kalkardı.
Cebrail, sakın yapma. Kün emrinde sana nice devletler takdir edilmiştir deyince,
Yatışır, kendini atmaktan vazgeçerdi. Sonra yine ayrılık derdi gelip çattı mı,
Yine gamdan, dertten bunaldı mı kendisini dağdan aşağı atmak isterdi.
Bu sefer Cebrail görünür, ey eşi olmayan Padişah, yapma bunu derdi.

3540. Hicap keşfedilip de o inciyi   koynunda buluncaya kadar bu haldeydi.
Halk, her çeşit mihnetten ötürü kendini öldürüp dururken mihnetlerin aslı olan bu ayrılığı nasıl çeksin?
Halk, canını feda edene şaşar. Fakat bizim her birimiz fedayi huyluyuz.
Ne mutlu o kişiye ki bedenini, feda edilmeye değer bir dosta feda etmiştir.
Herkes, bir fennin, bir sanatın fedaisidir. Ömrünü o yolda sarf eder, ölüp gider.

3545. İster doğularda olsun, ister batılarda, herkes, nihayet ölür. O zaman ne âşık kalır, ne maşuk!
Hiç olmazsa bu devletli, zaten şu hünere gönüllü, kendisini feda etmiş. Onun öldürülmesinde yüzlerce hayat var.
Âşık da onca ebedî, maşuk da, aşk da. İki âlemde de dileğine ermiş, iyi bir ad san kazanmış.
Ey ulular, âşıklara acıyın. Onların şanı, helak olduktan sonra bile helak olmaya hazır bulunmaktır.
Beyim, onun kabalığını affet. Onun derdine, betbahtlığına bak.

3550. Onu affet de Tanrı da seni affetsin, suçlarını yarlıgasın.
Sen de gafletle az testiler kırmamışsındır. Sen de affa ümit bağlamışsındır.
Affet de ahrette sen de af edilesin. Kader, ceza vermede kılı kırk yarar.

Beyin, o  şefaatçilere ve komşulara, neden küstahlık edip  testiyi kırdı?  Bu hususta şefaat kabul etmem. Onun cezasını  vermeye yemin ettim diye cevap  vermesi

Bey dedi ki: O kim oluyor ki bizim testimize taş atıp kırıyor?
Benim civarımdan erkek aslan bile yüzlerce çekingenlikle, korka korka geçmede.

3555.  Neden kulumuzun gönlünü incitti, bizi konuğumuzun yanında utandırdı?
Onun kanından daha değerli olan şarabı döktü de kadınlar gibi bizden kaçıp da gizlendi.
Fakat tut ki bir kuş gibi uçsun, benim elimden nerde canını kurtaracak?
Kahır okumla kanadını kırar, onun arda kalası kanadını koparırım.
Benden kaçıp da bir katı taşın içine girse, gizlense yine onu tutar, o taşın içinden çıkarırım.

3560. Ona bir kılıç çalayım da   bütün kaltabanlara ibret olsun!
Herkese yobazlık satsın, bu yetmiyormuş gibi bir de bize satmaya kalkışsın ha! Onun da cezasını şimdicik vereceğim, onun gibi yüz tanesinin de.
Öyle kızmış, öyle kan dökülücüğü tutmuş ki ağzından ateş püskürüyordu.

Zahidin   komşulariyle  şefaatçilerinin  ikinci  defa olarak   beyin   eline,   ayağına   kapanarak   yalvarmaları

O şefaatçiler, onun o hay hayına karşı birçok defalar elini, ayağını öpüp,
Dediler ki: A beyim, sana kin gütmek yaraşmaz. Şarap dökülüp gittiyse ne çıkar? Sen şarapsız da hoşsun.

3565.   Şarap, neşe sermayesini senden alır.   Suyun letafeti senin letafetine imrenir.
Padişahlık et, ey merhamet sahibi, ey kerem sahibinin oğlu, kerem sahibinin oğlu kerem sahibi bağışla.
Her şarap, bu boya, bu yüze kuldur. Bütün sarhoşlar sana haset ederler.
Senin, gül renkli şaraba hiç ihtiyacın yok. Gül rengini bırak, gül renklilik sensin zaten.
Ey zühre'ye benziyen yüzü kuşluk güneşi olan, ey rengine karşı gül rengi yoksul bir hale gelen bey,

3570. Şarap, küpte gizlice senin yüzünün iştiyakiyle kaynayıp coşar.
Sen baştanbaşa denizsin, ıslaklığı ne istersin ki? Sen, tamamiyle varlıksın, yokluğu ne ararsın ki?
Ey parlak ay, tozu ne yapacaksın? Ay bile, senin yüzüne bakar da sararır.
Sen hoşsun, güzelsin, her türlü hoşluğun madenisin. Neden şaraba minnet edersin ki?
Başında "Biz insan oğullarını ululadık" tacı, boynunda "Biz sana kevser ırmağını verdik" gerdanlığı var.

3575. İnsan cevherdir, gök ona arazdır. Her şey fer'idir, her şeyden maksat odur.
Ey akıllar, tedbirler, fikirler kulu kölesi olan bey, mademki böylesin, kendini neden böyle ucuza satıyorsun?
Sana hizmet etmek, bütün varlık âlemine farzdır. Bir cevher, neden arazdan ihsan ister ki?
Yazıklar olsun, kitaplardan bilgi arıyorsun ha, helvadan zevk istiyorsun ha!
Bir bilgi denizisin ki bir ıslaklıkta gizlenmiş; bir âlemsin ki üç arşın boyunda bir bedene bürünmüş!

3580. Şarap nedir, güzel ses ve çalgı dinlemek, yahut bir güzelle buluşmak nedir ki sen onlardan bir neşe, bir menfaat ummadasın!
Hiç güneş, bir zerreden borç ister mi, hiç zühre yıldızı, bir küçücük küpten şarap diler mi?
Sen keyfiyeti bilinmez bir cansın keyfiyet âlemine hapsedilmişsin. Sen bir güneşsin, bir ukdeye tutulmuşsun: işte bu, sana yakışmaz, yazık!

Beyin tekrar onlara cevap vermesi

Bey dedi ki: Hayır hayır.. Ben, o şarabın adamıyım. Ben, bu hoşluktan alınan zevke kanaat edemem.
Ben yasemin gibi olmayı, gah şöyle, gah böyle eğilip bükülmeyi isterim.

3585 Bütün korkulardan, bütün ümitlerden kurtulup söğüt gibi her yana eğilmeliyim.
Söğüt dalı gibi sağa sola dönmeli, onun gibi rüzgârda çeşit çeşit oynamalıyım.
Şarabın verdiği neşeye alışan, nerden bu neşeyi beğenecek hey hocam!
Peygamberler, Tanrı neşesine dalmışlardı, onunla yoğrulmuşlardı da onun için bu neşeden vazgeçtiler.
Onların canları, o neşeyi gördüğünden onlara bu neşeler, oyuncak görünmüştü.

3590. Diri olan bir güzelliğe dostluk eden, artık ölüyü nasıl kucaklar?

"Bilseniz ahiret, ebedî hayat yurdudur" âyetinin tefsiri. Yani o âlemin kapısı, duvarı, suyu, testisi, meyvası, ağacı hep diridir. Söz söyler ve söz duyar. Onun için Mustafa aleyhisselâm "Dünya bir leştir, onu istiyenler de köpeklerdir" buyurdu. Ahirette dirilik olmasaydı o da leş olurdu. 
Leşe, ölü olduğundan leş derler, pis kokusundan ve mundarlığından değil

O âlem, zerre zerre diridir. Her zerresi nükteden anlar, söz söyler.
Onlar, ölü olan cihanda oturmaz, dinlemezler. Çünkü ot, ancak hayvanlara lâyıktır.
Kim, gül bahçesinde meclis kurar, yurt tutarsa külhanda şarap içer mi hiç?
Pak ruhun makamı, illiyyin'dir. Pislikte yurt edinense kurttur.

3595. Tanrı mahmuruna tertemiz şarap kadehi sunulur. Bu kör kuşlaraysa şu kara ve tuzlu su.
Kime Ömer'in adaleti, el vermezse onca kanlı kaatil Haccac, âdildir.
Kızlara cansız bebekleri oyuncak diye verirler. Çünkü onlar, diri oyuncaktan bir şey anlamazlar ki.
Küçük erkek çocuklar, erliklerinden bir şey anlamazlar, güçleri kuvvetleri yoktur. Onun için onlara tahta kılıç daha yeğdir.
Kâfirler, peygamberlerin kiliselerde yapılmış olan resimleriyle kanaat ederler.

3600. Fakat o ay parçaları, bizim için apaydın olduğundan resimlerine aldırış bile etmeyiz.
Onların birer sureti, bu âlemdedir ama birer sureti de ay gibi gökyüzündedir.
Bu suretteki ağızları, onlarla düşüp kalkanla konuşur, nükteler söyler. O suretteki ağızları ise Tanrı ile konuşur.
Görünen kulak, bu sözü duyar, beller. Can kulağıysa Kün emrinin sırlarını işitir.
Ten gözü, insanın şeklini görür, beller. Can gözü, Mazagalbasar sırrını görür, hayran olur.

3605. Görünen ayak, mescit safında durur, mâna ayağı, göğün üstünde tavafta bulunur.
İşte her cüz'ü böyle say... bu, vakit içindedir, zamana bağlıdır, oysa ondan da hariçtir.
Zamana bağlı olan, ecele kadar durur, öbürüyse, ebediyete dost, ezele eştir.
Bir adı iki devlet sahibidir, bir sıfatı iki kıble imamı.
Ona ne halvetin lüzumu vardır, ne çilenin. Hiçbir bulut, onu örtemez.

3610. Halvet yurdu, güneş değirmisidir, artık ona nasıl olur da yabancı gece, perde kesilir?
Hastalık ve perhiz zamanı geçti, buhran kalmadı. Küfür, iman oldu, küfran kalmadı.
Elif gibi, doğruluğu yüzünden öne geçmiştir. Onda kendi sıfatlarından hiçbir şey kalmamıştır.
Kendi huylarından çıkmış tek olmuş... canı, canına can katan sevgiliyse çırçıplak bir hale gelmiştir.
O tek ve benzersiz, eşsiz örneksiz padişahın huzuruna çırçıplak gidince padişah, ona kendi kutlu sıfatlarından bir elbise giydirmiştir.

3615. Padişahın sıfatlarından bir elbiseye bürünmüş, kuyudan mevki ve ikbal sayvanının üstüne uçmuştur.
Tortulu bir şey saf oldu mu böyle olur. Tıpkı onun gibi o da tasın dibinden üstüne çıkmıştır.
Tasın dibindeyken tortuluydu, toprak cüzülerı, ona karışmış, o şomluk onu bulandırmıştı.
Hiç de hoş olmayan dost, onun kolunu kanadını bağlamıştı. Fakat o, aslında yüceydi.
"Yeryüzüne inin" sesi gelince onu Harut gibi baş aşağı asakodu.

3620. Harut, gökteki meleklerdendi, bir azar yüzünden öylece asılı kaldı.
Baş aşağı asılı kalmasının sebebi, baştan çıkması, kendisini baş sanması ve yalnızca öne geçmeye kalkışmasıydı.
Sepet, kendisini suyla dolu görünce nazlandı, istiğnaya girişti de sudan çekildi hani.
Fakat ciğerinde bir katrecik suyu bile kalmadı. Bunun üzerine deniz, acıdı da onu tekrar davet etti.
Denizden sebepsiz bir hizmet karşılığı olmaksızın rahmet gelir. Bu, ne kutlu andır.

3625. Tanrı  hakkı için denizin etrafında dönüp dolaşmak, denizde gezenlerin yüzleri, sarı olsa bile aldırış etmemek gerek.
Denizin etrafında dönüp dolaşmak ki Tanrı’nın lûtfu, bağışlaması gelip çatıversin de sararmış yüz, bir mücevher bularak kızarsın.
Yüzün sarı rengi, renklerin en iyisidir. Çünkü o yüze kavuşmayı beklemektedir.
Fakat bir adamın yüzünde parlayıp duran kırmızılık, o adamın canının, bulunduğuna kani olmasındandır.
Halbuki insanı zayıflatan, alçaltan, sarartıp solduran tamahtır. Bu solgunluk ve arıklık, bedene ait illetlerden değildir.

3630. Hastalıksız  bir  sarı  yüz  görse  Calinas'un  bile aklı şaşar.
Fakat tamahı bağladın mı Tanrı nurlarına dalarsın. Mustafa, bunun için "Tamaha düşenin nefsi alçalır" demiştir.
Gölgesiz nur, lâtiftir, yücedir. Kafes kafes vuran nura, bir kalburdan aksetmededir. O kafes şeklindeki gölge, kalburun gölgesidır.
Âşıklar, bedenlerinin çıplak olmasını isterler. Fakat erkekliği olmıyana ha elbise olmuş, ha olmamış!
O ekmek ve sofra, oruçlulara çıkar. At sineğine çorba nedir, tencere ne?

Padişahın   Eyaz'a,   halini   söyle   de   müşküle  düşenlerle seni     kınayanların  müşküllerini hallet. Onları bu müşkülde bırakmak erlik değildir diye bir kere daha emretmesi

3635. Bu söz, hadde hesaba sığmaz... Ey Eyaz, sen şimdi ahvalini söyle.
Senin ahvalin, bir yenilik madeninden meydana gelmede. Sen bu hallere nasıl razı olabilirsin ki?
Hadi, o güzel hallerini anlat da şu beş duyguyla altı cihet ahvalinin başına toprak saç!
iç ahvali, söze gelmiyorsa sana tek ve çift perdesi altında dış halini söyleyeyim:
Bil ki sevgilinin lûtfiyle ölümün acılıkları bile cana şeker kamışından daha hoş gelmede.

3640.  O  tatlı   nebattan  denize  bir  toz  uçsa  denizin tuzluluğu kalmaz, baştanbaşa tatlılaşır.
Ey emniyetli dost, bunun gibi yüz binlerce haller gelir, sonra yine geldiği gibi gayp âlemine gider.
Her günün hali, düne benzer. Ahval, ırmak gibi akar durur, onu bağlıyacak hiçbir şey yoktur.
Her günün neşesi, bir başka çeşittir. Her günün düşüncesinde bir başka eser vardır.

İnsanın bedeni, bir konuk evine, çeşitli düşünceler de ayrı ayrı konuklara benzer. Arif, o neşeli ve gamlı düşüncelere razıdır, âdeta gariplerin hatırını hoş eden Halil Peygambere benzer. Onun kapısı da konuğu ağırlamak için daima kâfire de açıktı, mümine de, emin olana da açıktı, haine de. Bütün konuklara güler yüz gösterirdi.

Delikanlım, bu denen bir konuk evidir. Her sabah, oraya koşa koşa bir yeni konuk gelir.

3645. Sakın bu, benim boynumda kaldı deme. Şimdicik yine uçar, yokluk âlemine gider.
Gayb âleminden gönlüne ne gelirse konuktur, onu hoş tut.

Bir eve konuk geldi.  Ev sahibinin karısı, yağmur başladı,  konuk boynumuzda kaldı dedi.

Birisine ansızın konuk geldi. Ev sahibi, konuğunu gerdanlık gibi boyuna taktı.
Sofra çıkardı, ağırladı. O gece mahallelerinde sünnet düğünü vardı.
Erkek, kadınına gizlice dedi ki: Bu gece iki yatak ser.

3650. Bizim yatağımızı  kapı yanına  yap,  konuğun yatağını  da öbür tarafa.
Kadın, olur iki gözümün nuru, baş üstüne. Hizmetler eder, güler yüz gösteririm, merak etme dedi.
Yatakları yaptı, sünnet düğününe gitti.
Yüce konuk, kadının kocasiyle kaldı. Geceleyin kuru, yaş bir çerez çıkardı.
Yediler, içtiler. O iki temiz adam, gece geç vakte kadar oturup konuştular, gece yarısına dek iyi kötü, başlarından geçenleri anlattılar.

3655. Çerezden, konuşup görüşmeden sonra konuk, uykusuzluktan kalktı, kapı yanındaki yatağa girip yattı.
Adam, utancından ona bir şey diyemedi, canım, senin yatağın bu taraftaki.
Sen yatıp uyuyasın diye yatağı, şuraya serdik diye bir söz söyleyemedi.
Karısiyle kararlaştırdıklarının aksine, konuk için serilen yatağa girdi, öbür yatakta da konuk yatıp uyudu.
O gece şiddetli bir yağmur başladı. Bulutların çokluğu, hayret verecek bir derecedeydi.

3660. Kadın gelince konuk öbür taraftadır, kapı yanında yatan kocamdır diye,
Anadan doğma soyunup yorganın altına girdi, konuğu birkaç kere de istekle öptü.
Dedi ki: Hani bir şeyden korkuyordum ya. Başıma geldi mi geldi, geldi mi geldi.
Yağmur, çamur yüzünden konuk kakıldı kaldı. Beylik sabunu gibi elinden çıkmasına imkân yok.
Bu yağmur çamurda o, nerden gidecek? Başına canına andolsun, adam başımıza kaldı!

3665. Konuk, bu sözleri duyunca hemen sıçrayıp dedi ki: Kadın bırak beni. Ayakkabımı ver benim, çamurdan korkum yok.
Ben gidiyorum, Allah size hayırlar versin. Yolculukta can, bir an bile eğlenmez.
Yolcu, derhal geldiği yere dönmeli. Bir yerde kalıp eğlenmek, yol keser.
Kadın, o soğuk sözü söylediğine pişman oldu. Çünkü o eşsiz mihman ürküp yola düşüyordu.
Kadın, lütfen, hoş gör, ben şaka olsun diye söyledim deyip.

3670. Secdeler etti, bir hayli yalvarıp sızlandı ama fayda etmedi. Konuk, yola düşüp bunları hasret bıraktı.
Bu yüzden adam da yasa battı, kadın da. Çünkü artık o konuğun yüzünü, leğendeki akisten değil, kendi yüzünden görmüşlerdi.
Konuk gitmede, ova, konuğun miriyle cennet gibi aydınlanmadaydı.
Adam, bundan sonra bu işin derdinden utancından evini konuk evi haline soktu.
Fakat kadının gönlünde de, erkeğin gönlünde de o konuğun hayali, her an derdi ki:

3675 Ben, Hızır'ın dostuyum size yüzlerce cömertlik hazinesi saçacaktım, fakat ne yapayım? Kısmetiniz değilmiş!

Her gün, gönüle gelen düşünce o gün, sabah çağı gelen konuğa benzer, ev sahibine hükmeder, huysuzlukta bulunur. Ev sahibi olmanın şanı, konuğu görüp gözetmek, ağırlamak ve nazını çekmektir.

Konuk evine her gün nasıl bir yüce konuk gelirse onun gibi her an da sana bir fikir gelir.
Canım, fikri bir adam say. Çünkü adam, fikirle değerlidir, fikirle diridir.
Gam fikri, neşe yolunu vurursa gam yeme. O, hakikatte başka neşeler hazırlamadadır.
O, hayrın aslından yeni bir sevinç, yeni bir neşe gelsin diye evi, başkalarından sıkıca süpürür.

3680. Gönül dalındaki sararmış,    kurumuş yaprakları ayırır, daldan yeni ve yeşil yapraklar bitmesine yardım eder.
Bu âlemden öte bir âleme yeni bir zevk gelsin diye eski sevinci, kökünden çeker, çıkarır.
Gam, üstü dallarla yapraklarla örtülü yeni kökü bitirsin diye çürümüş, porsumuş olan eski kökü yerinden söküp çıkarır.
Gam, gönülden neyi döker, yahut koparırsa karşılık olarak mutlaka daha iyisini verir.
Hele derdin, gamın,   yakın ehline kul olduğunu iyice bilene daha fazla lütuf tarda bulunur.

3685. Bulutla şimşek, asık suratlılık, ekşi yüzlülük göstermese asma yaprağı, doğuya benzeyen gülümsemelerini gösterir mi hiç?
Kutluluk, kutsuzluk, gönlüne gelir, konuklar. Bunlar, evden eve giden yıldızlara benzerler.
Senin burcunda konakladı mı onun talihi gibi sen de tatlı bir hale, gel, çevikleş.
Böyle hareket et de o yıldız, aya gitti, ulaştı mı o gönül sultanına senden şükür etsin.
Sabırlı ve her şeye razı olan Eyyub, tam yedi yıl Tanrı konuğunu, belâyı hoş tuttu.

3690. O sert ve yüzü pek âlâ da Tann'ya dönünce ondan yüzlerce çeşit şükürlerde bulundu da,
Dedi ki: Eyyub, ben sevgililerini öldürdüğüm halde sevgisinden bir kere bile yüzünü çevirmedi.
Tanrı bilgisine vefakârlıkta bulundu, utancından belâ ile âdeta sütle bal gibi kaynaştı, karıştı.
Senin de gönlüne yeniden yeniye belâlar geldikçe o belâları güle güle karşıla.
Ey yaradanım, beni o belânın şerrinden sakla bekle. O yüzden gelecek ihsanları bana haram etme, beni o lûtuflara kavuştur.

3695. Rabbim, uğradığım belâlara karşı lütfet de şükredeyim, geçip giderse ona hasret çekmeyeyim de.
O suratı asık derdi koru. O acılığı şeker gibi tatlı say.
Bulutun da görünüşte yüzü asıktır ama gül bahçesini bezer, çalı çırpıyı kırar.
Gamı bulut gibi bil de o asık suratlıya pek surat asmaya kalkışma.
Belki o inci, elindedir, olur ya, Onun için çalış çabala da senden razı olsun.

3700. Hattâ böyle olmasa bile bu huyu âdet edinir, o güzelim huyla huylanır, o huyu artırırsın da,
Başka yerlerde de böyle hareket edersin ve bir gün birdenbire muhtaç olduğun şeye erişiverirsin.
Neşene mâni olan düşünce, Tann'nın emriyle, Tanrı'nın hikmetiyle gelir.
Sen ona felâket deme delikanlım. Belki bir yıldızdır, belki kutluluk kıranındadır.
Sen ona feri deme, asıl tut da onunla daima maksadına eriş,'üstün çık.

3705. Onu fer'i sayar, muzır tutarsan gözün, aslı gözler durur.
Halbuki bekleyiş, çeşnide zehirdir âdeta. Bu gidişle daima ölüm halinde kalırsın.
Onu asıl bil, kucakla da bekleyiş ölümünden kurtul.

Padişahın, Eyaz'a iltifatı

Ey doğru özlü, daima yalvarıp yakarmada olan Eyaz, doğruluğun, denizden de artıktır, dağdan da!
Ne istek zamanı bir hataya düşüyorsun, dağ gibi aklın saman gibi uçuyor..

3710.  Ne öfke ve kin zamanı sabrın gevşeyip karar ve sebatını terk ediyor!
Erlik budur işte. Yoksa adam, sakalla, aletle adam olmaz, öyle olsaydı eşeğin aleti erlerin padişahı olurdu.
Tanrı, Kur'anda kimlere er dedi? Nerde bu beden, oraya varacak?
Babacığım, hayvan ruhunun ne değeri var? Kasapların pazarından geç de gör.
Yüz binlerce baş, gövde üstüne konmuştur. Değerlerini yağdan, kuyruktan kıyas et.

3715. Orospu olur ki aletin dönüp dolaşması yüzünden aklı fareye döner, şehveti aslana.

Bir babanın, kızına "Kendini koru, kocandan gebe  kalma" diye  tembihte bulunması

Zengin bir adam vardı. Bu adamın da zühre yanaklı, ay yüzlü, gümüş bedenli bir kızı vardı.
Kız, kendini bildi, babası onu kocaya verdi. Fakat kocası kızın dengi değildi.
Kavun, karpuz oldu, sulandı mı yarmazsan telef olur gider.
Babası da kızın baştan çıkmasından korktu da onun için onu, dengi olmayan birisine verdi.

3720. Kızına dedi ki: Kendini kocandan koru, sakın gebe kalma.
Ne yapayım? Bu yoksula seni vermek zorunda kaldım. Bu adamı garip say, garipte vefa olmaz.
Ansızın her şeyi bırakır, kaçıp gider. Çocuğu, başına dert olur kalır.
Kız dedi ki: Babacığım, dediğini tutarım, öğüdün pek doğru, kabulüm.
Babası, her iki üç günde bir kere kızına aman ha sakın diye öğüt veriyordu.

3725. Derken kız, birdenbire gebe kalıverdi; ikisi de gençti.
Kız, bunu babasından gizledi. Çocuk, karnında beş, yahut altı aylık oldu.
Artık iyiden iyiye belli oldu. Babası dedi ki: Bu ne? Ben sana ondan kendini koru demedim mi?
Öğütlerim, yelmiydi ki hiç sana tesir etmedi?
Kız, baba dedi, nasıl tahammül edeyim? Erkekle kadın, şüphe yok ki ateşle pamuk.

3730. Pamuk, ateşten nasıl çekinebilir? Yahut da ateş nasıl olur da pamuğu yakmaz, çekinir?
Babası dedi ki: A kızım, ben sana onun yanına gitme demedim. Yalnız menisinden kendini koru dedim.
Tam zevk anında onun beli gelirken kendini çekmeliydin.
Kız, peki, beli ne vakit gelecek, ben ne bileyim? Bu, pek gizli bir şey, anlaşılmaz ki dedi.
Babası, gözleri süzüldü mü anla ki beli geliyor deyince,

3735.  Kız dedi: Onun gözü süzülünceye kadar benim bu iki gözüm de kör oluyor a baba!
Her bayağı akıl, hırs ve öfke zamanı, yerinde durmaz ki!

Nefsiyle savaşmamış, aşk derdi çekmemiş, gölgede yetişmiş, yalnız halkın kendisine secde etmesini, elini öpmesini, hürmetle bakıp "işte zamanede sofi budur" diye parmakla göstermesini dilediğinden sofilik yoluna girmiş biri vardı. Çocukların, sen hastasın diyerek hasta ettikleri muallim gibi bu da kendine gururlanıp vehimle hasta olarak ben cihat eriyim, bu yolda bana pehlivan diyorlar. Büyük savaşta eşim yoktur, küçük savaş bence nedir ki! Gazilerle savaşa gidip zahiren de hünerler göstermeliyim dedi ve savaşa gitti, ve savaşta yüreksizlik ve gevşeklik gösterdi. Âdeta aslanın hayalini görmüş, erlikler göstermiş, bu erliklerle sarhoş olup ormana aslan avlamaya gitmişti. Halbuki aslan hal diliyle ona diyordu ki: "Öyle değil.. Yakında bilir anlar., sonra yine yakında bilir, anlarsınız."

Bir sofi, askerle savaşa gitti. Ansızın savaş başladı.
Sofi, ağırlıklarla çadırda kalan    zayıflarla beraber kaldı. Erler, ta savaş yerine kadar at sürdüler.
Ağır kişiler, toprak gibi yerlerinde kala kaldılar, îleri gidenlerin ileri gidenleriyse yürüyüp ilerlediler.

3740. Savaşlar edip üstün gelerek birçok ganimetlerle geri döndüler.
Sen de al diye sofiye de armağan sundular. O, o armağanı attı, hiçbir şey almadı.
Neden kızgınsın? dediler. Savaştan mahrum kaldım dedi.
Sofi, savaş safında hançer çekip savaşmadığı için bu iltifattan memnun olmadı.
Bunun üzerine esir getirdik dediler, birini al, öldür.

3745. Başını kes de gazi ol. Sofi, buna biraz sevindi, yüreklendi.
Suyla alınan aptestin yüzlerce aydınlığı, nuru, feri vardır ama su olmazsa teyemmüm edilir.
Sofi, bağlı esiri alıp gaza etmek üzere çadırın arkasına götürdü.
Oraya tutsakla gitti ama biraz gecikti. Neden o yoksul bu kadar gecikti diye meraka düştüler.
iki eli bağlı tutsak. Onu öldürüvermeliydi. Öldürmede neden bu kadar gecikti, sebebi ne? dediler.

3750 Birisi, işi anlamak üzere ardından gitti. Bir de ne görsün? Kâfir, sofinin üstüne çıkmamış mı?
Erkek, dişinin üstüne biner gibi o tutsak da yoksulun üstüne aslan gibi binmiş.
Elleri bağlı olduğu halde hiddetle sofinin boynunu ısırmada.
Dişleriyle boğazını dişlemede. Sofi, kâfirin altına düşmüş, aklı başından gitmiş.
Eli bağlı kâfir, bir kedi gibi, elinde mızrak olmadığı halde onu berbadetmiş,

3755. Dişleriyle onu yarı öldürmüş. Boynundan akan kanla sakalı kıpkırmızı kesilmiş.
Sen de eli bağlı olan nefsinin elinde tıpkı o sofi gibi alta düşmüş, kendinden geçmişsin.
Yoldaki bir tepecikten âciz kalmışsın. Halbuki önünde yüz binlerce dağ var.
Bu kadarcık bir tepeden korkup ölüye döndün, önünde aşılacak dağ gibi beller var, nasıl gideceksin?
Gaziler, hiddete gelip derhal acımadan o kâfiri kılıçlayıp öldürdüler.

3760. Kendine gelsin diye de sofinin yüzüne sular saçtılar, gül sulan serptiler.
Sofi, kendine gelip onları görünce ne oldu yahu? diye sordular.
Ey aziz, Tanrı hakkı için bu ne hal? Neden böyle bu derece kendinden geçtin?
Yarı ölmüş, elleri bağlı bir tutsaktan neden böyle korktun, aklın başından gitti, bu hale düştün?
Sofi dedi ki: Başını keseceğim sırada o açgözlü, bana öyle bir hışımla baktı ki..

3765. Gözünü açtı, dolandırdı da öyle bir bakış baktı bana ki aklım başımdan gitti.
Gözünü dolandırması, bana âdeta bir ordu göründü. O nasıl korkuydu? Anlatamam!
Hikâyeyi kısa keselim, işte o bakıştan korktum. Kendimden geçip yere yıkıldım.

"Eli bağlı bir kâfirin göz süzmesinden kendinden geçiyorsun, elinden hançer düşüyor. Sende bu yürek, bu öt varken sakın sakın, savaşa gelip de rüsvay olma, sen tekkenin mutfağını gözle"  diye  gazilerin  öğüt  vermeleri

Gaziler dediler ki: Sende bu yürek varken sakın savaşa girişmeye yeltenme.
Eli bağlı bir kâfirin göz süzmesiyle gemin kırıldı, gark oldun.

3770. Erkek aslanlar, saldırdılar mı kılıçlariyle başlar top gibi yerlere yuvarlanır.
Erlerin savaşına âşinâ değilsin, böyle bir zamanda kan denizinde nasıl yüzebilirsin sen?
Boyunlara inen kılıçların tak tak diye çıkardığı ses, (bir mahalle öteden duyulan) çamaşır dövenlerin tak takını hiçe sayar.
Nice başsız bedenler, yerlerde çırpınır.. Nice bedensiz başlar, kan denizinde habbelere döner.
İnsanları yok eden yüzlerce er, savaşta atların ayakları altında yok olur gider.

3775. Sen, bir fareden ürküp uçan bu akılla o savaş safına karışıp nasıl kılıç çekeceksin?
Savaş bu, bulgur aşı değil ki yenlerini sıvayıp girişesin.
Bulgur aşını kaşıklamaya benzemez, gel de burada kılıcı gör. Bu safta demirden yaratılmış bir Hamza lâzım.
Savaş, öyle hayal gibi bir hayalden ürküp kaçan her yüreksizin işi değil.
Savaş, Türklerin işidir, nazenin kadınların değil. Nazlı nazenin kadınların yeri evdir, eve git sen de!

Tanrı rahmet etsin, Ayyazi'nin, şehit olma ümidiyle yetmiş kere göğsü açık savaşa girmesi, nihayet küçük savaşta şehit olmadan ümidini kesip büyük savaşa yüz tutması ve halvete girmesi. Bu sırada gazilerin davulunu duyup nefsinin, zincirini sürüyerek savaşa gitmeyi istemesi ve onun bu istek yüzünden nefsini töhmet altına alması

3780. Ayyazi dedi ki: Tam doksan kere belki yaralanırım diye,
Çırılçıplak savaşa girdim, okların önüne gittim, belki birisi gelir saplanır dedim.
Fakat boğaza, yahut can alacak bir yere ok isabeti, devlet sahibi bir şehitten başkasına nasip olmuyor.
Vücudumda yaralanmadık bir tek yer yok. Bedenim, oktan kalbur gibi delik deşik oldu.
Fakat bu ne yiğitlik, ne de zekâ işi. Baht işi bu, Bir türlü can alacak bir yerime ok isabet etmedi.

3785. Şehitliğin kısmet olmadığını    anlayınca halvete  gittim, çileye girdim.
Kendimi büyük savaşa attım, riyazata, zayıflamaya koyuldum.
Halvetteyken kulağıma gazilerin savaşa giderken çaldıkları davul sesleri geldi.
Sabah çağıydı, can kulağımla duydum, nefsim, içimden seslendi.
Kalk, savaş zamanı geldi, yürü. Kendini savaşa at.

3790 Dedim ki: Ey vefasız habis nefis, savaşa meyletme nerde, sen nerdesin?
Ey nefis, doğru söyle, bu hilebazlık, nedir? Yoksa şehvete düşkün nefis, ibadete yanaşmaz bile.
Doğru söylemezsen üstüne saldırır, seni riyazatla  adamakıllı sıkar, sıkıştırırım.
O anda nefsim, içimden seslendi, dilsiz, ağızsız, fasih bir surette söz söylemekteydi:
Beni her gün burada öldürüp duruyorsun. Canıma, kâfirlere yapılan eziyetleri yapıyorsun.

3795. Kimsenin halimden haberi yok.. Sen, beni uykusuz, yemeksiz öldürüp durmadasın.
Bari savaşta bir yarayla şu bedenden kurtulurum da halk da erliğimi, fedakârlığımı görür.
Dedim ki: A nefisceğiz, hem münafık olarak yaşamadasın, hem münafıkça ölmedesin, nesin sen?
İki âlemde de mürai imişsin, iki âlemde de hiçbir şeye yaramazmışsın meğer.
Bu beden sağ oldukça halvetten çıkmamayı nezrettim.

3800.  Çünkü bu beden, halvette ne yaparsa kadına, erkeğe görünmek için yapmaz.
Halvetteki hareketi de ancak Tanrı içindir, huzuru ve sükûnu da. Orada niyetinde başka bir şey bulunamaz.
Bu büyük savaştır, o küçük savaş. Her ikisi de Haydar'la Rüstem'in harcıdır.
Öyle bir farenin kıpırdamasiyle uçup gidecek akıl sahibinin harcı değil!
O çeşit adama kanlar gibi savaştan, kılıçtan uzak durmak gerek.

3805. O da sofi, bu da. Yazık o sofiye! O, bir iğneyle ölmede, bu kılıçlara karşı durmada.
Sureti sofidir ama canı yok. Bu çeşit sofiler öbür sofilerin de adını kötüye çıkarır.
Toprakla karılmış olan şu bedenin kapısına, duvarına Tanrı, gayretiyle yüzlerce sofi resmi yaptı.
Büyüden o suretler oynasınlar da Musa'nın asâsı gizlensin dedi.
Sopanın doğruluğu, suretleri yer, siler süpürür. Fakat Firavun'a mensup olan göz, tozla toprakla doludur.

3810. Öbür sofi, harb safına, yaralanmak için yirmi kere girer.
Savaş zamanı müslümanlarla beraber kâfire saldırır, bir kere bile geri dönmez.
Yaralanır, yarasını bağlar, tekrar saldırır, savaşır.
Beden, bir yarayla ölmez diye   savaşta yirmi kere yaralanır.
Bir yarayla can vermeye açıklanır; doğruluğu elinden canının kolayca kurtulacağından üzülür!

Bir savaş eri, her gün gümüş parayla dolu torbasından bir kuruş çıkarır, hendeğe atardı. Nefsinden bir vesvese, bir hırs ve istek koptu. Mademki bu paraları hendeğe atıyorsun, bari birden at da şu eziyetten kurtulayım. Tamamiyle ümit kesiş de iki rahatlıktan biridir dedi. O er, nefsine, sana bu rahatlığı da vermeyeceğim dedi.

3815. Birisinin elinde kırk kuruşu vardı.   Her gece birini denize atardı.
Bu suretle de nefsine iyice eziyet etmek, yavaşlıkla onun can çekişmesini uzatmak isterdi.
Müslümanlarla savaşa gider, onlar düşmandan yüz döndürseler bile o geri dönmezdi.
Bir kere daha yaralanır, onu da bağlardı. Belki yirmi kere bedeninde mızrak ve ok kırılırdı.
Bu suretle savaşa savaşa nihayet kuvveti bitti, yere düştü. Aşkının doğruluğuyla doğruluk makamına ulaştı.

3820. Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kur'an'dan "Erler vardır ki Tanrıyla ettikleri ahdi bozmadılar, ahıtlarına doğrulukla sarıldılar" âyetini okuyun!
Mademki bu beden, ruha bir alettir, şu halde bu hakiki ölüm değildir.
Nice ham kişiler vardır ki görünüşte kanlarını döktüler. Fakat nefisleri diri olarak o tarafa kaçtı.
Aleti kırıldı ama yol kesen diri kaldı. Bindiği at kanlar saçtı ama nefis diri.
At öldü, yolu aşılmadı. Ancak ham, kötü, perişan bir halde kala kaldı.

3825. Her kan döken şehit olsaydı öldürülen kâfir de kutlu bir şehit sayılırdı.
Nice şehit olmuş güvenilir kişiler de vardır ki dünyada ölürler, şehit olmuşlardır, fakat diri gibi yürür gezerler.
Yol kesen ruh olmuştur, onun kılıcı olan beden bakidir ve o savaş arayan erin elindedir.
Kılıcı, o kılıçtır, fakat, o adam değil. Fakat bu görünüş, seni şaşırtır.
Nefis, değişti mi bu beden kılıcı, ihsan ve lütuflar sahibi Tanrı'nın elindedir.

3830. O öyle bir erdir ki gıdasız, tamamiyle dert. öbür erlik ise toz gibi ortası delik bir şeydir!

Bîr adamın, Mısır halifesine kâğıda yapılmış bir cariye resmîni göstermesi, halifenin o resme âşık olarak Musul emîrinin cariyesi olan o kızı alıp getirmek üzere bir beyi Musul'a göndermesi, savaşta bu yüzden birçok adamın ölmesi, birçok yerin yıkılıp gitmesi

Bir kovucu, Mısır halifesine, Musul padişahının: huri gibi bir cariyesi olduğunu söyleyip dedi ki:
Onun bir cariyesi var ki âlemde onun gibi güzel yok.
Güzelliğinin haddi yok, söze sığmaz, anlatılmaz ki. işte resmi, şu kâğıtta, bir bak!
O ulu halife, kâğıttaki resmi görünce hayran oldu, elindeki kadeh düştü.

3835. Derhal Musul'a büyük bir orduyla bir er gönderdi.
Eğer o ay parçasını sana teslim etmezse orasını tamamiyle yak yık.
Verirse bir şey yapma, bırak, yalnız o ay parçasını getir de yeryüzündeyken ayı kucaklayayım dedi.
Er, binlerce Rüstem'le, davul ve bayraklarla yola düştü, Musul'a yollandı.
Sayısız asker, şehri mahvetmek üzere tarlama çevresine üşüşen çekirgeler gibi oraya üşüştüler.

3840. Savaş için her yana Kafdağı gibi mancınıklar kurdurdu.
Oklar yağmur gibi yağmada, mancınıklarla atılan taşlar gök gürler gibi gürlemeye, kılıçlar şimşek gibi çakmaya başlamıştı.
Savaş, tam bir hafta sürdü, kanlar döküldü. Taştan yapılma kale mum gibi eridi, yerle yeksan oldu.
Musul padişahı, bu korkunç savaşı görünce içeriden bir elçi göndererek,
Müslümanların kanını dökmekten maksadın ne? Bu şiddetli savaşta ölüp gidiyorlar. Meramın nedir?

3845. Maksadın, Musul şehrini almaksa böyle kan dökmeden de olur bu iş.
Ben şehirden çıkayım gel, sen gir. Tek mazlumların kanı, seni tutmasın.
Yok, muradın mal, altın ve mücevherse bunu, bu şehirden almak, zaten kolay bir şey dedi.

Müslümanların kanları daha fazla    dökülmesin diye Musul padişahının, o cariyeyi halifeye bağışlaması

Elçi, o erin huzuruna gelince er, cariyenin resmîni verdi.
Bu kâğıda bak dedi, bunu istiyorum. Derhal teslim etsin, yoksa ben üstünüm.

3850. Elçi gelip maksadı söyleyince o erkek padişah dedi ki: Bu suret eksik olsun, tez götür.
Ben, iman ahdında puta tapanlardan değilim. Putun, puta tapanda olması daha doğru.
Elçi, kızı getirince o yiğit er, derhal âşık oldu.
Aşk bir denizdir, gökyüzü, bu denizde bir köpük. Aşk, Yusuf'un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder.
Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı.

3855. Aşk olmasaydı nerden cansız bir şey, nebata girer, onda mahvolurdu; büyüyüp yetişen nebatlar, nerden kendilerini canlılara feda ederlerdi?
Ruh, nasıl olur da o nefese feda olurdu da onun esintisinden Meryem gebe kalırdı?
Her biri, yerlerinde buz gibi dona kalırdı. Nerden çekirge gibi uçar, gıda arardı ki?
O yüceliğe âşık olanlar, zerre zerre, fidan gibi yüceliğe koşmadalar.
Onların bu koşmaları, "Tanrı'yı teşbih" tir. Can için bedeni temizlemededirler.

3860. O yiğit er de kuyuyu yol sanmış, çorak yerden hoşlanmış, oraya tohum ekmeye kalkışmıştı.
O yatıp uyuyan, rüyada bir hayal görür, onunla buluşur, düşü azar.
Uyanıp kendine gelince görür ki o oyunbazlık, uyanıkken olmamış.
Vah der, beyhude yere erlik suyumu zayi ettim, o işveli hayalin işvesine kapıldım.
O yiğit er de beden yiğidiydi, asıl erliği yoktu. O yüzden erlik tohumunu öyle bir kuma saçtı gitti.

3865. Aşk bineği, yüzlerce gemi atmış, ölümden bile korkmam diye nara atmaktaydı.
Aşk ve sevdada Halifeden pervam bile yok. Varlığımla ölümüm birdir bence diyordu.
Fakat böyle ateşli ateşli ekmeye kalkışma. Bir iş eriyle danış.
Fakat meşveret nerde, akıl nerde? Hırs seli, adama yıkık yerleri kazdırır, tırnaklarını uzatır.
Bir güzele âşık olanın önünde de sed vardır, ardında da. öyle adam, artık önünü, ardını az görür.

3870. Kara sel, cana Kasdetmeye geldi mi bir tilki, aslanı kuyuya düşürür.
Dağ gibi aslanlar, kuyuda olmıyan bir hayali görürler de kendilerini kaldırıp atarlar.
Hiç kimseyi kadınlarla mahrem tutma. Çünkü erkekle kadın, ateşle pamuğa benzer.
Tanrı suyu ile yunmuş bir ateş gerek ki bulûğa erme sırasında bile Yusuf gibi kötülükten çekinsin.
Selvi boylu lâtif Zeliha'dan aslanlar gibi kendisini çeksin.

3875. O yiğit er de Musul'dan döndü, yola düştü. Yolda bir ormana, bir yeşilliğe geldi.
Aşk ateşi, öyle bir parlamıştı ki yerle göğü fark etmiyordu.
Çadır içinde o ay parçasına kasdetti. Akıl nerde, Halifeden korkma nerde?
Şehvet, bu ovada davul dövdü mü akıl dediğin ne oluyor ki a turpoğlu turp:
Yüzlerce halife, o anda o erin ateşli gözüne bir sinekten aşağı görünür.

3880. O kadına tapan er şalvarını çıkarıp cariyenin ayak ucuna oturdu.
Aleti, dosdoğru gideceği yere giderken orduda bir gürültü, bir kızılca kıyamettir koptu.
Er sıçradı, götü başı açık bir halde ateş gibi Zülfikar elinde dışarı çıktı.
Birde ne görsün, ormandan kara bir erkek aslan, kendisini ordunun içine kapmış koyvermiş.
Atlar, ürküp köpürmüşler, her çadır ve ahır yeri yıkılmış, herkes birbirine girmiş.

3885. Erkek aslan, ormanın gizli bir yerinden fırlamış, havaya deniz dalgası gibi tam yirmi arşın sıçramıştı.
Er, pek yiğitti, aldırış bile etmeden sarhoş bir erkek aslan gibi aslanın önünü kesti.
Kılıçla bir vurdu, başını ikiye böldü. Derhal o ay yüzlü dilberin bulunduğu çadıra koştu.
O hurinin yanına gelince aleti hâlâ dimdikti.
öyle bir aslanla savaştı da erliği, yine sönmedi, hâlâ ayaktaydı.

3890. O tatlı ve ay yüzlü güzel, onun erliğine şaşıp kaldı.
istekle ona kendisini teslim etti. O anda o iki can, birleştiler..
Bu iki canın birbirleriyle birleşmesi yüzünden gayıptan bir başka can gelir erişir.
Kadının rahminde meniyi kabule mâni bir şey yoksa bu can, doğuş yoliyle gelir, yüz gösterir.
Her nerde iki adam, sevgiyle, yahut kinle birleşseler, bir üçüncü can, mutlaka doğar.

3895. Fakat o suretler, gayp âleminde doğarlar. Oraya varınca onları gözünle de görürsün.
O sonuçlar, senin birleşmelerinden doğdu. Kendine gel de her eşe hemen sevinme.
Vaktini bekle. O zürriyetlerin sana ulaşacağından emin ol.
Onlar, amelden ve sebeplerden doğmuşlardır. Her birinin sözü vardır, mekânı vardır.
O güzelim perdelerden sesleri erişir: Ey bizden gafil olan, hadi, çabuk yücel!

3900. Kadının canı da kıyamet gününü bekler, erkeğin canı da. Bu âlemde emeklemen nedir ki? Daha çabuk adım at.
O er, o yalancı sabah yüzünden yolunu kaybetti de sinek gibi ayran kabına. düştü işte.

Başkomutanın, yaptığı cinayetten pişman olarak o halayıkcağıza, bu işi Halifeye söylememesi için ant vermesi

Birkaç gün murat alıp murat verdiler. Fakat sonra o büyük suçtan pişman oldu.
Ey güneş yüzlü, bu işe dair Halifeye bir şey söyleme diye cariyeye yemin verdi.
Halife cariyeyi görünce sarhoş oldu, onun tası da damdan düştü.

3905. Onu, övdüklerinin yüz misli güzel buldu. Hiç görme, işitmeye benzer mi?
Övme, akıl kulağı için bir tasvirdir. Fakat suret, bil ki gözün harcıdır, kulağın değil.
Birisi, bilir bir adama sordu: A sözü güzel er, hak nedir, bâtıl ne?
O er, adamın kulağını tutup bu bâtıldır dedi, gözse haktır onun her şeye yakîni vardır.
O, yani   duymak, buna   nispetle   bâtıldır. emin kişi, sözlerin çoğu da nispetten ibarettir.

3910. Yarasa güneşten gizlenir, perde ardına girerse güneşin hayalinden gizlenmiş değildir.
Korku, ona bir hayal verir. İşte o hayal, onu karanlığa çeker.
Nur hayali, onu korkutur da karanlık gecelere sarılmasına sebep olur.
Sen, düşmanın hayali ve tasavvuru yüzünden sevgiliye ve dosta sarılmışsındır.
Ey Musa sana keşfedilen tecelli nurları, dağa vurdu. Fakat o hayaller kuran dağ, senin hakikatinin ziyasına tahammül edemedi.

3915. Kendine gel de hayaline kabiliyetim var diye gururlanma, bu yoldan hakikate ulaşacağını umma.
Savaş hayalinden kimse korkmaz. Savaştan önce yiğitlik yoktur; bunu bil, kâfi.
Puşt da, savaş hayaline kapılır, aklından Rüstemler gibi yiğitlikler geçirir.
Hamam duvarına yapılan Rüstem resmine her ham kişi saldırabilir.
Fakat duymadan meydana gelen bu hayal, göz önüne geldi mi puşt kim oluyor? Rüstem bile âciz kalır.

3920. Çalış da o duyduğun şeyi gör.   Bâtıl olan hak olsun.
Ondan sonra kulağın, göz tabiatını kazanır. Bir yün yumağı gibi olan kulakların, göz kesilir.
Hattâ bütün bedenin aynaya döner. Her tarafın göz ve gönül haline gelir.
Kulak, bir hayal meydana getirir, o hayal de O güzelliğin vuslatına miyancıdır.
Çalış, bu hayal çoğalsın da miyancı olan bu hayal, Mecnun'a kılavuzluk etsin.

3925. O ahmak Halife de bir zaman o güzel cariyeye kapıldı, onunla gönül eğledi işte.
Tut ki bütün doğuyu, batıyı zaptettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Mademki bu saltanat, kalmayacak, sen onu bir şimşek farzet, çaktı, söndü.
Ebedî kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil!
Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki?
Bil ki bu âlemde de bir emniyet bucağı vardır. Yalnız münafıkın sözünü az duy, çünkü o söz, zaten söz değildir.

Ahîreti inkâr edenlerin delilleri ve biz bu âlemden başka  âlem  görmüyoruz sözünden ibaret olan o delillerin zayıflığı

3930. Ahireti inkâr edenin delili, her an ancak şudur: Eğer başka bir âlem olsaydı onu görürdük.
Bir çocuk, aklın eserlerini görmüyor diye akıllı adam, akla ait şeyleri nakletmez mi ki?
Akıllı bir adam da aşk ahvalini görmezse aşkın kutlu ayı eksilmez ya!
Yusuf'un güzelliğini kardeşlerinin gözleri görmedi. Fakat Yakub'un gözünden gizli kalmadı ki.
Musa'nın gözü, asayı bir sopadan ibaret gördü ama gayb gözü de onu bir yılan, bir kıyamet gördü.

3935. Baş göziyle can gözü savaştaydı, can gözü, üstün geldi, delil gösterdi
Musa'nın gözü, elini el gördü ama can gözüne karşı o elden bit nurdur parladı.
Bu söz, kemal bakımından sonsuzdur. Hakikatten haberi olmıyan mahrumlara hayal görünür.
Çünkü onca hakikat, ferçten ve boğazdan ibarettir. Onun yanında sevgilinin sırlarını az söyle.
Bizce fere, ve boğaz hayaldir.    Bunun   için de can, her an cemalini bize gösterir.

3940. Kim ferç ve boğazına düşmüş, bu düşkünlüğünü kendisine âdet ve huy edinmişse ona denecek söz, ancak "Sizin dininiz sizin, benimki benim" sözünden ibarettir.
Böyle bir inkâra karşı sözü kısa kes. Ey Ahmet, eski kâfirle az konuş!

Halifenin, buluşmak üzere o güzelin yanına gelmesi

Halife buluşmayı diledi, bu maksatla o cariyenin yanına gitti.
Onu andı, aletini kaldırdı. O cana canlar katan, o sevgisini gittikçe artıran güzelle buluşmaya niyetlendi.
Kadının ayakları arasına oturdu. Oturdu ama takdir, zevkinin yolunu bağladı.

3945. Farenin catırdısı kulağına değdi. Aleti indi, uyudu, şehveti tamamiyle kaçtı.
Bu ıslık, yılan ıslığı olmasın, çünkü hasır kuvvetle oynamakta dedi.

Cariyeciğin,  Halifenin şehvetinin  zayıflığını  görüp o beyin kuvvetini hatırına getirerek gülmeye  başlaması   ve   Halifenin   bu   gülüşten  bir  şey anlaması

Cariye, Halifenin gevşekliğini görünce kahkahalarla gülmtğe başladı.
O erin, aslanı öldürüp geldiği halde hâlâ aletinin inmediğini hatırladı.
Kahkahası arttıkça arttı, uzadıkça uzadı. Kendini tutmaya çalışıyordu ama bir türlü dudaklarını kapatamıyordu ki.

3950. Esrara   alışık   olanlar   gibi   boyuna   gülüyordu. Kahkaha, kârına da üstün gelmişti, ziyanına da.
Ne düşündü, aklına ne getirdiyse fayda vermedi; aklına getirdiği şeyler de gülmesini artırıyordu. Sanki bir selin bendi, birden yıkılmıştı.
Ağlayış, gülüş gönlün gamı, neşesi.. BU ki her birinin ayn bir madeni vardır.
Her birinin bir ayn mahzeni vardır ve o mahzenin anahtarı, kapalı kapılan açan Tanrı'nın elindedir.
Bir türlü gülmesi dinmiyordu. Nihayet Halife alındı, huysuzlandı.

3955. Hemencecik kılıcını kınından sıyırdı. Habis dedi, neden gülüyorsun? Söyle.
Bu gülüşten gönlüme bir şüphe düştü. Hileye kalkışma, doğru söyle.
Yalanla beni kandırmaya kalkışırsan, yahut boş bir bahane icat edersen,
Ben bunu anlarım, gönlümde bunu anlıyan bir nur vardır. Doğruyu söylemek gerek vesselam.'
Bil ki padişahların gönüllerinde ulu bir ay vardır. Bazı bazı gaflet yüzünden bulut altına girer ama ehemmiyeti yok.

3960. Gönülde gezip dolaşma zamanı bir ışık vardır ki hiddet ve hırs vaktinde liğen altında gizlenir.
O anlayış, şimdi benim dostumdur. Söylenecek sözü söylemezsen,
Bu kılıçla boynunu vururum. Bahanen hiç fayda vermez.
Doğru söylersen seni azad ederim. Tanrı hakkı için neşeni kırmam.
Yedi mushafı birbiri üstüne koyup sözünü tutacağına yemin etti.

Cariyeceğizin kılıç korkusiyle o sırrı  Halifeye açması, Halifenin doğru söyle, bu gülüşün sırrını bildir, yoksa seni öldürürüm demesi

3965. Cariye âciz kalınca ahvali anlattı. O yüz Zâl'e bedel olan Rüstem'in erliğini söyledi.
Yoldaki gerdeği, o sırada vukua gelen halleri bîr bir nakletti.
Erin kılıcını çekip gidişini, aslanı öldürdükten sonra gelişini, aletinin hâlâ gergedan boynuzu gibi ayakta olduğunu söyledi.
Ondan sonra namuslu Halifenin gevşekliğini ve farenin bir çıtırtısından aletinin söndüğünü görünce dayanamayıp güldüğünü bildirdi.
Tanrı sırları meydana çıkarır. Mademki sonunda bitecek, kötü tohum ekme.

3970. Su, bulut, ateş ve bu güneş, sırlan toprağın altından çıkarır.
Yaprakların dökülmesinden  sonra gelen bahar, kıyametin varlığına bir delildir. :
Bahar, o sırları meydana kor, şu yeryüzü ne yediyse rüsvay olur;
Yedikleri, ağzından, dudaklarından biter, çıkar. içindeki neyse meydana gelir.
Her ağacın kökündeki sır ve   o ağacın yemişi tamamiyle üstünde görünür.

3975. Gönlünü inciten her gam, içtiğin şarabın tesiriyledir.
Fakat nerden bileceksin o mahmurluk, o baş ağrısı, hangi şaraptan meydana geldi?
Bu baş ağrısının, o tanenin meyvasından olduğunu aklı, fikri olan anlar.
Dalla meyva, tohuma benzemez. Meni, hiç insanın bedenine benzer mi?
Heyula, esere benzemezken tohum, hiç ağaca benzer mi?

3980. Meni, ekmekten meydana gelir, fakat ekmek gibi midir? insan, meniden olur, fakat hiç meni gibi midir?
Cin, ateşten yaratılmıştır, fakat nerden ateşe benzer? Bulut buhardandır, fakat buhar gibi değildir ki.
İsa, Cebrail'in üfürmesinden vücut buldu. Fakat suret bakımından onun gibi midir, yahut ona benzer mi?
Âdem, topraktan yaratılmıstır, toprağa benzemez. Hiçbir üzüm, üzüm çotuğu gibi değildir.
Hırsız, darağacının ayağı gibi midir? İbadet, ebedî cennete benzer mi?

3985. Hiçbir asıl esere benzemez. Şu halde zahmetin ve baş ağrısını aslını bilemezsin.
Fakat bu mücazat, mükâfat, bir aslı olmadan vücuda gelmez. Tanrı, hiçbir suçsuz kulunu incitmez.
Asıl neyse, o şeyi çeken odur. Ona benzemez ama ondandır.
Şu halde bil ki çektiğin zahmet, yaptığın suçun sonucudur. Sana inen bu tokat bir şehvetten ötürüdür.
İbret almaz, o suçu bilmezsen bile hiç olmazsa derhal ağlayıp sızlamaya koyul, yarlıganma dile.

3990. Secde et, yüzlerce defa  Yarabbi de, bu gam, yaptığım suçun karşılığıdır ancak!
Ey rabbim, sen zulümden, sitemden temizsin. Nasıl olur da suçsuz olarak insana bir dert, bir gam verirsin?
Ben suçu belli beyan bilmiyorum, fakat bu derde sebep de mutlaka bir suçtur.
Sebebi örttüğün gibi o suçu da ört.
Çünkü ceza, benim suçumu ortaya koymaktır. Ceza sebebiyle hırsızlığım meydana çıkar.

Padişahın, işi anlayınca o hıyaneti örtüp affetmeyi ve kendisinin, Musul padişahına zulmettiği için "Kim kötülük ederse kendine eder" ve  "Şüphe yok, rabbin gözetleme yerindedir, seni görür" âyetleri mucibince bu kötülüğe uğradığını anlayıp intikam almaya kalkışırsa, bu zulüm ve tamahın cezasını çektiği gibi o intikamın cezasına da uğrayacağını kestirerek cariyeyi o beye vermeyi kurması

3995. Padişah,  kendi  kendisine  suçunu,   kabahatini, kızı ele geçirmek için ettiği ısrarı anıp tövbe etti, Tanrı'dan yarlıganmak diledi.
Dedi ki: Başkalarına yaptığım şeyler, ceza haline geldi, bana gelip çattı.
Mevkiime güvenip başkalarının eşine kasdettim. Bu kasıt, bana döndü, kuyuya düştüm.
Başkasının kapısını dövdüm, o da tuttu, benim kapımı dövdü.
Kim, başkalarının karısına kötülük ederse bil ki kendi karısına pezevenklik eder.

4000. Çünkü bir kötülüğün cezası, tıpkı onun gibi olan bir kötülüğe uğramaktır. Suçun cezası, o suçun misli olur.
Sen, başkasının karısını, bir sebeple kendine çektin mi aynen sen de onun gibi, hattâ ondan da üstün bir deyyussun.
Ben, Musul padişahının cariyesini zorla aldım, benden de onu derhal aldılar.
Emniyet ettiğim bir adam olan lalam, hain çıktı, bana hıyanette bulundu.
Kin gütme, öç alma zamanı değil. Ben kendi elimle bir ham iştir, yaptım.

4005. O beye de kin güdersem yapacağım zulüm, yine başıma gelir.
Şu ceza, bir kere başıma geldi ya, bunu sınadım, artık sınanmışı tekrar sınamam.
Musul padişahının derdi, boynumu kırdı âdeta. Artık başkasını incitmem.
Tanrı, bize mükâfatı anlattı. "Döner, kötülüğe gelirseniz biz de cezanızı veririz" dedi.
Burada ileri gitmek, faydasızdır. Sabırdan, merhametten başka iyi bir iş yok.

4010. Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik, bir hatada bulunduk. Ey merhameti büyük Tanrı, bize acı!
Ben onu affettim, sen de yeni suçumu da affet, eski suçlarımı da.
Sonra cariyeye sakın dedi, bu senden duyduğum sözü kimseye söyleme.
Seni,   beyinle  evlendireceğim.  Tanrı   hakkı için sakın bu hikâyeyi bir daha anma.
Anma da o, benden utanmasın.   Çünkü o, bir kötülükte bulundu ama yüz binlerce de iyilik etti.

4015. Ben, onu defalarca sınadım, ona, senden de güzel kadınları emniyet ettim.
Hiç dokunmadı. Bu olan şey, benim yaptığımın cezası.
Bundan sonra o beyi huzuruna çağırdı. Âlemi: kahretmeyi düşünen hışmını yendi.
Ona kabul edilecek bir bahane buldu. Dedi ki: Ben bu cariyeden soğudum.
Sebebi de şu: Çocuğumun anası, bu cariyeyi kıskanmada, âdeta bir tencere gibi kaynayıp durmada, yüzlerce sıkıntılara uğradı.

4020. Oğlumun anasıdır, onun nice hakları vardır. Böylece cevir ve cefalara lâyık değildir o.
Kıskançlığa başladı, kanlar yutmada. Bu cariye yüzünden pek şiddetli acılara düştü.
Hâsılı bu cariyeyi birine vereceğim. Buna karar verdikten sonra azizim efendim, senden daha iyisini bulacak değilim ya.
Sen onun için canınla oynadın. Artık onu senden başkasına vermek doğru değil.
Onu, o beye nikahlayıp verdi, öfkesini, hırsını kırdı geçirdi.

"Onların  rızıklarını  biz  taksîm  ettik"  hükmünce Tanrı, birisine eşeklerin şehvet  ve kuvvetini verir,  birine peygamberlerle meleklerin kuvvetini. Baştan  hava  ve hevesi  atmak  ululuktur. Hava ve hevesi terketmek, Peygamber'e mahsus bir kuvvettir.
Şehvete mensup olmıyan tohumlar,
Kıyametten baska bir şey koparmaz.

4025. Onda erkek eşeklerin gücü, kuvveti yoktu. Fakat peygamberlerin erliği vardı.
Hışmı, şehveti, hırsı terk etmek, erliktir. Bu, peygamberlik damarıdır.
Söyle, damarında eşek erliği olmasın da Tanrı onu daima Ulu beylerbeyi diye çağırsın.
Tanrı'dan uzak merdut bir diri olmaktansa Tanrı'nın görüp gözettiği bir ölü olmam daha yeğ.
Şu erliğin içi, sırrıdır, öbürü deriden ibaret. O, adamı cennete götürür, bu cehenneme!

4030. Cennetin, hoşa gitmeyen şeylerle çevrildiği, kaplandığı söylenmiş, cehennemin hava ve hevesten meydana geldiği haber verilmiştir.
Ey Eyaz, ey Şeytan'ı öldüren erkek aslan, eşek erliğini azalt, akıl erliğini çoğalt.
Bu kadar yüzlerce âlemin anlayamadığı şey, sence bir çocuk oyuncağı oldu. İşte sana er!
Ey benim emrimin lezzetini bulan, ey emrime vefakârlıkta bulunmak üzere canlar veren!
Emre, emrin lezzetine dair mânevi hikâyeyi dinle şimdi!

Padişahın, divanda bulunanlara bir mücevher gösterip "Bu ne değerde," diye vezire vermesi, vezirin, mücevherin değerinde ileri gitmesi, padişahın "Kır bu mücevheri" diye emir vermesi üzerine, ben bunu nasıl kırayım, falan filân diye özür getirmesi

4035. Padişah, bir gün divana gitti. Bütün memleket büyüklerini divanda toplanmış buldu.
O nurlu padişah, bir mücevher çıkarıp vezirin eline vererek.
Dedi ki: Bu, nasıl bir mücevher, değeri nedir? Vezir, yüz eşek yükü altın değerinde bir mücevher dedi.
Padişah, kır bu mücevheri deyince dedi ki: Nasıl kırabilirim? Senin hazinenin, malının iyiliğini dileyen bir kişiyim ben.
Değer biçilmez böyle bir mücevherin zayi olmasını nasıl reva görebilirim?

4040. Padişah vezirin sözünü takdir etti, ona bir elbise ihsan etti. O cömert ve er padişah, inciyi ondan aldı.
O cömert padişah, vezire giydiği elbiselerden başka daha ince ağır elbiseler verdi.
Onları bir müddet söze tuttu. Yeni şeylere, eski vakalara ait bahislerde bulundu.
Sonra mücevheri perdecinin eline verdi, bir isteklisi olsa dedi, ne değer acaba?
Perdeci, bu mücevher dedi, ülkenin yarısı değerinde. Tanrı, ülkeyi tehlikelerden korusun!

4045. Padişah, kır bu mücevheri dedi. Perdeci, ey kılıcı güneş gibi parlayan padişahım,  bunu kırıp ufalamak pek yazıktır, pek yazık!
Değeri şöyle dursun, şu parlaklığa bak. Gündüzün nuru bile ona uymada!
Bunu kırmaya nasıl elim varır?  Nasıl olur da padişahın hazinesine düşman olurum? Dedi.
Padişah, ona elbise verdi, gelirini artırdı. Onun aklını övmeye başladı.
Bir müddet  sonra mücevheri bir beyin eline verdi. Onu da bir sınadı.

4050. O da öyle söyledi, bütün beyler de. Her birine ağır elbiseler ihsan etti.
Elbiselerini artırdı, o aşağılık kişileri yoldan çıkardı, kuyuya attı.
Elli altmış bey, hepsi de veziri taklit ederek böyle söylediler.
Gerçi dünyanın değeri taklittir ama her mukallit de sınanmada rüsvay olur.

Mücevherin elden ele devrederek Eyaz'a gelmesi. Onun, öbürlerine uymayıp, padişahın vereceği mala mülke aldanmaksızın, elbiselerin çokluğuna ve hataya düşenlerin aklını öğmesine kapılmaksızın mücevheri kırması. Mukallidi müslüman saymak doğru olamaz. Nadir olarak mukallit de, o Tanrı korumasıyla, inanışında dayanır ve bu imtihanlardan selâmetle kurtulur. Çünkü Hak birdir, ona benzeyen ve insanı yanıltan çok zıtlar vardır. Mukallit, o zıddı tanıyamaz, bu yüzden Hakk'ı da tanımaz. Fakat o, Hakk'ı tanımasa bile Hâk, ona inayet gözüyle bakarsa bu tanımazlık, mukallide ziyan vermez.

Ey Eyaz, söylemiyorsun, bu parlaklıkta, bu güzellikte olan bir mücevherin değeri nedir?

4055. Eyaz, söyleyebileceğimden de artık deyince Padişah, peki dedi, hadi öyleyse hemen onu kır, hurdahaş et.
Eyaz'ın yenlerinde taş vardı. Derhal onları çıkarıp mücevheri kırdı, unufak etti.
Belki o saf ve temiz delikanlı, bu işi rüyada görmüştü de yenine, koltuğuna iki taş gizlemişti.
Yusuf gibi hani. O da işinin sonunun nereye varacağını kuyu dibinde görmüştü.
Kime fetih ve zafer, haber verirse onca murada erme de birdir, ermeme de.

4060. Kimin payandası, sevgilinin, vuslatı olursa o, kırılmadan, savaşmadan ne korkacak?
Karşısındakini mat edeceğini iyice bilen, at gitmiş, fil gitmiş, aldırır mı? Onca bunlar, zaten saçma şeylerdir.
At arayan, atını alıp götürse al götür der, önüne düşecek o at değil ya.
İnsan, atla bir soydan olur mu? Adamın ata olan sevgisi, öne geçmek içindir.
Suretler için bu kadar elem çekme. Suret baş ağrısı olmaksızın mânayı elde et.

4065. Zahit, işin   sonunu düşünür.   Soru, hesab günü hâlim ne olacak diye dertlenir.
Ariflerse başlangıçtan, önden haberdardır, sonu düşünme derdinden de kurtulmuşlardır.
Arifte arif olmadan önce korku da vardı, yalvarış da. Fakat Tanrı takdirini bildiğinden, işin önünden haberdar olduğundan bu bilgi, her ikisini de ortadan kaldırmıştır.
Evvelce mercimek ektiğini bildiğinden ne mahsul elde edeceğini de bilir.
Ariftir, korkudan da kurtulmuştur, ürkmeden de. Tanrı kılıcı, o hay huyu kesmiş, ikiye bölmüştür.

4070. Evvelce Tanrı'dan korkar, umardı. Korku yok oldu, o yalvarış meydana çıktı.
Eyaz da o değerli mücevheri kırınca beylerden yüzlerce feryat ve figan koptu.
Bu ne korkusuzluk, Tanrı hakkı için bu nurlu mücevheri kıran kâfirdir dediler.
O topluluğun hepsi de körlüklerinden Padişahın inci gibi olan buyruğunu kırmıştı.
Mücevherin değeriyle sevginin sonucu, gönüllerinden gizli kalmıştı.

Beylerin, neden bu mücevheri kırdın diye Eyaz'ı kınamaları, onun cevap vermesi

4075. Eyaz dedi ki: Ey ünlü ulular, Padişahın buyruğu mu daha ileri, mücevher mi?
Sizce, Tanrı hakkı için söyleyin, Padişahın emri mi daha üstün, yoksa bu güzelim mücevher mi?
Ey mücevhere bakan, Padişaha aldırış bile etmeyen beyler, önünüzde gül var, ana cadde değil!
Ben gözümü Padişahtan ayırmam. Müşrik gibi taşa yüz tutmam.
Boyalı taşı seçip Padişahın buyruğunu geri bırakan canda hiçbir gevher, hiçbir değer yoktur.

4080. Gül renkli oyuncağı ardına at. Onlara renk vereni aklına getir ve şaş.
Dereye gir, testiyi taşa çal. Kokuya, renge ateş ver.
Din yolunda yol kesicilerden değilsen kadınlar gibi renge, kokuya tapma.
Bu sözler üzerine o yüce erler, bu hatalarına özür olmak üzere başlarını önlerine eğdiler.
O anda her birinin gönlünden belki iki yüz kere ah çıktı bir duman gibi ta göğe kadar ulaştı.

4085. Padişah, ihtiyar cellâda emir verdi:   Bu çerçöpü, benim yüce tapımdan uzaklaştır!
Bu aşağılık adamlar, bu yüce makama lâyık değiller. Bir taş için benim buyruğumu reddettiler.
Buyruğum, bu çeşit fesatçılarca bir boyalı taş için hor hakir oldu.

Padişahın    beylerin    öldürülmesini    emretmesi, Eyaz'ın "Af, daha doğrudur" diye şefaata bulunması

Bunun üzerine merhametli Eyaz, sıçradı, o ulu Padişahın tahtına doğru koştu.
Secde edip boğazını tutarak, padişahım dedi, senin gibi yüce bir padişahın sultanlığına gökyüzü bile hayran olmuştur.

4090. Ey hüma kuşu, hümalar kutluluğu senden bulur, cömertler, cömertliğe senden ererler.
Ey kerem sahibi, âlemdeki    kerem ve ihsanlar, senin bağışlamana karşı mahvolur gider.
Ey lütuf sahibi, kırmızı gül seni görünce utancından gömleğini yırtar.
Yarlıgama, senin yarlıgamanla doymuş, tilkiler, senin affınla aslanlara üstün olmuştur.
Senin buyruğuna karşı korkusuzca harekette bulunan, affından başka nereye dayansın?

4095. Bu suçluların gafletleri, küstahlıkları, ey af madeni padişah, senin affının çokluğundan meydana geldi.
Gaflet, daima küstahlıktan meydana gelir. Ululama gözden kuru ağrıyı giderir.
Gaflet ve kötü bir alışma olan unutkanlık, ululama ateşiyle yanıp gider.
Onun heybeti adama uyanıklık ve anlayış verir, adamın içindeki unutkanlık ve yanılma çıkar, kalmaz.
Yağma zamanı, halkın uykusu gelmez. Kimse, hırkamı çalmasınlar diye uyumaz.

4100. Hırka korkusiyle bile uyku kaçarsa artık can ve '       boğaz korkusu ile kim uyur ki?
Buna tanık, "Rabbimiz, unutup işlediğimiz suçlarla bizi suçlu sayma" âyetidir. Çünkü unutma da bir bakımdan suçtur.
Unutan, onu lâyık olduğu veçhile ululamıştır. Yoksa hiç savaşta adamı uyku tutar mı?
Unutma, çaresiz gelip çatar ama buna tutulmamak için de sebeplere yapışmak lâzım.
Çünkü onu ululamada gevşeklik gösterdi mi insanda ya unutma meydana gelir, ya yanlış.

4105. Sarhoş gibi hani. O ada cinayetlerde bulunur, sonra da mazurdum, ne yapayım der.
Ona derler ki: Doğru ama a kötü işli, o zıkkımı sen içtin, dileğinle, isteğinle zıkkımlandın.
Sarhoşluk, sana kendi kendine gelmedi, onu sen davet ettin. O dileği de kendin meydana getirdin.
Sarhoşluk, senin kastın, çalışıp çabalaman olmasaydı da kendi kendine sana gelip çatsaydı can sakisi, senin ahdını korur, gözetirdi.
Sana arka olur, senin adına o, özür dilerdi. Tanrı sarhoşluğuna kul köle olayım.

4110. Ey her çeşit elde edilen şey, kendisinden olan Tanrı, bütün âlemin af ve ihsanı, senin ihsanından bir zerredir.
Aflar, senin affını överler, insanlar, sakının, ona benzer, ona eşit yoktur.
Onların canlarını sen bağışla, huzurundan da kovma. Ey muradına erişen, senin damağının tadıdır onlar.
Yüzünü görene acı, nasıl olur da seni gören, acı ayrılığını çekebilir?
Ayrılıktan bahsediyorsun, ne yaparsan yap da bunu yapma.

4115. Senin tuzağına tutulup yüz binlerce defa ölmek bile senden ayrılmaya bedel olamaz.
Ey suçluların feryadına yetişen, ayrılık acısını erlerden de uzaklaştır, kadınlardan da.
Senin vuslatını umarak ölmek hoştur. Fakat ayrılığının acısı, ateşin üstündedir.
Kâfir bile cehennemde bana bir baksaydın cehennemde olduğuma gam mı çekerdim deyip durur.
Çünkü o bakış, bütün eziyetleri tatlılaştırır; büyücülerin el ve ayaklarının kan diyetidir o bakış.

Firavun,   büyücüleri   öldüreceği    zaman    onlar, "Zararı   yok.. Biz,  Tanrımıza  döneriz"   dediler, bunun tefsiri

4120. Gökyüzü "Zararı yok" sesini duydu.    Gökyüzü, sanki o savlıcana bir top kesildi.
Firavun'un vuruşu bize zarar vermez ki dediler, Tanrı'nın lütfu, başkalarının kahrından üstündür.
Ey insanları azgınlık, sapıklık yoluna süren, sırrımızı bilsen a can gözü kör herif, anlarsın ki biz kendimizi kurtarıyoruz.
Kendine gel de bu yana yanaş, bu erganunun "Keşke kavmim, rabbim beni ne yüzden yarlıgadı, bilselerdi" sesini dinle.
Tanrı ihsanı, bize bir Firavunluk verdi ki senin Firavunluğun kaç para eder, senin saltanatın geçici.

4125. Ey Mısır'a ve Nil ırmağına kapılıp gururlanan! Başını kaldır da ebedî ve ulu saltanatı gör.
Sen şu pis hırkayı terk edersen Nil ırmağını can nilinde gark edersin.
A Firavun, kendine gel de Mısır'dan el çek. Can Mısır'ının içinde yüzlerce Mısır var.
Sen, halka "Ben rabbinizim" deyip durursun ama bu iki sözden de gafilsin.
Rab olan rablık ettiği kişiden nasıl titrer? Ben demeyi bilen, nasıl olur da cisim ve can bağına bağlı kalır?

4130. İşte bak, buracıkta bizler ben diyoruz, çünkü benlikten kurtulduk; zahmetlerle, belâlarla dolu benlikten halâs olduk.
A köpek, o benlik sana kutlu gelmedi. Fakat bizce mühürlenmiş bir devlet oldu.
Bu benlik, sana kin gütmeseydi bize böyle güzel bir ikbal, bir devlet olur muydu?
Yokluk yurdundan kurtuluyoruz, buna şükrane olarak şu darağacının başında sana bir öğüt verelim:
Bizim ölüm darağacımız, göç burakıdır. Senin saltanat yurdunsa gururdan, gafletten ibarettir.

4135. Bu yaşayış, ölüm suretinde gizlidir. O ölümse yaşayış kabuğunda gizli.
Nur, ateş şeklinde görünmede, ateş de nur şeklinde. Yoksa dünya, hiç gurur yurdu, aldanma durağı olur muydu?
Kendine gel, acele etme. Önce yok ol. Battın mı nur doğrusundan başgöster.
Ezel benliğinden gönül hayretlere düştü; bu benlik, soğuk bir hale geldi, ayıp ve ar kesildi.
Can, o bensiz benlikten hoş bir hal aldı, âlem benliğinden sıçrayıp çıktı.

4140. Benden kurtuldu da şimdi ben oldu. Aferinler, olsun zahmetsiz benliğe!
O kaçmada, benlikse peşine düşmüş. Onu, onsuz gördüğünden ardını bırakmamakta, koşup durmakta.
Sen, onu istedikçe o, seni istemez. Fakat öldün mü istediğini elde edersin.
Diri oldukça ölü yıkayıcı seni yıkar mı? Sen istedikçe istediğin seni arar mı?
Bu bahiste akıl, yol gösterici olsaydı Fahr-i Razı, din sırrını bilirdi.

4145. Fakat "Tatmıyan bilmez."    Onun için onun aklı ve kurduğu hayaller de, ancak hayretini artırdı.
Bu ben, nerde düşünceyle açılacak, bulunacak? O ben, yokluktan sonra açılır, bulunur.
Bu akıllar, araştırma yüzünden ittihat ve hulul uçurumuna düşer.
Ey yakınlaşma yüzünden yokluğa erişmiş, yıldız gibi güneş nurlarına dalmış olan Eyaz!
Hattâ ittihat ve hululle değil de meni gibi beden haline gelmiş olan dost!

4150. Ey af etmeyi sandığına almış, kendine mal edinmiş zat, affet. Sen lûtufta en ileri gidensin.    Bütün lütuf edenler, senin ardındadır.
Ben kim oluyorum ki af et diyeyim? Ey padişahım, ey Kün emrinin hulâsası!
Ben kim oluyorum ki ey bütün benler, eteğine sarılmış olan padişahım, benliğimden geçmeden seninle beraber bulunayım?..

Eyaz'in şefaat etmede kendisini suçlu sayması ve bu suçtan özür dilemesi, özür dilemede de yine kendini suçlu bilmesi. Bu sınıklık, padişahın ululuğunu bilmekten ilerigelir. Peygamber, "Ben, Tanrıyı en iyi bileniniz ve Tanrı'dan en çok korkanınızım” dedi. Ulu Tanrı da "Söz budur, bundan ötesi yok; Tanrı'dan, onu bilen kulları korkar" buyurmuştur.

Hilimle dolu olana ben nasıl olur da acımayı öğretmeye kalkışır, bilgi    sahibine nasıl olur da bilim yolunu gösterebilirim?
Beni sillelerle, tokatlarla zebun etsen bile hakkın var. Ben, yüz binlerce tokata lâyık bir kulum.

4155. Ben huzurunda ne söyleyeyim de sana bir şey anlatmaya kalkışayım? Yahut da ne yüzle kerem şartını sana hatırlatmaya girişeyim?
Sence bilinmeyen ne var? Alemde hatırında olmayan nedir ki?
Sen, bilgisizlikten arısın; bilgin de âlemde bulunan şeylerden herhangi birini unutmadan arıdır.
Bir hiç olanı tuttun, adam ettin; onu güneş gibi nurlarla parlattın.
Mademki beni adam ettin, yalvarırsam yalvarışımı kerem et, dinle.

4160. Benim suretimden izhar ettiğin şefaati da yine sen ediyorsun demektir.
Çünkü bu yurt, benim malımdan, mülkümden bomboş, burada benim hiçbir şeyim yok. Evde kuru, yaş, ne varsa benim değil.
Duamı su gibi akıttın, sebatını da bağışla ve o duayı kabul et.
Önce bana duayı ilham eden sensin, sonunda duamı da sen kabul et.
Kabul et de o âlem padişahı suçluların suçunu bu kulu için af etti diyeyim.

4165. Ben kendimi beğenmekteydim, baştanbaşa dertten ibarettim. Padişahım, her dertliye deva verdi.
Cehennemliktim, kötülüklerle, serlerle doluydum. Onun ihsan eli beni bir kevser haline getirdi.
Cehennem kimi yakar, yandınrsa ben o yanan şeyleri cesette tekrar çıkarır, bitiririm.
Kevserin işi nedir? Her yanan, onun vasıtasiyle biter, yenilenir.
Kevser, katra katta keremlerini ilân eder; cehennemin yaktığı şeyleri ben yine yerine getiririm der.

4170. Cehennem, güz mevsiminin soğuğuna benzer. Keserse ey gül bahçesi, bahar gibidir.
Cehennem, ölüme, mezar toprağına benzer. Kevserse sur üfürülmesi gibidir.
Ey cehennemde bedenleri yananlar, Tanrı keremi, sizi kevsere çağırmadadır.
Ey daima faal olan diri Tanrı, lütfen "halkı, benden faydalansınlar diye yarattım;
Ben onlardan faydalanayım diye değil" buyurmuştur. Bu, senin cömertliğindir; bütün noksanlar, o cömertlikle düzelir.

4175. Bedene tapan şu kullarını affet. Af denizinin af edişi, yerinde bir iştir.
Halkı ırmak gibi, sel gibi affet, yıka, ant, kendi denizine daldır, temizle.
Aflar, her gece şu gönülden çıkar, güvercinler gibi sana uçar, ulaşır.
Seher çağı yine onları uçurur, geceye kadar şu bedenlere hapsedersin.
Yine akşam çağı, o sayvanın, o damın aşkı ile kanat çırparak uçarlar.

4180. Bedenden vuslat ipini kopardılar mı sana senin huzuruna gelirler. Çünkü senden ikbal ve devlete erişmişlerdir.
Baş aşağı geri dönmeden emin olarak "Biz, şüphe yok rabbimize dönenleriz" diye havada kanat çırparlar.
O keremden de "Gelin, yücelin" diye ses gelir, O dönüşten sonra artık o hırs, o keder kalmaz..
Alemde çok gariplikler çektiniz. Ey ulular, kadrini bilin.
Bu ağacın gölgesinde nazla sarhoş olarak ayaklarınızı uzatınız.

4185. Din yolunda zahmetler çeken ayaklarınızı ebedî hurilerin kucaklarına, ellerine uzatın.
Huriler, merhametli bir halde birbirlerine işaret ederek bu sofiler, seferden döndüler.
Güneş nuru gibi saf sofiler, bir müddet toprağa düştüler, pisliğe karıştılar.
Fakat ayaklarında, üstlerinde başlarında hiçbir pislik olmaksızın tertemiz olarak güneşin nuru gibi yüce yüce güneş değirmisine geldiler.
Yüce Tanrı, bu suçlular da başlarını duvarlara vurdular.

4190. Kendi hatalarını, suçlarını anladılar. Padişahın oyununda mat oldular ama,
Şimdi ah ederek ey lütfu, suçlulara yol gösteren Tanrı diye sana yüz tuttular.
Lütfet, yolda kirlenenleri tez af Fıratında, yıkanılacak kaynakta yıka, arıt.
Arıt da uzun zamandır işlenegelen suçtan yıkansınlar, temizlerin safına katılıp namaz kılsınlar.
Sayıdan dışarı olan o saflarda "Bizler saflarız" nuruna gark olsunlar.

4195. Söz, bu halin övüşüne gelince kalem de kırıldı, kâğıt da yırtıldı.
Hiç deniz, bir kaba sığar mı? Aslanı bir kuzu kapıp götürebilir mi?
Perde ardındaysan perdeden çık da o şaşılacak padişahlığı gör.
Sarhoş kavim, kadehini kırdılar ama senden sarhoş olanların özrü vardır.
Onların sarhoşluğu, ikbal ve malla değildir ey işleri tatlı Tanrı, senin şarabından sarhoş olmuştur onlar.

4200, Ey padişahlar padişahı, onlar senin hususiyetinden sarhoş olmuşlardır. Ey af eden Tanrı, kendi sarhoşunu affet.
Hitap ettiğin zaman senin hususiyetinin lezzeti, insanı, öyle bir sarhoş eder ki, yüz küp şarap insanı öyle sarhoş edemez.
Mademki beni sarhoş ettin, had vurma bana. Şeriat, sarhoşlara had vurmaz.
Aklım başıma gelsin de o vakit döv. Zaten ben ayılmayı istemiyorum ki.
Ey lütuflar ve ihsanlar sahibi Tanrı, senin şarabını içen, ebedî olarak aklından da kurtuldu gitti, had vurulmasından da.

4205. Onlar, sarhoşluklarının verdiği yoklukta ebedi olarak kalırlar. Sizin sevginizde yok olan gayri ayılıp kalkamaz.
İhsanın bize yürü der, yürü ey aşkımızın ayranına kapılmış olan!
Sinek gibi ayranımıza düşmüşsün.. Sen, sarhoş değilsin ey sinek, şarabın ta kendisisin.
Ey sinek, gerkesler, senden sarhoş olurlar. Çünkü sen, bal denizine at sürmüşsün.
Dağlar, zerreler gibi senin sarhoşundur. Nokta da senin elindedir, pergel de, çizgi de.

4210. Halkın titrediği fitne, senden titrer.. Her değerli mücevher, sence ucuzdan ucuzdur.
Tanrı, bana beş yüz ağız verseydi de ey can ve ey cihan, seni anlatsaydım.
Halbuki bir ağzım var, o da ey sırları bilen Tanrı, senden utancından kırık dökük!
Fakat yokluktan daha kırık dökük olmam ya.. Bunca ümmetler, onun ağzından zuhur etti.
Yüzlerce gayb eserleri, Tanrı'nın lütuf ve ihsa-niyle yokluktan dışarı çıkmayı beklemede.

4215. Ey keremine kurban olduğum Tanrı, başım, senin havanla dönmede.
Sana rağbetimiz, senin dileğinle oluyor. Nerde bir yol yürüyen varsa onu Tanrı cezbesi çekmektedir.
Hiç yel olmadan toprak havaya kalkar mı? Hiç deniz olmadan bir gemi, denize ayak atabilir mi?
Abıhayat önünde kimse ölmez.. Halbuki abıhayat, senin suyunun yanında bir tortudan ibarettir.
Abıhayat, can kıblesidir. Dostlar, bağlar, bahçeler, suyla yeşerir, güler.

4220. Ölümü içenler, onun aşkiyle dirildiler; gönüllerini candan da çekmişlerdir, abıhayattan da.
Aşkının suyu mademki bize el verdi, abıhayatını bizce hiçbir değeri yok artık
Her can, abıhayattan diridir. Fakat abıhayatın suyu da sensin.
Her an bana bir ölüm, bir haşir verdin de o keremin neler yaptığını gördüm.
Senin yeniden dirilteceğine güvenim var; o yüzden bu ölüm, bana uyku gibi görünmede ey Tanrı.

4225. Her an yedi denize de serap olsa ey suyun suyu, sen onu kulağından tutar, getirirsin.
Akıl, ecelden titrer durur, halbuki aşk, neşe içindedir. Taş, toprak parçası gibi yağmurdan korkar mı hiç?
Bu cilt, Mesnevi'nin beşinci cildidir. Can göğünün burçlarındaki yıldızlara benzer.
Yıldızları tanıyan gemiciden başkasının duyguları, yıldızla yol bulamaz.
Başkaları, yıldızları ancak seyrederler, ne kutlularından haberleri vardır, ne kırandan.

4230. Geceleri tâ sabahlara kadar böyle şeytanları yakıp yandıran yıldızlarla aşinalık et.
Her biri, kötü zanna kapılmış Şeytanı defetmek için gök kalesinden âdeta neft atmaktadır.
Yıldızlar, Şeytana akrep gibidirler, fakat müşteriye en yakın bir dosttur onlar.
Yay, okla Şeytanı oklar, bir yere mıhlarsa ekinleri, meyvaları sulamak için kova, suyla dolu.
Balık, gerçi azgınlık gemisini kırarsa da dost için öküz gibi ekin eker.

4235. Güneş, geceyi aslan gibi paralarsa da lâal, onun yüzünden atlas elbiselere nail olur.
Yokluktan başgösteren her varlık, birine zehirdir, öbürüne şeker.
Dost ol, kendi kötü huyundan ayrıl da zehir küpünden bile şeker ye!
Faruki tiryak, ona şeker kesilmişti de onun için zehir, Faruk'a bir zarar vermedi.

-Beşinci cildin sonu-

3501 - 4235  Beyitlerin Notları

S. 285, B. 3506 dan sonraki ballık: Delkak için bakınız: c. 2, s. 217, b. 2333 ün izahı.

S. 289, B. 3548: Arapçadır.

S. 292, B, 3582: Ukde, güneşin tutulma noktasına denir.

S. 292, B. 3590 dan sonraki başlık: "Bu dünya yaşayışı, ancak saçma ve oyuncak bir şeydir. Şüphe yok ahiret yurdu ebedîdir; bilseler." Sûre 26 (Ankebut), âyet 64.

S. 293, B. 3597: Bezden yapma bebeklerle oynamak ve erkek çocukların sopayı apışları arasına alarak ata binme oyunları, o zamanlar da varmış. İkincisine "Sadi"nin bîr gazelinde de tesadüf ediyoruz.

S. 294, B. 3604: c. l, s. 392, b. 3449 un izahına bakınız.

S. 294, B. 3608:İki kıbleden maksat Kudüs'le Mekke'dir. Mekke'deki Kabe kıble olmadan Kudüs'teki Mescidi Aksa'ya dönülerek namaz kılınmıştı. Bir gün, öğle namazı kılınırken kıble Kabe oldu ve Peygamberle beraber sahabe Kabe'ye döndüler. Namazın geri kalan kısmı Kabe'ye doğru kılındı. Bu yüzden, bu vakanın olduğu yere yapılan mescit de. "Mesçid el-kıbleteyn - İki kıble mescidi" adını almıştır. İki kıble imamı da Peygamberdir.

S. 300, B. 3612: Arap alfabesinin ilk harfi olan elif, dümdüz bir çizgidir ve noktanın uzatılmasından meydana gelmiştir. Noktası olmadığı gibi hareke de almaz. Bu bakımdan onu kayıtsızlık ve hürlükle vasıflandırmışlardır. Aynı zamanda boy da elife benzetilir. Sofiler de elife birçok mânalar vermişlerdir.

S. 295, B. 3619: c. l, s. 90, b. 926 nın izahına bakınız.

S. 296, B. 3631:   S. 159, b. 1943-1944 an izahına bakınız.

S. 299, B. 3673: Misafir odası, köylerde pek ziyade revaçlıdır. Her köyün bir misafir odası vardır. Bu odaya, varlıklı köylüler tarafından sırayla bakılır. Her gece bir köylü, oraya yemek gönderir. Bundan başka ayrıca varlıklı köylülerin de birer misafir odası bulunur. Bu âdetin, Selçuklular devrinden beri olduğunu bu beyitlerden anlamaktayız.

S. 299, B. 3675 ten sonraki başlık: Sofilerde konuğa pek hürmet edilir. Hattâ "Her geceyi kadir, her konuğu Hızır bil" sözü, aralarında atalar sözü olarak söylenegelmiştir.

S. 300, B. 3689: c. l, s. 207, b. 2096 nın izahına bakmış.

S. 301, B. 3694-3695 Arapçadır.

S. 302, B. 3712: Kur'an'ın 9 uncu sûresi olan Tevbe sûresinde münafıkların yaptıkları mescitten bahsedildikten sonra Peygamberin mescidi anlatılırken "Orada erler vardır ki tertemiz olmayı severler, Tanrı da tertemiz olanları sever" denmektedir, (âyet 108).
24 üncü sûrede de (Nur) "Erler vardır ki alışveriş ve kazanç, onları Tanrı'yı anmadan, namaz kılmadan, zekât vermeden alıkoymaz. Kalblerle gözlerin döndüğü günden korkarlar" denmektedir (âyet 37). Kur'anın daha başka sûrelerinde böyle azimde ilerletmiş adamlara "erler" denmektedir. Bu bakımdan Sofiler, "erler - rical" tâbirini, bir mertebeyi gösteren tâbir olarak kabul ederler. Burada erkeklik, kadınlık meselesi bahis mevzuu olamaz. Mesela, bir kadın hakkında da "Rical mertebesine erişmiştir" derler.

S. 308, B. 3786 dan sonraki baslık: 102 nci sûresinin (Tekâsür) 3 ve 4 üncü âyetleridir.

S. 308, B. 3789: "İleri geçenlerin ileri geçenleri., işte Tanrı'ya yaklaşmış olanlar onlardır" Sûre 66 (Vakıa), âyet 10, 11. Bu âyet, ilk müslüman olanlar hakkındaysa da Peygamber "Her zaman Ümmetim içinde ileri geçenler vardır"   diyerek   imanda,     insanlara  hayırlı  olmada  ve  ibadette ileri gidenler hakkında da olduğunu anlatmıştır.

S. 311, B. 3820:  "İnananlardan  erler    vardır ki Tanrı ile ahdettikleri şeyi tutarlar.    Onlardan bir kısmı ahitlerini   yerine   getirmiştir,  henüz   bekliyenler  ve   hiçbir
surette ahdini değiştirmeyenler de vardır. Sûre 83  (Ahzab), Ayet 23.

S. 314, B. 3859:    59 uncu sûreyle  (Haşr)  61 inci sûre (Saf)   "Göklerde  yeryüzünde  ne  varsa   Tanrı'yı"  tesbih eder. O, yücedir ve hüküm sahibidir" diye başlar.

S. 314, B. 3866-. Arapçadır.

S .320, B. 3940:    "Sizin dininiz sizin, benimki benim." Sûre 109   (Kâfirûn), âyet 6.

S. 323, B. 3979:    Heba denilen Heyula, aslan Yunanca bir kelimedir. Hükema felsefesinde maddenin esas vasfıdır ki her şekli ve sureti kabul edebilir. Teknedeki
hamurdan  istenilen  şekil ve suretlerde ekmek, çörek ve simit yapılabildiği gibi  heyula, yani  maddenin  esası da ağaç, kuş, insan, hayvan, taş, toprak.... her şey olabilir.

S. -324,  B. 3994 ten  sonraki başlık:  "İyilik  edenin iyiliği   kendine, kötülük  edenin   kötülüğü  yine  kendine, Rabbin, kullarına zulmetmez." Sûre 41 (Secde), âyet 46
"Şüphe yok Rabbin, gözetleme yerindedir, görür." Sûre 89  (Fecr), Ayet 14.

S. 325, B. 4000: "Bir kötülüğün cezası, ona benzer bir kötülüktür. Kim affeder, işi düzeltirse mükâfat Tanrıya aittir. Şüphe yok o, zâlimleri sevmez." Sûre 42 (Şûra),
âyet 40.

S. 325, B. 4008: "Rabbiniz, size acıyabilir. Fakat döndünüz de yine fenalık yaptınız mı biz de döneriz. Cehennemi, kâfirlere zindan ettik." Sûre 17 (Esra), ayet 8.

S. 327, B. 4024 ten sonraki başlık: "Rabbinin kısmetini "olar mı paylaştırıyorlar? Dünyadaki geçimlerini de, aralarında biz paylaştırdık, bazılarını derece bakımından bazılarına üstün ettik de bu suretle bazıları, bazılarını hizmetlerinde kullanırlar. Rabbinin rahmeti, onların topladıklarından, biriktirdiklerinden hayırlıdr." Sûre 43 (Zuhruf), âyet 32. Bu başlıkta iki beyit vardır. Bunların ikincisi Hakîm-i Senâî'nin "Esra-nâme" sindendir.

S. 327, B. 4030: Böyle bir hadîs vardır, bundan önceki ciltte de geçti.

S. 333, B. 4101: "Tanrı insana gücü yettiği derecede teklifte bulunur. Herkesin kazandığı iyilik de kendinedir, kötülük de, Rabbimiz, unuttuğumuz, yanıldığımız şeylerden dolayı bizi hoş gör. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, takatimiz olmayan şeyi yükleme bize. Bizi bağışla, bizi yarlıga, bize acı. Sen sahibimizsin, sen bize kâfir kavme karşı yardım et..." Sûre 2 (Bakara), âyet 286, son âyet.

S. 335, B. 4119 dan sonraki başlık: Bu âyet için bakınız: S. 273, b. 3339 un izahı.

S. 335, B. 4120: Top ve çevgân oyununda topu çelen ucu eğri sopaya sevlican da denir.

S. 335, B. 4128: Rab, öğreten, belleten ve her şeyi, yavaş yavaş kemaline götüren mânalarına gelir. Bu bakımdan meselâ Hıristiyanlıkta İsa'ya da "Rab" denir. Âlemlerin rabbi Tanrı'dır, ona karşı her şey "merbub"dur. Yani onun terbiyesine muhtaçtır.

S. 337, B. 4144: Mevlâna'nın babasının, memleketi olan Belh'i terkedip Konya'ya gelmesine sebep olan ve büyük tefsiriyle meşhur bulunan Fahreddin-i Razi için bakınız:
C.1, s. 132, b. 1350’nin izahı.

S. 337, B. 4147: Hulul, bir şeyin bir şeye girmesi, sızması, ittihat iki şeyin birleşmesi demektir. Kelâm yani islâm felsefesinde hulûl, Tanrı'nın kula girmesi suretiyle kulun Tanrılaşması, ittihat da Tanrı ile kulun birleşmesi inanışıdır ve her ikisi de bâtıldır. Şeriatçılar, Vahdeti vücutta ileri gidenlere bu iki inanışı isnadetmişler, onlar da biz Tanrı'dan başka bir varlık tanımıyoruz. Hulul ve ittihat için iki varlık olması lâzımdır
diye bunu şiddetle reddetmişlerdir.

S.-337, B. 4152 den sonraki başlık: Bu başlıktaki hadis, Buhari ve Müslim hadîslerindendir (Ankaravî, s. 863). Ayetin tamamı şudur: "İnsanları, yeryüzünde yürüyen hayvanlarla dört ayaklı hayvanları renkleri çeşitli olarak yarattık. Söz budur ancak: Tanrı'dan, bilen kulları korkar. Şüphe yok ki Tanrı yücedir ve yargılayıcıdır." Sûre 35 (Fâtır) âyet 28.

S. 339, B. 4173-4174: "Ben, halkı benden faydalansınlar diye yarattım, ben onlardan faydalanayım diye değil" mealinde bir hadîsi kutsi rivayet edilmiştir.

S. 340, B. 4194: "Melekler, bizden hiçbiri yoktur ki onun muayyen bir durağı olmasın. Biz saf saf dururuz; derler." Sûre 37 (Sâffât), âyet 164-165.

S. 341, B. 4201-4202: Had, şeriatta herhangi bir suça karşılık verilen ceza demektir. Sarhoşluğun cezası 80 sopadır. Sopanın birkaç kişi arasında atılması, sopa atanın dirseğini vücudundan ayırmaması ve döğülen adamın ayaklarına vurulması lâzımdır. Fakat had sarhoşa sarhoşken vurulmaz, sarhoşluğu geçtikten sonra vurulur.

S. 341, B. 4205: Arapçadır.

S. 343, B. 4232-4234: Bu beyitlerdeki akrep kelimesi, hem akrep, hem de akrep burcu manasınadır. Kavis hem yay, hem de kavis burcudur. Tir, hem oktur, hem Utarid yıldızı. Müşteri, hem bildiğimiz bir şey satın almak istiyen, hem de müşteri yıldızı, delv, hem kova, hem delv burcu, hut hem balık, hem hut burcu, sevr de hem öküz, hem de sevr burcudur. Müslümanlıkta, gökten haber çalmak üzere gökyüzüne çıkan şeytanlar, şahaplarla yakılır, bir teşehhüp hâdisesi olan bu hâdiseye halk yıldız aktı der. Aynı zamanda ay, akrep burcundayken o saat kutsuzdur ve sefere gitmek, iyi değildir. Hâsılı Mevlânâ, bu kelimelerin iki mânalariyle ve bu inanışlarla bir sanat yaparak "Yıldızlar, şeytanlara birer akrep gibidirler ama kutlu bir yıldız olan müşteri için en yakın akraba kesilirler. Kavs, tir'le şeytanı oklarsa da delv, ekini ve meyvaları yetiştirmek için suyla doludur. Hut, azgınlık gemisini kırıp parçalarsa da dost için sevr gibi tarla sürer" diyor.

S.343, B. 4235: Bu beyitte de, esed, hem aslandır, hem de esed burcu. Eskilere nazaran lâal, alelade bir taşken güneş ziyasiyle o tatlı kırmızı rengi alır. Bu beyitte de "Güneş, geceyi bir esed gibi paralar, parçalar, fakat lâal, onun yüzünden atlas elbise giyinir" diyor ve esed kelimesinin iki mânasiyle oynuyor.

S. 344, B. 4238: Rivayete göre Rum kayseri, ikinci halife Ömer'e bazı hediyeler göndermiş. Bunların arasında bir katrası bir adamı derhal öldürecek bir şişe de zehir varmış. Ömer, elçiden bunu öğrenince şişedeki zehri tamamiyle içmiş ve ölmemiş (Ankaravî, s. 877), Tiryak-ı Faruki eski tıpta zehirlenenlere verilen bir ilâçtır.

İ l a v e

318 inci sahifeden itibaren "Mısır Halifesi" nden bahsedilmektedir. Abbasoğulları, Halifeliği, Hulâgû'nun Bağdad'ı almasından sonra tarihe karışmış ve bu halifelerin otuz beşincisi olan "El-Zâhir bi-emrillâh Ebu-Muhammed Hasan" in oğlu ve otuz altıncısı olan "El Mustansır-billâh Ebu-Ca'fer el-Mansur'un kardeşi Ahmed, gizlenmiş, bir müddet sonra da Mısır'a gidip Türk sultanlarından Melikızzâhir Rükneddin Baybars'a sığınmış. Mısır Kazil-kuzât'ı önünde soyunu ispat ederek, 659 recebinin dokuzunda "El-Mustansır-billâh Ebu-Kaasım" lâkabiyle halife olmuştu. Baybars, Bağdat halifeliğinii tekrar diriltme niyetiyle El-Mustansır'ı, bir orduyla Irak'a göndermiş, 660 H. de Moğollar tarafından bu ordu mağlûp edilmiş, El-Mustansır da kaybolmuştu. Yerine yine Abbasoğullarından Ebül-Abbas Ahmed, "El-Hâkim bi-emrillâh" lâkabiyle halife olmuştu. Mısır'daki üçüncü halife El Müstekfî billâh-i evvel Ebürrebi' Süleyman, 701 de Halife olduğuna göre Mevlâna'nm Mısır halifesinden bahsetmesine bakılırsa V inci cildin, 660 H. den bir hayli zaman sonra yazıldığına hükmetmek lâzımdır. Mısır halifeleri, hiçbir vakit müstakil olmamışlardır. Halbuki Mevlâna, halifenin Musul'a bir ordu gönderdiğini hikâye ediyor. Bu bakımdan acaba bu hikâye, bir vakıayı hikâye midir ve Mısır Fatımîlerine mi aittir?

Biz, buna ihtimal veremiyoruz. Mevlâna gibi "Kıyas'a bile yanaşmayan ve Kur'anı telâkki bakımından "Zahiri Eseri" denebilecek olan bir Alimin tamamiyle "Müevvile" ve "Bâtiniyye" den olan İsmaili halifelerine "Halife" demesine imkân yoktur. İlk Mısır halifesinin Irak'a ordu çekmesi düşünülürse belki bu hikâye, bu savaş esnasında halk tarafında uydurulmuştur. Hâsılı Mevlâna 672 H. de vefat ettiğinden bu "Mısır halifesi" ya "El-Mustansır" dır, yahut da 660 tan 701 e kadar halife olan "El-Hâkim bi-emrillâh" tır.

Bu satırları yazmadan maksadımız, V inci cildin, Mevlâna'nın son zamanlarında yazılmış olduğuna tarihi bir kayıt bulabilmektir. VI inci cildin tamamlanmaması ve Sultan Veled'in "Tetimme"si de zaten son cildin, Mevlana'nın vefat yılında bittiğini gösteren en büyük delildir. 

- Beşinci CİLDİN SONU -

CİLT 6  (1 - 700 Beyitler)

Rahman ve Rahim Tanrı adiyle

Bu, Mesnevi kitabının ve mânevi delillerin altıncı cildidir. Vehim ve şüphe karanlıklarını aydınlatan,zan ve tereddüt hayallerini gideren bir ışığa benzer. Fakat bu ışığı hayvani duyguyla görmenin imkânı yoktur. Çünkü hayvanlık durağı, aşağılıkların en aşağısıdır ve o duraktakileri, aşağılık âlemin suretini yapsınlar,düzsünler diye yaratmışlardır. Onların duygularıyla anlayışlarına, o, çizgiyi aşmasınlar diye bir daire çekmişlerdir. ”Yüce,üstün ve her şeyi bilen Tanrı’nın takdiridir bu. ” Yani,Tanrı, onlara işleyecekleri işlerle, bakıp görebilecekleri yeri göstermiştir. Nitekim her yıldızın da gökyüzünde bir yeri, bir tezgâhı vardır, ancak kendisine ait olan yerde, kendisine ait olan işi işler. Bir şehrin hâkimi gibi hani. Onun hükmü de yalnız o şehirde geçer, o şehrin dışında geçmez. Tanrı,bizi bir yerde hapsolmaktan, (gözlerimizi, kulaklarımızı, kalplerimizi) mühürlemekten, perde altında bıraktığı kullara göstermediği şeyleri bize de göstermekten korusun. Öyle olsun ey âlemlerin Rabbi!

Rahman ve Rahim Tanrı adıyla

1.  Ey gönüllerin hayatı Hüsameddin, nice zamandır altıncı cildin yazılmasına meyledip durmaktasın.
Husami-name, senin gibi bilgisi çok bir erin çekişiyle dünyayı dönüp dolaşmada.
Ey mânevi er, Mesnevinin son cildi olan altıncı cildi de sana armağan sunmaktayım.
Bu altı ciltle altı cihete nur saç da çevresini dolanmayan dolansın.

5. Aşkın beşle, altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir.
Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lâzım olan sırlar söylenir.
Bu ince ve gizli kinayelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır.
Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez.
Fakat Tanrı’dan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?

10. Nuh, tam dokuz yüz yıl kavmini davet edip durdu. Her an da kavminin inkârı arttı.
Fakat söylemeden vazgeçti mi? Hiç sükût mağarasına çekilmeye kalkıştı mı?
Köpeklerin havlaması ile kervan, hiç yolundan kalır mı?
Ay ışığı olan gecede dolunay, köpeklerin havlaması ile yürüyüşünü ağırlaştırır mı, dedi.
Ay, ışığını saçar, köpek de havlar durur. Herkes, yaradılışına göre bir hizmette bulunur.

15. Takdir herkese bir hizmet vermiş, herkesi bir işe lâyık görüp iptilâya salmıştır.
Ay der ki: Köpek, o pis sesini bırakmıyorsa ben ayım, gidişimi nasıl bırakırım ki?
Sirke, sirkeliğini artırdıkça şekerin artması gerek.
Kahır, sirkedir, lütuf da bala benzer. Sirkengübinin temeli, bu ikisidir.
Bal, sirkeden az oldu mu sirkengübin, iyi olmaz.

20. Nuh’un kavmi de, ona sirke döküp duruyorlardı, fakat Tanrı’nın lütuf ve ihsan denizi ona daha fazla şeker dökmekteydi.
Onun şekerine cömertlik denizinden yardım edilmekte idi de o yüzden âlem halkının sirkesinden fazlaydı onun şekeri.
Tek bir kişi ama bine bedel... Kimdir o? Tanrı velisi. Hattâ o yüce Tanrı kulu, yüzlerce zamanın tek eridir.
Denize bir yol bulmuş olan küpün önünde ırmaklar bile diz çöker.
Hele şu deniz yok mu? Bütün denizler, bu örmekleri, bu sözleri duyunca,

25. Ulu bir ad, küçücük, ehemmiyetsiz bir ada eş oldu diye utançlarından ağızları acılaşır.
Bu dünyanın o dünya ile birleşmesinden bu dünya, utanır, ortadan kalkar.
Bu söz dardır, derecesi pek aşağıdır. Yoksa bayağı bir şeyin hasın hası ile ne münasebeti var?
Kuzgun,üzüm bağında kuzgunca bağırır. Fakat bülbül, bunu duyup sesini azaltır mı?
Bu “Tanrı dilediğini yapar” pazarında her ikisi için de ayrı alıcı var.

30. Dikenliğin gıdası ateştir; sarhoş dimağının gıdası da gül kokusu.
Bir leş, bizce kötüdür, pistir ama domuzla köpeğe şekerdir helvadır.
Pisler, şu pisliklerini yapa dursunlar, sular da pisleri arıtmaya savaşır.
Yılanlar zehir saçar, acılar bizi perişan eder ama,
Bal arıları dağlarda, kovanlarda, ağaçlarda baldan şeker ambarları doldurur.

35. Zehirler, tesirlerini yapıp dururlar ama panzehirler de hemen o tesirleri gideriverir.
Şu âleme baksan görürsün ki baştanbaşa savaştan ibarettir. Zerre, zerreyle âdeta dinin kâfirlerle savaşması gibi savaşır durur.
Bir zerre sola doğru uçmaktadır, öbürü sağa doğru gidip arayacağını aramada.
Bir zerre yücelere çıkmada, öbürü baş aşağı düşmede. Şöyle durur gibi görünürler ama onların savaşını bu durgunluk âleminde gör.
Onların fiilî savaşları, gizli savaşlarından ileri gelmededir. Bu aykırılığı gör de o aykırılığı anla.

40. Fakat güneşte mahvolan zerrenin savaşı, vasıftan, hesaptan dışarıdır.
Zerrenin kendisi de, nefesi de mahvoldu mu artık onun savaşı, ancak güneşin savaşıdır.
Onun kendiliğinden hareketi de kalmamıştır, duruşu da. Neden? “Biz Tanrıya dönenleriz” sırrından.
Biz, kendimizden geçip senin denizine döndük. Asıldan süt içtik, geliştik.
Ey gulyabaniye aldanıp yolun ferilerine dalan, ey usulsüz kişi asıllardan az bahset.

45. Bizim savaşımız da hakikatte bizden değildir. Sulhumuz da. Her halimiz, Tanrı’nın iki parmağı arasındadır.
Tabiat, iş ve söz bakımından cüzüler arasındaki savaş, pek korkunç bir savaştır.
Fakat bu âlem, şu savaşla durmadadır. Unsurlara bak da anla.
Dört unsur, dört kuvvetli direktir. Dünyanın tavanı, onlarla düz durmada.
Her direk, öbürünü kırar. Su direği, ateş direğini yıkar.

50. Halkın yapısı, zıtlar üstüne kurulmuş. Hâsılı biz, zarar bakımından da savaştayız, fayda bakımından da.
Ahvalin, birbirine aykırı. Tesir dolayısıyla her biri öbürüne zıt.
Her an kendi yolumu vurup durmadayım, artık başkasına nasıl bir çare bulabilirim?
Bana gelen hal askerlerinin dalgalarına bak; her biri, öbürüyle savaşmada, her biri, öbürüne kin gütmede.
Kendindeki şu müthiş savaşa bak. Başkalarının savaşı ile ne meşgul olup durursun?

55. Meğer ki Tanrı, seni bu savaştan çeke de sulh âleminde bir tek renge boyanasın.
O âlem, ancak bâkidir, mamurdur, başka türlü olmasına imkân yok. Çünkü terkibi, zıt olan şeylerden değil.
Bu yok olma, bitme, zıddın zıddını yok etmesinden ileri gelir. Zıt olmadı mı ebedilikten başka bir şey olamaz.
O eşsiz, örneksiz Tanrı, cennetten zıddı giderdi. Orada güneş de yoktur, zıddı olan zemheri de.
Renklerin asılları, renksizliktir... Savaşların aslı, barışlardır.

60. Bu gamlarla dolu olan bucağın aslı, o âlemdir. Her ayrılığın aslı, buluşmadır.
Hocam, neden biz bu aykırılıklar içindeyiz? Neden birlik bu sayıları doğuruyor?
Çünkü biz fer’iz, bu birbirine zıt olan dört asıl, feride kendi huyunu işliyor.
Halbuki can cevheri, ayrılıkların ötesinden. Onun huyu bu değil, onun huyu, ulu Tanrı’nın huyu.
Savaşlara da bak. O savaşlar, barışların asılları. Tanrı uğrunda savaşan Peygamber gibi hani.

65. O, iki cihanda da üstündür. Bu üstünü dil anlatmaz ki.
Irmak suyunu tamamıyla içmenin imkânı yok. Yok ama susuzluğu giderecek kadar içmenin de imkânı yok.
Mâna denizine susamışsan Mesnevi adasından o denize bir ark aç.
O arkı o derece aç ki her an Mesneviyi, ancak ve ancak mâna denizi göresin.
Yel, derenin üzerindeki saman çöplerini temizledi mi su, tek renkliliğini meydana çıkarır.

70. Sen Mesnevide ter-ü taze mercan dallarını gör, can suyundan bitmiş meyveleri seyret.
Söz, harften, sesten ve soluktan ayrıldı mı hepsini bırakır, deniz kesilir.
Harfi söyleyen de, duyan da, hattâ harfler de, bu üçü de sonunda can olur.
Ekmek veren, ekmek alan ve pak ekmek, suretlerden kurtulur, toprak olur.
Fakat mânaları, yine birbirinden ayrı olarak ve daimî bir surette üç makamdadır.

75. Suret toprak olur ama mâna olmaz. Kim, olur derse de ki: Hayır buna imkân yok.
Ruh âleminde gâh suretten kaçarak, gâh surete bürünerek üçü de beklerler.
Suretlere gidin diye emir gelir, giderler. Yine onun emri ile suretlerden ayrılırlar.
Hâsılı “Halk da onundur, emir de” sırrını bil. Halk, surettir, emir de o surete binen can.
Binek de padişahın buyruğundadır, binen de. Cisim kapıdadır, can huzurda.

80. Su, testiye dolmak istedi mi padişah, can askerine binin diye emreder.
Sonra yine canları yücelere çekmek diledi mi padişah nakiplerinden ses gelir: İnin!
Bundan öte söz inceldi. Ateşi azalt, odunu çok atma.
Atma da küçücük çömlek kaynamasın. Anlayış çömlekleri pek küçük ve pek yufka.
Noksandan münezzeh Tanrı, bir elmalık meydana getirmede, onları ağaçlara, yapraklara benzeyen harfler içinde gizlemede.

85. Bu ses, harf ve dedikodu ağaçlığı arasında elmadan ancak bir koku alınabilir.
Bari sen de bu kokuyu aklına iyice çek, bu kokuyu iyice al da seni kulağından tutup asla kadar götürsün.
Nezle olmamaya, koku almaya bak. Halkın yelinden, nefesinden bedenini ört.
Onların havaları, kış rüzgârlarından da soğuktur. Örtün, bürün de burnuna girmesin.
Onlar, cansız, donmuş kişilerdir. Nefesleri, karlı dağlardan gelir.

90. Fakat yeryüzü bu karlı kefene büründü mü durma, hemen Hüsameddin’in güneş kılıcını vur.
Derhal doğudan Tanrı kılıcını çek, o doğuyla bu tapıyı ısıt.
Güneş, karı hançerledi mi dağlardan ovalardan seller yürür.
Çünkü o, ne doğudadır, ne batıda. Gece gündüz müneccimle savaşır durur.
Neden der, benden başka ve yol göstermeyen yıldızları bayağılık ve körlük yüzünden kıble edindin?

95. Kuran’da o emin erin “Ben batanları sevmem” sözü hoşuna gitmedi.
Ayın önüne geçtin, beline eleğim sağmadan kulluk kemerini bağladın da o yüzden ayın ikiye bölünüşünden incindin.
“Güneş dürülür” âyetini inkâr edersin. Çünkü sence güneş, en yüce bir mertebedir.
Havanın değişmesini yıldızların tesirinden bilirsin de “And olsun yıldıza, indiği zaman” âyetinden hoşlanmazsın.
Ay, ekmekten de tesirli değildir ya. Nice ekmek vardır ki adamın can damarını koparır.

100. Zühre, sudan daha tesirli değildir ya. Nice su vardır ki bedeni harap eder.
Fakat onun sevgisi senin canındadır da onun için dostun öğüdü bir kulağından girer, bir kulağından çıkar.
Fakat bil ki senin öğüdün de bize tesir etmez, bizim öğüdümüz de sana!
Meğer ki göklerin anahtarları elinde olan sevgiliden sana hususi bir anahtar ihsan edile.
Bu söz, yıldıza benzer, aya benzer. Fakat Tanrı buyruğu olmaksızın tesir etmez.

105. Bu cihetsiz yıldız, yalnız vahiy arayan kulaklara tesir eder.
Cihetten cihetsizlik âlemine gelin de sizi kurdu paralamasın der.
Onun yıldızlar saçan pırıltısı karşısında şu dünya güneşi, bir yarasaya benzer.
Yedi mavi gök, onun kulluğundadır. Bir çavuşa benzeyen ay, onun derdiyle yanmada, erimededir.
Zühre, bir şey soracak oldu mu ona el atar, Müşteri can nakdini eline alıp huzurunda durur.

110. Zühal, onun elini öpme havasındadır ama kendisini bu devlete lâyık görmez.
Merih onun yüzünden elini ayağını incitmiş, Utarit onun vasfından yüzlerce kalem kırmıştır.
Bütün bu yıldızlar, müneccimle, ey canı bırakıp rengi seçen!
Can odur,bizse hep rengiz, sayılar ve yazılarız. Onun düşünce yıldızı, bütün yıldızların canıdır diye savaşmaktadır.
Düşünce de nerede? O makam, tamamıyla pâk nurdur. Ey düşüncelere kapılan, bu düşünce lâfı senin için söylenmiştir.

115. Her yıldızın yücelerde bir evi vardır ama bizim yıldızımız, hiçbir eve sığmaz.
Yeri, yurdu yakan şey, nasıl olur da mekâna sığar? Haddi olmayan nur, nasıl olur da hadde girer?
Fakat sevdalı ve bir zayıf kişi anlasın diye bir örnek verir, bir suretle tasvir ederler.
O şey, örnektir, onun misli değil. Bu örneği de donmuş kalmış akıl, bunu anlasın diye getirirler.
Akıl keskindir ama ayağı gevşektir. Çünkü gönlü yıkıktır, bedeni sağlam.

120. Bu çeşit aklı olanların akılları, neye takılırsa sımsıkı takılır ama şehveti bırakmayı hiç mi hiç düşünmezler.
Dâva zamanı göğüsleri doğuya benzer, fakat takva zamanı sabırları, âdeta bir şimşektir.
Her biri hünerlerle kendini gösterir, âlim geçinir. Fakat vefa vaktinde âlem gibi vefasızdır.
Kendini görme zamanında cihana sığmaz, fakat ekmek gibi boğazda, mide de kaybolur gider.
Fakat yine de bütün bu vasıflar iyidir... İyilik aradı mı insanda kötü şey kalmaz ki.

125. Meni, benliğinde kaldıkça kokuşur, pis olur. Fakat cana ulaştı mı aydınlık âlemini bulur.
Cansız şey, nebatata yüz tuttu mu, baht ağacından hayat biter.
Canlıya yüz tutan nebat, Hızır gibi âbıhayat kaynağından içer.
Can da canana yüz tutarsa pılısını pırtısını sonsuz ömür iklimine çeker götürür.

Birisinin , vaaz  eden  bir  hocaya  “Bir  borcun üstüne oturmuş olan kuşun başı mı daha üstün ve  yücedir, yoksa  kuyruğu mu”  diye sorması, vaaz  edenin de,soran adamın anlayışına  göre cevap vermesi.

   Bir gün bilgisiz bir adam, vaaz eden birine sordu: Mimberde senden daha yüce söz söyleyen, senden daha güzel vaaz eden bir adam bile yok.

130. Sana bir sorum var; ey akıllı er, bu mecliste sualime cevap ver.
Bir kale burcunun üstüne bir kuş otursa başı mı daha üstündür, kuyruğu mu?
Vaaz eden dedi ki: Yüzü şehre, kuyruğu köyeyse yüzü, bil ki kuyruğundan üstündür.
Yok... Eğer kuyruğu şehre, yüzü köyeyse o kuyruğa toprak ol, yüzünden yüz çevir.
Kanadı olan kuş, yuvasına kadar uçup gider. İnsanlar, insanların kanadı da himmettir.

135. Bir âşık, hayra, şerre bulanabilir. Sen onun hayrına şerrine bakma, himmetine bak.
Doğan, isterse beyaz ve eşsiz olsun; fare avladıktan sonra bayağıdır.
Fakat baykuşun meyli, padişaha olsa doğan sayılır, külâhına bakma.
İnsan, bir hamur teknesi boyuncadır ama gök yüzünden de üstündür, esirden de.
Hiç bu gökyüzü “Biz onu ululadık” sözünü duydu mu? Kim duydu bu sözü? Dertlere düşmüş Âdemoğlu.

140. Hiç kimse, güzelliğini, aklını, sözlerini, isteklerini yeryüzüne gösterdi, bildirdi mi?
Hiç yüzünün güzelliğini, reyindeki isabeti gökyüzüne göstermeye, söylemeye kalkıştı mı?
Oğlum, hiçbir gümüş bedenli dilber, hamam duvarlarına çizilmiş resimlere kendisini gösterir, onların karşısında cilvelenir mi?
O huri gibi güzel resimler şöyle dursun, kalkar, yarı kör bir kocakarıya karşı cilvelenirsin.
O kocakarıda olan ve resimlerde olmayan nedir ki seni o resimlerden tutup çeker?

145. Sen söylemezsin ama ben söyleyeyim: Akıldır, duygudur, anlayıştır, tedbirdir, candır.
Kocakarıda insanla kaynaşan can var. Halbuki hamamdaki resimlerde ruh yok.
Hamam duvarındaki resim, bir harekete gelseydi derhal seni kocakarıdan çekerdi.
Can nedir? Hayırdan, şerden haberdar olan, lütuf ve ihsana sevinen, zarardan yerinip ağlayan şey.
Madem ki canın sırrı, mahiyeti, insana hayrı, şerri haber vermede... Şu halde hakikatten kimin daha ziyade haberi varsa o, daha canlıdır.

150. Ruhun tesiri, bilgi ve anlayıştır. Kimde bu bilgi ve anlayış, daha fazlaysa o, daha ziyade Tanrılıktır.
Fakat bu tabiat âleminin ötesinde öyle haberler, öyle bilgiler vardır ki bu canlar, o meydan da cansız bir hale gelirler.
Bunlardan haberdar olmayan can, Tanrı tapısına mazhar oldu... Canların canı ise Tanrı’ya mazhar oldu.
Melekler de tamamı ile akıldan, candan ibarettiler. Fakat yeni bir can geldi. Âdem yaratıldı mı onun karşısında beden haline geldiler.
Kutluluktan o canı gördüler, ten gibi o ruha hizmetçi kesildiler.

155. Şeytana gelince, canla başla ondan baş çekti, canla birleşmedi, çünkü ölü bir uzuvdu.
Canı olmadığı için Âdem’e feda olmadı... Kırık bir eldi, cana itaat etmedi.
Fakat o uzvu kırıldıysa cana bir noksan gelmedi ya. Canın elindedir bu, onu yine yaratabilir.
Başka bir sır daha var, fakat bunu duyacak kulak nerede? O şekeri yiyecek dudu kuşu hani?
Has dudulara pek bol, pek değerli şeker var ama aşağılık dudular, o taraftan göz yummuşlar.

160. Yalnız sureti derviş olan, o zekâtı, o arılığı nereden tadacak. O, mânadır, faûlün fâilât değil.
İsa’nın eşeğinden şeker esirgnemez ama eşek, yaradılış bakımından otu beğenir.
Şeker, eşeği neşelendirseydi önüne kantarla şeker dökülürdü.
“Onların ağızlarını mühürledik” âyetinin mânasını bil. Yolcuya bu, mühim bir şeydir.
Bunu bil de belki peygamberlerin sonuncusunun yolu hürmetine ağızdan o kuvvetli mühür kaldırılır.

165. Peygamberlerden kalan mühürleri, Ahmed’in dini hürmetine kaldırdılar.
Açılmamış kilitleri vardı; onlar, “İnna fettehna” eliyle açıldı.
O, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da, bu dünyada insanı dine götürür, o dünyada cennetlere.
Bu dünyada “Sen onlara yol göster” der; o dünyada “Sen onlara ay gibi yüzünü göster” der.
Onun gizli, aşikâr işi, daima “Yarabbi, sen kavmime doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” demektir.

170. Onun nefesiyle iki kapı da açıktır. Duası, iki âlemde de müstecap olur.
Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek. Bu yüzden son peygamber olmuştur.
Sanatında son derece ileri gitmiş bir üstadı görünce bu sanat, sende bitmiştir demez misin?
Ey peygamber, mühürleri kaldırmak, kapalı kapıları açmaktasın, Hatem’sin, bu iş, seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar âleminde bir Hatem’sin sen.
Hâsılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamiyle açıklık içinde açıklıktır, açılık içinde açıklıktır,açıklık içinde açıklık.

175. Onun canına, evlâdının gelişine ve zamanına yüz binlerce aferin !
Onun devlet ve ikbal sahibi halifesinin oğulları, onun can ve gönül unsurundan doğmuşlardır.
İster Bağdat’tan olsunlar, ister Herat’tan, ister Rey’den. Su ve toprak karışıklığı olmaksızın onun soyudur onlar.
Gül dalı, nerede biterse bitsin güldür. Şarap, nerede kaynayıp köpürürse köpürsün şaraptır.
Güneş, isterse batıdan baş göstersin, yine güneştir, başka bir şey değil.

180. Tanrım, sen örtücülüğünle ört, ayıp görenlere bunu gösterme, onları kör et.
Tanrı, ben, eşi olmayan güneşle kötü huylu yarasanın gözünü bağlamışım dedi.
Bakışı noksan yarasanın gözünden, o güneşin yıldızları da gizlidir.

 

İman zevkine mâni olanı doğruluğun zayıflığına delâlet eden ve yüz binlerce ahmağın yolunu kesen çürümüş,pörsümüş gayret ve hamiyetin kınanması.Nitekim koyunlar da bir namussuzun yolunu keserlerdi , geçemezdi. Bu namussuz , çobandan “Koyunların, beni ısırırlar mı acaba?” diye sordu . Çoban dedi ki: ” Ersen ve sende erkeklik damarı varsa hepsi sana feda olsun. Namussuz biriysen her biri , sana bir ejderha kesilir . ” Başka bir namussuz da vardı, koyunları gördü mü, derhal yoldan dönerdi. Çobana bir şey de soramazdı , sorarsam koyunlar,başıma üşüşür,beni ısırırlar derdi.

   Ey Tanrı ışığı Hüsameddin, ey ruh cilâsı, ey doğru yolu gösteren padişah gel!
Mesnevi’yi yayılmış bir mera haline getir, örneklerinin suretlerine can ver!

185. Can ver de bütün harfleri akıl ve can olsun, can cennetine uçup gitsin.
Zaten onlar, senin sayende can âleminden gelip harf tuzağına tutuldular, mahpus oldular.
Ömrün âlemde Hızır gibi uzasın, canlara can katsın, düşkünlerin ellerini tutsun, daimî olsun.
İlyas ve Hızır gibi dünyalar durdukça dur da yeryüzü, lütfunla gökyüzü haline gelsin.
Kötü gözlülerin şatafatı, nazarı olmasaydı lütfunun yüzde birini söylerdim.

190. Fakat nefesi zehirli kem gözlerden ben ne can üzen zahımlar yedim.
Onun için senin halini, ancak başkalarının hallerini anarak remiz ve kinayeyle söylerim.
Bu bahanede, gönlüne ait bir hiledir ki gönlün ayakları, o yüzden, toprağa kakılmış kalmıştır.
Yüzlerce gönül ve can, yaratıcı Tanrı’ya âşık olmuştur da onlara ya kem göz mâni olmuştur, ya kötü kulak.
Bunların bir tanesi de Peygamber’in amcası. Arapların kınaması, ona pek korkunç göründü.

195. Arap, kendi çocuğuna uydu da, güvenilir dininden döndü, derlerse, ne derim?, dedi.
Peygamber, amca, dedi, bir kere şahadet getir de senin için Tanrı’ya şefaat edeyim.
Ebutalip, doğru ama duyulur, yayılır, herkes duyar. İki kişiyi aşan her sır yayılır, otuz iki dişten otuz iki orduya duyulur.
Bu Arapların diline düşerim. Onların yanında bu yüzden hor hakîr olurum, dedi.
Fakat Tanrı’nın ezelî lütfu olsaydı Tanrı çekişiyle beraber bu kötü gönüllülük olur muydu hiç?...

200. Ey düşkünlere yardım eden Tanrı, medet! Medet bu iki taraflı dileklerden!
Ben, gönlün hilesinden, düzeninden öyle perişan bir hale geldim ki feryada bile kudretim kalmadı.
Ben kim oluyorum? Gökyüzü bile yüzlerce işiyle, gücü ile, iktidarı ile, yüzlerce debdebe ve tantanası ile beraber bu pusudan, bu dileğe uyma yüzünden feryada geldi.
Ey kerem sahibi, ey hilim sahibi, bu iki taraflı dilekten sen bana aman ver.
Ey kerem sahibi, doğru yolun bir taraflı çekişi, iki yol arasında tereddüde düşmekten hayırlıdır.

205. Bu iki yoldan da maksat sensin ama bu ikilikten adama âdeta can çekişmesi gelir.
Bu iki yolla da sana gelmeye azmedilir ama savaş, asla neşe meclisine benzemez, dedi.
Bunu, Kuran’daki “Göklerle yeryüzü Tanrı emanetini kabul etmekten korktular, çekindiler” âyetini oku da Tanrı’dan duy.
Bu ikilikte kalış, acaba şu mu iyidir, hayırlıdır, yoksa o mu, diye tereddüde düşüş, gönülde bir savaş gibidir.
Tereddütte de bütün kudretleriyle korku ve ümit birbirine saldırır.

Dileğiyle bir yolu seçme ve bu seçişin sebeplerini sınamadan Tanrı’ya sığınma ve münacat.Göklerle yerler de  bu ihtiyara sahip oluştan  ve sebeplerinden ürktüler,korktular.Halbuki insan,yaratılışından ihtiyarı ve ihtiyarının sebeplerini dilemeye  haristir. Nitekim insan ,hastalandı mı ihtiyarını az görür de ihtiyar  sahibi oluşa  sebep bulunan  iyiliğini  ister, bu  suretle  ve   mevki  sahibi  olmakla  ihtiyarının çoğalmasını  diler . Eski milletlerde de Tanrı kahrının   inmesine  sebep ,  ihtiyarın  ve  sebeplerinin çokluğu idi.Firavun’u hiç kimse asla yoksul görmedi.

210. Ey yüce Tanrı, önce bendeki bu çekiliş ve yükselip geliş senden meydana geldi, yoksa bu deniz, sakindi Yarabbi.
Bana bu tereddüdü, o makamdan verdin, kereminle yine beni tereddütsüz bir hale getir.
Medet ey feryada yetişen Tanrım, sen beni dertlere müptelâ etmektesin. Senin verdiğin dertlerle erler bile kadınlara döner.
Bu derde uğratış niceye dek, yapma Yarabbi. Bana bir yol bağışla, on yol verme bana.
Sırtı yaralı arık bir deveyim; sırtımda bir semere benzeyen ihtiyar yüzünden sırtım yaralandı.

215. Arkamdaki bu mahfe, gâh ağır gelip beni bu yana çekmede, gâh öbür tarafa yanlayıp beni o yana sürüklemede.
Bu uygunsuz yükü sırtımdan al da iyi kişilerin bahçelerini göreyim.
Uyanık olarak değil de Ashabı Kehf gibi uykuda olarak cömertlik bahçesinde yayılayım.
Sağıma, soluma yatıp uyuyayım, fakat ancak top gibi ihtiyarsız olarak yuvarlanayım.
Ey din Tanrısı, sağıma da dönersem senin döndürmenle döneyim, soluma da dönersem senin döndürmenle.

220. Yüz binlerce yıllardır havadaki zerreler gibi ihtiyarsızdım.
O zamanı ve o hali unuttum ama uykuda bu âlemden göçüp gitmem, bana o âlemden bir armağan.
Uyku zamanı bu dört unsur çarmıhından kurtulur, şu daracık yurttan can yaylasına sıçrar, çıkarım.
Uyku dadısından o geçmiş günlerin sütünü içerim ey bir şeye ihtiyacı olmayan ve herkes kendisine muhtaç olan Tanrı.
Bütün âlem, kendi ihtiyarından, kendi varlığından sarhoşluk âlemine kaçmaktadır.

225. Bu suretle herkes, şarap, çalgı gibi şeylere düşer de kendi aklından bir an olsun kurtulmaya çalışır.
Herkes bilir ki bu varlık tuzaktır. İnsanın kendi ihtiyarı ile bir şeyi düşünmesi, bir şeyi anması cehennemdir âdeta.
Onun için herkes varlığından, kendiliğinden geçme âlemine, yahut sarhoşluğa kaçar, yahut da bir işe koyulup kendini unutur.
Fakat yine bu âlemden kendini çeker, varlık âlemine gelirsin. Çünkü o kendini unutma âlemine Tanrı fermanı olmadan gitmiştik.
Ne cin, zaman kaydının hapsinden kurtulabilir, ne insan.

230. Yüce göklere çıkmak, ancak doğru yolu bulma kuvvetiyle olabilir.
İnsan, doğru yolu ancak Tanrı’dan çekinen kulun ruhunu, göklerden şeytanları kovan şahaplardan koruyan kuvvetle bulabilir.
Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur.
Göklere yücelme nedir? Şu yokluk. Âşıkların yolu da yokluktur, dini de.
Aşk yolunda yalvarma bakımından pöstekiyle çarık, Eyaz’a mihrap olmuştur.

235. Gerçi onu padişah severdi.. İçi de güzeldi, dışı da.
Fakat kendisi de kibirsiz riyasız, kinsiz bir hale gelmişti. Yüzü, padişahın güzelliğine bir anda kesilmişti.
Varlığından uzaklaştığı için işinin sonu da Mahmut oldu.
Eyaz, kibir korkusundan çekinirdi de onun için temkini, pek kuvvetli bir hale gelmişti.
O tertemiz bir hale gelmişti. Kibrin, nefsin boynunu vurmuştu.

240. Ya o düzenleri halka bir şey öğretmek için yapıyor, yahut korkudan uzak bir hikmet yüzünden böyle bir harekette bulunuyordu.
Yahut varlık, yokluk rüzgârları ile esip gelen bir bağ olduğundan her gün çarığını görmeyi istiyor,
Bu suretle de yokluk definesinin üstüne kurulan yapının kapısını açmak, o zevk yaşayışının yelini bulmak diliyordu.
Bu kaynağın malı, mülkü, atlası, çabuk yürüyüp giden cana bir zincirdir.
Buna kapılan, şu altın zinciri gördü de kapıldı, ruhu bir delik içinde kaldı, ovalara çıkamadı.

245. Görünüşü cennet ama hakikatte bir cehennem. Üstü güllü nakışlarla bezenmiş bir zehirli yılan.
İnanan kişiye cehennem zarar vermez ama oradan geçmemek daha iyidir ya.
Cehennem ona bir zeval vermez. Vermez ama herhalde cennet, onun için daha hoştur ya.
Ey noksan kişiler, şu gül yüzlülerden sakının. Onlarla konuşmaya kalktınız, düşüp kalkmaya başladınız mı anlarsınız ki onlar cehennemdir.

Bir  Hintli köle, efendisinin kızına gizlice âşık olmuştu . Kızı, bir ulu adamın oğluna verdiler. Köle haber alınca hastalandı, yanıp yakılmaya başladı.Ne doktor,derdini anlıyordu,ne de onda söylemeye kudret vardı.

   Zengin bir adamın Hintli bir kölesi vardı. Onu beslemiş, büyütmüş, Âdeta ölüyken diriltmişti.

250. Bilgi ve edep belletmiş, gönlünde hüner ışığını yakmıştı.
Çocukluğundan beri nazla yetiştirilmiş, o iyilikçi adam, onu lütuf kucağında büyütmüştü.
Bu zengin adamında güzel, gümüş bedenli, yaradılışı ahlâkı hoş bir kızı vardı.
Kız, evlenme çağına girince kızı isteyenler, ona ağır nikâh parası vermeye başladılar.
Her ulu adamdan kız istemeye bir görücü geliyordu.

255. Adam, malın sebatı yoktur, gece gelir, gündüz dağılıverir.
Güzelliğin de değeri yoktur. Bir diken yarası ile renk solup sararıverir.
Büyük bir adamın oğlu olmak da bir şey değil. Bu çeşit gençler mala mülke gururlanır.
Nice büyük adamların oğulları vardır ki kötülükte bulunur, yaptığı kötü iş yüzünden babasına bir âr olur.
Hünerli, bilgili kişi iyidir ama İblisten ibret al, ona da az tap.

260. Onun da bilgisi vardı ama din aşkı yoktu, bu yüzden Âdem’in yalnız topraktan yaratılan suretini gördü.
Ey emin kişi, bilgide ne kadar ileri gidersen git onunla gaybı gören gözün açılmaz ki!
Can gözü açık olmayan, sakaldan, sarıktan başka bir şey görmez, adamın ileri, yahut geri oluşunu, onu tarif edenden sorup öğrenir.
Ey ârif, sen, birsini anlamak için onu bilen, söyleyip tarif eden kişiye müracaat etmezsin. Çünkü sen, doğmuş, parıl, parıl parlamakta olan bir nursun.
Senin takvan, dinin var, iyi işler işlersin, öyle ki âlem onlarla düzelir, kurtuluşa erer.

265. Kendisine öyle temiz ve iyi bir damat seçti ki bütün halkın övündüğü kişiydi o.
Kadınlar onun malı yok, mülkü yok, ululuğu yok, güzel değil, başına buyruk değil dediler.
Adam dedi ki: Onlar dine, zâhitliğe uymuş adamlar. O da yeryüzünde altını olmayan bir define.
Hâsılı armağanlar sunuldu, nişan yapıldı, kumaşlar gönderildi, kızın verileceği ortalığa yayıldı.
Evde küçük bir köle vardı. Bu sıralarda hastalandı, yanıp yakılmaya, eriyip solmaya başladı.

270. Hummaya tutulmuş bir hasta gibi eriyordu. Hekim, hastalığını anlayamadı.
Akıl diyordu ki: Onun illeti, gönül illeti. Beden ilâcı gönlüne tesir etmez ki.
Bu sevda yüzünden köleciğin gönlü yaralıydı ama derdini kimseciklere söyleyemiyordu.
Bir gece zengin adam karısına dedi ki: Kimseye duyurmadan, gizlice onun halini sor soruştur bakalım.
Sen onun anası sayılırsın. Derdini sana açar elbette.

275. Kadın, bu sözü kulağına koyunca ertesi gün kölenin yanına gitti.
Yüzlerce nazla, muhabbetle başını karıştırmaya, saçlarını taramaya başladı.
Şefkatli analar gibi onu yumuşattı, nihayet söyletmeye muvaffak oldu.
Köle dedi ki: Senden bunu mu umardım ben? Kızını inatçı bir yabancıya veresin.
Bizim efendimizin kızı olsun, biz de ona âşık olalım da o başkasına varsın? Yazık değil mi?

280. Kadın bu söze öyle kızdı ki onu dövüp damdan aşağıya atmak istedi.
O kim oluyor diyordu, bir kahpenin Hintli bir oğlu. Nasıl oluyor da bir efendinin kızına tamah ediyor?
Fakat bunları içinden söylemekle beraber sabretmek daha doğru deyip kendini tuttu. Kocasına, dinle şu şaşılacak şeyi dedi..
Biz, onu güvenilir bir adam sanıyorduk, umarmıydık böyle bir çalıkuşunun hain çıkacağını?

Efendinin, karısına “Sabret,köleyi tekdir etme. Ben onu bu tamahtan öyle bir geçiririm ki ne şiş yanar,ne kebap” demesi.

   Efendi dedi ki: “Sabret. Ona de ki: Kızı ona vermez sana veririz.

285. Bu suretle belki gönlünden o sevdayı çıkarırız. Sen hele bir hoşça bak, ben nasıl onu bu işten vazgeçiririm?
Sen gönlünü hoş tut,bunu iyice bil ki kızımız, hakikaten de senin eşindir.
A güzel müşteri, evvelce bunu bilmiyorduk, mademki bildik, elbette kızımıza daha lâyıksın sen.
Ateşimiz, kendi mangalımızda; Leylâ, bizim Leylâ’mız, Mecnunumuz da sen, de
İyice bir hayale, bir düşünceye düşsün. İyi düşünce insanı semirtir.

290. Hayvan,otla semirir,insan da yücelikle,şerefle gelişir.
İnsan kulağından gelişir, duya duya canlanır. Hayvansa boğazından, yemesinden, içmesinden gelişir.
Kadın, “Böyle bir arlanılacak sözü, ağzım nasıl varır da söyler?
Onun için böyle abes bir sözü nasıl geveleyebilirim? Gebersin o şeytan huylu hain” dedi.
Adam, hayır dedi, korkma. Sen böyle söyle de onun hastalığı geçsin, bu lütuf yüzünden iyileşsin.

295. Ondan sonra sevgilim onun derdini gidermeyi bana bırak sen. Yalnız o ince eleyip sık dokuyan bir kere iyileşsin.
Kadın, o hasta köleye böyle söyleyince öyle ferahladı, öyle kabardı o köle ki âdeta yeryüzüne sığamaz oldu.
Semirdi, gelişti, benzine kan geldi, kırmızı güle döndü, binlerce şükürler etti.
Bazen de, hanımcığım, diyordu, sakın bu bir düzen olmasın!
Efendi, Ferec’i evlendiriyorum diye bir dâvet yaptı, eşini dostunu çağırdı.

300. Gelenler de “Ferec, kutlu olsun” diye onu kandırmaktaydılar.
Ferec, bu sözleri duyunca artık kızı alacağına iyice inandı. Büsbütün iyileşti, hastalığı kökünden geçti gitti.
Ondan sonra gerdek gecesi bir oğlanı kadın kılığına soktular.
Elini, bileğini gelinler gibi kınaladılar. Âdeta ona tavuk gösterip horoz verdiler.
Başını bağladılar, gelinler gibi elbiseler giydirdiler, gürbüz oğlanı kadın kıyafetine sokup koyverdiler.

305. Efendi halvet zamanı derhal mumu üfledi. Hintli köle öyle güçlü kuvvetli bir oğlanla yalnız kaldı.
Oğlan, köleye saldırınca Hintlicik, feryada başladı ama dışarıdaki def gürültüsünden sesini kimse duymuyordu ki.
Def çalması, el çırpması, kadın ve erkeğin naraları, onun sesini boğuyordu.
Oğlan, sabaha kadar o Hintli köleceğizi berbat edip durdu. Köle, âdeta köpeğin önündeki un torbasına döndü.
Sabahleyin tas ve büyük bir bohça getirdiler. Ferec damatlar gibi güvey hamamına gitti.

310. Gitti ama bitkin bir haldeydi. Ardı, külhancıların yırtık peştamalına dönmüştü.
Zavallı hamamdan dönünce efendinin kızı, gelin gibi odaya geçip oturdu.
Anası, köle, kızı gündüzün sınamaya kalkmasın diye oracıkta beklemekteydi.
Köle, bir müddet kinle kıza baktı da sonra ellerinin on parmağını da ona doğru sallayıp dedi ki: Dilerim kimse seninle buluşmasın, senin gibi kötü ve pis bir geline düşmesin.

315. Gündüzün yüzün, kadınlar gibi ter-ü taze, geceleyin çirkin aletin, eşek aletinden beter.
İşte şu âlemin bütün nimetleri, uzaktan pek hoştur ama yaklaştı mı sınamadan ibarettir.
Uzaktan su görünür ,yanına vardın mı görürsün ki serapmış.
O kokmuş bir kocakarıdır ama çok cilvelidir, kendisini yeni bir gelin gibi gösterir.
Sakın onun yüzündeki boyaya aldanma; aman, onun zehirle karışık şerbetini tatmaya kalkışma.

320. Sabret, sabır sıkıntının anahtarıdır; sabret de Ferec gibi yüzlerce zahmete, mihnete düşme.
Tanesi meydandadır da tuzağı gizlidir. Önce onun sana nimet verişi hoş görünür ama sonu öyle değil!

Bu aldanış,yalnız o Hintli köleye ait değildir. Tanrı’nın koruduğu kişiden başka herkes,böyle bir aldanışa uğrar.

   Ona ulaştın mı eyvahlar olsun sana. Nedamete düşer, ne kadar zarı zarı ağlarsın.
Fakat beylik, vezirlik ve padişahlık adı, hakikatte ölümdür, derttir, can vermedir.
Kul ol da yeryüzünde at gibi yürü. Cenaze gibi kimsenin boynuna binme.

325. Tanrı nimetine küfranda bulunan, ister ki herkes, kendisini yüklesin de ölüyü mezara götürür gibi götürsünler.
Rüyada kimi tabuta binmiş, götürülüyor görürsen yüce mertebeli büyük mevkili bir adam olur.
Çünkü o tabut, halkın boynuna bir yüktür. Bu büyükler de halkın boynuna yük korlar, yük olurlar.
Yükünü herkese yükleme, kendine yükle. Baş olmayı az iste, yoksulluk daha iyidir.
Halkın boynuna binme de ayaklarına nikris illeti gelmesin.

330. Sonunda iki elinle bu biniciliğin alnını karışlarsın, fakat şimdi bir şehre benzemedesin. Şehre benziyorsun ama hakikatte bir yıkık köysün sen!
Şimdi bir şehir görünürken varlığından bez de pılını pırtını yıkık yerde çözme.
Şimdi yüzlerce bağa, bahçeye sahipken vazgeç varlıktan da âciz ve yıkık yere tapar bir hale gelmeyesin.
Peygamber, Tanrı’dan cenneti istiyorsan kimseden bir şey isteme.
Kimseden bir şey istemezsen ben kefilim, cennete de girersin, Tanrıya da ulaşırsın dedi.

335. Bunu duyan sahabe de şu kefillik yüzünden öyle ayarı tam bir hale geldi ki bir gün ata binmiş, bir yere gidiyordu.
Elinden kamçısı düştü. Attan inip kendisi aldı, kimseden istemedi.
Çünkü Tanrı, bir şey verdi mi iyidir, kimseye kötü bir şey vermez. O, bilir ve adamın dileğini insan istemeden verir.
Fakat Tanrı emri ile dilersen caizdir. Çünkü o çeşit istek, peygamberlerin yoludur.
Sevgili emredince kötü kalmaz. Küfür onun için olursa iman kesilir.

340. Onun emri ile olan kötülük, bütün âlem iyiliklerinden üstündür.
Sedefin kabuğu paralanırsa ilenme, onda yüz binlerce inci vardır.
Bu sözün sonu gelmez, dön de padişaha gel. Doğan kuşuna benze.
Halis altın gibi dükkâna çık da ilenmeden, kınamadan kurtul.
Bir suret, gönüle girdi mi insan, sonunda nedamete düşer, o suretten bezer.

345. Sonunda herkes, kapıldığı suretten tövbe eder, fakat yine unutuş gelir, onu o yana çeker.
Pervane gibi uzaktan o ateşi nur görür, yükünü o tarafa çeker.
Fakat geldi mi kanadı yanıp kaçar. Kaçar ama çocuklar gibi yine gelir, yaraya tuz eker.
Yine zanna, tamaha düşer, derhal kendisini o ateşe atar.
Yine yanar, sıçrar. Fakat yine gönlündeki hırs, kendisine yandığını unutturur, sarhoş eder.

350. Hintli köle gibi bezdi de o işten vazgeçti mi işte o zaman yanmaktan kurtulur.
Ey geceleri aydınlatan ay gibi yüzü parlak güzel, ey konuşup görüşmesine aldananı yakan yalancı, der.
Fakat yine tövbe ve sızlanma, hatırından çıkar. Çünkü Tanrı, yalancıların düzenini zayıf bir hale getirir, bozar gider.

“Savaş ateşini yaktılar mı Tanrı söndürür” âyetinin herkese ait oluşu

   Onlar, savaş ateşini yaktılar mı Tanrı, onların ateşini tamamiyle söndürür.
İnsan azmeder der ki: Gönül, orada durma. Fakat yine unutur, çünkü azim ehli değildir ki.

355. Doğruluk tohumunu ekmemiş olduğundan Tanrı, ona o unutkanlığı verir.
Gönül çakmağını çakmak ister ama Tanrı, o kıvılcımı söndürüverir.

Bunu anlatan bir hikâye

   Bir adam, geceleyin bir ayak pıtırtısı işitti. Mumu yakmak için çakmağı kavradı.
Hırsız gelip adamın önüne oturdu, kav ateş aldıkça söndürmeye başladı.
Kav ateş almasın diye boyuna kavı, yandıkça parmağı ile söndürüyordu.

360. Adam, kavı kendi kendine sönüyor sanmakta, hırsızın söndürdüğünü görmemekteydi.
Tuhaf şey dedi, bu kav, ıslak olmalı ki ateşlenirken hemen sönmede.
Pek karanlık olduğundan önünde oturan ve ateşi söndüren hırsızı göremiyordu.
Senin de gönlünde böyle bir ateş söndüren var da kâfir gözün, körlüğünden görmüyor.
Bilen duyan gönül, nasıl olur da dönen şeyi bir döndüren var, bunu bilmez?

365. Nasıl olur da kendi kendine geceyle gündüz, sahipsiz olarak nasıl gelir, nasıl gider demezsin?
A aşağılık kişi, aklın aldığı şeylerin etrafında döner dolaşırsın ha... Bir de gel de şu akılsızlığını gör!
Evi bir yapanın olması mı daha akla uygundur, yapıcısı olmayan kendi kendine yapılmış bir ev mi, a aklı kıt?
Yazıyı bir yazanın olması mı daha akla uyar, yoksa olmaması mı ey oğul?
Cim harfine benzeyen kulak, aynaya benzeyen göz, mime benzeyen ağız, nasıl olur da yazan olmadan yazılır, meydana gelir a kınanmaya değer adam?

370. Aydın bir mum, yakmayan oldukça mı bulunur, yoksa bilen bir yakıcı olunca mı?
Güzel bir sanat kör ve çolak bir adamın elinden mi çıkar, yoksa her tarafı bütün bir gözlünün elinden mi?
Madem ki seni kahredeceğini, başına mihnet topuzunu vuracağını bildin;
Hadi Nemrut gibi savaş, havayı okla bakalım!
Hani Moğol askerleri gibi... Onlar da biri hastalandı mı ölmesin diye göğe ok atarlar ya, sen de atadur.

375. Yahut da kaçabilirsen kaç, kurtul bakalım.İmkânı mı var? Onun eline bir kere rehin olmuşsun.
Yokluktayken bile elinden kurtulamadın, şimdi nasıl kurtulabilirsin a güzelim!
İstek yok mu? İşte o, sıçramak, kaçmaktır; onun adaletine karşı takvanın kanını dökmektir.
Bu dünya tuzaktır, tanesi de istek. Tuzaklardan kaç onlardan yüz çevir.
Böyle hareket ettin mi yüzlerce ferahlık bulursun. Fakat istekten geçemedin mi fesatlıklara uğrarsın.

380. Bunun için  Peygamber “Müftüler sana kuvvetli fetvalar bile verseler sen, kalbine danış” dedi.
İsteği bırak da Tanrı acısın. Bunun böyle olması lâzım, bunu denedin, sınadın ya.
Mademki kaçamıyorsun, ona kullukta bulun da hapsinden kurtul, gül bahçelerine git.
Her an kendini görür gözetirsin adaleti de görürsün, yüceliği de ey azgın.
Fakat perde ardına girer, gözünü kaparsan senin bu göz yummanla güneş, işinden gücünden kalır mı hiç?

 Padişahın,Eyaz’ın hareketini beğenmiyen beylere onun yüceliğinin rütbesindeki üstünlüğün, maaşındaki  fazlalığın  sebeplerini, hiçbir  delil getiremiyecekleri, hiçbir  itirazda  bulunamıyacakları bir tarzda bildirip göstermesi

385. Beyler, hasetten coşunca nihayet padişahı bile kınamaya başlayıp dediler ki:
Bu senin Eyaz’ında otuz adamın aklı yokken nasıl olur da otuz beyin kaftan parasını yer?
Padişah, otuz beyle avlanmak üzere dağlara, ovalara çıktı.
Uzaktan bir kervan gördü, beyin birisine git de,
Sor bakalım, o kervan hangi şehirden geliyor? dedi.

390. Bey gitti, sorup geldi, dedi ki: Rey’den geliyor.Padişah, peki nereye gidiyormuş? deyince kalakaldı.
Bir başka beye, git bakalım yüce kişi dedi, sen de nereye gidiyor, şunu anla!
O da gidip geldi, Yemen’e gidiyormuş dedi. Padişah yükü neymiş? Deyince o da dinelip kaldı.
Padişah, bir başka beye hadi, sen de yükü neymiş, onu öğren dedi.
Bey gidip geldi, her cins mal var, fakat çoğu Rey kâseleri deyince,

395. Padişah, Rey’den ne vakit çıkmış? diye sordu. O aklı gevşek bey de âciz kaldı.
Böylece, otuz hattâ daha fazla beyin hepsi de âciz ve noksan çıktı.
Bunun üzerine padişah beylere dedi ki: Ben bir gün tek başıma Eyaz’ımı sınadım.
Şu kervan nereden geliyor? Git anla dedim. Gitti, hepsini sorup öğrenmiş.
Benim emrim olmadan kervanın bütün ahvalini, olduğu gibi bir bir anlattı.

400. Bu otuz bey, otuz defada ne öğrenebildiyse o, hepsini birden öğrenip geldi.

Beylerin,bu delili cebrice şüphelerle zayıflarmaya savaşmaları,padişahın onlara verdiği cevap

   Beyler, bu bir zekâ işi, o da Tanrı vergisi, çalışmakla olmaz ki.
Aya o güzel yüzü Tanrı vermiş, güle o hoş kokuyu Tanrı ihsan etmiş dediler.
Padişah dedi ki: İnsanın elde ettiği şey zararsa çalışmamasından ileri gelmiştir, kârsa çalışıp çabalamasından.
Yoksa Âdem, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” der miydi.

405. Bu suç bahtımdan. Kader böyleymiş,ihtiyatın tedbirin ne faydası var? derdi.
İblis gibi hani. O da “Sen beni azdırdın. Hem kadehimizi kırıyor, hem de bizi dövüyorsun” demişti ya.
Halbuki takdir haktır ama, kulun çalışması da hak. Kendine gel de koca şeytan gibi kör olma.
İki iş arasında tereddütte kalıyoruz. Hiç ihtiyarımız olmasa bu tereddüt olur mu?
İki eli, iki ayağı bağlı olan adam bunu mu yapsam onu mu, der mi?

410. Denize mi dalsam, yücelere mi uçsam diye hiç tereddüde düşer mi?
Musul’a mı gitsem, yoksa büyü öğrenmek için Babil’e mi diye düşüncelere kapılır mı?
Şu halde tereddüt, bir kudrete delâlet eder. Böyle olmasa tereddüde düşenin bıyığına gülerler.
Yiğidim, kadere az bahane bul! Nasıl oluyor da suçunu başkalarına yükletiyorsun?
Zeyd, kana girsin, cezasını Amr çeksin... Amr, şarap içsin, Ahmet dayak yesin, bu olur mu?

415. Kendi etrafında dolan, kendi suçunu gör. Hareketi güneşten bil, gölgeden bilme.
Bir beyin bile ceza vermesi yanlış olmuyor, o gözü açık er, düşmanı biliyor.
Bal şerbeti içersen başkasına humma gelmiyor. Gündüzün çalışıyorsun, akşamleyin ücretini başkası almıyor.
Neye çalıştın da zararını, faydasını görmedin? Ne ektin de devşirme vakti onu biçmedin?
Canından, teninden doğan işin, çocuğun gibi gelir, senin eteğini tutar.

420. Yaptığın işe gayb âleminden bir suret verirler. Hırsızlık için darağacı kurmuyorlar mı?
Darağacı hırsızlığa benzemez ama gaypları bilen Tanrı’nın meydana getirdiği bir örnektir.
Tanrı, şahsın gönlüne, adalet için şöyle bir suret düz diye ilhamda bulunur.
Sen de bilir, anlarsın ki bu, bu işin karşılığı. Yoksa adalet sahibi olan Tanrı takdiri, insana yaptığına uygun olmayan cezayı nasıl olur da verir?
Hâkim bile bunu seçer, bu çeşit hareket ederken bu hâkimlerin en doğru ve adaletli hüküm vereni olan Tanrı, nasıl hükmeder? Düşün artık.

425. Arpa ektin mi, arpadan başka bir şey bitmez. Borcu sen verdin kimden rehin istiyorsun ki?
Suçunu başkasına yükleme. Aklını yaptığın işin cezasına ver, kulağını o yana aç...
Suçu kendine bul, tohumu sen ektin. Tanrı’nın mücazatıyla, adaletiyle uzlaş.
Zahmetin sebebi kötülük etmektir. Kötülüğü yaptığın işlerde gör, talihimden deme.
Talihe bakış insanı şaşı eder.Köpeği samanlıkta uyutur, tembel bir hale sokar.

430. Civanım kendi nefsini suçlu bul da adaletin verdiği cezayı az kına.
Ercesine tövbe et, yola baş koy. “Kim bir zerre kadar iyilik, yahut kötülük etse mükâfat ve mücazatını görür.”
Nefsin afsununa az aldan, Tanrı güneşi, bir zerreyi bile örtüp kaybetmez.
Şu cismani güneş karşısında bile bu cismani zerreler görünürse,
Elbette hâtıra ve düşünce zerreleri, hakikatlar güneşine karşı görünecek.

Bir avcı,kuşlar kendisini ot sansınlar diye otlara,çimenlere bürünmüş,başına da külâh gibi gül  ve lâleler koymuştu. Akıllı bir kuş,ben bu çeşit çayır,çimen görmedim,bu insan olsa gerek  diye ondan bir koku almıştı ama tam değil  .Çünkü  bu ilk şüphesi, katî değildi ,ikinci şüphesi  daha katî oldu,yani hayır,hayır dedi, herhalde çayır,çimen olmalı.Bu şüphe hırs ve tamahtan gelmişti.Hırs ve tamah hele ihtiyaç ve yoksulluk zamanı pek müşküldür.Peygamber  , ” Az  kaldı  yoksulluk  küfür  oluyordu ” demiştir.

435. Bir kuş, çayırlığa gitti. Orada da av için bir tuzak vardı.
Avcı yere birkaç tane saçmış, kendisi de orada pusuya sinmişti.
Biçare avı yakalamak için kendisine yaprakları ,otları sarmıştı.
Bir kuşcağız onu tanımayıp geldi, adamın etrafında dönüp dolaştı.
Sen kimsin ki dedi, böyle yeşiller giyinmişsin, bu vahşi hayvanlar içinde ovada oturup duruyorsun.

440. Adam, bir zâhidim dedi, dünyadan elimi ayağımı çektim, burada otlarla kanaat edip gidiyorum.
Zahitliği kendime yol yordam yaptım. Çünkü ecelimi önümde görmekteyim.
Komşumun ölümü, bana, vaiz edici yeter. Bu öğüt, benim kazancımı, dükkânımı yıktı mahvetti.
Sonunda mademki yapayalnız kalacağım, her kadınla, her erkekle düşüp kalkmaya alışmamak lâzım.
Mademki sonunda mezara yüz tutacağım, tek Tanrı’ya alışmam daha iyi.

445. Güzelim, sonunda değil mi ki çenemiz bağlanacak, çenemi az oynatmam daha doğru.
Ey altın sırmalı esvaplar giymeye, altın kemerler takınmaya alışmış adam, nihayet sana da bir dikilmemiş elbisedir giydirilecek.
Yüzümüzü toprağa tutalım, ondan bittik, geliştik. Neden gönlümüzü vefasızlara verelim?
Bizim atalarımız akrabalarımız, eskiden beri dört tabiattır. Öyle olduğu halde biz, eğreti akrabalara tamah ettik.
Yıllardır insanın cismi, unsurlarla görüşmede, konuşmada.

450. Ruhu da, nefislerle akıllardan ama ruh, kendi asıllarını unutmuş.
O tertemiz nefislerle akıllardan, cana her an ey vefasız diye mektup gelmede.
Beş günlük dostları buldun da eski dostlardan yüz çevirdin.
Çocuklar oyundan hoşlanırlar ama, geceleyin onları çeke çeke evlerine götürürler.
Küçük çocuk oyuna başlarken soyunur, hırkasını külâhını, ayakkabısını çıkarır atar. Hırsız da gelip ansızın onları kapıverir.

455. Çocuk, oyuna öyle bir dalar ki külâhı, gömleği aklına bile gelmez.
Gece gelir çatar bir türlü oyunu bırakamaz. Eve bir türlü yüz çeviremez.
Duymadın mı, “Dünya ancak bir oyundan ibarettir” denmiştir. Sense oyuna daldın, elbiseni yele verdin, şimdi korkuya düştün.
Gece gelmeden elbiseni ara, gündüzü dedikoduyla zayi etme.
Hâsılı ben de ovada kendime halvet bir yer seçtim, halkı elbise hırsızı gördüm.

460. Ömrün yarısı, sevgili isteğiyle geçti, yarısı düşmanların derdiyle.
O, cüppeyi aldı götürdü, bu, külâhı. Biz de küçücük çocuklar gibi oyuna daldık;
Derken ecel gecesi yaklaştı. Artık bırak şu oyunu, yeter dönme oyuna gayrı.
Tövbe atına binde hırsıza yetiş, hırsızdan elbiselerini al, geri dön.
Tövbe atı acayip bir attır. Bir anda şu aşağılık âlemden ta göğün üstüne kadar sıçrayıp çıkar.

465. Fakat atını da hırsızdan gözet ha. Biliyorsun ya, o, gizlice elbiseni de çaldı.
Aman şu atımı gözet de hırsız çalmasın.

Hırsızlar,birisinin koçunu çaldılar.Onunla kanaat  etmediler de elbisesini çaldılar.

   Birisinin bir koçu vardı. Boynuna bir ip bağlamış, ardından çekip götürüyordu. Bir hırsız geldi, ipini kesip koçu götürdü.
Adam haberdar olunca, koçu nereye götürdü diye sağa sola koşmaya başladı.
Hırsızın bir kuyu başında eyvahlar olsun diye feryadetmekte olduğunu gördü.

470. Dedi ki: Üstat, neden feryat ediyorsun? Hırsız, kuyuya altın torbam düştü.
Çıkarabilirsen sana gönül hoşluğu ile beşte birini veririm.
Yüz altının beşte birine sahip olursun dedi.Adam, bu tam on koçun değeri.
Bir kapı kapandıysa on kapı açıldı. Bir koç gittiyse Tanrı, ona karşılık bir deve ihsan etti ,deyip ;
Elbisesini çıkarttı, kuyuya indi. Hırsız da derhal elbiselerini alıp kaçtı.

475. Yolu köye çıkaracak bir tedbir gerek. Yoksa insana tamah tohumunu getiren tedbire tedbir demezler.
Tamah huyu fitneden ibaret bir hırsızdır ama hayal gibi her an bir surete bürünür.
Onun hilesini Tanrı’dan da başka kimse bilmez.Tanrı’ya kaç da o alçaktan kurtul!

Mustafa aleyhisselâm “İslâmda rahiplik yoktur”  buyurmuştur . Bu  esasa  göre  kuşun, avcıyla konuşup,görüşmesi

   Kuş dedi ki: Azizim, halvette oturma. Ahmed’in dininde rahiplik iyi değildir.
Peygamber, rahipliği nehyetti. Sen, nasıl oldu da böyle bid’ate kapıldın.

480. Cuma namazını kılmak, namazı cemaatle eda etmek, halka iyilik yapmalarını, Tanrı buyruklarını tutmalarını emretmek, kötülükte bulunmaktan çekinmek lâzım.
Kötü huyluların zahmetlerini çekip sabretmek, bulut gibi halka menfaatli olmak gerek.
“İnsanların hayırlısı halka faydalı olanıdır” babacığım. Taş değilsen taşla toprakla işin ne?
Acınmış, Tanrı rahmetine erişmiş ümmetin arasında ol. Ahmed’in sünnetini bırakma, ona mahkûm et kendini.
Adam dedi ki: Aklı tam olmayan, akıllı kişinin yanında taşa kerpice benzer.

485. Ekmek isteğine düşen, eşekten farksızdır. Onunla konuşup görüşmek rahipliğin ta kendisidir.
Çünkü Haktan başka ne varsa hepsi mahvolur gider. Her gelecek, bir müddet sonra gelir, olacak olur.
Adam olmayan kişinin hükmü de, kıblesine benzer. O ölüyü arayıp durur, var onu da ölü say sen.
Böyle adamlarla düşüp kalkan da rahiptir. Çünkü düşüp kalktığı adamlar, taştan, kerpiçten başka bir şey değildir.
Hattâ onlar taştan, kerpiçten de beterdir. Çünkü taş ve kerpiç, kimsenin yolunu vurmaz. Halbuki bu kerpiçlerden insana yüz binlerce zarar gelir.

490. Kuş, iyi ama dedi, asıl savaş, yolda böyle yol vuranlar olunca savaştır.
Aslan gibi olan er, halkı korumak, onlara yardım etmek ve düşmanla savaşmak için emin olmayan yola gelir.
Erlik, yolcu düşmanla çatıştığı zaman meydana çıkar.
Peygamber, kılıçla gönderildi, ümmeti de saflar yaran er bir ümmettir.
Bizim dinimiz de iş, savaştadır. İsa dininde mağaraya, dağa çekilip ibadette.

495. Adam dedi ki: Evet ama insanda güç kuvvet varsa, kötülüklere karşı durabilirse.
Kuvvet olmayınca çekinmek daha doğru. Takatin yetmeyeceği şeyden kaçmak daha yerinde bir iş.
Kuş, işe sarılmak için dedi, yüreğin doğru olması gerek. Yoksa insanın dostu eksik olmaz.
Sen dost ol da sayısız dost gör. Fakat dost olmazsan dostsuz, yardımsız kala kalırsın.
Şeytan kurttur, sen de Yusuf’a benzersin. Ey temiz er, sakın Yakup’un eteğini bırakma.

500. Kurt, çok defa, sürüden bir kuzu, yalnız başına bir yol tutup ayrıldı mı onu kapar,yer.
Sünneti ve topluluğu bırakan kişi, yırtıcı hayvanlarla dopdolu olan böyle bir yerde kendi kanını dökmez de ne yapar?
Sünnet yoldur, topluluk da yoldaşa benzer. Yolsuz yoldaşsız oldun mu bu daracık yerde helâk oldun gitti.
Akla düşman olan yoldaş, yoldaş değildir. O, bir fırsat arar ki elbiseni alıp götürsün.
Seninle beraber gider, gider ama bir aşılmaz bele, boğaza gelsin de varını yoğunu yağma etsin diye.

505. Yahut da o yoldaş dediğin kimse görünüşte cesurdur fakat hakikatte korkak. Bu sarp iş başa düştü mü dönmek için sana ders vermeye kalkışır.
Korkaklığından dostunu da korkutur. Böyle yoldaşı düşman bil, dost değil.
Bu yol, insanın canıyla başıyla oynayacağı yoldur. Her meşelikte, her sazlıkta yufka yüreklileri geriye çevirecek bir âfet vardır.
Din yolu, her puşt tabiatlının gideceği yol değildir. bu yüzden de tehlikelerle doludur.
Yoldaki bu korku, unu kepekten ayıran elek gibi insanların da yüreklilerini yüreksizlerinden ayırt eder.

510. Yol, nasıl yoldur? Gidenlerin ayak izleri ile dopdolu bir yol. Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost.
Tutalım ki ihtiyatlısın da seni kurt kapmadı. İyi ama topluluk olmadıkça o neşeyi bulamazsın ki.
Yalnız olarak bir yolda neşeli neşeli giden kişinin neşesi, dostlarla, yoldaşlarla giderse birken yüz olur.
Eşek, ağır canlı olduğu halde eşeğiyle dostu ile giderse neşelenir kuvvet bulur.
Kervandan ayrılıp,yalnız yol almaya kalkışan eşeğe o yol, yüz kere daha uzar, o derece yorulur.

515. O çölü yalnız olarak aşıncaya kadar kaç sopa fazla yer, kaç kere fazla nodullanır.
O eşek sana der ki: Eşek değilsen yola böyle yalnız düşme. Sen de bu öğüdü iyi dinle.
Yolu gözeterek tenhaca ve güzel güzel giden, şüphe yok ki dostlarla daha güzel gider.
Her peygamber, bu düz yolda mucize gösterdi, yoldaşları aradı.
Duvarların yardımı olmasa evler, ambarlar nereden meydana gelirdi?

520. Her duvar, birbirinden ayrı olsa tavan, havada nasıl olur da direksiz, dayanaksız durur.
Kâtibin, kalemin yardımı olmasa kâğıt üstüne yazı mı yazılır, sayı mı dökülür?
Bir kişi kamışları yere döşese, fakat örüp hasır yapmasa nasıl durur? Bir yel geldi mi alır, uçuruverir.
Tanrı, her cinsi eş yarattı, sonuçlar da topluluktan meydana geldi.
Hâsılı adam söyledi, kuş söyledi... bahisleri uzadı gitti.

525. Mesnevi’yi kısa ve gönlün istediği bir şekilde düz. Macerayı özlü ve kısa anlat.
Ondan sonra kuş dedi ki: Bu buğdaylar kimin? Adam, vasisi olmayan bir yetimin emaneti.
Beni emin bildikleri için emanet ettiler, yetim malı dedi.
Kuş dedi ki: Ben pek açım. Şu anda bana leş bile helâl.
Müsaade et de ey emniyetli, zâhit ve muhterem zat, şu buğdaydan yiyeyim.

530. Adam, zaruret hakkında fetva veren de sensin. Fakat zaruretin, ihtiyacın yok da yersen suçlu olursun.
Hattâ zaruretin varsa bile çekinmek daha iyi. Fakat mademki yiyeceksin, parasını ver bari dedi.
Kuş, o anda tamamiyle kendisinden geçmişti. Atı, yularını elinden almıştı.
Buğdayları yedi ama tuzakta kala kaldı. Nice Yâsin okudu,nice En’am okudu.
Âciz kaldıktan sonra ister acıklan, ister ah et. Bu kara duman, o hale düşmeden gerekti.

535. Hırs ve heves, insanı harekete getirdi mi o zaman ey feryadıma yetişen, medet de.
Çünkü bu feryat, Basra harap olmadan edilen feryattır. Belki bu sınıklık yüzünden Basra kurtulur.
Ey ağlayan dövünen, bana Basra’yla Musul yıkılmadan ağla, dövün!
Ölümden evvel feryat et, başına topraklar saç. Ölümden sonraysa ağlama, dayan.
Ben felâkete düşmeden, helâk olmadan ağla bana, felâket tufanından sonraysa ağlamayı bırak.

540. Şeytan, yolunu vurmadan Yâsin okumak gerek.
Kervan vurulup kırılmadan hayvan döv de yol alsın ey kervancı.

Bir kervancı,hırsızlar,tacirlerin mallarını tamamiyle alıp götürünceye kadar susması, ondan sonra gürültüye kalkışması

   Bir kervan muhafızı uyunmuştu. Hırsız gelip kervanı soydu, aldığı malları toprağa gömdü.
Sabahleyin kervan halkı uyandı, malların, gümüşlerin, develerin yerinde yeller esiyordu.
Mallarımız ne oldu yahu? Söyle bakalım dediler.

545. Dedi ki: Gece hırsızlar geldiler. Gözümüzün önünde ne var ne yoksa alıp götürdüler.
Halk, a kum tepesine benzeyen herif, a arda kalasıca, sen ne yaptın? dediler.
Dedi ki: Ben bir kişiydim, onlar yiğit, gürbüz, silâhlı bir alay adamdı.
Halk pekâlâ dedi, savaşmayacaktın bari uyanın kalkın diye bağırsaydın.
Dedi ki: Bağırmak istedim ama tam o sırada bana bıçak, kılıç gösterip sus, yoksa acımadan seni keseriz demek istediler.

550. Ben de korkudan ağzımı kapadım. Fakat şimdi istediğiniz kadar bağırıp çağırayım.
O zaman soluk bile alamıyordum, fakat şimdi dilediğiniz kadar feryat edeyim!
Kötü ve rüsva, şeytan, ömrünü zâyettikten sonra “Euzü” çekmek, “Fâtiha” okumak beyhudedir.
Beyhudedir ama yine de gaflete düşmek, feryat etmekten daha kötüdür ya.
Sen de beyhude olsa, tatsız tuzsuz bulunsa bile yine feryat et, sızlan; ey yüce ve üstün Tanrı, de... Lûtfet bu hor kişilere bir bak.

555. Feryada erişme zamanı da kaadirsin, o zaman geçince de. Allah’ım senden bir şey eksilmez ki!
Sen “Kaybettiğiniz şeylere hayıflanmayın” diyen padişahsın. Dilediğin şey nasıl olmaz?

Kuşun,bu tutuluşunu zâhidin hareketine, riya ve hilesine vermesi, zâhidin de cevabı

   Kuş dedi ki: Zâhitlerin afsununu dinleyenin lâyığı budur.
Zâhit, hayır dedi, nahak yere yetimlerin malını yiyen kişinin lâyığıdır bu.
Kuş, bundan sonra öyle bir ağlayıp sızlanmaya koyuldu ki derdinden tuzak da titredi, avcı da.

560. Kuş, gönlümdeki birbirine zıt şeyler yüzünden belim kırıldı diyordu; sevgili, gel de ellerinle başımı okşa.
Elinin altında oldukça başım rahatlaşır. Elin lûtuf ve ihsan hususunda bir delildir senin.
Gölgeni başımdan çekme. Kararım kalmadı, kararım kalmadı, kararım kalmadı!
Senin derdinle ey selvilerin, yaseminlerin haset ettikleri güzel, uyku gözlerimden usandı.
Lâyık değilsem bile ne olur, bir an olsun bu dertlere düşmüş, dermana lâyık olmayan kulun halini sorsan ne olur ki?

565. Yoklukta ne liyakat vardı ki sen ona bunca lûtuf kapılarını açtın.
Uyuz bir toprağı, kerem ettin de insan haline getirdin; yenine, yakasına duygu nurlarından on inci doldurdun.
Ölü bir meni, bu beş zâhiri, beş bâtıni duyguyla adam haline geldi.
Ey yüce nur, senin tevfikın olmadıkça tövbe nedir ki? Tövbenin bıyığına gülmeli.
Dilersen, tövbenin bıyıklarını bir bir yolarsın. Tövbe, bir gölgedir, sense aydın bir ay.

570. Ey yüzünden dükkânım, durağım yıkılmış olan dilber, kalbimi sıkmaktasın, nasıl feryat etmeyeyim?
Senden nasıl kaçabilirim ki sensiz bir diri bile yoktur. Senin tanrılığın olmadıkça kulun varlığı olamaz.
Ey canların aslı, canımı al benim. Sensiz bu candan usandım artık.
Deliliğe âşığım, akıllılığa, usluluğa doydum.
Utancımı yırttım, paraladım mı hiç olmazsa sırrımı açık söylerim. Ne zamana dek bu sabır, ne zamana dek bu mihnet ve titreyiş?

575. Saçak gibi âr ve hayâ altında gizlendim kaldım. Birdenbire şu yorganın altından bir sıçrayayım.
Yoldaşlar, sevgili, yolları bağladı. Biz topal ceylânlarız, o avlanan bir aslan.
Ona teslim olmak, emrine boyun eğmekten başka, böyle bir kan döken erkek aslana karşı ne çaremiz var?
O, güneş gibi ne uyumakta, ne bir şey yemekte. Ruhları da uyutmamakta,ruhlara da bir şey yedirmemekte.
Gel demekte, ya ben ol, ya benim huyumla huylan da sana tecelli edeyim, yüzümü gör.

580. Görmediysen neden böyle çıldırdın... Topraktan neden dirilmeyi istiyorsun?
Mekânsızlık mekânından sana ot vermeseydi can gözün, o tarafa dikilir kalır mıydı hiç?
Kedi, delikten rızıklanır da onun için delik başında bekler durur.
Başka bir kedi de damlarda gezinir.Çünkü kuş avlar, onunla rızıklanır.
Birisi çulhacılığı kıble edinmiştir, öbürü kaftan parası için padişaha bekçilik yapar.

585. Bir başkası da işsiz güçsüzdür, yüzünü mekânsızlık yurduna tutmuştur. Çünkü onun can gıdasını da oradan sen vermedesin.
İradesini Tanrı’ya verenin işi iştir. O, Tanrı işi için her işten kesilmiştir.
Başkaları şu birkaç gün içinde ta göç gecesine kadar çocuklar gibi oyuna dalıp giderler.
Uyuyan biri sıçrayıp uyandı mı vesveseler dadısı ona işveler yapar.
Hadi der canım yavrum uyu. Kimsenin seni uyandırmasına razı değiliz biz.

590. Senin, kendi kendini uykudan çekip koparman lâzım... su sesini duyan susuz gibi hani.
Ben, susuzların kulağına gelen bir su sesiyim. Yağmur gibi göklerden yağarım ben.
Âşık, sıçra, şu ıstıraptan kurtul. Hem susuzluk, hem su sesini duymak, hem de uyku... Bu nasıl olur?

Bir âşık,sevgilisinin verdiği söze uyup geleceği yere geldi,fakat gece uzadı,o da beklerken uykusu gelip daldı.Sevgilisi,va’idinde durdu, geldi.Fakat onu uyur görünce cebini cevizle doldurup gitti

   Eski zamanlarda bir âşık vardı, devrinde ahdinde duran bir âşıktı o.
Yıllarca zaman ay yüzlü sevgilisine bağlanmış, padişahına âdeta esir olmuştu.

595. Arayan nihayet bulur. Kurtuluş, sabırdan doğar.
Sevgilisi bir gün, bu gece gel dedi, senin için ballar börekler yaptım.
Falan odada gece yarısına kadar bekle de geceleyin sen çağırmadan ben gelirim.
Adam, kurban kesti, ekmekler dağıttı.Beklediği ay, toz altından çıkmış görünmüştü.
O hararetli âşık geceleyin, sevgilisinin vaadine ümitlenerek o odaya gelip oturdu.

600. Gece yarısı geçince va’dinde duran sevgilisi çıka geldi.
Fakat âşığını uyuyor buldu. Yeninden bir parça kesti.
Sen çocuksun, bunlarla oynaya dur diye cebine de birkaç tane ceviz koydu.
Âşık, geceleyin uykusundan sıçrayıp uyanınca yanı başında yenini, cebindede cevizleri gördü.
Dedi ki: Padişahımız, doğruluktan, vefadan ibaret. Bize ne geliyorsa bizden geliyor!

605. Ey uykusuz gönül, biz bundan eminiz. Çünkü bekçi gibi dam üstünde elimizde sopa beklemekteyiz.
Cevizlerimiz, bu değirmende kırıldı, derdimize ait ne söylesen azdır.
Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver.
Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim.
Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır.

610. Derhal kalk, ayağıma o zinciri vur.Çünkü ben, tedbir silsilesini yırttım gitti.
Fakat o devletli sevgilimin büklüm büklüm saçlarından başka iki yüz tane zincir getirsen kırarım.
Kardeş aşk ve namus doğru bir şey değil. Ey âşık, âr ve hayâ kapısında durma.
Artık vakti geldi, soyunayım, sureti bırakayım da baştanbaşa can olayım.
Ey utancın, düşüncenin düşmanı gel! Ben âr ve hayâ perdesini yırttım.

615. Ey canın uykusunu büyüyle bağlayan sevgili, sen şu âlemde ne katı yürekli sevgilisin.
Hemen sabrın boğazını sık da aşkın gönlü kutlu olsun.
Ey gönlümüzü yurt ve konak edinen dost, ben yanmadıkça aşkın gönlü kutlu olur mu hiç?
Sen kendi evini yakmadasın, yak. Kimdir bu caiz değil diyecek?
Ey sarhoş aslan, bu evi yak. Âşıkın evi, böyle olsun, bu daha doğru ve yerinde.

620. Bundan böyle bu yanışı kıble edineyim, çünkü ben mumum yandıkça aydınım.
Babacığım, bu gece uykuyu bırak, bir gececik olsun uykusuzlar mahallesine gel de,
Şu mecnun olanlara pervane gibi vuslat uğruna ölenlere bak.
Halkın aşk denizinde gark olan şu gemisine bak. Sanki aşkın boğazı bir ejderha!
Gizli, fakat gönüller kapan bir ejderha... Dağ gibi akılları çekiveren bir kehribar.

625. Hangi güzel koku satanın aklı, ondan haberdar olsa ırmağa bütün tablalarını döküverir.
Yürü, yürü... hakikaten bu ırmağın ne misli vardır, ne eşi; sen, bu ırmaktan ebediyen çıkamazsın.
Ey yalancı gözünü aç da bak. Ne vakte dek ben şunu, bunu bilmem diyeceksin.
Riya ve mahrumiyet vebasından kurtul, diri ve daima işte güçte olan Tanrılık âlemine gir.
Gir de görmüyorum, görüyorum olsun... Şu bilmemler biliyorum haline gelsin.

630. Sarhoşluktan geç, sarhoşluk verir ol. Bu renkten renge girişi bırak, onun istivasına naklet.
Niceye bir bu sarhoşlukla nazlanıp duracaksın? Her mahalle başında bunca sarhoş var.
İki âlem de sevgilinin sarhoşları ile dolsa hepsi de bir olur ki, o bir de hor hakîr değildir.
Onlar bir olmakla derecelerinden düşmeyecekleri gibi çok olmakla da dereceleri düşmez. Hor hâkir kimdir? Bedene tapan cehennemlik!
Âlem, güneşin nuru ile dolsa o yalımı güzel ısılık kaynağı, hor mu olur?

635. Fakat bütün bununla beraber yücelere çık, salın. Çünkü Tanrı’nın yeryüzü geniştir, sana ram olmuştur.
Bu sarhoşluk, yüce bir doğan kuşuna benzer ama kutluluk mekânında ondan da yüceleri vardır.
Yürü, herkesten seçilmiş olmada, ruh bağışlamada sarhoşlukta ve sarhoş etmede bir İsrafil kesil.
Sarhoşun gönlüyle alay etme, eğlenme hevesi düştü mü bunu bilmem, onu bilmem, demeyi tutturur.
Bunu bilmem, onu bilmem demek,bildiğimiz kimdir onu söylemen içindir.

640. Sözde bir şeyi nefyetmek. Bir şeyi ispat etmek içindir. Nefyi bırak da söze ispattan başla.
Bu değil, o değil sözünü terket de var olanı ileri getir.
Nefyi bırak da var olana tap, bunu o sarhoş Türk’ten öğren babacığım.

Mahmur Türk beyinin, sabah çağı çalgıcıyı çağırması; ”Ulu Tanrı’nın dostlarına hazırladığı bir şarap vardır, onu içtiler mi sarhoş  olurlar, sarhoş olunca da tertemiz bir hale gelirler..” hadisinin tefsiri Şarap , sırlar  küpünde  şunun  için   köpürür: Kim , her  şeyden  geçmişse  o   şarabı  içer. Ulu Tanrı “ İyi kişiler içerler” demiştir. Senin içtiğin şarap haramdır. Biz, helâl olan şaraptan başka şarap içmiyoruz. Çalış da yokluktan varlığa ulaş. Tanrı şarabiyle sarhoş ol.

   Yabancı bir Türk, seher vakti uyandı. Sarhoşluğun verdiği mahmurlukla bir çalgıcı istedi.
Can çalgıcısı, insanın canına munistir. Sarhoşun mezesi, gıdası ve kuvveti odur.

645. Çalgıcı onları sarhoşluğa çeker. Sonra yine sarhoşluğu, çalgıcının, okuyucunun nağmesinden, nefesinden tadarlar.
Tanrı şarabı, insanı o çalgıcıya, o okuyucuya götürür; bu ten şarabı da bu çalgıcıdan, bu okuyucudan gıdalanır.
Söze gelince ikisi de birdir ama hakikatte bu Hasan’la o Hasan arasında fark çoktur.
Arada söze ait bir şüphe var ama gökyüzü nerede, ip nerede?
Sözdeki birlik, daima yol vurur. Kâfirle müminin birliği, ten bakımındandır.

650. Bedenler, ağızları kapalı testilere benzerler. Her testide ne var? Sen ona bak.
O beden testisi, âbıhayatla doludur, bu beden testisi ölüm zehriyle.
İçindekine bakarsan padişahsın, dışına bakarsan yolunu azıttın gitti.
Söz,bil ki şu bedene benzer, manâsı da içindeki candır.
Baş gözü, daima bedeni görür, can gözü ise, hünerli canı.

655. Mesnevi’nin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, manâya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur.
Tanrı da “Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır” buyurmuştur.
Arif, şarap dedi mi Tanrı için olsun abes görme. Arife nasıl olur da bir şey yok olur?
Sen, şeytanın içtiği şarabı anlarsan Tanrı şarabını nereden düşünebileceksin?
Çalgıyla şarap... bu ikisi de eşittir. Bu ona koşar, o buna.

660. Sarhoşlar, çalgının namesiyle, çalgıcının nefesiyle gıdalanırlar. Çalgıyla çalgıcı da onları meyhaneye çeker götürür.
O, meydanın başıdır, bu, sonu. Gönül, onun çevgânında bir top kesilmiştir.
Akılda ne varsa kulak oraya dikilir. Başta safra varsa yanınca sevda olur.
Sonra bu ikisi de kendinden geçer, orada baba da bir olur oğul da.
Neşeyle dert uzlaştı mı türkümüz çalgıcıları uyandırdı.

665. Çalgıcı uyutucu bir şarkı okumaya başladı: Ey yüzünü görmediğim sevgili, bana bir kadeh sun.
Sen, benim yüzümsün, hakikatimsin, seni görmezsem şaşılmaz. Yakınlığın son derecesi, şüpheye düşme perdesiyle bürünmedir.
Sen aklımsın, seni görmezsem şaşılmaz. Karışık şeylerin birbirine girmesinden seni göremezsem şaşılacak şey değildir bu.
Sen, bana şah damarımdan daha yakınken, yâ diye nasıl sana hitap edebilirim? Yâ, uzakta olana hitaptır.
Ben, kıskançlığımdan yanımdaki sevgiliyi gizlemek, duyanları yanıltmak için dağlarda, çöllerde sana nida edip duruyorum.

Bir körün Mustafa aleyhisselâm’ın evine gelmesi, Tanrı razı olsun , Ayşe’nin körden kaçması, Resûl aleyhisselâm’ın “Neye kaçıyorsun? O seni görmüyor ki” demesi üzerine Ayşe’nin, Peygambere cevabı

670. Peygamberin huzuruna bir kör geldi, ey her hamur teknesine ihsanda bulunan dedi.
Sen, sulara, yağmurlara hâkimsin, ben de susuzum, su istiyorum. Ey beni suvaran medet, medet!
Kör kapıdan aceleyle gelince Ayşe, görünmemek için derhal kaçtı.
O temiz kadın, kıskanç peygamberin gayretini biliyordu.
Kim daha güzelse kıskançlığı daha artıktır. Çünkü oğullarım, kıskançlık nazdan meydana gelir.

675. Kokmuş kocakarılar, çirkinliklerini, kartlıklarını bilirler de kocalarına kendi elleriyle genç kadın alırlar, kendi elleriyle kendilerine ortak getirirler.
İki âlemde de Ahmed’in güzelliği gibi güzellik mi var? Tanrı nuru, ona yardım etmede.
İki âlemin nazı da onda olacak elbet. Bu bakımdan kıskançlık da, güneşten yüz kat daha parlak olan ona yaraşır.
Topumu Zühal yıldızına attım. Yıldızlar, yüzünüzü çevirin.
Benim eşi olmayan parlaklığıma karşı yok olun. Yoksa nuruma karşı rüsvay olursunuz.

680. Ben her gece keremimden kaybolurum, gider gibi görünürüm, yoksa nereye gideceğim?
Gider gibi görünürüm de, siz de bir gececik olsun bensiz şu âlemde yarasalar gibi kanat çırpın!
Tavus kuşları gibi kanatlarınızı gösterin, sarhoş olun, baş çekin, ululanın.
Fakat çarık nasıl Eyaz’ın mumu ise siz de arada bir o çirkin ayaklarınıza bakın.
Benlikle sol taraf ehlinden olmayasınız diye kulağınızı çekmek için sabahleyin yüz gösteririm der.

685. Bunu bırak da bu söz uzundur. Kün emri sözü uzatmayı nehyetmiştir.

Mustafa aleyhisselâm’ın ,gönlümdekini biliyor  mu,yoksa söylenen bir sözü mü taklit ediyor diye  anlamak  için,Tanrı  razı  olsun, Ayşeyi sınaması ve “Neden gizleniyorsun? Gizlenme. Kör,seni görmüyor ki” demesi.

   Peygamber, sınamak için “O kadar gizlenme, o seni görmüyor ki” dedi.
Ayşe elleriyle işaret ederek “O görmüyor ama ben onu görüyorum ya” demek istedi.
Bu öğüt vericinin sözlerinin benzetmelerle, örneklerle dolu olması, aklın, ruhun güzelliğine karşı kıskançlığından onu göstermek istemeyişinden ileri gelir.
Ruh, bu kadar gizliyken akıl, neden bu derece de onu kıskanır?

690. Onun nuru, kendi yüzünü örtmüştür. A kıskanç, kimden gizliyorsun?
Bu güneş, yüzünü örtmeden seyredip durmada. Fakat onun şiddetli nuru, yüzüne perde olmada.
Güneş bile ondan bir eser görmemekte. Artık sen, onu kimden gizlersin ki a kıskanç?
Fakat bende öyle bir kıskançlık var ki onu kendimden bile kıskanır, kendimden bile gizlemek isterim.
Şiddetli kıskançlık ateşimden gözlerimle, kulaklarımla savaşa girişmişim âdeta.

695. Ey can, ey gönül! Mademki bu kadar kıskançsın, ağzını yum, sözü bırak bari.
Fakat korkarım ,susarsam o güneş başka bir yerde perdesini yırtar, kendini gösterir.
Sükûtumuz ondan daha ziyade anlatmış olur. Onu görünmekten men edersek görünmeye olan meyli daha fazlalaşır.
Deniz coşup kükredi mi, kükreyişi köpük halinde görünür; köpürüşü, “Bilinmeyi diledim, sevdim de halkı yarattım” sırrını meydana getirir.
Söz söylemekse o pencereyi kapatmak demektir. Söz söylemek, onu gizlemenin ta kendisidir.

700. Güle karşı bülbüle naralar at da ondan haberi olmayanlara korkusunu duyurma, oyala bu nağmelerle onları.

CİLT 6  (701 - 1400 Beyitler)

701. Kulakları, sözle meşgul olsun da akılları, gülün yüzünü görme havasına kapılmasın.
Hele pek aydın olan bu güneşin karşısında her delil hakikatte yol vurucudur.

Çalgıcı ,Türk beyinin meclisinde şu gazeli okumaya  başladı: Gül müsün, süsen mi, yoksa aymı? Bilmiyorum ki  ,bu   perişan âşıktan ne  istersin ?  Bilmem ki...Türk beyi  bunu  duyunca ”Bildiğini   söyle  be!”   diye bağırdı, çalgıcı  da ona cevap verdi.

   Çalgıcı, sarhoş Türk’ün huzurunda nağmelere gizleyerek elest sırlarını söylemeye başladı:
Bilmem ki ay mısın, put mu? Bilmem ki benden ne istersin?

705. Bilmem ki sana nasıl hizmet edeyim? Susup oturayım mı, yoksa söyleyeyim mi?
Şaşılacak şey şu: Hem benden ayrı değilsin, hem de ben neredeyim, sen neredesin? Bunu bir türlü bilmiyorum.
Bilmiyorum beni nasıl çekiyor da bazen karalar da yürütüyor, bazen kan denizlerine gark ediyorsun.
Böylece ağzını açıp bilmem, bilmiyorum demeye girişti, boyuna bu lâfı söylüyordu.
Bilmiyorum sözü haddi aşınca Türkümüz kızdı, kızıştı.

710. Yerinden fırlayıp topuzunu çekti, çalgıcının başına çöktü.
Hemen bir çavuş koşup topuzu yakaladı, çalgıcıyı öldürmek size yaraşmaz dedi.
Türk dedi ki: Bu sayısız tekerlemesi, kafamı şişirdi, bari ben onun kafasını ezeyim de görsün!
A kaltaban, bilmiyorsan nane yeme... Biliyorsan ne söyleyeceksen söyle.
A ahmak bildiğini söyle bari de bilmiyorum, bilmiyorum deyip durma.

715. Ben; neredensin, nerelisin be adam? diye soruyorum. Sen, ne Herat’lıyım ne Belh’li...
Ne Bağdat’lıyım, ne Musul’lu, ne de Tıraz’lı diyor, ne, ne diye uzatıp duruyorsun.
Nereliysen söyle bari de kurtul. Burada meramını söylememek aptallıktır.
Yahut da sana ne yedin diye soruversem ne şarap içtim, ne kebap yedim...
Ne et yedim, ne tirit, ne de mercimek diyorsun. Ne yediysen yalnız onu söyle, kâfi.

720. Sözü uzun uzun gevelemek neden? Çalgıcı dedi ki: Maksadım gizli.
Senin nefyetmenden, yoktur demenden ispat senden ürküp kaçmada. Var olanı bir türlü bulamıyorsun. İspattan bir koku alasın diye nefyettim, bilmiyorum dedim.
Bu sazı, nefiyle nağmelendirdim. Ölünce de ölüm, sana yaşayış sırlarını söyler.

Peygamberin  ”Ölmeden önce ölün”  hadîsinin tefsiri
Dirilik  istersen  dostum, ölmeden  önce  öl.
İdris böyle ölümle öldü de bizce cennetlik oldu.

   Bir haylidir can çekiştin ama hâlâ perde arkasındasın. Çünkü bir türlü ölemedin; halbuki ölüm, asıldı.
Ölmedikçe can çekişmen, sona ermez. Merdiven tamamlanmadıkça dama çıkamazsın.

725. Yüz ayak merdivenin iki basamağı noksan olsa dama çıkmak isteyen çıkamaz, dama nâmahrem kesilir.
Yüz kulaç ipin bir kulacı eksik olsa kovaya kuyu suyunun dolmasına imkân yoktur.
Bu gemi, yükünden artık olan son batmanı da yüklemezse batmaz beyim.
Son yüklenen yükü asıl bil, ne iş yaparsa o yapar. Vesvese ve azgınlık gemisini o batırır.
Akıl gemisi battı mı insan, bu gök kubbeye güneş kesilir.

730. Ölmediğin için can çekişmen uzadı. Ey Tıraz mumu, sabahleyin sön, öl.
Yıldızlarımız gizlenmedikçe can güneşi, bil ki gizlidir.
Topuzu kendine vur da benliğini darmadağın et. Çünkü bu ten gözü, kulağa tıkanmış pamuğa benzer.
Ey alçak, bende, benim hareketlerimde gördüğün benlik, senin benliğinin aksidir. Sen, kendi kendine topuz vurmadasın.
Benim suretimde kendi aksini görmüş kendinle boğazlaşmak için coşmuş, köpürmüşsün.

735. Hani o aslan da kuyuda kendi aksini görmüştü de düşmanı sanıp saldırmıştı ya, onun gibi işte.
Yok demek, şüphe yok ki var olanın varlığın zıddıdır. Yok, diyorum, bilmem diyorum, sen de bu zıtla, zıddı olan varı ve varlığı birazcık anla artık.
Bu zamanda zıddı nefyetmeden başka anlatış çaresi yok.Bu âlemde bir an bile yok ki tuzak olmasın.
Ey akıllı fikirli er, sevgiliyi perdesiz görmek istiyorsan ölümü seç, o perdeyi yırt.
Fakat, ölür mezara gidersin hani o ölümü değil. Seni değiştiren nura götüren ölümü seç.

740. Erkek, erkeklik çağına girdi, kendini bildi mi çocukluk, ölür gider; Rum diyarına mensup olur. Zencilik kalmaz.
Toprak, altın oldu mu topraklığı kalmaz. Gam ferahlık haline geldi mi insana keder verme dikeni yok olur gider.
Mustafa, bunun için ey sırları arayan, diri olan bir ölü görmek istersen dedi...
Diriler gibi şu toprak üstünde ölü olarak yürüyen, canı göklere yücelmiş,
Yüceleri yurt edinmiş birisini görmek dilersen...

745. Ölümden önce bu âlemden göçmüş, akılla değil de ancak sen de ölürsen anlayacağın bir hale gelmiş...
Canı, halkın canı gibi göçmemiş, bir duraktan bir durağa göçe göçe ta son durağa varmış,
Birisini, yeryüzünde bu sıfatlara bürünmüş gezip duran bir ölüyü görmek istersen...
Tertemiz Ebu Bekir’i gör ki o, doğruluğu yüzünden mahşere varmış, haşrolmuş kişilerin ulusudur.
Bu âlemde EbuBekris Sıddıyk’a bak da haşri daha iyi tasdik et.

750. Muhammed’de elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü o, her hakikati,her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hâl olmuş, hakiki varlığa ulaşmıştı.
Ahmet bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti.
Ondan kıyameti sorup dururlar ve “Ey kıyamet, kıyamete ne kadar zaman var” derlerdi.
Birisi o hakiki mahşer olan Peygamberden haşri sordu mu çok defa hâl diliyle “Mahşerden haşri soruyor” derdi.
İşte onun için o güzel haberler veren peygamber, ey ulular demiştir, ölmeden önce ölün!

755. Nitekim ben de ölmeden öldüm de bu sesi, bu şöhreti o taraftan aldım, getirdim.
Kıyamet ol da kıyameti gör. Her şeyi görmenin şartı budur.
İster nur olsun, ister karanlık. O olmadıkça onu tamamı ile bilemezsin.
Akıl oldun mu aklı tamamı ile bilirsin, aşk oldun mu aşkın yanmış, mahvolmuş fitillerini anlar, duyarsın.
Anlayış bunu kavrayabilseydi bu dâvanın delilini apaçık söylerdim.

760. İncir yiyen bir kuş gelip konuk olsa bu tarafta incir çoktur, incirin hiçbir değeri yoktur.
Âlemde bulunan kadın, erkek... Herkes her an can vermede, ölmededir.
Sözlerini de, ölüm zamanı babanın oğula vasiyeti say.
Da ibret al ,acın... Bu suretle de buğuz,haset ve kin, kökünden sökülüp çıksın.
Yakınlarına onlar ölünce nasıl yüreğin yanarsa o çeşit bak.

765. Gelecek şey gelmiştir onları ölmüş say, sevdiğini ölüyor, ölmüş onu kaybetmişsin bil.
Garezler senin bu çeşit bakışına perde oluyorsa onları yırt, at.
Bunları yırtıp atamazsan âcizim deyip kalma. Bil ki âciz olanı bir âcze salan var.
Âciz, bir zincirdir. Birisi gelmiş, sana o zinciri takmıştır. Gözünü açıp zinciri takanı görmek gerek.
Ey yaşayış yolunu gösteren ben bir doğandım, ayağım bağlandı, bu neden? diye yalvarıp sızlanmaya koyul.

770. Yarabbi de, kötülüğe kuvvetle adım attım. Bu yüzden kahrınla daima zarar ve ziyan içindeyim.
Senin öğütlerine karşı kulağım sağırdır. Put kırıyorum diye dâvadaydım ama put yapıyormuşum meğer.
Senin yaptığın şeyleri senin sanatlarını anmak mı farzdır, ölümü anmak mı? Ölüm, güz mevsimine benzer, sense yaprakların aslısın.
Şu ölüm yıllardır davulcağızını döver durur da senin kulağın vakitsiz ve yersiz oynar.
Fakat can verme çağında ah ölüm dersin. Ölüm şimdi mi seni uyandırdı?

775. Ölümün, nâra atmadan boğazı yırtıldı sesi tutuldu; dövüle dövüle davulu patladı!
Sense kendini bir şeylere verdin, ince eleyip sık dokudun; ne sesini duydun, ne davulunu! Fakat ölümün ne demek olduğunu şimdi anladın işte!

Ömrü zayedip tam can verme çağında,o darlık zamanında tövbe etmeye koyulmak,her yıl Halep’teki Şîa’nın âşure  günlerinde  Antakya  kapısında   yas tutmasına  benzer.Garip  bir şair, yoldan  gelmişti  de:”Bu gürültü,bu feryat  nedir kime yas tutuluyor?” diye sormuştu.

   Âşure günü, bütün Halep’liler, Antakya kapısına gelirler, ta geceye kadar.
Kadın erkek, büyük bir kalabalık toplanır, Ehlibeyt’in yasını tutarlardı.
Bağırırlar, ağlarlar, feryat ederlerdi. Şîa, Kerbelâ vakası için yas tutardı.

780. Ehlibeyt’in Yezit’ten, Şimir’den çektikleri zulümleri, onlar tarafından uğradıkları sınanmaları sayıp dökerler,
Sesleri ses verir, feryatları, bütün ovayı, çölü doldururdu.
Bir garip şair, âşure günü çölden geldi, o feryadı duydu.
Şehri bırakıp o tarafa yürüdü, feryadın sebebini araştırmaya koyuldu.
Merak etti, bu gam nedir, bu yas kime tutuluyor diye soruşturmaya başladı.

785. Herhalde bir ulu bey ölmüş olmalı diyordu; böyle bir topluluk, küçük iş değil.
Ben garibim siz buralısınız adını lâkaplarını söyleyin.
Adı neydi ne iş görürdü, nasıl adamdı? Bana bildirin de onun iyiliklerine ait bir mersiye söyleyeyim.
Ben şairim,bir mersiye düzüp okuyayım da,buradan bir yiyecek,bir azık parası alayım.
Bunu duyanların birisi dedi ki: Yahu, sen deli misin? Yoksa Şîa değilsin de Ehlibeyt düşmanı mısın?

790. Âşure gününü, o gün şehit olan cana yas tutmanın yüzlerce yıl yaşamadan daha üstün olduğunu bilmiyor musun?
Bu dert Müminin yanında değersiz olur mu hiç? Kulağın aşkı, küpenin değerincedir.
Mümine göre o pâk nurun yası, yüzlerce Nuh tufanından da meşhurdur.

Şair’in,Halepteki Şiîleri kınayan sözleri

   Şair dedi ki: Doğru ama Yezit’in devri nerede? Bu yas buraya ne kadar da geç gelmiş?
Körler bile o kötülükleri gördüler, sağırların kulakları bile o hikâyeleri duydu.

795. Siz şimdiye kadar uyuyor muydunuz ki şimdi yas tutuyor, elbisenizi yırtıyorsunuz?
Ey uykuya dalanlar, kendinize ağlayın! Çünkü bu ağır uyku, çok kötü bir ölüm.
Tanrı’ya mensup ruh, zindandan kurtuldu. Neden elbisenizi yırtalım, niçin elimizi ısırıp duralım?
Onlar ,din sultanlarıydı. Bağı kırdıkları zaman onlara sevinç çağıdır.
Devlet saymanına uçup gittiler; tomruğu,zinciri çözüp attılar.

800. O gün devlet günüdür, güzellik ve saltanat günüdür. Bir zerrecik anlasan, bilsen bunun böyle olduğunu tasdik edersin?
Bilmiyor, anlamıyorsan yürü, kendine ağla. Çünkü göçmeyi mahşeri inkâr ediyorsun.
Kendi harap dinine, harap gönlüne ağla ki bu eski topraktan başka bir şey görmüyor.
Görüyorsa neden yiğitleşmiyor, Tanrı’ya dayanmıyor; neden gözü tok değil?
Nerede yüzünde din şarabının verdiği nur? Denizi gördüysen hani cömert elin, avucun?

805. Irmağı gören suyu esirgemez; hele o denizi, o bulutu görmüşse.

Tanrı     rızk    vericiliğini   ve   rahmet   hazinelerini, görmeyen  haris ,büyük  bir harman yerinde, o  geniş  harmanı  görmeyip de bir  tek  buğdaya yapışan ,uğraşa çabalaya,titreye,yorula aceleyle onu götürmeye çalışan bir karıncaya benzer.

   Karınca,  güzelim harmanları görmez de bir tanecik buğdayın üstüne titrer.
O taneyi hırsla, korkuyla çeker durur da onca yığını görmez.
Harman sahibi de ey körlüğünden hiçbir şey görmeyen der;
Harmanlarımızdan ancak o bir tek taneyi gördün de ona canla başla sarıldın.

810. Ey surette zerre olan, Zuhal yıldızını gör. Sen bir topal karıncasın, yürü, Süleyman’a bak.
Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin.
İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şey değil. Gözü, neyi görürse değeri o kadardır insanın.
Bir küp, boyuna deniz suyu ile doldurulsa koca bir dağı sele verir.
Küpün canından denize bir yol açılırsa küp, ırmaktan üstün olur.

815. Onun için “Söyle” sözü, denizin sözüdür. Ahmed, neyi söylerse hakikatte o söz hakikat denizinindir.
Onun sözleri denizin incileridir. Çünkü gönlü denizle birdir onun.
Deniz daima küpümüze yardım edip durursa artık bir balıkta denizin bulunmasına şaşılır mı?
Duygu gözü şu geçip gidici suretlere düşmüş, donup kalmıştır. Sen, o sureti geçip gidici görürsün ama hakikatte geçip gitmez o.
Bu ikilik şaşı gözün görüşüdür. Yoksa evvel, âhirdir, âhir de evvel.

820. Bu nereden bilinir? Öldükten sonra dirilmeden. Öldükten sonra dirilmeyi ara da bundan az bahset.
Dirilme gününün gelmesine şart önce ölmektir. Çünkü dirilme, ölümden sonradır.
Herkes yokluktan korkar, işte bütün âlem, bu yüzden yol sapıtmıştır. Halbuki yokluk, asıl sığınılacak yerdir.
Bilgiyi nerede arayalım? Bilgiyi terk etmede. Barışı nerede umalım? Barıştan vazgeçmeden.
Varlığı nerede arayalım? Varlığı terk etmede. Elmayı nereden umalım? Elden vazgeçmeden!

825. Ey güzel yardımcı, yok gören gözü varlığı görür bir hale getirmeye de kaadirsin sen.
Yokluktan meydana gelen göz, varlığı tamamı ile yok gördü.
Fakat şu iki göz, değişti de nurlandı mı bu düzgün cihan mahşer olur.
Bu hamlara anlamak haram oldu da onun için bu hakikatler noksan göründü.
Tanrı cömerttir ama güzelim cennetin nimetleri cehennemliğe haramdır.

830. O, ebedî ahde vefa edenlerden değildir, onun için de cennet balı, ağzına acı gelir.
Müşteri olmadıkça alış veriş etmeye eliniz oynar mı?
Birisi gelir, mallara bakar, fakat bakmakla alıcı olmaz ki. O ahmak bakış ancak alay içindir.
Bu kaça? Şu kaça? Diye sorar, dolaşır. Fakat vakit geçirmek, içinden de gülüp eğlenmek için.
Usancından gelir, senden kumaş ister. Fakat ne müşteridir ne de kumaş arar.

835. Kumaşı yüz kere görür, yüz kere geri verir. O nerede kumaş ölçecek? Yel ölçer poyraz biçer!
Nerede müşterinin gelişi, alışverişi, nerede bir serserinin alayı, gönül eğleyişi?
Cebinde bir habbe bile yoktur. Ancak gevezelik eder, yoksa nereden cüppe alacak?
Alışveriş için sermaye yoktur; artık onun çirkin suratı nedir, alayı, gevezeliği ne oluyor?
Bu dünya pazarında sermaye altındır, orada da aşk ve iki ıslak göz.

840. Kim eli boş pazara giderse ömrü geçer, tamamı ile ham ve eli boş olarak geri döner.
Kardeş neredeydin? Hiçbir yerde. Ne pişirdin? Hiçbir şey!
Müşteri ol da elim oynasın, gebe olan madenimden lâl doğsun.
Fakat müşteri, gevşek ve soğuk bile olsa yine sen onu çağır. Çünkü böyle emredilmiştir.
Doğan kuşunu uçur, ruh güvercinini tut. Dâvet yolunda Nuh’un yolunda yürü.

845. Tanrı için hizmette bulun. Halkın kabul etmesiyle, ret etmesiyle ne işin var senin.

Birisinin , gece  yarısı bir  evin kapısı   önünde sahur  davulu çalması, komşunun “ Daha gece yarısı,  sahur vakti  değil. Bir de bu evde kimse  yok, kimin için davul çalıyorsun” demesi, davulcunun cevabı

   Birisi, büyük bir zatın evinin kapısında sahur davulu çalmakta idi.
Gece yarısı aşk ile şevk ile davul çalıyordu. Ona kabiliyetli birisi dedi ki:
Evvelâ bu davulu, seher vakti çal, gece yarısı bu kepazelik olmaz.
Bir de ey hevesli adam, şunu da bil ki bu evde hiç kimse yok.

850. Burada şeytandan, periden başka kimse yokken ne diye vaktini zayediyorsun?
Tefi, davulu birisi duysun diye çalıyorsan duyacak kulak nerede? Bunu anlamak için akıl lâzım, fakat akıl hani?
Davulcu dedi ki: Sen sözünü bitirdin şimdi cevabımı dinle de şaşırıp kalma.
Sence şimdi gece yarısı ama bence neşe sabahı yaklaştı.
Her sınıklık bence kutlu bir hale geldi. Bütün geceler, gözüme gündüz kesildi.

855. Nil ırmağı sana kandır ama bence kan değil, sudur ey akıllı kişi.
Sence o demirdir, tunçtur ama Davut peygambere mumdur.
Dağ, sana karşı ağırdır, cansızdır, fakat Davut’un önünde usta bir çalgıcı, bir okuyucudur.
Senin önünde o kırık taşlar susarlar. Fakat Ahmed’in önünde fasih bir hale gelir, hamdü senada bulunurlar.
Senin önünde mescidin sütunu ölüdür, fakat Ahmed’e karşı gönlünü aldırmış bir âşıktır.

860. Cihanın bütün cüzüleri halkın önünde ölüdür, Tanrı’ya karşı bilgi sahibi ve muti.
Bu evde bu konakta kimse yok, neden bu davulu çalıyorsun, dedin.
Bu halk, Tanrı için paralar verir, yüzlerce hayrın temelini atar, mescitler yaparlar.
Sarhoş âşıklar gibi uzun bir yol olan Hacca giderler, seve seve canları ile, malları ile oynarlar.
Hiç o evde kimse yok derler mi? Ev sahibi, ev içinde gizlenen cana benzer.

865. Tanrı nuru ile ışıklanan, sevgilinin konağını dolu görür.
Nice dolu ve kalabalık konaklar vardır ki işin sonunu görenler, onları boş görürler.
Kimi dilersen Kâbe’de ara da derhal önünde beliriversin.
Ziynetli ve yüce olan bir suret, nasıl olur da Tanrı yurdu olmaz, boş olur?
Ona kapı kapanmaz, o geldi mi derhal açılır. Fakat başkaları, aşkla değil, ihtiyaçlardan gelirler.

870. Hacca gidenler, neden bu ses duymadan “Lebbeyk” deyip duruyoruz derler mi?
Hakikatte onlara şu “Lebbeyk” demeyi nasip ediş, her lâhza tek Tanrı’dan gelen bir sestir.
Ben de koku aldım, biliyorum bu köşk, bu konak, can meclisinin kurulduğu yerdir toprağı da kimyadır.
Hafif ve tiz nağmelerle bakırımı ebediyen onun kimyasına vurup duracağım.
Nihayet bu sahur davulum, denizleri coşturacak, inciler saçacak, ihsanlarda bulunacak.

875. Halk, savaş safında Tanrı için canları ile oynar.
Birisi Eyüp gibi belâlara düşer, öbürü Yakup gibi sabreder.
Yüz binlerce susuz ve muhtaç kişi, Tanrı için tamaha düşer, çalışır durur.
Ben de suçları yargılayan, örten Tanrı için bu kapıdan sahur davulu çalıyorum, benim de ümidim onda.
Parasını almak için müşterimi istiyorsun? Gönül, Tanrı’dan daha iyi müşteri nerede var?

880. Malından pis dağarcığı alır, sana kendinden ışıklanan bir gönül nuru verir.
Hakikatte yok olan şu buz kesmiş bedeni alır, vehmimize sığmaz bir saltanat ihsan eder.
Birkaç katra göz yaşı alır, şekerlerin, balların hased ettiği kevseri bağışlar.
Sevdalarla, dertlerle dolu ah-ı alır, her ah-a karşılık yüzlerce kârlı mevkii lûtfeder.
Gözyaşı bulutunun sürdüğü ah bulutu yüzündendir ki Halil’e fazla ah eden dedi.

885. Gel de hemen şu eşi olmayan alışverişi durmayan pazarda eskileri sat, hazır ve elde bir olan beyliği al.
Eğer bir şüphe gelir de yolunu vurursa ticarette bulunan peygamberleri kendine senet yap.
O padişahlar padişahı, onların talihlerini öyle yaver etti, onlara öyle bir baht verdi ki dağlar bile onların pılı pırtılarını çekmeye muktedir değildir.

Bilâl, Hicaz sıcağında Mustafa aliyhisselâm’ın sevgisiyle “Tanrı birdir, bir- Ahad   ahad “ derdi. Efendisi de kâfirlik gayretiyle kuşluk zamanları Hicaz güneşinin altında onu dikenle döverdi.   Bilâl’in  vücudu  yaralanır,  yaraların - dan   kan   fışkırır,  fakat  yine ihtiyarsız olarak ağzından  “ Ahad  ahad “ sözü  çıkardı, nitekim dertliler de  ihtiyarsız  bir  surette  feryad  eder, inlerler.. Bilâl ,aşk derdiyle doluydu. Firavun’un büyücüleri Cercis  Peygamber  ve daha sayısız erler  gibi   oda  bu   derde  düştüğünden diken derdinden kurtulmayı   düşünmüyor, o derde aldırış bile etmiyordu.

   Efendisi, Bilâl’i terbiye etmek için diken dalı ile dövmekte, o da dikenlere canını feda etmekteydi.
Efendisi, neden Ahmed’i anmaktasın diyordu... Sen, kötü bir kulsun, benim dinimi inkâr ediyorsun.

890. Efendisi onu güneş altında dövmekte, o da “Ahad” diye övünmekteydi.
Derken Sıddıyk, o taraftan geçti, onun “Ahad” demesini duydu.
Gözü doldu, gönlü incindi, o “Ahad” sözünden bir âşina kokusu aldı.
Sonra onu tenhaca görüp nasihat verdi, dedi ki: İnanışını kâfirlerden gizli tut.
Tanrı, gizli şeyleri bilir, maksadını gizle. Bilâl, tövbe ettim dedi.

895. Ertesi gün Sıddıyk, erkenden bir iş için oradan geçiyordu.
Yine “Ahad” sözüyle dayak sesini duydu. Gönlü ateşlendi.
Yine nasihat etti, o da tövbe etti ama aşk gelince tövbesini bozuverdi.
Böyle bir hayli tövbe etti, nihayet tövbeden bezdi.
İnanışını açığa vurdu, bedenini belâya attı, ey Muhammed dedi, ey tövbelere düşman!

900. Bedenim de seninle dolu, damarım da. Artık bu bedene nasıl olur da tövbe sığar?
Bundan böyle tövbeyi gönülden çıkaracağım. Ebedî hayattan nasıl olur da tövbe edebilirim?
Aşk, kahredicidir, ben de onun eline düşmüş, kahrolmuş birisiyim. Aşkın coşup köpürmesiyle, aşkın acılığiyle şeker gibi tatlılaştım.
Ey kasırga, senin önünde bir yaprağım ben, nereye düşeceğimi ne bilirim?
Hilâl’sem de koşuşup duruyorum Bilâl’sem de. Senin güneşine uymuşum bir kere.

905. Ayın bedir oluş yahut zayıflayıp eriyerek hilâl haline gelişle ne işi var? O, güneşin ardına düşmüş gölge gibi koşar durur.
Kaza ve kadere karşı bir kararda durmaya kalkışan kendi sakalına güler.
Hem bir saman çöpü olup rüzgârın önüne düşmek, hem de bir yerde durmaya kalkışmak. Hem kıyamet, hem de sonra işe güce girişmeye kalkmak!
Ben aşkın elinde dağarcıktaki kedi gibiyim. Bir an yukarı çıkmadayım, bir an aşağı düşmede.
O, beni başının üstünde döndürüp durmada. Ne aşağıda kararım var, ne yukarıda.

910. Âşıklar kuvvetli bir selin önüne düşmüşlerdir. Onlar, aşkın takdirine razı olmuşlardır.
Değirmen taşı gibi durup dinlenmeden gece gündüz inleyip sızlanarak döner dururlar.
Değirmen taşının dönüp durması, kimse bu ırmak duruyor demesin diye ırmak arayanlara bir şahit olmuştur.
Arktaki suyu görmüyorsan gel de değirmen taşının dönüşünü gör der.
Feleğin, o dönüp durmadan usandığı, bir karara bağlandığı yok. Sen de ey gönül, yıldız gibi ol, durup dinlenmeyi dileme.

915. Hangi dala el atsan, nereye ulaşıp yapışsan, aşk, o dalı kırar, o şeyi koparır.
Kaderin dönüp duruşunu görmüyorsan unsurların coşuşunu, dönüşünü seyret.
Denizin üstündeki çöplerle köpüklerin dönüp akışı, şerefli denizin köpürüp coşmasındandır.
Başı dönmüş rüzgârın dönüşünü seyret de onun emrine uymuş olan deniz dalgalarının coşup köpürüşünü gör.
Güneşle ay, iki değirmen öküzüdür. Dönüp dururlar ve etrafı korurlar.

920. Yıldızlar da konak konak koşarlar. Her kutlu ve kutsuz şeyin bineği olurlar.
Felekteki yıldızlar, uzak olduklarından, duyguların da tembel ve gevşek olup iz izleyemediklerinden onların hakikatini bilemezsin.
Bizim göz, kulak ve akıl yıldızlarımız, gece nerededir, uyanıkken nerede?
Gâh kutlulukla, vuslatta, gönülleri hoş. Gâh kutsuzlukla, ayrılıkta kendilerinden geçmişlerdir.
Felekteki ay, böyle dönüp durdukça bazen kapkaranlıktır bir zamanda apaydınlık.

925. Gâh balla süt gibi bahar ve yaz olur, gâh, bir ölüm yerine benzeyen kış, zemheri gelir çatar, karlar yağar.
Külli olan şeyler bile onun önünde top gibi yuvarlanıp durur, çevgânına tâbi olur, secde eder.
Sen ey gönül, bu yüz binlerce varlık içinden bir cüzüsün, nasıl olur da onun hükmüne karşı kararsız bir hale gelmezsin?
Beyin emrindeki ata dön, at gâh ahırda mahpustur, gâh gezer dolaşır.
Seni de bir mıha bağladı mı sabret, çözdü mü yürü sıçra.

930. Güneş gökyüzünde eğri büğrü gitti mi yüzü kararır, Tanrı onu bir tutulmaya uğratır.
Sen de aklını başına devşir de tutulma yerine düşmemeye savaş, bu suretle de tencere gibi yüzü kara bir hale gelme.
Buluta da öyle yürüme, böyle yürü diye ateşten kırbaç vururlar.
Filân ovaya yağmur yağdır, buraya değil, kulağını aç diye kulağını bururlar.
Senin aklın, güneşten artık değildir ya. Nehyedilen fikirde kakılıp kalma.

935. Ey akıl, sen de dizginini eğriltme de tutulup nursuz bir hale gelmeyesin.
Güneşin suçu az oldu mu az tutulur, yarısını tutulmuş görürsün, yarısını nurlu.
Tanrı, bu suretle seni suçun ne kadarsa o kadar tutarım. Suça verilen ceza suç miktarıncadır.
İster iyi olsun ister kötü... İster âşikar olsun, ister gizli... Biz her şeyi duyarız, her şeyi görürüz der.
Babacığım, bundan geç, nevruz oldu, halk, Tanrı lütfuna ulaştı, herkesin ağzına tat geldi.

940. Yine ırmağımıza can suyu geldi. Yine padişahımız köyümüze kondu.
Baht, salınıp gezmede, eteğini sürmede, tövbeyi bozma zamanı geldi diye naralar atmadadır.
Yine sel geldi, tövbeyi silip süpürdü. Bekçi uykuya daldı, fırsat vakti gelip çattı.
Her mahmur, şarap içti, sarhoş oldu. Bu gece varımızı, yoğumuzu rehine koyacağız.
O canlara canlar katan lâl şarapla, lâl içinde lâl olduk, lâl içinde lâl kesildik.

945. Yine meclis şenlendi, gönülleri parlattı. Kalk, kem göz değmesin diye mangala çörekotu at.
Güzel sarhoşların naralarını duyuyorum. Canım, ta sonuna kadar böyle olmayalım işte.
İşte bir Hilâl bir Bilâl’e dost oldu. Diken yarası, ona gül ve gülnar kesildi.
Beden, diken yarası ile kalbura döndü ama canım, bedenim, devlet gülistanı oldu.
Beden, o kâfirin dikeninin zahmı önünde ama canım, Tanrı’nın sarhoşu!

950. Canıma bir can kokusudur gelmede, merhametli sevgilimin kokusu erişmede.
Mustafa, Miraçtan geldi, Bilâl’ine ne mutlu ne mutlu!
Sıddıyk, doğru özlü, doğru sözlü Bilâl’den bu sözleri duyunca tövbesinden el yudu.

Tanrı razı olsun,Sıddıyk’ın bu vakayı Mustafa aleyhiselâm’a   söylemesi, Bilâl’e,  kâfirlerin yaptıkları  zulümleri  ve  onun “Ahad  ,Ahad” demesi yüzünden  daha fazla zulmettiklerini anlatması,onu almak için birbirleriyle danışmaları

   Sıddıyk bunun üzerine Mustafa’nın yanına gelip vefalı Bilâl’in halini anlattı.
Dedi ki: O felekleri ölçen çevik ve kutlu kanatlı Bilâl, şimdi senin aşkına düşmüş, senin tuzağına tutulmuştur.

955. Padişahın doğanıyken o kuzgunlardan zahmetlere uğramada. O ağır define, pislik içine gömülmüş.
Baykuşlar, doğana sitem etmedeler. Suçsuz olduğu halde kanatlarını yolmadalar.
Suçu ancak doğan oluşu. Yusuf’un güzellikten başka ne suçu var ki?
Baykuşun yeri yurdu yıkık yerlerdir. Onun için doğana kâfirce kızmadalar.
Neden o diyarı hatırlıyorsun? Neden padişahın köşkünü, bileğini anıyorsun?

960. Baykuşların köyünde gevezelik ediyor, buraya bir kargaşalıktır salıyorsun.
Feleğin üstündeki esir bile, yuvamıza haset ederken sen oraya yıkık yer diyor, orayı hor görüyorsun.
Deli oldun galiba ki baykuşların seni padişah ve başbuğ yapmaları hevesine kapıldın.
Vehme, sevdaya kapılıp dönmede, dolaşmada, bu cennete virane adını takmadasın.
Kötü huylu herif, bu delilik, bu saçma fikirler, kafadan çıkıncaya kadar kafana vuracağız senin.

965. Bu sözlerle onu doğuya karşı çarmıha geriyorlar, elbiselerini soyup çıplak vücudunu diken dallarıyla dövüyorlar.
Bedeninden yüzlerce kan ırmağı fışkırmada. Öyle olduğu halde “Ahad” diyerek baş koymada.
Dinini gizle, melûn kâfirlerden sırrını sakla diye öğütler verdim.
Fakat o âşık, kıyamete ulaşmış... Ona tövbe kapısı kapanmış.
Hem âşıklık, hem tövbe, hem de sabretme imkânı. Bu, pek imkânsız bir şeydir canım efendim.

970. Tövbe bir kurtçağızdır, aşksa bir ejderhaya benzer. Tövbe, halkın sıfatıdır, aşksa Tanrı sıfatı.
Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Tanrı’nın vasıflarındandır.Ondan başkasına âşık olma, geçici bir hevestir.
Çünkü mecazi aşk, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir. Görünüşü nurdur, fakat içi dumandır.
Nur gitti de duman meydana çıktı mı mecazi aşk, derhal soğur, donar.
O güzellik aslına gider, beden kokmuş rüsvay, kötü bir halde kalır.

975. Ayın nuru da aya döndü mü duvardaki aksi gider, o duvar simsiyah kesilir.
O nakış, o boya gitti mi su ve toprak kalır. Ay olmayınca o duvar şeytan gibi bir hale düşer.
Kalp altının yüzünden altını gidince, o altın, kendi madenine dönünce,
Kepaze bakır, duman gibi kala kalır. Bu yüzden de ona âşık olanın yüzü kararır.
Gözlülerse altın madenine âşık olurlar. Aşkları, her gün biraz daha artar.

980. Çünkü altın madenine altınlıkta ortak yoktur. Merhaba ey şüphesiz, hilesiz altın madeni!
Kim kalp bir akçayı altın madenine ortak ederse asıl altın, mekânsızlık madenine gitti mi,
Âşık da ıstırabından ölür, mâşuk da. İkisi de âdeta suyu çekilmiş girdaptaki balığa döner.
Tanrı’ya ait olan aşk, yücelik güneşidir. Halk da gölge gibi onun nurunun emrindedir.
Mustafa, bu vakayı duyunca hoş bir surette ferahladı, neşelendi Ebubekir’de bu hali görünce söz söylemeye iştahlandı.

985. Mustafa gibi bir dinleyici duyunca her kılı, ayrı bir dil oldu.
Mustafa dedi ki: Peki, ne çaresi var şimdi? Ebubekir ben ona müşteriyim dedi...
Efendisi ne isterse zarara ziyana bakmadan alacağım.
Çünkü o yeryüzünde Tanrı esiri olmuş, Tanrı düşmanlarının hışmına uğramış.

Mustafa    aleyhisselâm’ın  , Sıddıyk’a -Tanrı razı  olsun  -Bilâl’e  müşteri  olunca  mutlaka  inatlarından pahalıya satacaklardır,beni de bu fazilette  kendine   ortak et,  vekilim   ol,  yarı parasını benden al demesi

   Mustafa dedi ki: Ey devlet arayan, bu hususta ben de sana ortağım.

990. Vekilim ol, müşteri olup onu al, yarı parasını ben de sana ortağım.
Ebubekir ,baş üstüne deyip derhal amansız kâfirin evine gitti.
Kendi kendine çocukların elindeki inciyi almak kolaydır diyordu.
Yol yanıltan Şeytan, dünya malına karşılık bu ahmak çocukların aklını, imanını satın alır ya.
Leşe o kadar ziynet verir ki karşılık olarak onlardan iki yüz tane gül bahçesi satın alır.

995. Büyü yapar da o kadar ay ışığı gösterir ki aşağılık adamlardan yüzlerce keseyi kapar.
Peygamberler, onlara alışveriş etmeyi öğrettiler, onların önünde din mumunu yaktılar.
Fakat şeytan ve yol yanıltan büyücü, hileyle, büyüyle peygamberleri onlara çirkin gösterdi.
Düşman büyü yaparak karı ile kocayı birbirine çirkin gösterir, nihayet aralarına ayrılık düşer.
Onların gözlerini büyüyle kapattılar da böyle değerli bir inciyi aşağılık kişiye sattılar.

1000.Bu inci, iki âlemden de üstündür. Gel de hemen şu eşek gibi bir şeyden anlamayan çocuktan satın al.
Eşeğe göre katır boncuğu ile inci birdir. O eşek ,zaten inciyle denizin vücudunda şüphe eder.
O denizi de inkâr eder, incilerini de. Hiç hayvan, inciyi süsü püsü arar mı?
Tanrı, lâl ve inci aramaz. Tanrı, onun kafasına böyle bir şey koymamıştır.
Hiç eşeklerde küpe gördün mü? Eşeğin kulağı da yeşilliktedir aklı da.

1005. Vettini suresindeki “İnsanı en güzel şekilde yarattık” âyetini oku. Ey dost ,en değerli inci candır.
En güzel şekli olan insan şekli, arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz.
Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem ben de yanarım, duyan da yanar.
Burada artık sus dudağını yum, eşeğini bu tarafa sürme. Sıddıyk da o eşeklerin yanına gitti.
Kapının halkasını dövdü. Kapı açılınca o kâfirin evine âdeta kendinden geçmiş bir halde girdi.

1010. Kendinden geçmiş sarhoş ve ateşli bir halde oturdu. Ağzından bir hayli acı sözler çıktı.
Dedi ki: Bu Tanrı dostunu nasıl dövüyorsun? Ey apaçık düşman bu ne haset?
Kendi dininde doğru isen doğru sözlü bir adama zulmetmeye gönlün nasıl razı oluyor?
Ey kâfirlik dininde karı olan, nasıl oluyor da bir şehzadeye karşı böyle bir zanda bulunuyorsun?
Ey ebedî lânete uğramış, ey merdut adam, daima adamı eğri büğrü gösteren aynaya bakma.

1015. O anda Sıddıyk’ın ağzından çıkan sözleri söylesem elini ayağını kaybedersin.
O hikmet kaynakları cihetsizlik makamından coşmada, dudağından Fırat gibi kaynayıp akmada idi.
Herhangi bir taştan su kaynar, akar. Bu su, taşın ne yanından gelir, ne ortasından.
Tanrı o taşı kendisine bir siper yapmıştır. O gök renkli suyu, o taştan akıtıp durmadadır.
Nitekim senin göz kaynağından da nur, hiç eksilmeden akıp durmadadır.

1020. O nur, ne yağdan meydana gelir, ne deriden. Dost, yaratılışta, o gözü, nura bir vesile yapmıştır.
Kulak boşluğunda da çekici bir yel vardır. Söyleyenin yalan olsun doğru olsun sözlerini duyar anlar.
O küçücük kemikteki yel nasıl bir yeldir ki söz söyleyenin harfini, sesini alıyor?
Kemikle yel ancak bir vesileden ibarettir. İki âlemde de Tanrı’dan başka kimse yoktur.
Perdesiz olarak duyan da odur söyleyen de. Çünkü “Kulaklar baştan sayılır.”

1025. Kâfir dedi ki: Ey ikramcı adam, eğer acıyorsan para ver, al onu. G
önlün yanıyorsa onu benden satın al. Müşkülün parasız hallolmaz.
Ebubekir, yüzlerce hizmette bulunur, Tanrı’ya karşı da beş yüz kere şükür secdesine kapanırım. Güzel bir kulum var, fakat kâfir.
Vücudu beyaz ama gönlü kara, gönlü nurlu kulu ver bana.
Birisini gönderip kölesini getirtti, hakikatten o köle pek güzeldi.

1030. Bir derece ki o kâfir, hayran oldu, taşa benzeyen yüreği âdeta yerinden oynadı.
Surete tapanların hali budur. Taş gibi yürekleri, bir suret gördüler mi mum gibi erir.
Fakat yine dayandı, inat etti, bu hiçbir şey değil, bundan başka daha para vermelisin dedi.
Ebubekir, o kâfirin, hırsı yatışıncaya, gönlü razı oluncaya kadar da para verip Bilâl’i satın aldı.

Bu alışverişte Sıddıyk aldandı sanarak kâfir gülmeye koyuldu

   O taş yürekli kâfir acıklanarak, eğlenerek, alay ederek bir kahkaha attı.

1035. Sıddıyk dedi ki: Bu kahkaha neden? Herif cevap vereceği yerde büsbütün gülmeye kahkahasını arttırmaya başladı.
Dedi ki: Bu kara köleyi almaya bu kadar düşmesen, bu kadar sevdalanmasan,
Ben de ısrar etmezdim , bu verdiğin paranın onda biriyle almış olurdun.
Bence o yarım akça bile etmez. Fakat pahasını bağıra çağıra sen arttırdın.
Sıddıyk, a ahmak diye cevap verdi, çocuk gibi bir cevize karşılık bir inci verdin.

1040. Bence o iki cihana değer. Ben cana bakıyorum sen renge bakıyorsun.
O kızıl altın, fakat şu ahmaklar yurdunda oturanların hasedi yüzünden kara görünmede.
Cisimlerin şu yedi rengini gören baş gözü, bu perde ardından o ruhu göremez.
Eğer satışta biraz daha nekeslik etseydin bütün malımı mülkümü verirdim.
Daha ziyade üstüne düşseydin başkalarından bir etek dolusu altın borç alır, onu da verirdim.

1045. Fakat bedava buldun da ucuz verdin. Hokkayı açıp da içindeki inciyi görmedin.
Cahilliğinden üstü kapalın okkayı verdin, yakında görürsün sen ne zarara girdin!
Lâl dolu hokkayı yele verdin. Zenci gibi kara yüzlü oluşuna da seviniyorsun.
Sonunda çok eyvah dersin. Hiçbir kimse bahtı, devleti satar mı?
Baht sana köle elbiselerini bürünmüş de gelmişti. Fakat talihsiz gözün, zâhirden başka bir şey görmedi ki.

1050. O sana kulluğunu gösterdi, fakat çirkin huyun onunla hileye, düzene girişti.
A herzevekil bu bedeni ak, gönlü kara köleyi puta taparcasına al bakalım.
Bu senin, o da benim. İkimiz kârlıyız a kâfir. Senin dinin senin, benimki benim!
Puta tapanların lâyığı budur zaten. Çulu atlas olur atı sopa.
Kâfirlerin mezarı gibi dumanla ateşle doludur içi, fakat dışarısı yüzlerce nakışla, ziynetle bezenmiştir.

1055. Zâlimlerim malları gibi hani. Dışarıdan güzel görünür ama hakikatte mazlûm kanıdır, vebalidir.
Münafık gibi görünüşte orucu, namazı görünür de hakikatte otsuz, çimensiz kapkara topraktır.
Gar gur edip duran boş buluta benzer. Ondan ne yeryüzünde bir fayda vardır, ne buğdaya bir kuvvet.
Hileli ve yalan vâde gibi hani. Sonu rüsvaylıktır, fakat önü parlak görünür.
Ondan sonra Bilâl’in elini tuttu, o mihmetin dişlerinde bir hilâle dönmüş olan dostun eline yapıştı, yola düştüler.

1060. O bir hilâle dönmüş de ağza yol bulmuştu, tatlı dilli birine gitmekteydi.
Zayıf, hasta bir haldeydi. Mustafa’nın yüzünü görünce sırt üstü düşüp bayıldı.
Uzun müddet kendisinden geçmiş olarak öyle baygın kaldı. Kendine gelince sevincinden gözyaşları dökmeye başladı.
Mustafa onu kucakladı. Ona ne bağışladı, ne ihsanlarda bulundu kim bilir?
Sanki bir bakırdı, iksire kavuşmuş. Sanki bir müflisti, bol bir define elde etmiş.

1065. Perişan balık denize düşmüştü, yolunu kaybetmiş kervan yol bulmuştu.
Peygamberin o anda söylediği sözler, geceye söylenseydi gecelikten çıkar,
Sabah gibi apaydın olurdu. Ben, o sözleri anlatamam ki!
Hamel burcundaki güneş, otlara ve henüz olmamış hurmalara ne yapar? Bilirsin ya.
Arı duru su, çiçeklerle fidanlara neler söyler? Onu da bilirsin.

1070. Tanrı’nın sanatı, cihanın bütün cüzilerine karşı âdeta afsuncuların ağzından çıkan soluğun, harfin tesirini yapar.
Tanrı çekişi, tesir ve sebeplerle olur. Harfsiz, dudaksız yüzlerce söz söyler Tanrı.
Tesir ediş de kaderden değil midir? Fakat tesiri, akılla anlaşılmaz.
Akıl, asıllarda mukallit olduğu için bil ki ferilerinde de mukallittir.
Akıl peki, ben aslı bilmede de mukallidim, fer’i bilmede de fakat asıl maksat nedir, diye sorarsa de ki: Asıl maksat öyle bir şeydir ki sen onu bilemezsin vesselâm!

Mustafa    aleyhisselâm’ın   Tanrı   razı   olsun Sıddıyk’a “Ben sana beni de ortak et dememiş miydim ? Neye  yalnız aldın?  Diye   darılması onun da özür getirmesi

1075. Peygamber dedi ki: Ey Sıddıyk, sana demedim mi ki bu ihsanda beni de ortak et.
Ebubekir, biz dedi, ikimiz de senin kullarınız. Ben, onu senin rızan için azat ettim.
Sen beni kul et,bana dostum de, de senden hiç azatlık istemem.
Benim azatlığım sana kul olmamdır. Sensiz olursam mihnetlere, azaplara uğrarım.
Ey Tanrı seçilmişi, bu seçilişinle dünyayı dirilttin. Halkın geri kalanlarını ileri götürdün, hele beni yok mu?

1080. Gençliğimde rüya görmüştüm, değirmi güneş, bana selâm vermişti.
Beni yerden almış, gökyüzüne çıkarmıştı. Bu yücelişte ona yoldaş olmuştum.
Bu rüya, olmayacak bir şey, malihulyadan ibaret. Hiç olmayacak şey, benim halime uyar mı, benim vasfım olur mu? demiştim.
Fakat seni görünce kendimi gördüm. Aferin o güzel aynaya!
Seni görünce olmayacak şey, bana hâl oldu. Canım ululuklara daldı.

1085. Ey şehirlerin ruhu, seni görünce bu güneşin sevgisi, harareti, gözümden düştü.
Gözüm senin yüzünden yüce bir himmet sahibi oldu, artık çayırlığa, çimenliğe hor bakıyor, onları hoş görmüyor.
Nur aradım, kendimi nurun nuru olarak gördüm. Huri aradım, kendimi hurilerin bile kıskandıkları derecede güzel buldum.
Lâtif ve gümüş bedenli bir Yusuf aradım, sen de bir Yusuf’lar yurdu gördüm ben.
Cennet peşindeydim, arayıp duruyordum. Her cüzün, bana bir cennet göründü.

1090. Bu övüşte bana nispetledir, yoksa bu övüş sana bir kınamadır, bir hicivdir.
Hani, Tanrı Kelim’i Musa’ya karşı, o sâf çoban, Tanrı’yı övüyor.
Gel de bitlerini kırayım sana süt içireyim,çarığını dikeyim, önüne çevireyim diyordu ya.
Fakat Tanrı onun bu sözlerini medih, saydı; sen de merhamet eder, benim sözlerimi medih sayarsan şaşılmaz.
Anlayışlara acı, kusurludur onlar ey akılların, vehimlerin ötesinde olan Tanrı!

1095. Ey âşıklar, eskileri yenileyen âlemden yepyeni bir ikbal, bir devlet erişti.
O âlem, öyle bir âlemdir ki biçarelere çareler, arar. Dünyanın yüz binlerce bulunmaz matahı o âlemdedir.
Ey kavim, müjdeler olsun, ferahlık vakti geldi, zahmet devri geçti, ferahlanın ey kavim!
Ey Bilâl, bizi ferahlandır demek için bir güneş, hilâlin evine gitti.
Ey Bilâl, düşman korkusu ile dudak altından söylediğin sözü minarelere çık da kâfirlerin körlüğüne rağmen bağır!

1100. Müjdeci, her dertlinin kulağına, kalk ey talihsiz, devlet yolunu tut diye bağırmada.
Ey bu hapiste, şu kokmuş yerde, bitler içinde kalan, kendine gel... kimse duymasın, kurtuldun ,sus!
Dostum, her kılın dibinden bir davul sesi gelmede... Neden şimdi susuyorsun?
Hasetçi düşman öyle bir sağır oldu ki bu kadar davul sesine karşı hani, ses nerede ki diyor.
Bak, ne taze diye yüzüne reyhan vuruyorlar da körlüğünden bu eziyet de nedir ki demekte.

1105. Huri, elini sıkar; kör neden beni incitiyor diye hayretlere düşer, elini çeker.
Bedenimi, elimi ne diye çekiştirip duruyorlar... Ben uyuyorum, bırakın da güzelce dalayım, bir rüya göreyim der.
Rüyada arayıp durduğun burada... gözünü aç, o izi kutlu ay, önünde!
Onun için yücelere daha fazla belâ geldi. Çünkü sevgili, güzellere daha fazla cilvelenir.
Her yolda güzellerle lâtife eder, kendisini onlara gösterir, onlarla cilvelenir. Fakat bazen körleri de bir coşturur.

1110. Bir an için kendisini körlere de verir. Bu yüzden de körlerin mahallesinden bir feryattır kopar.

Hilâl Tanrı’ya ihlâs güder bir kuldu. Mukallit değildi,can gözü açıktı.Aczinden değil de kendini gizlemek için mahlûklara kulluk ederdi. Nitekim Lokmanla Yusuf ve saire de görünüşte kul olmuşlardı. Hilâl de beyin kulu ve seyisiydi. O bey müslümandı ama kördü.
Kör de bilir ki bir anası vardır. Fakat o ana nasıldır?Vehmine bile getirmez
Bu bilgisiyle anasını ulularsa körlükten kuttulması mümkündür .”Tanrı, bir kuluna hayır vermek isterse kalbinde iki göz açar,o kul o gözlerle gayb âlemini görür”

   Bilâl’in bazı vasıflarını duydum. Şimdi de Hilâl’in zayıflığını dinle.
O, yürüyüşte, gidişte Bilâl’den ileriydi; kötü huylarını daha fazla tepelemişti.
Senin gibi ardına ardına gitmez, her an daha ziyade gerilemezdi; senin gibi mücevheri bırakıp taşa koşmazdı.
Hani şunu gibi: Bir adama konuk geldi. Adam, konuğun yaşını sormaya, ne vakit doğduğunu araştırmaya koyuldu.

1115. Oğul dedi, kaç yaşındasın? Söyle, saklama anlat bakalım.
Konuk, on sekiz dedi ,yahut on yedi, on altı. Yahut da kardeşlik, on beş!
Ev sahibi hadi bakalım şaşkın hadi, biraz daha geri geri git de ananın rahmine gir!

Bu sözü anlatan bir hikâye

   Birisi bir beyden at istedi. Bey, yürü dedi, o güzel atı al. Adam, ben onu istemem deyince neden dedi. Adam dedi ki: Pek huylu geri geri gidiyor.

1120. Boyuna gerisin geri gitmede. Bey dedi ki: Sen de kuyruğunu eve çevir!
Senin nefis atının kuyruğu da şehvettir. Bu sebepten, o kendisine tapan, geri geri gider.
Şehvet, sana aslından kuyruk olduysa o şehveti çek çevir, ahirete şehvetlen.
Şehvetini yemeden içmeden kestin mi, şehvet yüce akıl cihetine düşer, oradan baş gösterir.
Hani bir ağacın kötü dallarını budarsın da iyi dallarından dal budak verir, o dallar kuvvetlenir ya.

1125. Kuyruğunu o tarafa çevirdin mi geri geri gitse bile sığınılacak yere kadar varır, dayanır.
Ne mutludur binicisine râm olan ve doğru giden atlar. Onlar, ne geri giderler, ne huysuzluk ederler.
Tanrı Kelim’i Musa gibi hızlı hızlı gider, bir kilim gibi Bahreyn’e kadar varır, yayılır.
Musa’nın gittiği yol, tam yedi yüz yıllık yoldu, o sevda ile bu kadar uzun yolu aştı.
Bedenindeki gidiş gayreti bu kadardı. Canındaki gayretse ta İlliyn’e değdi.

1130. İyi biniciler, birbirlerini geçmek için atlarını sürdüler. Karınları şiş battallarsa ahırda kala kaldılar.

Örnek

   Hani bir kervan bir köye gelip çatmış, orada açık bir kapı görmüştü.
Kervan halkından biri bu kocakarı soğuğunda eşyamızı buraya atalım, birkaç gün burada kalalım dedi.
İçeriden bir ses geldi: Hayır ,neyiniz varsa önce dışarıya bırakın da ondan sonra içeri girin.
Atılması gereken ne varsa dışarıya at da öyle gel. Onlarla içeriye girmeye kalkışma ki bu meclis pek yüce bir meclistir.

1135. Hilâl, gönlü üstat, ruhu aydın bir zattı. İnanmış bir adamın kuluydu, ona seyislik etmekteydi.
Ahırda seyislik ediyordu, ay, kuldu, köleydi ama hakikatte padişahlar padişahıydı.
Beyin, kölesinden haberi bile yoktur. Çünkü ona ancak şeytanın Âdem’e baktığı gibi bakıyordu.
Ancak su ve toprak görüyordu, ondaki defineden haberi yoktu. Beş duyguyla altı ciheti görüyordu, beş duygunun aslını değil.
Toprağın rengi meydandaydı, din nuru görünmüyordu. Her peygamber âlemde böyleydi.

1140. Birisi minareyi görür, minaredeki kuşu göremez. Minaredeki hünerli doğanı gözü alamaz.
İkincisi, kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü göremez.
Tanrı nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü.
Öbürüne der ki: Tüyü gör tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz.
Birisi insanı nakışlarla bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim ve amelle dolu bir balçık!

1145. Beden minaredir, ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz tane say ister iki tane.
Orta görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir şey göremez.
Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla kaimdir.
Gagasında tüy bulunan kuşun işi, hiç eğreti olmaz.
Onun bilgisi daima canından coşar.Ne eğretidir,ne borç!

Hilâl   hastalandı,   efendisi   onu  hor  görür, tanımazdı,  hastalığını  da duymadı.  Mustafa aleyhisselâm’ın gönlüne doğdu.Hilâl’in hatırını sormaya,ona geçmiş olsun demeye gitti.

1150. Hilâl kazara hastalandı, zayıflamaya, erimeye başladı. Mustafa, vahiyle onun halini anladı.
Efendisi, onu, pek hor gördüğünden hastalığından da haberdar olmadı.
O ihsan sahibi ahırda tam dokuz gün yattı. Hiç kimse halini bilmiyordu.
Er olan, erlere padişahlar padişahı kesilen, kendisini yüzlerce akıl, bir deniz gibi kaplayan,
Peygambere vahiy geldi, Tanrı merhameti dertlilere derman oldu, iştiyakını çeken Hilâl hastadır.

1155. Mustafa kadri yüce Hilâl’i görmek, ona geçmiş olsun deyip hatırını sormak için o tarafa doğru yola çıktı.
O ay, vahiy güneşinin ardına düşmüş, sahabe de yıldızlar gibi onun ardınca gitmedeydi.
Ay “Sahabem yıldızlara benzer. İyilere, doğru yolu gösterirler, azgınları taşlarlar” diyordu.
Beye, o padişah geldi dediler. Neşesinden çılgın bir halde yerinden sıçradı.
O padişahlar padişahını, kendisi için gelmiş sanıp sevinçten ellerini çırptı.

1160. Aşağıya inip muştucuya canlar saçıyordu âdeta.
Yeri öptü, selâm verdi. Yüzü, sevincinden gül gibi kızarmıştı.
Buyurun, dedi, yurdumuzu şereflendirin de burası cennete dönsün.
Evim, gökyüzünden üstün olsun, çünkü zamanın kutbunu gördüm.
O hürmete değer sultan, onu azarlar gibi dedi ki: Ben seni görmeye gelmedim.

1165. Bey; ruhum sana feda olsun, dedi, hattâ ruh da nedir ki? Lütuf et, bu geliş kimin için? Söyle.
Söyle de senin lütuf ve ihsan bağına dikilmiş bir fidan olan o zatın ayaklarına toprak olayım.
Mustafa, arşın Hilâl’i nerede? Tevazuundan ay ışığı gibi yerlere döşenen.
Kullukta  gizlenen padişah, o sırları duymak için dünyaya gelmiş er nerede?
O bizim kulumuz, seyisimiz deme. Şunu bil ki define yıkık yerlerdedir.

1170. Binlerce dolunay, ayaklarının altına döşenmiş olan Hilâl, hastalıkla ne âlemde acaba? dedi.
Bey; hastalığından haberim yok ama dedi, birkaç gündür yanıma gelmedi.
O, atlarla katırlarla düşer kalkar, seyis olduğu için şu ahırda yatar.

Mustafa aleyhisselâm’ın, Hilâl’e geçmiş olsun demek için o beyin ahırına girmesi ve –Tanrı razı olsun—Hilâl’e iltifatta bulunması.

   Peygamber, Hilâl’i görmek üzere ahıra girdi araştırmaya başladı.
Ahır karanlık, pis ve berbattı. Fakat ülfet zamanı gelip çatınca bu kötülüklerin hepsi ortadan kalktı.

1175. O erkek aslan, Yusuf’un kokusunu alan Yakup gibi Peygamberin kokusunu aldı.
Mucizeler, imana sebep olmaz, sıfatları çeken cinsiyet kokusudur.
Mucizeler, düşmanı kahretmek içindir. Halbuki cinsiyet kokusu, gönül almaya insanı âşık etmeye sebep olur.
Mucizeler, düşmanı kahreder ama dostu değil. Hiç dostun boynu bağlanır mı?
Hilâl uykudayken Peygamberin kokusunu aldı, bu gübrelik içindeki şu güzel koku nedir ki? dedi.

1180. Derken atların, katırların ayakları arasında o eşi olmayan Peygamberin tertemiz eteğini gördü.
Sürüne sürüne ahırın bucağından gelip o erin ayağına yüzünü, gözünü sürdü.
Peygamber, yüzünü yüzüne sürdü. Başını, yüzünü, gözünü öptü.
Rabbim dedi, sen ne gizli mücevhersin. Ey arş garibi, nasılsın, iyi misin?
Hilâl dedi ki: Uykusu dağılmış bir âşıkın ağzına gün doğarsa ne hale gelir?

1185. Toprak çiğneyen bir susuzu su, güzel bir halde başı üstünde taşırsa  nasıl olur?

Mustafa aleyhisselâm,İsa aleyhisselâm’ın su üstünde yürüdüğünü duyunca “Yakıyni artsaydı hava üstünde yürürdü” buyurmuştur.

   İsa gibi hani. Irmak onu baş üstünde tutardı; Abıhayat içinde gark olmadan emindi.
Ahmed dedi ki: Eğer yakıyni fazla olsaydı hava ona binek olurdu.
Benim gibi... Ben de havaya bindim, miraç gecesi hava üstünde yürüdüm.
Hilâl dedi ki: Kör ve pis bir köpek, uykudan sıçrayıp kalkar da kendisini aslan olmuş görünce ne hale gelir?

1190. Fakat okla vurulan aslan gibi bir aslan değil, korkusundan kılıçların temrenlerin kırıldığı bir aslan!
Yılan gibi karnı üstünde sürünüp giden bir körün gözü açılır, bağı, baharı görürse ne olur?
Mahiyet ve keyfiyetten kurtulan, keyfiyetsizliğin ebedi hayat yurduna ulaşan birisi nasıl olur?
Mekansızlık yurduna mahiyet ve keyfiyet bağışlayan bir hale gelir, bütün keyfiyet ve mahiyetler, köpekler gibi sofrasının etrafına toplanırsa.
Keyfiyetsizlik âleminden onlara kemik verirse ne olur? Cenabetken sus, bu sûreyi okuma.

1195. Keyfiyetten gusül edip, tamamı ile yıkanıp arınmadıkça sen bu musafa dokunma oğlum.
Fakat ey padişahlar, pis olayım, temiz olayım, âlemde bunu okumayayım da neyi okuyayım?
Sen bana sevaba girmem için diyorsun ki yıkanıp arınmadan su havuzuna girme.
Fakat havuzun dışında topraktan başka bir şey yok. Havuza girmeyen temizlenemiyor.
Suyun bu lütuf ve keremi olmasa, her an pislikleri kabul edip temizlemese,

1200. Vay ona iştiyak çekenlere, vay ona ümit bağlayanlara, vay onların ebedi hasretine!
Suyun yüzlerce lütfu vardır, yüzlerce ihsanı vardır. Pislikleri kabul eder vesselâm.
Ey Hak ziyası Hüsamettin, nur seni kötü kuşlardan korur, gözetip bekler.
Ey yarasalardan gizli olan güneş, Tanrı nuru ve onun yücelişi, senin gözcün, bekçindir.
Güneşin yüzündeki perde, ancak parlaklığının fazlalığı ve ışığının keskin ve şiddetli oluşudur.

1205. Güneşin perdesi de Tanrı nurudur. Ondan nasipsiz olan yarasadır, gecedir.
Her ikisi de güneşten uzakta ve perde ardında kaldığından ya yüzleri kararmıştır, yahut da donup kalmışlardır.
Hilâl’e ait hikâyenin bir kısmını yazdım. Şimdi de dolunaya ait hikâyeyi dile getir.
Hilâl’le dolunay birdir. İkilikten, noksandan, gidilmeden uzaktır onlar. Hilâl hakikatte noksan kabul etmez, görünüşteki noksan, yavaş yavaş dolunay haline gelmek,kemal bulmaktır.

1210. Geceleyin geceye yavaşlık hususunda ders verir. Sıkıntının yavaş yavaş açılacağını gösterir.
Yavaşlıkla ey ham aceleci der, dama dayanan merdivenden basamak basamak çıkılır.
Tencereye yavaş ve ustaca kayna, delice kaynayan yemekten hayır gelmez der.
Tanrı, âlemi bir kere Kün demekle yaratmaya kadir mi değildi? Bunda şüphe mi var?
Peki neden bu yaratış, altı gün sürdü; her gün de tam bin yıl kadardı?

1215. Neden çocuk dokuz ayda yaratılmada? Çünkü padişahların âdeti bir şeyi yavaşlıkla yapmaktır.
Neden Âdem’in yaratılışı kırk sabah sürdü, yavaş yavaş o balçığı insan haline getirdi?
Tanrı, senin gibi aceleci değildir a ham adam. Sen, şimdi sıçrayıp koştun; çocuk olduğun halde kendini şeyh göstermedesin.
Kabak gibi her şeyin üstüne çıktın. Nerede sen de savaşta direnecek ayak
Ağaçlara, duvarlara dayandın, kabak gibi yukarı çıktın a kelceğiz!

1220. Önce bineğin, usul boylu selvidir ama sonunda kupkuru, içi boş bir hale gelirsin!
A su kabağı, yeşil rengin tez sararır, çünkü o renk iğreti bir boyadır, aslında yok ki.

Bir kocakarı çirkin suratındaki kılları yolar, yüzünü boyar,kızıllaştırırdı ama bir türlü olamazdı

   Doksan yaşında bir kocakarı vardı. Yüzü bumburuşuktu, rengi safran gibi sarıydı.
Yanağı, sofra altısının baş tarafları gibi kat kattı. Fakat erkek aşkından vazgeçmemişti.
Dişleri dökülmüş, saçları süt gibi ağarmıştı.
Boyu yay gibi bükülmüş, her duygusu değişmişti.

1225. Böyle olduğu halde koca isteği ve şehvet hırsı hâlâ yerindeydi. Erkek avlamaya aşkı vardı da tuzağı paramparça olmuştu.
Vakitsiz öten bir  horoza, yolsuz, yolcusuz bir yola benziyordu. Kızgın ateşe konmuş boş bir tencereydi sanki.
Meydana âşıktı, fakat ne atı vardı, ne ayağı. Düdük çalmaya sevdalıydı, fakat ne dudağı vardı ne zurnası!
İhtiyarlıkta Tanrım, kâfire bile hırs vermesin. Bu hırsı Tanrı kime verdiyse ne kötüdür o kul!
Köpek kocaldı, dişleri döküldü mü adamlara salamaz, ancak pisliğe, gübreye salar.

1230. Öyle olduğu halde şu altmış yaşındaki köpeklere bak ki her an köpek dişleri biraz daha keskinleşmede.
İhtiyar köpeğin, derisinden tüyler dökülür; fakat şu ipekler giymiş kart köpeklere bak bir kere de!
Bu köpeklerin aşkı da alt yanlarıyla paraya, hırsları da. Kocaldıkça da bu aşkları artıyor, hele bak şu köpek soylarına!
Böyle ömür cehennem sermayesi. Gazap kasaplarına salhane.
Ömrün uzun olsun dediler mi hoşlanır, güler de ağzı açık kalır.

1235. Böyle bir bedduayı dua sanır. Gözünü açmaz, kafasını bir türlü kaldırmaz.
Kıl ucu kadar ahret ahvalini görseydi, böyle diyene “Senin ömrün uzun olsun” derdi.

Bir yoksulun Geylân’lı birisine “Tanrı seni selâmetle evine barkına kavuştursun” diye dua etmesi

   Ekmeğe tapan, bir erkek bir yoksul, bir zembilli dilenci, bir gün Geylân’lı zengin birisinden
Ekmek alınca dedi ki: Yarabbi sen bu kulunu hoşlukla, selâmetle evine barkına kavuştur.
Geylân’lı kızıp a çirkin herif dedi, eğer ev bark, benim gördüğüm ev barksa oraya Tanrı, seni kavuştursun!

1240. Aşağılık kişiler, her söz söyleyeni hor hakir bir hale getirirler. Sözü yüceyse, değerliyse bile o sözün kaderini düşürürler.
Çünkü söz, dinleyene göre söylenir; terzi kaftanı adamın boyuna göre biçer.
Mademki meclisteki dinleyenler aşağılık kişiler, aşağılık söz söylemeden başka çare yok.
Bu sözü rehine koy da yine o kocakarının hikâyesine başla.
Bir insan kocaldı da bu yolda er olmadı mı adını kocakarı takıver!

1245. Ne sermayesi var, ne değeri, ne de bir sermaye kabul edecek kabiliyeti.
Ne hoş ve güzel bir şey verir, ne alır. Ne manâsı var ne anlama liyakati.
Ne dili var ne kulağı, ne aklı var; ne gözü. Ne kendinde, ne kendinden geçmiş, ne de düşünceye sahip.
Ne niyazı var, ne nazlanacak güzelliği. Soğan gibi kat kat ve her katıda kokmuş!
Ne bir yol varmış, ne yola gidecek ayağı kalmış. O kahpenin ne bir yanıklığı var, ne bir ah ve feryadı.

Bir yoksul,evin birinden ne istediyse “yok”  cevabını aldı.

1250. Evin birine bir yoksul geldi. Kuru ekmek, yahut taze nane istedi.
Ev sahibi, burada ekmek ne arar? Burası ekmekçi dükkânı mı, aptal mısın sen dedi.
Dilenci bâri biraz yağ ver deyince dedi ki: Burası kasap dükkânı değil ki.
A ev sahibi, birazcık un ver bari deyince de, yine ev sahibi, burasını değirmen mi sandın dedi.
Dilenci her şeyden vazgeçtik, bir çanak su olsun ver dedi. Ev sahibi cevap verdi: Burası ırmak, yahut çeşme değil.

1255. Hâsılı ekmekten kepeğe kadar ne istediyse ev sahibi kendisiyle alay etti, acıklandı, yok dedi.
Yoksul içeri girip eteklerini kaldırdı evin içinde aptes bozmaya niyetlendi.
Ev sahibi; hey çirkin herif ne yapıyorsun, deyince dedi ki: Böyle yıkık yere bâri aptes bozayım da ferahlayayım.
Burada yaşamanın madem ki imkânı yok, böyle eve ancak aptes bozulur.
Padişah kolunda beslenmedin, avlanmayı bellemedin; zaten doğan değilsin ki av tutasın.

1260. Tavus kuşu da değilsin ki yüzlerce nakışlarla bezenesin de gözleri neşelendiresin.
Dudu değilsin ki sana şeker versinler, tatlı sözlerini dinlesinler.
Bülbül değilsin, âşıkçasına ağlayıp inleyesin, çayırlıkta, çimenlikte yahut lâle bahçelerinde güzel güzel çileyesin.
Hüthüt değilsin ki çavuşluk edesin. Leylek değilsin ki yücelerde yurt tutasın.
Ne iştesin sen? Seni ne diye satın alsınlar? Ne kuşusun sen? Seni ne diye yesinler?

1265. Bu değer bilmezlerin dükkânından vazgeç, yücel “Tanrı satın alır” ihsanının dükkânına gel!
Köhneliğinden kimsenin almadığı o kumaşı o kerem sahibi alır.
Onun yanında hiçbir kalp red edilmez; çünkü alış verişten kâr beklemez ki.

Kocakarının hikâyesi

   O bunak sokağa bir gelin gibi çıkmak istedi; o azgın karı, kaşlarını yoldu.
Yanağını, yüzünü, ağzını güzelleştirip süslenmek için aynanın önüne oturdu.

1270.Yüzüne neşeyle birkaç kere allık sürdü; fakat pörsümüş suratını bir türlü boya tutmadı.
Kuran’ın aşır başlarındaki tezhipleri kesti, pis mundar suratına yapıştırdı.
Bu suretle yüzünün buruşuklarını örtmek, güzeller halkasına yüzük taşı olmak istiyordu.
O tezhipli yerleri yapıştırdıkça yapıştırıyor, fakat çarşafını giydi mi hepsi yere düşüyordu.
Yine onları alıp tükürüklüyor, yüzüne yapıştırıyor,

1275. Fakat yine çarşafına büründü mü hepsi, yere dökülüyordu.
Bir hayli çalıştı, çabaladı. Nihayet şeytana yüzlerce lânet dedi.
Bu sözü der demez İblis göründü de dedi ki: A kademsiz kadit olmuş, kurumuş, kokmuş kahpe!
Ben bütün ömrümde bunu düşünmediğim gibi senden başka da bu işi yapan kahpe görmedim.
Kötülükte acayip bir tohum ektin, âlemde musaf bırakmadın.

1280. Sen şeytan ordusunda yüz tane şeytan ordususun. A pis kocakarı, bırak beni!
Yüzün elma gibi kızarsın diye kitap bilgisinden nice aşirler çaldın.
Satmak ve onlarla kendine şeref ve mevki satın almak için Tanrı erlerinin nice sözlerini aşırdın.
Fakat eğreti renk senin yüzünü kızartmadı. Hurma ağacına bağlanan dal, hurma vazifesini görmedi.
Sonunda ölüm çarşafı gelip seni bürüdü mü bütün bu ziynetler, yanağından düştü.

1285. O göç zamanının “Hadi... kalk, kalk” sesi geldi mi bütün dedikodular yok olur gider.
Sükût âlemi gelir çatar. Bari sen, o gelmeden sus. Vay o kişiye ki ölümle ünsiyeti yoktur!
Gönlünü bir iki günceğiz cilâla da o aynayı kendine defter edin.
Sahip kıran Yusuf’un sayesinde Züleyha yeni baştan gençleşti.
Kocakarı soğuğunun o soğukluğu, temmuz güneşiyle değişiverir.

1290. Meryem’in sızıldanışıyla kurumuş hurma dalı yeşerir, hurma verir.
A kocakarı, kaza ve kaderle niceye bir savaşıp duracaksın, geçmişi bırak da eldekini ara.
Mademki yüzünün güzelleşmesine imkân yok; ister allık sür, ister kara mürekkep!

Hekimin iyileşmesinden ümit kestiği hasta

   Birisi hastalandı. Hekime gidip dedi ki: Nabzımı ele al da,
İçimdeki derdi anla. Çünkü nabızdaki damar, kalbe ulaşır.

1295. Kalp görünmez, kayıptır. Onun hali, nabızdan anlaşılır, çünkü nabızla ilişiği vardır.
Ey emin kişi, yel de gizlidir; kopardığı tozdan, uçurduğu yapraklardan anlaşılır.
Sağdan mı esiyor, soldan mı? Onu sana yaprakların hareketi söyler.
Gönül sarhoşluğu nerededir? Görmezsin. Onu nergise benzeyen mahmur gözlerde ara.
Tanrının zatından da uzak olduğun için onu peygamberlerle mucizelerden bile bilirsin.

1300. Gizli olan mucize ve kerametler, temiz pirlerden gönüllere akseder.
Onların gönüllerinde yüzlerce hazır kıyamet vardır... En aşağısı şudur: Komşuları sarhoş olur.
Kutlu bir kişinin yanına göçen talihli, Tanrı ile düşüp kalkıyor demektir.
Cansız şeylere tesir eden mucize ya sopa ( nın ejderha olması) dır, ya deniz(in bölünmesi) dir, yahut da ayın ikiye ayrılışı.
Fakat vasıtasız olarak cana tesir ederse gizlice bir ilgiyle ilgilenir.

1305. Mucize ve kerametlerin cansız şeylere tesiri eğretidir,geçip gider.Fakat ruha tesiri daimidir, birbiri ardınca ulanır durur.
Bu suretle o cansız şeyden adamın gönlüne tesir eder. Ne hoştur hamur heyulası olmayan ekmek.
Ne hoştur Mesih’in hiç eksilmeyen sofrası, ne hoştur Meryem’in bağsız, bahçesiz yetişen meyvesi.
Kamil erin canından kopup gelen mucizeler, talibin canına, gönlüne hayat gibi tesir eder.
Mucize denizdir, nakıs kişiyse karada yaşayan kuş. Suda yaşayan kuş, helâk olmadan emindir.

1310. Her namahremin canını âciz eder, fakat hem dem olan kişinin canına kudret bağışlar.
İçinde bu kutluluğu bulamazsan her an zahirden istidlalde bulun.
Tesirler, insanın duygularında görünür durur. Bunlar, tesir edeni haber verirler.
Her ilâcın manâsı hakikati, her hünerin sanatı, sihri gibi gizlidir.
Fakat yaptığı işe ve eserlerine bakarsan hakikati gizli olmakla beraber onu meydana çıkarırsın.

1315. İçinde gizli olan kuvvet, fiile gelince açığa çıkar, görünür.Bunların hepsi, sana eserleriyle görünür de nasıl olur. Tanrı, eserleriyle görünmez?
Sebeplerle tesirler, iç ve kabuk değil mi? Araştırırsan hepsi de onun eserleri değil mi?
Eserlerine bakıyor da bazı şeyleri seviyorsun, peki, neden eserleri bağışlayandan haberin yok?
Bir hayale kapılıp halkı seviyorsun da doğu ve batının padişahını nasıl sevmiyorsun?

1320. Ey ulu kişi, bu sözün sonu gelmez. Bu husustaki hırsımız da dilerim bitmesin.

Hasta hikâyesi

   Dön de hasta hikâyesini söyle, ayıpları örten hekimle macerasını anlat.
Hekim, hastanın nabzını tutup halini anladı. İyileşme ümidi hiç yoktu.
Dedi ki: Gönlün ne dilerse onu yap da bedenindeki bu eski dert gitsin.
Hatırına ne gelirse yap, geri durma da sabır ve perhiz, sana eziyet vermesin.

1325. Bil ki sabır ve perhiz, bu hastalığa ziyandır, gönlüne geleni yap.
Hastaya, Tanrının dediği gibi âdeta “Dilediğinizi yapın” dedi.
Hasta âlâ dedi, haydi sen git, hayra karşı. Ben ırmak kıyısına seyre gidiyorum.
Kendisine sıhhatten bir kapı açılsın, iyileşsin diye gönlünün dilediğince ırmak kıyısında gezinip duruyordu.
Su kenarında bir sofi oturmuş, elini yüzünü yıkıyor, temizken bir kat daha temiz oluyordu.

1330. Hasta sofinin kafasını görünce hülyaya kapıldı, içinden bir sille vurmak isteği coştu.
Bulgur aşına tapan sofinin kellesine vurmak için elini kaldırdı.
Hekim, içinden geçeni yapmazsan o, sana dert olur dedi.
Tanrı da “Kendinizi, elinizle, tehlikeye atmayın” buyurmuştur. Hele bir sille aşk edeyim.
Bu sabır ve perhiz, bir tehlikedir. Başkaları gibi çekinme, bir iyice vur bakalım diyordu.

1335. Silleyi aşk edince sofinin kellesinden şırrak diye bir ses çıktı. Sofi, hey asi kaltaban diye bağırdı.
Ona iki üç yumruk vurmak, sakalını, bıyığını yolmak istedi ama vazgeçti.
Halk da hastadır, hummalıdır, çaresizdir. Şeytanın igvasıyla böyle sille vurur durur.
Hepside suçsuzları incitmeye haristir. Birbirlerinin kafasını noksan görürler
Ey suçsuzların kafasına vuran, bunun cezasını kendi kafanda görmüyor musun?

1340. Ey hava ve hevesini hekimlik sanıp zayıfları tokatlamaya kalkışan!
Sana bu ilâçtır diyen, seninle alay etmiş, sana gülmüştür. O, Âdem’e de buğdaya kılavuzluk ettiydi ya!
Ey Tanrı yardımını dileyen Âdem ve Havva, ilâç için bunu yiyin, “Ebedi olarak yaşarsınız” demişti ya!
Şeytan, Âdem’in ayağını titretti, sürçtürdü, onun kafasına vurdu. Fakat o sille döndü, şeytanın kafasına geldi, ona ceza oldu.
Şeytan, Âdem’i adam akıllı sürçtürdü ama Âdem’in arkası Tanrı idi, elini tutan Haktı.

1345. Âdem bir dağdı, yılanla dolsa ne çıkar? Tiryak madeniydi, ona hiçbir zarar gelmedi.
Sende tiryakten bir zerre bile yok, kurtulacağını nasıl umuyor, nasıl aldanıyorsun?
Nerede sen de Halil’cesine Tanrıya dayanma, nerede sende Kelîm’deki keramet?
Nerede o Tanrıya dayanma ki kılıcın İsmail’i kesmesin, nerede o keramet ki Nil’in dibini ana cadde yapasın?
Kutlu bir adam, minareden düşse elbisesine rüzgâr dolar, onu yere yavaş indirir, kurtulur.

1350. Ey güzel adam, o bahta inanmıyorsan neden kendini yele veriyorsun ya?
Bu minareden Âd gibi yüz binlercesi tepesi üstüne düştü, başlarını da yele verdiler, canlarını da.
Bu minareden tepesi üstüne düşen milyonlarca kişiye bak.
İp üstünde oynamayı bilmiyorsan ayaklarına şükret, yeryüzünde yürü.
Kendine kâğıttan kanat yapıp dağdan uçmaya kalkışma. Bu sevdada niceler başından oldu.

1355. O sofi, kızgınlıktan ateşlendi, ateşe döndü ama işin sonuna göz attı.
Taneyi almayan ve tuzağı gören kişi, ilk saftan adım atar atmaz durur, ileri gitmez.
İşin sonunu gören gözlere ne mutlu. Onlar, bedenin bozulup çürüyüşünü görürler.
Ahmed’in gözü de onu görmüş, cehennemi buradayken kıldan kıla seyretmişti.
Arşı, kürsüyü, cennetleri görmüş, gaflet perdelerini yırtmıştı.

1360. Zarardan kurtulmak istiyorsan gözünü işin önünde kapa, sonuna bak.
Sona bak da yokları var gör, varları, duyguyla duyulan aşağılık bir şey bul.
Bâri şunu gör:Akıllı olan herkes gece gündüz yoku aramadadır.
Yoksulluğa düşüp de cömertliği kim aramaz, dükkânlarda bir kâr elde etmeyi kim istemez?
Tarlalarda kim mahsul istemez, fidanlıklardan kim bir fidan ummaz?

1365. Medreselerde bilgi elde etmeyi istemeyen, ibadet yurtlarında Tanrı lütfunu dilemeyen var mı?
Bütün bunlar varları, ardlarına atmışlar yokları istemekte, yoklara kul olmaktadırlar.
Çünkü Tanrı sanatının madeni mahzeni, yokluktan başka bir yerde tecelli etmez.
Bundan önce bir remizdir söylemiştik. Sakın bunu ve onu iki görme.
Demiştik ki her sanat sahibi, sanatını meydana getirmek için yokluk arar.

1370. Mimar, yapılmamış bir yer, yıkılmış, tavanları çökmüş bir yurt arar.
Saka, içinde su olmayan kap peşindedir. Dülger, kapısı bulunmayan bir ev aramaktadır.
Avlanma zamanında hepsi de yokluğa saldırırlar. Ondan sonra da hepsi yokluktan kaçarlar.
Mademki ümidin yoklukta, neden çekiniyorsun ondan? Tamahının enis olduğu şeyden bu çekinme nedir?
Mademki tamahın o yokluktur, yokluktan, yok oluştan bu kaçışın neden?

1375. Eğer bir yuvaya enis olmuşsan neden yokluk pususunda bekliyorsun a canım?
Elinde ne var, ne yoksa hepsinden gönlünü çekmiş, gönül oltasını yokluk denizine salmışsın.
Öyle olduğu halde bu murat denizinden kaçışın neden? O denizden oltana yüz binlerce av düştü.
Neden kârın adını ölüm taktın? Büyüye bak ki kâr sana ölüm görünmede.
Onun büyüsündeki sanat, iki gözünü de bağladı da canlar, kuyuya rağbet ettiler.

1380. Tanrı hilesiyle hayaline kuyunun üstündeki ova tamamı ile yılan zehrinden ibaret görünür.
Hâsılı kuyuyu, sığınılacak yer sanır, nihayet ölüm de onu kuyuya atar.
Söylediğim bu çeşit  yanlışları Attar’ın sözlerinden dinle azizim!

Sultan Mahmutla Hintli köle

Tanrı rahmet etsin, hikâye etmiş, Gazi padişah Mahmud’u anarak inciler delmiştir.
Hint savaşında o ulu ve temiz kişi bir köle elde etti.

1385. Onu halife yaptı, tahta oturttu. Ona ordu verdi, onu kendisine oğul edindi.
Bu hikâyeyi uzun boylu ve etraflı olarak o din büyüğünün kitabında bul oku.
Hâsılı o çocuk, o güzelim tahtın üzerinde o büyük padişahın yanı başında otururdu.
Daima yanar yakılır, ağlar dururdu. Padişah dedi ki: Ey bahtı kutlu!
Neden ağlıyorsun? Devletin mi bozuldu? Padişahlardan üstünsün, padişahlar padişahıyla düşüp kalkmadasın.

1390. Sen şu tahtın üstünde oturuyorsun. Vezirlerle asker, tahtının önünde ay ve yıldızlar gibi saf saf duruyorlar.
Çocuk, şundan ağlıyorum dedi; Anam memleketimizde.
Beni daimi seninle korkutur, seni aslan Mahmud’un elinde  göreyim derdi.
Babam, anama sıkılır, bu ne kızgınlık, bu ne kötü dilek.
Bundan başka bir beddua bulamıyor musun da böyle kötü ve öldürücü bedduada bulunuyorsun.

1395. Ne merhametsiz, ne taş yürekli anasın, onu âdeta yüzlerce kılıçla kesip öldürmedesin diye kızar, savaşırdı.
Ben ikisinin sözüne şaşardım, gönlüme bir korkudur, bir derttir düşerdi.
Mahmud acaba ne cehennem adamki derdim, helâke, felâketlere örnek olmada.
Senin korkundan titrer dururdum, keremlerinden, ağırlamalarından tamamıyla gafildim.
Neden anan şimdi gelsin de beni taht üstünde görsün ey cihan padişahı!

1400. İşte yoksulluk da ey daralmış adam, o Mahmud’a benzer, tıpkısıdır. Tabiatın, seni yoksullukla korkutur durur.

CİLT 6  (1401 - 2100 Beyitler)

1401.Fakat bu yüce ve adalet sahibi Mahmud’un merhametini bilsen sonu hayır olsun, Mahmut olsun dersin.
Ey gönlü korkup duran, yoksulluk sana göre Mahmut’tur. Seni yoldan çıkaran tabiatını pek dinleme.
Yoksulluğu adam akıllı avlasan o çocuk gibi kıyamete dek ağlarsın.
Beden, insanı besleme hususunda anaya benzer ama sana yüz düşmandan daha düşmandır.

1405. Bedenin hasta oldu mu sana ilaç aratır, kuvvetlendi mi seni şeytanlaştırır, bir put haline sokar.
Şu sitemlerle dopdolu olan bedeni bir zırh bil; ne kışa yarar ne yaza.
Sabredersen kötü arkadaş iyidir. Sabır, insanın göğsünü açar, insanı genişletir.
Ayın gece sabretmesi , onu apaydın bir hale kor. Gülün dikene sabrı, onu güzel kokulu bir hale getirir.
Aslanın pislik ve kan içinde kalıp sabretmesi , onu deve yavrularıyla doyurur.

1410. Peygamberlerin münkirlere sabretmesi onları Tanrı hassı yapmış , sahipkıran etmiştir.
Kimde bir düzgün esvap görsen bil ki onu sabretmek , uğraşıp kazanmakla elde etmiştir.
Kimi aç , çıplak görürsen bu hali , sabırsızlığına tanıktır.
Kim ürker , canı dertler içinde kalırsa mutlaka bir kötü kişiye arkadaşlık etmiştir.
Eğer sabretsen ülfetine tahammül edip vefa göstersen sevdiğinden ayrılmaz , başını dövmezdin.

1415. Balla sütün karıştığı gibi Tanrı huyuyla huylansaydın “Ben batanları sevmem” der,
Kervandan arda kalmış ateş gibi yol üstünde yalnız başına kala kalmazdın.
Sabırsızlıktan Tanrı’dan başkasına eş oldun mu onun ayrılığıyla dertlenirsin , hayrın kalmaz.
Sohbetin halis altınsa nasıl oluyor da haine emanet ediyorsun ?
Tanrıyla düş kalk, onun huylarıyla huylan da emanetlerin zâyi olmaktan da emin olsun, eksilmekten de.

1420. Huyları yaratanın huyuyla huylan,peygamberlerin ahlâkını yetiştirip besleyen Tanrı’nın ahlâkına bürün.
Ona bir kuzu versen sana bir sürü bağışlar.Her sıfatı  , kemale götüren zaten Tanrı’dır.
Kuzuyu kurda emniyet edebilir misin?Sakın kurtla Yusuf’u yoldaş etme.
Kurt kurnazlıktan gelir, tilkilenirse sakın aldanma , ondan iyilik gelmez.
Bilgisiz adam bir müddet seninle gönül arkadaşlığında bulunsa bile nihayet cahillikten sana bir zahım vurur.

1425. Onun iki aleti vardır, o hunsadır.Her iki aletinin işi , nihayet meydana çıkar.
Erlik aletini kadınlardan saklar, onlara bir kız kardeş olur.
Erlerden de kadınlık aletini , eliyle örtüp gizler.Kendisini erkek gösterir.
Tanrı , “Onun gizli ayıbını meydana  çıkarır, burnunun üstünde erlik aleti gibi gösteririz” de
Gözü olan kullarımız o işvecinin hilelerine aldanıp çuvala girmezler” dedi.

1430. Hâsılı her alet insanı erkek etmez. Eğer bilgin varsa kendine gel de bilgisizlikten kork.
Tatlı sözlü cahil dostun sözlerine pek kapılma.O sözler eskimiş,yıllanmış zehire benzer.
Anasının canı, gözümün nuru der ama günden güne artan duran dertten, hasretten başka bir şey vermez sana.
O ana, babaya açıkça, yavrucuğum mektepten bezdi, soldu sarardı der..
Başka karından olsaydı ona bu kadar cefada bulunmazdın.

1435. Doğrusunu istersen bu yavrucuk, senin oğlun olmasaydı ve ben doğurmasaydım, yine anası, bu sözü söylerdi!
Kendine gel, bu anadan , onun merhametinden kaç. Babanın sillesi, onun helvasından yeğdir.
Ana nefistir…Baba da cömert akıl. Akla uyan önce daralır ama sonunda yüzlerce genişliğe uğrar.
Ey akılları ihsan eden Tanrı, feryada yetiş. Sen bir şey dilemezsen hiç kimse dilemez.
İstek de sendedir, ihsan da. Biz kimiz ki? Evvel de sensin , âhır da.

1440. Hem sen söyle, hem sen dinle, hem sen ol. Biz bunca malımız mülkümüzle yine hiçbir şey değiliz.
Yarabbi, bize tekliflerde bulundun, lûtfet de secdeye rağbetimizi artır;bize cebir tembelliğini gönderip şevkimizi söndürme.
Cebir, kâmillerin kolu, kanadıdır.. Tembellerin bağı, zindanı.
Bu cebri, Nil suyu gibi bil. Mümine sudur, kâfire kan.
Kanat, doğan kuşlarını padişaha götürür, kuzgunları mezarlığa.

1445. Şimdi sen, yokluğu anlatmayı bırak. Çünkü panzehire benzer de zehir sanırsın.
Ey kapı yoldaşı, kendine gel. Hintli çocuk gibi yokluk Mahmudundan korkma sakın.
Şimdi bürünmüş olduğun varlıktan kork. O varlık hayali bir şey değildir, sen de bir şey değilsin!
Hiçbir şey olmayan bir şey, hiçbir şey olmayan bir şeye âşık olmuş; hiç var olmamış , hiç var olmamışın yolunu kesmiştir.
Bu hayaller, ortadan kalktı mı akla sığmaz şeylerin apaçık görünür sana!

“Geçip gitmiş olanlara ölüm yüzünden elem ve
sıkıntı yoktur; onlar ancak ellerinde olanı 
kaybettiler, ona acınırlar”

1450.İnsanların başbuğu doğru söylemiştir: “Dünyadan geçip giden kişinin
Ölüm yüzünden bir derdi, bir acısı yoktur.Elindekini kaçırdığından dolayı, yüzlerce acıya düşer.”
Neden her devletin , her nimetin mahzeni olan ölümü kıble edinmedim?
Şaşkınlığımdan bütün ömrümce hayalleri kıble edindim, onlar da ecel gelince kaybolup gittiler der.
ölenlerin hasreti ölüm değildir. Neden suretlere kapıldık? Diye acınırlar.

1455. Bunların bir suretten, köpükten ibaret olduğunu görmedik. Halbuki köpük, denizden doğar, denizde gelişir ve hareket eder.
Deniz , köpükleri karaya attı mı mezarlığa git de o köpükleri seyret!
Nerde sizin hareketiniz, oynaşmanız? Deniz sizi mahvolmaya mı terk etti de.
Onlar sana dille,dudakla değil de hal diliyle bu soruyu bize sorma, denize sor desinler.
Köpük gibi olan suret de dalga olmadan nasıl oynar? Yel olmadıkça toprak nasıl olur da havalanır?

1460. Suret tozunu gördün ya, yeli de gör. Köpüğü gördün ya , icat denizini de seyret.
Gör, gör ki sende yalnız bu görüş, bu bakış işe yarar.Bundan ötesini sorarsan yağsın, etsin, ilik ve sinirden ibaretsin.
Fakat yağın mumları ışıklandırmaya yaramaz. Etin , sarhoşa kebap olmaz.
Bütün bu bedenini bakışta erit, bakışa yürü, bakışa git, bakışa var!
Bir vardır, iki fersahlık yolu görür; bir bakış vardır, iki âlemi görür, padişahın yüzünü de.

1465. Bu ikisinin arasında sayıya sığmaz fark var.Gizli şeyleri Tanrı bilir ama gözüne bir sürme ara.
Yokluk denizini anlattık, duydun ya. Çalış da daima bu denizde ol.
Çünkü tezgâhın aslı yokluk âlemidir;orada hiçbir şey yoktur, bomboştur, oranın nişanesi bulunmaz.
Bütün ustalar, işlerini göstermek için yokluğu ve sınıklık yurdunu ararlar.
Ustaların ustası Tanrı’nın da tezgâhı yokluktur.

1470. Nerde yokluk fazlaysa orası Tanrı tezgâhıdır, Tanrı işi oradadır.
Yokluk , en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, ödülü aldılar.
Hele bedenini, malını yok etmiş derviş, hepsinden ileridir. Fakat iş beden yokluğundadır, dilencilikte değil.
Dilenci, malı bitmiş kişidir; kanaat sahibi ise, bedenine kıyan kişi.
Artık dertten şikâyet etme. Çünkü dert , insanı yokluğa sürüp götüren rahvan bir attır.

1475. Ben bu kadarını söyledim, ötesini sen düşün. Fikrin donmuşsa , düşünemiyorsan yürü, zikret.
Zikir, fikri titretir, harekete getirir. Zikri bu donmuş fikre güneş yap.
İşin aslı cezp eder. Fakat kardeş , işten kalıp o cezbeyi bekleme.
Çünkü işi bırakmak , nazlanmaya benzer. Canıyla oynayan hiç nazlanabilir mi?
Oğul,ne kabul edilmeyi  düşün, ne reddedilmeyi. Sen daima emri, nehyi gör, gözet.

1480. Derken cezbe kuşu , birden bire çerden çöpten yapılmış yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür.
Gözler , perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan , dışa bakar, içi görür.
Zerrede ebedî varlık güneşini görür, katrada bütün denizi.

Yine sofi hikâyesi,sofiyle kadı

   Sofi dedi ki: Kafaya yenen bir sille yüzünden körcesine baş vermeye gelmez.
Teslim hırkasını giyinmişim, bana sille yemek kolay gelir.

1485. Düşmanını pek arık gördü, ben de düşmanca bir yumruk vursam.
Kalay gibi eriyip akıverecek. Derken padişah kısas emredecek.
Zaten çadır harap, direk kırık, yıkılmaya bahane arıyor.
Bu ölü herif için kılıç altına gitmek, kısasa razı olmak yazıktır doğrusu, yazık dedi.
Onu dövemediğinden kadıya götürmeyi kurdu.

1490. Çünkü kadı, Tanrının terazisidir. Kilesine şeytan hilesi giremez.
O, hasetlerin, çekişlerin makasıdır. İki düşmanın savaşını, dedikodusunu keser.
Afsunu ,şeytanı şişeye hapseder. Kanunu, fitneleri yatıştırır.
Tamahkâr düşman teraziyi görünce serkeşliği bırakır, onun hükmüne uyar.
Fakat terazi olmazsa çok bile versen payına razı olmaz.

1495. Kadı rahmettir, savaşı defeder, kıyametteki adalet denizinden bir katradır o.
Karta, küçük ve ayağı kısa bile olsa denizin letafeti, ondan belli olur.
Gözündeki tozu temizledin mi bir katra’dan  Dicle’yi görebilirsin.
Cüzüler küllerin haline tanıktır. Gün battıktan sonra batıda beliren kızıllık, güneşin varlığını bildirir.
Tanrı “Güneş battıktan sonra batıda beliren kızıllığa and olsun” dediği zaman Ahmed’in cismine yemin etmiştir.

1500. Karınca, bir tanecik buğdayı görüp harmanı anlasaydı hiç o bir tane buğdayın üstüne titrer miydi?
Sen yine sözüne gel, sofi sabırsız. Yediği sillenin cezasını acele istemekte.
Ey zulümler eden, nasıl oluyor da gönlün hoş, yaptığını çekmeyeceksin mi sanıyorsun da gafil oluyorsun?
Yoksa yaptıklarını unuttun mu ki gaflet, perdelerini indirdi?
Ardında düşmanların olmasaydı kâinat sana haset ederdi.

1505. Fakat sende olan hukuk yüzünden hapistesin. Yaptığın isyanlar yüzünden azar azar özür dilemeye bak.
Bak da ceza veren seni birden tutmasın. Ey dost, suyunu durult.
Sofi kendisine sille vuran adamın yanına gidip dâvacı gibi eteğine yapıştı.
Onu çeke çeke kadının yanına götürdü. Bu ters eşeği ya eşeğe bindir, halka göstererek ceza ver.
Yahut da döverek cezalandır. Artık hangisini münasip görürsen onu yap.

1510. Senin verdiğin cezadan ölse bile ölür gider, soran bile olmaz.
Kadının şer’an vurduğu sopayla birisi ölürse kadı, onu ödemez. Çünkü şeriat’in emri oyuncak değildir.
O, Tanrı vekilidir, Tanrı adaletinin gölgesidir. Her hak sahibiyle cezaya müstahak olanın aynasıdır o.
O, mazlumun hakkını hak etmek için ceza verir, kendi ırzı için kızgınlığından yahut da bir şey kazanmak için değil.
Onun cezası, Tanrı içindir, kıyamet günü içindir. Bu ceza da bir hata olsa bile ona diyet lâzım gelmez.

1515. Çünkü birisini kendisi için döven borçludur. Tanrı için döven her şeyden emindir.
Baba oğlunu dövse de oğlu ölse kan diyetini vermesi lâzımdır.
Çünkü onu, kendi işi için dövmüştür. Oğlun, babaya hizmeti vaciptir.
Fakat çocuğu öğretmeni dövse de çocuk, bu dayaktan ölse korkma, öğretmene hiçbir şey olmaz.
Çünkü öğretmen Tanrı vekilidir, emindir. Her eminin hakkındaki hükümde böyledir.

1520. Talebenin öğretmene hizmeti farz değildir. Bu yüzden de üstat ona kendisi için bir ceza vermez.
Baba döverse kendi hizmeti için döver, bundan dolayı,kan pahasından kurtulamaz.
Ey Zülfikar, kendi varlığının, benliğinin başını kes. Kendinden geç, derviş gibi yok ol.
Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yaparsan Tanrı yapar. “Sen atmadın, Tanrı attı” hükmüne girersin, eminsin.
O diyet Tanrıyadır, emin olan adama değil. Bu, “Fıkıh” ta uzun uzadıya ve etraflıca anlatılmıştır.

1525. Her dükkânın ayrı bir sanatı, ayrı bir kârı vardır. Mesnevide yokluk dükkânıdır oğul.
Kunduracı dükkânında güzel deriler bulunur. Herhangi bir tahta parçası görürse bil ki kundura kalıbıdır.
Kumaş satanlarda kumaşlar, ipekliler bulunur, demir olsa olsa arşın olarak vardır.
Mesnevimiz vahdet dükkânıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur.
Halkı tuzağa düşürmek için putu övmeyi “Onlar ak ve yüce kuşlardır” sözü gibi say.

1530. Peygamber, onu “Vennecmi” suresinde okudu ama o söz, surede bir âyet değildi, sınama için söylenmiş bir sözdü.
Sonunda bütün kâfirler de secde ettiler. Bu, bir sırdı, bu suretle onlar da yere baş koydular.
Bundan sonra anlaşılması güç, karışık bir söz vardır. Sen, Süleyman’la bulun, şeytanlara karışma.
Yine sofi ile kadı hikâyesine gel, o zayıf ve perişan, fakat zalim adamın hikâyesini anlat.
Kadı dedi ki: Oğul, önce tavanı durdur da ondan sonra ona hayır, şer bir resim yapayım.

1535. Vuran nerede? Vurduğu yer neresi? Yahu, bu, hastalıkla bir hayal olmuş!
Şeriat,dirilerle zenginler içindir. Hiç mezardaki ölülere şeriat hükümleri tatbik edilebilir mi?
Yoklukla kendilerinden geçmiş olanlar, o ölülerden yüz kat daha ölüdür.
Ölü, bir kere ölmüş, bu âlemden geçip gitmiştir. Halbuki sofiler, yüz taraftan ölmüşlerdir.
Ölüm, bir kere öldürülmedir. Halbuki bu, üç yüz ölümdür, her birine de sayısız diyet vardır.

1540. Tanrı, bunları defalarla öldürmüştür ama diyetleri için de ambarlar dökmüştür.
Bunların her biri hakikat âleminde Circis’e benzerler. Altmış kere öldürülmüşler, altmış kere dirilmişlerdir.
Bu çeşit adam, ihsan sahibi kılıcın zevkiyle öldürülmüştür; fakat bir kere daha vur diye yanar, sızlanır durur.
Vallahi şehit olan, o canlar bağışlayan varlığın aşkıyla ikinci defa öldürülmeye öyle bir âşıktır ki!
Kadı dedi ki: Ben dirilere hükmederim, mezarlıkta yatan ölülere değil.

1545. Bu, görünüşte mezarda alçalmış, ölü değil ama mezarlar onun varlığında gizli.
Mezarda ölüyü çok gördün, bir de ölüde mezarı gör ey kör adam.
Bir mezardan üstüne bir kerpiç düşse ne yaparsın, akıllılar kalkarlar, mezardan dâvacı olurlar mı?
Ölüye kızıp da kinlenmeye, öç almaya kalkışma. Hamam duvarındaki resimle kavgaya girişme.
Şükret ki sana bir diri vurmadı. Çünkü dirinin reddettiğini Tanrı da reddeder.

1550. Dirilerin kızgınlığı, Tanrı kızgınlığıdır, Tanrı zahmıdır. Çünkü o dışı temiz kişi, Tanrıyla diridir.
Tanrı onu öldürmüş, ayağından üflemiş, çabucak kasap gibi derisini yüzmüştür.
Tanrı’nın üfürmesi, ona ebedî olarak kalır. Tanrının üfürmesi kasabın üfürmesine benzemez.
Fakat Tanrı üfürmesiyle kasap üfürmesi arasında çok fark vardır. Bu, baştan aşağıya kadar lûtuftur, kemaldir, öbürü tamamıyla ayıp ve ar.
Bu dirilik,o üfürmeyle mahvolmuştur; o dirilik, o üfürmeyle gelmiştir, ebedîdir.

1555.Bu soluk, o soluk değildir ki söze sığsın, anlatılabilsin. Kendine gel de şu kuyunun dibinden köşkün üstüne çık, yücel!
Bunu eşeğe bindirmenin şeriatta yeri yok. Sopanın resmini eşeğe bindiren var mıdır hiç?
Onu eşeğe değil, tabuta bindirmek daha doğru, daha yerinde.
Zulüm nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymamak. Sen de onu, ona lâyık olan yerden başka bir yere koyup zâyi etme.
Sofi dedi ki: Peki, hiçbir suçum, günahım yokken bana bir sille vurmasını reva görüyor musun?

1560. Demek ki bir değirmen eşeği, hiçbir suçu olmayan sofiye bir sille aşk edebilir ha?
Kadı, zayıf adama, az çok paran var mı? diye sordu. Adam, dünyada yalnız altı kuruşum var, deyince,
Peki dedi, üç kuruşunu sen harcan, üç kuruşunu da hiç lâf etmeden ver bu adama.
O da zayıf, yok yoksul bir adam. Üç kuruşla kendine ekmek katık alır.
Hasta adamın gözü kadının ensesine ilişti. Baktı ki onun kellesi, sofininkinden daha hoş.

1565. Vurduğum sillenin cezası ucuz deyip vurmak için elini kaldırdı.
Kadının yanına gidip kulağına bir şey söyleyecek gibi yaptı, ensesine bir hudayi sille aşketti.
Dedi ki: Altı kuruşu bölüşün ben de hırıltıdan gürültüden kurtulayım!

Kadının bundan kızması,sofinin ona sitemde
bulunması

   Kadı kızınca sofi, hey dedi. Şüphe yok ki senin hükmün adalettir, azgınlık değil.
Ey din şeyhi, ey emin adam! Kendine yapılmasını istemediğin şeyi kardeşine nasıl hükmediyorsun?

1570. Bilmiyor musun ki benim için kuyu kazarsan nihayet kendin düşersin.
“Kim kardeşine kuyu kazarsa kendi düşer” hadisini okumadın mı? Okuduysan a babasının kuzusu önce o hükme sen uy.
Kafana bir sille inmesine sebep olan şu tek hükmün yok mu? Eğer öbür hükümlerin de böyleyse,
Vay senin hükümlerine. Kim bilir onlar da başına, ayağına ne dertler getirir?
Bir zalime, sana harcamak için üç kuruş lâzım diye acırsın ha.

1575. Acımanın yeri mi? Zalimin elini kes. Halbuki sen, hükmü, dizgini o zalimin eline veriyorsun.
Sen ey adaleti bilinmez adam, kurt yavrusuna süt veren keçiye benziyorsun!

Kadının sofiye cevap vermesi

   Kadı dedi ki: Kaza ve kaderden gelen her silleye her cefaya razı olmamız gerek.
Alnımızın yazısına içten razıyım, yüzüm ekşidi ama hoş gör; hak, acıdır.
Gönlüm bağdır, gözüm buluta benzer. Bulut ağladı mı bağ güler, neşelenir, hoş bir hale gelir.

1580. Kıtlık yılında gülüp duran güneşin yüzünden bağlar, bahçeler ölüm haline girer, can çekişirler.
Tanrı’nın “Çok ağlayın” emrini okumuşsundur. Peki, ne diye pişmiş kelle gibi sırıtıp kaldın ya?
Mum gibi daima göz yaşı dökersen mum gibi evi aydınlatmış olursun.
Ananın, yahut babanın ekşi suratı,çocuğu her zarardan korur.
Ey sersem sersem gülüp duran, gülmenin zevkini gördün, bir de ağlamanın zevkini seyret. O, şeker madenidir.

1585. Seni cehennem ağlatırsa onu anmak, sana cennetten hoştur.
Gülmeler, ağlamalarda gizlidir. Ey sâf ve temiz kişi, defineyi yıkık yerlerde ara.
Zevk gamlardadır. Onların izini kaybetmişler, abıhayatı karanlıklara çekip götürmüşlerdir.
Yolda konak yerine kadar tersine nal izleri var. İhtiyatlı ol gözünü dört aç.
İbret gözünü dört aç. Sevgilinin iki gözünü de kendi gözlerine dost et.

1590. Kuran’dan “Onlar, işlerini danışarak yaparlar” âyetini oku. Sevgiliyle dost ol, nazlanarak of deme.
Dost, yolda arkadır,sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki yol sevgiliden ibarettir.
Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma.
Aklını başına devşir de Cuma namazına bak. Herkes toplanmıştır, bir düşüncededir, susup dururlar.
Varını yoğunu sükût diyarına çek. Nişan arıyorsan kendini nişane yapmaya kalkışma.

1595. Peygamber dedi ki: Bil ki karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir.
Gözü yıldızlara dik, yol ara. Söz, bakışı bulandırır, sus, söylenme.
İki doğru söz söyledin mi, uydurma söz de ona uyar, ulanır gider.
Söz, sözü açar derler; hiç duymadın mı bu lâfı?
Sakın doğru söze de girişeyim deme. Çünkü söz, doğrudan eğriye gidiverir.

1600. Ağzını açtın mı artık söz, senin elinde değildir. Sâf sözün ardından bulanık söz de akar.
Fakat Tanrı vahyinin yolunda mâsum olanın sözleri, tamımı ile sâftır, onun için böyle dam ağzını açar, söze başlarsa caizdir.
Çünkü peygamber, kendi heva ve hevesinden söz söylemez. Tanrı mâsumundan heva ve heves doğar mı hiç?
Hal sahibi ol da söz söyle; bu suretle de benim gibi söze düşkün olma!

Sofinin, kadıdan sorusu

Sofi dedi ki: Mademki altın, bir madendendir. Neden bunda fayda var, onda zarar?

1605. Hepsi bir elden geldiği halde neden bunun aklı başında, öbürü sarhoş?
Bu ırmaklar, hep bir denizden akıyor da neden bu tatlı, öbürü ağza zehir gibi gelmede.
Bütün nurlar, ebedîlik güneşindedir de doğru sabahla, yalancı aydınlık nasıl meydana geliyor?
Bakanın gözüne çekilen sürme, aynı sürme. Doğru görüşle şaşı görüş nereden çıkıyor?
Para basılan yerin sahibi Tanrı iken nasıl oluyor da paraların bir kısmı iyi basılıyor, bir kısmı fena?

1610. Tanrı, yola “benim yolum” dedikten sonra neden bu ahde vefa etmede, öbürü yol kesmede.
Mademki hür kişiyle şaşkın kişi, bir karından doğmada, “Çocuk, babanın sırrıdır” sözü nasıl doğru oluyor?
Binlerce suretle görünen birliği kim görmüştür? Daimî olarak duran bir varlıktan nasıl oluyor da yüz binlerce hareket meydana geliyor?

Kadının sofiye cevabı

   Kadı dedi ki: Ey sofi, şaşırma. Bunu bir örnekle anlatacağım dinle!
Âşıkların kararsızlığı da sevgilinin karar ve sebatından ileri gelir.

1615. O dağ gibi nazlanıp durur, âşıklar da yapraklar gibi titrerler.
Onun gülüşü ağlamalar koparır, yüzünün suyu yüz sularını yerlere döker.
Bütün bu keyfiyetler, köpük gibi denizin üstünde oynar durur.
Fakat denizin zatında da bir zıttı, bir ortağı benzeri yoktur, işinde de. Varlıklar, varlık libaslarını ondan giyerler.
Zıt, kendisine zıt olan şeye nasıl olur da varlık verir? Onu yaratması şöyle dursun belki ondan kaçar, uzaklaşır.

1620. Eş ne demektir? Misil demektir, iyinin kötünün misli. Misil kendisine misil yaratır mı hiç?
Ey Tanrıdan korkup çekinen, Tanrı, birbirine benzer, birbirinin misli iki varlık olsa yaratıcılıkta bu, neden öbürüne üstün olsun yani?
Bir bahçedeki yapraklar kadar birbirine eş ve zıt varlık olsa onlar, yine zıttı ve eşi olmayan denizin köpüklerine benzerler.
Denizin bu zıt görünüşlerini,bu sayısız tecellilerini , keyfiyetsiz olarak gör. Denizin varlığına keyfiyet nasıl sığar?
Onun en aşağı oyunu, canındır. Bu nelik ve nitelik cana nasıl sığar? Can nasıldır, nicedir diyebilir misin?

1625. Peki, her katradaki akıl ve can bile bedene bigâne olan böyle bir deniz,
Nasıl olur da sayı ve keyfiyetin daracık sahasına sığar? Aklıkül bile orada bilmeyenler arasına katılmıştır.
Akıl, bedene ey cansız şey der, hiç o dönüp varacağın denizden bir koku aldın, bir şey duydun mu?
Beden der ki: Ben ancak senin bir gölgenim. Gölgeden kim yardım ister ki?
Akıl da burası der, anlayabilecek kişinin, anlayamayacak kişiden daha âciz olduğu bir yerdir. Öyle bir hayret makamıdır burası ki,

1630. Burada parlak güneş bile bir zerreye kulluk etmede, köle gibi hizmetlerde bulunmaktadır.
Aslan burada ceylânın önüne baş kor. Doğan burada çil kuşunun yanında kanat çırpar.
Buna inanmıyorsan neden Mustafa yoksullardan dua ister durur du ya?
Bu, belletme içindi dersen bilgisizlik, nasıl olur da anlatma vesilesi kesilir?
O biliyordu ki padişahlara lâyık defineyi, padişah, yıkık yerlere gömer.

1635. O yıkık yerin her cüzü, defineyi gösterir ama kötü zan, o defineyi kaybetmek için tersine çakılmış nal izlerine benzer.
Hattâ doğrusu hakikat, hakikatte garkolmuştur da bu sebeple yetmiş fıkra, belki de yüz fıkra meydana çıkmıştır.
Sofi, can kulağını iyi aç, sana kendi saçma sözlerini anlatıyorum.
Takdir sana bir zahım vurdu mu bekle, ondan sonra bir ağır elbise giydirecektir.
Çünkü o, silleyi vurduktan sonra taç ve taht bağışlamayacak bir padişah değildi.

1640. Bütün dünya, onca bir sinek kanadı değerindedir. Bir silleye karşı da sonsuz ihsanlarda bulunur.
Boynunu, dünyanın şu altın boyunduruğundan çabuk kurtar da Tanrıdan sille satın almaya bak.
Peygamberler de dertlere, musibetlere sabrettiler de o yüzden başlarını yücelttiler.
Fakat yiğidim, hazırlan, bekle de gelince seni evde bulsun.
Yoksa eve geldim, kimsecikler yoktu diye getirdiği elbiseyi geri götürür ha!

Sofinin, yine kadıya sorması

1645. Sofi dedi ki: Ne olurdu yâni, bu âlem, ebedî olarak insana gülseydi, hiç kaşlarını çatmasaydı.
Her an ortaya bir acılık katmasaydı, değişip durarak insana zahmetler vermeseydi.
Gündüzün nurunu gece çalmasaydı, zevk ve sefalar sürülen bahçeyi kış talan etmeseydi.
Sıhhat kadehi humma taşı ile kırılmasaydı, eminliği dert ve elem korkusu bozmasaydı.
Hâsılı nimetinde bir hırıltı, gürültü olmasaydı cömertliğinden, ne eksilirdi ki?

Kadının sofiye cevap vermesi ve Türkle terzi
hikâyesini örnek getirmesi

1650. Kadı, pek bomboş bir sofisin sen. Kûfî yazıdaki kef gibi bomboşsun, bir parçacık bile aklın yok.
Ağzından şekerler saçan hikâyeci, geceleri terzilerin hainliklerini anlatır, hiç duymadın mı sen?
Onların halkı nasıl soyup soğana çevirdiklerine dair geçmiş zamanlardaki hikâyeleri anlatır durur.
Kumaş keserlerken kumaşın bir parçasını nasıl çaldıklarını şuna buna söyler.
Hikâyecinin biri de geceleyin yine terzi masalı okumaya koyulmuştu. Halk başına toplanmıştı.

1655. Dinleyici bulunduğundan bütün cüzleri hikâye olmuştu âdeta.

Peygamber   aleyhisselâm  “Şüphe  yok  Tanrı,
dinleyenlerin himmetince vaiz edenlerin diline
hikmet telkin eder” buyurdu.

   Birisinin sözü güzelse dinleyicidendir. Öğretmenin heyecanı ve işe iyi sarılması, çocuğun tesiriyledir.
Yirmi dört şubeden çalgı çalan bir çalgıcıya, dinleyen olmadı mı çalgısı bir yük olur.
Aklına ne bir yanık nağme gelir, ne bir güzel, ne de on parmağı, çalgının perdelerinde ve tellerde oynar!
Gayb haberlerini dinleyen bir kulak olmasaydı hiçbir muştucu gökten vahiy getirmezdi.

1660. Tanrı sanatlarını gören gözler olmasaydı ne gökyüzü dönerdi, ne yeryüzü gülerdi.
“Sen olmasaydın” sözü, keskin ve görür gözler içindir.
Fakat halk, kadın ve yemek aşkından nereden Tanrı sanatına bakacak, nereden Tanrı aşkına düşecek?
Yiyecek birkaç köpek olmadıktan sonra tutmaç suyunu köpeklerin yiyecekleri yere dökmezsin ki.
Yürü, Tanrı mağarasının köpeği ol da o, seni seçsin, bu yal yerinden kurtarsın.

1665. Hikâyeci, terzilerin insafsızca hırsızlılarını anlattı, çaldıkları kumaşları nasıl sakladıklarını söyledi.
Halk arasında Hıta’lı bir Türk vardı. Bu sırrın açılmasına pek kızdı öfkelendi.
Gece, kıyamet günü gibi o sırları, hakikat ehline açıp durmaktaydı.
Nereye gitsen de orada birbirlerinin sırlarını açan iki düşmanı savaşır görsen;
O anı, anılıp söylenen mahşer bil. O sır söyleyen boğazı da sur say.

1670. Tanrı, öfke sebeplerini hazırlamış, o kötülükleri ortaya atmıştır.
Hikâyeci, terzilerin bir çok hainliklerini sayıp döktü. Türk acıklandı, kızdı, dertlendi.
Dedi ki: Ey meddah, şehrinizde hilede, hıyanette en usta hangi terzi?

Türk’ün ,terzi benden bir şey çalamaz diye 
bahse girişmesi

   Meddah dedi ki: Ciğeroğlu derler bir terzi vardır, hırsızlıkta, çeviklikte halkı öldürür âdeta.
Türk, benden dedi, bir iplik bile çalamaz. Sizinle bahse giriyorum.

1675. Senden daha akıllı nice kişileri mat etti, bahse girişme, böyle kanatlanıp uçmaya kalkma.
Yürü, aklına böyle mağrur olma. Onun hileleriyle sen de kendini kaybedersin dediler.
Türk, büsbütün kızdı, benden ne yeni, ne eski hiçbir şey alamaz diye bahse girişti.
Tamah edenler de onu büsbütün kızdırdılar. Bahse girip ağzını açarak dedi ki:
Şu Arap atım rehin olsun. Benden hileyle kumaş çalabilirse at sizin olur.

1680. Fakat hile yapamaz, çalamazsa ben sizden bir at alırım.
Türk, o gece kızgınlığından uyuyamadı. Hırsızın hayali ile savaşıp durmaktaydı.
Sabah çağı bir atlas kumaşı koltukladı, çarşıya o hilebazın dükkânına gitti.
Terziye selâm verdi. Usta hemen yerinden kalkıp selâmını aldı, merhaba hoş geldin dedi.
Türk’e haddinden fazla saygı gösterdi, hal ve hatır sordu, kendisini sevdirdi.

1685. Türk, ondan bu bülbül gibi çilemeyi görünce o İstanbul atlasını terzinin önüne attı.
Bana, dedi, bundan savaş için bir kaftan biç. Belinden aşağısı bol olsun yukarısı dar.
Belden yukarısı dar olsun da güzel dursun, beni bezesin. Fakat aşağı tarafı bol olmalı ki savaşta ayağıma dolaşmasın.
Terzi, sevimli müşterim, sana yüzlerce hizmette bulunayım deyip elini gözünün üstüne koydu, baş üstüne dedi.
Kumaşı önce bir ölçtü, ne kadardan çıkacak onu anladı, sonra Türkü lâfa tuttu.

1690. Başka beylerin hikâyelerini söylemeye, onların lûtuf ve ihsanları övmeye koyuldu.
Nekeslerden, onların aşağılık huylarından bahsetti. Güldürmek için tuhaf tuhaf sözler söyledi.
Ateş gibi makasını çıkardı, kumaşı kesmeye başladı. Ağzıysa masallarla afsunlarla doluydu.

Terzinin güldürecek şeyler söylemesi,Türk’ün
kahkahalarla   gülmesi  ve  küçücük,  daracık
gözlerinin kapanması,terzinin de bu suretle
kumaşı çalmaya fırsat bulması 

   Türk, hikâyelere gülmeye başladı. Daracık gözü tamamı ile örtüldü.
Terzi, kumaştan bir parça çalıp oyluğunun altına gizledi. Tanrı’dan başka kimsecikler görmedi.

1695. Tanrı, her şeyi görür ama huyu, örtmektir. Fakat haddini aştın mı açan da odur ha!
Türk, onun masallarının lezzetinden giriştiği bahsi tamamen unuttu.
Atlas neymiş, bahis neymiş, rehin ne? Türk, o terzi beyinin lâtifesine kapıldı gitti, âdeta sarhoş oldu, kendinden geçti.
Tanrı için olsun, lâtifelerin canıma gıda oldu, gülünecek bir şey daha söyle diye yalvardı.
O hain gülünecek bir şey daha söyledi. Türk kahkahasından sırt üstü yere yıkıldı.

1700. Gafil Türk, gülüp dururken terzi kumaştan bir parça daha çalıp gömleğinin yakasından koynuna soktu.
Hıta’lı Türk, üçüncü defa, Allah aşkına gülünç bir şey daha söyle dedi.
Terzi, ikinci lâtifesinden daha gülünç bir şey söyledi, Türkü tamamı ile avladı.
Gözü kapanmış, aklı gitmiş şaşırmış kalmış, bahse giriştiği halde kahkahayla sarhoş olmuştu.
Bu sırada Türkün gülmesinden meydanı boş bulup kumaştan bir parça daha çaldı.

1705. Hıta’lı Türk, ustadan dördüncü defa olarak yine gülünç bir şey isteyince,
Herif rahme geldi, hilesini,düzenini başkalarına yapmaya niyetlenip,
Amma da gülünecek şeye harîs ha dedi, zararından, ziyanından haberi bile yok.
Türk, ustayı öperek; Allah aşkına bir hikâye daha söyle diye yalvarıyordu.
Ey masal, hikâye olmuş, varlıktan geçmiş adam, masalı ne zamana kadar deneyeceksin?

1710. Senden daha ziyade gülünecek masal yok. Yıkık kabrinin başına git de bir güzelce dur.
Ey bilgisizlik ve şüphe mezarına düşmüş kişi, feleğin lâtifesini, masalını niceye bir arayacaksın?
Ne vaktedek şu cihanın işvesini tadacaksın? Ne aklın düzenin de kaldı, ne canın.
Hor ve zalim bir arkadaş olan şu felek, senin gibi yüz binlerce kişinin yüz suyunu döktü.
Herkesin terzisi olan felek, yüz yaşındaki ham bebeklerin elbiselerini yırtar, diker!

1715. Lâtifesi, bahçelere bir letafet verir ama kış gelince verdiğin şeylerin hepsini yele verir!
Halbuki ihtiyar oğlancıklar, ihtiyaçları yüzünden onun kutlu, kutsuz devriyle alay etmek, eğlenmek için önüne oturmuşlardır!

Terzinin,kendine gel,sus,yoksa bir gülünecek
şey daha söylersem kaftanın dar gelir demesi.

Terzi dedi ki: A hadım ağası, vazgeç. Bir lâtife daha söylersem vay haline.
Sonra kaftanın dapdaracık olur. Hiç kimse kendi kendine böyle iş işler mi?
Gülüyorsun ama gülmenin yeri mi?Eğer bilseydin güleceğin yerde kan ağlardın.

İşsizlerle masal arayanlar, o Türk’e benzerler,
gaddar  ve aldatıcı âlem de o terziye benzer.
Şehvetler ve kadınlar,bu dünyanın gülünç şey
söylemesidir .Ömür, ebedilik  kaftanı ve  takva
elbisesi  dikilmek üzere o  terzinin önüne verilmiş atlas kumaştır.

1720. Ömrünün atlasını, ay makasıyla gurur terzisi kesip parça parça ediyor.
Sense yıldızım, hep beni güldürseydi, hep kutlu olsaydı der, bunu istersin.
Onun terbilerine pek kızar, cilvesinden, kininden, aletlerinden hiddetlenirsin.
Susmasından, kutsuzluğundan, tutukluluğundan, kinciliğinden incinirsin.
Neden Zühre çalıp çığırmıyor dersin. Fakat onun kutluluğuna, oynayışına, çağırışına pek güvenme.

1725. Yıldızın der ki: Lâtifeyi biraz daha fazlalaştırırsam seni tamamı ile aldatır, borçlu çıkarırım.
Bu yıldızların işvesine bakma da ey hor hakîr kişi, erkeklere olan aşkına bak!
Birisi yola düşmüş, dükkâna gidiyordu. Gördü ki kadınlar yolu kapamış.
Hızlı yürümeden ayağı yanmaktaydı. Yolsa ay gibi kadınlarla doluydu, yol açmaya âdeta imkân yoktu.
Bir kadına yüz çevirdi de dedi ki: A bayağı mahlûklar, a kızcağızlar, ne de çoksunuz.

1730. Kadın, ona yüzünü döndü, ey emniyet sahibi dedi, bizim bolluğumuzu kötü görme.
Bu kadar çoğuz ama öyle olduğu halde size bu çokluk bile az gelmede.
Kadın kıtlığından oğlancılığa düşüyorsunuz da yapan da dünyaya rezil rüsva oluyor, yaptıran da!
Zamanın hâdiselerine bakma. Feleğin acılıklarını, hazım olunmaz şeylerini görme.
Rızkın, geçimin darlığına, şu kıtlığına, korkuya, titreyişe bakma.

1735. Şuna bak sen: Bu kadar acılıklarıyla beraber yine de onun için ölüyor, ondan bir türlü kendinizi çekemiyorsunuz.
Acı imtihanı bir rahmet bil, Belh ve Merv ülkelerine sahip olmayı bir gazap say.
O İbrahim, telef olmaktan çekinmedi, ateşe atıldı, fakat yanmadı, bu İbrahim, şereften saltanattan kaçtı, kendisini ateşe attı.
Şaşılacak şey. Ateş onu yakmadı, bunu yaktı. İstek yolunda böyle tersine nallar vardır işte!

Sofinin tekrar sual sorması

   Sofi dedi ki: Yardımı dilenen Tanrı, kârımızı ziyansız etmeye kadirdir.

1740. Ateşi gül ve ağaç haline getiren, bunu da zararsız bir hale getirebilir.
Dikenden gül çıkaran şu kışı da bahar edebilir.
Her serviyi hür bir halde sere serpe yücelten, derdi de neşe haline getirir.
Onun lûtfuyla her şey, yokluktan var oldu. Var ettiğini ebedî kılarsa nesi eksilir ki?
Bedene can verip dirilten, dirilttiğini öldürmezse ziyana mı girer?

1745. O cömert Tanrı, kulunun isteğini çalışmadan verse ne çıkar?
Artık kullarından pusuda bekleyen nefis hilesiyle melûn şeytanın hilesini uzak tutsa ne olur ki?

Kadının sofiye cevap vermesi

   Kadı dedi ki: Acı emir olmasaydı, dünyada çirkin, güzel taş ve inci bulunmasaydı,
Nefis, şeytan heva ve hevese... Zahmet, meşakkat, savaş olmasaydı,
A perdesi, yırtılmış adam; padişah kullarına ne ad takardı?

1750. Nasıl ey sabırlı, ey hilim sahibi, ey yiğitlik, ey hikmet ıssı diyebilirdi?
Yol kesen ve melûn şeytan olmasaydı sabırlılar, doğrular ve yoksulları doyuranlar, nasıl belli olurdu?
Rüstem ve Hamza’yla namussuz, aynı ve bir olsaydı bilgi ve hikmet bâtıl olurdu.
Bilgi ve hikmet, doğru yolla yolsuzluğu göstermek içindir. Her taraf yoldan ibaret olsaydı hikmet, abes ve boş bir şey olurdu.
Sense bu acı sulu tabiat dükkânı için iki âleminde yıkılmasını hoş görüyorsun.

1755. Ben bilip duruyorum ki sen paksın, ham değilsin. Bu soruşunda aşağılık kişilerin anlaması için.
Devranın cefası ile âlemdeki bütün eziyetler, Tanrı’dan uzak olmadan ve gafil bulunmadan daha kolaydır.
Çünkü bunlar hep geçer de onlar geçmez. Devlet, ona derler ki insanın canı uyanık olsun!

Zahmete sabretmek ,sevgilinin ayrılığına sabret-
metken kolaydır.

   Kadının biri kocasına dedi ki: Ey adamlığı bir adımda aşan!
Bana hiç bakmıyorsun, neden? Ne vaktedek bu horlukta kalacağım?

1760. Kocası dedi ki: Boğazına bakıyorum, çıplağım ama elim ayağım var, çalışıp çabalıyorum.
Güzelim, ere kadının boğazına ve elbisesine bakmak farzdır. Ben ikisine de bakıyorum. Bu hususlarda eksiğin, gediğin yok.
Kadın, gömleğinin yenini gösterdi. Pek kaba ve kirliydi.
Dedi ki: Kabalığından bedenimi yiyor. Kimse kimseye bu çeşit elbise verir mi?
Kocası, a kadın dedi, sana bir sorum var: Yoksul adamım ben, elimden bu geliyor.

1765. Doğru, bu çok kaba, çok çirkin, fakat ey düşünceli kadın, bir düşün.
Bu mu daha kötü, yoksa boşanmak mı? Bu mu sana daha kötü geliyor ,yoksa ayrılık mı?
Ey kınayıp duran belâ, yoksulluk, eziyet ve mihnet de böyledir işte.
Şüphe yok ki heva ve hevesi terk etmek acıdır ama Tanrıdan uzak olma acılığından elbette daha iyidir.
Savaş ve oruç güçtür, çetindir. Fakat bu güçlük ve çetinlik, Tanrının, kulu kendinden uzaklaştırmasından, böyle bir derde uğratmasından yeğdir.

1770. İhsan ve lûtuflar ıssı Tanrı, bir gün, ey benim hastam, ey benim mihnetime uğrayan kul, nasılsın? derse hiç zahmet ve eziyet kalır mı?
Hattâ böyle demese bile, böyle dediğini duymasan, anlamasan bile senin o zevkin yok mu? Tanrı’nın senin hatırını sormasıdır işte.
Gönül hekimleri olan güzeller, hastaların hatırını sormaya düşkündürler.
Utanır, söz olmasın derlerse bir çare bulurlar, yine haber gönderirler.
Haber bile göndermeseler bunu düşünürler ya. Hâsılı hiçbir sevgili yoktur ki âşıkından haberi olmasın?

1775. Ey duyulmamış, eşsiz hikâyeler arayan, âşıkların hikâyesini oku.
Bunca uzun zamanlardır kaynar durursun ama yine de tatar aşı gibi yarı pişman bir haldesin ey kadid olmuş adam!
Bir ömürdür Tanrı adaletini görmüş, o tadı almışsın da yine görmeyenlerden daha namahremsin.
Talebelik eden üstat olur. Öyle olduğu halde sen günden güne geri gitmişsin a inatçı kör.
Anandan,i babandan haberin yok, geceyle gündüzden de ibret almamışsın.

Örnek

1780. Bir ârif, papazın birine sordu: Sen mi daha yaşlısın sakalın mı?
Papaz dedi ki: Ben ondan önce doğdum. Sakalsız nice zamanlarım var.
Ârif dedi ki: Sakalın ağarmış, eski halini terk etmiş. Öyle olduğu halde yazıklar olsun, kötü huyun hâlâ dönmemiş!
O senden önce doğmuş seni geçmiş. Sense tirit sevdası ile böylece kala kalmışsın.
Önce doğduğun renktesin hâlâ. Ondan bir adım bile ileri atmamışsın.

1785. Hâlâ kaptaki ekşi ayransın. Hâlâ o yoğurdun yağını ayıramamışsın.
Hâlâ balçık küpteki hamursun, bir ömürdür ateşli tandırdasın ama hâlâ pişmemişsin.
Heves yeli ile başın dönüyor ama tepedeki ot gibi ayağın toprakta.
Musa kavmi gibi Tih çölünün ıssısında, durduğun yerde tam kırk yıl kala kalmışsın a akılsız adam!
Her gün, ta akşama kadar koşup duruyorsun. Fakat kendini yine de ilk konak yerinde görmedesin!

1790. O öküze âşık oldukça şu üç yüz yıllık uzaklıktan kurtulamazsın.
Onların da gönüllerinden öküzün hayali çıkmadıkça ıssı bir girdaba benzeyen o çölde kaldılar.
Bu öküzü bir tarafa bırak, Tanrıdan sonsuz lûtuflara ermiş, nihayetsiz nimetler görmüşsün.
Fakat öküz tabiatlısın, onun için o büyük büyük iyilikler, bu öküzün aşkı ile gönlünden gidiverdi.
Bâri şimdi bedeninin bütün cüzilerinden sor. Şu dilsiz uzuvlarının yüzlerce dili vardır.

1795. Âleme rızık veren Tanrı’nın nimetlerinin zikri, zaman yapraklarında gizlenmiştir.
Sen gece gündüz hikâye arar durursun. Halbuki senin cüzilerinin cüzileri, sana hikâyeler söyler durur.
Onlar yokluktan var olalı nice neşeler gördüler, nice gamlar tattılar.
Çünkü hiçbir cüzi lezzetsiz bitmez. Istıraplarla zayıflar, kuru kalır.
Halbuki senin cüzün kaldı da o iyilik, o nimet, aklından gitti. Daha doğrusu gitmedi,beş duygunla yedi endamından gizlendi.

1800. Yaz gibi hani. Yazın pamuk biter de o kalır, fakat yaz hatırlanmaz olur.
Yahut da buz gibi. Kışın olur da kış gizlenir, buz bize kalır.
Bu o güçlükten bir armağandır. Kışın da yazın armağanları şu meyvelerdir.
Ey yiğit bunun gibi senin her cüzün de bedeninde Tanrının bir nimetini söylemededir.
Şu kadın gibi yirmi oğlu vardı da her oğlu, bir güzel halini anlatmadadır.

1805. Sarhoşluk ve oynaşma olmadıkça gebe kalınmaz. Bahar olmayınca bahçelerde bir şey doğar mı?
Gebelerle kucaklarındaki çocuklar, baharın o kadınların  aşkına delâlet eder.
Her ağaç, çocuklarını emzirmededir. Hepsi, Meryem gibi gizli bir padişahtan gebe kalmıştır.
Ateş suyla gizlenir ama üstünde yüz binlerce köpük coşar.
Ateş pek gizlidir, fakat köpük, on parmağı ile ateşin varlığına delâlet etmekdedir.

1810. Vuslat sarhoşlarının cüzleri de, bunun gibi hal ve söz timsallerinden gebe kalır.
Hal güzelliğine karşı ağızları açık kalmıştır onların. Gözleri, cihan nakşına örtülmüştür.
O doğanlar bu dört unsurdan doğmazlar. Onun için de bu gözlere görünmezler.
Onlar, tecelliden doğmuşlardır. Bu yüzden renksiz perdeyle örtülüdürler.
Doğmuşlar dedim ya, hakikatte doğmamışlar da. Bu söz, ancak anlatmak için söylenmiş bir sözdür.

1815. Sus da “Kul-söyle” padişahı söylesin. Bu çeşit güllere karşı bülbüllük satmaya kalkışma.
Bu gül, coşmuş köpürmüş, söylenip duran bir güldür. Ey bülbül, bana karşı sözü kes de kulak kesil!
Her ikisi de, yani hal de, söz de, tertemiz iki güzele benzer. Vuslat sırrına iki âdil şahittir bunlar.
Bu iki seçilmiş lâtif güzellik de gebeliklere ve geçmiş zamandaki haşirlere şahadet ederler.
Yeniden yeniye gelen temmuz ayında buzun, her an kış hikâyelerini söylemesi gibi.

1820. Hani buz da, soğuk rüzgârları, zemheriyi, yaz günlerinde o güç zamanları söyler ya.
Kışın meyve ve Tanrı lûtfunun hikâyelerini anlatır.
Güneşin gülümsediği zamanları, çimen gelinlerine dokunup eksiltmesini söyler.
İşte onun gibi senden de hal gitti, cüzün o halin armağanı olarak kaldı. Ya ona sor, yahut da hatırla.
Gama giriftar oldun mu çeviksen derhal sıçrar, o ümitsizlik deminden kurtulursun.

1825. Ona, ey hali, nimetleri o yüceliği inkâr eden gam, dersin...
Her dem baharda, neşede değilsin de gül yığınına benzeyen bedenin, neyin ambarı ya?
Gül yığını bedenin, düşüncen de gül suyu gibi. Gül suyu, gülü inkâr ediyor ha. Şaşılacak şey bu işte!
Nimetleri inkâr eden maymun huylulardan saman bile esirgenir. Fakat peygamber huylu kişilere güneş ve bulut, saçı olarak saçılır.
O küfür inadı, maymun âdetidir. Şu hamd-ü şükürse Peygamberin yoludur.

1830. Perdelerin yırtılması, maymun huylulara neler etti? Peygambere benzeyenlerse ibadetleri, ne faydalar verdi!
Mamur yerlerde kuduz köpekler vardır. Yücelik ve nur definesi, yıkık yerlerdedir.
Şu doğma, ayın tutulmasında olmasaydı bunca filozof, yolu kaybeder miydi hiç?
Akıllı fikirli kişiler, bu yol yitirme yüzünden burunlarının üstünde ahmaklık dağını gördüler!

Kazanmadan rızık dileyen yoksul hikâyesi

   Çaresiz bir müflis, derde düşmüştü. Hiçbir şeyi yoktu, binlerce zehir yutmuştu.

1835. Namazlarda, dualarda yalvarmakta, ey Tanrım, ey kurdu kuşu koruyan!
Sen, beni yorulmadan, çalışıp çabalamadan yarattın. Şu âlemde rızkımı da benim kazancım olmadan ver.
Başımda gizli olan beş inci verdin. Beş duygu daha ihsan ettin ki onlar da gizli.
Bu ihsanların sayıya sığmaz. Ben utanıyorum, anlatmadan âcizim.
Beni yaratan yalnız sensin. Rızkımı da sen düzene koy demekteydi.

1840. Yıllarca bu duada bulundu. Nihayet ağlayıp yalvarışı tesir etti.
Hani çalışmadan, yorulmadan helâl bir rızk isteyen adam vardı ya, onun gibi.
Nihayet Tanrı adaletine sahip Davut Peygamber zamanında bir öküz, onu kutluluğa ulaştırmıştı.
Bu adamda yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı, nihayet meydandan icabet topunu çeldi.
Bazen duasının kabul edilmeyişine bakıp kötü zanlara düşüyor, niçin duam kabul edilmiyor diyor,

1845. Derken yine Tanrı’nın lûtuf ve keremi, gönlüne muştuluklar veriyor, duasının kabul edileceğine delil oluyordu.
Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe düşünce Tanrı tapısında gel sesini duyuyordu.
Tanrı alçaltıcıdır, yücelticidir. Bu ikisinden başka hiçbir işi yoktur.
Yerin alçalışına bak, göğün yücelişine bak. Kâinatın devranı bu ikisinden hâli değildir.
Şu yerin yücelip alçalışı da bir başka çeşittir. Yılın yarısında çorak bir hale gelir, yarısında yeşerir, tazeleşir.

1850. Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması, büsbütün başka bir tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur, yarısı gece.
Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur: Gâh insan sıhhatli olur, gâh hastalanır, inler.
Dünyanın bütün hallerini böyle bil. Kıtlık, bolluk, barış, savaş, hep denemelerden meydana gelir.
Şu dünya, havada bu iki kanatla uçar. Canlar da bu ikisi yüzünden korku ve ümit yurtlarında yurt edinirler.
Böylece dünya, şimal rüzgârına benzeyen hayatla ve sam yeli gibi olan ölümle titrer durur.

1855. Nihayet İsa’mızın tek renge boyayan birlik küpü yüzlerce renkli küpleri kırar.
Çünkü o âlem, tuzlaya benzer. Oraya ne düşerse renkten arınır.
Toprağa bak. Çeşit, çeşit renkte bulunan insanları mezarlarda bir renge sokmada.
Bu, görünen bedenlerin tuzlası, mâna âlemine ait tuzlaysa bundan tamamı ile ayrıdır.
O mâna tuzlası mânevidir. O, ezelden ebede kadar yenilikler içindedir.

1860. Eskilik bu yeniliğin zıddıdır. Halbuki o âlemin yeniliği zıtsızdır, eşsizdir, sayıya da sığmaz.
Nitekim Mustafa’nın nurunun cilâsı ile yüz binlerce çeşit karanlık ışık kesildi.
O ulu er yüzünden Yahudilerin, Tanrı’ya şirk koşanların, Hıristiyanların, Mecusilerin hepsi bir renge boyandılar.
Yüz binlerce kısa ve uzun gölgeler o sır denizinin nurunda bir oldular.
Ne uzunluk kaldı, ne kısalık, ne genişlik. Çeşit, çeşit gölgeler, güneşe rehin oldu.

1865. Fakat mahşerdeki tek renge boyanış, iyiye de apaçık görünür, kötüye de.
O âlemde mânalar, surete bürünürler. Suretlerimiz, hülyalarımıza uygun olur.
O zamanda mektupların sureti açığa çıkar, elbiselerin astarı yüz olur, herkesin içi, dışına döner.
Şimdi gizli şeyler, alacalı öküze benzer. Söz iği, âlem içinde yüzlerce renkte bir iplik gibi görünür.
Şimdi yüzlerce renge boyanma, yüzlerce gönül sahibi olma devri. Tek renkli olma âlemi nereden tecelli edecek?

1870. Şimdi zencilik zamanı. Rum diyarına mensup olanlar, beyaz güzeller gizli. Şimdi gece, güneş gizli.
Kurdun devri, Yusuf kuyunun dibinde. Kıptilerin nöbeti, Firavun, padişah şimdi.
Bu suretle de herkese lüzumlu, lüzumsuz gülüp duran ve kimseden esirgenmeyen rızktan şu köpekler de birkaç gün rızıklansınlar, hisselerini alsınlar bakalım.
“Gelin” buyruğu verilinceye kadar aslanlar, orman içinde beklemedeler.
Bu emir geldi mi o aslanlar, yayıldıkları yerden çıkarlar. Tanrı, hicapsız olarak yayılacakları, geçinecekleri yeri gösterir.

1875. İnsanın mahiyeti, insanlık, karayı da kaplar, denizi de. Alacalı öküzler o kurban gününde kesilirler.
O kurban günü, korkunç bir kıyamettir. Müminlere bayramdır, öküzlere helâk olma günü.
O kurban gününde bütün su kuşları, gemiler gibi deniz üstünde akarlar, yüzerler.
Bu suretle de “Helâk olan apaçık delillerle helâk olur.” Kurtulan kurtulur ve yakıyne erer.
Doğan kuşları, padişaha giderler, kuzgunlar, mezarlığa.

1880. Kemikle ekmek gibi pis şeylerin cüzileri, bu cihanda kuzgunların mezesidir, gıdasıdır.
Hikmetin kadrini bilme nerede,kuzgun nerede?Gübrede yaşayan kurt nerede, bağ bahçe nerede?
Nefsiyle savaşmak, kahpe adama lâyık değildir. Eşeğin ardında öd ağacı yakılmaz, eşeğin ardına da misk sürülmez.
Kadınlara savaş yazılmamıştır. Nefisle savaşmaksa onların işi olamaz. Çünkü bu, büyük savaştır.
Ancak nadir olarak  bazı kadında da bir Rüstem vardır. Meryem gibi gizlidir o.

1885. Nitekim erlerin bedeninde, yüreksizliklerinden kadınların gizlendiği vardır.
Kim, erliğe hazırlanmamış, er olmamışsa o dişilik, öbür âlemde surete bürünür.
O gün adalet günüdür. Adalet, her şeyi lâyık olduğu yere koymaktır. Ayakkabı ayağındır, külâh başın.
Bu suretle her isteyen isteğine erişir her batan batacağı yere kavuşur.
Hiçbir istek, isteyenden esirgenmez. Parlaklığın eşi güneştir, suyun eşi bulut.

1890. Dünya, Tanrı’nın kahır yurdudur. Kahrı seçtiysen kahır göre dur.
Kahır kılıcı, denize, karaya düşmüş. Kahrolanların kemiklerine, kıllarına bak.
Damın çevresinde kuşların kanatlarını, ayaklarını seyret. Bunlar, sessiz, sözsüz sana Tanrı kahrını anlatırlar.
Ölü, gömüldüğü yerde bir yığın toprak kaldı. Öldüğü zaman geçtikçe o yığın da düzeldi gitti.
Tanrı adaleti, herkesi eşiyle çift etmiştir; fili fille, sivrisineği sivrisinekle.

1895. Ahmed’e mecliste dört seçilmiş dost, enis olur, Ebucehl’e de Utbe’yle Zül-hımar!
Cebrail’le canların kıblesi Sidre’dir, karnına kul olanların kıblesi sofra.
Arifin kıblesi vuslat nurudur, filozaflaşan aklın kıblesi hayal.
Zâhidin kıblesi ihsan sahibi Tanrı’dır, tamahkârın kıblesi altınla dolu torba.
Mâna gözetenlerin kıblesi sabırdır, surete tapanların kıblesi taştan yapılan suret.

1900. Bâtın âleminde oturanların kıblesi lûtuf ve ihsan sahibi Tanrı’dır, zâhire tapanların kıblesi kadın yüzü.
Böylece eski yeni... Say dur. Usanırsan yürü, işine bak!
Bizim rızkımız, altın kâse içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yal yedikleri yere dökülen tutamaç suyu.
Ne huyla huylandırdıysak ona lâyıksın. Seni o rızk için göndermişizdir.
Onu ekmeğe âşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye âşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna.

1905. Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse?
Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri!
Bu sözün sonu yoktur. O yoksul da yoksulluk derdiyle arıkladı, gücü kuvveti kalmadı.

Yoksulun üstünde “Bir kubbenin yanında dur,
yüzünü kıbleye çevir,bir ok at,nereye düşerse
orada define vardır” yazılı bir kağıdı ele
geçirmesi

   Bir gece rüyasında gördü. Ne rüyası, rüya nerede? Doğru özlü sofi, uyumadan rüya görür.
Hâtif ona dedi ki: Ey bir çok yorgunluklar görmüş er, kâğıtçılarda bir kâğıt ara.

1910. Komşun olan kâğıtçıda gizlidir o. Kâğıtlarını ele al.
Onların arasında şu şekilde, şu renkte bir kâğıt var. Onu gizle bir yerde oku.
Oğul, onu kâğıtçıdan çaldın mı kalabalıktan, iyi kötü adamlardan bir kenara çekil.
Yalnızca oku. Okurken kimseyi yanında bulundurma.
İş yayılır, ortaya düşerse bile dertlenme. O defineden senden başka hiç kimsecik, bir arpa bile alamaz.

1915. Elde etmen uzarsa sakın ümitsizlenme. Her an “ Tanrıdan ümit kesmeyin” âyetini vird edin.
O muştucu, bunu söyleyip elini, adamın göğsüne koydu, hadi dedi, yürü, zahmet çek!
O genç, dalgınlık âleminden kendine gelince ferahından âdeta dünyaya sığmıyordu.
Tanrı’nın koruması ve lûtfu olmasaydı sevincinden çatlayacaktı doğrusu.
Öyle bir sevinmişti ki. Kulağı, altı yüz perdenin ardından Tanrı sesini duymuştu.

1920. İşitme duygusu, perdeleri aşmış, başını yüceltmiş, feleği geçmişti.
Öyle bir an olur ki insanın görüş duygusu, ibret ıssı olur, gaip perdesinden bile geçer.
Duyguları, perdeyi aştı mı artık birbiri ardına ve boyuna görür, duyar.
Adam, kâğıtçı dükkânına geldi. Meşk kâğıtlarına el attı.
O yazılı kâğıt, çabucak gözüne ilişti, Hâtif’in söylediği âlametlerin hepside o kâğıtta vardı.

1925. Kâğıdı koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben gidiyorum artık, dedi.
Tenha bir bucağa çekildi, kâğıdı okudu. Âdeta şaşırdı kaldı.
Bir definenin yerini göstermekte olan böyle bir değer biçilmez kâğıt, meşk kâğıtlarının arasına nasıl girmişti?
Sonra aklına şu geldi: Her şeyi koruyan, Tanrıdır.
Koruyucu Tanrı, nasıl olur da birisinin, abes yere bir şey aşırmasına müsaade eder?

1930. Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Tanrının izni olmadıkça bir arpa bile alamaz.
Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan Tanrı taktir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz.
Fakat Tanrı’ya kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.
Musa’nın avucu, koynundan ziyalandı, nurlar saçtı; nuru, gökyüzündeki aydan da üstündü.
Bu heybetli gökyüzünden dilediğin, ey Musa, koynundan baş gösterdi.

1935. Bil ki yüce gökler, insanın anladığı şeylerin aksidir; gökler, o akisten ibarettir.
Yüce ulu Tanrı’nın eli, iki âlemden de önce aklı yaratmadı mı?
Bu söz, hem apaçıktır, hem de pek gizli. Çünkü sinek, ankaya mahrem olamaz.
Oğul, yine hikâyeye dön de defineyle o yoksulun kıssasını tamamla.

Yoksul ve definenin bulunduğu yer

   Kâğıtta şu yazılıydı: Bil ki şehrin dışında bir define var.

1940. İçinde mezar olan filân kubbe var ya. Hani arkası şehre, kapısı Ferkat yıldızına karşı.
O türbeyi ardına al, yüzünü kıbleye çevir. Sonra yayla bir ok at.
Kutlu kişi, yaydan oku attın mı okun düştüğü yeri kaz!
O yiğit kuvvetli bir yay aldı, oku boşluğa doğru attı.
Derhal kazma kürek getirdi. Sevine,sevine okunun düştüğü yeri kazmaya koyuldu.

1945. Hem kendi körleşti, hem kazması, küreği. Fakat gizli defineden hiçbir eser görünmedi.
Böylece her gün ok atıyor, düştüğü yeri kazıyor, fakat bir türlü definenin yerini bulamıyordu.
Bunu âdet edindi. Daima orayı burayı kazıp durduğundan şehre bir dedikodudur yayıldı, iş halkın ağzına düştü.

Definenin halkın ağzına düşmesi ve padişah
tarafından duyulması

   Pusuda duran, fırsat gözleyen adamlar, bu işi padişaha haber verdiler.
Filân, bir define bildiren kâğıt bulmuş diye söylediler.

1950. Adam, padişah tarafından duyulduğunu anlayınca teslim olmadan, kadere boyun eğmeden başka çare görmedi.
Padişah kendisine işkence yapmadan, kâğıdı padişahın önüne koydu.
Dedi ki: Şu kâğıdı buldum ama defineyi bulamadım. Define yerine hadsiz, hesapsız zahmetlere girdim.
Defineden bir habbe bile meydana çıkmadı. Fakat ben yılan gibi bir hayli kıvrandım durdum.
Bir aydır ağzımın tadı yok. Bunun ziyanı da haram oldu bana, kârı da.

1955. Belki bahtın şu perdeyi açar ey savaşı kutlu olan kaleler fethetmiş padişahım!
Padişah da altı ay, belki de daha fazla ok attı,okun düştüğü yeri kazdırdı.
Nerede katı bir yay varsa buldurdu,o attı, her yanda define aradı durdu.
Fakat eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemedi. Define âdeta ankaya benziyordu, ismi var, cismi yok!

Padişahın, defineyi bulmaktan ümidini kesip
aramaktan usanması

   İşin eni, boyu uzayıp duruyordu. Padişah, nihayet o defineden usandı.

1960. Her tarafı yer yer eştirmiş,kuyu haline getirmişti. Günün birinde kâğıdı, herifin önüne atıp
Dedi ki: Al şu kâğıdı. Definenin eseri bile görünmedi. Senin işin yok, bu iş sana daha lâyık.
Bu işi olanın yapacağı şey değil. Gülü yakıp dikenin etrafında dolanmak akıl kârı değil.
Demirden ot bitmesini bekleyen olabilir ama bu hülyaya tutulan, az olur.
Bu iş için senin gibi yorulma bilmez bir adam gerek. Sen mademki yorulmuyorsun, var ara.

1965. Bulursan ne âlâ, onu sana helâl ettim. Bulamazsan yorulmazsın, kazar durursun!
Akıl, ümitsizlik yoluna gider mi hiç? Aşk lâzım ki o tarafa koşsun!
Hiç bir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil. Akıl, faydalanacağı şeyi arar.
Aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına gitmiş gibi belâlara uğrar, sabreder.
Öyle pek yüzlüdür ki hiç arkasını dönmez. Bir fayda elde etmek ümidini öldürmüştür içinde.

1970. Neyi var, neyi yoksa ortaya kor, oynar, yutulur, bir ücret aramaz. Tanrı’nın aldığı gibi yine hepsini Tanrıya verir, tertemiz olur.
Tanrı, ona sebepsiz olarak bu varlığı vermiştir.O cömert er de sebepsiz olarak Tanrı vergisini Tanrıya bağışlar.
Cömertlik, sebepsiz olarak vermektir. Temizlik, her şeyi Tanrıya verip arınmak, her şeriatın dışındadır.
Çünkü şeriat, ya Tanrı ihsanına nail olmayı, yahut Tanrı kahrından kurtulmayı arar. Varlıktan arınanlarsa Tanrı’nın has kurbanlarıdır.
Onlar, ne Tanrıyı sınarlar, ne de ziyana, kâra aldırış ederler.

Padişahın, definenin yerini gösteren kâğıdı
”Al, biz bundan vazgeçtik” diye yoksula
vermesi

1975. O dertli definenin kâğıdını padişah, o dertlere uğramış fakire verince;
Yoksul adam, düşmanlarından, onların saçmasından emin oldu, gidip sevdalandığı şeye adamakıllı sarıldı.
İnsanı dertlere düşüren aşka yâr oldu. Köpek, yarasını yalaya yalaya iyi eder.
Aşk ıstırabına hiçbir yâr, hiçbir ortak yoktur. Âşığa âlemde bir tek mahrem bile bulunmaz.
Âşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır.

1980. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur.
Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi.
Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir.
Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.
O adamda kendini kıble yapmış, dua edip durmuştu. “İnsan ancak çalıştığını elde eder.”

1985. Bundan önce bir cevap duymadan yıllarca dua etmişti.
İcabet edilmeden dua ediyor, Tanrı kereminden “Lebbeyk” sesini gizli olarak işitiyordu.
O illetli adam, ulu yaratıcının cömertliğine güvendiğinden tefsiz oynuyordu.
Ona ne bir hatif sesi gelmişti, ne bir haberci ulaşmıştı. Ümit kulağı, “Lebbeyk” sesiyle doluydu ama.
Ümidi, dilsiz, sessiz “gel” demekteydi. O dâvet, gönlünden usancı silip süpürüyordu.

1990. Dama gelmeyi öğrenen güvercini çağırma, kov, o bir yere gidemez, kanadı bağlıdır.
Ey hak Ziyası Hüsameddin, onu kovsan da seninle buluştuğu için can kanadı bitmiştir;
Kovsan da can kuşu, sebepsiz olarak senin damının etrafında döner dolaşır.
Onun yiyeceği ,içeceği, konacağı yer, hep senin damındır. Yücelerde kanat çırpar ama tuzağına âşıktır.
Hattâ ruh, bir an hırsızlamacasına o fütuhattan dolayı sana şükretmese, münkir olsa.

1995. Durup dinlenmeden kin güden aşk sahnesi, derhal o inkâr eden göğüse ateş dolu bir leğen koyuverir.
Aya gel, tozdan vazgeç. Aşk padişahı seni çağırmada, çabuk dön der.
Ben, güvercin gibi sarhoşçasına bu damın, bu güvercinliğin etrafında kanat çırpmaktayım.
Aşk Cebrailiyim, Sidre’m sensin. İlletliyim, Meryem oğlu İsa sensin bana.
O inciler saçan denizi coştur. Şu hastayı bu gün bir hoşça sor, soruştur!

2000. Çünkü sen, onunsun, deniz de onundur. Bu an, onun nöbet zamanıdır ama aldırma.
Zaten bu, onun meydana getirdiği bir feryattan ibarettir. Yarabbi, sen gizli olanı koru, onu meydana çıkarma.
Ney gibi iki ağzımız var. Bir ağız, onun dudaklarında gizli.
Öbür ağız, size görünmede, feryat etmede, havaya bir hay huydur salmada.
Fakat can gözü açık olan bilir ki bu baştan çıkan feryat da o baştan çıkmadadır.

2005. Neyin bu feryadı, onun soluklarından. Ruhun hay huyu, onun hay huylarından.
Ney, onun dudakları ile hemdem olmasaydı âlemi şekerle doldurabilir miydi?
Kiminle yattın, hangi tarafından kalktın da böyle deniz gibi coşup köpürmedesin?
Yahut da “Ben rabbime konuk olurum” hâdisini okudun, ateş denizinin ta içine atıldın.
Fakat “ey ateş, soğu” nârası, ey kendisine uyulan zat, senin canını korudu.

2010. Ey hak Ziyası, din ve gönlün Husam’ı! Hiç güneş, balçıkla sıvanır mı?
Bu toprak parçaları, senin güneşini örtmek istediler ama,
Dağların gönlündeki lâ’l madenleri, sana delâlet etmede. Bağlar, bahçeler, senin gülümsemelerinle dopdolu.
Senin erliğine mahrem olacak Rüstem nerede ki senin yüzlerce harmanından bir buğday tanesini söylemeye kalkayım.
Senin sırrından bir ah etmek istersem ancak Ali gibi bir kuyuya gitmeli, kuyunun içine ah etmeliyim.

2015. Kardeşlerin gönüllerinde kin olduğundan Yusuf’umun kuyu dibinde kalması daha iyi.
Sarhoş oldum, kendini ortaya atacağım artık. Kuyu nedir ki? Ben gidip ovanın ta ortasına çadır kuracağım.
Ateşli şarabı ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça debdebemi, azametimi seyret.
O yoksul, defineyi elde edemedi ama söyle, beklesin. Çünkü biz, bu anda neşeye gark olduk.
Ey yoksul, artık sen Tanrıya sığın. Ben gark oldum, benden yardım isteme!

2020. Artık o hikâyelerde işim yok benim. Ne kendimden haberim var, ne sakalımdan!
İçine bir kıl bile sığmayan şaraba gurur, izzeti nefis filân sığar mı hiç?
Sâki, büyük bir sağrak sun da şu zengini sakalından, bıyığından kurtar.
Gururundan bize bıyık buruyor, fakat bize hasedinden de sakalını yolup durmada.
Onun bütün riyalarını, düzenlerini biliyoruz. O mattır, mattır, mat.

2025. Pir, beş yüz yıl sonra, ondan ne doğacak? Kıldan kıla ve apaçık görür.
Halkın aynada gördüğünü, pir, pişmemiş kerpiçte görür.
Kaba sakallının evinde görmediği, köseye bir bir görünür.
Denize git, sen balık oğlusun. Neden çerçöp gibi sakalına düştün böyle?
Çerçöp değilsin sen, bu senden uzaktır. Sana inciler bile haset eder. Denizde, dalgalar arasında olman daha doğrudur.

2030. Deniz birdir. Eşi, ortağı yoktur. İncisi balığı da dalgasından başka bir şey değildir.
Ona eş, ortak olsun... Buna imkân yoktur. Böyle şey, o denizden, o denizin pak dalgasından uzaktır.
Denizde ikilik ve ıstırap yoktur. Fakat şaşıya ne söyleyeyim? Hiç, hiç!
Ey şemen, şaşılara arkadaşız madem, müşrikçe konuşmak gerek.
O birlik, vasıf ve hal bakımındandır. Fakat söz meydanına ancak ikilik gelebilir.

2035. Ya şaşı gibi bu ikiliği iç, yahut ağzını yum, güzelce sus!
Yahut da nöbetle gâh sus, gâh söyle. Hâsılı şaşıca davul döv vesselâm.
Bir mahrem gördün mü can sırrını söyle. Gül gördün mü bülbüller gibi nâra at.
Hileyle, geçici şeylerle dolu bir tulum görürsen dudağını kapat, kendini küp haline sok.
O, suyun düşmanıdır, onun önünde oynama. Yoksa bilgisizlik taşını atar, küpü kırar.

2040. Cahilin eziyetlerine sabretmek, ehil olanlara cilâdır. Nerede bir gönül varsa sabırla cilâlanır.
Nemrut’un ateşi, İbrahim’e bir ayna temizliği verdi, aynayı cilalâr gibi onu da arıttı, cilâladı.
Nuh kavminin cefası ile Nuh’un sabrı, Nuh’a ruh cilâsı oldu.

Tanrı,sırrını kutlasın Şeyh Hasan-ı Harkani’ye
ait hikâye

   Bir derviş, Ebül-Huseyn-i Harkan’ın şöhretini duyup Talkan şehrinden yola çıkmıştı.

2045. Dağlar aştı, uzun ovalar geçti. Şeyh’i görmek için özü doğru olarak, Tanrıya yalvarıp yakararak bunca yol aldı.
Yolda gördüğü cefalar, çektiği eziyetler, anlatılmaya değer ama ben kısa kesiyorum.
O genç, yolu bitirip maksadına ulaştı. O padişahın evini sordu.
Öğrenip kapısına geldi, yüzlerce saygıyla kapı halkasını vurdu. Şeyhin karısı, kapıdan başını çıkardı.
Ey kerem sahibi, ne istiyorsun? dedi. Derviş, ziyaret için geldim deyince.

2050. Kadın kahkahayla gülüp dedi ki: Sakalına bak yahu. Hele şu yolculuğa, şu uğradığın derde bak.
Yerinde, yurdunda işin yok muydu da beyhude yere yollara düştün?
Bir ahmağı görmek hevesine mi düştün, yoksa yurdundan mı usandın?
Yahut da şeytan sana bir boyunduruk urdu, vesveseler verdi, sana bu yolculuk kapısını açtı.
Birçok kötü sözler söyledi, küfürlerde bulundu, dırıldandı durdu. Onların hepsini söyleyemem ben.

2055. Kadının sayısız gülümsemesinden, hikâyeler söylemesinden derviş, pek dertlendi, dertlere uğradı.

Derviş’in Şeyh nerede,onu nerede arayalım
diye sorması,Şeyh’in karısının da kötü kötü 
cevap vermesi

   Dervişin gözlerinden yaşlar aktı, dedi ki: Bütün bunlarla beraber o adı tatlı padişah nerede? Söyle bana!
Kadın dedi ki: O bomboş riyâkar bir hilebazdır. Ahmaklara tuzaktır. Yol azıtanlara kementlik eder.
Senin gibi sakalını değirmende ağartan yüz binlerce kişi azgınlıktan ona düşmüştür.
Onu görmez, esenlikle yerine yurduna dönersen senin için daha hayırlıdır. Onu görüp de azmazsın hiç olmazsa.

2060. Onun işi gücü lâftır, kâse yalayıcı, hazır sofraya oturucu bir heriftir. Fakat davulunun sesi, etrafa yayılmış nasılsa.
Bu kavim İsrail oğullarına benzer, öküze taparlar. Böyle bir öküze el vurup adarlar işte.
Bu hazır sofraya oturan adama kapılan, geceleyin bir leştir, gündüzün işsiz güçsüz bir adam.
Bunlar, yüzlerce bilgiyi, yüceliği bırakmışlardır da bir hileye, bir riyâya kapılmışlardır. İşte hal bu.
Nerede Musa’nın soyu? Gelse de şu öküze tapanların kanlarını dökse…yazık!

2065. Şeriatı, Tanrıdan ürküp sakınmayı ardına atmış. Nerede Ömer? Gelse de şiddetle doğruluğu emretse!
Bunlar, her kötü şeyi mübah biliyorlar. Bu ibahilik bunlardan yayıldı, fesatçı kalleşe de ruhsat oldu âdeta.
Nerede Peygamberle sahabesinin yolu. Nerede namaz, nerede tesbih, nerede onların edepleri.

Kadının küfürde bulunması ve saçma sözler
söylemesi üzerine o dervişin kızıp ona ağır 
sözlerle cevap vermesi

   Genç, yeter diye bağırdı, apaydın günde bekçinin ne lüzumu var?
Erlerin nuru doğuyu da tuttu batıyı da. Gökler bile hayrette kalıp secde ettiler.

2070. Tanrı güneşi Hamel burcundan doğdu da bu güneş utancından perde arkasına girdi.
Senin gibi bir şeytanın saçmaları, nereden beni bu kapının tokmağından döndürecek?
Ben bulut gibi yele kapılıp gelmedim ki beni bu kapıdan bir tozla çevirebilesin.
Öküz bile o kerem kıblesi olunca nur kesilir, fakat o nur olmadı mı kıble, küfürdür, puttur.
Heva ve hevesten gelen, ibahilik sapıklıktır, azgınlıktır, fakat Tanrı’dan gelen, ibahilik yüceliktir.

2075. O hesaba sığmaz nurun doğup parladığı yerde küfür iman kesildi,şeytan Müslüman oldu.
O, yücelik mazharıdır, Tanrı sevgilisidir. Bütün ileri meleklerden öndülü kapmıştır.
Melekten Âdem’e secde etmeleri ,ondan ileri olmalarındandır. Deri ,daima içe secde eder.
A kocakarı, sen Tanrı mumunu üflüyorsun ama hem sen yanıyorsun, hem başın, ey ağzı kokmuş!
Bir köpeğin ağzından deniz pislenir mi? Güneş, üflemekle söner mi?

2080. Eğer görünüşe göre hüküm veriyorsan bu aydınlıktan daha aydın, daha görünür ne var? Söyle.
Zâhirden olanların hepsi, bu zuhurun karşısında noksanın, kusurun en ilerisindedir.
Kim Tanrı mumunu üflerse o mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar.
Senin gibi bir çok yarasalar rüya görürler ama bu âlem, güneşten yetim kalır mı?
Ruh denizlerinde öyle kuvvetli dalgalar olur ki Nuh tufanından yüzlerce defa üstündür.

2085. Fakat Kenan’ın gözünde kıl bitmiştir de o yüzden Nuh’u da bırakmıştır, gemiyi de. Dağa tırmanmaya kalkışmıştır.
Fakat derhal yarım bir dalga, dağı da aşağılıkların dibine atmıştır, Kenan’ı da.
Ay, nurunu saçar, köpek havlar durur. Hiç köpek, ayı kendisine ortak edebilir mi?
Ay ışığı ile geceleyin yol alanlar, köpek havlaması ile yollarından kalırlar mı?
Cüzü, külle doğru ok gibi gider. Kokuşuk kocakarının ardına düşer mi hiç?

2090. Şeriatın canı da âriftir, takvanın canı da. Marifet, geçmiş zamanlardaki zâhitliğin mahsulüdür.
Zâhitlik, ekmeye çalışmaktır. Marifet de o ekilenin bitmesidir.
Şu halde çalışmak ve inanmak, bedene benzer. Bu ekmenin canı da biten mahsuldür ve onu devşirmektir.

Doğruluğu emretmek de odur, doğruluk da o. Bu günümüzün de padişahıdır, yarınımızın da. Deri, daima lâtif içe kuldur.

2095. Şeyh “Ben Tanrıyım” dedi ama ileri gitti, bütün körlerin boğazını sıktı.
Kulun varlığı, Tanrı varlığında yok olunca ne kalır? Bir düşün a çıfıt!
Gözün varsa aç da bak. Lâ dedikten sonra artık ne kalır?
O göğe, aya tüküren dudağın, boğazın, ağzın kesilseydi keşke!
Şüphe yok ki o tükürük, göğe çıkmaz, döner, senin suratına gelir.

2100. “Ebuleheb’in ruhuna kıyamete kadar “Elleri kurusun” bedduası geldiği gibi o tükürük de kıyamete kadar Tanrı’dan, senin suratına gelir.

CİLT 6  (2101 - 2800 Beyitler)

2101. Davulu var, bayrağı var, ülkesi var. Böyle bir padişaha hazır sofraya oturur diyen köpektir.
Gökler, onun ayına kuldur. Doğu da ondan ekmek dilemektedir, batı da.
Fermanında “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” hadîsi yazılı olan zat, bir zattır ki herkes, onun nimetlerine, onun rızk taksimine muhtaçtır.
O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi.

2105. O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz, balıklar ve padişahlara lâyık inciler meydana gelmezdi.
O olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı.
Rızklar da onun rızkını yemektedir. Meyveler de onun yağmuruna karşı dudakları kupkuru bir haldedir.
Kendine gel , bu işteki düğüm, tersine düğümlenmiştir. Sana sadaka verene sen sadaka ver!
Ey yoksul zengine zekât ver. Bütün altınlar, bütün ipekli kumaşlar, yokluktadır, yoksuldadır.

2110. Senin gibi bir kötü, o makbul ruha eş olmuş, Nuh’un nikâhındaki kâfir gibi âdeta.
Bu yurda mensup olmasaydın şimdi seni paramparça ederdim.
O Nuh’u da senden halâs ederdim, ben de kısasa uğrar, Şeyh’in yolunda ölmek şerefiyle yücelirdim.
Fakat zamanın padişahlar padişahının evinde bu çeşit küstahlıkta bulunamam.
Yürü, dua et ki bu yurdun köpeğisin. Yoksa şimdi yapacağımı yapardım sana.

Dervişin, Şeyh’in evinden dönmesi ve Şeyh’i  halktan sorması, onların da filân ormana gitti diye haber vermeleri

2115. Ondan sonra derviş, herkese sormakta, Şeyh’i her tarafta araştırmadaydı.
Birisi dedi ki: O kutup, odun getirmek üzere ormana gitti.
O Zülfikâr düşünceli ve ateşli derviş Şeyh’in havasına uyup ormanın yolunu tuttu.
Şeytan, aklına ayı tozla örten bir gizli vesvese vermekteydi.
Bu din şeyhi neden böyle bir kadını evinde tutuyor, onunla düşüp kalkıyor?

2120. Zıt, nasıl olur da zıddıyla beraber bulunur? Halkın imamı olan bir zat nerede, maymun nerede? diyordu.
Sonra yine ateş gibi dönüyor, Lâ havle okuyor, ona itirazım küfürdür, kindir diyordu.
Ben kim oluyorum ki Tanrı’nın işlerine karışıyorum? Nefsimden neden böyle şüpheler, kınamalar geliyor?
Derken nefsi yine saldırıyor, bu yüzden, gönlünden kuyumcular potasından çıkar gibi duman tütüyordu.
Şeytan’la, diyordu, Cebrail’in ne münasebeti var ki onunla konuşsun, düşüp kalksın, beraber yatsın, uyusun!

2125. Azer, nasıl olur da Halil’le geçinebilir? Yol kesen, nasıl olur da kılavuzla beraber bulunur?

Müridin, muradını bulması, dervişin, ormana yakın bir yerde Şeyh’le buluşması

O, bu düşüncedeyken ünlü Şeyh, bir aslana binmiş, çıkageldi.
Kükremiş aslan odununu çekmekteydi. O kutlu zat da odunlarının üstüne binmişti.
Kamçısı bir yılandı. Yücelikle yılanı bir kamçı gibi eline almıştı.
İyice bil ki, her şeyh, sarhoş aslanın üstüne biner.

2130. O görünür, bu görünmez ama can gözünden gizli değildir.
Onların altında yüz binlerce aslan vardır, odun çeker durur. Gayp gözü, onu görür.
Fakat adam olmayan da görsün diye Tanrı, onları bir bir baş gözüne de gösterir.
O padişah, dervişi uzaktan görüp güldü. Sakın dedi, aldanma, şeytanı dinleme.
O ulu şeyh, gönlünün nuru ile dervişin içinden geçeni bildi. O nur, ne güzel bir delildir.

2135. O hünerli zat, dervişin yola düşmesinden o ana kadar aklından geçenleri bir bir söyledi.
Ondan sonra o güzel güzel çileyip şakıyan zat, kadını kınaması hususunda da ağzını açıp,
Dedi ki: O tahammül, nefis havasında değildir. Bu zan senin nefsinin havasıdır, orada durma!
Ben sabredip bu kadının yükünü çekmeseydim aslan, benim yükümü çeker miydi hiç?
Ben de Tanrı yükünün altında kendinden geçmiş sarhoş ve köpürmüş bir deveyim.

2140. Onun buyruğunda yarı ham bile değilim ki halkın kınaması, yermesini düşüneyim.
Bizim geri kalanımızda onun buyruğudur, ileri gidenimizde. Canımız yüz üstü koşarak onu aramadadır.
Bizim tekliğimiz, çiftliğimiz, hava ve hevesten değildir. Canımız, mühre gibi Tanrı elindedir.
O ahmağın nazını da çekeriz, onun gibi yüzlercesinin nazını da. Bu, renk aşkından, koku sevdasından değildir.
Bu kaza ve kader, bizim dersimizin talebeleridir. Artık savaşımızın debdebesi nereye varır, bir düşün.

2145. Nereye mi varır? Yere bile yol olmayan bir yere. Işığı, gözleri alan Tanrı ayına ancak!
O nur, bütün vehimlerden ve tasavvurlardan uzak olan nurun nurunun nurunun  nurunun nurudur!
Dedikoduyu senin için aşağılattım. İbret al da kötü huylu arkadaşla arkadaş ol, uzlaş.
“Sabır, sıkıntının anahtarıdır” sırrına ermek için gülerek hoşlanarak onun derdini çek.
Bu aşağılık kişilerin aşağılığını çekersen sünnetlerin nuruna ulaşırsın.

2150. Peygamberler aşağılık adamların zahmetlerini çok çektiler. Bu çeşit yılanlardan nice ıstıraplara uğradılar.
Yargılayan Tanrı’ nın muradı, hükmü, ta ezelden tecelli ve zuhur etmekti.
Zıddı olmadıkça bir şey görünemez. O misli olmayan padişahın zıddı yoktur.

 “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” âyetindeki hikmet

Bunun için padişahlığına ayna olmak üzere bir gönül sahibini halife edindi.
Ona hadsiz, hesapsız arılığını ihsan etti, ondan sonra karanlıklardan da ona bir zıt verdi.

2155. Ak ve kara iki bayrak dikti. Birisi Âdem’di bunların öbürü yol kesen İblis.
O iki büyük ordu arasında savaşlar oldu, geldi geçti.
İkinci devre Habil geldi, onun pak nurunun zıddı Kaabil oldu.
Adalet ve zulümden ibaret olan bu iki bayrak, böylece devir devir, Nemrud’a kadar geldi dayandı.
O, İbrahim’in zıddı ve düşmanı oldu. O iki ordu birbirine kin güttü, savaştı durdu.

2160. Savaşın uzamasından hoşlanmayınca ikisinin arasını ateş ayırdı.
O iki taifenin müşkülü halledilsin diye ateşi, azabı hakem yaptı.
Devir devir zaman zaman bu iki fırka, Firavunla esirgeyici Musa’nın zamanına kadar
Yıllarca savaştı. Aralarındaki savaş bitmedi tükenmedi. Bu iş, haddi aşıp usanç verince de
Tanrı, denizi hakem yaptı; bakalım hangisi öndülü alacak dedi.

2165. Mustafa’nın devrine, onun zuhuruna kadar bu böyle gitti. O zuhur edince Ebucehil’le o cefa askerinin başbuğuyla savaştı.
Tanrı, Semud kavmi için, bir haykırış hizmetkâr tuttu, onların canlarını alıverdi.
Âd kavmi için tez kalkan ve hızlı giden bir hizmetkârı tuttu, yeli kullandı.
Kaarun’un halini de bildi, onu defetmek için de yeryüzünü kullandı. Yer, halim olmakla beraber ona kinlendi, onu yuttu.
Yerin halimliği âdeta kahroldu da Kaarun’u da dibine kadar sömürdü, hazinesini de.

2170. Bu bedenin direği lokmadır. Açlık kılıcına karşı ekmek, bir zırhtır.
Öyle olduğu halde Tanrı, senin ekmeğine bir kahır mayası kodu mu o ekmek boğaz illeti gibi kursağında durur, boğazını sıkar, seni öldürür.
Seni soğuktan koruyan şu elbiseye Tanrı, zemheri mizacını verir.
Bu güzelim cüppe buz gibi soğuk olur, kar gibi ziyan verir.
Kürkten de kaçarsın, ipekli elbisenden de. Ondan kaçar zemheriye sığınırsın.

2175. Sen iki dağ tepesi değilsin,bir dağ tepesisin, yalın kat bir adamsın sen. Zelle azabından gaafilsin.
Şehire, köye Tanrı emri geldi: Eve, duvara, onlara gölge verme,
Yağmura, güneşe mâni olma dendi. Bu suretle o ümmet peygamberlerinin yanına koştular.
Ey ulu kişi dediler, çoğumuz öldük. Artık arkasını tefsirden oku.
O eli sopalı er, sopayı yılan yaptı. Aklın varsa bu nükte sana yeter.

2180. Gözün var ama anlayışın yok. Âdeta donmuş bir kaynak, bir et parçası.
Bunun içindir ki düşünceleri meydana getiren, bezeyen Tanrı, ey kul, anlayışlı bir surette bak demektedir.
Soğuk demiri döv demiyor, bunu istemiyor, fakat ey demir, hiç olmazsa Davut’un yanında dön dolaş!
Bedenin ölmüş, İsrafil’in yanına koş. Gönlün donmuş, yürüyüp giden güneşe git.
Hayallerden öyle libaslara büründün ki neredeyse kötü zanlı Sofestailere karışacaksın.

2185. Sofestai’de zaten akıl yoktu. Bu yüzden duygudan da oldu, varlıktan da mahrum kaldı.
Kendine gel, şimdi söz çiğnemek devri. Söylersen halka rezil rüsva olursun.
İm’an ne demektir? Kaynaktan su akıtmak. Bedenden can gitti mi o cana “giden revan” derler.
Canı beden bağından çözüp kurtararak çayırlığa, çimenliğe salıveren hakîm.
Hayatla ruhu ayırt etmek için ona bu iki lâkabı taktı. Bunu fark edenin canına aferin!

2190. Bu suretle de Tanrı fermanına uyan, dilerse gülü diken, dikeni gül yapan kişideki ruhu anlattı.

 Azap yeli estiği zaman Hûd Aleyhisselâm’ın inanmış Ümmetini kurtarması ve mucize göstermesi

İnananlar, o zararlı yelin elinden kaçmışlar, hepsi bir daire içine sığınmışlardı.
Yel, âdeta tûfandı, onun lütfu da gemi. Onun bu çeşit nice gemileri var, nice tûfanları.
Tanrı, bir padişahı gemi yapar. Hırsı ile kendisini saflara vurur.
Maksadı halkın emin olması değildir, ülke zapt etmektir.

2195. Değirmen beygiri koşar, döner durur. Maksadı da dayak yemeden kurtulmaktadır.
Su çekmekten, yahut susamdan şırlagan yağı çıkarmaktan haberi bile yoktur.
Öküz, arabayı çekmek eşyayı götürmek için değil, dayak korkusundan yürür, yeler.
Fakat Tanrı, ona öyle bir acı korkusu vermiştir de o yüzden işler de görülür gider.
Her kazanç sahibi de bunun gibi âlemi ıslâh için değil, kendisi için çalışır.

2200. Her biri derdine bir melhem arar. Derken bir âlem de bu yüzden düzene girer.
Tanrı korkuyu bu âleme direk yapmıştır. Herkes, can korkusu ile bir işe sarılmıştır.
Tanrı’ya hamd olsun ki böyle bir korkuyu mimar etmiş, onunla yer yüzünü düzene koymuştur.
Bunların hepside iyiden, kötüden korkarlar. Fakat hiçbir kimse yoktur ki kendi kendisinden korksun.
Şu halde hakikatte herkese hak3im olan birsidir ve o, duygularla duyulmaz ama çok yakındır insana.

2205. O, bir gizli yerde duyulur ama bu evin duyguları ile duyulmaz.
Tanrı’nın anlaşılacağı, duyulacağı duygu, bu cihanın duygusu değildir, o duygu, başka bir duygudur.
Hayvan duygusu, o suretleri görseydi öküzle eşek de vaktin Beyazıd’ı olurdu.
Bedeni, ruha mazhar eden, gemiyi Nuh’a burak yapan,
Dilerse ey nur arayan, gemiyi değiştirir, tûfan haline getirir.

2210. Ey yoksul, her an sana bir tûfandır, bir gemidir. Seni gama, neşeye ulaştırır durur.
Gemiyle denizi görmüyorsan bütün cüzilerindeki şu titreyişi, şu kaynaşmayı gör.
Gözler, korkunun aslını görmediğinden çeşit çeşit hayallerden korkar insan.
Sarhoş bir herif, körün birine bir yumruk indirir. Kör sanır ki kendisini deve tepti.
Çünkü o sırada deve sesini duymuştur. Körün aynası kulaktır, göz değil.

2115. Derken yine hayır, bu bir taş olacak. Belki şu çınlayıp duran kubbeden geldi der.
Bu da değil, o da değil, öbürü de değil. Bunları o korkuyu yaratan gösterir.
Korku ve titreyiş, mutlaka başkasındandır. Hiçbir kimse kendisinden korkar mı?
O filozofçuk, korkuya vehim der. O, bu dersi eğri anlamıştır.
Hakikati olmayan vehim olur mu hiç? Hiç gönül doğru olmayan bir yere akar mı?

2220. Yalancı, doğru olmasa bir yalan kıvırabilir mi? İki âlemde de her yalan  doğrudan meydana gelir.
Doğrunun revacına, parlaklığına bakar da yalancı, o ümitle yalan söyler.
Ey yalancı, bu yalanın da doğru yüzünden geçmede. Nimete şükret de doğruyu inkâr etme.
Filozofluk taslayandan mı söyleyeyim, onun sevdasından mı bahsedeyim? Yoksa Tanrı’nın gemilerini denizlerini mi anlatayım?
Hadi onun gemilerinden bahsedeyim. Çünkü o bahis, gönle öğüt verir. Külden bahsedeyim. Çünkü cüz, küllün içindedir.

2225. Her velîyi Nuh ve kaptan bil, bu halkın sohbetini de tûfan say.
Aslandan ve erkek ejderhadan az kaç da âşinalarından, akrabalarından daha fazla sakın.
Onlar, seninle buluşup ömrünü ziyân ederler. Onları anma, gayb âleminden elde ettiğin mahsulü bitirir.
Susuz eşek gibi her birinin hayali, beden kabından düşünce şerbetini emer, sömürür.
O kovucuların hayali, abıhayattan elde ettiğin çiğ tanesini emiverir.

2230. Daldan suyun çekilmesine alâmet, o dalın kupkuru kalması, oynamamasıdır.
Hür uzuv taze dala benzer. Ne yana çekersen eğilir.
Dilersen ondan sepet, hatt3a çember bile yaparsın.
Fakat suyu çekildi mi, kökünden su almaz oldu, kurudu mu dilediğin gibi bükülmez.
Kur’an’dan “Namaza kalksalar da üşenerek kalkarlar” âyetini okusana. Dal kökünden meme emmiyor ki.

2235. Bu alamet, taş gibidir. Kısa keseyim de yoksulu, definesini onun hallerini söyleyeyim.
Her fidanı yakan ateşi gördün ya. Hayali yakan can ateşini de seyret.
Candan böyle bir ateş yalımlandı mı ne hayale aman vardır ne hakikate.
O, her aslanın, her tilkinin düşmanıdır. “her şey helâk olur, ancak onun hakikati bâkidir.”
Onun hakikatine var, varlığından geç. “Bismi” deki elif gibi kelimede kaybol.

2240. O elif, Bismi’de gizlenmiştir. O, hem Bismi’de vardır, hem yoktur.
Böyle ulanmak için hazfedildi mi kelimede yok olur.
O, ulanma içindir, be harfiyle sin harfi, onunla birbirine ulanmıştır. Fakat be harfiyle sin harfinin ulanması, elifin bulanmasına razı olmaz.
Bu ulanmada, bu buluşmada bir harf bile sığmazsa artık sözü kısa kesmem lâzım benim.
Bir harf bile sin’le be’yi ayırıyor. Burada susmak, en lüzumlu bir şey.

2245. Elif, varlığından yok olmuştur ama o harfi olmaksızın da be’yle sin, elifi söyler durur.
“Sen atmadın attığın vakit, o attı” âyeti Peygamberin varlığı olmadan inmiştir. Peygamber de kendi varlığından geçmiş, susmuş, Tanrı diliyle söylemeye koyulmuştur da ondan sonra “Allah dedi” demiştir.
İlâç, ilâç olarak kaldıkça tesirsizdir. Fakat içildi, yendi de varlığından geçti mi tesir eder.
Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine Mesnevi’nin biteceğini umma.
Toprak oldukça ve kerpiç dökücü, toprağı karıp dört sopadan meydana gelen kalıba döktükçe bu kitabın şiiri de uzar gider.

2250. Hatt3a toprak kalmasa, yapılan kerpiç kurusa yine onun denizi coşar, köpürür... Köpüklerden toprak düzer.
Orman kalmasa, ağaçlar tükense ormanlık, bu sefer denizin içinden biter, baş gösterir.
Onun için sıkıntıları gideren o zat, “Bizim denizimizden zuhur eden sözleri rivayet edin. Bu hususta size bir teklif yoktur” dedi.
Denizden dön, yüzünü karaya ko. Oyundan oyuncaktan bahset, çocuğa bu daha iyi!
Çocukluğunda oyunla oynarsa da yavaş yavaş akıl denizine âşina olur, o denize dalar, yüzer.

2255. Çocuk, oyunla akıllanır, oynaya oynaya aklı başına gelir onun. Oyun, görünüşte akla uymaz ama iş böyledir işte:
Deli çocuk, oyun oynar mı? Cüzü lâzım ki külle dönsün.

Kubbe ve define hikâyesi

İşte o yoksulun hayali, riyasız olarak gel, gel demekle beni âciz bıraktı.
Onun sesini sen duymazsın ama ben duyarım. Çünkü gizlilik âleminde onun sırdaşıyım ben.
Onu define arıyor sanma. Define kendisi. Dost, mânada dosttan başka bir şey olabilir mi?

2160. Her lâhza o, kendisine secde etmede. Yüzünü görmek için önüne bir ayna koymuş secde ediyor.
Aynada hakikati bir habbecik görseydi ondan bir hayalden başka bir şey kalmazdı.
Hayalleri de yok olurdu, kendisi de. Bilgisi, bilgisizlikte mahvolmak olurdu.
Bizim bilgisizliğimizden başka bir bilgi, şüphe yok ki benim diye apaçık baş gösterirdi.
Âdem’e secde edin diye ses gelip durmada. Âdem’seniz bir an olsun kendinizi görün!

2265. Bu ses, meleklerin gözünden şaşılığı giderdi de yeryüzü, onlarca lâcivert gökyüzünün aynı oldu.
Tanrı’dan başka tapacak yoktur dedi, tapacak yalnız Tanrı’dır demekle ondan başka varlık yoktur demiş oldu ve birlik açıldı.
O dostun, o doğru yolu bulmuş sevgilinin kulağımızı çekmesi zamanı geldi.
Kulağımızı tutup çeşmeye götürerek ağzını burada, bu suyla yıka, halktan gizlediğin şeyleri söyleme demesinin tam vakti.
Fakat söylesen de o meydana çıkmaz ki. Yalnız sen açmayı kastetmekle suçlu olursun, o kadar.

2270. Fakat ben, onların etrafında dönüp duruyorum işte. Bunu söyleyen de benim dinleyen de.
Yoksulun ve definenin suretini söyle. Bunlar, eziyet çekenlerdir, o eziyeti anlat bakalım!
Rahmet çeşmesi, onlara haram oldu. Öldürücü zehri kadeh kadeh içiyorlar.
Eteklerine toprak doldurmuşlar, şu kaynakları doldurmaya geliyorlar.
Denizden yardım gören bu kaynak, şu iyi kötü bir avuç toprağın çalışıp çabalaması ile dolar mı hiç?

2275. Fakat sizi bıraktım, size karşı kurudum, ebediyen de akmayacağım der…
Halk, iştah bakımından ters tabiatlıdır. Öyleleri vardır ki suyu bırakır, içmez de toprak yer.
Halk peygamberlerin tabiatlarına zıttır, tutar ejderhaya dayanır.
Tanrı’nın göze mühür vurmasını, gözü kapatmasını bildin, fakat neden göz yumdun, bunu da bildin mi?
Gözünü yumdun da onun yerine şu gözlerini neye açtın? Bir bir, bil ki kapadığın gözün yerine gelen kötü gözlerdir onlar.

2280. Fakat inayet güneşi parlayıp doğmuş, ümidini kesenlere lûtfetmiştir.
Rahmetiyle görülmemiş bir tavla oyununa girişir. Küfrün ta kendisini tövbe haline kor.
O cömert Tanrı halkın bu bahtsızlığını görüp iki yüz tane sevgi çeşmesi akıtmıştır.
O, koncaya dikenden sermaye verir, dikenden gonca bitirir. Yılan boynuzu ile yılanı süsler, bezer.
Gece karanlığından gündüzü çıkarır. Yoksulun elinden zenginlik izhar eder.

2285. Halil’e kumu un yapar, Davut’a dağı enis kılar.
O karanlık bulutların altındaki dağ, olanca vahşetiyle beraber ağız açar, zir ve bem perdelerinden çenk çalar.
Ey halktan nefret eden Davut, kalk. Onları terk ettin, yerine bizi dinle, beraber çalalım der.

O define isteyen yoksulun bir çok araştırmadan sonra âciz kalıp ey her şeyi meydana çıkaran, sen bu gizli sırrı meydana çıkar diye ulu Tanrı’ya yalvarması

O derviş dedi ki: Ey sırları bilen, bu define için ömrümü zây ettim.
Hırs şeytanı, acele ettirdi, bana. Ne yavaşlığım kaldı, ne tedbirim, ne ihtiyatım.

2290. Tencereden bir lokma bile yemedim. Yalnız avucum siyahlandı, ağzım yandı.
Bunu iyice bilmiyorum, bari bu düğümü bağlayana müracaat ederek çözeyim demedim.
Tanrı’nın sözünü de Tanrı sözü ile tefsire kalkış. Kendine gel de zannına uyup hezeyan etme a pek yüzlü!
Düğümü kim bağladıysa o çözer. Bu nükteleri, bu sırları, yine söyleyen açar.
Sana o çeşit söz, kolay anlaşılır gibi gelir ama Tanrı remizleri kolay anlaşılır mı hiç?

2295. Adam yarabbi dedi, bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın, yine sen aç!
Duada da bir hünerim yokmuş, yine başımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum.
Hüner nerede, ben neredeyim, doğru bir gönül nerede? Bunların hepside senin aksin, hepsi de sensin.
Her gece rüyada bir tedbire girişmede, bir fikre düşmedeyim. Suda gark olan gemiye döndüm.
Ne ben kalıyorum, ne hünerim kalıyor. Beden de bir leş gibi bihaber olarak bir tarafa düşüyor.

2300. O yüce padişah, seher çağına kadar her gece “ Rabbiniz değil miyim?” diye sormada. “Evet” diye cevap vermede.
Nerede “Evet, Rabbimizsin” diyen? Hepsini de uyku seli aldı götürdü. Yahut da bir timsah, hepsini paraladı, yedi.
Sabah çağı, karanlıklar kınından parlak kılıcını çekip de,
Doğu güneşi, geceyi dürünce bu timsah da yediklerini kusar.
Yunus gibi o timsahın midesinden kurtulur, koku ve renk âlemine yayılırız.

2305. Halk, Yunus gibi Tanrıyı tesbih etti, o karanlıklar âleminde o yüzden rahat kaldı.
Her biri seher vakti, gece balığının karnından çıkınca der ki:
Yarabbi, ey kerem sahibi, o korkunç geceye rahmet definesini gömmüş, ona bunca tat vermişsin.
O üstü pul pul, yol yol olan ve bir timsaha benzeyen gece, gözlerimizi, kulaklarımızı kuvvetlendiriyor, bedenimiz rahatlaşıyor.
Bundan böyle senin gibi birisi, bizimle beraber olduktan sonra bize korkunç görünen şeylerden kaçmayız.

2310. Musa, onu ateş gördü ama nurdu. Biz geceyi bir zenci gibi gördük, halbuki o huridir.
Bundan böyle denizi, çerçöpün örtmemesi için senden bir göz isteyelim.
Büyüklerin gözleri açıldı da ellerini çırpmaya, oynamaya başladılar. Ama bu elle, bu ayakla değil.
Halkın gözünü, ancak sebepler bağlar. Sebepten korkup titreyen, eshaptan değildir.
Fakat bizim eshabımız; hakikat ehlidir. Tanrı, onlara kapı açmış, onları odanın baş köşesine geçirmiştir.

2315. Tanrı eline nispetle müstahak olan da Tanrı azatlısıdır, bağdan kurtulmuştur, müstahak olmayan da.
Yokluk âlemindeyken hak mı kazanmıştık da bu cana ulaştık, bu bilgiyi elde ettik?
Ey her ağyarı yar eden, ey dikene gül libası ihsan eyleyen!
Toprağımızı ikinci defa olarak yine süz de hiçbir şey olmayanı yine bir şey haline getir!
Bu duayı da önce sen emrettin, yoksa bir toprak parçasında sana dua etmeye kudret mi olurdu?

2320. Ey hikmetine hayran olduğumun Tanrısı, mademki dua etmemizi emrettin, bu emrettiğin duayı sen kabul et.
Geceleyin anlayış ve duygular gemisi kırılır. Ne bir ümit kalır, ne korku, ne yeis.
Tanrım, beni rahmet denizine daldırır, bakalım, ne hünerle doldurup geri gönderecek?
Birisini ululuk nuru ile doldurur, öbürünü vehimlerle, hayallerle.
Kendimde bir rey, bir tedbir olsaydı her yaptığım, her giriştiğim iş, kendi hükmümce olurdu.

2325. Geceleyin aklım, benim buyruğum olmadan gitmezdi. Kuşlarım, tuzağımda dururdu.
Can duraklarını bilir, uykumda da, uyanıkken de, sınandığım zaman da onları anlardım.
Bu işleri bağlayıp çözmek elimde değil, değil de yine de bu ululanmam, bu kendimi beğenmem nedir?
Gördüğümü görmemiş sandım da yine dua zembilini kaldırdım.
Ey kerem sahibi, elif gibi hiçbir şeyim yok... Mimin gözünden daha dar bir gönlüm var ancak.

2330. Bu elif, bu mim, varlığımızın anasıdır. Anamız olan mimin eli dardır, elifse ondan daha yoksul!
Elifin bir şeyi yok demek gaflettir, mim gibi gönlü daralmış bir hale gelmek akıl alâmetidir.
Kendimden geçtiğim zaman hiçim. Fakat aklım başıma geldi mi ıstıraplara düşer, kıvranır dururum.
Artık böyle bir hiçe bir şey yükleme. Böyle kıvrandıran şeye devlet adını takma.
Zaten beni iyileştirecek bir şeyim yok. Bu yüzlerce derde de vehimden uğradım.

2335. Hiçbir şeyim yok, o haldeyim işte. Bana lûtfet. Zahmetler çektim, rahatlaştır beni, rahatımı arttır benim.
Göz yaşlarıma gark oldum, üryan bir halde durmadayım. Senin kapını görecek göz yok bende.
Gözsüz kuluna rahmet et de gözyaşları, şu yazıda bir yeşillik, bir ot bitirsin.
Gözyaşım kalmazsa gözyaşı ihsan et. Peygamberin yaş dökücü gözleri gibi hani.
O bile bunca devletiyle, bunca ululuğuyla, bunca ileri oluşuyla beraber Tanrı kereminden gözyaşı istedi.

2340. Artık benim gibi eli boş bir kâse yalayıcı, nasıl olur da kanlı gözyaşlarını iplik gibi salmaz?
Öyle bir göz bile gözyaşına meftun olduktan sonra benim göz yaşlarım, yüzlerce ırmak olmalı.
Onun göz yaşlarının bir katrası, benim iki yüz ırmağımdan yeğdir. Çünkü o bir katrayla insanlar da kurtuldu, cinler de.
O cennet bahçesi bile yağmur isteyince çorak ve çirkin toprak nasıl istemez?
Kardeş, elini duadan ayırma. Kabul edilmiş, edilmemiş, bununla ne işin var senin?

2345. Ekmek bile bu göz yaşına mâni olursa elini ekmekten yumak gerek.
Kendine çeki düzen ver, çevikleş, yan yakıl da ekmeğini göz yaşlarınla pişir!

Hatifin, define arayan yoksula seslenmesi ve definenin hakikatini bildirmesi

O böyle dua edip dururken Tanrı’dan ilham geldi, bu müşküller açıldı.
Dendi ki: Hatif sana yaya bir ok koy, at dedi, yayın zıhını adamakıllı çek demedi ki.
Yayı iyice ta kulağına kadar çek demedi, bir ok koy,atıver dedi.

2350. Sen, ukalâlığından yayı çekmeye okçuluk hünerini göstermeye kalkıştın.
Bu katı yayı bırak da yürü, alelâde yaya bir ok koy, fazla gitmesine savaşma.
Düştüğü yeri kaz, defineyi orada bulmaya çalış, altınları elde et.
Tanrı, şah damarından yakındır insana. Halbuki sen ok gibi olan düşünceni uzaklara atmadasın.
Ey yayı kurup oku atan! Av yakında, sen uzağa düşmüşsün.

2355. Kim daha uzağa ok atarsa daha uzaktadır. Böyle bir defineden daha uzağa düşer o.
Filozof kendisini düşünceyle öldürdü. Koş de ona, zaten defineye arkasını çevirmiştir o.
Koş de. Ne kadar fazla koşarsa gönlünün muradından o kadar uzaklaşır.
Padişah, “Bizim için savaşanlar” dedi, bizden uzaklaşmaya çalışanlar demedi a kararsız adam!
Kenan gibi hani. O da Nuh’dan arlandı da o koca dağın tepesine çıkmaya kalkıştı.

2360. Kurtulmak için dağa ne kadar koştu, tırmandıysa kurtuluştan o kadar uzaklaştı.
Her sabah, daha katı bir yayla daha uzağa ok atıp define arayan bu yoksul gibi.
Daha katı olan her yayı, eline aldıkça defineden o derece mahrum olmaktaydı.
Bu atalar sözü, âlemde söylenir durur: Şeytanın canı azapta gerek.
Çünkü bilgisiz kişi hocadan utanır, kalkar, gidip yeni bir dükkân açar.

2365. Ustana danışmadan açtığın o dükkân, bil ki kokmuş bir dükkândır, akreplerle, yılanlarla doludur o suretten ibaret adam!
Çabuk yık bu dükkânı da yeşilliğe, gül fidanlarına, içilecek suların bulunduğu yere dön!
Kibrinden, işin iç yüzünü bilmediğinden gûya kendisini kurtaracak dağı kurtuluş gemisi yapmaya kalkışan Kenan’a benzemez.
O define arayana da okçuluğu hicap oldu. Halbuki isteği hazırdı, koynundaydı.
Nice bilgi, nice zekâ,  nice anlayış vardır ki yolcuya bir gulyabani, bir harami kesilir.

2370. Cennetliklerin çoğu ahmaktır. Bu suretle de filozofun şerrinden kurtulur onlar.
Kendini faziletten de üryan bir hale getir, saçma şeylerden de... Böylece rahmet, her an sana insin dursun.
Anlayışlı olmak; sınıklığın, niyazın zıddıdır. Anlayışlı olmayı bırak, ahmaklıkla uzlaşmaya bak.
Anlayışı hırs ve tamah tuzağı bil. Temiz kişinin şeytan gibi akıllı olmakla ne işi var?
Aklı, fikri ileri olanlar, bir sanatla kanaat ederler. Fakat o kadar ileri anlayışlı olmayanlar sanatı görür, sanatkârı bulurlar.

2375. Ana, küçücük yavrusunu gündüzün kucağına alır, ona el ayak olur, onu her şeyden korur.

Biri Müslüman , öbürü Hıristiyan, üçüncüsü de Yahudi olan üç yolcu, bir konak yerinde yiyecek buldular. Hıristiyanla Yahudi tokdu, bunu yarın yiyelim dediler Müslüman, o gün  oruçluydu, fakat onlarla başa çıkamadığından aç kaldı

Oğul, burada bir hikâye dinle de hünerine kapılıp belâlara uğrama.
Bir Yahudi, bir Müslüman, bir de Hıristiyan yolda arkadaş oldular.
Bir mümin, iki sapıkla yoldaş oldu. Aklın, şeytan ve nefisle arkadaş olması gibi.
Yol hali bu, bir de bakarsın, bir Maraga’lı ile bir Rey’li arkadaş olur. Beraber yerler, beraber içerler.

2380. Baykuş, karga ve doğan, bir kafese düşebilir. Hapiste bir temiz kişiyle bir beynamaz arkadaş olabilir.
Bir konaktaki kervan sarayda doğu ve batı halkıyla Maveraünnehir’li bir araya gelir.
Aşağılık ve yüce kişiler, kış ve kar yüzünden bir kervansarayda günlerce kalırlar.
Fakat yol açıldı, mâni kalmadı mı hepsi ayrılır, her biri, bir yana gider.
Akıl padişahı, kafesi kırdı mı kuşların her biri, bir tarafa uçar.

2385. Bundan önce neşelenerek, sevinerek kendi cinsinin havası ile geldiği yere uçar giderdi ya.
Kafeste ve zindan da iken de her an ağlayıp inleyerek kanat açar ama uçmaya yol ve imkân yoktur.
Fakat yol oldu mu her biri, anarak kanat açtığı yere uçar, yel gibi uçup gider.
Ağlayıp ah ettiği tarafa fırsat buldu mu koşar, uçup kavuşur.
Bedenine bak. Bu cüzüler, nereden toplanıp bedenine geldi.

2390. Kimisi suya, kimisi toprağa, kimisi yele, kimisi ateşe mensup. Kimi arştan gelmiş, kimi ferşten. Kimisi güzel, kimisi çirkin.
Her biri kar korkusundan bu kervansaraya sinmiş, geldikleri yere tekrar dönmeyi umuyor.
Çeşit çeşit kar var, her taraf donmuş, hiçbir yerde hayat kalmamış. O adalet güneşinden uzak kalmışlar, o uzaklık kışından buz kesilmişler.
Fakat o kızgın güneşin harareti bir geldi mi dağ bile kum ve yün kesilir.
Can verirken beden nasıl erirse kendilerinde candan eser olmayan cansızlar bile öyle erir.

2395. Bu üç yoldaş bir konağa vardılar. Orada bir devletli, kendilerine helva hediye etti.
Bir ihsan sahibi, “Ben yakınım”, sofrasından her üç garibe de helva götürdü.
Tanrı’dan sevap ümidi ile sıcak somun ve bal helvası hediye etti.
Şehirliler, edep ve zekâ ehli olurlar. Toy vermek yoksul doyurmak da köylülere verilmiştir.
Tanrı, garibe ziyafet çekmeyi köylülere vermiştir.

2400. Köylerde her gün Tanrı’dan başka imdadına yetişecek hiç kimsesi olmayan yeni bir misafir vardır.
Köylerde her gece yeni bir topluluk vardır ki onların Tanrı’dan başka kimseleri yoktur.
O iki yabancı, adamakıllı yemek yemişler, imtilâya uğramışlardı. O Müslüman ise oruçluydu.
Akşam namazı vakti o helva gelince Mümin, pek aç olduğundan yemek istediyse de,
İkisi de biz boğazımıza kadar tokuz. Bu yemeği bu gece bırakalım da yarın yeriz.

2405. Bu gece sabredelim, yemeyelim de helvayı yarına saklayalım dediler.
Mümin dedi ki: Sabrı bırakalım da bu gece yiyelim yarının sahibi var.
Ona sen, böyle hikmet satarak yalnız yemek istiyorsun galiba dediler.
Dedi ki: Dostlar, biz üç kişi değil miyiz? Bana razı değilseniz pay edelim.
Kimse ne düşerse diler yesin, diler saklasın.

2410. İkisi birden hayır dediler, pay etmeyi bırak, “her pay eden cehennemdedir” sözünü duy.
Mümin, burada pay eden, kendi havasına uyup pay edendir. Tanrı için pay eden değil.
Sen de Tanrınınsın onun payısın. Onun payını başkasına verirsen ona şirk koşmuş olursun.
Eğer o kötü kişilerin zamanı olmasaydı bu aslan, köpeklere üstün olurdu.
Onların kasti o Müslüman’ın gam yemesi, o geceyi aç geçirmesiydi.

2415. Tanrı’ya teslim oldu, boynunu eğdi, dostlarım dedi, baş üstüne, dediğiniz gibi olsun.
O gece yatıp uyudular, sabahleyin kalkıp kendilerini bezediler.
Yüzlerini, ağızlarını yıkadılar. Her biri, kendi yolunca virdini okumaya koyuldu.
Bir zaman virtlerine yüz tutup Tanrı’dan lûtuf ve ihsan dilediler.
Müminde ulu padişaha yüz tutar, Hıristiyan da Yahudi de; Mecusi de.

2420. Hattâ taş, toprak, dağ ve suyun bile Tanrı’ya gizli bir duası, ilticası vardır.
Bu sözün sonu gelmez. Her üç dostta ibadetlerini bitirdikten sonra dostçasına birbirlerine yüz çevirdiler.
Biri dedi ki: Her birimiz gördüğü rüyayı anlatsın.
Kimin rüyası daha güzelse bu helvayı o yesin, üstün olan alt olanın payını alsın.
Aklı en üstün olanın yemesi herkesin yemesi demektir.

2425. Onun nurlarla dolu olan canı üstün gelmiştir, arda kalanların derdine o deva eder.
Akıllılar, ebediliğe ulaşmışlardır. Şu halde onların vücudu ile bu âlemde mâna bakımından bâkidir.
Bunu üzerine önce Yahudi gördüğünü söyledi, geceleyin ruhu nerelerde gezdiyse anlattı.
Dedi ki: Yolda önüme Musa çıktı. Öyledir, kedi rüyasında yağlı kuyruk görür.
Musa’nın ardında Tur dağına gittim. Ben de Musa’da Tur dağı da nura gark olduk, görünmez bir hale geldik.

2430. O güneşin nuru ile üç gölge de mahvoldu. Ondan sonra o nurdan bir kapı açıldı.
O nurun içinden bir başka nur göründü. O ikinci nur, çabucak yüceldi.
Ben de, Musa’da, Tur dağı da... Üçümüzde o nurun doğmasıyla  kaybolduk.
Ondan sonra gördüm, Tanrı nuru, ona üfürünce dağ üçe ayrıldı.
Heybet sıfatı ona tecelli edince parçalar, birbirinden ayrıldı, her bir parçası bir tarafa gitti.

2435. Bir parçası denize doğru gitti. Zehir gibi acı olan deniz suyu, bu yüzden tatlılaştı.
İkinci parçası yere geçti, yerden tatlı sular, deva çeşmeleri kaynadı.
Tertemiz vahyin kutluluğundan o sular, bütün hastalara şifa kesildi.
Öbür parçası da derhal uçup da Kâbe’nin yanına gitti, Arafat dağı oldu.
Sonra tekrar o sesten kendime geldim, bir de gördüm ki Tur yerindeydi, ne eksiği vardı, ne fazlalığı.

2440. Fakat Musa’nın ayağı altında buz gibi eriyordu. Ne çukuru kaldı ne tepesi.
Heybetten yerle bir oldu, tepesi de o heybetle eteğiyle birleşti.
Derken yine kendime geldim, gördüm ki Tur’la Musa, eskisi gidi durmakta.
Yalnız dağın eteğindeki çölde yüzleri Musa’ya benzeyen bir alay halk var.
Onun gibi onların ellerinde de birer asâ var, hırkası, tıpkı onların hırkasına benziyor. Hepside eteğini çemremiş kendi turuna gitmekte.

2445. Hepsi ellerini duaya kaldırmış, “Rabbim bana görün” demeye koyulmuş.
Sonra yine o dalgınlıktan kendime geldim, her birinin sureti bana başka türlü göründü.
Hepsi de Tanrı âşığı peygamberdi bunların. Bu suretle bana peygamberlerin birliği anlatılmış oldu.
Bu sırada yine o ulu melekleri gördüm. Kardan meydana gelmişti bunlar.
Bunlardan başka yardım dileyen bir halka melek daha vardı ki onlarda ateşten yaratılmışlardı.

2450. O çıfıt böyle söyleyip duruyordu. Nice Yahudi vardır ki sonu iyi olur.
Hiçbir kâfiri hor görmeyin. Müslüman olarak ölebilir olur ya.
Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamı ile yüzünü çeviriyorsun.
Ondan sonra Hıristiyan söze geldi. Dedi ki: Rüyada Mesih göründü..
Onunla dördüncü kat göğe âlemin güneşinin bulunduğu durağa çıktım.

2455. Gök kalelerinin şaşılacak şeylerini gördüm. Bu âlemdeki alâmetlere hiç benzemiyorlardı.
Oğulların gökçeği, herkes bilir ki gökyüzünün hüneri, elbette yeryüzünden üstündür.

Öküz, deve ve koç, yolda bir deste ot buldular. Her biri ben yiyeceğim dedi. 

Bir deve, bir öküz ve bir koç, yolda giderlerken bir bağ ot buldular.
Koç dedi ki: Bunu paylaşırsak hiç birimiz doymayacağız.
Fakat kimin ömrü daha artıksa bu otu o yesin.

2460. Yaşlılara hürmet Mustafa’nın sünnetlerindendir çünkü.
Aşağılık kişilerin hükmettiği bu devirde ise halk, yaşlıları iki yerde öne geçirirler.
Ya ateş gibi sıcak yemeğe buyur derler, yahut bakımsızlıktan yıkılacak dereceye gelen köprüde ileri sürerler.
Aşağılık kişiler kötü bir maksatları olmadıkça bir şeyhi, bir büyüğü, bir kılavuzu ağırlamazlar.
Onların hayırları budur, artık kötülüklerini var sen kıyas et.

     Örnek

2465. Bir padişah camiye gidiyordu. Yaverleri, sopalı memurları, halkı dövmedeydi.
Sopalı damlar, birinin başını yarıyor, öbürünün gömleğini yırtıyor, padişaha yol açıyorlardı.
O arada bir yoksul da yasakçılardan suçsuz olarak on sopa yedi.
Kanlar içinde kaldı. Padişaha yüz dönüp dedi ki: Şu apaçık zulme bak, gizlisini ne soruyorsun?
Camiye gidiyorsun gûya. Hayrın buysa şerrin ve kötülüğün nedir ey azgın?

2470. Bir pîr, aşağılık bir adamdan bir tek selâm işitmez ki nihayet ondan bir hayli derde uğramasın.
Böyle bir kötü kişinin veliye musallat olmasındansa kurdun musallat olması daha iyidir.
Kurt, çok zâlimdir ama hiç olmazsa hilesi, düzeni yoktur.
Hilesi, aklı fikri olsa hiç tuzağa düşer mi? Hile insandadır tamamı ile.
Koç, öküzle deveye arkadaşlar dedi, mademki böyle bir ota rastladık.

2475. Hadi bakalım her biriniz ömrünüzün başlangıcını söyleyin. Kim daha yaşlı anlaşılsın,öbürleri de sussun.
Benim vücuda gelişim, İsmail’in koçu ile başlar. O vakitten beri varım ben.
Öküz, ben dedi, Âdem peygamber, bir öküzle çift sürüyordu ya, işte o vakit küçücüktüm.
Halkın atası Âdem’in yeryüzünde çift sürdüğü öküzle eşim ben.
Deve, öküzle koçtan bu sözleri duyunca çok şaşırdı. Başını indirip otu aldı.

2480. Havaya kaldırdı. Hiçbir söz söylemeden o esrik deve,otu yedi, sonra dedi kİ:
Benim için doğum tarihine zaten hacet yok. Bende bu çeşit gövde ve bu uzun boy varken buna ne hacet?
Yavrum, herkes bilir ki ben, sizden küçük değilim.
Akıl, fikir sahipleri, bilirler ki yaratılışım sizden üstündür.
Hıristiyan da, hepiniz bilirsiniz ki dedi bu yüce gök, şu eski yeryüzünden yüzlerce defa geniştir.

2485. Nerede gökyüzünün acayip genişlikleri, nerede şu yerin köşeleri, bucakları?

Müslümanın, arkadaşları olan Yahudi ve Hıristiyana  gördüğü rüyayı söylemesi ve onların hayıflanmaları  

Müslüman, bunu üzerine dedi ki: Dostlar, sultanım Mustafa zuhur etti.
Bana dedi ki: Onların birisi Tur’a gitti, Tanrı Kelim’ine arkadaş oldu, aşk tavlası oynamaya girişti.
Öbürünü de sahip kıran İsa aldı, dördüncü kat göğe çıkardı.
Kalk a arda kalmış zarar görmüş adam! Bari o helva ile yahniyi sen ye.

2490. O hünerli, sanatlı kişiler, koştular; devlet ve mevki mektubunu okudular.
O iki faziletli er, lûtuf ve ihsanlar buldular, meleklere karıştılar.
Ey arda kalmış sâf ve bön! Kalk, sıçra da helva kâsesinin başına otur!
Bu sözü duyunca Hıristiyan’la Yahudi a haris dediler, yoksa helvayı yedin mi?
Müslüman, “O emrine itaat edilen padişah, emredince ben kimim ki buyruğuna uymayayım?

2495. Sen Yahudi’sin Musa’nın emrinden baş çekebilir misin? Seni iyi ve kötü bir şeye koşsa emrinden nasıl olur da dışarı çıkabilirsin?
Sen de Mesih’e tâbisin, hayır veya şer, herhangi bir işte Mesih’in emrine karşı durabilir misin?
E... Artık ben nasıl olur da peygamberlerin övündüğü Peygamberimin emrinden dışarı çıkabilirim? Helvayı yedim tabiî, şimdi de sarhoşum işte!” dedi.
Bunun üzerine vallahi dediler, rüya, senin rüyan. Bu gördüğün rüya, bizim yüzlerce rüyamızdan üstün.
Ey neşeli zat, senin uykun, uyanıklık. Rüyanın eserini uyanıklıkla bile görüyorsun.

2500. Sen de faziletten, yiğitlikten, hünerden geç, iş hizmette ve güzel huydadır.
Tanrı, bizi bunun için meydana getirdi. “İnsanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım, cinleri de” dedi.
Samiri’nin hüneri, neyini fazlalaştırdı ki? O hüner kendisini Tanrı kapısından sürdürdü.
Kaarun’un başına kimya bilgisinden neler geldi? Seyret de bak. Yer, onu ta dibine kadar çekti.
Ebülhakem, hünerinden ne elde etti? Küfrüyle inkârıyle baş aşağı cehenneme gitti.

2505. Hüner odur ki ateşi apaçık göresin; duman ateşe delalet eder demeyesin bunu böyle bil!
Senin delilin hakikatte hekimin delilinden daha kokmuştur.
Oğul, senin delilin bundan başka bir şey değilse pislik ye, sidiğe bak dur.
Delilin, asâya benzer senin. Elindedir de körlüğünden göremediğin şeyleri, güya onunla anlarsın. Bu gürültüyü, bu kap tutu göremiyorum, beni mazur tut diyorsun âdeta.

Tirmiz padişahı Seyyid’in “ Kim filân işi görmek üzere Semerkand’a üç yahut dört günde gidebilirse ona elbise, at, köle ce cariyeyle şu kadar altın vereceğim” diye tellâl çağırtması, köyde bulunan Delkak’ın bunu duyup “Ben gidemem, bu iş benim işim değil” diye padişaha müracaat etmesi

2510. Delkak, Tirmiz’de padişah olan Seyyid’in her şeyi bilen akıllı bir maskarasıydı.
Padişahın Semerkant’da mühim bir işi vardı. O işi derhal yapıp gelecek bir adam aradı.
“Beş günde oraya gidip gelecek ve bana haber getirecek olana hazineler vereceğim” diye tellal çağırttı.
Delkak, köydeydi. Bunu duyunca eşeğine bindi. Tirmiz’e doğru koşturmaya başladı.
Öyle koşturuyordu ki eşek sakatlandı. Ata bindi at da çatladı.

2515. Nihayet yol tozlarına bulanmış bir halde Tirmiz’e gelip divana girdi. Vakitsiz olmakla beraber padişahın huzuruna girmek istedi.
Divana bir fısıltıdır düştü. Padişah da vehimlendi âdeta.
Şehrin ileri gelenleri de ürktüler, geri kalanları da. Acaba diyorlardı, ne fitne ne kötülük çıktı?
Kuvvetli bir düşman mı kast etti bize, yoksa kaza ve kaderden helâk edici bir felakete mi uğradık?
Ne oldu da Delkak, köyden kalktı, böyle aceleyle yola düştü, yolda birkaç tane Arap atını çatlattı?

2520. Halk, padişahın sarayının kapısına toplandı. Bakalım Delkak, böyle acele niçin geldi diye bekliyorlardı.
Onun acelesinden, o telaşından Tirmiz’de bir gürültüdür koptu.
Biri iki eliyle dizlerini dövüyor, öbürü eyvahlar olsun, başımıza gelenler nedir, diye bağırıyordu.
Herkes, korkudan, gürültüden bir felaket düşünmede, bir başka çeşit düşünceye kapılmada, yüzlerce hayallere düşmedeydi.
Hırkamıza düşen bu ateş nedir, diye herkes aklınca bir şeyler kuruyordu.

2525. Delkak, huzuruna gitmek istedi. Padişah derhal izin verdi. Yeri öpünce padişah “Ne oldu yahu” dedi.
Kim, o ekşi suratlı adama bir şey sorduysa parmağını ağzına götürüp sus demekteydi.
Bu hareketinden halkın, vehmi artıyor, herkes derleniyor, şaşırıp kalıyordu.
Delkak, padişahın emri üzerine ey kerem sahibi padişahım dedi, bir an dur da nefes alayım.
Aklım başıma gelsin. Çünkü acayip bir âleme düştüm.

2530. Bir an geçti ama padişah da vehme, zanna kapıldı. Boğazı da acıdı, ağzının tadı da kaçtı.
Çünkü Delkak’ı hiç böyle görmemişti. Ondan daha hoş bir nedimi yoktu.
Daima hikâyeler söyler, lâtifeler eder, padişahı sevindirir, güldürürdü.
Huzurda oturdu mu öyle bir güldürürdü ki padişah, kahkaha atarken iki eliyle karnını tutmaya mecbur olurdu.
Kahkahadan terlere batar, yüzüstü yerlere yıkılırdı.

2535. Bu günse yüzü sapsarıydı, suratı asıktı. Parmağını ağzına götürüp sus padişahım diyordu. Bu ne haldi?
Padişah, ne felâket var acaba diye vehimlendikçe vehimleniyor, hayallendikçe hayalleniyordu.
Harzemşah, pek zâlimdi, pek kan dökücüydü. Padişahın gönlünde o yüzden zaten gam, gussa vardı.
O taraflardaki birçok padişahları ya hileyle, ya kuvvetle öldürmüş, yok etmişti o inatçı.
Tirmiz padişahı da bundan vehimleniyordu zaten. Delkak’ın halinden vehim büsbütün arttı.

2540. Dedi ki: çabuk söyle, ne var? Kimden bu derece perişan oldun?
Delkak cevap verdi: Köyde duydum ki padişah, her ana caddenin başında bir tellal bağırtmış.
Üç günde Semerkant’a kadar gidecek adama hazineler bağışlatacağım demiş.
Koşa, koşa aceleyle geldim ki ben de o kudret olmadığını söyleyeyim.
Benden böyle çeviklik gelmez. Hiç olmazsa bunu benden umma!

2545. Padişah hay canına lânet olsun dedi, şehre yüzlerce korku saldın.
A ham herif, bu kadar şey için ota da ateş saldın, otlağa da.
Şu davullu, bayraklı hamlar da, biz yokluk yurdundan haberciyiz diye bağırıp dururlar ya!
Hepsi dünyaya bir şeyhlik lâfıdır atmış, kendisini Beyazıd yerine koymuştur.
Kendi kendine yola girmiş, kendi kendine ulaşmış; bir dava yurdunda meclis kurmuştur.

2550. Kendi kendisine gelin güvey olan gibi. Kız tarafını hiç bundan haberi yokken güvey evi birbirine girer.
İş yarıdan yarıya düzeldi, biz, bize gereken şartları yerine getirdik.
Evleri süpürdük, bezedik. Bu hevesle âdeta sarhoş olduk, bu işe hoş bir surette giriştik der.
Fakat o taraftan bir haber geldi mi hayır.
O damdan bir kuş uçup bu yana ulaştı mı? Hayır!
Bu birbiri üstüne ulanan elçilikler, bu gürültü patırtı üzerine o taraftan size bir cevap geldi mi? Ne gezer?

2555. Gelmedi ama sevgilimiz biliyor ya. Mutlaka gönülden gönle yol vardır derler.
Peki ama umduğumuz sevgiliden niye mektubumuza cevap gelmedi, niye yol bomboş öyleyse?
Gizli aşikâr yüzlerce nişane var, fakat yeter, bu kapının perdesini bundan fazla açma.
Sen yine, zevzekliğinden kendi kendisini derde atan o ahmak Delkak’ın hikâyesini söyle.
Vezir dedi ki: Ey doğruya bir direk, bir dayak olan padişahım! Şu aşağılık kul bir söz söyleyecek, onu lûtfen dinle.

2560. Delkak, köyden bir iş için geldi. Bir şey söyleyecekti. Şimdi vazgeçti, pişman oldu.
Yağdan, baldan bahsetmede, söyleyeceğini gizlemede, maskaralıkla bu işten kurtulmaya savaşmada.
Kını gösteriyor, kılıcı gizliyor. Onu acımadan sıkıştırmak gerek.
Fıstığı, yahut cevizi kırmadıkça ne içi meydana çıkar, ne ondan bir yağ çıkarılır.
Onun bu saçma sözlerini, bu maskaralığını dinleme de titreyişine, yüzünün rengine bak.

2565. Tanrı, “Niyetleri yüzlerine görünüp durur” dedi. Çünkü yüz içteki sırrı söyler, açığa vurur.
Bu görünen şey, duyulan sözün zıddıdır. Çünkü insan şerle yoğrulmuştur.
Delkak, feryat ve figan ederek, coşup köpürerek vezir dedi, bu yoksulun kanına girmeye kalkışma.
Gönle nice şüpheler, vehimler gelir ki doğru ve yerinde değildir.
“Şüphe yok ki şüphenin bazısı suçtur, günahtır.” Sitem, hele yoksula olursa hiç doğru değildir.

2570. Padişah kendisini inciten kişiye bile kötülük etmezken nasıl olur da onu güldürene kötülük eder?
Fakat vezirin sözü, padişahın gönlüne yer etmişti.
“Delkak’ı zindana götürün, maskaralığına, riyasına pek kapılmayın.
Boş karnına davul gibi vurun da davul gibi nesi var, nesi yoksa bize haber versin.
Davul kuru olursa sesi başka türlü çıkar, yaş olursa başka türlü. İçinde bir şey olursa başka türlü bir ses verir, boş olursa başka türlü. Sesi ne halde olduğunu bildirir bize.

2575. Siz de onu dövün de zorundan içindekini söylesin, gönüllerimiz kabul edinceye kadar nesi var, nesi yoksa açığa vursun.
Parlak ve açık doğru söz, gönle rahatlık verir. Gönül, yalan sözle yatışmaz.
Yalan, çerçöpe benzer, gönül de ağza. Çöp ağızda gizlenmez.
Ağızda çöp oldu mu dil dolanır durur, nihayet onu ağızdan atar.
Hele göze bir çöp girerse göz yaşarır, kapanıp açılmaya başlar.

2580. Biz, bu çöpü, ağzımıza, gözümüze girmeden ayağımızın altında ezelim” dedi.
Delkak padişahım yavaş ol dedi. Yavaşlık ve yarlıgama yüzünü pek yırtma.
Beni azaba sokmak için neden bu kadar acele ediyorsun? Senin elindeyim, kuş değilim ki, uçayım.
Tanrı için verilen cezada acele etmek doğru değildir.
Fakat kendi kızgınlığından, kendi gelip geçici heva ve hevesinden verilen cezada acele edilir. Adam, kendini bir an önce razı etmeye bakar.

2585. Kaza ve kadere razı olursa kızgınlığı yatışır. Öç almadan geçer, o zevkten mahrum kalır. Bundan korkar işte.
Yalancı şehvet, yemeye atılır, onun lezzetini, zevkini kaybedivereceğinden korkar ki bu zaten derttir.
İştah varsa acele etmemek, yenen şeyin iyice sinmesi için ağır ağır yemek daha doğrudur.
Sen, benim belâmı defetmek, gördüğün gediği tıkamak istiyorsun.
O gedikten bir felâket gelmesin diyorsun ama kaza ve kaderin o gedikten başka daha nice gedikleri, nice delikleri var.

2590. Belâyı def etmenin çaresi, sitem etmek değildir. buna çare ihsandır, aftır keremdir.
Peygamber “sadaka belâyı defeder” dedi. Ey yiğit hastalığını sadakayla tedavi et.
Sadaka, yoksulu yakmak, hilim gözleyen gözü kör etmek değildir.
Padişah dedi ki: Hayır, yerinde yapılırsa iyidir. Yerinde bir hayırda bulunursan bu, doğru bir harekettir.
Ruh, yerine şah sürmek işi harap etmektir. Şah yerine atı sürmek de bilgisizliktir.

2595. Şeriatta ihsan da var ceza da. Padişah, baş köşeye geçer; at ahıra bağlanır.
Adalet nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? Lâyık olmadığı yere koymak.
Tanrı’nın yarattığı bir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt, hile... hepsi doğrudur.
Bunların hiç biri mutlak olarak hayır değildir. aynı zamanda mutlak olarak şer de değildir.
Her birinin yerinde faydası vardır, yerinde de zararı. Onun için bilgi vaciptir, faydalıdır.

2600. Yoksula yapılan öyle cezalar vardır ki sevap bakımından ekmekten de yeğdir, helvadan da.
Çünkü helva, vakitsiz yenirse safra yapar. Halbuki helva verilecek yerde ona bir sille vurulsa kötülükten kurtulur.
Yoksula vaktinde bir sille vur da boynu vurulmaktan kurtulsun.
Vurmak, hakikatte kötü huyadır. Kilim dövülmez, tozu dövülür.
Meclis de var, zindan da. Her ikisi de lâzım. Meclis ihlas sahibi olana, zindan ham kişiye.

2605. Yarayı deşmek lazım. Deşeceğin yerde üstüne merhem korsan pisliği kökleştirmiş olursun.
Yaranın altındaki eti yer. Yarı faydası olsa elli tane ziyanı olur.
Delkak, beni bırak demiyorum dedi, işi ara, sor, tahkik et diyorum. Sabır yolunu kapama, acele etme. Sabret de birkaç gün düşün.
Bu düşünce esnasında bir şeye iyice karar verirsin de kulağımı bilerek çekersin.

2610. Neden yürüyüşte “Yüzü üstünde sürünme” sözü söylenir? Daima doğru yürümek gerekken yüzüstü sürünme neden?
İyi kişilerle danış, görüş. Peygamber “İşlerini meşveretle yapar onlar” dedi, bunu böyle bil!
İşleri meşveretle yapmak, şunun içindir: Meşveretten hata ve eğrilik, az meydana gelir.
Bu akıllar, aydın kandillere benzer. Elbette yirmi kandil bir kandilden daha ziyade aydınlık verir.
Belki aralarına gökyüzünün nurundan yanmış bir kandil düşüverir.

2615. Tanrı gayreti, ortaya bir perde salmıştır. Aşağılık ve yücelik âlemine mensup olanları birbirine karıştırmış, karmıştır.
“Yürüyün âlemi gezin” demiştir. Sen de gez, dolaş da bahtını, rızkını sınaya dur.
Meclislerde, peygamber de bulunan akıl gibi bir akıl ara.
Çünkü peygamberden, miras kalan ancak odur. Bu akıl, gaypları önden de görür, arttan da.
Bu kısa kesilen kitapta anlatılmasına imkan bulunmayan gözü de gözler arasında ara.

2620. İşte o azametli peygamber, rahipliği, dağlara çekilip yalnızca ibadet etmeyi bunun için menetmiştir.
İnsanlar birbirleri ile buluşsunlar diye bunu kaldırmıştır. Çünkü böyle bir göze sahip adamın bakışı bahttır, ebedilik iksiridir.
Temiz kişiler arasında tertemiz biri vardır ki padişah, onun fermanının üstüne “Şah” çekmiştir.
Onun duası, icabet edilir. İnsanların, cinlerin en ulularının içinde bile ona eşit yoktur.
Onunla inada girişen, ister tatlı olsun, ister ekşi; Tanrı’ya karşı hiçbir delili yoktur.

2625. Çünkü biz onu yücelttik... Özrü, delili ortadan kaldırdık.
Tanrı, kıbleyi ortaya apaçık bir surette çıkardı mı bil ki artık kıble aramak abestir.
Kendine gel, araştırmadan yüz çevir, başını döndürüp durma artık. Döneceğin yer ve konaklayacağın mekân, meydanda işte.
Bu kıbleden bir an gafil oldun mu her batıl kıblenin maskarası oldun gitti.
Sana temyiz verene hamd etmezsen kıbleyi tanıma kabiliyetini kaybedersin.

2630. Bu ambardan bir şey elde etmek, bir ihsana uğramak niyetindeysen seninle hemdert olanlardan bir an bile ayrılma.
Çünkü bu yardımcıdan ayrıldığın an kötü bir arkadaşın derdine uğrarsın.

Farenin kurbağayla arkadaş olması, ayaklarını uzun bir iple bağlamaları, karganın fareyi yakalaması kurbağanın da ona bağlı olarak havalanması, feryat ve figana başlaması, kendi cinsinden olmayan bir hayvanla dost olduğuna pişman olması

Tesadüf bu ya, bir fare, vefalı bir kurbağa ile su başında tanıştılar.
Her ikisi de bir buluşma zamanı tayin ettiler. Her sabah bir bucaktan çıkıyorlar,
Birbirleri ile gönül tavlası, oynuyorlar, gönüllerini vesveseden arıtıyorlardı.

2635. Bu buluşmadan ikisinin de gönlü ferahlıyor, birbirlerine hikâyeler anlatıyorlar, birini söylediğini öbürü dinliyordu.
Gâh baş diliyle, gâh hal diliyle sırlarını ortaya koyuyorlar. “Topluluk rahmettir” sözünü tevil diyorlardı.
O kötü mahlûk, kurbağa ile eş oldu mu neşeleniyor, beş yıllık vakaları hatırlıyordu.
Sözün coşması, ulanıp gitmesi, dostluk nişanesidir. Söz söyleyememekte ülfetsizliktendir.
Gönül, dilberi gördü mü nasıl olur da suratı ekşi bir halde kalır? Bülbül, gül görür de nasıl susar?

2640. Kızarmış balık bile, Hızır’ın himmetiyle dirildi, denize sıçradı, orada karar kıldı.
Sevgili, sevgilisiyle beraber oturdu mu yüz binlerce sır levhini bilir.
Sevgilinin alnı Levhi mahfuzdur. Dost, onun alnından iki âlemin sırrını da apaçık görür.
Dost kudümiyle âdeta yol kılavuzudur. Mustafa, bunun için, “Sahabem yıldıza benzer” demiştir.
Yıldız çölde de kılavuzdur, denizde de. Yıldıza göz dik, o kılavuzdur, yol gösterir.

2645. Gözünü onun yüzüne eş et. Onunla bahse girişmeye kalkma, bu çeşit hareketlerle toz koparma.
Çünkü o tozla yıldız, görünmez olur. Halbuki göz, sürçen dilden elbette daha iyidir.
Yalnız Tanrı’dan vahiy alan kişi söylerse o başka. Çünkü o toz koparmaz, tozu yatıştırır.
Âdem, vahiy ve sevgiye mazhar olunca sözü “Allemel esmâ” sırrını açtı.
Her şeyin adı nasılsa öylece gönül sahifesinden diline aktı, her şeyi bildirdi.

2650. Her şeyi gönül gözü görmüştü, onun için hepsinin hassasını ve mahiyetini apaçık söylüyordu.
Her şeye lâyık olan adı söyledi, puşta aslan demedi.
Nuh da tam dokuz yüz yıl doğru yolda vaaz etti. Her gün yeni bir öğüt verdi.
Lâal dudakları, kalplerin yakutuydu. Ne risale okumuştu, ne de “Kuutül kulûb!”
Vaazlarını şerhlerden öğrenmiyordu. Sözleri, keşifler kaynağından coşuyordu, ruh şerhiydi.

2655. Bir şarap var. O içildi mi söz suyu dilsizden bile kaynar, köpürür.
Yeni doğan çocuk fasih söz söyler bir edip olur, Mesih gibi, ergen adamların hikmetini okur.
O şaraptan içip dudağını hoş bir hale getiren dağ, Davut peygamber gibi yüzlerce gazel öğrenir.
Bütün kuşlar, cik cik ötüşlerini bırakmışlar, padişah olan Davut’a uymuşlar, ona dost olmuşlar, onunla ırlamaya başlamışlardı.
Kuş bile onu duyup sarhoş olduktan sonra demir, onun sesini duymuş, bunda şaşılacak ne var?

2660. Kasırga, Âd kavmini kırmış geçirmiş, fakat Süleyman’a hamal olmuş, onu sırtında taşımıştır.
Kasırga, o padişahın tahtını yüklenmiş, her sabah, her akşam bir aylık yol götürmüştür.
Hem ona hamal olmuş, hem casusluk yapmıştır. Uzakta olan birisini sözünü duydu mu,
Derhal gelir, o sözü Süleyman’ın kulağına fıslardı.
“Filan kişi, şimdi böyle söyledi ey Süleyman ey sahip kıran ay” derdi.

Farenin kurbağaya, “Seni görmek isteyince suya dalamıyorum. Aramızda bir vasıta lâzım. Su kıyısına gelip seni arayınca haber alabilmeliyim. Sen de benim deliğimin başına gelince bana haber verebilmelisin ve saire” demesi

2665. Bu sözün sonu yoktur. Fare, bir gün kurbağaya ey akıl kandili dedi;
Zaman oluyor ki sana bir sır söylemek istiyorum. Halbuki sen suyun dibinde bulunuyorsun.
Su kıyısında nâra atıyorum ama suyun içindeyken âşıkların nârasını duymuyorsun sen.
Ey yiğit er, ben bu muayyen buluşma vakitleri ile kanaat edemiyor, senin sohbetine doyamıyorum.
Namaz ve yol gösteren ibadet, beş vakit olarak farz edildi. Fakat âşıklar daima namazdadır.

2670. Ve sarhoşluk o başlardaki mahmurluk, ne beş vakitle yatışır, ne beş yüz bin vakitle.
“Beni az ziyaret et” sözü âşıklara göre değildir. Doğru özlü âşıkların canı, pek susuzdur.
“Beni az ziyaret et “sözü, balıklara göre değildir. Çünkü onların canları, deniz olmadıkça hiçbir şeyle ünsiyet edemez.
Bu denizin suyu pek korkunçtur ama balıkların mahmurluğuna göre bir yudumcuktur.
Âşığa bir an ayrılık, bir yıl gibi gelir. Bir yıllık vuslat bile onca bir hayalden ibarettir.

2675. Aşk susuzdur, susuzu arar. Bunlar, geceyle gündüz gibi birbirinin ardına düşmüşlerdir.
Gündüz geceye âşıktır, onsuz olamaz. Fakat bakarsan görürsün ki gece, ona, ondan ziyade âşıktır.
Onlar,birbirlerini aramadan bir lâhza bile durmazlar. Daima, birbirlerinin ardından koşup dururlar.
Bu onun ayağına yapışmıştır. O, bunun kulağına. Bu, ona hayrandır, o, buna âşık.
Sevgilinin gönlünce herkes âşıktır, herkesi âşık görür o. Azra'nın gönlünde daima Vamık vardır.

2680. Âşığın gönlünde de sevgiliden başka kimse yoktur. Onların aralarında ne az, ne çok fark edici bir şey olamaz, onları birbirinden ayıracak kimse bulunamaz.
Bu iki çan bir devededir. Artık buraya “Az ziyaret et” sözü nasıl sığar?
Hiç kimse,kendisine “Beni az ziyaret et” der mi? Hiç kimse kendisine nöbetle zamanla dost olur mu?
Bu birlik aklın alacağı şey değildir. Bunu anlamak, insanın ölümüne bağlıdır.
Eğer bu, akılla anlaşılsaydı, insanın nefsini öldürmesi neden vacip olurdu ki?

2685. Akıllar padişahı, bu kadar merhametliyken nasıl olur da zaruretsiz olarak insana “Kendini öldür” der?

Farenin, kurbağaya pek çok yalvarması ve arada bir vasıta bulmak için sızlanması

Fare dedi ki: Ey merhametli, sevgili dost, ben seni görmedikçe bir an bile karar edemiyorum.
Gündüzün nurum, kazancım, ışığım sensin; geceleyin kararım, neşem, uykum sen.
Beni sevindir, vakitli vakitsiz kerem eder anarsın lûtfedersin.
Ey iyiliğimi isteyen, buluşmak için yirmi dört saatte bir kuşluk çağını tâyin ettin.

2690. Fakat ciğerim yanıyor, beş yüz kere susuzum, her susuzluğumda bir öküz açlığı var âdeta.
Benim derdimden haberin bile yok. Mevkiinin zekâtını ver de bu yoksula bir bak.
Bu bîedep yoksul, buna lâyık değil ama senin umumî lûtfun, bundan çok üstün.
Herkese lûtfetmektesin. Lûtfetmen için bir lüzuma hacet yok. Güneş, pisliklere de vurur.
Fakat nuruna bir ziyan gelmez. O pislik, onun hararetiyle kurur, odun haline gelir.

2695. Bu yüzden de bir külhana girer, nurlanır, hamamın kapısını duvarını kızdırır, parlatır.
Pisken bezenir, nurlanır. Çünkü güneş, ona öyle bir afsun okumuştur işte.
Güneş yeryüzünün içini de kızdırır da artakalan pislikleri yer.
Bu pislikler, bu suretle toprağın cüzü olur, ondan otlar biter. İşte Tanrı da kötülükleri iyiliklere böyle çevirir.
Güneş en kötü şey olan pisliğe bunu yaparsa yeşilliklere, güllere, nergislere neler yapmaz?

2700. Bir düşün, Tanrı da ibadet güllerine karşılık ne vefada bulunur, ne mükâfatlar verir, ne ihsanlar eder.
Kötülüklere böyle elbiseler verirse temizlere neler bağışlar?
Tanrı onlara gözlerin görmediği şeyler verir. Dile, lûgata sığmaz lûtuflar eder.
Biz kimiz ki bu derece lûtfu hak edelim? Gel sevgili, güzel huyunla benim günümü de aydınlat.
Çirkinliğime, kötülüğüme bakma. Dağdaki yılan gibi zehirlerle doluyum ben.

2705. Ben çirkinim, huylarım da tamamı ile çirkin. Beni diken olarak dikti, artık ben nasıl gül olabilirim?
Dikene güldeki güzelliğin ilk baharını ver. Bu yılana tavus güzelliğini sen ihsan et.
Çirkinliğin son derecesine varmışım ben. Fakat senin lûtfun da ihsan etmede son derecededir.
Bu kötülüğün çirkinliğin son derecesine varmış olan kulun hacetini, son derecede olan lûtfunla reva et ey usul boylu selvilerin bile haset ettikleri güzel!
Ben ölürsem yine senin lûtfun, bana gözyaşı döker, kerem sahibisin, buna ihtiyacın yoktur ama yine sen ağlarsın bana.

2710. Mezarımın başında çok oturursun. O güzel gözlerinden çok yaşlar akar.
Mahrumiyetime ağlar, mazlumluğuma gözlerini yumup yaş dökersin sen.
İyisi mi o lûtufların birazcığını şimdi yap. O sözleri, şimdi benim kulağıma küpe et.
Toprağıma söyleyeceğin sözleri şu gamla kulağıma saç, şimdi söyle bana.

Farenin “ Bahaneler icadetme. İşi yarına bırakıp savsaklama. Bu hacetimi hemen yerine getir. İleriye atmada âfetler, tehlikeler vardır. Sofi, vakit oğludur. Oğul, babasının eteğinden el çekmez. Sofinin esirgeyici babası olan vakit de onu, yarına bakmaya muhtaş etmez, sağıncılık halka benzemez. O, gelecek zamanı beklemez. Nehre mensuptur, daima oluş halindedir, dehre mensup değildir, zamana mukayyet olmaz. Çünkü “ Tanrı yanında ne sabah vardır, ne akşam.” Geçmiş, gelecek, ezel ve ebed, orada yoktur. Geçmiş Âdem’le gelecek Deccâl oraya sığmaz. Bunlar, aklı cüzi’nin ve hayvanî ruhun sahasındaki şeylerdir. Mekânsızlık ve zamansızlık âleminde bunlar yoktur. Şu halde Tanrı birdir dendi mi, nasıl bir olan hakikatın değil, ikiliğin olmadığı anlaşılırsa sofi, vakit oğludur sözünden de geçmişin, içinde bulunduğumuz zamanın ve gelecek zamanın, ezel ve ebedin yokluğu anlaşılır” diyerek kurbağaya yalvarması.

Gümüş paralar veren bir ihsan sahibi, sofinin birine dedi ki: Ey ayaklarının altına canımı döşediğim zat.

2715. Ey padişahım! Bugün sana bir kuruş mu vereyim, yoksa yarın kuşluk çağında üç kuruş mu? Hangisini istersin?
Sofi dedi ki: Bugünkü de vaat, yarınki de. Dün yarım kuruş verseydin bugün elimde olsaydı. Buna, bugünkü vereceğin bir kuruştan da daha ziyade sevinirdim, yarın vereceğin yüz kuruştan da.
Peşin sille, veresiye keremden hayırlıdır. İşte kafam önünde, başımı eğiyorum, vur, tek peşin olsun!
Hele sille, senden geldikten sonra hiç gam yemem. Baş da o elin sarhoşudur, sille de.
Ey canımın canı, ey yüzlerce cihan değer dost, aklını başına devşir, bu peşin şeyi ganimet say.

2720. Ay gibi yüzünü gece yolcularından gizleme. Ey akar su, bu arktan baş çekme.
Hep buradan da ak da ırmak kıyısı bu akar suyla gülsün, kenarlarında yaseminler boy atsın.
Uzaktan ırmak kıyısında sarhoş yeşillikler gördün mü bil ki orada su vardır.
Tanrı “Gönüllerindeki yüzlerinden anlaşılır” dedi. Yeşillikte yağmuru suyu anlatır.
Yağmur gece yağarsa kimse görmez. Çünkü herkes uykuya dalmıştır.

2725. Ama her güzel gül bahçesi gizli bir yağmura delâlet eder.
Kardeşim ben toprak hayvanlarındanım, sen su hayvanlarından. Fakat rahmet ve ihsan padişahısın.
Öyle lûtfet, öyle bir ihsan da bulun ki arada bir huzuruna gelebileyim.
Irmak kıyısında seni canla başla çağırıyorum ama sen merhamet edip cevap vermiyorsun.
Suya dalmama imkân yok. Çünkü terkibim topraktan meydana gelmiş.

2730. Ya bir elçi gönder, yahut kerem et, bir nişâne ver de benim sesimi sana ulaştırsın.
Bu iş için o iki dost konuşup görüştüler. Nihayet şuna karar verdiler:
Bir uzun ip bulacaklardı. Bu ipin çekişi, onların sırrını birbirine duyuracaktı.
Fare, ipin bir ucunu sana karşı iki büklüm olan bu kulun ayağına bağlarız, öbür ucunu da senin ayağına.
Bu suretle ikimiz, birbirimize ulanmış, bağlanmış oluruz; bir bedendeki can gibi birbirimize karışırız dedi.

2735. Beden de canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere çeker durur.
Can kurbağası, kendinden geçme suyuna hoş bir surette dalmışken, beden faresinden güzelce kurtulmuşken.
Beden faresi o iple yine onu çeker. Can, bu çekişten ne acılar tadar!
Beyni kokmuş farenin çekişi olmasaydı kurbağa, suyun içinde rahatça yaşardı.
Bunun ötesini, gündüz olup da ecel uykusundan uyanınca güneşe nurlar bağışlayandan duyarsın.

2740. İpliğin bir ucunu benim ayağıma bağla, öbür ucunu kendi ayağına düğümle
De bu kupkuru yerde iktiza edince ipi çekebileyim, sen de bu vesileyle benim derdimi anlayasın dedi.
Bu söz kurbağanın gönlüne acı geldi. Bu pis beni bağlıyor galiba dedi.
İyi adamın gönlüne kötü bir düşünce geldi mi bu boş değildir, bir aslı vardır bunun.
O anlayışı vehim sayma, Tanrı anlayışı bil. Gönüldeki nur, onu külli levihten okumuş, anlamıştır.

2745. Biliyorsun ya, filcinin o kadar çalışmasına, korkunç bir surette bağırıp çağırmasına rağmen fil, Tanrı evine gitmemişti.
Ayağı, o kadar köteğe rağmen az çok, Kâbe tarafına gitmiyordu vesselam.
Sanki ayakları kurumuştu, yahut da o saldıran canı, bedeninden çıkmıştı dersin.
Fakat başını Yemen tarafına döndürdüler mi o erkek fil yüz at süratinde koşmaktaydı.
Filin duygusu, gayb zahmını anlamıştı. Bu böyle olunca artık kendisine Tanrı’dan ilham gelen velinin duygusu nasıl olur?

2750. O güzel huylu Yakup peygamber de, kardeşleri, Yusuf için
Babalarından izin alıp onu birazcık sahraya gezmeye götürmek istedikleri zaman bir şeyler sezinlemişti.
Hepsi de ona, Yusuf’a bir zarar gelir diye düşünme. Bir iki günceğiz müsaade et baba.
Neden bize emniyet etmiyor, neden Yusuf’unu bizimle gezmeye, eğlenmeye göndermiyorsun?
Yeşilliklerde beraber gezip tozalım. Biz, onu çağırıyoruz ama emniyet ve ihsan sahibi kişileriz dediler.

2755. Yakup, şu kadar biliyorum ki onu benim yanımdan alıp götürmenizden gönlümde bir dert, bir elem peydahlanıyor.
Gönlüm, asla yalan söylemez. Çünkü o arş nurundan nurlanmıştır dedi.
Yakup’un şu gönlünün burkulması yok mu işte o, bu işte bir kötülük olduğuna katî bir delildi. Fakat kaza ve kaderden kaçmasına imkan yoktu.
Kaza ve kader hükmünü işleyecekti. Onun için Yakup da bu kadar nişaneler gördüğü halde yine de Yusuf’u gönderdi.
Körün, kuyuya düşmesine şaşılmaz, fakat yolu gören de düşer, buna şaşılır işte.

2760. Bu kaza ve kaderin çeşit çeşit işleri vardır. Adamın gözünü, Tanrı nasıl dilerse öyle bağlar.
Gönül hilesini hem bilir, hem bilmez. Mührünü vurmak için demiri bile yumuşatır, muma döndürür.
Gönül derdi ki: Mademki Tanrı taktiri böyle, bunu istiyor, ha olsun, ne yapalım?
Kendisini bundan gafil tutmaktaydı. Can da, onun ipiyle bağlanmış kalmıştı.
O yüce kişi, taktir yüzünden mat olursa bu, alt olma değildir, Tanrı kazasına uğramadır.

2765. Bir musibet, onu yüzlerce musibetten kurtarır. Bir iniş onu yüceliklere çıkarır.
Hani ham bir şuh, bir şen adam gibi. Gece içtiği şarap, onu sarhoş etti, yüz binlerce ham kişinin sarhoşluğundan kurtardı.
Nihayet o da pişti, usta oldu, cihanın esirliğinden kurtuldu, hürriyete kavuştu.
Zevali olmayan Tanrı şarabını içti, sarhoş oldu. Kendisine her şeyi, herkesi anlayacak bir kabiliyet geldi, halktan kurtuldu.
Onların gevşek ve taklitçi inanışlarından, görmez gözlerinin gördüğü hayalden halâs oldu.

2770. Şaşılacak şey! Onların anlayışı, bu nişanesiz denizin met ve cezrine ne yapabilecek ki?
Bu yapılmış, düzülmüş mamureler, o çölden geldi. Saltanat, padişahlık, vezirlik, oradan verildi.
Yokluk çölünden bu görünen âleme iştiyaklarla bölük bölük varlıklar gelip durmada.
Bu çölden her akşam, her sabah kervan üstüne kervan geliyor.
Geliyor, biz geldik, nöbet bizim, siz gidin diye yerimizi yurdumuzu alıyor.

2775. Oğul, akıl gözünü açtı mı baba, hemencecik yükünü kağnıya koyuyor.
Padişahım biz kimiz ki devlete, kutluluğa layık olalım? Sen gel, talihimi devlete döndür.
O âlemden buraya bir ana yol var. Oradan buraya geliyorlar, buradan oraya gidiyorlar.;
İyi dikkat et. Oturmuşuz ama gidiyoruz, yeni bir yere hareket etmişiz, fakat görmüyorsun sen.
Sermayeni ağzını bugün için değil, ilerisi için, ileride bir iş yapmak için hazırlarsın.
Ey yola tapan, yolcu odur ki yüzü ve gidişi, ileriyedir.

2780. Nitekim gönül perdesi ardından da anbean yorulmadan, usanmadan hayal alayı gelip durur.
O düşünceler, hep bir fidanlıktan kopup gelmese nasıl olur da hepsi yol bulur, gönle gelip çatar?
Bölük, bölük düşünce ordumuz, susamış bir halde gönül çeşmesine geliyor.
Testilerini doldurup gidiyorlar. Daima meydanda ve daima gizli bunlar.
Düşünceleri, gökyüzünün yıldızları say. Fakat bunlar, başka bir gökyüzünde dönmedeler.

2785. Kutluluk gördün mü şükret, ihsanda bulun. Kötülük gördün mü sadaka ver, yargılanma dile! Çark vur.
Ayın nuru ile ruhu parlat. Çünkü tutulma yerine geldi, zararlar gördü, can simsiyah oldu.
Onu yine hayalden vehimden, zandan kurtar. Yine kuyudan çıkar, cefa ipinden halâs et.
Bu suretle de bir gönül, senin güzel gönül alışınla kanatlansın, uçsun, şu balçıktan kurtulsun!

2790. Ey Mısır azizi, ey ahdinde duran zat,mazlum Yusuf, senin zindanındadır.
Onu kurtarmak için çabucak bir rüya görüver, Tanrı, ihsan sahiplerini sever.
Yedi arık ve hasta öküz, yedi semiz öküzü yutmada. Yedi kuru ve çirkin beğenilmeyecek başak, yedi taze ve yemyeşil başağı otlamada.
Ey aziz, gönül Mısırında kıtlık başlıyor. Aman padişahım bunu caiz görme.

2795. Padişahım, senin hapsinde bir Yusuf’um ben. Lûtfet, beni kadınlardan kurtar.
Arşta oturup duruyordum. Anamın şehveti “inin” emri ile beni buraya attı.
O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm.
Ruhu ta arştan bu yurda getirdi. Hasılı kadınların hilesi pek büyük.
İnişim, önce de kadın yüzünden, sonra da kadın yüzünden. Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm?

2800. Ya bu düşkün Yusuf’un ağlayıp inlemesini duy, yahut o âşık Yakub’a merhamet et.

CİLT 6  (2801 - 3500 Beyitler)

2801. Kardeşlerimden mi feryat edeyim, kadınlardan mı? Âdem gibi cennetlerden düştüm ben!
Kış yaprağı gibi soldum, çünkü vuslat cennetinde buğday yedim.
Senin lûtfunu, ihsanını, o barış selâmını o güzel haberini duyunca,
Kötü göz değmesin diye ateşe çöreotu attım, fakat çöreotuma da kötü göz değdi.

2805. Önde de sonda da her kötü gözü def eden, ancak ve ancak mahmur gözlerindir.
Padişahın kötü gözü, senin güzel gözlerin mat eder, mahveder; ne güzel ilâç bu.
Hattâ senin gözünden kimyalar erişti mi kötü göz bile iyi göz olur.
Padişahın gözü, doğanın gözüne değdi mi doğan, yücelir, himmetli bir göze sahip olur.
O bakıştan öyle bir himmete sahip olur ki, öyle yücelir ki artık erkek aslandan başka bir şey avlamaz olur.

2810. Aslan da nedir ki? O mânevi yüce doğan, hem senin avındır, hem de seni avlar.
Din çayırında can doğanının ıslığı “Ben batan şeyleri sevmem” nâraları olur.
Senin izinden uçup duran gönül doğanı da sayısız ihsanlarla uğradı, gözün, bir kerecik ona düştü.
Burnu bir koku aldı, kulağı senin nağmelerini duydu. Her duygusu, muayyen olamayan nasipler elde etti.
Sen, hangi duyguya gayb âleminin yolunu açarsan o duygu, artık eskimez, yıpranmaz, ölmez.

2815. Mülk senindir. Duyguya bir şey ihsan edersin; o duygu, öbür duygulara padişahlık eder.

Sultan Mahmud’un bir gece, hırsızların arasına düşerek “ Ben de sizlerdenim “ demesi ve onların hallerini anlaması

Sultan Mahmut, bir gece yalnız başına şehri dolaşırken bir bölük hırsıza rastladı.
Hırsızlar ey vefalı adam dediler, sen kimsin? Sultan Mahmut, ben de sizlerden biriyim diye cevap verdi.
Hırsızların biri, ey daima hileye düzene baş vuranlar, hadi bakalım,her birimiz hünerini söylesin.
Yaratılışta ne hüner ne marifet var? Şu gece vakti arkadaşlarına anlatsın dedi.

2820. Birisi dedi ki: Ey hünerini göstermeye kalkışan kavim, benim kulaklarımda bir hassa vardır.
Köpek havladı mı, ne diyor, anlarım. Öbürleri, bu iki metelik eder ancak dediler.
Bir başkası ey altına tapanlar, benim bütün hassam gözümdedir.
Geceleyin karanlıkta kimi görsem, hiç şüphe yok, onu gündüz tanırım dedi.
Başka biri, benim hünerim kolumdadır. Kolumun kuvvetiyle duvarları delerim dedi.

2825. Başka biri dedi ki: Benim marifetim burnumda. İşim, toprakları koklamaktır.
“İnsanlar madenlere benzerler” sırrına ermişim. Peygamber, onu ne için söylemişti.
Ben, toprağın bedeninde ne kadar para var, ne madeni gizli anlarım.
Bir yerde sayısız altın gizli, öbür tarafın masrafı, gelirinden fazla meselâ, derhal bilirim.
Mecnun gibi toprağı koklarım, yanılmaksızın Leylâ’nın bulunduğu toprağı bulurum.

2830. Her gömleği koklar, içinde Yusuf mu var, şeytan mı anlarım.
Ahmet gibi hani. O da Yemen’den koku alırdı ya. Benim de şu burnum, o nasibe erişmiştir işte.
Hangi toprak altına komşu, hangisi sıfırdan ibaret. Beş para etmez? Bu, bana malûm olur.
Bir başkası da benim hünerim de dedi, elimdedir. Dağ tepesine kadar kement atarım.
Ahmet gibi... Onun canı da bir kement attı, kemendi ta göğe ulaştı.

2835. Tanrı dedi ki: Ey gökyüzündeki Beyt-i Mâmur’a kement atan, atışı benden bil. “Attığın vakit sen atmadın ben attım”
Nihayet dediler ki: Ey yüce ve vefalı dost, sen de söyle. Senin ne hünerin ne marifetin var?
Sultan Mahmut dedi ki: Benim hünerim sakalımdadır. Onunla suçluları cezadan eziyetten kurtarırım.
Suçluları cellâtlara verdiler mi, sakalım oynayınca onlar kurtuluverirler.
Acıyıp sakalımı oynattım mı öldürülmeden de kurtulurlar, dertten de, elemden de.

2840. Hırsızlar, bu sözü duyunca kutbumuz sensin dediler; minnet gününde kurtuluşumuz senden olacak.
Sonra hep beraber yola düzüldüler, o kutlu padişahın köşküne doğru hareket ettiler.
Bu sırada sağ taraftan bir köpek havladı. Köpek sesinden anlayan, köpek diyor ki dedi, padişah sizinle beraber.
Kokudan anlayan bir yandaki toprağı kokladı, bu dedi, bir dul kadının odasının toprağı.
Kement atan, kemendini attı, yüksek bir duvara ulaştılar.

2845. Koku alan bir başka yeri kokladı, dedi ki: O eşsiz padişahın hazinesi burada.
Delik delen, duvarı deldi, hazineye girdiler. Her biri bir şeyler aldı.
Bir hayli altın sırmalarla bezenmiş kumaş, ağır mücevherler alıp hemen gizlediler.
Padişah konakladıkları yeri, şekillerini, adlarını, yollarını iyice öğrendi.
Onlardan gizlenip geri döndü. Sabahleyin divanda bu macerayı anlattı.

2850. Hemen yiğit çavuşlar yolladılar. Hırsızları tutup bağladılar.
Hepsini eli bağlı olarak divana getirdiler. Can korkusu ile tir tir titriyorlardı.
Padişahın huzurunda durdular. O ay gibi parlayan padişah, geceleyin kendileri ile arkadaşlık eden adamdı.
Geceleyin kimi görse gündüz şüphesiz bir surette tanıyan,
Padişahı tahtında görünce bu adam dedi, geceleyin bizimle arkadaşlık eden adamdır.

2855. Sakalında o kadar hüner, marifet vardı ya hani; bu tutulmamızda yine ondan oldu.
Gözü, padişahı tanımış olduğundan bu tanışıklıkla ağzını açtı, tesirli bir suretle söze başladı;
Dedi ki: “Nerede olursanız olun, o sizinledir” dedikleri bu padişah işte. Bizim yaptığımızı görüyor, sırrımızı duyuyordu.
Gözüm, geceleyin padişahı tanıdı; Bütün gece onun ay gibi yüzü ile aşk oyununa girişti.
Ben, ondan ümmetimi dileyecek, şefaatte bulunacağım. O, hiçbir âriften yüz çevirmez.

2860. Bil ki ârifin gözü, iki âlemde de insana aman verir. Herkes, onunla yardıma nail olur.
“Gözü Tanrı’dan başka bir şeye kaymadı” da onun için Muhammed, her derdin şefaatçisi oldu.
Dünya gecesinde güneş, perde ardındayken o Tanrı’yı görüyordu, ümidi ondandı.
İki gözü de “Biz senin göğsünü açmadık mı, ferahlatmadık mı seni?” sürmesiyle sürmelemişti. Cebrail’in bile görmeye tahammül edemediğini o, gördü.
Tanrı bir yetime sürme çekti mi onu, doğru yola girmiş eşsiz, iri bir inci haline getirir.

2865. Nuru incilerden üstün olur. Öyle bir istenen, arzulanan, Tanrıyı ister, arzular.
Kulların duraklarını gördü; hasılı o yüzden Tanrı, onun adını “Gören tanık” taktı.
Şahidin aleti keskin gözle keskin kulaktır. Geceleri bile uyanıktır; sırlar ondan gizlenemez.
Binlerce dâvacı, davaya kalkışsa kadı, kulağını şahide verir.
Hüküm verirken kadıların hüneri budur. Onların aydın gözleri, tanıktır.

2870. Onun için şahidin sözü, göz yerine geçer. Çünkü o, garezsiz olarak sırrı görmüştür.
Dâvacı da görmüştür ama garezle görmüştür. Garez, gönül gözüne perdedir.
Tanrı diler ki sen zahit olasın; garezi bırakasın da tanık kesilesin.
Bu garezler göze perdedir. Göze perde indi mi insan, yukarı aşağı, bunca şeyi, göremez, “Sevdiğin şeyler seni kör ve sağır eder.”

2875. Fakat bir adamın gönlüne güneşin nuru vurdu mu onca yıldızın bir kadri, kıymeti kalmaz artık.
Sırları perdesiz olarak görür. Müminle kâfirlerin ruhlarının ne makamlarda bulunduğunu seyreder.
Tanrı’nın, yeryüzünde de, yüce gökte de insan ruhundan daha gizli bir şeyi yoktur.
Hak, kuru, yaş; her şeyi bildirdi de ruhu “O benim işimdendir” diye mühürledi, gizledi.
Yüce kişinin gözü, ruhu gördü mü artık ona hiçbir gizli şey kalmaz.

2880. O, her kavgada, şahadeti makbul bir şahit olur. Sözü, her baş ağrısını keser, sersemliğini giderir.
Tanrı’nın adı “adalet sahibi” dir, şahit de onun adamıdır. Onun için sevgilinin gözü adalet sahibi bir şahittir.
İki âlemde de Tanrı’nın baktığı yer, gönüldür. Padişah daima gönle bakar.
Tanrı’nın aşkı, onu şahidi “güzeli” sevmesi, bütün bu perdeleri düzüp koşmasına sebep oldu.
Onun için bizim şahit (güzel) seven Tanrımız, Miraç gecesi, Peygamberle buluşunca “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” dedi.

2885. Bu kadı, iyiye de hüküm etmede, kötüye de. Fakat şahit, kadıya bile hüküm etmiyor mu?
Hüküm sahibi, şahide esir oldu. Sevin ey Tanrı rızasını kazanan kişinin keskin gözü.
Tanrıyı bilen, bilinen Tanrı’dan pek ziyade niyazda bulundu; ey sıcakta soğukta bizi gözleyen Tanrı dedi...
Sen hayırda da danıştığımız zatsın, şerde de. Fakat gönlümüz, senin remizlerinden, buyruklarından bihaberdir.
Biz seni görmeyiz, fakat sen gece gündüz bizi görürsün. Sebebi görmemiz bizim gözümüzü bağlar.

2890. Benim gözüm, gözler arasından seçildi de geceleyin güneşi gördü.
Ey yüce, ey ulu Tanrı, o, senin lûtfundu. Lûtfun yüceliği, tamamlanmasındandır.
Yarabbi, nurumuzu kıyamette de fazlalaştır, tamamla. Bizi kahredici kötülüklerden kurtar.
Gece dostuna gündüz ayrılığı verme. Yakınlığı görmüş canı uzaklaştırma.
Senden uzaklaşmak, dertli, veballi bir ölümdür. Hele bu ayrılık, bu uzaklaşma, buluştuktan sonra olursa!

2895. Seni göreni gözsüz bırakma, ondan gizlenme. Bitmiş, boy atmış yeşilliğine su serp.
Ben, yürüyüşte küstahlık etmedim, sen de ceza ve cefada aldırmazlıktan gelme.
Yüzünü göreni, lûtfet, cemalinden uzaklaştırma.
Senden başkasının yüzünü görmek, boğaza takılan bir zincirdir. “Tanrı’dan başka her şey bâtıldır, asılsızdır.”
Bâtıldırlar ama bana hak görünmedeler. Çünkü bâtıl, bâtılları çeker.

2900. Yeryüzünde, gökyüzünde ne varsa hepsi de zerre zerre kehlibar gibi kendi cinsini çekmededir.
Mide, ta dibine kadar ekmeği çekmededir, ciğerdeki hararet, suyu.
Güzellerin çekici gözleri de buralarda döner, dolaşır, gül bahçelerindeki kokuları arar durur.
Çünkü gözün duygusu, rengi çeker; beyin ve burun, güzel kokuları.
Bu çekilişleri de sırları bilen Tanrı’dan bil. Sen, kendi çekişinle bizi buralardan kurtar Yarabbi!

2905. Ey müşterimiz olan Tanrı, sen bu çekicilerden üstünsün. Âcizleri satın alırsan değer, yaraşır.
Kadir gecesi, o dolunayı tanıyan, susuz kişinin buluta yüz çevirmesi gibi yüzünü padişaha döndürdü.
Dili de onundu zaten, canı da. Onun olan, ona küstahça söz söylese ne çıkar?
Dedi ki: Biz can gibi balçığa kakılıp kaldık. Kıyamet gününde can güneşi sensin.
Ey gizlice yürüyen padişah, vakti geldi... Kerem et, hayırlısı ile bir sakalını oynat.

2910. Her birimiz hünerimizi gösterdik, fakat o hünerler, ancak bahtsızlığımızı arttırdı.
O marifetler, boynumuzu bağladı, o mevkiler yüzünden baş aşağı düştük, alçaldık.
O hünerler, boynumuza bağlanmış bir hurma lifi oldu. Ölüm günü, onların hiç birinden fayda yok.
Ancak geceleyin gözü padişahı tanıyanın o güzel duygusu işe yarar.
O marifetlerin hepsi yolda görünen adamın yolunu şaşırtan gulyabanidir. Yalnız geceleyin padişahın yüzünü gören göz başka.

2915. Padişah, hüküm gününde yalnız geceleyin yüzünü gören, kendisini tanıyan adamdan hayâ eder.
Muhabbet padişahını tanıyan köpeğe de Ashabı Kehf’in köpeği adını takmalıdır.
Köpeğin sesini anlayıp aslandan haber alan bir kulağa sahip bulunan kişinin hüneri de, iyi bir hüner.
Köpek, geceleri bekçiler gibi uyanık olduğundan padişahın geceleri uyanık olan kullarından da bihaber değildir.
Adı kötüye çıkanlardan utanmaya lüzum yok. Onların sırlarını anlamak gerek.

2920. Adı tamamı ile kötüye çıkana gelince artık onun hamlıkta bulunup iyi bir ad san aramaya kalkışmasına hiç lüzum yok.
Nice altın vardır ki yağma edilmekten, zarara uğramaktan kurtarmak için üstünü karartırlar.

Susığırı, denizin dibinden şımşırak taşını çıkarıp deniz kıyısına kor, onun ışığıyla otlar.Bir tâcir, 
pusudan çıkar, sığır, taştan çok uzaklaşmış bulunduğundan o taşı balçıkla örter,kendisi de ağaçlığa gizlenir.

Susığırı, denizden bir mücevher çıkarır, onu kıyıya koyar, ışığı ile etrafını görür, otlamaya koyulur.
Mücevherin nuru ile aydınlanan sahadaki sümbül ve süsenleri hemencecik yer.
Böyle güzel kokulu çiçeklerle geçindiğinden, gıdası nergis ve nilüfer olduğundan da onun pisliği amberdir.

2925. Birini gıdası, ululuk nuru olursa artık nasıl olur da o adamın dudağından sihri helâl doğmaz?
Gıdası, arı gibi vahiy olan kişinin evi, nasıl olur da balla dolu bulunmaz?
Susığırı, yine o mücevherin ışığı ile otlar dururken ansızın mücevherden pek uzağa düştü.
Bir tâcir, bunu görüp otlağın, çayırın kararması için mücevheri balçıkla örttü.
Kendisi ağacın arasına gizlendi. Sığır kuvvetli boynuzları ile onu süsmek için bir hayli aradı.

2930. Düşmanı boynuzlamak için o çayırın etrafını belki yirmi kere döndü, dolaştı.
Düşmanını bulmadan ümit kesince mücevheri koyduğu yere geldi.
Fakat o iri, o padişahlara lâyık mücevherin üstündeki balçığı görünce şeytan gibi o da balçıktan korktu.
Şeytan bile toprağı anlamadıktan, toprağa karşı kör ve sağır kesildikten sonra artık toprakta mücevher olduğunu öküz, nereden bilecek?
"İnin" emri ile canı bu aşağılık yeryüzüne indirdi. Bu hayız hali, onu namazdan mahrum etti.

2935. Yoldaşlar, bu dertten kaçın, bu dedikodudan çekinin. Çünkü heva ve heves, erkeklerin hayzıdır.
“İnin” emri, canı bedene soktu da Âdem incisi, toprakta gizlendi.
Onu tâcir bilir, fakat öküz bilmez. Gönül ehli olanlar anlarlar, fakat her toprak kazan anlamaz.
İçinde mücevher bulunan topraktaki o mücevher, öbür toprağın da sırrını söylemektedir.
Fakat Tanrı rahmetinin saçısından bir nur elde etmemiş olan toprak, inciyle, mücevherle dolu olan toprakların sohbetini anlamaz.

2940. Bu söze son yoktur. Faremiz, ırmak kıyısında bizi bekliyor, kulağı bizde.

Farenin, ırmak kıyısında kurbağayı görmek isteyince ipi çekmesi

Fare, doğru yolu bulmuş olan kurbağa ile buluşmak isteyince o aşk ipini çekerdi.
Anbean elime böyle bir vasıta, böyle bir vesile geçirdim diye o ipe güvenirdi.
Can ve gönül de bu geçeli, görüşmek için artık bir ipliğe döndü âdeta derdi.
Derken ansızın bir alaca karga geldi, fareyi yakaladı. Kurbağa da onunla beraber havalandı.

2945. Fare karganın gagasında havalanınca kurbağa da ona bağlı olduğundan onunla beraber sudan çıktı.
Fare, karganın gagasındaydı, kurbağa da ipe bağlı olduğundan havalanmaktaydı.
Halksa hele bak diyordu, karga, hileyle suda yaşayan kurbağayı nasıl da avladı.
Nasıl suya girdi, nasıl da onu kaptı? Suda yaşayan kurbağa, nasıl olur da alaca kargaya avlanır?
Kurbağa, bu, suda yaşamayan susuz hayvanlar gibi, aşağılık bir mahluka eş olanın lâyığıdır.

2950. Feryat adamın kendi cinsinden olmayan dostundan, feryat. Ey “ulu” lar, sizinle düşüp kalkacak iyi bir dost arayın, diyordu.
Akıl da ayıplarla dopdolu bulunan nefisten feryat eder. Nefis, güzel bir yüzdeki çirkin buruna benzer.
Akıl, ona der ki: Cins oluş, iyi bil ki su ve toprak bakımından değil, mâna, bakımındandır.
Kendine gel de surete tapma, suret sözüne kapılma, cins oluşu surette arama.
Suret, cansız şeye, taşa benzer. Cansız şeyin, kendisiyle cins olandan, yahut olmayandan haberi var mıdır?

2955. Can, karıncaya benzer, beden de bir buğday tanesine. Karınca o buğday tanesini her an çeker durur.
Karınca bilir ki o kendi cinsinden olmayan buğdaylar, nihayet yenecek, kendisine karışacak. Bunlar, benim cinsimden olacaklar der.
Karıncanın biri, yoldan bir arpa tanesi bulur, çekip götürmeye koyulur. Öbürü, bir buğday yakalar, koşa koşa götürmeye başlar.
Arpa, buğdayın bulunduğu yere gelmez ama karınca, karıncanın bulunduğu yere gelir ya.
Arpanın gitmesi, buğdaya tâbidir. Karıncaya baksana, dönüp kendi cinsine nasıl geliyor.

2960. Buğday, neden arpaya doğru gidiyor deme. Gözünü aç da düşmanı gör, alınan, götürülen şeyi değil.
Kara bir karınca, siyah kilimin üstünde bir taneyi almış gitmekte meselâ. Tanenin gittiği görülür de karınca görünmez.
Akıl der ki gözünü iyi aç da bak. Hiç tane onu bir götüren olmasa gider mi?
Köpek bu yüzden Ashabı Kehf’in bulunduğu yere geldi, onlara katıldı. Suretler, tanelerdir ama karınca, kalptir.
İsa bu yüzden gökyüzündeki temiz meleklere karıştı. Kafesler ayrıydı ama kuş yavrusu bir cinsten.

2965. Bu kafes meydandadır da kuş yavrusu gizli. Fakat kafesi bir götüren olmasa kafes, kendi kendine nasıl gider?
Ne mutlu o göze ki akıl, onun başında buyruktur; işin sonunu görür, her şeyi bilir, aydındır, nurludur.
Çirkinle güzeli, akılla ayırt edin; şu karadır, bu ak diyen gözle değil.
Göz, pislikte biten yeşilliğe de aldanır. Fakat akıl, onu bir de bizim mehengimize vur der.
Yalnız isteği gören göz, kuşa bir âfettir; fakat tuzağı gören akıl, onu âfetlerden kurtarır.

2970. Ama bir tuzak daha vardır ki onu akıl da bilemez. İşte gayb âleminde bulunanları gören vahiy, onun için bu tarafa koşup geldi.
Cinse cins olmayanı akılla bilmek, tanımak gerek. Hemencecik suretlere koşmamalı.
Cins oluş, ne senin için suretledir, ne benim için. İsa, insan şeklindeydi, fakat melek cinsindendi.
Onun için gökyüzü kuşu, karganın kurbağayı havalandırması gibi onu alıp bu gök kubbenin üstüne çıkardı.

Abdülgavs’i perilerin kapıp götürmeleri,yıllarca periler arasında kalması, yıllardan sonra şehrine, çocuklarının yanına gelmesi, fakat perilerden olduğu ve mâna bakımından gönlü onlarda bulunduğu için dayanamayıp cinsiyet  yüzünden yine perilerin yanına gitmesi

Abdülgavs da peri cinsindendi de peri gibi tam dokuz yıl gizlice kanat çırpıp uçtu.

2975. Karısı başka bir kocaya vardı, ondan çocukları oldu. Kendi yetimleriyse babalarının ölümünü konuşurlar;
Acaba onu kurt mu paraladı, yoksa eşkiya mı öldürdü; yoksa bir kuyuya mı düştü, yahut da bir pusuya mı uğradı? Derlerdi.
Çocuklarının hepsi de düşüncelere dalarlar, hiç biri babamız sağ demezdi.
Tam dokuz yıl sonra fakat yine iğreti olarak meydana çıktı, bir müddet sonra yine gözden kayboldu.
Bir ay oğullarına konuk oldu. Ondan sonra hiç kimse, bir daha onun rengini bile görmedi.

2980. Kılıç yarası, bedenden ruhu nasıl çalarsa peri cinsinden oluşu onu,  insanlar arasından öyle kaptı işte.
Cennetlik, cennet cinsinden olduğu için bu cinsiyet bakımından Tanrı’ya tapar.
Peygamber “Hamd ve cömertlik, dünyaya uzanmış cennet dallarıdır” demedi mi?
Bütün sevgileri, lûtufları, sevgi ve lûtuf cinsinden bil, bütün kahırları da kahır cinsinden.
Küstahlık, küstahlığı doğurur, aldatan aldanır. Çünkü bunlar akıl bakımından birbirlerinin cinsidir.

2985. İdris yıldızların cinsindendi. Onun için sekiz yıl Zuhal’de kaldı.
Zuhal, doğularda da onun dostu oldu, batılarda da, herhalde onunla konuştu, onun sırlarına mahrem oldu.
Kaybolduktan sonra tekrar dünyaya gelince yeryüzünde nücum bilgisine dair ders verirdi.
Önünde yıldızlar güzelce saf kurarlar, dersinde bulunurlardı.
Bir derecede ki aşağılık yukarılık bütün halk, yıldızların seslerini duyarlardı.

2990. Cins olma çekişi, yıldızları ta yeryüzüne kadar çekmiş, onun yanına getirmişti.
Her yıldız, kendi adını, halini, nasıl rasat edileceğini ona açar, söylerdi.
Cinsiyet nedir? Bir çeşit bakış. Bununla bir cinsten olanlar, birbirlerine yol bulur, birbirlerine kavuşurlar.
Tanrı, birisine verdiği bakışı sana da verse sen de onun cinsinden olursun.
Bedeni her yana çeken nedir? bakıştır. Haberdar olan, nasıl olur da bihaberi bildiği tarafa çeker?

2995. Erkekte kadın huyu oldu mu puşt olur, namussuzluk eder.
Kadına erkek huyu verdi mi kadın, kadın arar, sevici olur.
Tanrı, sana Cebrail sıfatlarını verirse kuş gibi uçar, havalarda yol ararsın.
Gözün, havayı gözler durur. Yeryüzüne yabancı kesilir, gökyüzüne âşık olursun.
Fakat sana eşek huyu verirse yüzlerce kanadın olsa uçar, ahıra konarsın!

3000. Aşağılık fare, suret bakımından aşağı olmadı. Pisliğinden çaylağa zebun oldu.
Yemek peşinde koşan hain olan, karanlığa tapan, peynir, fıstık ve pekmezle sarhoş olur.
Eşsiz doğan kuşunda bile fare huyu olursa farelere ar olur, hayvanlar ondan utanırlar.
Oğul Harut’la Marut’a Tanrı insan huyunu verdi, melek huyları değişti.
“Biz Tanrıya ibadet için saflar kurmuşuz” makamından aşağıya düştüler, Bâbil kuyusuna baş aşağı asıldılar.

3005. Levhi mahfuz, gözlerinden uzaklaştı, levhleri büyü yapan ve büyülenen kişilerin bedenleri oldu.
Kanatları aynı, başları aynı, bedenleri aynı fakat birisi arz üstünde Musa, öbürü aşağılık yerlerde hor hakir Firavun.
Huy peşinde yürü, iyi huyluyla düş kalk. Gül bağına bak, nasıl gülün huyunu almış.
Mezar toprağı bile insanla şereflenir; gönül ona elini kor, yüzünü sürer.
Toprak bile temiz bir bedenle komşu olduğundan şereflenir, devlet bulursa,

3010. Artık sen “Önce komşu gerek sonra ev” de. Gönlün varsa yürü, bir gönül
sahibi dost ara.
Onun toprağı bile can huyunu almış, aziz kişilerin gözlerine sürme olmuştur.
Nice toprak gibi mezarlarda yatanlar var ki faydaları, feyizleri bakımından yüzlerce diriden yeğ.
Gölgesini gizlemiş ama toprağı, gölge vermekte. Yüz binlerce diri, onun gölgesinde gölgelenmekte.

Bir adamın Tebriz muhtesibinden aylığı vardı. O aylığa güvenerek borç etmişti. Muhtesibin ölümünden haberi yoktu. Hâsılı onun borcunu kimse vermedi, yine o ölmüş olan muhtesip verdi. Nitekim demişlerdir: Ölüp rahatlaşan ölü değildir, Ölü, yaşadığı halde ölen kişidir

Bir yoksul borçlanmış, civar memleketlerden kalkıp Tebriz’e gelmişti.

3015. Dokuz bin altın borcu vardı. O vakit de Tebriz’de Bedrettin Ömer, muhtesipti.
Bu öyle bir erdi ki gönlü âdeta bir denizdi. Her kılı bir Hatem kesilmişti.
Hatem, dünyada olsa ona yoksul olur, önüne baş kor, ayağına toprak olmayı canına minnet bilirdi.
Birisine bir deniz dolusu iyi su verse o vergisinden utanırdı.
Bir zerreyi doğu güneşi haline getirse bu ihsanı bile kendisine lâyık görmezdi.

3020. O garip, muhtesipten bir kerem umarak gelmişti. Çünkü o, gariplere bir dost, bir hısım olmuştu âdeta.
O garip kişi de âdeta onun kapısına kapılanmış, ihsanını umarak tekrar borç vermeye başlamıştı.
O kerem sahibine güvenerek, onun vergilerini umarak borçlanmaktaydı.
O ümitle bir hayli borca girmede, o huyu kerem ve ihsandan ibaret olan zatın lûtuf denizine dayanarak şundan bundan borç almaktaydı.
Borç verenlerin suratları asılıyor, o ise o ululuklar, keremler bahçesinin lûtfuna güvenerek gül gibi gülüyordu.

3025. Birisinin sırtı, Arab’ın güneşinden kızışırsa artık ona Ebuleheb’in kızgınlığından ne gam?
Bir adam bulutla sözleşti mi sakaların suyuna muhtaç olur mu artık?
Tanrı elini bilen büyücüler, bu ele, bu ayağa el, ayak derler mi hiç?
Aslana güvenen tilki, yumruğu ile kaplanların bile kellesini kırar!

Tanrı razı olsun, Cafer’in, tek başına bir kaleyi zaptetmeye gelmesi, kaleye sahibolan padişahın onu altetmek için vezirle görüşmesi, vezirin padişaha  “Kaleyi teslim et”. Bilgisizlikle hiddete kapılma. Çünkü bu adam, Tanrı’dan kuvvet bulmada. Tanrı onun ruhuna pek büyük bir ordu ihsan etmiş ve saire” demesi

Cafer, tek başına bir kaleyi zapt etti. Kale, onun sonsuz ve kurumuş dudağına bir yudumcuk suydu.

3030. Bir tek atlı, yürümüş, kaleye kadar gelmiş, savaşa hazırlanmıştı. Kaledekiler ürküp kapıyı kapattılar.
Kimsede karşı duracak cüret yoktu. Gemidekilerin ne hadleri vardı ki timsaha karşı koysunlar.
Padişah, vezire yüz çevirip “Seninle danışıyorum, böyle bir zamanda ne çare var, ne yapalım?” dedi.
Vezir dedi ki: Kibri, hileyi bırakıp eline bir kılıç al, boynuna bir kefen at, huzuruna git.
Padişah peki ama dedi, bu tek bir kişi değil mi? Vezir, doğru, fakat onun tek oluşunu görüp de bunu ehemmiyetsiz bulma.

3035. Gözünü aç, kaleye dikkat et. Önünde cıva gibi titreyip durmada.
O ise eyerin üstüne öyle bir oturmuş ki sanki doğudakiler de onunla berabermiş, batıdakiler de. Hiçbir şeye aldırmıyor.
Birkaç fedai, ona saldırdı; kendilerini onun önüne attılar.
Fakat hepsini de gürzüyle öldürdü. Hepsi de onun atının ayakları altına baş aşağı düştüler.
Tanrı kudreti, ona öyle bir ordu vermiş ki tek başına bir ümmete saldırıyor.

3040. Gözüm, o eri görünce sayı çokluğu gözümden düştü.
Yıldızlar çoksa da güneş birdir ve bütün yıldızlar da onun önünde darmadağın olur, görünmezler.
Binlerce fare baş kaldırsa kedi, ne korkar, ne çekinir.
Nasıl olur da fareler, toplanıp kedinin karşına çıkarlar? Onlarda böyle bir yürek yoktur ki.
Topluluk, suret bakımından olursa beyhudedir. Kendine gel de Tanrı’dan mâna topluluğu iste.

3045. Topluluk, bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Cismi de isim gibi yel üstünde durur bir şey bil!
Farelerin yüreklerinde topluluk kudreti olsaydı kızarlar, gayrete gelirlerdi de birkaç tanesi bir araya gelir;
Fedai gibi aman vermeden kediye saldırırdı.
Bir tanesi gözünü ısırır, oyar, öbürü kulağını dişleyip yırtar,
Bir başkası yanını delerdi. Kedi bu topluluktan kurtulamazdı.

3050. Fakat farede topluluk için yürek yoktur. Kedinin sesini duydu mu aklı başından gider.
Hilebaz kedinin önünde kuruyup kalır. İsterse farenin sayısı yüz bin olsun ne çıkar?
Koyun sürüsü çok olmuş kasaba ne gam? Akıl çokluğu uykuyu def edebilir mi?
Mülkün sahibi Tanrı’dır. Topluluğu o verir, bu yüreği o ihsan ederde aslan, yaban sığırı sürüsüne atılır.
On çatallı boynuzları olan yüz binlerce yiğit geyik aslanın saldırışına karşı, âdeta yok olur.

3055. Mülkün sahibi O’dur. Bir Yusuf’a güzellik saltanatını verir de onu ak buluttan yağan lâtif yağmura döndürür.
Bir yüze bir yıldız parlaklığı ihsan ederde koca bir padişah bir kızın kölesi kesilir.
Bir başkasının yüzüne kendi nurunu verir, o adam, gece yarısı her iyiyi her kötüyü görür.
Yusuf’la Musa, Tanrı nuruna sahip oldular, yüzlerinde, gönüllerinde o nur parladı.
Musa’nın yüzü, öyle bir nur saçtı ki nihayet yüzüne bir nikap tutunmaya mecbur oldu.

3060. Yüzünün nuru âdeta hücum eden yılanın gözünü zümrüt nasıl alırsa gözleri öyle almaktaydı.
Musa, o kuvvetli nuru örtmek üzere Tanrı’dan nikap istedi.
Tanrı da o nikabı, yürü, var, kiliminden yap. Çünkü o, emniyet sahibi bir ârifin elbisesidir.
O elbise Tanrı nurundan bir sabra nail olmuştur, dokumasında can nuru vardır.
Böyle bir hırkadan başka bir şeyle korunamazsın. Nurumuza, ondan başka hiçbir şey tahammül edemez.

3065. Kafdağı bile o nura mâni olmaya kalkışsa o nur, Kafdağı’nı da Tur gibi parçalar dedi.
Erlerin bedenlerine Tanrı kudretinin yüceliği öyle bir tahammül vermiştir ki neliksiz niteliksiz Tanrı nuruna dayanırlar.
Tur dağının zerresine tahammül etmediği nur, Tanrı kudretiyle bir sırçayı yer eder.
Kandil duracak yer ve bir sırça kandil, Kafdağı ile Tur’u paramparça eden nura mekân olur.
Onların bedenlerini kandil konacak yer, gönüllerini de sırça bil. Bu kandilin nuru, arşa da vurur, göklere de.

3070. Arşın ve göklerin nuru, bu nura karşı şaşırıp kalır, kuşluk çağındaki yıldız gibi yok olur gider.
Peygamberlerin sonuncusu, bunu hiçbir an zevali olmayan padişahlar padişahından nakletmiştir.
Tanrı demiştir ki: Ben göklere, boşluğa, yüce akıllarla nefislere sığmadım da,
Konuk gibi vardım, müminin gönlünde keyfiyetsiz, mahiyeti anlaşılmaz bir şekilde yurt tuttum, oraya konuk oldum.
Bu gönül vasıtası ile yücelerde bulunanlar da benden padişahlılar, baht ve devletler bulurlar, aşağıda bulunanlar da.

3075. Böyle bir ayna olmadıkça güzelliğinden hiçbir şey görünmez, ne yeryüzünde, ne de zaman içinde nurum tecelli etmez.
İki âleme de merhamet atını sürdüm de geniş bir ayna düzdüm.
Her an bu aynadan elli düğün halkı doyar. Aynayı işit fakat nasıldır? Sorma!
Hâsılı Musa’da bu elbiseden nikap yaptı, yüzünü örttü. Çünkü o yay gibi parlak nurun tesirini anlamıştı.
Elbisesinden başka bir şeyden nikap yapsaydı sağlam ve yüce bir dağ olsa, hatta dağdan da sağlam bulunsa yine paramparça olurdu.

3080. Tanrı nuru demir duvarlardan bile geçtikten sonra artık nikap ona ne yapabilir?
O nikap, hararetli bir ârifin coşkunluk zamanındaki hırkasına benziyordu âdeta.
Kav, önce yakılır, alıştırılır da ondan sonra ateş alır.
O doğru yolu gösteren nurun aşkıyla Safura, iki gözünü de yele verdi.
Önce bir gözünü kapatıp baktı, Musa’nın gözündeki nuru görünce o gözü uçtu, kör oldu.

3085. Ondan sonra sabrı kalmadı, o gözünü de açıp baktı, öbür gözünü de o ayın uğruna harcadı.
Savaş eri de önce yoksulara ekmek verir. Fakat ibadet nuru ona vurdu mu canını bağışlar.
Bir kadın Safura’ya, “O nergis gibi gözlerin elden gitti, acıklanıyor musun?” diye sordu.
Safura dedi ki: Yüz binlerce gözüm olsaydı da hepsini feda etseydim. Fakat ne fayda, yok ki! Buna acıklanıyorum.
Göz pencerem, ayın nuru ile yıkıldı ama ay, define gibi bu yıkık yeri yurt edindi.

3090. Define, artık bu yıkık yurdu, ev mi, dam mı, düşünmeye vakit bırakır mı?
Yusuf sokaktan geçerken yüzünün nuru her evin kafesinden içeri vururdu.
Evdekiler, Yusuf bir yere gidiyor yine derlerdi. Köşede bucakta oturanlarda duvarda bir nur gördüler mi Yusuf’un geçtiğini anlarlardı.
O tarafa penceresi bulunan ev, Yusuf’un geçişişinden ululanır, şeref bulurdu.

3095. Hadi Yusuf’un geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur, seyrine bak!
Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemali ile aydınlanır.
Şu halde daima sevgilinin yüzüne bak. Babacığım, dinle, bu senin elindedir.
Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak.
Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları kendine dost edin!

3100. Güzelleştin mi o güzele ulaşırsın da o, ruhu kimsesizlikten kurtarır.
Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş kişiyi diriltir.
Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit çeşit saltanatlar bağışlar.
Tanrı, Yusuf’a güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı.
Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti onu.

3105. Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi.

Borçlu adamın, o muhtesibin yardımını umarak Tebriz’e gelmesi

O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik yurduna hareket etti.
Tebriz’e gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü yatarak ümit uykusuna dalmıştı.
Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı.
O erlerin oturduğu bahçeyi görünce canı gülüyor Yusuf’un kokusunu alıyor, vuslat Mısrını duyuyordu.

3110. Dedi ki: Ey deveyi süren, devemi ıhlat, bana yardım geldi, yoksulluğun uçup gitti.
Çök ey devem, işler güzelleşti. Şüphe yok ki Tebriz, gönüllerin çöktükleri bir yurttur.
Ey devem bahçelerin kenarlarında yayıl. Tebriz, bize ne güzel de bir feyiz yeri ya!
Ey deveci develerin yükünü çöz. Burası Tebriz şehri, gül bahçelerinin bulunduğu yer.
Bu bağda cennet parlaklığı, cennet güzelliği var. Bu Tebriz’de arş nuru var.

3115. Her an Tebrizlilere arşın yücesinden cana canlar katan bir koku gelmededir.
O garip, muhtesibin evini arayınca halk dediler ki: O dost, vefat etti.
Evvelsi gün dünya yurdundan göçtü. Onun ölümü yüzünden erkeğin yüzü de sapsarı, kadının yüzü de.
O arş tavusuna hatiflerden arş kokusu geldi, o da arşa gitti.
Halk, onun gölgesine sığınırdı. Fakat güneş, o gölgeyi tez tez dürüverdi.
3120.Evvelsi gün, bu kıyıdan gemisini sürdü. O büyük zat, bu gam yurduna doymuştu zaten.
Garip bunu duyunca bir nâra attı, kendisinden geçip gitti. Sanki o da, muhtesibin ardından can verdi.
Hemen yüzüne gül suyu serptiler, sular saçtılar. Yol arkadaşları, haline ağladılar.
Adam, geceye kadar kendisine gelemedi, gece yarısında gayb âleminden canı geri geldi, yarı ölü bir halde ayıldı.

Garibin, muhtesibin ölümünü duyunca mahlûka dayandığından, mahlûkun ihsanına güvendiğinden dolayı tövbe etmesi ve Tanrı nimetlerini anarak suçundan vazgeçip Tanrı’ya yüz tutması. “ Kâfir olanlar, bu kadar nimetleri görürler de sonra yine rablerinden dönerler.”

Aklı başına gelince dedi ki: Yarabbi, suçluyum. Halka ümit bağladım.

3125. Muhtesip cömertti ama cömertlikte hiç de senin eşin olamaz.
O külâh bağışlar, sen, akılla dolu baş verirsin. O kaftan verir, sen boy pos ihsan edersin.
O altın verir bana, sen altın sayan el. O katır verir bana sen ona binecek akıl.
O bana ışık verir, sen aydın göz. O meze verir, sen onu yiyecek kabiliyet.
O maaş verir, sen ömür ve yaşayış. Onun vaat ettiği şey altındır, senin vaat ettiğin, temiz şeyler.

3130. O oda verir, sen gök ve yer verirsin. Senin verdiğin sahada onun gibi yüzlercesi yaşar, semirir.
Altın senindir, altını o yaratmada. Ekmek senindir, ekmeği sen bağışlarsın.
Ona cömertliği merhameti veren de sensin. Cömertlik ederde neşelenir; bu neşeyi, bu sevinci veren de sensin.
Ben onu kendime kıble edindim de asıl kıble edilecek makamı bıraktım.
O din Tanrısı aklı, suyla topraktan karılmış balçığa ekerken biz neredeydik?

3135. Gökyüzünü yokluktan meydana getirdi, bu yer döşemesini de yaptı döşedi.
Yıldızlardan kandiller yaptı, tabiatlardan kilitler ve anahtarlar.
Nice gizli, aşikâr yapıları şu tavanla şu döşemenin içine koydu, gizledi.
İnsan, yücelikler vasıflarının usturlabıdır. İnsan sıfatı onun âyetlerine mazhardır.
İnsanda ne görürsen onun aksidir. Irmak suyuna akseden ay gibi hani.

3140. Usturlabında örümcek ağı gibi nakışlar vardır, ezel vasıfları onlarla anlaşılır bilinir.
O usturlabın üstündeki ankebut, gayb göğü ile ruh güneşine ait şerhlerde bulunur, dersler verir.
Bu doğruyu bulan usturlapla ankebut, halkın eline müneccimsiz düşmüştür.
Tanrı bu yıldız bilgisini peygamberlere vermiştir. Gaybı görmek için o âlemi görebilen bir göz gerek.
Zamanlarca gelip geçen şu insanlar, dünya kuyusuna düşmüşlerdir. Her biri, kuyunun içinde kendi aksini görmüştür.

3145. Kuyuda sana görünen, bil ki dışarıdadır. Yoksa o aslan gibi sen de kuyuya düştün gitti.
Tavşan, onu “kuyuda kükremiş bir aslan var.
Kuyuya gir de ondan öç al. Sen ondan üstünsün kopar kafasını” diye yoldan çevirdi.
O mukallit de tavşana kandı, onun maskarası oldu. Kendi hayalleriyle köpürdü, coştu.
“Bu görünen şey, suyun aksettirmesinden ibaret değil mi? O her şeyi döndüren, çeviren Tanrı’nın bir hayal göstermesinden başka bir şey mi? Diyemedi.

3150. Sen de bir düşmana kinlendin mi, ey altı duyguya zebun olan, altı duygun da yanılır, yanlışlar içerisinde kalırsın.
Halbuki ondaki o düşmanlık, Tanrı’nın aksidir. Oradaki kahır, Tanrı’nın kahır sıfatlarından üremiştir.
Ondaki suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu, kendi tabiatından yıkayıp arıtmak gerek.
Sendeki çirkin huy, onda göründü. Çünkü o, sana bir aynadır âdeta.
Güzelim aynada çirkinliğini görünce aynaya saldırma.

3155. Mesela yüce yıldız, suya vurur. Sen de yıldızın aksine toprak atarsın.
Bir kutsuz yıldız bizim kutluluğumuzu alt etmek için suya geldi mi dersin.
O aksi, yıldız sanır, kapansın diye üstüne toprak atar durursun.
Akis gizlenir, gayb âlemine gider. Sanırsın ki yıldız da söndü.
O kutsuz yıldız, gökyüzündedir. Başını o tarafa kaldırmak lâzım.

3160. Hattâ gönlü, mekânsızlık mekânına bağlamak gerek. Burada zuhur eden yomsuzluk, o mekânsızlık âleminin bir aksinden ibarettir.
Vergiyi Tanrı vergisi, ihsanı Tanrı ihsanı bil. Çünkü bu aksi, beş duygu âlemiyle altı cihet âlemine veren odur.
Aşağılık kimselerin ihsanı, kumdan artık bile olsa yine sen ölürsün, o vergiler senden arda kalır.
Akis, gözde ne kadar kalabilir ki? Ey eğri gören, aslı görmeyi kendine hüner yap.
Tanrı, yalvarıp yakaranlara ihsanda bulundu mu onlara ihsan ettiği şeylerle beraber uzun bir ömür bağışlar.

3165. Nimeti de ebedîdir onun, nimet ettiği de ebedîlik verir. O, ölüleri bile diriltir, ona baş vurun!
Tanrı, lûtfetti mi o lûtuf, can gibi sana karışır, seninle bir olur. Âdeta sen o olursun, o, sen olur.
Sende ekmek ve suya iştah yoksa bu ikisi de olmaksızın sana tertemiz bir rızk verir yine.
Semizliğin gittiyse Tanrı, gayb âleminden lûtfeder, sana zayıflıkta bir gizli semizlik, şişmanlık verir.
O peri ve cine kokuyu gıda etmiş, meleklere can gıdası vermiştir.

3170. Can nedir ki ona dayanıyorsun? Tanrı kendi aşkı ile seni diriltir.
Ondan aşk diriliği iste, can isteme. O rızkı iste, ekmek dileme.
Halkı su gibi arı duru bil. O suya akseden, ululuk ıssı Tanrı’nın sıfatlarıdır.
Onların bilgileri, adaletleri, lûtufları akar suya aksetmiş yıldıza benzer.
Padişahlar, Tanrı saltanatına mazhardır; bilgi sahipleri, Tanrı bilgisinin aynasıdır.

3175. Zamanlar geçti gitti. Bu yeni bir zaman. Ay, o ay ama su, o su değil.
Adalet, o adalet. Bilgi de, o bilgi. Fakat o zamanlarda gelip geçen ümmetler, geldiler geçtiler.
Ey akıllı er, zamanlar, zamanların üstüne geldi; hepsi be birer birer bir teviye gelip geçti. Fakat şu mânalar, daimi ve hep o.
O arktaki su kaç kere değişti. Fakat ayın aksiyle yıldızların aksi hep var.
Çünkü yapısı, su üstüne kurulmamış, gökyüzü sahasında onlar.

3180. Bu sıfatlar, bil ki mâna yıldızları gibi mâna göklerindedir.
Güzeller, onun güzelliğinin aynası. Onlardaki aşk, onun istemesinin aksi.
Bu göz kaş, bu boy pos, daima aslına gider durur. Suya akseden hayal, kalır mı hiç?
Bütün tasvirler, ırmak suyundaki akislerdir. Gökyüzünü ovdun mu görürsün ki hepsi de o.
Derken o garibin aklı dedi ki: Şu şaşılığı bırak. Sirke pekmezdir, pekmez de sirke.

3185. O muhtesibi, noksanın yüzünden ayrı bildin. Gayretli padişahlardan utan a şaşı!
Havanın üstündeki esîrden bile ileri gitmiş olan zatı şu karanlıklarda oturan farelerden sayma.
Onu can olarak gör, ağır cisim olarak görme. Onu beyin gör, kemik olarak görme.
Ona melun iblisin gözü ile bakma, onu toprağa mensup sayma.
Güneşle yoldaş olana yarasa deme. Kendisine secde edileni secde eder bilme.

3190. Bu da akislere benzer ama akis değildir. Akis suretinde Tanrı’nın görünüşüdür bu.
O, bir güneş görmüştür, cansız ve donmuş bir halde kalmamıştır. Şırlağan yağı, gül yağı olmuştur; şırlağan yağı kalmamıştır.
Tanrı Abdâl’i de, fâni varlıklarını değiştirdiler mi artık halktan değildirler, çevir bu yaprağı.
Birlik kıblesi, nasıl olur da iki olur? Toprak, nasıl olur da meleklerin secde ettikleri bir şey olabilir?
Adam, bu ırmakta elma aksini gördü ama bu görüşü de, eteğini elmayla doldurdu.

3195. Bu görüşü, yüzlerce çuvalı elmayla doldurdu. Artık, ırmakta gördüğü, nasıl olur da hayal olur?
Ten görme de o sağır ve dilsizler gibi kendilerine doğru bir şey söylenince inkâr edenlerden olma.
O zat, “Attığın vakit sen atmadın, Tanrı attı” sırrına mazhar olmuştur. Onun gürüşü, Tanrı görüşüdür.
Ona hizmet Tanrı’ya hizmettir. Gündüzü görmek, bu pencereyi görmektir.
Hele şu pencere yok mu? O, kendinden parlamadadır. Ondaki nur, güneşin, yahut Ferkad yıldızının eğreti nuru değildir.

3200. O pencereye vuran nur da yine o güneştendir ama bilinen yoldan, bilinen taraftan gelmemiştir o.
Bu pencereyle güneş arasında öyle bir yol vardır ki başka pencereler, o yolu bilmez.
Bir bulut gelse de güneşi örtse güneşin nuru bu pencereden köpürür, çağlar.
Bu pencereyle güneş arasında şu havayla altı cihetten başka bir yoldan bir ülfet, bir ünsiyet vardır.
Onu övmek, onu tesbih etmek, Tanrı’yı övmek, Tanrı’yı tesbih etmektir. Bu tabağın meyvesi, kendiliğinden biter.

3205. Bu sebepten salkım salkım elmalar biter. Bu sepete ağaç adını taksan hiç yanlış olmaz.
Bu sepete elma ağacı de. İkisinin arasında gizli bir yol var zaten.
Meyve veren bir ağaçtan ne biterse aynen bu sepetten de biter, bu sepet de o çeşit meyveleri verir.
Şu halde artık sepeti baht ağacı gör de bu sepetin gölgesinde bir hoşça otur.
Ekmek, insana mülâyemet verince ey sevgili dost, artık neden ona ekmek dersin? Mahmude de.

3210. Yoldaki toprak göze ve cana parlaklık verirse o toprağı sürme gör, sürme bil.
O nur, bu topraktan çıkıp parlarken artık ben ne diye başımı göğe kaldırayım?
O yok oldu, ey küstâh, ona var deme. Böyle bir ırmakta hiç kuru toprak kalır mı?
Bu güneşin önünde yeni ay parlayabilir, yahut böyle bir Rüstem’e karşı Zâl’in kuvveti para eder mi?
Tanrı da diler ve üstündür o. Nihayet varlıkların kökünü kazır, hepsini yok eder.

3215. İki deme, iki bilme, iki çağırma. Kulu efendisinde yok olmuş bil.
Efendi de efendiyi yaratanın nurunda yok olmuş, ölüp gitmiş gömülmüştür.
Bu efendiyi Tanrı’dan ayrı bildin mi metni de kaybedersin, dibaceyi de.
Gözünü gönlünü topraktan çevir. Bu, bir tek kıbledir, iki kıble görme.
İki gördün mü iki taraftan kalırsın. Pabuca bir ateştir düşer, pabuç da yanar gider.

İki gören, kaş şehrindeki garibe benzer. Adı Ömer’di. Bu sebeple onu, bir dükkândan öbür dükkâna gönderiyorlardı. Bütün dükkânların, Ömer’e ekmek satmamak bakımından bir olduğunu anlamıyordu. Ben yanlış söyledim, adını Ömer değil diyeyim de tövbe edeyim, şu dükkâna varır böyle dersem yalnız o dükkândan değil, bütün dükkânlardan ekmek alabilirim.. Fakat böyle demez de yine adım Ömer kalırsa bu dükkândan başka yere başvursam da faydasız. Hepsinden de mahrum kalırım. Çünkü şaşıyım, bu dükkânları birbirinden ayrı sandım demedi.

Kâş şehrinde adın Ömer olursa yüz kuruş versen kimse sana lavaş satmaz.
Bir dükkâna gidip ben Ömer’im kerem edin de bu Ömer’e ekmek satın dedin mi.
Dükkâncı der ki: yürü öbür dükkâna git oradaki bir ekmek buradaki elli ekmekten iyidir.
Adam şaşı olmasa başka dükkân yok ki derdi.
Onun şaşılığı gitse de nuru, Kâş’lının gönlüne vursaydı o vakit de Ömer, Ali olurdu.

3225. Fakat bu dükkâncı buradan oradaki ekmekçiye ekmekçi diye bağırır bu Ömer’e ekmek sat.
O da Ömer adını duydu mu ekmeği gizler onu başka ve uzak bir dükkâna yollar.
Arkadaş diye bağırır bu Ömer’e ekmek ver. Yani sesimi duyda sırrımı anla demek ister.
O da seni ekmek almak için Ömer geliyor diye oradan başka bir dükkâna yollar.
Bir dükkânda Ömer’im dedin mi yürü bütün Kâşan’ı gez, ekmekten mahrumsun.

3230. Fakat bir dükkânda Ali’yin dedin mi oracıkta ekmeği parasız zahmetsiz alıver.
Biri iki gören şaşı bile zevkten mahrum olur. Halbuki sen biri on görüyorsun ey anasını satan!
Kâşan olan bir yeryüzünde şaşkınlığından Ali olmadınsa Ömer gibi gez dolan gayrı.
Hadi hayra karşı bu yıkık manastırda şaşıya yeniden yeniye göçler vardır.
Fakat hakkı tanıyan gören iki göze sahip olursan iki âlemde dostla dolu görürsün.

3235. Bu korku ve ümitle dolu Kâşan’da oradan oraya yollanmadan kurtulursun.
Bu ırmakta konca, yahut ağaç gördün meselâ her ırmakta olduğu gibi onu hayal sanma.
Bu nakışların aksi, doğrudur ve Tanrı bunlardan sana meyve satar.
Göz, bu su yüzünden şaşkınlıktan azat olur. Oradaki akisleri görür sepeti meyvelerle dolar.
Şu halde hakikatte bu su değildir bağdır. Artık sende Belkıs gibi happeleri görüp soyunmaya kalkışma.

3240. Eşeklerin sırtında çeşit çeşit yükler var kendine gel, bu eşekleri bir sopayla sürme.
Eşeğin birindeki yük Lâal ve mücevherdir öbüründeki yük taş ve mermer.
Her ırmağı da bir sanma. Bu ırmakta ay gör, ayın aksi deme.
Bu, hayvanların içtiği su değil Hızır’ın içtiği Abıhayat. Onda ne görünürse doğrudur.
Bu ırmağın dibinde görünen ay, ben ayım, ayın aksi değilim, seninle konuşan seninle yol arkadaşlığı eden benim der.

3245. Bu suyun üstünde ne varsa diler onlara el at, diler, suyun içine vuran akislerine.
Bu suyu, başka sulara kıyas etme. Bu ay yüzlünün ışığına ay de.
Bu sözün sonu gelmez o garip muhtesibin derdi ile dertlendi, bir hayli ağladı.

Tebriz Kethüdasının, o adamın borcunu bütün Tebrizlilere taksimi, pek az bir para toplanışı. O garibin, muhtesibin mezarına gidip mezar başında halini anlatması ve teveccüh yoluyla ona ahvalini bildirmesi

O adamın borç alışı halka yayıldı. Kethüda onun derdi ile dertlendi.
Borcunu para toplayıp vermek üzere şehirde dolaşmaya her yerde hararetli hararetli o adamın halini anlatmaya başladı.

3250. Fakat bu dilencilikle o para dileyen adamcağızın eline ancak yüz altın girdi.
Gelip adama hali anlattı. Adam, Kethüdanın iki eline yapışıp kalktı, onun delaletiyle o şaşılacak derecede ihsan sahibi olan Muhtesibin mezarına gitti.
Dedi ki: bir kula Tanrı muvaffakiyet verir de kutlu bir adama konuk olursa
Ev sahibi onun yoluna bütün malını mülkünü kor mevkiini bile onun mevkiine feda eder.
Artık ona şükretmek Tanrı’ya şükretmekten ibarettir. Çünkü Tanrı, o ihsan sahibine ihsana eş etmiştir.

3255. Buna şükretmemek Tanrı’ya şükretmemektir. Onun hakkı şüphe yok ki Tanrı hakkı demektir.
Nimet ve ihsanlarına karşılık Tanrı’ya şükret fakat ihsan edene de şükret, onu da an.
Ananın merhameti Tanrı’dandır ama ona kulluk etmek, hizmette bulunmak da hem farzdır, hem de yerinde bir iş.
Tanrı işte bu yüzden “ Muhammed’e salavat getirin” dedi. Çünkü Muhammed, inananların dönüp başvurdukları zattır.
Tanrı kıyamette kula “ Ne getirdin, sana verdiğim nimetlere karşılık ne yaptın?” der.

3260. Kul der ki: Yarabbi sana can ve gönülden şükrettim. Çünkü o rızık ve ekmek, asıl bakımından sendendi.
Tanrı der ki: hayır, sana ihsan edene şükretmediğin için bana da şükretmedin.
Bir kerem sahibine zulmettin, sitemde bulundun. Halbuki onun yüzünden benim nimetlerime nail olmadın mı?
Hâsılı o garip de velinimetinin mezarına gelince ağlayıp inlemeye koyuldu.
Dedi ki: ey her yoksulun dayandığı güvendiği zat. Ey himmeti umulan ey yolda kalanların imdadına erişen!

3265. Ey rızıklarımız için gam yiyen bizi hatırlayan ey ihsanı, lûtfu, Tanrı rızkı gibi umumi olan!
Ey yoksullara aşiret ve ana baba olan ey onlara geçinmek harcanmak ve borçlarını vermek için ana baba gibi yardım eden!
Ey deniz gibi yakınlarına inci uzaklarına yağmur hediye eden!
Ey güneş, sırtımız senin hararetinle ısınmıştı. Her köşkün parlaklığı sendendi, her yıkık yerin definesi sendin.
Kaşının çatıldığını kimsecikler görmemişti ey Mikâil gibi rızık ve azık veren!

3270. Ey gönlü gayb deniziyle birleşmiş, ey ihsanı Kaf dağında gayp Anka’sı kesilmiş zat!
İhsan ederken malımdan ne gitti acaba diye aklına bir şeycikler gelmezdi. Himmetinin yüce tavanı bir kere olsun yarılmadı senin.
Her ay her yıl ben de benim gibi yüzlerce kişi de senin soyun sopun olmuştu âdeta.
Paramız, soyumuz, varımız, yoğumuz… Adımız, sanımız, bahtımız, devletimiz sendin.
Sen ölmedin, bizim nazımız, bizim devletimiz, bizim gemimiz, bizim verilegelen rızkımız öldü.

3275. Sen mecliste de ihsan ve keremde de bir kişiydin ama bine bedeldin. İhsan esnasında yüzlerce Hatem’din âdeta.
Hatem, cansız şeyi ölü gönüllü adama verir, sayılı birkaç ceviz ihsan ederdi.
Sense her solukta öyle bir hayat bağışlamadasın ki onun güzelliğini anlatmaya ömür yetmez.
Sen, ebedî bir haya,t tükenmez ve sayılmaz altınlar bağışlarsın.
Ey gökyüzünün, civarına secde ettiği zat ! Bir huyuna bile mirasçı yok senin.

3280. Lûtfun halka çobanlık etmede gam kurtundan korumada… Tanrı Kelim’i gibi, merhametli bir çoban hem de.
Tanrı Kelim’i çobanlık ederken sürüden bir koyun kaçmıştı. Musa peşine düştü koşmaya başladı çarıklarını çıkardı ayaklarının altı şişti kabardı.
Akşama kadar onu aradı. Koyun da gözünden kayboldu.
Fakat nihayet koyun yorulup kaldı, Tanrı Kelim’i de onu yakaladı.
Merhametle arkasını, başını okşamaya anası gibi onu sevmeye koyuldu.

3285. Bir parçacık bile öfkelenmedi, kızmadı. Yalnız sevdi, acıdı, gözünden yaşlar döküldü.
Dedi ki: Tutalım bana acımadın kendi kendine neden zulmettin?
Tanrı, o anda meleklere dedi ki. Peygamberliğe Musa yaraşır.
Mustafa buyurmuştur ki: Her peygamber, gençliğinde yahut çocukluğunda mutlaka çobanlık etmiştir.
Çobanlık etmeden o sınavı geçirmeden Tanrı, ona âlem başbuğluğunu vermez.

3290. Birisi sen de ettin mi? Diye sordu. Dedi ki: Ben de bir müddet çobanlık ettim.
Vekarları, sabırları meydana çıksın diye Tanrı onları peygamber yapmadan çoban yapmıştır.
Her buyruk sahibinin de insanlara çobanlık ederken Tanrı buyruğunu gözetmesi gerektir.
Kendisi sürüsünü güderken Musa gibi halîm olması, akıl ve tedbirle bu işi görmesi lâzımdır.
Böyle, harekette bulunursa Tanrı ona ayın üstünde, yücelikler âleminde bir ruhani çobanlık verir.

3295. Nitekim peygamberleri de bu çobanlıktan kurtarmış, onlara temiz kulların çobanlığını vermiştir.
Sen, bu çobanlıkta öyle doğru hareket ettin ki sana bir ayıp bulan kör olur.
Biliyorum Tanrı mükâfat olarak sana o âlemde de ebedî bir başbuğluk verir.
Ben de deniz gibi cömert eline senin lûtfuna ihsanına güvenerek
Hiç yoktan tam dokuz bin altın borç ettim. Neredesin sen ki lûtfunla bu tortu saf bir hale gelsin.

3300. Neredesin ki yeşillik gibi gülesin de onu da al. Onun on mislini de al diyesin.
Neredesin ki beni güldüresin, efendiler gibi lütufta bulunasın, ihsan edesin.
Neredesin ki beni hazinene götüresin da borçtan da emin edesin, yoksulluktan da.
Ben yeter dedikçe, sen ihsanını fazlalaştırasın da bunu da hatırım için al diyesin. Bir alem nasıl olurda toprak altına sığar? Bir gökyüzü nasıl olur da yere girer?

3305. Haşa Tanrı hakkı için sen, diriyken de bu alemden dışarıda değilsin, şimdi de.
Gayb havasında bir kuş uçar ama gölgesi yere vurur.
Beden, gönlün gölgesinin,gölgesinin gölgesidir. Nereden beden gönül mertebesine erişecek?
Adam uyur, ruhu, güneş gibi gökyüzünde parlar. Bedense yorgan altındadır.
Can, boşluklarda astar gibi gizlidir, bedense yorganın altında döner durur.

3310. Ruh, “Rabbimin emrindedir” gizlidir. Onun için nasıl bir örnek versem anlatmaya imkan yoktur.
Acaba o şekerler saçan dudak nerede? O güzel cevapların, o sırların hani?
O şeker çiğneyen akik dudaklar, o müşküllerimizdeki kilitlerin anahtarı ne oldu?
Nerede o zülfikar gibi sözler, nerede o akılları kararsız bir hale getiren laflar?
Yuvasını arayan kumru gibi niceye bir “ Kü- Kü nerede, nerede” deyip duracaksın?

3315. Nerede? Rahmet sıfatlarının bulunduğu yerde Kudretten arılıktan akıldan ve anlayıştan ibaret olan alemde?
Nerede olacak? Aslanın daima ormanda oluşu gibi o da gönlüyle düşüncesinin daima bulunduğu alemde.
Nerede olacak Kadının erkeğin dert ve mihnet zamanı ümit bağladığı cihanda.
Nerede olacak? İnsan hastalanınca sıhhat ümidiyle göz diktiği yerde.
Bir kötülüğü gidermek için yalvardığın bir harmanı savurmak bir gemiyi sürmek için rüzgar beklediğin alemde.

3320. Gönlün işaret ettiği dilin “ Ey o” diye dile getirdiği yerde.
Nereden, nerede diye aramaya lüzum yok, Tanrıyla iste, keşke ben de çulhalar gibi hep mekik deyip dursam bu sırrı bilen aklı dileseydim.
Aklımız doğuyu da görür batıyı da. Akıldan ruhlara yüzlerce çeşit şimşekler çakar.
O, köpüklü bir denizle beraber kabardı, kıyıyı kapladı. Sonra denizle beraber çekildi. Kıyıyı kaplayışı geçti, çekilişi kaldı!
Dokuz bin altın borcum var. elimden tutanım yok. Elimde yalnız bütün şehirden toplanmış yüz altın var, işte bu kadar!

3325. Tanrı, seni çekti aldı. Ben bu kargaşalıklar içinde kaldım. Ey toprağı bile güzel zat, ümitsiz bir halde gidiyorum.
Seni hasretinle iştiyakınla dolu olan kuluna bir himmet et ey yüzü de eli de himmeti de kutlu zat!
Kaynağın, ırmakların başına geldim, fakat orada su yerine kan buldum.
Gök, o gök, fakat ay ışığı o ay ışığı değil. Irmak o ırmak, fakat su o su değil!
İhsan sahipleri var ama o tertemiz ihsan sahibi nerede? Yıldızlar var ama hani o güneş?

3330. Ey saygı değer zat, en Tanrı’ya gittin, bari ben de Tanrıya gideyim.
Bütün devirlerde gelip geçenlerin toplandıkları yer, bayrağın dibidir, orası ne güzel bir topluluk yeridir. Tanrı “ Her şey tapımızda toplanır” der. Tanrı topluluk yeridir.
Resimler ister haberdar olsunlar, ister olmasınlar, hepsi de ressamın elinde toplanır.
O nişansız Tanrı anbean onların düşünce sahifesinde bir şeyler yazar, yazdıklarından bir kısmını siler durur.
İnsanı kızdırır, hoşnutluğu giderir, nekesliği getirir, cömertliği giderir.

3335. Aklım fikrim, zihnim yarım lahza bile bu yazıyı bozmadan hali değil.
Testici testi ile uğraşıp durdukça testi hiç kendiliğinden genişleyebilir, büyür mü?
Tahta dülgerin elindedir. Yoksa nasıl olur da kesilir, yahut başka bir tahtayla birleşir?
Kumaş, bir terzinin elinde olmadıkça kendiliğinden nasıl dikilir yahut biçilir?
Su kabı, ey akıllı adam sakanın elindedir. Öyle olmasa kendi kendine nasıl dolar, boşalır?

3340. Sen de her an dolmada boşalmadasın. Bil ki onun sanat elindesin.
Gözündeki bu bağ kalktı mı sanatın sanatkarın elinde halden hale girmekte olduğunu anlarsın.
Gözün varsa kendi gözünle bir bak. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir ahmağın gözüyle bakma.
Kulağın varsa kendi kulağınla dinle duy. Neden sersemlerin kulağına kapılıyorsun?
Taklide uymaksızın bakmayı adet edin, kendi aklını koru, onu düşün sen.

3345. Bir beyin pek güzel bir atı vardı. Padişahın at sürülerinde eşi yoktu.
Bir gün o ata binip padişahın alayına katıldı. Harzemşah’ın gözü, ansızın ona ilişti.
Atın çalımı, rengi padişahın gözünü aldı. Dönünceye kadar o attan gözünü ayıramadı.
Hangi uzvuna baksa öbüründen daha güzel görünüyordu. Çevikliğinden, güzelliğinden ruhaniyetinden başka Tanrı ona eşsiz bir güzellik vermişti.

3350. Padişah aklıyla şöyle bir, araştırdı. Bu nedir ki aklımı çeldi? Dedi.
Gözüm böyle atları çok gördü, toktur, ganidir. Belki böyle güneş gibi iki yüz at görmüş, aydınlanmıştır.
Şahların ruhları bence beydaktır. Böyle olduğu halde nasıl olur da bir yarım at, haksız olarak gözümü çeler?
Yoksa büyücüleri yaratan bir büyü mü yaptı? Bu, onun çekişi olmalı, atın hassası değil.
Fatiha okudu, bir hayli lahavle çekti. Fakat okuduğu fatiha gönlündeki derdi çoğalttı.

3355. Çünkü padişahı çeken zaten fatihaydı. Fatiha bir muradın olmasında, bir kötülükten kurtulmada birebirdir, ama onu bu derde sokan, fatihanın sahibi Tanrıydı.
Göze bir başkasını gösterirse bu onun işidir. Gözden kendisinden başkası kaybolur, göz yalnız Hakk’ı görürse bu da onun uyandırmasıdır.
Padişah, iyice anladı ki gönlünün akması Tanrıdan. Tanrının işi her an eşsiz örneksiz şeyler yaratmaktır.
Onun hilesiyle taştan öküze , taştan ata tapar, secde ederler.
Kafire göre putun bir ikincisi olamaz. Halbuki putta ne bir kudret vardır, ne bir ruhaniyet.

3360. Öyle olduğu halde o gizliden gizli gönülleri çekip duran nedir? O, bu aleme başka bir alemden parlamadadır.
Bu pusuyu akıl da görmez can da. Ben göremiyorum sen görebiliyorsan gör.
Harzemşah, gezintiden dönünce saltanat erkanının ileri gelenlerine sırrını açtı.
Derhal, çavuşlara o atı. Beyden alıp getirmelerini emretti.
Çavuşlar ateş gibi koşup vardılar. Dağ gibi olan o bey yüne döndü adeta.

3365. Dertten elemden canı ağzına geldi. imadülmülk’ten başka derdine derman olacak kimseyi göremedi.
İmadülmülk onun bayrağıydı. Herkes onun altına gelirdi; her zulüm gören dertten ölüm haline gelen koşar, ona başvururdu.
Ulular içinde ondan daha saygılısı ondan daha üstünü yoktu. Padişahın tapısında adeta bir peygamberdi.
Vezirliğe tamahı yoktu. Soyu sopu temizdi zahitti, ibadet ehliydi, geceleri kalkar, Tanrıya ibadette bulunurdu, cömertlikte de sanki bir hatemdi.
Rey ve tedbiri pek kutluydu. Her hususta reyi sınanmıştı.

3370. Can vermede de cömertti. Mal vermede de. Yeni ay gibi gayb güneşini dilerdi.
Beylikte garipti kimsesizdi. Yokluk ve Tanrı sevgisi sıfatlarında gizlenmişti.
Her ihtiyaç sahibine baba gibiydi. Padişahın tapısında şefaatçiydi her zararı def ederdi.
Kötüleri, Tanrı hilmi gibi örterdi. Hasılı huyu halkın huyundan bambaşka ve tamamıyla aykırıydı.
Kaç kere vezirliği bırakıp ibadet için yalnızca dağlara yönelmişti de padişah yüzlerce niyazlarda bulunarak onu önlemişti.

3375. Her an yüzlerce suça şefaat etse padişah ondan utanır şefaatini kabul ederdi.
O bey adalet ve insaf sahibi imadülmülk’ ün yanına baş açık bir halde koştu, başına topraklar serpiyordu.
Dedi ki : Haremde neyim var neyim yoksa hepsini alsın yağmacılara buyursun, varımı yoğumu yağma ettirsin.
Fakat şu bir tek at yok mu o benim canımdır. Ey beni seven hayrımı isteyen! İyice bil ki onu alırsa öldüm ben.
Bu atı elimden alırsa muhakkak biliyorum ki yaşayamam artık.

3380. Tanrı sana bu yakınlığı ihsan etmiş ey Mesih hemen elinle başımı okşa.
Kadına da sabrederim, altınım akarım gitse de aldırmam. Bu ne uydurma laf, ne de hile.
Eğer inanmazsan bu hararetimi yalan sanırsan hazırım, sına; sözü doğru mu yalan mı anla!
İmadülmülk bu hali gördü gözleri yaşardı, ağladı. Gözlerini silerek perişan bir halde padişahın tapısına koştu.
Padişahın huzurunda durdu. Ağzını yumdu, fakat içinden kulların Tanrısına gizlice yalvarıyordu.

3385. Ayakta duruyor fakat sultanının içinden geçirdiği şeyleri duyuyordu. Gönlünden şunları düşünmekte Tanrıya şöyle niyaz etmekteydi:
Yarabbi, o genç, eğri yola gittiyse affet. Senden başkasına sığınmak doğru değil.
Fakat sen onun yaptığını bakma, sana layık olanı yap. O tutsak olan kullardan halas olmasını beklemede, fakat sen halas et onu.
Çünkü bu halkın hepsi de muhtaçtır yoksulundan tut da padişahına kadar hepsi.
Yüceliklere sahip dururken bir mumdan, bir mum yalımından yol bulmayı ummak..

3390. Güzelim parlak güneş meydandayken mumla kandilden ayrılmak istemek!
Fakat şüphe yok ki bizim şanımız, edebi terk etme, nimete karşı küfranda bulunma, heva ve hevesinize uymadır.
Akıllıların çoğu düşünceye daldığı zaman yarasa gibi karanlığı sever.
Geceleyin yarasa, bir kurtcağız yese, o kurtu bile can güneşi beslemiş, yetiştirmiştir.
Yarasa geceleyin o kurtu yiyip sarhoş olduysa, kurt, yine güneş yüzünden canlanmıştır.

3395. Işığı, aydınlığı meydana getiren güneş, düşmanını bile doyurmadadır.
Fakat yarasa olmayan iri doğan kuşunun açık gözü doğru yolu görür, aydındır.
O da yarasa gibi geceleyin gelişmek istese o vakit güneş, edebe sokmak için kulağını çeker.
Der ki. Tutalım o inatçı yarasanın bir illeti var, ya sana ne oldu?
Sana bir dert vereyim, seni bir zahmete sokayım da bir daha güneşten çekinmeyesin!

Yusuf-u Sıddıyk’ın Tanrı rahmet etsin, Tanrı’dan başkasından yardım istemesi ve “Beni efendine söyle” demesi yüzünden zindanda beş küsur yıl kalması ve bu sözünün cezasını çekmesi

3400. Yusuf da, zindanda bulunan birisine yalvardı, yakardı.
Ondan yardım diledi, dedi ki: Buradan çıkınca ve Padişahın tapısında işin düzelince,
O azizin huzurunda beni an, halimi söyle de beni bu hapisten kurtarsın.
Hiç sıkıntı içinde bulunan bir mahpus nasıl olur da başka bir mahpusu kurtarabilir?
Dünyadakilerin hepsi de mahpustur. Zindandadır. Şu fani dünyada ölümü bekleyip dururlar.

3405. Pek nadirdir öyle bir adam ki bedeni zindanda ruhu yedinci kat gökte olsun.
Hasılı Yusuf da o adamı kendine yardımcı gördüğünden zindanda beş küsur yıl kaldı.
Şeytan, o adamın aklından Yusuf’u çıkardı, gönlünden Yusuf’un sözünü kaybetti.
O güzel huyludan böyle bir suç meydana geldiği için adalet sahibi Tanrı,
onu yıllarca zindanda bıraktı.
Adalet güneşinin ne kusuru oldu ki sen, yarasa gibi karanlıklara düştün?

3410. Denizden, buluttan ne kusur meydana geldi ki sen, kumdan seraptan yardım istiyorsun?
Halk, aklı ermeyenler, yarasa tabiatındadırlar. Onlar geçici şeylere başvururlar, kendileri gibi her şeyleri gelgeçtir. Fakat ey Yusuf, senin bari gözün açık.
Bir yarasa, karanlıklara başvurur, olmayacak şeylere müracaat eder.Fakat padişah doğanın gözüne ne oldu ki dedi.
Üstad,  bu suç yüzünden bir daha çürümüş sopaya dayanma, çürük tahtaya basma diye onu cezalandırdı.
Fakat Yusuf’u da gönlüne o mahpusluktan bir dert gelmesin diye kendisiyle meşgul etti.

3415. Tanrı ona öyle bir ünsiyet öyle bir sarhoşluk ver di ki, gözünde ne zindan kaldı ne karanlık.
Zindan, rahimden daha aşağılık, daha kötü, daha karanlık, daha kanlı ve daha kokuşuk değil ya.
Tanrı, rahimde sana kendi tarafından bir pencere açınca bedenin günden güne gelişti.
O zindanda, kıyas kabul etmez bir zevkle bedenin duyguları, adeta dikilmiş bir ağaç gibi güzelce açıldı.
O rahimden çıkmak sana pek güç gelirdi. Ananın kasığından arkaya doğru kaçardın.

3420. Lezzet dışardan gelmez içten gelir. Bunu böyle bil. Köşkleri kaleleri aramayı ahmaklık say.
Birisi Mescit bucağında sarhoş ve neşelidir. Öbürü bağda bahçede suratını asar, muradına erişmez, bir zevk bulamaz.
Köşk bir şey değildir. Bedenini yık. Define yıkık yerdedir a benim beyim.
Görmüyor musun bunu? Şarap meclisinde sarhoş, yıkılınca zevk alıyor.
Ev suretlerle dolu ama yık onu. Yık da defineyi bul sonra yine yap.

3425. Tasvir ve hayal nakışlarıyla dolu bir ev. Şu resimler de vuslat definesinin üstüne çekilmiş perdeye benzer.
Şu gönülde suretler coşup duruyor ya. Onların hepsi, definenin ışığı,  altınların parlayışı.
Su, arı durudur, fakat üstünü köpük kaplamış köpük, suya bir şey vurmasına mani oluyor.
Değerli can da latiftir, coşkundur. Fakat insanın bedeni onun üstüne çekilmiş bir perdedir.
Halkın dilinde söyleneduran atalar sözünü duysana: Bize bizden gelir her ne gelirse.

3430.Bu köpüğe tapan susuzlar da köpük yüzünden arı duru sudan uzaklaşmışlardır.
Ey güneş! Sen gibi bir kıblemiz, bir imanımız varken yine de geceye tapmakta, yarasalık etmekteyiz.
Ey yardımı dilenen! Lütfet de bu yarasaları, civarında uçur, onları bu yarasalıktan kurtar.
Bu genç bana müracaat etti, bu suç yüzünden yol sapıttı, seni kaybetti.
Fakat sen onun kusuruna bakma.
Ormanlardaki aslanın gönlünden bir şeyler geçer ya. İmadülmülk’ ün gönlünden de bu düşünceler geçmekteydi.

3435. Görünüşte Padişahın huzurundaydı. Fakat ruhu gayp bahçelerinde uçuyordu.
Melekler gibi elest ülkesinde her an yeniden yeniye şarap içmekte sarhoş olmaktaydı.
İçi eğlencelerle düğün derneklerle doluydu. Dışı gamlarla kederlerle.Bedenin içinde mezarın içinde olduğu gibi hoş bir alem vardı.
O bu şaşkınlık aleminde bakalım gayp ıkliminden ne zuhur edecek diye bekliyorduk.
O sırada çavuşlar o atı Harzemşah’ın huzuruna çektiler.

3440. Hakikaten de bu gök kubbenin altın da o çeşit o boyda o renkte at yoktu.
Rengi her gözü alıyordu. Sanki şimşekten aydan doğmuştu,  ne de güzeldi ya!
Ay gibi, Utarit gibi hızlı gitmekteydi. Sanki arpa yememişti, kasırgayla beslenmişti.
Ay bir gece içinde gök sahasını yürür, aşar.
Ay bir gece içinde burçları dönüp dolaşıyor. Peki neden miracı inkar ediyorsun öyleyse?

3445. O eşi bulunmaz tek inci yüzlerce aya bedeldir. Bir işaretiyle ay ikiye bölündü.
Şaşılacak şey şu ki ayı yardı ama halkın duyguları zayıf olduğu için bu kadarcık bir mucize gösterdi.
Yoksa peygamberlerle Tanrı rasullerinin işleri güçleri göklerden de dışarıdır yıldızlardan da.
Feleklerden, şu dönen göklerden dışarı çık da onların işlerini, güçlerini seyret.
Sen yumurtada ki kuş yavrusu gibisin. Havadaki kuşların tespihlerini duymazsın.

3450. Mucizeler burada anlatılamaz. Sen yine atla Harzemşah’ın hikayesini anlat.
Köpek olsun, at olsun; Tanrı güneşinin lütfu neye vurursa onu, Ashabı Kehf’in köpeğine döndürür.
Sonra onun lütfunun vuruşunu da bir sanma. Taşa da vurmuştur, laale de.
Laal, ondan bir define elde etmiştir, taşsa yalnız bir hararet ve bir parlaklık.
Güneş duvara da vurur. Fakat suya vurduğu gibi görünmez, parlamaz, ona bir şey vurmaz ve üstünde bir şey titremez.

3455. O tek bir padişah bir ümmet ata hayran, hayran baktı sonra yüzünü imadülmülk ’e döndürüp,
Ey büyük adam dedi. Güzel bir at değil mi? Sanki yeryüzünden değil de cennetten gelmiş!
İmadülmülk dedi ki: Padişahım, gönlünün akışı sana şeytanı melek gibi göstermede.
İyice dikkat edersen görürsün: Pek güzel, pek dilber bu at ama,
Bedenine göre başı kusurlu. Başı adeta öküz başına benziyor.

3460. Bu söz, Harzemşah’ın gönlüne tesir etti. At gözünden düştü.
Bir alım satımda garaz, vasıta olur, satılan şeyi o överse bir Yusuf’u, üç arşın beze alırsın.
Can verme çağında da şeytan, vasıtalık eder, senden iman incisi alır.
Ahmak derhal o sıkışık zamanda bir ibrik suya imanını satıverir.
Halbuki o su ibriği değildir, bir hayalden ibarettir. O vasıtalık eden ibrik, ancak bir hile peşindedir. Bir kötülük yapmak ister.

3465. Şimdi sağlam ve semizken bile doğru şeyi bir hayal için verip duruyorsun.
Çocuk gibi her an madendeki inciyi satıp yerine ceviz almaktasın.
Ecel gününün o hastalığında böyle bir şeyi yaparsan şaşılmaz artık.
Hayalinde bir surettir coşmuştur. Fakat sınama zamanında ceviz gibi çürümüş bir şey.
O hayal ilk zuhur ettiği zaman dolunay gibidir. Ama sonunda yeni aya döner.

3470. Önce bakınca onu sonra ne hale gelecekse öyle görürsen, aldanmaz, ondan kurtulursun.
Ey emin kişi! Dünya çürük bir cevizdir. Onu pek sınama, uzaktan bak.
Padişah, o atı hal gözüyle gördü, İmadülmülk meal gözüyle.
Padişahın gözü titredi, ancak iki arşınlık yolu gördü. O sonu gören erse elli arşınlık yolu gördü.
Tanrının insanın gözüne çektiği o sürme, ne sürmedir ki can, yüzlerce perdenin ardındaki yolu görür.

3475. Kainatın ulusunun gözü, sonu görmeyle eş olmuştu. O yüzden cihanı leş gördü.
Padişah, bir kerecik bu zemmi duymakla iktifa etti; gönlü attan soğudu gitti.
Kendi gözünü bıraktı, onun gözünü kabul etti.
Kendi aklını bıraktı, onun sözünü duydu.
Bu bir bahaneydi. O tek Tanrı, at sahibinin yalvarması yüzünden Padişahı attan soğuttu. Atın güzelliğini örttü ona göstermedi. O söz de arada kapı gıcırtısı gibiydi.

3480. O sözü padişahın gözüne bir perde yaptı. Ay, o perdenin ardından kara göründü.
Ne temiz mimar ki gayp aleminde sözle, afsunla kaleler yapar.
Sözü, sır köşkünün kapısının sesi bil. Bu ses kapının açılmasından mı geliyor kapının kapanmasından mı? Buna dikkat et.
Kapı sesi duyulur kapı görünmez. Bu sesi görürsünüz kapıyı görmezsiniz.
Hikmet çengi o bir ses verdi mi dikkat et. Bakalım cennet kapılarından hangisi açıldı.

3485. Kötü söz kapısı açıldı mı bak bakalım cehennemin hangi kapısı açıldı?
Kapısından uzak olsan da sesini duy. Ne mutlu gözü de açık olan kişiye!
İyilik ettiğin müddetçe görürsün ki iyi yaşamaktasın gönlün rahat.
Fakat bir kötülükte bulundun, bir fenalık ettin mi o yaşayış o zevk gizleniverir.
Bu aşağılık kişilerin görüşüne uyup kendi görüşünü terk etme. Bu gerkesler seni leşe doğru çekerler çünkü.

3490. Nergis gibi gözlerini kapatıyor aman değneğimi tut beni yet ey ulu kişi diyorsun.
Halbuki seni götürmek için seçtiğin o sopacıya dikkat edersen görürsün ki o senden de kördür.
Kör gibi elini at, Tanrı ipine yapış. Tanrının emrinden, nehyinden başka bir şeyin etrafında dönüp dolaşma.
Tanrı ipi nedir? Heva ve hevesi terk etmek. Bu heva ve heves Ad kavmine bir kasırga kesilmiştir.
Halk heva ve heves yüzünden zindanda oturmaktadır. Kuşun kanadı heva ve heves yüzünden bağlanmıştır.

3495. Balık heva ve heves yüzünden kızgın tavaya düşer. Namuslu adamlardan utanma arlanma heva ve heves yüzünden gider.
Şahnenin gözü, heva ve hevesten bir ateş yalımıdır. Çarmıha gerilmek ve darağacının korkunçluğu heva ve heves yüzündendir.
Yer yüzünde beden şahnelerini gördün ya, can aleminin hükümlerini yürüten şahneleri de gör.
Ruha gayp aleminde işkenceler vardır. Fakat sen sıçrayıp kurtulmadıkça bu işkenceler gizlidir.
Kurtuldun mu işkenceyi azabı görürsün çünkü zıt zıddıyla görünür.

3500. Kuyuda ve kara su içinde doğan, ovanın letafetiyle kuyunun zahmetini ne anlasın?

CİLT 6  (3501 - 4200 Beyitler)

3501.  Tanrı korkusuyla heva ve hevesten geçtin mi Tanrı tesniminden bir sağrak elde edersin.
Heva ve hevesine uyup dolaşma. Bırak o yolu. Tanrı kapısına, selsebil ırmağına doğru gel.
Heva ve hevese uyup ot gibi yelin geldiği tarafa eğilme. Şüphe yok arş gölgesi, çerden çöpten yapılma kulübelerden yeğdir.
Padişah, atı görürsün, sahibine verin. Tez beni bu günahtan kurtarın dedi.

3505. Fakat kendi kendine şu kadarcık bile söyleyemedi: Aslanı bu öküz başıyla aldatma.
Hileyle ortaya öküz ayağını getirmedesin. Yürü, Tanrı ata öküz boynuzunu vermez.
Bu şöhret sahibi mimar, sanatını uygun yapar. Hiç atın bedenine öküz azası koyar mı?
Mimar, bedenleri uygun yaratmıştır. Köşkleri, bir yerden bir yere götürülür bir tarz da kurmuştur.
Köşklerin arasına balkonlar çıkarmış, bir taraftan öbür tarafa sarnıçlar açmıştır.

3510. İçlerinde sonsuz bir âlem vardır.Bir kara çadıra bunca boşluğu sığdırmıştır.
Gönül gözü, ululuk ıssı Tanrı’dan daima halden hale dönmekte, daima sihri helâle uğramakta bulunduğundan
Mustafa, Tanrı’dan çirkini çirkin, hakkı hak olarak göstermesini diledi.
İşin sonunda yaprağı döndürdüğün zaman pişmanlıktan ıstıraba düşmeyeyim dedi.

3515. O eşsiz İmadülmülk ’ü de yaptığı o hileye sevk eden, yine saltanat sahibi Tanrı’ydı.
Tanrı hilesi, bu hilelerin kaynağıdır. “ Kâlb, ulu Tanrı’nın iki parmağı arasındadır.”
Gönlüne hile ve kıyası veren Tanrı, hırkanı ateşe vermeyi de bilir.

Kethüda    ile   borçlu    garip  hikâyesi.  Onların, muhtesibin  mezarından dönmeleri ve Kethüdanın,  o zatı rüyasında görmesi

Bu güzel hikâyenin de bir türlü sonu gelmiyor. Garip, o zatın mezarından dönünce
Kethüda, onu kendi evine götürdü. O yüz altını, ondan mühürlü bir kâğıt alıp kendisine teslim etti.

3520. Yemek çıkardı,hikâyeler söyledi. Adamcağızın gönlünde yüzlerce ümit gülü açıldı.
Kolaylığın, güçlükten sonra geldiğini görmüştü. Garibe buna ait hikâyeler anlattı.
Vakit gece yarısını bile geçti. Hikaâye söylerler, konuşup dururlarken uyku, onları aldı, ta can otlağına kadar götürdü.
Kethüda rüyasında o kutlu muhtesibi gördü. Odanın baş köşesine geçmiş oturuyordu.
Ona dedi ki: “ Ey iyi ve şirin Kethüda, neler söylediysen hepsini bir, bir işittim, duydum.

3525. Fakat cevap vermeme izin yoktu. İzinsiz ağız açamam ki.
Biz, işlerin gidişatını öğrenmiş olduğumuzdan ağızlarımızı mühürlediler.
Gayp sırları faş olmasın. Şu hayat, şu geçim yıkılmasın diye bizi söyletmiyorlar.
Gaflet perdesi tamamıyla yırtılmasın, mihnet tenceresi yarı ham kalmasın diye susturdular bizi.
Kulağımız kalmadı ama baştan ayağa kulağız. Ağzımız söylemiyor, dudağımız yok ama baştanbaşa sözüz.

3530. Ne verdiysek burada bulduk şimdi. Bu âlem perdedir, o âlemse asıl hakikî âlem.
Ekim günü, ektiğini gizleme günüdür; tohumu toprağa saçma günüdür.
Devşirme vaktiyse ektiğinin zuhur ettiği gündür. O gün mükâfat günü, ettiğini bulma günüdür.

Muhtesibin, rüyada Kethüdaya, adamın borçlarını ödeme yolunu göstermesi,  
definesinin yerini bildirip mirasçılarına da “ Şöyle bir adam gelecek, ne alırsa 
çoğumsamayın, geri almayın. Hattâ kabul etmez, yahut bir kısmını almak 
istemezse bile siz o defineden bir şey almayın. Dilediğini, dilediği kadar alsın.
Çünkü ben o defineden benim ve akrabamın bir habbe dahi almayacağına dair 
Tanrıya nezirlerde bulundum.” dediğini haber vermesi

Şimdi benden, o yeni konuğa edeceğin ihsanları duy. Onun gelip çatacağını görüp duruyordun.
Onun borcundan haberim vardı. Onun için iki üç mücevher hazırlamıştım.

3535. Onların değeri, borcuna yeter de artar bile. Konuğum, dertlenmesin diye bu işe girişmiştim.
Onun dokuz bin altın borcu var. Ona de ki: Borcunu bunların bir kısmıyla öde.
Bir hayli para artar, onları harca, beni de duadan unutma.
Onu kendi elimle vermeyi isterdim. Filân deftere de bunu yazmışımdır.
Fakat ecel mühlet vermedi ki ona Aden incilerini gizlice vereyim.

3540. O lâal ve yakutları, bir şeye sardım. Onlar, o garibin borcu için sakladığım şeylerdir, üstünde de onun adı yazılıdır.
Filân kemerin altına gömdüm. O dostun gamını, önceden yedim ben.
Onların değerini Padişahlardan başka kimsecikler bilmez.Satarken dikkat et, aldatmasınlar seni.
Aldanmadan korkuyorsan bir şeyi alırken Peygamberin öğrettiği gibi üç günlüğüne muhayyer olarak al.
Onların kesada düşeceğinden, değerlerinin düşkün olacağından korkma. Onun revacı hiç geçmez.

3545. Mirasçılarıma da selâm söyle benden. Bu vasiyeti de kıldan kıla onlara anlat.
O altınların çokluğuna kapılmasınlar.Hepsini o konuğun önüne yığsınlar.
Bu kadarını istemem derse al, dilediğine ver desinler.
Ben verdiğimden bir habbe bile geri almam. Memeden çıkan süt, bir daha gerisin geriye memeye girmez.
Verdiğini geri alan, Peygamberin sözüne göre köpek gibi kusmuğunu yemiş olur.

3550. Bana lâzım değil diye kapısını örter, o altını kabul etmezse altınları götürüp onun kapısına döksünler.
Kim oraya uğrarsa o altınları alsın, götürsün. İhlâs sahibi kimseler hediye ettikleri şeyi geri almazlar.
Ben o parayı o mücevherleri iki yıl önce onun için koydum, ululuk ıssı Tanrı’ya böyle nezirde bulundum.
Mirasçılarım ondan bir şey almak isterler. Bunu caiz görürlerse aldıklarının yirmi misli ziyana girerler.
Gönlümü incitmeden çekinmezlerse onlara yüzlerce mihnet kapısı açıktır.

3555. Tanrı’dan tatlı dillerle dilerim ve umarım ki hakkı, müstahak olana ulaştırır.
Bu sözlerden sonra Kethüdaya iki şey daha anlattı ki onları anlatmak için ağzımı açmayacağım.
Hem o iki şey sır olarak kalsın, hem de Mesnevi o kadar uzamasın artık.
Kethüda sıçrayıp ellerini çırparak uyandı. Gâh gazel okumaktaydı, gâh bağırıp ağlamakta.
Konuk, ne sevdalardasın dedi. Ey kethuda, sarhoş ve güzel bir halde kalktın.

3560. Gece rüyada ne gördün ey ulu er? Ne gördün de böyle şehre de sığamıyorsun, ovaya da.
Filin rüyada Hindistan’ı mı gördü de böyle dostların halkasından kaçtın?
Kethuda, güzel bir rüya gördüm dedi. Gönlüme doğmuş bir güneş gördüm.
O uyanık muhtesibi, o sevgiliye ulaşmak için can vereni gördüm.
İstekleri veren, bir iş için çağrılınca bin kişiye bedel olan efendiyi gördüm.

3565. Sarhoş ve kendisinden geçmiş bir halde böyle sayıp dökerken nihayet sarhoşluk, aklını, fikrini aldı.
Evin ortasına upuzun düştü. Halk, başına üşüştü.
Bir müddet sonra kendisine gelince dedi ki: Ey iyilik, güzellik denizi, ey akılları kendisinden geçiren!
Uyanıklıkta uyku veren, gönülsüzlük âleminde gönül alıcılığı bağışlayan!
Aşağılık yoksullukta bir gönül zenginliği verir.Devlet boyunduruğunu da yoksulluk zinciri edersin.

3570. Zıddı, zıddın içine kor, yakıcı suya ateş hararetini verirsin.
Nemrud’ un ateşinde bahçe gizlidir, harcamakla ihsan etmekle gelir artar.
Bunun içindir ki o kurtuluş padişahı Mustafa, “ Ey nimet sahipleri, cömertlik kazançtır, kârdır” demiştir.
Mal, sadakayla katiyen azalmaz. Hayırlarda bulunmak, malı zâyi etmez, kaybolmaktan kurtarır.
Altın zekât vermekle coşar, fazlalaşır. İnsanı kötülükten, fenalıktan kurtaran namazdır.

3575. Zekât vermen keseni korur. Namazın da seni kurtlardan kurtarır, çobanlık eder sana.
Tatlı meyve; dalların, yaprakların arasında gizlidir. Ebedî yaşayış, ölümün içindedir.
Gübre, bir suretle toprağın gıdası olmuş yer, o gıda ile bir meyve doğurmuştur.
Varlık, yoklukta gizlenmiştir.
Secde edilme de secde etmede mevcuttur.
Demirle taş, görünüşte karanlıktır. Fakat iç âlemde nurdur âlemin ışığıdır.

3580. Korkuda yüzlerce eminlik gizli. Gözün karasında bunca aydınlık var.
Beden öküzünün içinde şehzade var. Defineyi bir yıkık yere gömmüşsün.
Bu suretle de bir kart eşek, o güzelim defineyi anlamasın, ondan kaçsın; yani iblis, öküzü görsün, padişahı görmesin diyorsun.

Bir padişah , üç oğluna “ Ülkenin filân yerini şu tarzda düşüp koşun, filân yere 
şu çeşit hâkimler tâyin edin.Yalnız amanın, Tanrı hakkiyçin filân kaleye gitmeyin, 
onun etrafında dolaşmayın” diye vasiyette bulundu.

Bir padişahın üç oğlu vardı. Üçü de anlayışlı, görgülüydü.
Her biri, öbürlerinden daha değerli, cömertlikte yiğitlikte, savaş eri olmada öbürlerinden üstündü.

3585. Şehzadeler, padişahın tapısında toplandılar. Âdeta padişahın iki gözünün nuru üç tane mumdular.
Babanın ağaca benzeyen vücudu, gizli bir yol vasıtasıyla oğul’ un iki gözünden su alır, gıdalanır.
Oğuldan coşan bu kaynak ananın, babanın bahçelerine kadar akar gider.
Anayla babanın gönül ve hayat bahçeleri bu suretle yeşerir, tazeleşir. Onun gözleri, bu iki ırmak yüzünden yaşarır, gözyaşı döker.
Kaynak hastalanıp kötüleşirse o ağacın dalları, yaprakları da kurur.

3590. O ağaç kurumaya başlar, çünkü oğulun vücudundan sulanıyor, gıdalanıyordu.
Nice böyle gizli su yolları vardır ki ey gafiller, sizin canınıza ulanmıştır
Gökten, yerden nice sular çektin de vücudun böyle semirdi.
Fakat bu iğretidir. Az, az sıkıştırmak gerek. Çünkü elde edilenin bırakılması lâzım.
Yalnız Tanrı’nın “Âdem’e ruhumdan ruh üfürdüm” dediği varlık yok mu? O kalır işte. Sen de ruha bak, başkaları beyhudedir.

3595. Fakat bu beyhude sözünü, cana, ruha nispetle söylüyorum, her şeyi sağlam bir surette yapan sanatkâra, Tanrı’ya nispetle değil ha!

Ârif, ebedî hayat kaynağından yardım diler vefasız suların çeşmelerinden bir 
şey dilemez, onlara yüz tutmaz ve aldırış bile etmez. Bunun nişanesi de 
“ Şu gurur , şu aldanma yurdu olan dünyadan çekinmektir.” Kim, bu fâni  
kaynaklara dayanır, güvenirse ebedî kaynağı adam akıllı ayıramaz. 

Canında bir iş gerek
Yoksa bu iğreti şeylerden bir kapı açılmaz.
Evin içindeki bir tek çeşme 
Dışardan gelen ırmaktan yeğdir

   Her şeyin aslı olan kaynak coşar da seni bu su yollarına muhtaç etmezse ne mutlu!
Sen, yüzlerce kaynaktan su içmedesin. O yüz kaynaktan ne kadarı azalırsa sendeki hoşluk da o kadar azalır.
Fakat içerden bir güzelim kaynak coştu mu seni başka kaynakları gözlemekten kurtarır.
Gözünün nuru, balçıktan oldu mu onun sana vereceği şey de ancak gönül derdinden ibarettir.

3600. Kaleye dışardan su gelirse emniyet ve barış zamanında iyidir ama
Düşman geldi de kaleyi çevirdi, kaledekiler kanlarına, battılar mı
Düşman askeri, dışardan gelen suyu keser, kaledekilerin o suya güvenmemelerini temin eder.
İşte o zaman kale içindeki bir acı kuyu dışarıdaki, yüz tatlı ırmaktan daha iyidir.
Sebepleri kesen ecel ve ölüm askeri de kış gibi dalları, yaprakları kesmeye gelir.

3605. O zaman ağaçlara bahar, yardım edemez. Ancak iç âlemindeki sevgilinin bahara benzeyen yüzü yardım eder.
Onun için şu toprak yeryüzüne” Gurur, aldanış yurdu” denmiştir. Çünkü göçme çağına ulaştın mı senden ayağını çekiverir.
Ondan önce senin sağında, solunda koşar, senin derdini ben alırım, senin yerine ben dertlenirim derdi. Bir şey almadı ya!
Gam zamanlarında sana, senden gam ırak olsun, gamla aranda on dağ bulunsun derdi.
Fakat elem ordusu geldi de ağzını kapattı mı, seni görmüşlüğüm var bile demez.

3610. Tanrı, şeytan içinde bu çeşit bir örnek gösterdi. Hilelerle seni savaşa sokar.
Ben seninleyim, sana yardım eder, tehlikelerde senin önüne ben düşer, tehlikeye ben koşar, göğüs gererim.
Oklara siper olur, dara düştün mü seni kurtarırım.
Senin sürçtüğün yerde ben canımı feda ederim. Sen bir Rüstem’sin, bir Aslansın. Yürü, ercesine karşı dur.
Diyerek bu işvelerle seni küfür yoluna getirir, o hile, düzen çuvalına sokar.

3615. Fakat ayağını attın da hendeğe düştün mü ağzını açar, kahkahayla gülmeye başlar.
Sen, aman yahu dersin, gel, ümidim sende. O hadi hadi der, git, ben senden bıkmışım zaten.
Tanrı’nın adaletinden korkmadın, bense korkarım. Ellerini çek benden!
Tanrı da onda zaten iyilikten eser yoktur. Şimdi bu hileyle nasıl, nerede kurtulacaksın? dedi ya.
Hesap gününde yapanın da yüzü karadır, yapılanında. İkisi de taşlanırlar.

3620. Adalet bakımından yol kesen de uzaklık kuyusundadır, yol yitiren de ve o azap yurdu, ne kötü bir yatılacak yerdir.
Yolunu azıtan aptal da kurtuluştan ümidini kesmeli, yol azdıran da!
Burada eşek balçığa saplanmıştır, eşekçi de, burada da gaflettedirler, orada da çamura saplanır kalırlar.
Ancak geri dönenler, ondan vazgeçenler ayrı. Onlar güz mevsiminden çıkar, Tanrı’nın lûtuf ve ihsan baharına ererler.
Tövbe ederler, Tanrı da tövbeyi kabul eder. Onun buyruğunu tutarlar ve o, ne güzel bir buyruk sahibidir.

3625. Pişman oldular da inlemeye, başladılar mı suçluların iniltisinden arş bile titrer.
Hem de ananın çocuğunun üstüne titreyişi gibi. Onların ellerini tutar, onları yücelere çeker.
Tanrı der, sizi aldanmadan, ululanmadan kurtardı, işte ihsan bahçeleri, işte suçları örten, yargılayan Tanrı!
Bundan böyle size ebedî ve tükenmez rızıkla azık Tanrı havasından gelir, damdan, oluktan değil.
Deniz, bütün vasıtaları, gayretinden kaldırdı, bizzat kendisi lûtfa ihsana başladı mı artık susuz da balık gibi elindeki maşrapayı terk eder.

Şehzadelerin babalariyle vedalaşarak ülkeyi gezmeye gitmeleri ve padişahın , onlara ayrılırken yine aynı tarzda vasiyette bulunması

3630. O üç oğlan da babalarının ülkesinde seyahate çıkmayı kurdular.
Divan ve geçim işlerini düzene koymak üzere babalarının şehirlerini kalelerini gezip dolaşacaklardı.
Padişahın elini öpüp vedalaştılar. O emrine itaat edilir padişah onlara dedi ki:
“ Gönlünüz nereye isterse varın. Allah’a emanet. Elinizi, kolunuzu sallaya, sallaya gidin.
Yalnız “ Hüş-rüba- Akıl kapan” derler bir kale vardır. Orada nice erlerin kaftanı, bedenine dar gelir. Sakın oraya gitmeyin.

3635. Allah aşkına olsun sakın “ Zatüssuver- Resimli “ denen kaleye varmayın. Oradan uzak olun, tehlikeden korkun.
O kalenin yüzü, arka tarafı, burçları tavanı döşemesi hep insan resimleriyle bezenmiştir.
Yusuf, dalıp baksın diye Zeliha da odasını resimlerle bezemişti ya hani.
Yusuf, ona bakmadığından o da hileye başvurmuş, odayı kendi resimleriyle doldurmuştu.
Güzel yüzlü Yusuf, nereye bakarsa elinde olmaksızın onun yüzünü görsün diye böyle yapmıştı.

3640. Tanrı da gözü aydınlar için altı tarafı da delillerine mazhar etti.
Her hayvan, her bitki, nereye baksa; nereye varsa; Tanrı güzelliğini görsün; ondan gıdalansın dedi.
Onun için o oraya “ Nereye dönersiniz Tanrı yüzü var” buyurdu.
Susar da bir bardaktan su bile içersiniz suyun içinde Tanrıya bakmaktasınız.
Fakat âşık olmayan suya bakar da suyun içinde kendi yüzünü görür ey gözü açık er!

3645. Ama âşıkın sureti, Tanrı’da fani olursa söyle bakalım, suda kimin suretini görür?
Güneşte Tanrı güzelliğini görür âşıklar. Gayret sahibi Tanrı’nın sanatıyla nasıl ay, suya vurur da suda görünürse güneşte de hak görünür.
Fakat Tanrı’nın bu gayreti, âşık ve sadık kişileredir, şeytanla hayvana tecelli etmez o.
Şeytan bile âşık olsa  topu çeler. Bir cebrail kesilir, şeytanlığı ölür.
Bu makamda “ Şeytanım, benim elimde Müslüman oldu” sırrı belirir. Yezid’lik Tanrı ihsanıyla kalmaz, Yezit, Bayazıt olur.

3650. Ey kavim bu sözün sonu gelmez. Siz, o kaleye insan resimlerinden sakının!
Olmaya ki heves yolunuzu kessin, ebedî bir kötülüğe düşesiniz.
Tehlikeden sakınmak farzdır. Benden bu garezsiz sözü duyun!
Kurtuluş arıyorsan aklın sağlam ve keskin olması, belâ pususundan çekinmek yeğdir.”
Babaları bu sözleri söylemeseydi, o kaleden çekinin demeseydi.

3655. O kaleye gitmek akıllarına bile gelmeyecekti. Gönülleri o tarafa akmayacaktı bile.
Çünkü tanınmış bir kale değildi. O, pek ıssız bir yerdeydi. Kalelerden, yolardan uzaktaydı.
Fakat babaları gitmeyin deyince bu sözden hevese, hayale düştüler.
Bu men edilme yüzünden gönüllerinde bir rağbettir uyandı, onun sırrını mutlaka öğrenmek gerek dediler.
Men edilen şeye gitmeyin, yapmayın denen şeyi yapmayan kimdir? İnsan men edildiği şeye haristir.

3660. Bir şeyi yapma demek, iyi ve Tanrı’dan çekinir kişileri o şeye yanaştırmaz ama hava ve hamasîne uyanları o tarafa sürer, götürür.
Şu halde bu yapmayın sözü, birçok kişileri azdırır. Birçok kalbi uyanık kişilerde bununla doğru yola gitmiş olurlar.
Alışkın güvercin kamışlardan kaçar mı hiç? O kamışlardan alışmamış, yabani güvercinler kaçar.
Şehzadeler de hizmetlerde bulunuruz, dediğin gibi hareket ederiz baş üstüne.
Buyruğundan dışarı çıkmayız. Senin lûtuf ve ihsanından gaflet etmek, küfürdür dediler.

3665. Fakat kendilerine güvendiklerinden Tanrı izin verirse demediler. Tanrı’yı anmadılar bile.
Bu Tanrı izin verirse demek, bu kat, kat tedbir ve ihtiyat, Mesnevinin başlangıcında anlatıldı.
Yüz tane kitap  olsa hepsi de bir baptan ibarettir. Yüz tarafta da bir tek mihraba dönülür.
Bu yolların hepsi de tek bir eve çıkar. Bu binlerce başak, bir tek tohumdan meydana gelmiştir.
Çeşit, çeşit yüz binlerce yemekler vardır. Fakat yemek olmak bakımından hepside bir şeydir.

3670. Bir tanesini yedin de tamamıyla doydun mu elli tane yemek olsa hepsinden soğursun.
Fakat açken şaşılığın tutar, bir yemeği yüz bin yemek görürsün.
O halayığın hastalığını, doktorların ahvalini, kusurlarını, anlayışsızlıklarını söylemiştik ya.
Hekimler,  yularsız atlara benziyorlardı. Üstlerindekinden haberleri bile yoktu.
Damakları, gemden yaralanmıştı, tırnakları yol yürümeden incinmişti.

3675. Öyle olduğu halde üstümüzdeki hünerini gösteren bir binici demiyorlardı, haberleri yoktu bundan.
Demiyorlardı ki bu perişanlığımız gemden değil. Üstümüzdeki sevgili süvariden.
Gül devşirmek için bahçeye gitti. Gül göründü bize ama meğerse dikenmiş diyen yoktu.
Hiçbiri, aklını başına alıp da bizim boğazımızı kim tekmeliyor demedi gitti.
Hekimler, sebebe kul kesilmişler, Tanrı hilesini görememişlerdi.

3680. Bir ahıra öküz bağlasan, sonra öküzün yerinde bir eşeği bağlı bulsan,
Bu işi gizlice kim yaptı diye araştırmaz, uykudaymış gibi gaflet edersen bu, eşekliktir.
Kendi kendine “ Bunu değiştiren kim? Görünmüyor ama acaba göktekilerden biri mi yaptı bu işi” demiyorsun ha?
Oku dosdoğru sağ tarafa attın, gördün ki sola gitti!
Bir ceylân avlamak için at sürdün, domuza av oldun!

3685. Kazanç için kâr elde etmeye koştun, kâr şöyle dursun, hapse girdin.
Başkaları için kuyu kazdın, bir de gördün ki o kuyuya sen düşmüşsün.
Görüyorsun ki Tanrı, sebeplere el attın ama seni muradına eriştirmedi. Peki neden sebepler hakkında bir kötü zanna düşmedin?
Niceler, kazançla padişah kesildiler, niceler de kazanç peşinde çırçıplak kaldılar.
Nice kişi, kadın olarak Kaarun oldu. Nice kişi de kadın yüzünden borçlandı.

3690. Şu halde sebep, eşeğin kuyruğu gibi oynar, döner durur. Ona pek dayanmazsan daha iyi edersin.
Hattâ sebebe yapışırsan bile yiğit olmamalısın ki altında nice tehlikeler gizlidir.
İşte bu tedbir ve çekinme “ Tanrı izin verirse” demenin sırrıdır. Çünkü bu kaza ve kader, insana eşeği keçi gösterir.
Bir adam, yiğit ve akıllı bile olsa kaza ve kader, onun gözünü bağladı mı şaşkınlığından eşek gözüne keçi görünür.
Gözleri döndüren Tanrı’dır. Peki gönlü ve fikirleri döndüren kimdir?

3695. Kuyuyu lâtif bir ev görürsün, tuzağı zarif bir tane.
Bu, sofestailik değildir. Tanrı’nın değiştirmesidir. Hakikatler nerede? Sana böyle gösterir işte.
Hakikatleri inkâr eden tamamıyla bir hayal peşine düşmüştür.
Fakat demez ki her şeyi hayal sanan da bir hayal olur mu? Gözünü ov da bak!

Şehzadelerin “İnsan neden men edilirse ona haristir “ hükmüne uyup
—Biz kendi kulluğumuzu gösterdik ama senin kötü huyun kul olmayı 
bilmiyor ki—  o gitmeyin denilen kaleye gitmeleri, babalarının bütün 
vasiyetlerini, bütün öğütlerini ayaklarının altına almaları, nihayet belâ 
kuyusuna düşmeleri, nefs-i levvame’nin  onlara “ Size bir korkutucu 
gelmedi mi? “ sözüne karşılık ağlaya ağlaya ve pişmanlıkla “Geldi. 
Duysaydık, dinleseydik, Yahut aklımız olsaydı cehennemlikler arasına 
girmezdik” diye cevap vermeleri.

   Bu sözün sonu gelmez. Şehzadeler, o kaleye gitmek için yola düştüler.

3700. Meyvesini yemeyin denen ağaca yürüdüler.  İhlas sahiplerinin tavlasından çıktılar.
Babalarının gütmeyin demesinden büsbütün hararetlendiler. O kaleye yüz çevirdiler.
O seçilmiş Padişahın sözüne karşı durdular. İnsanın sabrını yakıp yandıran “ Hüş-rüba” kalesine yüz tuttular.
Öğütleri kabul eden aklın inadına gündüzden döndüler de kapkaranlık geceye daldılar.
O güzelim “ Zatüssuver” kalesinin denize beş kapısı vardı, karaya beş kapısı.

3705. Beş kapısı, dış duygularımız gibi renk ve koku alemineydi, beş kapısı da iç duygularımız gibi sırlar arardı.
O binlerce resim be nakşı seyrettiler, yer, yer gezdiler resimler görüp kararsız bir hale geldiler.
Bu suret kadehlerinden pek sarhoş olma ki put yapıcı ve puta tapıcı olmayasın.
Suret kadehlerinden geç onlara kapılma. Şarap kadehtedir ama kadehten meydana gelmemiştir ki.
Ağzını şarabı verene aç. Şarap geldikten sonra kadeh eksik olmaz.

3710. Ey Adem gönül bağlayan mana benim beni ara kabuğu, buğday suretini bırak.
Kum Halil için un olduktan sonra artık ey akıllı er, bil ki buğday hiçbir şey değildir.
Suret sureti olmayandan meydana gelir. Nitekim duman da ateşten çıkar.
Bu suret alemini boyuna görür durursun ayıplarını görmeye başlarsın, usanırsın bıkarsın.
Fakat suretsizlik sana tam bir hayret verir. Yüzlerce alet aletsizlikten meydana çıkar.

3715. Tanrı elsizlik aleminde eller dokur. O canlar canı adam suretini düzer durur.
Nitekim ayrılıktan buluşmadan dolayı da gönülde çeşit, çeşit hayaller dokunur.
Fakat hiçbir eser yapan esere benzer mi? Feryat ve figan zarara benzer mi hiç? Feryadın sureti vardır, zarar suretsizdir. Zarara uğrayanlar, kendi ellerini dişler dururlar, fakat zararın eli yoktur.
Ey delil isteyen bu örnek yakışır bir örnek değil ama anlayışı az olan için ancak bu örneği bulabildim.

3720. Suretsiz Tanrı’nın sanatı bir suret eker, derken benden duygularla aletlerle bitiverir.
Dileğine göre ne suret ektiyse beden ona uyar, iyi yahut kötü olur.
Nimet sureti verirse beden şükreder, mihnet sureti verirse sabreder.
Tanrı acıma suretiyle tecelli ederse insan gelişir büyür. Bir yara, bere suretiyle tecelli ederse ağlar feryat eder.
Bir şehir suretiyle tecelli edince insanı yola düşürür. Bir ok suretiyle tecelli ederse insan kalkanla karşı durur.

3725. Güzellerde tecelli ederse zevk ve işrete dalar. Gayb suretiyle görünürse insan halvete girer.
İhtiyaç sureti, insanı kazanca götürür; kol kuvveti, şunun bunun malını çalıp çırpmaya.
Bu çeşit hayallerden doğan ve insana bir iş yaptıran suretler, o kadar çoktur ki saymaya imkan yok.
Sonsuz gidişler sonsuz hüner ve sanatlar, hep düşüncelerde doğan suretlerin gölgesidir.
Bir kavim dam kenarında bir hoşça durmuşlar. Her birinin gölgesi de bak yere vurmuş.

3730. O sağlam damın üstünde duran düşüncenin, fikrin suretidir. O ne yaparsa aşağıda o görünür.
İş yerde duvarda görünmede fikir gizli. Fakat tesir ve ulaşma bakımından ikisi de bir.
Bir meclise zevk kadehinden içilen suretlerin eseri insanın kendisinden geçmesi sarhoş olmasıdır.
Kadınla erkeğin ve ikisinin buluşma suretleri buluşma anında kendilerinden geçmelerini meydana getirir.
Bir nimet olan ekmek ve tuz suretinin eseri suretsiz olan kuvvettir.

3735. Savaşta kılıç ve kalkan sureti suretsizlikle yani düşmana üstün olmayla sona erer.
Medrese medreseye gidip gelme medresenin türlü, türlü suretleri insan bilgi sahibi olunca dürülür gider.
Bu suretler suretsizliğin kuluyken nasıl oluyor da o nimet sahibine yok diyorlar?
Bu suretler suretsizlikten vücut bulmuştur. Peki kendilerine bu varlığı verene şu aykırı gidiş onu şu inkar ediş nedir ki?
Ha.. suretin inkarı da ondan olur ondan zuhur eder. Bu iş de onun bir aksidir zaten.

3740. Her yurdun duvar tavan ve sair suretlerini mimarın düşüncesinin gölgesi bil.
Düşünce zamanında taş, tahta ve kerpiç meydanda değildir ama bu, böyledir.
Dilediği gibi iş yapan suretsizliktir. Suret, onun elinde bir alete benzer.
Bazı, bazı o suretsiz varlık, yokluk gizliliğinden kerem eder, suretlere yüz gösterir.
Her suret ondan yardım görür. Bu suretle onun yüceliğinden güzelliğinden kudretinden var olur.

3745. Derken yine suretsiz varlık, yüzünü gizler. Suretler ihtiyaçlarından renk ve koku aleminde dilenciliğe başlarlar.
Bu suret başka bir suretten yücelik dilerse bu, yol azıtmanın, sapıklığın ta kendisidir.
A cevhersiz şu halde neden ihtiyacını başka bir ihtiyaç sahibine arz edersin.
Mademki suretler kuldur, Tanrı’ya suret deme. Onu suret sanma, onu bir şeye benzetmeye kalkışma.
Yalvar yakar kendini yok etmeye savaş. Çünkü düşünceden suretlerden başka bir şey meydana gelmez.

3750. Başka bir suretle gelişmiyor, semirmiyorsan sende, sen yokken doğan suret elbette daha iyidir.
Bir şehre gider, o şehrin suretine ulaşırsın. A yolcu, seni oraya çeken suretsizliktir.
Mana bakımından, hatta mekansızlık alemine kadar da gidersin. Çünkü zevk ve hoşluk, mekan ve zaman aleminden gayrı bir alemdir.
Bir sevgilinin suretine gidersin, onunla eş olmaya, arkadaşlık etmeye can atarsın.
Maksattan gafilsin ama mana bakımından suretsizliğe gittin yine.

3755. Şu halde hakikatte herkesin taptığı Hak’tır. Çünkü yollara gidenler zevk için giderler suretsizliğe doğru yürürler.
Ama bazıları yüzlerini kuyruğa tutmuşlardır. Baş, asıldır ama başı kaybetmişlerdir onlar.
Baş, bu sapıklar tarafından kaybedilmiştir. Fakat baş, kuyruk yolundan başlık eder.
O, baştan imdat görür, bu kuyruktan. Bir tayfa vardır ki onlar başı da kaybetmişlerdir, kuyruğu da.
Hepsi ve her şey kayboldu mu hepsini ve her şeyi bulurlar. Her varlığı her sureti yok etmeye yolundan, külle koşup ulaşırlar.

Şehzadelerin Zatüssuver kalesindeki köşkte Çin padişahinin kızının resmini görmeleri, üçünün de kendisinden geçmesi, ona aşık olması, Bu kimin resmi? diye arayıp sormaları.

3760. Bu söze son yoktur. Şehzadeler, kalede pek güzel pek alımlı bir resim gördüler.
Bundan daha güzel kız görmüşlerdi ama bu resmi görünce derin bir denize daldılar sanki.
Çünkü onlara bu kase içinde afyon verilmişti bir kere. Kaseler görünür de
o afyon görünmez.
Hüş-Rüba kalesi, yapacağını yaptı. Her üçünü de bela kuyusuna attı.
Bakış oku yaysız olarak gönüle geldi saplandı. Ey aman bilmez aman, aman!

3765. Eski zamanlarda gelip geçmiş nice ümmetleri taştan suret yaktı yandırdı.
Dinlerine de ateş saldı. Gönüllerine de.
Artık bu suret canlı olursa nasıl olur neler yapmaz o? Fitnesi her an bir başka çeşittir onun.
Suret aşkı Şehzadelerin gönlüne mızrak gibi battı. Her biri bulut gibi gözyaşları döküyor, elini dişliyor, yazık diyordu.
Padişahın önceden gördüğünü biz şimdi gördük. O eşsiz padişah bize ne kadar antlar verdi.

3770. Peygamberlerin bu yüzden bizim üstümüzde çok hakkı vardır. Onlar bizim sonumuzdan haber vermişlerdir.
Ektiğin tohumdan ancak diken biter, bu tarafa doğru uçarsan buradan öteye yol yoktur,  başka uçacak yer bulamazsın.
Tohumu benden al ki mahsül versin. Benim kanadımla uç ki ok, o tarafa fırlasın gitsin.
Sen onun mutlaka var olduğunu, varlığının vacip bulunduğunu bilmezsin ama sonunda yine dersin ki hakikaten varlığı vacipmiş.
O hakikatte sensin,  fakat sonunda hakiki varlığı anlayıp terk edeceğin bu mevhum senliğin o değildir ha!

3775. Bu sonraki varlığın, seni evvelki ve hakiki varlığa ulaştırmak ve böyle bir varlığın olduğunu bildirmek için gelmiş asılsız bir varlıktır.
Senin senliğinde başka bir sen gizlidir. Bu varlıkla var olup kendini gören kişiye kurban olayım ben.
Gencin aynada gördüğünü ihtiyar, ondan önce kerpiçte görür.
Biz padişahımızın buyruğundan dışarı çıktık. Babamızın lütuflarına nankörlük ettik.
Onun sözünü ehemmiyetsiz bulduk, onun eşsiz inayetlerini mühimsemedik.

3780. İşte şimdilik hepimiz de hendeğe düştük. Savaşsız kazalara uğradık, öldürdük.
Kendi aklımıza güvendik, fikrimize dayandık da bu tehlikeye çattık.
İnce hastalığa tutulan, kendisini nasıl sağlam sanırsa biz de tıpkı onun gibi kendimizi sağlam sandık, hür zannettik.
Fakat gizli illet şimdi meydana çıktı, bağlandık, avlandık da ondan sonra kendini gösterdi.
Kılavuzun gölgesi Tanrıyı anmadan yeğdir. Bir kaanat yüzlerce tabak yemekten hayırlıdır.

3785. Gören göz, üç yüz tane sopadan daha iyidir. Mücevherle taşı ayırt eden gözdür.
Hasılı dertler içinde acaba dünyada kim bu, bu resim kimin resmi diye araştırmaya koyuldular.
Bir hayli arayıp sorduktan sonra bir gün yolda gözü açık bir ihtiyara rastladılar. O, bu sırrı açtı.
Duyma yoluyla değil, aklına gelen ilham yoluyla bu sırrı buldu. Sırlar, onun gözünün önünde apaçıktı.
Dedi ki:  Pervin denilen yıldız kümesi de buna haset eder. Bu, Çin Padişahının kızının resmidir.

3790. O, can gibi, ana karnındaki çocuk gibi gizlidir. Sarayında perdeler arkasındadır.
Yanına ne erkek çıkabilir, ne kadın. Padişah, onu fitnelere uğramaması için gizlemiştir.
Padişah onu pek kıskanır. Bulunduğu yerin damının üstünden kuş bile uçamaz.
Eyvah böyle bir sevdaya düşen gönüle. Hiç kimse böyle sevdaya uğramasın.
Bu bilgisizlik tohumunu eken, o öğütleri ehemmiyetsiz ve lüzumsuz gören kişinin layığıdır.

3795. O kendi tedbirine güvendi, aklımla elbette bir iş başarırım dedi.
Halbuki o inayetin bir zerresi bile aklından doğacak üç yüz ihtiyat tedbirinden daha iyidir.
Beyim kendi hileni bırak. Tanrı inayetine yürü orada öl.
Buna sayılı hilelerle ulaşılmaz. Sen ölmedikçe fayda yok vesselam.

Buhara’da bir Sadr-ı cihan vardı. Hangi dilenci, ağız açıp bir şey isterse 
onun umumi ihsanından  hiçbir şey elde edemezdi.  Bir yoksul alim, bunu 
unuttu, hırsının çokluğundan ve alay geçerken bir şey istedi. Sadr-ı cihan 
yüzünü çevirdi. Yoksul, her gün yeni bir hileye başvurur, kendini bazen 
kadın şekline sokar, çarşaf giyer, bazen kör gösterir, yüzünü, gözünü 
bağlardı. Fakat padişah, anlayışıyla onu derhal tanırdı.

Buhara’daki o ulu zat kendisinden bir şey isteyenlere çok iyi muamele ederdi.

3800. Pek çok sayısız ihsanlarda bulunur, ta gecelere kadar cömertlik eder, altınlar saçardı.
Altınları kağıt parçalarına sarar, öyle verirdi. Hasılı dünyada bulundukça hep böyle ihsanlar ederdi.
Güneş gibi, tertemiz ay gibiydi. Onlar da Tanrı’dan aldıkları aydınlığı halka saçarlar  ya.
Toprağa altın bağışlayan kimdir? Güneş. Madendeki altın da ondandır, yıkık yerlerdeki hazine de.
Her sabah yoksulların bir kısmına ihsanda bulunuyordu. Bu suretle hiçbir tayfanın mahrum kalmamasını isterdi.

3805. Bir gün dertlilere lütfeder, öbür gün dul kadınlara ihsanda bulunur.
Daha öbür gün yoksul Alevilerle okuyup okutmakla uğraşan yoksul fakirlere kerem eder.
Daha öbürüsü gün halkın eli boşlarına para verir, daha öbürüsü gün de borçlulara ihsan ederdi.
Yalnız bir şartı vardı: kimse ağzını açıp bir şey istemeyecekti.
Geçeceği yolun kenarına bütün yoksullar duvar gibi dizilirler, susarlar beklerlerdi.

3810. Birisi ağız açtı da bir şey istedi mi bir habbe bile alamazdı.
Şartı kim susarsa kurtulur hükmüydü. Kesesi, kasesi, susanlarındı.
Nasılsa bir gün ihtiyarın biri, açım, bana zekat ver demişti.
İhtiyarı men ettiler. Ama o boyuna söylemekteydi. Halk hayretlere düştü.
Sadr-ı Cihan babacığım ne utanmaz ihtiyarsın dedi. İhtiyar sen benden daha ziyade utanmazsın dedi.

3815. Bu cihanı yedin yuttun bir de alemle beraber öteki alemi elde etmeye tamah ediyorsun!
Bu sözü duyunca güldü,  o ihtiyara bir hayli mal verdi. Adamcağız, bütün malları yalnız başına alıp götürdü.
O ihtiyardan başka ondan bir şey isteyen hiçbir kimse ne yarım habbe altın elde etti, ne bir zerre kumaş.
Fakihlerin günüydü, bir hoca, hırsa geldi, feryadediyordu.
Bir hayli ağladı, sızlandı, fakat çare yoktu. Her çeşit söz söyledi, hiçbir faydası olmadı.

3820. Ertesi günü ayağını eski çaputlarla sardı, kötürümler arasına karıştı.
Ayağının sağına soluna tahtalar bağladı, bu suretle kendisini ayağı kırık bir alil göstermek istedi.
Padişah onu gördü tanıdı hiçbir şey vermedi. Ertesi günü yüzünü bir keçe parçasıyla örttü.
Fakat padişah yine tanıdı, ağzını açıp bir şey istediği için kusurda bulunmuştu, ona hiçbir şey vermedi.
Yüz türlü hileye başvurdu, nihayet aciz kalıp kadınlar gibi çarşafa büründü.

3825. Dul kadınların arasına karışıp elini gizledi başını eğdi öylece durdu.
Fakat padişah, yine tanıyıp sadaka vermedi. Hocanın mahrumiyetten yüreği yandı.
Sonunda bir kefenciye gitti. Dedi ki: beni bir kilime sar yol üstüne koy.
Hiç ağzını açma, yalnız Sadr-ı cihan’ın buradan geçmesini bekle.
Belki görünce ölü sanır da kefen parası almak üzere bir şey verir.

3830. Ne verirse yarısını sana veririm. Kefenci para gözler bir yoksuldu dediğini kabul etti.
Onu bir kilime sarıp yol üstüne koydu. Padişahın yolu oraya düştü.
Kilimin üstüne bir miktar altın attı. Hoca, hemen aceleyle kilimden elini çıkarıp altınları aldı.
Kefencinin almasına, verilen altınları gizlemesine meydan bile bırakmadı o
aceleci adam.
Ölü, kilimden elini uzatıp paraları aldıktan sonra başını kilimden çıkardı.

3835. Padişaha dedi ki: ey bana kerem kapılarını kapayan bak nasıl aldım gördün ya.
Sadr-ı Cihan doğru dedi, aldın ama ölmedikçe kapımdan hiçbir şey koparamadın ya inatçı.
“ Ölmeden önce ölün” sırrı budur işte. Çünkü ölümden sonra ganimetler elde edilir.
Ey hilebaz, Tanrıya karşı ölümden başka hiçbir hüner para etmez bir inayete uğramak yüzlerce çalışıp çabalamadan yeğdir. Çalışıp çabalamanın yüzlerce çeşit bozukluğu olabilir. Çalışmada bu korku var.

3840. O inayet ölüme bağlıdır. Bu yolu, güvenilir erler sınadılar.
Ama ölüm de onun inayeti olmadıkça gelip çatmaz. Aman sen, sen ol inayete sığınmadan hiçbir yerde durma.
İnayet bu koca yılana zümrüttür. Yılan zümrüdü görmedikçe kör olur mu hiç?

İki kardeş vardı. Biri köseydi, öbürü genç. Bir bekar odasında kaldılar. 
Oğlan, geceleyin arkasına kerpiçler yığdı. Gecenin bir vakti, bekarlardan 
biri kalkıp ayaklarının ucuna basa basa geldi, bir takrip kerpiçleri oradan 
aldı. Çocuk uyanınca bu kerpiçleri niçin aldın ve nereye koydun diye 
savaşa başladı. Bekar der ki: Sen bu kerpiçleri niçin koydun?

3845. Bekçinin korkusundan o iki delikanlı, o bekar odasında kaldılar orada uyudular.
Kösenin sakalında dört kıl vardı. Fakat yüzü, ayın on dördüne benziyordu adeta.
Delikanlı çirkindi. Arka tarafına tam yirmi tane kerpiç yığdı.
Bekarlardan bir oğlancı, gece vakti kalabalığın içinden kalktı. Yavaş, yavaş yürüdü. İştahlı bir halde oğlanın yanına gelip kerpiçleri bir tarafa koydu.
Çocuğa elini uzatınca çocuk, yerinden sıçradı. Hey dedi, a köpeğe tapan kimsin sen?

3850. Bu otuz kerpici neye buradan aldın? Herif dedi ki: Sen ne için o otuz kerpici yığdın?
Oğlan dedi ki: Hastayım zayıfım. Yatarken ihtiyata riayet ettim.
Herif, hastaysan, hastalıktan hararetlendiysen neden hastaneye gitmedin?
Yahut bir esirgeyici hekimin evine varmadın? Gitseydin hastalıktan kurtulurdun.
Çocuk dedi ki: Ben de bilmem nereye gideyim? Nereye gidersem bir derde uğruyorum.

3855. Senin gibi bir zındık, bir pis, bir dinsiz herif, başucuma yırtıcı canavar gibi gelip dikiliyor.
En iyi bir yer olan tekkede bile bir an olsun aman bulmadım.
Bir avuç bulgur aşıyla geçinmeye çalışan derviş, gözlerinden meni akarak, elleriyle hayalarını sıkarak bana yüz tuttu.
Namuslu oldun mu gizli, gizli bakar aletleriyle oynarlar.
Tekke böyle olursa artık halkın pazarı, eşek sürüsü ve hamların divanı nasıl olur? Var kıyas et.

3860. Eşek, nerde, namus ve takva nerede? Eşek, korkuyu, ürkmeyi, ricayı ne bilir?
Akıl kadının da emniyet ve adaletini diler, erkeğin de. Fakat akıl nerede?
Tutar, bu sefer de kadınlara kaçarsam Yusuf gibi sınamalara, fitnelere düşerim.
Yusuf, kadın yüzünden zindana düştü, sıkıntılara uğradı. O bile böyle olursa artık ben, elli kere darağacına çekilirim.
Kadınlar, bilgisizliklerinden bana saldırdılar. Erkekler canıma kastederler.

3865. Hasılı ne kadınlardan kurulabiliyorum ne erkeklerden. Ne yapayım bilmem? Ne bunlardanım ben, ne onlardan!
Ondan sonra oğlan, köseye baktı, dedi ki: O çenesindeki  o iki kılla dertten kurtuldu gitti.
Kerpiçten de kurtuldu, kerpiç kavgasından da, hatta senin gibi bir kahpe oğlu çirkin kart oğlanın saldırışından da.
Gösteriş için olsun çenede bulunan kaç dört kıl, adamın arkasına çepeçevre yığılan otuz kerpiçten hayırlıdır.
Tanrı inayetinin bir zerresi, itaat ve ibadetinden yeğdir.

3870. Çünkü şeytan itaat kerpicini alır, hatta iki yüz tuğla olsa yine kapar, kendine yol açar.
Her yanın kerpiçle dolu olsa yine o kerpiçler senin tarafından konmuştur. Fakat o iki üç, kıl, Tanrı vergisidir.
Hakikatte o kıların her biri bir dağdır. Çünkü o, padişahların padişahının bir aman fermanıdır.
Sen bir kapıya yüzlerce kilit vursan bir sersem gelir, hepsini de söker çıkarır.
Fakat bir şahne, herhangi bir kapıyı mumla kapatsa erler, babayiğitler bile ona yaklaşamaz, yürekleri oynar.

3875. Tanrı inayeti olan o iki üç kıl kötülüklerle arana girer, dağ kesilir; yüzlerde görünen nura benzer.
Ey iyi yaratılışlı adam, kerpiç komaya kalkışma, fakat çirkin şeytandan da emin olarak uyuma.
Yürü, Tanrı kereminden iki tanecik kıl elde et de ondan sonra gam yeme, emin olarak uyu!
Bilgili adamın uykusu, ibadetten yeğdir. Hele insanı gafletten uyandıran bilgi olursa.
Yüzme bilenin hareketsiz durması, aceminin elle ayakla savaşmasından iyidir.

3880. Acemi, elini ayağını oynatır durur, fakat boğulur. Yüzme bilense denizdeki dalgıç gibi yüzer durur.
Bilgi, uçsuz bucaksız ve kıyısız bir denizdir. Bilgi dileyense, denizlerde dalgıçlık edene benzer.
Bilgi dileyenin ömrü, binlerce yıl olsa yine araştırmadan vazgeçmez, bir türlü doymaz.
Tanrı elçisi, hadisinde “ İşte iki tane haris ki hiç doymazlar” dedi.

Tanrı rahmet etsin, Mustafa, “İki haris vardır ki hiç doymaz. Biri dünyayı  
dileyen, öbürü, bilgi isteğinde bulunan” dedi. Bu bilgi, dünya bilgisinden 
başka olmalı ki hadiste tekrarlama olmasın. Çünkü dünya bilgisi de dünyadır. 
Eğer buradaki bilgi, dünya bilgisi olursa hadiste “Biri dünyayı dileyen, öbürü 
dünya isteğinde bulunan” diye tekrar olur, ayırma olmazdı.

“ Dünyayı ve dünyanın şatafatını dileyenle bilgi elde etmek isteyen” dendi.

3885. Bu ayırmaya dikkat edilirse buradaki bilginin dünya bilgisinden başka olduğu anlaşılır babacığım.
Dünyadan başka ne olabilir? Ahret… Seni buradan ayıran, sana kılavuzluk eden!

                            Üç şehzadenin o iş hususunda konuşmaları

Derde uğrayan o üç şehzade birbirlerine döndüler. Her üçünün de zahmeti birdi, derdi bir elemi bir.
Her üçü, aynı düşüncedeydi aynı sevdaya düşmüştü. Her üçü aynı derde uğramış aynı hastalığa tutulmuştu.
Sükut içindeydiler. Fakat üçü de aynı tehlikeye düşmüştü. Sözde de her birinin delili birdi.

3890. Bir müddet hepsi gözyaşı döktüler, musibet sofrasının başında kanlar saçtılar.
Bir zaman, her üçü de gönül ateşiyle yandılar, buhurdan gibi sıcak soluklar aldılar.

                         Büyük kardeşin ahvali

Büyük kardeşleri dedi ki: Ey hayırlı kardeşler, biz başkasına er gibi öğütler vermez miydik?
Adamlarımızdan biri, bize dertten, yoksulluktan, korkudan, yer deprenmesinden şikayet edince, X
Sıkıntıdan az ağla sızla. Sabret, sabır ferahlığın anahtarı derdik ya!

3895. Şimdi bu sabır anahtarı ne oldu? O türe bozuldu mu şaşılacak şey!
Savaş zamanında ateş içinde bile altın gibi bir hoşça gül diyen biz değil miydik?
Savaşın o dar zamanında asker benziniz saramasın demez miydik?
Atların adam kellerinden başka basacak bir yer bulamadığı zamanlarda ordumuzu hay haylar la mızrak gibi kahredici bir halde saldırın diye teşvik etmez miydik?

3900. Bütün aleme sabredin der; sabır gönlün ve göğsün ışığıdır diye öğüt verirdik ya.
Şimdi nöbet bizde. Neden sersem oluyor, çirkin karılar gibi neden çarşafa bürünüyoruz?
Ey gönül! Herkesi hararetlendirdin ya; hadi bakalım, şimdi sen hararetlen, kendiliğinden utan!
Ey dil! Herkese öğüt verirdin ya; işte şimdi sana nöbet geldi, neden sustun?
Ey akıl! Nerde o şekerler çiğneyen öğütün? Senin çağın şimdi. O hay ,hayın ne oldu?

3905. Ey gönülden yüzlerce teşvişi gideren! Şimdi senin nöbetin, hadi, oynat sakalını!
Kahpelik eder de şimdi sakalını oynatmazsan bundan önce de sakalına gülmüş olursun.
Başkalarına öğüt verme vaktinde hay  hay, iş başa düşünce karılar gibi vay, vay ha!
Başkalarının derdine dermen oluyordun ya; şimdi dert, sana konuk oldu, fakat susuverdin.
Askere bağırır, çağırır, orduyu teşvik ederdin hani. Neden sesin kısıldı, nutkun tutuldu? Kendine de bağırsana.

3910. Aklınla elli yıldır ördüğün kumaştan bir zıbın yap da giyin bakalım!
Dostların kulakları, sesinden hoşlanıyordu. Elini çıkar da şimdi kulağını çek!
Daima baştın, kendini kuyruk yap da ayağını, elini, sakalını, bıyığını az kaybet.
Şu döşenmiş yeryüzünde şimdi oyun senin. Kendini boş bir hale getir de neşelen!

Bir padişahın, alimin birini zorla meclise getirtip oturtması, sakinin 
hocaya şarap vermesi ve kadehi sunması, hocanın yüz çevirip 
kızması, padişahın sakiye haydi demesi, bunu boş bir hale getir… 
bunun üzerine sakinin, hocanın kafasına birkaç kere vurup 
şarap içirtmesi v.s.

     Bir padişah mecliste oturmuş şarap içip sarhoş olmuştu. Kapının önünden bir fakih geçiyordu.

3915. Şunu meclise getirin, laal renkli şarabı sunun şuna diye emretti.
Hocayı ister istemez meclise getirdiler. Mecliste zehir gibi, yılan gibi ekşi bir suratla somurtup oturdu.
Padişah şarap sundu. Hoca kızdı kabul etmedi. Padişahtan da yüz çevirdi sakiden de.
Ben ömrümde şarap içmedim. Halis zehir, bence şaraptan daha hoş.
Kendinize gelin, bana şarap yerine zehir verin, içip öleyim de kendimden de kurtulayım, sizden de dedi.

3920. Şarap içmeden gürültüye başladı. Mecliste ölüm gibi, canavar gibi bir hal aldı.
Nefis ehliyle şu balçığa kapılmış olanlar gibi hani.
Onlar, gönül ehliyle oturdular mı bu hale gelirler işte.
Tanrı, kendi haslarına gizlilik aleminde hürlerin içtikleri şaraptan sunar ancak.
Onlar, perde ardında kalanlara, hakikatı görmeyenlere o şaraptan sunarlar ama duygu o, şarabın sözünden başka bir şey duymaz.
Hakikati görmeyenler, onların irşadından yüz çevirirler. Çünkü gözle onların ihsanını göremez.

3925. Kulaklarından boğazlarına bir yol olsaydı onların öğütleri, gönüllerine tesir ederdi.
Fakat bu çeşit adam, baştanbaşa ateştir, nur değil. Yakıcı ateşe de ancak kabuklar atılır.
İç, kabuktan çıktı. Kabuktan ibaret olan söz, kaybolup gitti. Mide hiç kabuktan kızışır, gelişir mi?
Cehennem ateşi ancak kabuğu yakar.  Ateşin içle hiçbir işi yoktur.
Ateş, içe yalım verirse mutlaka bil ki onu pişirmek içindir, yakmak için değil.

3930. Tanrı hüküm ve hikmet sahibi oldukça bu kaide daimidir. Geçmiş zamanda da böyledir. Gelecek zamanda da.
Latif iç, hatta kabuklar bile onun tarafından yarlıganırken artık nasıl olur da içi yakar? Uzaktır ondan bu.
Hatta inayet eder de bu inayeti yüzünden başına vurursa bile ona bir iştah verir, o kırmızı şarabı içirir.
Başına vurmazsa o hoca gibi onun ağzını bağlar. Şarap da içirmez, bu padişahların meclisine de sokmaz.
Padişah sakiye dedi ki: Ey izi kutlu ne susuyorsun? Hadi onu hoş bir hale getir, neşelendir!

3935. Her akılda gizli bir hükmeden vardır. Kimi dilerse hileyle baştan çıkarır.

Doğu güneşi de onun alemi aydınlatması da tutsaklar gibi onun zincirine bağlanmıştır.
Dimağına yarım afsun okuduğu zaman feleği çarha getirir döndürür.
Bir aklı tesiri altına alan başka bir akıl ondan kudret bulmuştur, tavla üstadı odur.
Saki, hocanın başına birkaç sille vurdu al deyip şarap kadehini sundu. Zavallı hoca sille korkusundan kadehi alıp içti.

3940. İçince de sarhoş oldu, neşelendi, bağ gibi gülmeye başladı. Nedimliğe alaya latifeye koyuldu.
Aslanı bile tutacak bir hale geldi.  Neşesinden parmacıklarını şakırdatmaya başladı. Sonra su dökmek için ayak yoluna gitti.
Ayak yolunda ay gibi bir halayık vardı. Padişahın cariyelerinden olan bu kız pek güzeldi.
Onu görünce ağzı açık kaldı. Aklı gitti, halayığa saldırmaya kalkıştı.
Ömrünce bekardı iştiyak halindeydi. Şimdi bir de sarhoş olmuştu. Hemen halayığa el attı.

3945. Halayık çırpınmaya başladı, narayı attı. Fakat hiçbir çaresi olmadı.
Kadın buluşma zamanında erkeğin elinde ekmekçinin elindeki hamura döner.
Onu gah yumuşaklıkla gah sert bir halde yoğurur durur, elinin altında ondan çak, çak diye sesler çıkar.
Gah onu uzatır, tahta üstünde yassı bir hale getirir. Gah bir araya toplar.
Gah su döker, gah tuz eker. Gah tandıra yayar, ateşle onu mehenge vurur.

3950. İstekli ve istenen, bu çeşit dürülüp bükülür, Alt olan ve üst gelen, bu oyundadır işte.
Bu oyun yalnız kocayla karı arasında olmaz. Her aşıkla her sevgili de bu oyunu oynar.
Evveli olmayanla sonradan olanın, varlıkla var olup suret kabul edenin Vise ve Ramin gibi bükülüp ezilmesi farzdır.
Fakat her birinin oyunu başka bir çeşittir. Her birinin ezilip büzülmesi başka bir hünerdendir.
Kocayla karıyı ey koca karını kötü tutma, hoş tut demek için örnek olarak söyledim.

3955. Gerdek gecesi yenge onun elini tutup hoş bir emanet olarak senin eline vermedi mi?
Ey güvenilir kişi sen iyi kötü ne yaparsan Tanrı da sana onu yapar.
Hasılı, o hoca ayakyolunda sarhoşluktan halayığa saldırdı. Ne namusu kaldı, ne zahitliği!
O huriden doğmuş güzelin üstüne atıldı. Ateşi o pamuğa düştü.
Can, cana ulaştı bedenler dürülüp bükülmeye başladı. İkisi de başları kesilmiş iki kuş gibi çırpınıyorlardı.

3960. Hocanın gönlünde ne şarap meclisi, ne padişah, ne aslan, ne haya, ne din, ne ürkeklik, ne de can korkusu kaldı.
Gözü kızdı, bir şey görmez oldu. Burada zaten ne Hasan görünür göze, ne Hüseyin!
Hocanın meclise dönmesi gecikti. Padişahın bekleyişi de haddi aştı.
Ne oluyor bir göreyim diye gitti. Oradaki kıyamet alametini gördü.
Hoca, korkusundan hemen sıçrayıp meclise gitti, ateş gibi derhal şarap kadehini kaptı.

3965. Padişah cehennem gibi kızmış gazaba gelmişti. O kötü işi işleyen hocanın da, kızın da kanına susamıştı.
Fakih padişahı hiddetli, gazaplı görünce kötü bir hale düştü, zehir kadehi gibi acı ve kanlı bir hale geldi.
Sakiye, yahu acele et dedi, neye öyle sersem, sersem oturuyorsun? Çabuk padişahı neşelendir.
Padişah gülümsedi, ey ulu er dedi, hoşlandım, o kız senin olsun!
Ben padişahım, benim işim adalettir, lütuftur. Ne yersem cömertliğim, sevgiliyi de onu verir.

3970. Tatlı, tatlı içemediğim şeyi nasıl olur da sevgiliye verir, ona azık olarak sunarım?
Ben kendi hususi soframda ne yersem kullarıma da onu yediririm.
Pişmiş olsun, ham olsun… Ne yemek yersem kölelerime onu yedirir, onları o yemekle beslerim.
Kürkten, atlastan ne giyersem kölelerime de onu giydiririm, onlara köhne elbiseler giydirmem.
Hüner sahibi Peygamberden utanırım. O “ Hizmetçinize siz ne giyiyorsanız onu giydirin” dedi.

3975. Mustafa, evladı olan ümmetine “ Elinizin altındakilere yediğiniz şeyden yedirin” diye vasiyette bulundu.
Başkalarını hoş bir hale getirdin, sabırla çevikleştirdin, sabra teşvik ettin.
Şimdi erlik göster de kendini de hoş bir hale getir. Sabır düşüncesine dalan aklını kendine kılavuz et.
Sabır kılavuzu, sana kanat olursa canın arş ve kürsünün ta yücesine çıkar.
Mustafa’ya bak, sabrı Burak edindi de bu Burak, onu göklere çekti, çıkardı.

Şehzadelerin bu bahisten, bu maceradan sonra sevgililerine
ve maksatlarına mümkün olduğu kadar yaklaşmak için Çin iline
gitmeleri. Buluşma yolu kapalı olsa bile mümkün olduğu kadar
maksada  yaklaşmak, iyi bir şeydir.

3980. Bu sözleri söyleyip derhal yürüdüler. İşte dostum ne olduysa da o vakit odu.
Sabrı seçtiler, doğrulardan oldular. Ondan sonra Çin şehirlerine doğru yürüdüler.
Analarını, babalarını bıraktılar, ülkelerini terk ettiler. O gizli sevgilinin yolunu tuttular.
İbrahim Edhem gibi aşk, onları tahtlarından etti. Elsiz ayaksız ve yoksul bir hale düştüler.
Yahut sanki bir sarhoş, İbrahim Peygamber gibi kendisine ateşe attı.

3985. Yahut da ulu Tanrı’nın sabırlı kulu İsmail kendilerini aşka kurban ettiler, onun hançerine boyun verdiler.

Aşk İmriülkays’ı dudakları kurumuş susuz bir halde Arap ülkesinden çekti.
Nihayet Tebük’e geldi, orada kerpiç ameleliği yaptı. Padişaha, Arap
padişahlarından imriülkays, bu diyara kazanç elde etmeye geldi. Aşka av
oldu, kerpiç ameleliği yapıyor dediler. Padişah kalktı, gece vakti onun
huzuruna gitti. Dedi ki: Ey güzel yüzlü padişah!

3990. Sen, zamanın Yusuf’usun. İki ülkede şehiler ve güzellik bakımından bütün yüceliğiyle sana ram oldu.
Erler, kılıcının yüzünden sana kul oldular; kadınlar bulutsuz bir aya benzeyen yüzüne köle kesildiler.
Bizim yanımızda konakla da devlet ve ikbale erişelim. Canımız, senin visalinle yüzlerce defa tazelensin.
Ben de senin kulunum, ülkem ve saltanatım da. Ey bunca ülkeye, bunca saltanata tenezzül etmeyen!
Böyle bir hayli hikmetler söyledi. İmriülkays öylece susup duruyordu. Birdenbire sırrının yüzündeki örtüyü kaldırdı.

3995. Kulağına eğilip aşk ve derde ait ne söylediyse söyledi. Kendi gibi onu da baştan çıkardı.
Tebük padişahı da onun elini tuttu, onunla dost oldu. O da onun gibi tahttan, kemerden bezdi.
Bu iki padişah, uzak, uzak ülkelerin yolunu tuttular. Aşk, zaten bu suçu bir kere yapmamıştır ki.
Aşk, büyüklere baldır, çocuklara süt. O, her gemiye yüklenen ve geminin ağırlığından fazla olduğu için batmasına sebep olan son yüktür.
Bu ikisinden başka daha nice sayısız padişahları aşk, saltanatlarından, ülkelerinden etmiştir.

4000. Bu üç şehzadenin canı da Çin ülkesinin etrafında kuşlar gibi tane devşirmeye başladı.
Ağızlarını açıp sırlarını söylemeye kudretleri yoktu. Çünkü içlerindeki sır, pek mühim ve pek tehlikeli bir sırdı.
O anda yüz binlerce baş bir pulaydı. Kızgın aşk, okunu yayına koymuş, yayını kurmuştu.
Aşkın, hoşnutluk zamanında, kızgın değilken bile her an öyle zalim bir huyu vardır ki...
Bu hoşnut olduğu zamanda böyle.  Artık kızgın olunca neler yapmaz? Ben ne söyleyeyim?

4005. Fakat can yaylası, bu aşkın öldürdüğü, bu aşk kılıcının kestiği aslana feda olsun!
Bu çeşit öldürülme binlerce hayattan iyidir. Saltanatlar bile böyle kulluğa kurban olsun!
Şehzadeler,  yüzlerce korkuyla, yüzlerce çekinmeyle sırlarını kinaye yollu hafif, hafif birbirlerine söylüyorlardı.
Sırlara Tanrı’dan başka mahrem yoktur. Ah’a ancak gökyüzü hemdemdir.
Birbirlerine bir şey bildirirken aralarında kendilerine ait ıstılahlar vardı.

4010. Alelade halk da bu kuşdilinin bir kısmını bellemiştir de şatafatlar satmışlar, ululuklar etmeye kalkışmışlardır.
Fakat onların sözü, kuşların seslerinin suretinden ibarettir. Ham kişi kuşların ahvalinden gafildir.
Nerede bir Süleyman ki kuşdilini anlasın. Şeytan da saltanat sürer ama Süleyman değildir ki.
Şeytan, Süleyman’a benzer, tahta oturur, hile bilgisi vardır, fakat “ Biz ona kuşdilini öğrettik” sırrına mazhar değildir ki.
Süleyman, Tanrı’dan muştuluklara nail olmuştu da bu yüzden “ Biz ona kuşdili öğrettik” sırrına erişmişti.

4015. Sen “ Min ledün” kuşlarını görmemişsin. Artık o hava kuşlarına bak da onlardan anla.
Simurgların yeri, Kaf dağıdır. Her hayal oraya el atamaz.
Ancak o birleşmeyi gören hayal, o makamı görür. Gördükten sonra da yine araya ayrılık düşer.
Fakat işi tamamıyla kesen ayrılık değildir bu. Bu iş, bu makam her türlü ayrılıktan emindir.
Ruha mensup olan o kalıbın baki kalması için güneş, bir an kendisini kardan çeker.

4020. Sen onlardan kendi canın için bir düzenlik ara; onların sözlerinden ıstılah çalmaya kalkışma.
Zeliha’ da çöreotundan öd ağacına kadar her şeyin adını Yusuf takmıştı.
Onun adını gizli bir surette yazmış, mahremlerine o sırrı bildirmişti.
Mum, ateşten yumuşadı dese bu söz, o sevgili bize alıştı, sevdalandı demekti.
Ay doğdu, bakın dese, yahut söğüt ağacı yeşerdi diye bir söz söylese...

4025. Yapraklar ne güzel oynamakta; çöreotu ne hoş yanıyor…
Gül, bülbülle sırrını söyledi; padişah, sevgilisine sır söyledi…
Bahtımız ne de kutlu; yaygıları döşeyin…
Saka su getirdi; güneş doğdu…
Dün gece bir tencere kaynattılar; içindekiler güzelce pişti, helmelendi…

4030. Ekmekler tuzsuz; felek, aksine dönmede…
Başım ağrıyor; başımın ağrısı geçti gibi bir şey söylese hep başka şey kastederdi.
Birini övse onu över, birinden şikayetlense onun ayrılığını anlatmış olurdu.
Yüz binlerce ad söylese maksadı, dileği hep Yusuf’tu.
Acıkırsa onun adını söylerdi. Tok olursa onunla duyar, onun kadehinden sarhoş olurdu.

4035. Susuzluğu onun adıyla geçerdi. Batıni şerbeti onun adıydı.
Derdi oldu mu onun yüce adıyla derhal derdi yatışırdı.
Hatta kış vakti sevgilisinin adı ona kürk kesilirdi. Sevda aleminde sevgilisinin adı bu işi işler işte.
Aşağılık kişiler de her an o temiz adı anar ama bu tesir görülmez; çünkü onlarda aşk yoktur.
İsa, onun adıyla mucizeler yaptı. Ne mucize gördüyse onun adıyla gösterdi.

4040. Bir can, Hakk’a ulaştı mı onun zikri, bunun zikridir; bunun zikri onun zikri.
Böyle can kendinden boşalır, sevgilisinin aşkıyla dolar. Testide ne varsa dışına o sızar.
Gülme, vuslat safranının kokusunu verir, ağlama, uzaklık soğanının kokusunu.
Halbuki bunların her birinin gönlünde yüzlerce murat var. Bu, aşk ve sevgi mezhebi değildir.
Gündüze nasıl güneş lazımsa aşka da sevgili lazım. Güneş o yüze nikap gibidir.

4045. Nikapla sevgilinin yüzünü fark edemeyen, güneşe tapar. Ondan el çek.
Aşıkın günü de odur, rızkı da. Aşıkın gönlü de odur, gönlünün yanışı da.
Balıklara ekmek de sudur, su da. Elbise de sudur, ilaç da, uyku da.
Aşık, çocuğa benzer. Memeden süt emer durur. O iki alemde de sütten başka bir şey bilmez.
Fakat şu da var ki çocuk, sütü hem bilir, hem bilmez. Bu tarafta tedbirin yeri yoktur.

4050. Bu define bildiren kitap, açanı da açılanı da bulsun, define sahibine de, defineye de nail olsun diye ruhu hayretlere düşürmüştür.
Ruh, bu yürüyüşte hayran olmaz. Hayret şöyle dursun defineyi bildiren kitabı elde eden ruh, deniz kesilir, sel ve ırmak değil.
Bulduğunu buldu mu kendisi kaybolur. Bir sel gibi denize gark olur gider.
Tohum yok oldu da ondan sonra bitti, incir haline geldi. "“Ben de sen ölmeyince altın vermedim ya” sözü budur işte.

Şehzadelerin Çin ülkesine varıp idare merkezi olan şehirde gizlenmeleri, bir hayli sabrettikten sonra büyük kardeşlerinin sabırsızlanarak “Ben gidiyorum, elveda size. Gidip kendimi padişaha tanıtacağım” demesi.

Ayağım, ya beni maksadıma ulaştırır.
Yahut oraya gönlüm gibi başımı da veririm.
Kardeşlerinin ona öğüt vermeleri, fakat fayda etmemesi.

Ey aşıkları kınayan, bırak onları,
Tanrı’nın azdırdığı bir taifeyi sen nasıl doğru yola sokabilirsin?

Büyük kardeşleri dedi ki: Kardeşlerim beklemeden canım ağzıma geldi.

4055. artık bir şeye aldırış etmiyorum sabrım kalmadı. Bu sabır beni adeta ateşe attı.
Sabretmeden takatim tak oldu. Başıma gelen şey aşıklara ibret kesildi.

Ayrılık yüzünden canıma doydum. Ayrılıkta yaşamak, münafıklıktır.
Ayrılığın derdi, niceye bir beni öldürecek? Kes başımı da aşk, bana bir baş bağışlasın.
Dinim, aşkla yaşamaktır. Bu canla, bu başla diri kalmak, bunlarla yaşamak benim için ayıptır, ardır.

4060. Kılıç aşıkın canından tozu, toprağı siler süpürür. Çünkü kılıç, suçları kökünden mahveder.
Ey güzel ömürlerdir  “Hayatım ölümümdedir” diye aşkının davulunu dövüp durmaktayım.
Beden tozu kalktı mı ayım parlar. Can ayım, saf bir hava bulur.
Can, su kuşu olduğunu dava etmede. Artık bela tufanından feryat eder mi hiç?
Gemi parçalanmış, kaza ne gam? Onun gemisi, suya ayak basıvermektir.

4065. Canım ve bedenim, bu dava ile dirildi. Artık ben bu davadan nasıl vazgeçer, nasıl sukut edebilirim?
Rüya görürüm ama uykuda değil. Dava edip duruyorum ama yalancı değilim.
Yüz kere kellemi kessen mum gibiyim ben, daha ziyade aydınlanır, etrafı daha aydınlık bir hale getiririm.
Ateş, önden, arttan bütün harmanı sarsa gece yolcularına ayın harmanı kafidir.
Yusuf’u, kardeşlerinin hilesi, Yakub peygamberden gizledi.

4070. Onu hileyle gizlediler. Fakat gömlek, nihayet gammazlıkta bulundu.
İki küçük kardeşi, büyük kardeşlerine öğütlerde bulundular. Dediler ki: Düşeceğin tehlikelerden bihaber olma.
Kendine gel, yaralarımıza tuz ekme. Babayiğitlik taslayıp, yahut şüpheye düşüp bu zehri içmeye kalkışma.
Her şeyden haberdar olan bir şeyhin tedbirine uymadıkça kalb gözün açık olmadığı halde nasıl yol gidebilirsin?
Vay o kuşa ki kanadı bitmeden yücelere uçmaya kalkışır da tehlikeye düşer!

4075. İnsana kol kanat akıldır. Adamın aklı olmazsa kendisine başka bir aklı kılavuz etmesi gerektir.
Ya üstün ol, ya üstünlüğü ara. Ya görüş sahibi ol, yahut bir görüş sahibi ara.
Akıl anahtarı olmaksızın bu kapıyı açmaya kalkışmak beyhudedir, doğru değildir. Açılmaz.
Heva ve heves yüzünden bütün bir alemi tuzağa tutulmuş gör. İlaç rengindeki yaralara karmış bil.
Yılan, ölüm gibi göğsünün üstüne dayanıp ayağa kalkmış, ağzına da kuş avlamak için büyük bir yaprak almıştır.

4080. Otlar arasında o da bir ot gibi boy vermiştir. Kuş, onu bir dal sanır.
Yemek için yaprağın üstüne oturdu mu yılanın ve ölümün ağzına düşer.
Bir timsah, ağzını açar. Dişlerinin çevresinde uzun, uzun kurtlar vardır.
Yediğinin artığından dişlerinin arasında kalanlar kurtlanır, dişlerinin çevresinde kurtlar peydahlanır.
Kuşcağızlar, kurtları, o rızkı görüp o tabutu otlak sanırlar.

4085. Ağzı, ansızın kuşlarla doldu mu derhal nefesini çeker, ağzını kapar.
Bu ekmeklerle, azıklarla dolu olan alemi, o timsahın açılmış ağzı bil.
Ey rızık kazanan! Kurt ve yeyim derdine düşüp zaman timsahının hilesinden emin olma.
Tilki, toprağın altına yayılır, toprağın üstünde de hileli tohumlar vardır.
Nihayet bir karga gaflette bulunur, oraya gelir konar. O hilebaz da derhal onun ayağını yakalayıverir.

4090. Hayvanlar da yüz binlerce hile varken artık hayvanlardan daha üstün olanda ne hileler bulunur?
Zeynel-abidin gibi elinde bir Kuran, fakat yeninde kahredici bir hançer!
Sana gelerek efendim der. Fakat gönlünde büyülerle, hilelerle dolu bir Babil var.
Öldürücü zehirin görünüşü baldır, süttür. Kendine gel de haberdar bir pirin sohbeti olmadıkça yürüme.
Heva ve heves lezzetlerinin hepsi hiledir, riyadır. Her lezzet , etrafı karanlıklarla çevrilmiş şimşek ışığına benzer.

4095. Derhal gelip geçen şimşek nuru, yalan ve geçici bir şeydir. Çevresinde karanlıklar var, yolunsa uzaktır senin.
Onun ışığıyla ne bir kitap okuyabilirsin, ne bir konağa at sürebilirsin.
Yalnız şimşek ışığına kapıldığının suçu olarak doğu nurları senden yüz çevirir.
Kılavuz olmadıkça şimşek ışığı, seni geceleyin mil, mil karanlık bir çukura çeker.
Gah, dağa düşersin, gah dereye. Gah bu yana düşersin, gah o yana.

4100. Ey mevki arayan, zaten sen kılavuzu görmezsin. Hatta görsen bile ondan yüz çevirirsin.
Ben bu yolda altmış mil yol yürüdüğüm halde bu kılavuz, hala bana sapık diyor.
Bu şaşılacak adamın sözüne kulak asarsam yola yeni baştan başlamam lazım.
Halbuki ben bu yolda ömrümü harcettim. Ne olursa olsun artık, git oradan dersin.
Evet, yol yürüdüm ama şimşeğe benzeyen zannınca. O aştığın yolun onda birini doğuya benzeyen vahyin izine uy da yürü.

4105. “Zan, doğruyu bilmez” ayetini okuduğun halde öyle bir şimşeğe uydun da doğudan kaldın ha.
A köhne adam, ya bizim gemimize gir, yahut o gemiyi bizim gemiye bağla.
Fakat bu söz söylenince duyan der ki: Bu ululuğu nasıl bırakayım, kör gibi sana uyup nasıl gideyim?
Körün kılavuzla gitmesi elbette daha iyidir. Çünkü bundan insana bir ayıp gelirse, öbüründen yüz ayıp gelir.
Pireden adeta akrebe kaçmada, bir ıslaklıktan kaçıp denize dalmadasın sen.

4110. Babanın cefalarından kaçıp oğlancıların, kötülüklerin, pisliklerin arasına kaçıyorsun.
Yusuf gibi bir iç sıkıntısı yüzünden gezelim, oynayalım deyip gidiyor, bir kuyuya düşüyorsun.
Bu gezinti yüzünden onun gibi kuyuya düşüyorsun ama nerede onun gibi sana da yar olacak Tanrı inayeti?
Yusuf, o gezintiye babasından izin almadan gitseydi mahşere kadar kuyudan çıkamazdı.
Babası, gönlü olsun diye ona izin verdi. Dedi ki: Mademki gönlün gezmeye akmada. Hadi hayra karşı.

4115. Hangi kör olursa olsun bir Mesih’ten baş çekerse o çıfıtçasına doğru yoldan kalır.
Görse de gözünün ışıklanması mümkündür. Fakat bu çekinmesi yüzünden büsbütün körleşip kaldı.
İsa ona, gel der, bana sarıl. Ey kör, o yüce sürme bendedir.
Körsen bile benim mucizemle aydınlığa ulaşır, can Yusuf’unun gömleğine nail olursun.
Sana o sınıklıktan sonra gelen ululukta devlet vardır. O devlet sana yol gösterir.

4120. Eli ayağı olmayan devleti terk et a kart eşek, terk et!
Pirden başka üstat ve başbuğ olmasın. Fakat yaş bakımından pir değil, doğru yol piri.
Karanlığa tapan, pirin emri altına girdi mi aydınlığı görür.
Şart, teslim olmaktan ibarettir, uzun işe girişmek değil. Sapıklıkta koşup yelmenin faydası yoktur.
Ben bundan böyle esir yolunu aramam. Pir ararım, pir ararım, pir!

4125. Göklerin merdiveni pirdir. Ok, nereden fırlar, havalanır? Yaydan.
O ağır gövdeli Nemrut, İbrahim’in yüzünden gerkes kuşiyle beraber göklere sefer etmedi mi?
Bir hayli yücelere çıktı ama herkes bu gökten yukarıya çıkamaz ki.
İbrahim ona dedi ki: Ey yolcu er, adamın ben olursam, bana uyarsan, bu sana daha iyidir.
Yücelere çıkmak için beni merdiven edinirsen uçmaksızın gökyüzüne çıkarsın.

4130. Hani gönlün, ekmeksiz, azıksız şimşek gibi batıdan ta doğuya dek gidişi gibi.
Hani gün battıktan sonra insanların duygularının geceleyin uykuda şehirleri gezip tozduğu gibi.
Hani arifin oturup durduğu halde gizli bir yoldan yüzlerce aleme gittiği gibi.
Böyle gidiş mümkün değilse o ilden gelen bu haberler, kimden geliyor öyleyse?
Bu haberlerde, bu dosdoğru rivayetlerde yüz binlerce pir ittifak etmiştir.

4135. Bu kaynaklarda, öyle zanla kurulmuş bilgilerde olduğu gibi türlü, türlü değil, bir tane bile aykırı şey yoktur.
O arayış, karanlık gecede kıble arayışına benzer. Buysa öyle bir haldir ki gün ortası, Kabe de işte orada durup durmada.
Kalk ey Nemrut, adamları kanat edin. Bu gerkesler, sana merdiven olamaz.
Ey zayıf adam, cüzi akıl gerkese benzer. O daima leş yer de öyle uçar.
Abdal’ların aklıysa Cebrail’in kanadı gibidir. Mil ,mil yol alır ta sidre gölgesine uçar.

4140. Ben padişahın doğanıyım. Güzelim, izim kutlu. Ben leşe aldırış bile etmem, gerkes değilim ben.
Gergesi bırak, senin adamın ben olayım. Benim bir kanadım yüzlerce gerkesten iyidir.
Niceye bir körce at koşturup duracaksın? Sanat için de usta gerek, kazanç için de.
Kendini Çin ülkesinde rezil etme. Bir akıllı er, ara, ondan ayrılma.
O zamanın Eflatunu ne derse ona uy. Kendine gel, heva ve hevesi bırak, onun dileğince hareket et.

4145. Çin ülkesinde herkes inanarak ve kuvvetle padişahımız, anadan doğmamıştır;
Onun hiçbir oğlu yoktur. Hatta bir kadını bile kendisine yaklaştırmamıştır der.
Padişahlar hakkında oğlu, kızı vardır diyen, boynunu keskin kılıca eş etmiştir.
Padişahsa madem ki der; bu sözü söyledin, karım olduğunu ispat et;
Kızım olduğunu ispat ettin mi keskin kılıcımdan emin olursun.

4150. Yahut da şüphe etme ki senin boynunu keserim. Canından hırkanı çeker çıkarırım!
Ey yalan dolu sözler söyleyen! Sen hiçbir suretle başını kılıçtan kurtaramazsın.
Ey bilgisizlikten batıl sözler söyleyip duran! Kesik başlarla dolu olan hendeği gör.
Bu gürültü yüzünden dibinden ta ağzına kadar kesik başlarla doludur bu hendek.
Bu başların sahipleri hep bu işe giriştiler; bu dava yüzünden başlarını verdiler.

4155. Kendine gel de ibret gözünü aç, bunları gör; böyle bir davaya girişmeye kalkma.
Kardeş, sen bu işe giriştin ama ömrümüzü bize zehir edeceksin.
Birisi, körlükle ve bilmeden yüzyıl yürürse o aştığı yol, yoldan sayılmaz.
Silahsız savaşa gitme. Korkusuzlar gibi tehlikeye atılma.
Kardeşleri, bu sözler söylediler ama o sabırsız şehzade dedi ki: Bana bu sözlerden nefret geliyor.

4160. Göğüs ateşle dolu bir mangala benziyor. Ekin kemale geldi artık orak zamanı.
Gönülde bir sabır vardı, şimdi o da kalmadı. Sabrın yerine aşk gelip oturdu.
Aşkın doğduğu gece sabrım öldü. O ölüp gitti. Tanrı sizlere ömür versin.
Ey söz söyleyen! Ben söz söylemeden de geçtim, dinlemeden de. Artık soğuk demir döğmeye kalkışma.
Hey gidi hey… Ben, baş aşağı gelmişim, ayağımı bırak benim. Nerde benim bedenimin cüzlerinde bir akıllı fikir?

4165. Ben deveyim, gücüm yettikçe yük çekerim. Düştüm mü kesilmem daha yeğ.
Kesik başlarla dolu yüzlerce hendek olsa benim derdime karşı ancak bir eğlencedir bu.
Artık ben heva ve heves davulunu korkumdan kilim altında çalmayacağım.
Ben artık sahraya bayrak dikeceğim. Ya başımı vereceğim, ya sevgiliyi göreceğim.
O şarabı içmeye layık olmayan boğazın kılıçlarla, hançerlerle kesilmesi daha iyi.

4170. Onun vuslatıyla aydınlanmayan gözün, ağarması kör olması daha yeğ.
Onun sırrına mahrem olmayan kulağı kökünden kopar. O başta hoş görünmez.
O cömertliğe sahip olmayan elin kasap satırıyla kırılması daha hoş.
Onun yürüyüşüne can vermeyen, onun nerkis bahçesine canla başla gitmeyen ayak yok mu?
O çeşit ayağın bukağıya vurulması daha doğrudur. O çeşit ayak nihayet başa dert olur.

Dileğinin Tanrı tarafından kendi vehminde bile olmayan başka bir taraftan ve başka bir iş yüzünden verileceğini bilse bile bir iş için çalışıp çabalayan kişinin yine bütün vehmi ve ümidi, o muayyen yola bağlıdır; o kapının halkasını çalar durur. Fakat ulu Tanrı, o rızkı hiç düşünmediği bir başka kapıdan da verebilir. “Kulu hesaplamadığı yerden rızıklandırır” “Kul tedbirde bulunur, Tanrı takdir eder.” Olabilir ki kul, bir kulluk vehmine düşer, der ki: Ben bu kapının halkasını vuruyorum ama Tanrı, dileğimi başka bir kapıdan da verebilir. Ulu Tanrı, onu bu kapıdan da rızıklandırır, başka kapıdan da. Hasılı bütün bu kapılar, bir konağın kapılarıdır.

4175. Ya bu yolda muradıma erişirim, yahut doğan gibi o yoldan döner yine yurduma gelirim.
Belki muradıma erişmem sefere bağlıdır. Seferde bulamaz isem belki de oturduğum yerde bulurum.
Sevgiliyi öyle bir arayayım ki onu aramaya lüzum olmadığını bilinceye kadar bu aramadan vazgeçmeyeyim.
Zamanenin çevresinde dönüp dolaşmadıkça o beraberlik, kulağıma girer mi benim?
Uzun ve uzak yerlere düşmeden bu beraberlik sırrını nasıl anlayabilirim?

4180. Tanrı, kullarıyla beraber olduğunu anlattı, sonra da bu sırrı gönlün aksetsin, bununla kanaat etmesin, bu sırrı araştırsın diye gönülü mühürledi.
Gönül seferlere düştü yollar aştı… Ondan sonra gönüldeki mührü açtı.
Hesaptaki iki yanlış gibi hani. O iki yanlıştan sonra hesap aydınlanır, doğrulur ya, tıpkı onun gibi.
Fakat seferden sonra der ki: Bu beraberliği bilseydim hiç onu arar mıydım?
İyi ama onu anlamak sefere bağlıdır. O anlayış keskin fikirlerle elde edilmez ki.

4185. Hani Şeyh’in borcunun verilmesi de o çocuğun ağlamasına bağlıydı ya.
Helvacı çocuk, zarı, zarı ağladı da o ulular Şeyhinin borcunu ödediler.
Bu manevi hikaye, bundan önce “Mesnevi” içinde söylendi.
Ondan başka bir yerden tamah etmeyesin diye bir yerden gönlüne bir korkudur düşer.
Fakat bu tamaha bir başka fayda verir; o muradın başka bir kimseden meydana gelir.

4190. Ey bir yere sıkıca bağlanan, maksadını oradan uman, o yüce ağaçtan meyve elde edeyim diyen!
O maksadın, oradan olmaz da Tanrı onu başka bir yerden verir.
Peki… O şeyi sana umduğun taraftan vermeyecekti de neden o tamahı sana verdi?
Gönlüne bir hayret gelsin diye; bir hikmet bir kudret göstermek için.
Ey fayda dileyen! Muradım acaba nereden meydana gelecek diye gönlün hayran olsun diye.

4195. Bu suretle kendi aczini, bilgisizliğini bilirsin de gayba olan inanın büsbütün fazlalaşır.
Gönlüm de menfaat gelecek yerde hayrete düşer. Acaba bu tamahtan bu ümitten ne hasıl olacak dersin.
Terzilikten rızık umarsın, sağ oldukça terzilikle geçinir giderim dersin.
Derken rızkın kuyumculuktan meydana geliverir. Halbuki o vehmine bile gelmemişti senin.
Peki, o rızık oradan meydana gelmeyecekti de terziliğe tamahın nedendi?

4200. Tanrı bilgisindeki eşsiz, örneksiz bir hikmet yüzündendi. Tanrı, onu ezelde öyle yazmıştı.

CİLT 6  (4201 - 4915 Beyitler)

4201. Düşüncen şaşırsın, bütün hünerin, işin gücün hayranlıktan ibaret olsun diye Tanrı bu hikmeti halk etti.
Acaba sevgilinin vuslatına bu çalışmasıyla mı ererim, yoksa bedeni çalışmam olmaksızın başka bir yoldan mı sevgiliye ulaşırım?
Maksadıma bu yoldan erişeceğim demem. Yalnız bakalım, isteğim nereden meydana gelecek diye çırpınır dururum;
Başı kesilmiş kuş, can bedeninden nerede kurtulacak diye her yana koşar çırpınır , çırpınır ya.

4205. Ben de ya bu çıkışla muradıma nail olurum, yahut burçlarla süslü gökteki başka bir burçtan muradıma ererim dersin.

Bir adam rüyasında birisini gördü. Gördüğü adam, kendisine “Zengin olmayı istiyorsun ya, bu maksadına Mısır’da erişeceksin. Orada bir define var; filan mahallede filan evde” dedi. Adam, Mısır’a gelince orada birisi, kendisine “Bağdat’ta filan mahallede filan evde bir define var” dedi. Mahallenin ve ev sahibinin adını söyledi. Adam Mısır’a gelmemdeki sebep, bu defineyi evimden başka bir yerde aramamaklığım lazımmış, bunu öğrenmek içinmiş demek. Yoksa bu defineyi, Mısır’da elde edemiyeceğim dedi.

     Mal ve akara konmuş bir mirasyedi vardı. Konduğu mirasın hepsini yedi, çırçıplak kaldı.
Miras malının zaten vefası yoktur. Geçip gider, fayda etmez, geçip gider; sahibi, ondan ayrılıverir.
Mirasa konan malın kadrini bilmez çünkü kolay buldu. Dileyip savaşmadı pek o kadar zahmet çekmedi ki.
Sana da Tanrı bu canı bedava verdi de o yüzden canının kadrini bilmiyorsun.

4210. Adamın elindeki para da gitti, kumaş da gitti, evler de gitti. Yıkık yerlerde baykuşlar gibi kalakaldı.
Dedi ki: Yarabbi mal, mülk ekmek azık verdin, hepsi gitti. Ya lütfet bir geçim ver, yahut da ölümümü yolla.
Gönlünden her şey boşalınca yarabbi, yarabbi demeye koyuldu. “Rabbim beni kurtar, bana yardım et” demeye başladı.
Peygamber “İnanan, kamışa benzer” demiştir. İçi boş olunca feryat eder.
Fakat kamışın içi dolu oldu mu çalgıcı onu elinden atar. Sakın dolu olma. Onun elinden gelen zarar da hoştur.

4215. Boş ol da Tanrı’nın iki parmağı arasında hoş bir hale gel. Çünkü bütün alem yokluk şarabından sarhoştur.
O mirasyedinin de azgınlığı gitti, gözlerinden yaş boşandı. Gözyaşları, din mahsulüne su verdi.

Müminin duasının geç kabul edilmesindeki sebep

      Nice ihlas sahibi vardır ki ağlar, sızlar, dua eder. Duasındaki ihlas dumanı da göğe kadar gider.
Suçluların sızlanmasından bir öd ağacı kokusu, bu güzelim gök kubbenin ta yücelerine kadar varır.
Bunun üzerine melekler Tanrı’ya sızlanmaya başlarlar: Ey her duayı kabul eden, ey sığınılan Tanrı!

4220. Mümin kulun yalvarmada. Onun senden başka dayandığı yok.
Sen yabancılara bile ihsanda bulunursun. Her iştah sahibi, dileğini senden diler.
Tanrı buyurur ki: bu onu horlamak için değil. Ona geç ihsan etmem, onun faydasınadır.
İhtiyacı onu gafletten ayılttı, bana çevirdi; saçından tuttu, çeke, çeke benim tarafıma getirdi.
Dileğini verirsem yine döner, o oyuncağa kapılır gaflete gark olur gider.

4225. Gerçi ey sığınılan en düşkünlere yardım eden Tanrı diye gönlü kırık, perişan bir halde ağlayıp sızlanmada ama ko ağlasın, sızlasın.
Bana onun sesi hoş gelmede. O yarabbi demesi, sırlarını söylemesi hoşuma gidiyor.
Yalvararak başından geçenleri anlatarak beni her çeşit aldatmada.
Dudu kuşlarıyla bülbülleri, seslerinin güzelliği yüzünden kafese koyarlar.
Fakat kuzgunla baykuşu hiç kafese korlar mı? Böyle bir şey hiç işitilmemiştir.

4230. Güzel seven bir ekmekçinin yanına iki kişi gelse, bir tanesi ihtiyar, bir tanesi de güzel bir delikanlı olsa.
İkisi de ekmek isteseler ekmekçi hemen bir somun kapıp al der, ihtiyara verir. Öbür boyu boyu güzel olana hemencecik ekmek verir mi? Onu geciktirir.
Der ki: bir zamancağız bekle hele. Evde taze ekmek pişiriyorlar.
O sıcak ekmek bir müddet sonra gelse bile yine hele otur der, helva da gelecek şimdi.

4235. Böyle , böyle onu geciktirir, oyalar gizli bir yoldan avlamaya başlar. Benim seninle bir müddet işim var. Ey dünya güzeli, bekle hele der.
İşte müminlerin, iyiden, kötüden bir murada hemencecik nail olamamaları iyice bil ki bu yüzdendir.

Rüyasında “Mısır’da define var” dedikleri adamın Tanrı tapısında yoksulluktan sızıldanması

      Mirasyedi, mirası yiyip bitirdi. Yoksullaştı, yarabbi demeye, ağlayıp sızlanmaya başladı.
Zaten rahmetler saçan bu kapıyı kim dövdü de Tanrı icabet etmedi; bu kapı açılıp ona yüzlerce bahar saçılmıştı?
4240. Rüya gördü bir hatif ona dedi ki: Sen, Mısır’da zengin olacaksın.
Yürü Mısır’a git. İşin orada düzelecek. Tanrı niyazını kabul etti. O ricaları kabul eden Tanrıdır.
Falan yerde büyük bir define var. onun için ta Mısır’a kadar gitmen gerek.
Ey köhne adam durmadan hemencecik Bağdat’tan kalk, Mısır’a şeker kamışlığına kadar git!
Adam, Bağdat’tan kalkıp ta Mısır’a kadar gitti. Mısır’ı görünce sırtı kaşındı.

4245. Sıkıntısını gidermek için hatifin vadine ümitlenerek Mısır’a gitti.
Hatif, falan mahallede falan yerde gömülü pek nadir, pek değerli bir define var demişti.
Oraya kadar gitti ama az çok, hiçbir geçinecek parası pulu kalmadı. Halktan dilencilik etmeye niyet etti.
Fakat yüzü tutmuyor, utanıyordu. Sabretti, üzülüp durdu.
Derken yine açlıktan kıvranmaya başladı. Dilencilikten başka bir çaresi kalmadı.

4250. Dedi ki: Geceleyin yavaş, yavaş çıkarım: karanlıktan görünmem de o suretle dilenirim.
Gece kuşu gibi geceleri Tanrı’yı zikrederim, elbette bir kapıdan yarım dirhem bir şey elde ederim.
Bu düşünceyle dışarı çıkıp mahallelere düştü; bu düşünceyle taraf, taraf gezmeye başladı.
Bir zaman utangaçlığı, mevkii mani oluyor, bir zaman da açlık, kendisine hadi, iste diyordu.
Gecenin üçte biri geçinceye kadar isteyeyim mi, yoksa dudaklarım kuru bir halde uyuyayım mı, diye bir ayağını ileri atmada bir ayağını geriye çekmedeydi.

Adam Mısır’a vardı, geceleyin dilenmek üzere sokağa çıktı. Bekçi, adamı tuttu. Adam, bekçiden bir hayli dayak yedikten sonra muradına nail oldu. “Öyle şeyler vardır ki onları hoş görmezsiniz ama size hayırlıdır.” Ulu Tanrı, “Tanrı güçlükten sonra insana kolaylık ihsan eder” ve “Şüphe yok ki güçlükle beraber bir de kolaylık vardır” buyurmuştur. Peygamber aleyhisselam da “Ey eziyet ve zahmet, şiddetlen, açılırsın” demiştir. Bütün Kur’an ve gökten inen kitaplar, bunu anlatır.

4255. Ansızın o adamı sokakta bekçi yakaladı. Dayanamadı, bir hayli yumrukladı, sopayla dövdü.
O karanlık gecelerde halk, hırsızlardan çok zarar görmüştü.
Bekçi, o korkunç ve menhus gecelerde hırsızları iyiden iyiye araştırmadaydı.
Halife, geceleyin kimi sokaklarda dolaşıyor görürseniz benim adamlarından, akrabalarımdan bile olsa yakalayıp elini kesin demişti.
Padişah, bekçiyi iyice tehdit etmiş, neden demişti, hırsızlara böyle merhamet etmektesiniz?

4260. Neden onların yalanlarına kanıyorsunuz, yahut neden onlardan rüşvet alıyorsunuz?
Hırsızlara ve her menhus adama acımak, zayıfları vurmak ve onlara merhamet etmektir.
Kendine gel de bu sıkıntı yüzünden öc almadan vazgeçme. O sıkıntıya, o eziyete pek bakma da umumi sıkıntıyı, umumi eziyeti gör.
Şerri defetmek için ısırılan parmağı kes at. Bedeninin helak olacağına, zulme uğrayacağına bak.
Tesadüf bu ya; o günlerde hırsızlar pek çoğalmıştı. Pişkin, ham bir çok hırsız belirmişti.

4265. İşte bekçi, o adamı böyle bir zamanda yakalamış  sayısız kötek atmış, sopayla iyice dövmüştü.
O yoksul dövme doğruyu söyleyeceğim diye bar bar bağırmaya başlamıştı.
Bekçi dedi ki: Peki mühlet verdim, söyle. Neden geceleyin sokağa çıktın?
Sen buralı değilsin, yabancısın, belli. Doğru söyle, ne hileye çattın bakalım?
Divan ehli, bekçiyi kınamışlar, neden hırsızlar bu zaman çoğaldılar?

4270. Bu çokluk senin ve senin gibilerin yüzünden. Önce çirkin ve pis arkadaşlarını göster.
Yoksa hepsinin öcünü senden alırız. Bu suretle her mal sahibinin altını da emin olsun demişlerdi.
Adam ağız dolusu yeminlerden sonra ben ne ev yakan birisiyim, ne yankesici.
Ben ne hırsızım, ne zalim. Ben Mısır’da garip bir Bağdatlıyım dedi.

”Yalan insana şüphe verir, doğruysa inanç” hadisi

      Rüyasını, rüyada hatifin kendisine bir define haber verdiğini söyledi. Bekçinin gönlü rahatlaştı, adamın doğru söylediğini anladı.

4275. Yemininden doğruluk kokusu gelmekteydi. Sözünden, içinin çörekotu gibi yandığı anlaşılıyordu.
Gönül doğru sözden huzur ve sükun bulur, susuzun suyla hararetini teskin etmesi gibi.
Ancak bir illete tutulmuş olan mahcup gönül, doğruyu anlamaz. O, peygamberlerle ahmak bir adamı bile ayırdedemez.
Yoksa mahallinden kopup gelen o haber, aya bile gelse onu ikiye böler.
Ay ikiye bölünür de o hicap altında kalmış gönül bölünmez. Çünkü o, sevgili değildir, onu Tanrı reddetmiştir.

4280. Bekçinin gözleri yaşardı, bir kaynak oldu adeta. Fakat kuru sözden değil, gönül korkusundan.
Bir söz cehennemden kopar, adamın dudağına kadar gelir. Bir söz de can şehrinden kopar, dudağa gelir.
Bu dudak, cana canlar katan denizle, eziyetler, zahmetler denizi arasında bir berzahtır.
Şehirlerdeki köylü pazarına benzer adeta. Etraftan alışveriş için hep oraya gelirler.
Kusurlu kumaşla, adamın kesesini berbadeden kalp akça ve inci gibi değerli ve pahalı kumaş, hep oradadır.

4285. Bu köylü pazarından kim, daha ziyade ticaretten anlar, geçer akçayla kalp akçayı görür, tanırsa kar eder.
Köylü pazarı, bu çeşit adama kar yeri olur. Başkasına da körlüğü yüzünden suç ve zarar yeridir.
Alem cüzülerinden her biri, teker teker aptala düğümdür, ustaya düğüm açmak.
Birine şekerdir, öbürüne zehir. Birine lütuftur, öbürüne kahır.
Her cansız şey, peygambere hikayeler söyler. Kabe, hacıya tanıklık eder, söz söyler.

4290. Mescit de namaz kılana tanıklık verir, ta uzak yollardan bana gelirdi der.
Ateş, Halil’e gül ve reyhan kesilir,  Nemrud ’a uyanlaraysa ölümdür derttir.
A güzelim, bunu defalarca söyledim, fakat söylemeye doyamıyorum ki.
Solup sararmamak için defalarca ekmek yedin; işte bu hep ekmek… Nasıl olur da usanmazsın?
Mizacındaki itidal yüzünden yine acıkırsın. Bu açlıkla da senin hazımsızlığın yanar gider.

4295. Kimde açlık derdi varsa bedeninin her cüzü, diğer cüzüyle bağdaşır yenileşir.
Lezzet açlıktan gelir, yeni bir yemekten değil. Açlıkla yenen arpa ekmeği, şekerden lezzetlidir.
O usangaçlık da sözün tekrarından değildir, aç olmadan ve hazımsızlıktandır.
Dükkandan, baç, ve haraç almadan, dedikodudan halkı aldatmadan usanmazsın.
Altmış yıl gıybette bulunsan, insanların etini yesen yine doymazsın.

4300. Kadınları avlamak için işvelerde bulunursun, defalarca güzel sözler söylersin de yine bir türlü usanç gelmez.
Son söylediğin sözü, ondan öncekinden daha yanarak, daha çevik bir halde ve ilk söylediğinden yüzlerce daha hararetli olarak söylersin.
Dert, eski ilacı yeniler. Dert, her usanmış, bezmiş dalı kırar.
Eskileri yenileyen kimya, derttir. Nerede dert varsa orada usanç ne gezer?
Kendine gel de usançtan soğuk soğuk ah etme. Dert ara, dert ara, dert ara dert!

4305. Abes ilaçlar, derde derman aramak için hile düzerler. Yol kesicidirler, baç diye para almaya kalkışırlar.
Acı su, içildiği zaman soğuktur, hoş gelir ama susuzluğu kesmez.
Yalnız bir hiledir düzer, yüzlerce yeşillik bitiren tatlı suyu araştırmaya mani olur.
Her kalp altın da tıpkı bunun gibi nerede iyi ve güzel altın varsa onu araştırmaya mani kesilir.
Ey mürit, senin muradın benim, beni al diye hileyle kolunu kanadını keser.

4310. Senin derdini ben çekerim der ama o dert değildir, tortudur. Görünüşte sana tabidir ama hakikatte seni alt eder.
Yürü yalancı dermandan kaç da derdin, sana derman olsun, iyileşsin, miskler saçsın.
Bekçi, evet; sen ne hırsızsın ne kötü bir adam. İyi adamsın ama aptalsın, ahmaksın.
Bir rüyaya inanmış, bir hayale kapılmış, bu kadar yol aşıp buralara gelmişsin. Aklın yok galiba.
Ben yıllardır biteviye Bağdat’ta bir define var,

4315. Filan yerde, filan mahallede gömülüdür diye görürüm, der demez adam kendine geldi. Çünkü bekçi, kendisinin mahallesini söylüyordu.
Bekçi sözüne devam etti: Yürü derler, filanın evinde o define. Adam büsbütün ayıldı. Çünkü o düşman, kendisinin evini ve adını söylemekteydi.
Bekçi söylüyordu: Ben defalarca bu rüyayı gördüm. Bağdat’ta böyle bir define var dediler de,
Bu hayale kapılıp yerimden bile kıpırdamadım. Sense hiç usanmadan bir rüyaya kapılıp buralara kadar geliyorsun.
Ahmak adamın rüyası da aklınca olur; aklı gibi değersizdir, bir şeye yaramaz.

4320. Bil ki aklı ve ruhu da zayıf olduğu için kadının rüyası, erkeğin rüyasından daha aşağıdır, daha değersizdir.
Aklı kıt ve ahmak adamın rüyasında bir kıymet olmaz. Akılsızlıktan ne çıkar? Yel gibi bir rüya!
Adam kendi kendine, define evimdeymiş de neden yoksulluktan feryad ederim?
Definenin başında yoksulluktan ölüyormuşum. Ne kadar da gaflet içindeymişim, ne kadar da perde ardındaymışım, gözüm örtülüymüş, dedi.
Bu muştuluktan sarhoş oldu, derdi kalmadı. Dilsiz, dudaksız yüz binlerce hamd okudu.

4325. İçinden nasibine ermek için bu sıkıntıya uğramam lazımmış. Halbuki abıhayat, benim meyhanemdeymiş.
Yürü, ben yüce bir nimete nail oldum. Kendimi müflis sanıyordum, o körlüğe rağmen bu nimeti buldum.
İster bana ahmak de, ister aşağılık bir adam. O define benim oldu ya, sen dilediğini söyle.
Ben şüphesiz olarak muradımı gördüm. A kötü ağızlı, sen ne istersen söyle.
Ey ulu er, sen bana dertli de. Sence dertliyim ama  kendimce hoşum ben.

4330. Eğer bu iş aksine olsaydı da sana gül bahçesi, bana hor hakir bir yet kesilseydi ne yapardım, vay bana dedi.

  Örnek

Aşağılık bir adam, bir gün yoksulun birine dedi ki: Burada seni kimse bilmiyor.
Yoksul, "Yabancıyım, bilmiyebilir. Fakat ben kim olduğunu biliyorum ya.
İş aksi olsaydı, dertlere, yaralara uğr asaydı m, o görseydi de ben kör olsaydım, kendimi görmeseydim ne yapardım?
İstersen beni ahmak say. Ahmağım, fakat talihini iyi. Talihli olmak, inattan, ısrardan daha iyidir.

4335. Bu söylediğin söz, senin zannına göre. Yoksa talihim, aklıma da yardım eder benim" dedi.

Adamın, muradını bulduğundan ve işin hiçbir aklın ve fikrin eremeyeceği bir tarzda düzeldiğine şaşarak sevine sevine, Tanrı' ya  şükrede ede memleketine  dönmesi

   Adam, Tanrı'ya secdeler, rükûlar ederek, hamiklerde, şükürlerde bulunarak Mısır' dan ta Bağdat' a döndü.
Bütün yolda muradına böyle ters taraftan eriştiğine, maksadının böyle tuhaf bir tarzda elde edildiğine şaşıyor, sarhoş bir halde yol yürüyordu.
Diyordu ki: Beni nereden ümitlendirdi, nereden mal mülk verdi?
Bu ne hikmetti ki murat kıblemi başka yerde sandım, yolumu yitirim, neşeli bir halde evimden çıktım.

4340. Koşa koşa sapıklık yoluna düştüm. Her an dileğimden biraz daha uzaklaşıyormuşum meğerse.
Sonradan yine Tanrı, o sapıklığı, keremiyle lütuf haline getirdi, beni doğru yola götürmeye vesile etti.
Sapıklığı iman yolu yapar, eğri gidişi ihsan mahsulünün devşirme çağı kılar.
Bu suretle de hiçbir ihsan sahibinin korkudan emin olmamasını, hiçbir hainin de ricadan el çekmemesini diler.
Kendisine gizli lütuf sahibi densin diye zehir içine tiryak gizler.

4345. Namazda bile gizli olmayan lütuf ve keremi, namazda bile bulunmayan o yargılamayı günaha vermiştir.
İnkâr edenler, güvenilir, yüce kişileri aşağılamayı kasdettiler. Fakat bu aşağılama, yüceliğin tâ kendisi oldu, mucizelerin zuhuruna sebep kesildi.
Onların inkârdan kasıtları, dini aşağılamaydı; fakat bu aşağılamanın ta kendisi, peygamberlerin yüceliğini izhar etti.
Kötü kişilerin inkârı olmasaydı mucizenin meydana gelmesine ne lüzum vardı?
İnkâr eden düşman, doğrunun ispatını istemeseydi  kadı, tanık  istemeye kalkışır mıydı?

4350. Mucize, dâva sahibinin doğruluğunu şüphesiz olarak ispat eden bir tanıktır.
Hakikati tanıyamayanlar, peygamberleri kınadılar da Tanrı, o yüzden onlara lûtufta bulundu, mucizeler verdi.
Firavun'un hilesi, üç yüz kattı. Fakat hepsi de kendisinin aşağılanmasına, kökünün kazınmasına sebeboldu.
Musa'nın mucizesini bozmak, hiçlemek için iyi, kötü, bütün büyücüleri getirdi.
Bu suretle asa mucizesini bâtıl ve rüsvay etmek, gönüllerdeki itibarını, kökünden söküp çıkarmak diledi.

4355. Halbuki o hile, Musa'nın mucizesinin zuhuruna sebeboldu, asanın itibarını bir kat daha artırdı.
Musa ile kavmini mahvetmek için Nil kıyısına kadar asker çekti.
Halbuki bu, Musa ümmetinin emin olmasına, kendisinin yerin dibine, helak çölüne gitmesine sebeboldu.
Firavun, Mısır'da kalsaydı, oraya gelmeseydi Musa kavminin vehmi, nasıl geçerdi?
Ardlarına düştü, Musa kavmini âdeta eritti, yaktı yandırdı. Tanrı, bu suretle emniyet, bil ki korkudandır dedi.

4360. Gizli lütuf ona derler ki hiçbir şeye muhtaç olmayan Tanrı, ateş gösterir, halbuki nurdur.
Tanrı' dan çekinen kişiye mükâfatta bulunmak, gizli ve olmayacak bir şey değildir. Sen, hataya düşen büyücülere, hatalarından sonra ettiği lûtfa bak.
Sevip beslerken vuslata eriştirme, umulmayacak şey değildir. Halbuki o, büyücülerin ellerini, ayaklarını kestirirken onları vuslatına eriştirdi.
Yürüyen ayakları olan kişinin yürüyüp gezmesi tabiîdir. Sen, büyücülerin ayakları kesildiği halde yürümelerini seyret!
Arifler, kan denizinden geçip gitmişlerdir de o yüzden daimî bir emniyet içindedirler.

4365. Onların emniyeti, korkunun ta kendisinden meydana gelmiştir. Hâsılı her an da o emniyet, çoğalıp durur.
Ey temiz adam, korkudan gizlenmiş emniyeti gördün, ümidde gizli korkuyu da gör.
O Bey, hileye saptı, İsa' yı tutturmak istedi. İsa, evine girdi, yüzünü gizledi.
O da taca sahibolmak için eve girdi. Halbuki İsa' ya benzedi, darağacının tacı oldu.
Aman beni asmayın, ben İsa değilim. Ben Yahudilere izi kutlu bir beyim dedi.

4370. Onlar,  hemen yürüyün, saldırın, İsa'dır bu; bizim elimizden hileye saparak kurtulmak istiyor, tez darağacına çekin dediler.
Nice ordu vardır ki bir zafer elde etmek için. yürür. Kendi başını yer, artıklarını başkaları kapışırlar.
Nice tacirler vardır ki kâr ümidiyle bayram edeceklerini sanırlar, ödağacı gibi kendileri yanar yakılırlar.
Dünyada bu çeşit nice aksi şeyler vardır. Adam, onu zehir sanır, halbuki balın ta kendisidir.
Nice ordular, ölümlerine kaani olurlar, halbuki aydınlıklara ererler, zafer elde ederler.

4375. Kabe'yi aşağılamak, diriyi ölü gibi yere yıkmak için Ebrehe de fille geldi.
Kabe'yi yıkmak, herkesi oradan döndürmek istedi.
Bütün ziyaretçilerin, onun yanma toplanmasını, emrine uymasını, yaptığı kâbeyi kıble edinmesini diledi.
Neden benim kâbemi ateşlediler diye Araplardan öcalmak niyetine düştü.
Onun bu savaşı, Kabe'nin yücelmesine, o Tanrı evinin daha ziyade şereflenmesine sebeboldu.

4380. Mekkelilerin yüceliği birdir, yüz oldu. Kıyamete dek de yücelikleri yürüdü gitti.
Halbuki Ebrehe de, kâbesi de daha ziyade yerin dibine girdi. Bu nedendir? Kaza ve kederin inayetlerinden.
Yırtıcı bir hayvana benzeyen Ebrehe'nin getirdiği mal ve mülkten de Arap yoksulları, zengin oldular.
O, ordu çektiğini sanıyordu, halbuki Mekkelilere mal mülk ve altın götürmedeydi.
Kaza ve kaderin bu aksi cilvesinden haberi bile yoktu. Yolda her adımda şatafatını seyredip duruyordu.

4385. Nihayet adamcağız, evine geldi, defineyi buldu. İşi, Tanrı lûtfiyle düzene girdi.

Kardeşleri, ağabeylerine birbiri üstüne öğüt verdiler. Fakat o, bu öğütlere sabredemedi. Deli gibi kendinde olmaksızın onlardan kaçtı, kendisini padişahın tapısına izin istemeden attı. Fakat bu küstahlığından, aldırış etmediğinden değildi, aşkının çokluğundandı.

   İki kardeşi dediler ki: Canımızda, gökteki yıldızlar gibi yol gösteren öğütler var.
Söylemesek oyun, düzgün gelmeyecek. Söylesek gönlün dertlenecek.
Söyleme yüzünden sudaki kurbağa gibi elemlere düştük. Susma yüzünden de dertleniyor, âdeta boğuluyoruz.
Söylemesek barışın, düzenin nuru yok bizce. Söylesek sözümüze uymayacaksın.

4390. Onlar, böyle söyleyip dururken ağabeyleri birden yerinden sıçradı; kardeşler dedi, elveda. Dünya da değersiz bir şey, dünyadaki şeyler de.
Yaydan ok fırlar gibi sıçradı. O anda söz söylemeye mecal yoktu zaten.
Sarhoş bir halde Çin padişahının huzuruna geldi. Sarhoşçasına derhal yeri öptü.
Zaten onların derdi ve titreyişi, önceden de bir bir padişaha malûmdu, sonradan da.
Koyun, otlakta otlamakla oyalanır ama çoban, koyunun halini bilir.

4395. "Hepiniz çobansınız ve size tâbi olanlardan mesulsünüz" diyen, sürünün halini bilir. Ot mu otluyor, yoksa bir savaşa mı düştü? Bundan haberdardır.
Görünüşte sürüden uzaktadır ama tef gibi düğünün içindedir.
Onların yanışından, alevinden haberdardır. Yalnız öylece durması lâzımdır da onun için aldırmaz gibi görünür.
O yüce padişah da onların içindeydi âdeta. Fakat mahsustan kendisini bilmiyor göstermekteydi.
Tencerenin sonu, ateşin görünüşüne bağlıdır. Fakat ateşin mânası, hakikati, tesiri, tencerenin canındadır.

4400. Sureti dışardadır, mânası içerde. Candan sevilen sevgilinin hakikati, kan gibi damarların içindedir.
Şehzade, padişahın huzurunda diz çöktü. On tane muarrif, onun halini anlatmaya koyuldu.
Padişah, önceden onu, geçirdiği ahvali tamamiyle biliyordu ama muarrif de kendisine verilen vazifeyi yapmaktaydı.
Ey temiz adam, gönlündeki bir zerre irfan nuru, yüzlerce muarriften iyidir.
Kulağını muarrife vermek, perde ardında olmaya, vehme, zanna düşmeye delildir.

4405. Kim can gözüyle görürse gözü, her şeyi apaçık görür.
Canı, halkın tevatürüyle kanaat etmez, inancı, gönül gözünden meydana gelir.
Hâsılı muarrif, o seçilmiş padişahın huzurunda onun ahvalini anlatmak için ağzını açtı.
Dedi ki: Padişahım, bu, senin ihsanına avlanmış; dışarıya atılmaya lâyık değil. Padişahlıkta bulun.
Elini, bu devletin terkisine atmış. Onun sarhoş başını elinle okşa.

4410. Padişah dedi ki: 8u delikanlı, ne mevki isterse, hangi ülkeyi dilerse vereceğim.
Terkettiği malın, mülkün yirmi katını, fazlasıyla ona bağışlayacağım.
Muarrif dedi ki: Senin padişahlığın, onun gönlüne aşk tohumunu ekeli senin sevginden başka bir havaya kapılmasına imkân mı var?
Senin kulluğun, onu öyle bir hale getirmiştir ki padişahlık bile artık gönlüne soğuk gelmede.
Padişahlığı da oynamış, yutulmuştur, şehzadeliği de. Senin ardına düşmüş, bir garip olmuştur.

4415. O, âdeta bir sofidir, vecde gelmiş, hırkasını atmıştır. Artık bir daha hırkasını alır mı hiç?
Verdiği hırkayı almak, pişman olmak, ben aldanmışım;
Arkadaş, o hırkayı tekrar bana ver. Ulaştığım vecit, bu hırkaya değmez demektir.
Bu fikir, âşıktan pek uzaktır. Âşık, böyle bir düşünceye düşmez. Eğer ona böyle bir düşünce gelirse toprak başına!
Aşk, diri olan, duygusu ve aklı bulunan yüzlerce beden hırkasına değer.

4420. Hele şu sonu olmayan dünya mülkünün hırkası nedir ki? Ancak beş kuruşçuk eden sarhoşluğu bile bir baş ağrısıdır.
Dünya mülkü, bedene tapanlara helâldir. Bizse zevali olmayan aşk saltanatına kuluz.
Padişahım, bu delikanlı aşk valisidir. Onu azletme. Kendi aşkından başka bir şeyle oyalama onu.
Senin yüzünü göstermeyen mevki, âdi bir mevkidir. Makamdır ama hakikatte azledilmenin ta kendisidir o.
Şimdiye kadar buraya gelmemesindeki, geç kalmasındaki sebep, istidadının olmaması ve bedeninin arık bulunmasıydı.

4425. Hazırlığın olmadan bir madene bile gitsen bir habbe alamazsın.
Hani erkekliği olmayan adamın kız alması gibi. Tutalım kız pek güzel, gümüş gibi bedeni var, ona ne fayda?
Zeytinyağı ve fitili konmamış kandil, ne çok bir aydınlık verir, ne az!
Burnu koku almıyan biri, gül bahçesine girse o güzel kokulardan bir neşe almaz ki.
Bu iş, bir namussuzun önündeki güzele, bir sağırın yanında çalınan cenk ve barbet sesine benzer.

4430. Karada yaşayan kuş, denize dalsa helak olmadan başka eline ne geçer?
Buğdayı olmaksızın değirmene gidenin ancak saçı, sakalı ağarır, başka bir şey elde edemez.
Felek değirmeni, buğdayı olmayanların saçını, sakalını ağartır, kendilerini zayıflatır.
Fakat biz, bu değirmene buğdayımızla geldik. Bu değirmen, bize mal mülk bağışlar, iş güç verir.
Önce cennete girmeye istidat gerek ki cennetten bir dirlik elde edesin.

4435. Yeni doğmuş çocuk, şaraptan, kebaptan, köşklerden, kubbelerden ne anlar?
Bu örneğin sonu gelmez, sözü kısa kes. Yürü, istidat elde etmeye çalış.
İşte bu delikanlı da istidat sahibi olmak için şimdiye kadar oturdu. İştiyakı hadden aştı, fakat istidat sahibi olamadı.
İstidat da padişahtan elde edilir. Can olmadıkça bedende istidat mı olur dedi.
Padişahın lûtufları, onun gamını dürdü. Kendisi avlandı hâsılı, belki padişahı da avlar.

4440. Aşikâr olarak senin gibi avlanan avı tutamadan av olur, bağlanır, bağlara giriftar olur gider.
Kim beylik ararsa o beyliği elde edemeden mutlaka tutsak olur.
Cihan dibacesini aksine bil. Her kulun adını âlem padişahı tak.
Ey aksine gidişli ve ters düşünceli beden! Yüz binlerce hürü esir etmişsin.
Bir zamancağız şu hileyi, düzeni bırak da ölümden önce birkaç solukluk zaman da hür yaşa.

4445. Sana eşek gibi, hürlükte yol yoksa kova gibi ancak kuyunun içine dalar çıkarsın.
Bir zamancağız kendi canını terket, yürü, kendine benden başka bir yardak ara.
Benim nöbetim geldi, artık beni azadet; benden başkasını kendine damat edin!
Ey yüz türlü işe girişen beden, beni bırak. Ömrümü zâyettin, artık benden başka birini ara.

Kadının,  Cuha' nın karısına kapılması, sandıkta kalması, kadı naibinin, sandığı satın alması. Ertesi yılı yine Cuha' nın karısının bıldır elde ettiği parayı umarak kadıya başvurması, kadının, "Beni azadet, başkasını ara" demesi

Cuha, her yıl yoksulluktan hileye baş vurur, karısına yüz tutar, ey güzelim derdi,

4450. Mademki silâhın var, yürü avlan da avından süt sağalım.
Tanrı, sana yay gibi kaşlar, ok gibi bakış vermiş. Bunları, adam avlamaktan başka ne için verdi?
Yürü, bir yüce kuş için tuzak kur. Taneyi göster, fakat sakın sen yenme ha!
Onu, muradına eriştirecekmişin gibi görün ağzının tadını boz. Tuzağa tutulan kuş, hiç tane yer mi?
Hâsılı Cuha'nın karısı, gönlünü on türlü emele veren kocamdan şikâyetçiyim diye kadının tapısına vardı.

4455. Hikâyeyi kısa kes. Kadı, o güzelin yüzüne, gözüne kapıldı, avlandı.
Dedi ki: Mahkemede bir gürültü varken şikâyetini dinleyemiyor, anlayamıyorum.
Ey selvi boylu! Yalnızca gelirsen kocanın sitemlerini iyice söyle, şikâyette bulunursun.
Kadın dedi ki: Senin evine iyi kötü herkes, derdini dökmeye, şikâyetini anlatmaya gelip gider.
Baş evi de sevdalarla doludur. Nitekim vesveselerle dolu olan gönül kavgalarla dopdoludur.

4460. Geri kalan uzuvlar, düşünceye düşmez, rahattır. Fakat gönüller, gelip gidenlerin yüzünden yorulur, yıpranır.
Tanrı korkusunun gözüne, yeline kaç. O bıldırki çiçekleri dök.
Bu çiçekler, yeni çiçeklerin bitmesine mâni olmaktadır. Halbuki gönül ağacı, onlar için yetişmiş, boy atmıştır.
Kendini bu düşüncelere verme, uykuya dal. Uyku içindeyken uyanıklığa baş kaldır.
Hani o Ashabı kehif gibi sen de uyanık yürü, seni uyuyor sansınlar.

4465. Kadı, peki güzelim dedi, ne yapalım?   Kadın dedi ki: Bu cariyenin evi tamamiyle bomboş.
Düşman, köye gitti, bekçi de yok. Halvet olmak için pek güzel bir yurt.
Mümkünse bu gece oraya gel. Geceleyin görülen işte ne düzen vardır, ne riya.
Bütün gözetleyenler, uyku şarabiyle sarhoştur. Gece Zencisi, hepsinin boynunu vurmuştur.
Hâsılı o şeker dudaklı, o canım dudaklariyle kadıya şaşırtıcı afsunlar okudu.

4470. İblis, Âdem'e nice defa masallar okudu ama Havva, ye dedi de Adem, Tanrı tarafından yemeyin denen meyvayı o vakit yedi.
Âlemde zulümle dökülen ilk kan, kadın yüzünden ve Kaabil'in elinden çıktı.
Nuh, tavada ne kadar kebap kızartmak istese Vahile, durmadan tavaya taş atardı.
Kadın hilesi onun işine üstün olur, onun saf öğüt suyunu bulandırır giderdi.
Kavmine gizlice, amanın bu sapıklardan dininizi koruyun derdi.

Kadının, Cuha' nın karısının evine gitmesi, Cuha' nın kızgın bir halde kapının halkasını dövmesi, kadının sandığa gizlenmesi.

4475. Kadının hilesine son yoktur. Gece oldu. Akıllı kadı, kadına kavuşmak için yavaş yavaş kalktı, yola düştü.
Kadın iki mum yaktı. Yemek ve çerez hazırlamıştı. Kadı gelince biz aslen dedi, içmeden sarhoşuz.
Tam bu sırada Cuha gelip kapıyı döğmeye başladı. Kadı, yerinden sıçradı, bir kaçacak yer aramaya koyuldu.
Ortada bir sandıktan başka kaçacak yer yoktu. Hemen korkusundan sandığın içine girdi.
Derken Cuha eve girdi. Başladı söylenmeye: A kadın, a yazın da bana vebal olan, kışın da.

4480. Neyim var da sana feda etmiyorum? Neden benim elimden her an öyle feryadedip durmadasın?
Bana kötü kötü sözler söylemede, gah müflis, gah kaltaban demedesin.
Benim olsa olsa iki derdim var: Biri senden, biri Tanrı'dan!
Töhmet atılacak, şüphe uyandıracak bir şu sandıktan başka neyim var ki?
Halk da içinde altınım var sanıyor, hakkımda böyle şüphelere düşüyor.

4485. Sandık, görünüşte pek güzel ama içinde ne kumaş var, ne altın, ne gümüş... Bomboş!
Hani güzel ve vekarlı riyakârın bedeni gibi. O sepette ancak yılan vardır, başka bir şey bulamazsın.
Yarın şu sandığı alıp götüreyim de çarşı ortasında yakayım.
Mümin de görsün, kâfir de, çıfıt da.. Bu sandıkta lanetten başka bir şey yok!
Kadın, adam dedi, vazgeç bundan. Cuha, Vallahi vazgeçmem, yapacağım diye yeminler etti.

4490. Sabah çağı yel gibi koştu, hamal getirdi, hemencecik sandığı hamalın sırtına yükledi.
Kadı, eziyetler içinde sandıkta "Hamal, hamal" diye sesleniyordu.
Hamal sağına, soluna baktı. Bu ses nereden geliyor ki dedi.
Acaba beni çağıran hatif mi? Yoksa gizlice peri mi çağırıyor beni?
O ses üst üste gelmeye başlayınca kendisine geldi, bu hatif değil dedi.

4495. Nihayet anladı ki o ses sandıktan gelmede, sandıkta da birisi gizli.
Sevgilinin derdiyle bir âşık, dışardayken sandığa gizlenmiş.
Ömrünü, dertlere uğramış da sandıkta geçirmiş. Çünkü âlemde yalnız bir sandık görmüş.
Göklerin yücesine yücelmeyen baş, bil ki heveslere kapılmış, sandık içine girmiştir.
Beden sandığından çıksa bile körlüğünden bir körün yanına gider ancak.

4500. Bu sözün sonu yoktur. Kadı, ey hamal dedi, ey sandık götüren!
Mahkemeye gir, halimi anlat. Naibime çabuk halimi tamamiyle bildir.
Gelsin, şu akılsız heriften bu sandığı alsın, açmadan öylece eve götürsün.
Yarabbi, ruh sahibi bir kavim gönder de bizi de beden sandığından satın alsın.
Halkı, afsun sandığından peygamberlerden başka kim satın alabilir?

4505. Sandık içinde olduğunu gönül gözü açık olan binde bir kişi bilebilir.
O, önce âlemi görmüştür de o zıtla bu zıt, kendisine ayan olmuştur.
Bilgi, müminin kayıp malıdır. Bu sebeple mümin, kendi yitiğini bilir, anlar.
Asla iyi gün görmemiş olan, bu devletsizlikten sıkılır, çırpınır mı hiç?
Yahut daha çocukken tutsaklığa düşen, yahut da daha önce anasından kul olarak doğan kişinin canı,

4510. Hürlük zevkini görmemiştir. Onun meydanı, suretler sandığıdır.
Aklı, daima suretlerde mahpustur, kafesten kafese gezer durur.
Kafesten yukarılara çıkmaya bir delik yoktur. Yerden yere boyuna kafeslerde gezer.
Kur'an da "Gücünüz yeterse çıkın bakalım" denmiştir. Bu söz, Tanrı' dan insanlara da hitaptır, cinlere de.
Tanrı, "Tanrı kudreti ve gökten gelen vahiy olmadıkça size bu göklerden yücelere çıkacak bir delik yoktur" demiştir.

4515. Sandıktan sandığa giden adam, gökyüzüne mensup değildir, sandığa mensuptur.
Sandığın yarığı, yeniden yeniye insana sarhoşluk verir. Fakat sandıkta olan, bunu anlayamaz.
Bu sandıklara kapılmazsa o vakit kadı gibi kurtulmayı aramaya başlar.
Bu nişaneyi bilen, sandıkta olduğunu anlar, korkusuz ve feryatsız durmaz.
Kadı gibi boyuna titrer, canı, bir an olsun nerden neşelenecek? Hep onu özler.

Kadı naibinin pazara gelerek Cuha' dan sandığı satın alması

4520. Naip gelip bu sandık kaça? dedi. Cuha, dokuz yüz altından fazla veriyorlar.
Fakat ben binden aşağı veremem. Alacaksan aç bak, paranı ortaya dök dedi.
Naip, ey hırkası kısa, utan, sandığın değeri meydanda dedi.
Cuha, hayır dedi. Görmeden alım satım, şer'î değildir. Malımızı kilim altında satmamız doğru değil.
Açayım, bir bak, gör. Değmezse satın alma. Sana da ziyan olmasın babacığım.

4525. Naip ey sırları örten dedi, sırrı açma. Benimle uyuş. Ben bunu böyle kapalı olarak alacağım.
Ört de senin ayıbını da örtsünler. Kendine emin olmadıkça kimseye gülme.
Niceleri bu sandıkta senin gibi kalmış, kendisini belâlara uğratmıştır.
Kendine yapılmasını istediğin şeyi âleme yap, ister eziyet olsun, ister zarar.
Çünkü Tanrı, gözetleme yerindedir, pusudadır. Kıyamet gününden önce herkesin lâyığını verir.

4530. Onun arşı pek büyüktür, onun arşı her şeyi kaplamıştır. İhsanının tahtı, bütün canlara yayılmıştır.
Arşının bir köşesi de sana ulaşmıştır. Kendine gel de elini din ve adaletten, lütuf ve ihsandan başka bir şey için oynatma,
Daima kendi ahvalini gözet. Adalette bulundun mu gönül huzurunu gör, zulümden sonra da vicdan azabını.
Cuha, doğru dedi; bu yaptığım sitem ama bilki ilk yapan daha zalimdir.
Naip, tek tek hepimizde ilk zulüm yapanız. Yüzümüzün karasiye sevinmedeyiz.

4535. Zenci gibi hani. O da sevinçlidir, neşelidir.
Kendi yüzünü kendisi görmez, başkası görür dedi.
Hâsılı bu alım satımda macera uzadı. Nihayet naip yüz altın verip sandığı satın aldı.
Ey kötü işleri beğenen! Sen de daima sandıktasın; seni hatifler ve gayb âleminde olanlar, satın alıp dururlar.

Mustafa salavatullahi aleyh, "Ben kimin mevlâsıysam şüphe yok ki, Ali, onun mevlâsıdır" buyurdu. Münafıklar, "Kâfi değil miydi ki kendisine muti olduk, kul köle kesildik. Bir de, daha çocukluktan kurtulmamış zata bizi kul köle yapmada" diye kınadılar.

   Bu yüzden ictihat sahibi Peygamber kendine de mevlâ adını taktı, Ali'ye de.
Dedi ki: Ben kimin mevlâsı ve dostuysam amcamın oğlu Ali, onun mevlâsıdır.

4540. Mevlâ kimdir? Seni azadeden, ayağındaki kulluk pırangasını çözüp atan!
Hürlük yolunu gösteren peygamberliktir. Müminler, peygamberlerden azatlık bulurlar.
Ey inananlar, sevinin. Selvi gibi, süsen gibi hür olun.
Fakat her an, yeşermiş, güzelleşmiş, bezenmiş gül bahçesi gibi dilsiz dudaksız olarak suya şükredin!
Selvilerle yeşillik, daima dilsiz, dudaksız olarak suya ve ilkbaharın adaletine şükredip durmadadır.

4545. Güzelim elbiseler giymiştir, eteğini sürüyerek sarhoş bir balde oynamada, güzel bir halde etrafa amber saçmadadır.
Bedenleri, meyva incileriyle dolu bir hokkaya dönmüş, her cüzüleri, bahar padişahından gebe kalmıştır.
Meryemler, kocasız olarak Mesih'e gebe kalmışlardır sanki. Susmaktadırlar, fakat sözsüz olarak fasih bir surette konuşuyorlar:
Bizim ay, sözsüz olarak doğmuştur. Her dil, bizim kuvvetimizle söz söyleme kabiliyetini bulmuştur.
İsa'nın konuşması, Meryem'in kuvvetiyleydi. Âdem'in konuşması, o anın ışığındandı.

4550. Ey inanılır erler, çok şükür edesiniz diye nebatlar içinde daha ne nebatlar var.
Onun aksi burada "Kanaat eden alçaldı" sözüdür. Bu makamda söz "Tamah eden yüceldi" sözüdür.
Nefsine bu kadar uyma; seni satın alanlardan gafil olma.

Cuha' nın karısının ertesi yıl, yine bıldırki geçimi elde ederim ümidiyle kadıya başvurması ve kadı' nın onu tanıması

   Bir yıl sonra Cuha yine mihnetlere düşüp yüzünü karısına çevirerek dedi ki: Ey akıllı kadın!
Bıldırki geçimi yenile. Yine kadıya git, benden şikâyette bulun.

4555. Kadın, yanına başka kadınları da alıp kadı' nın huzuruna gitti. Bir kadını kendisine tercüman etti.
Bu suretle kadı'nın, söz söylemesinden kendisini tanımamasını, evvelce uğradığı şeyi hatırlamamasını istiyordu.
Kadının bakışı fitnedir. Fakat bu fitne, sesi de duyuldu mu bir katken yüz kat olur.
Sesini yüceltmesine imkân bulunmazsa kadının bakışı, yalnız başına fayda etmez.
Kadı, Cuha' nın karısı tarafından söz söyleyene dedi ki: Yürü düşmanını getir de ikinizi de dinleyeyim, ona göre hükmedeyim.

4560. Cuha gelince, kadı onu derhal tanıyamadı. Çünkü o, Cuha geldiği vakit sandıktaydı.
Yalnız sandık içindeyken alım satım, az çok fiyat verme hususundaki sözlerini duymuştu.
Neden kadının nafakasını tam olarak vermedin dedi. Cuha dedi ki: Ben şeriata canla başla kulum.
Fakat ölsem bile kefenim yok. Bu oyunda şeş beş derken yutulup gittim.
Kadı, Cuha' nın sözünü duyar duymaz onu tanıdı. Geçen yıldaki hilesini, oyununu hatırladı.

4565. Dedi ki: Sen, o şeş beşi geçen yıl oynamıştın da beni tuzağa atmıştın.
Benim nöbetim geçti. Benden el çek de bu yıl o kumarı başkasiyle oyna.
Arif, şeşten beşten kurtulmuş, tek kalmıştır. Bu tavlanın şeş beşinden çekinir artık.
O, beş duyguyla altı cihetten kurtulmuştur. Bu beş duyguyla altı cihetin ötesindeki âlemden sana haber verir.
Onun işaretleri, ezelî işaretlerdir. Bütün vehimlerden ileri geçmiştir, hepsinden ayrılmıştır o.

4570. İnsan bu altı köşeli kuyudan çıkmadıkça kuyudaki Yusuf, nasıl olur da dışarı çıkar?
Direksiz, dayaksız gök kubbenin üstüne biri gelir; cismi de kova gibi kuyunun içindekine bir çare bulur.
Yusuflar onun kovasına el atmışlardır. Bu surede kuyudan kurtulmuşlar, Mısır'a padişah olmuşlardır.
Başka kovalar kuyudan ancak su çekmek içindir. Halbuki onun kovası, suya aldırış bile etmez, kuyudakini arar.
Kovalar, gıda için suda dalgıçlık ederler. Onun kovasiyse hem gıdadır, hem de balığın canına hayattır.

4575. Kovalar, yüce gök kubbeye bağlıdır. Onun kovasiyle Tanrı'nın güçlü kuvvetli iki parmağı arasındadır.
Kova nedir, ip nedir, gök ne? Bu örnek: pek sudan bir örnektir ey ulu er!
Fakat nerden sağlam bir örnek bulayım? Onun eşi ne gelir, ne de gelmiştir.
Yüz binlerce er, bir kişide gizlidir. Yüzlerce yayla ok, bir oka sığmış, bir oka gizlenmiştir.
"Attığın zaman sen atmadın, Tanrı attı" sözü, bir imtihandır. Yüz binlerce harman, bir avuç buğdaydadır.

4580. Bir güneş, bir zerre içinde gizlidir. Derken ansızın o zerre ağzını açar.
O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı göklerde zerre zerre olur, yeryüzü de.
Artık böyle bir can, nasıl olur da bedene lâyık olur? Kendine gel de ey beden, bu candan iki elini de yuğ!
Ey cana bucak olan beden, yeter artık! Deniz, bir matraya ne kadar sığabilir ki?
Ey insandaki binlerce Cebrail! Ey âdi bir kalıpta gizli Mesih'ler!

4585. Ey kilisede gizli binlerce Kabe! Ey ifriti, iblisi yanıltan, yanlışlara sevkeden!
Sen mekân ilinde mekânsızlık secdegâhısın. İblislerin dükkânı senin yüzünden yıkılmıştır.
Şeytan, neden ben bu toprağı tapı kılayım? Neden bir surete din adını takayım? dedi.
Halbuki bu suret değildir, gözünü iyice ov da bak. Bak da ululuk nurunun kalkınmasını gör!

Şehzadenin, padişah tapısında kalması

   Şehzade, padişahın huzurunda buna hayran oldu. Yedi göğü de bir avuç toprakta gördü.

4590. Hiçbir bahiste ağız açmanın imkânı yoktu. Fakat, can, canla bir an bile konuşmadan kalmıyordu.
Hatırına pek gizli olarak şöyle bir şey geldi: Bunlar, hep mâna işi peki, suret nedir?
Bu suret, öyle bir suret ki seni suretten usandırır. Bu öyle bir uyuyandır ki her uyuyanı uyandırır.
Sözün, insanı sözden kurtarır. Hastalığın, hastalıkları giderir.
Aşk illeti, sıhhatin bile canıdır. Aşkın eziyetleri, her rahatın hasret çektiği eziyetlerdir.

4595. Ey beden, artık elini candan yıka. Yıkayamı-yorsan bu candan başka bir can ara.
Hâsılı padişah, ona iyice iltifatta bulundu. Şehzade, o güneşten ay gibi yanıp yakılmadaydı.
Fakat âşıkların yanıp yakılması bir gelişmedir. Nitekim ay da yanıp yakılarak taze bir yüz kazanır.
Bütün hastalar, iyileşmeyi umarlar. Halbuki aşk hastası, amanın; derdimi artırın diye sızıldanır.
Bu zehirden daha güzel, daha hoş bir şerbet görmedim. Bu hastalıktan daha iyi bir sıhhat olamaz.

4600. Bu suçtan daha iyi bir ibadet yoktur. Yıllar bile bu ane nispet edilirse bir andan ibarettir.
Bir müddet padişahın huzurunda gönlü kebap olmuş, canını tabağa koymuş bir halde kaldı.
Padişah, herkesin başını bir kere keser. Bense padişaha her an yeniden yeniye kurbanım.
Ben altın cihetinden yoksulum, fakat baş bakımından zenginim. Başım, yüz binlerce başa bedeldir dedi.
Aşk âleminde iki ayakla koşulup gelinmez. Bir başla aşk oyununa girişilmez.

4605. Herkesin iki ayağı vardır, bir başı. Binlerce baş ve ayağa sahibolan nadirdir.
Bu sebeple vakalar, hâdiseler, tamamiyle heder olur gider. Fakat bu aşk; her an biraz daha kızışır.
Aşk mekansızlık âleminde kızgınlık madenidir. cehennem, onun kıvılcımından bir dumandır.

Sırat köprüsü, cehennemin üstüne gerilmiştir. Mümin geçerken cehennem der ki: "Çabuk geç ki nurunun parlaklığı, ateşimizi söndürecek!"

   Ey temiz adam,  bu yüzden cehennem; âşıkın ateşinden zayıflar, söner.
Cehennem der ki: Ey ulu er, çabuk geç. Yoksa ateşlerinden ateşim sönecek.

4610. Cehennemin kükürdü, ancak küfürden hele bak; bu soluk, onu bile söndürmede!
Sen de hemencecik kükürdünü bu sevdaya bırak da ne cehennem sana saldırsın, ne ateş!
Cennet de ona, yel gibi geç, yoksa neyim varsa mahvolup gidecek.
Sen harman sahibisin, ben başak toplayıcı. Ben bir putum, sen Çin illeri der.
Ondan cehennem de titrer, cennetler de. Ondan ne buna aman vardır, ne ona.

4615. Ömrü geçip gitti de bir fırsat bulamadı gitti. Sabır, pek yakıcıydı, candaysa tahammül yoktu.
Bir müddettir dişlerini sıkarak bunu bekledi durdu. Fakat ömrü bitti, ona  nail  olamadı.
Derken sevgilinin sureti, ondan gizlendi, o da sevgilinin rnânasiyle eş oldu.
Elbise ister şüster kumaşı olsun, ister kıldan örme. Onu çırçıplak koçmak daha hoş.
Ben, bedenden soyundum, o hayalden soyundu. Vuslat makamlarının en ilerisinde salınmaktayım dedi.

4620. Bu bahisler buraya kadar söylenebilir. Bundan sonra ne zuhura gelirse gizlenmesi gerektir.
Söylersen de faydasız. Yüz binlerce cehtetsen de anlatmaya çalışsan yine açığa çıkmaz.
At ve üzengi, deniz kıyısına kadar gider. Ondan sonra sana tahtadan bir at gerek.
Tahtadan at, karada yürümez. Fakat denizdekilere kılavuzdur.
Bu sükût da tahtadan attır. Sükût; denizdekilere telkindir.

4625. Seni usandıran her sükût o âlemin aşk naralarını atmadadır.
Sen acaba neden susmada dersin ama o, acaba kulağı nerde ki duymuyor?
Ben nâra ata ata sağır oldum, onun haberi bile yok der. Zaten iyi işitenler, kulakları delik olanlar bile bunu duyamazlar, sağırdırlar.
Birisi rüyada nâra atar. Yüz binlerce bahislerde bulunur, sözler söyler.
Yanı başında oturanın haberi bile olmaz. Hakikatte o gürültüden haberi olmayan uyanık yok mu? Asıl uykuda olan odur.

4630. Tahtadan atı da kırılana gelince: O, tamamiyle denize garkolur, balık kesilir.
Artık o, ne sükût eder, ne söyler. Onun, misli, âdeta yoktur. Hali sözle anlatılamaz.
O, bu iki kısımdan da değildir. Şaşılacak bir şeydir o. Bunu anlatmak edepten dışarıdır.
Bu örnek de sudan oldu, hiç uymadı. Fakat duygu âleminde bundan güzel bir örnek de bulunamaz.

Şehzadelerin büyüğünün ölümü, küçükleri hasta olduğundan ortanca kardeşin, ağabeylerinin cenazesine gelmesi. Padişahın ona da iltifatta bulunması, onun da padişahın ihsanına kapılması ve tapıda kalması, Padişahın devleti ve bakışı sayesinde yüz binlerce görünür ve görünmez nimetler elde etmesi vesaire.

Küçükleri hastaydı. Yalnız ortanca kardeşleri, ağabeylerinin cenazesine geldi.

4635. Padişah,  onu  gördü,  tanıdı. Fakat  mahsustan bu kimdir? Bu da o denizden olacak; bu da bir balık dedi.
Muarrif, dedi ki: Bu da o babanın oğlu. Bu, onun küçük kardeşi.
Padişah, sen bize ondan armağansın dedi. Bu soruşla onu da avladı.
O yanıp kebap olan şehzadenin bedeninde, padişahın iltifatı üzerine evvelki candan başka bir can belirdi.
Gönlünde öyle yüce bir feyiz gördü ki sofi, onu yüzlerce çileye bile elde edemez.

4640. Ören, duvar, dağdaki madenler....   Her şey, onun önünde nar gibi yanlıyordu.
Her şey, anbean ona karşı zerre zerre yarılmada, kubbeler gibi yarılıp ona yüzlerce kapı açılmadaydı.
Kapı, gah pencere haline gelmede, gah nur halini almadaydı. Toprak, gah buğday oluyordu, gâh kile.
Gözlere pek köhne, pek kuru bir halde görünen gök; onun gözü önünde her an yeni bir surette yarılmadaydı.
Güzelim ruh, kalıptan kurtulunca insana takdir, böyle bir göz verir elbet.

4645. Gayb âlemine ait yüz binlerce şey, gözünün önünde aşikâr oldu. Mahremlerin gözü neleri görüyorsa onun gözü de gördü.
Kitaplarda okumuş olduğu şeyler, suretlere bürünüp gözüne görünmeye başladı.
O er, padişahın atının tozundan gözüne kadri yüce bir sürme çekmişti.
Böyle bir gül bahçesinde eteğini sürmede, her cüzü, daha yok mu diye naralar atmadaydı.
Yeşilliklerden, çiçeklerden meydana gelen bahçe bir an içindir. Fakat akıldan meydana gelen gül bahçesi, daimî olarak yeşildir, güzeldir, hoştur.

4650. Topraktan biten güller, mahvolur gider. Gönülde biten güller daimîdir ve ne hoştur!
Bizim öğrendiğimiz o tatlı bilgiler, bil ki o gül bahçesinden bir, iki, üç demetten ibarettir.
Gül bahçesinin kapısını kendimize kapatmışızdır da onun için bu iki üç demete zebun olmuşuzdur.
Yazıklar olsun, öyle bir bahçenin anahtarları, ekmek yüzünden elimizden düşüp gidiyor.
Bir an olsa da seni ekmek derdinden kurtarsalar, o vakit de çarşafların etrafında dönüp dolaşmaya başlar, kadın sevdasına düşersin.

4655. Derken birden iştahın açılır, dilek denizin dalgalanmaya başlar. O vakit de ekmekle ve kadınla dolu bir şehir gerek sana.
Yılandın, galiba ejderha oldun. Bir başın vardı, şimdi yedi başın var!
Yedi başlı ejderha cehennemdir. Hırsın tanedir, cehennemse tuzak.
Tuzağı yırt, taneyi yak. Bu evin kapılarını aç. Mademki ey erkek, yoksun, âşık değilsin; dağ gibi habersizce ses verip durursun.

4660. Dal, kendiliğinden ses verir mi hiç? Ey inanılır adam, o ses, başkasının sesinin aksidir.
Senin sözün de onun gibi işte; başkalarının sesinin aksi. Bütün işin gücün hep böyle aksine ve aykırı.
Kızgınlığın da başkalarının aksine, zevkin de. Başbuğun zevkiyle çobanın kızgınlığına benziyor.
O arık koyun, çobana neler etti? Sonunda onu kinlendirdi. eziyete soktu.
Bir sevinç hayaliyle ne vaktedek oyalanıp duracaksın? Çalış da bu sevinç, tahakkuk etsin.

4665. Sözün, senin halin olursa kendi kanadlarınla uçar, gezersin.
Ok da başkasının kanadiyle av tutar. O yüzden de kuş etinden nahibi yoktur.
Doğan kuşu, dağlıklardan av getirir. Fakat getirdiği ceylanı, çil kuşunu padişaha yedirir.
Vahiyden olmayan söz, heva ve hevestendir. Topraktan yaratılanlar gibi havaya, zerre zerre dağılır, biter.
Eğer bu söz, sana yanlış görünürse "Vennecmi" suresinin evvelinden birkaç satır okuyuver.

4670. Oku da Muhammed'in, heva ve hevesinden konuşmadığını, onun her sözünün, ancak vahiy olduğunu anla.
Ey Ahmed, mademki vahiyden meyus değilsin, bu araştırmayı, bu kıyası bedene mensup olanlara bırak.
Murdar, zaruret vakti helâl olur. Vuslat kâbesi ortadayken kıble aranmaz.
Fakat araştırmadan, doğru bir ictihatta bulunmadan heva ve hevesine uyarak bid'ate kapılanı,
Yel, Ad gibi kapar, öldürür. O, Süleyman değildir ki onun tahtını götürsün!

4675. Yel, Ad için alçaltıcı bir hamaldır, obur bir adamın elindeki kuzu gibi hani.
Obur, kuzuyu oğlu gibi kucağına alır, fakat kasap gibi onu kesmeğe götürmektedir.
Yel, Ad kavmine ululanır, onları kahreder. Onlar, yedi dost sanırlar ama düşmandır.
Ansızın postunu tersine çevirdi mi o kötü arkadaş onları paramparça eder.
Yel, seni Ad gibi kırıp geçirmeden sen, onu yatıştır. Yel, pek yaman bir sınamadır çünkü.

4680. Hûd. onlara öğüt verdi. Dedi ki: Ey kibirli kavim, hu yel, yapıştığınız şeyi elinizden alır.
Yel, Tanrı askeridir. Yalnız nifak yüzünden birkaç gün sizinle uzlaştı, hoş geçindi.
O, iç yüzden yaratıcısiyle uzlaşmıştır, onun sözünden çıkmaz. Ecel gibi gelir, size el atar.
Bak, nasıl ağıza girmede. Her solukta azametli bir surette girip çıkmada.
Boğaz da ondan emin, dişler de. Fakat Tanrı, dişin içine gir demedi miydi?

4685. Bir zerrecik yel, dağ kesilir, dağ kadar ağırlaşır. Diş ağırısı, insanı hasta ve perişan bir hale sokar, ağlatıp inletmeye başlar.
Bu, emin bir surette geçip giden aynı yeldir. Ekinin caniydi, ölümü oldu işte.
Bir adamın elini öpersin. Fakat kızdı mı o öptüğün el, bir topuz kesilir.
Hâsılı, yelin kötülüğünü gören yarabbi, yarabbi; ey yardımı dilenen Tanrı, sen bu yeli defet; sen bu diş ağrısını dindir demeye koyulur.
Ey ağız, bu geçip giden yelden haberin bile yoktu. Şimdi anladın ya, dişlerini sık da istiğfar et bakalım.

4690. Dişi ağrıyanın keskin gözlerinden yağmur gibi gözyaşları akar. Dert inkâr edenlere aman Allah dedirtir.
Erden, erlerin sözünü kabul etmedin, bari şimdi derde düştün, Tanrı vahyini kabul et.
Yel der ki: Ben Tanrı elçisiyim. Gah hayır haber getiririm, gah şer haber.
Başıma buyruk değilim, Tanrı emrine tabiim. Ben senin gibi padişahımdan gaafil değilim ki.
Süleyman'a benzersin, onun haliyle hallenirsen seni Süleyman gibi başımda taşırım.

4695. Ben sana iğreti olarak gelir, mal olurum; seni kendime, sırlarıma vâkıf ederim.
Fakat isyan ettin, düşmanlığa kalkıştın mı sana ancak üç dört günceğiz hizmet ederim.
Sonra seni Ad gibi başaşağı eder, düşmancasına ordunun içine dalar çıkarım.
Bu suretle de iman, gam mayası olduğu zaman, gayba imanın kuvvetleşir.
O zaman zaten herkes inanır, mümin olur. Bütün baş çekenler, baş eğerler.

4700. O zaman herkes ağlar, sızlar, yoksulluğunu söyler. Hırsızla yol kesicinin darağacının altında imana gelip sızıldanması gibi hani.
Fakat daha önce gayb âlemine iman edersen, o âleme sahibolursan iki cihanı da elde eder, kendi başına buyruk olursun.
İki günlük iğreti ve bozuk düzen bir surette değil, ebedî olarak şahlık ve padişahlık elde edersin.
Savaştan, gürültüden kurtulur, kendi işine sahibolursun. Padişah kesilir, kendi davulunu döversin.
Bize bu âlem, boğaz gibi dar gelmede. Keşke boğaz ve ağız, toprak yeseydi!

4705. Zaten bu ağız toprak yer. Fakat renklerle bezenmiş, çeşitli suretlere girmiş toprağı yer.
Oğul, bu kebap, bu şarap, bu şeker, bezenmiş, boyanmış topraktır.
Onları yedin de onlar et ve deri oldu mu et rengine girerler, fakat onların aslı; topraktır.
Hem topraktan türlü türlü şeyler yapar, hem de yine hepsini ufalar, toprak haline sokar.
Hintli; Kıpçak; Rum ülkesinin halkı ve Habeş... Hepsi de mezarlarında hoş bir halde aynı renktedir.

4710. Buna dikkat et de o rengin, o güzelliğin tamamiyle bir yüz örtüsünden ibaret olduğunu, iğreti bir şey  bulunduğunu  bil.
Bâkir renk ancak Tanrı rengidir. Ondan başka renkler, bil ki çan gibi iğreti ve bağlantıdır.
İbadet edenlerdeki doğruluk, takva ve yakîn rengi, ebediyen bakidir.
Şüphe, küfran ve nifak rengi de âsiler için ebedîdir.
Asi Firavun' un yüz karası gibi hani. Bedeni geçip gitmiştir ama rengi bakidir.

4715. Doğruların  güzel  yüzlerindeki nur,  bedenleri yok olsa da kıyamet gününe kadar kalır.
İşte ancak güzel o güzeldir, çirkin o çirkin. Daima o günler durur, buysa somurtur kalır.
Tanrı, toprağa bir renk, bir parlaklık verir, onu mücevher haline getirir. Çocuk tabiatlı olanları da onlara düşürür, savaşa sokar.
Hamurdan deve ve aslan şekillerinde çörekler pişirirler. Çocuklar, onları görünce hırslarından ellerini dişlerler.
Fakat ağızda aslan da ekmek olur, deve de. Fakat çocuklara bu söz, tesir etmez ki.

4720. Çocuk, bilgisizlik, zan ve şüphe içindedir. Allaha şükürler olsun ki kuvveti azdır yoksa.
Şükürler olsun ki hilesi ve gücü yoktur. Yoksa çocuğun yüzlerce savaşı ve âfeti vardır.
Eyvah bu, kuvvetleriyle her rakibe belâ kesilen edepsiz koca bebeklerden!
Silâhla bilgisizlik bir araya gelince Firavun, sitemle bütün dünyayı yakar yandırır.
Ey yoksul, yoksullukla Firavunluktan, kâfirlikten kurtuldun, şükret.

4725. Şükret ki mazlumsun, zâlim değilsin. Firavunluktan ve sınanmadan eminsin.
Boş karın, Allahlık lâfına giremez. Onun ateşine odun yardım edemez.
Boş karın, şeytanın zindanıdır. Çünkü ekmek derdi, onun hilesine, düzenine mânidir.
Dolu karın, bil ki şeytanın pazarıdır. Şeytan tacirleri orada gürültü eder dururlar.
Hiçbir şey satmayan büyücü tacirler, gürültüyle akılları bulandırır, berbadederler.

4730. Geceleyin büyü yaparak küpü at gibi yürütürler. Ay ışığıyla sabaha  karşı  olan  karanlığı  kumaş haline getirirler.
İbrişim gibi toprağı örerler; temyiz sahibinin gözüne toprak serperler.
Kokusuz yaban ağacına ödağacı rengini verirler. Taş ve toprak parçasını bize hoş gösterirler, bizi hasetçi yaparlar.
Noksan sıfatlardan temizdir o Tanrı ki toprağa bir renk verir, çocuk gibi bizi ona kaptırır, birbirimize düşürür.
Eteğimizi çocuklar gibi toprakla doldururuz. Bizim gözümüzle o toprak, madenden çıkmış altın görünür.

4735. Çocuğun, yetişmiş erlere karşı bir mecali yoktur. Tanrı çocuğu erkeklerle bir araya koymaz, bir derecede tutmaz ki.
Meyva, eski olsa bile ham buludukça, olmadıkça ona koruk derler.
O ham ve ekşi meyva, yüz yıllık bile olsa fikri çevik ve keskin kişiye nazaran yine çocuktur, yine koruktur.
Saçı, sakalı ağarsa bile yine korku ve ümit çocukluğundan kurtulmamıştır.
Der ki: Acaba olgunlaşır mıyım, yoksa böyle olgunlaşmadan ham mı kalırım? Acaba Tanrı' nın keremi, beni kızdırır, olgun bir hale getirir mi?

4740. Yoksa böyle kabiliyetsiz bir halde, bu uzaklık âleminde mi kalırım? Yahut da Tanrı bu koruğu üzüm haline getirir mi?
Hiçbir yandan ümidim yok. Yalnız o kerem sahibi "Meyus olmayın" der.
Hakanımız, bize daima toy vermede, "Ümidinizi kesmeyin" diye kulağımızı çekmededir.
Gerçi biz ümitsizlik yüzünden çukurdayız. Fakat o çağırdı mı elimizi, kolumuzu sallaya sallaya gideriz.
Ruhumuza huzur verecek olan otlağa koşarken tez, edepli ve terbiyeli atlar gibi yürürüz.

4745. Oraya adım atarız ama orada yürünmez, adım atılmaz ki. Orada kadeh düzeriz ama orada kadeh yoktur.
Çünkü orada bütün eşya can âlemine mahsustur. Hepsi de mâna âleminde, mâna içinde mânadır.
Suret gölgedir, mâna güneş. Gölgesiz ışık, yıkık yerlerdedir.
Çünkü orada tuğla üstünde tuğla kalmaz. Ayın ışığına çirkin bir gölge yoktur.
Tuğla ve kerpiç, altından bile olsa sökülüp çıkarılmalıdır. Çünkü onun yerine aydınlık ve vahiy gelir.

4750. Dağ, bu gölgeyi gidermek için paramparça olur. Fakat dağın paramparça olması bile bu nur için ehemmiyetsiz bir şeydir.
Hiçbir şeye muhtaç olmayan Tanrı nuru, dağın dışına vurunca o nur, içine de vursun diye parçalandı.
Aç adamın eline bir somun girdi mi hevesinden gözünü de açar, ağzını da.
Bu hal, yüz binlerce defa paramparça olmaya değer. Ey yeryüzü, gökyüzüne karşı durma, kalk aradan!
Kalk da göğün nuru, gölgeleri yaksın. Ey gündüzün düşmanı, gece, senin gölgenden meydana gelmede.

4755. Bu yeryüzü, çocukların beşiğine benzer. Fakat erişmiş erler için daracık bir yerdir.
Tanrı, çocuklar için yeryüzüne beşik dedi. Beşik içindeki çocuklara da süt saçtı.
Bu beşikler yüzünden ev daraldı, Padişahım. Bu çocukları çabuk ergenlik çağına eriştir.
Ey beşik, evi daraltma da ergenler, yayılabilsinler.

Padişahın  himmetiyle  şehzadenin  gönlünde bir keşif ve istiğna peydahlandı. Bu yüzden de vesveselenip şükür etmeden çekindi, serkeşliğe başladı. Padişah, ilham ve sır yoluyla bunu anladı. Canı sıkıldı. Ruhu, suretinin haberi olmaksızın şehzadeye bir zahim vurdu.

Şehzadenin canına, padişahın ruhundan alım satım olmaksızın bir feyiz geldi.

4760. Aya benzeyen canı, ay nasıl güneşten nur alıyorsa padişahın nurîyle nurlanmakta, onun canından gıdalanmaktaydı.
Anbean sarhoş ruhuna, o misli, menendi olmayan padişahın ruhundan can gıdası gelmedeydi.
Fakat hıristiyanların, müşriklerin yedikleri gıda değil, meleklerin yedikleri gıda.
Bu yüzden şehzadenin gönlünde bir istiğna belirdi, bu istiğnadan da bir azgınlık peydahlandı.
Dedi ki: Ben de padişah ve şehzade değil miyim? Nasıl oldu da yularımı bu padişaha verdim?

4765. Bana parıldayıp duran bir ay doğdu artık.. Neden toza, toprağa tâbi olayım?
Su, arkımda akmada, naz vakti. Kimseye niyazım yok, artık neden başkasının nazını çekeyim?
Başımın ağrısı kalmadı. Neden başımı bağlıyayım? Yüzümün sarardığı, gözümün yaşardığı çağ geçti.
Yüzüm ay gibi parladı, dudaklarım şekere döndü. Artık yeni ve başka bir dükkân açmam gerek.
Bu benlikle nefsi gelişti, vesveseler doğmaya başladı. Yüz binlerce abes şeyler gevelemeye başladı.

4770. O makamdan hırs ve hasedin bulunduğu yere kadar yüzlerce çöl, yüzlerce ova vardır. Fakat kem göz, ta oraya gelip çatmadaydı.
Her suyun dönüp gittiği yer olan padişahın denizi, nasıl olur da selde, ırmakta bulunanı bilmez?
Onun el dokunmamış fikrinde doğmuş olan küfran yüzünden padişahın gönlü dertlendi.
Dedi ki: Ey edepsiz aşağılık adam! Şaşılacak şey, benim yaptığım iyiliklere karşı lâyığım bu muydu?
Ben sana bunca nefis hazineler verdim. Aşağılık huyunla sen, bana neler yaptın?

4775. Ben senin kucağına öyle bir ay verdim ki kıyamet gününe kadar gurubu yoktur.
Sen o parlak nura karşılık benim yüzüme toz toprak serptin, diken hatırdın ha.
Ben göğe çıkman için sana merdiven kurdum. Sen benimle savaşmak için oka, yaya sarıldın.
Padişahta bir gayret derdidir peydahlandı. Padişahın derdinin aksi, ona vurdu.
Dargınlığı yüzünden devlet kuşu çırpınmaya başladı. O rahat bucağında oturan şehzadenin perdesini yırttı.

4780. O güzelim şehzade, yaptığı kötülüğün eserini derhal içinde duydu.
O lütuf ve nimet vazifesi azaldı. Neşe yurdu gamla doldu.
O şaraptan meydana gelen sarhoşluğu geçti, kendine geldi. O suç yüzünden başı, sarhoşluktao meydana gelen sersemliğe yurt kesildi.
Buğday yedi, cennet elbiselerinden soyundu. Cennet, ona bir çöl oldu.
O şerbetin, kendisini hastalandırdığını, o benlik zehirinin kendisine iyiden iyiye tesir ettiğini anladı.

4785. Naz gülistanında bir tavusa benzeyen canı, mecaz viranesinde bir baykuşa döndü.
Adem gibi cennetten uzaklaştı. Ekin için yeryüzünde öküz gütmeye başladı.
Ey usta Hintli, aslanı öküz kuyruğuna esir ettin ha diye ağlamaya koyuldu.
Ey soluğu soğuk nefis, feryada erişen padişaha vefasızlıkta bulundun ha.
Bir buğday için hırsa düştün, tuzak kurdun. Fakat tuzağa serptiğin her buğday tanesi, sana karşı bir akrep kesildi.

4790. Başında benlik havası esti. Fakat şimdi ayağına vurulan elli batmanlık pırangaya bak diyor;
Bu çeşit kendine ağlayıp feryadediyor, neden diyordu, padişahıma zıt oldum?
Kendine geldi, tövbe etti. Bu tövbeye başka bir şeyi de eş etti.
İman vahşetinden meydana gelen derde acı. Çünkü o derdin dermanı yoktur.
İnsanın düzgün elbisesi olmamalı. Çünkü sabırdan kurtuldu mu derhal baş köşeye sıçrar.

4795. İnsanın eli, tırnağı olmamalı. Eli, tırnağı oldu mu ne din düşünür, ne doğruluk.
İnsanın belâlar içinde ölmesi daha iyidir. Nefis, nimeti inkâr eder, sapıktır.

Tanrı' nın, halkın canını alırken en fazla kime acırsın diye Azrail'e sorması, Azrail' in de Tanrı' ya cevap vermesi

Tanrı, Azrail'e dedi ki: Ey Nakip, bu dertli halktan kime acırsın?
Azrail şöyle cevap verdi: Herkese yüreğim yanar. Fakat emri ihmal etmeden korkarım.
Hattâ derim ki, keşke Tanrı gençler için beni feda etseydi.

4800. Tanrı, kime daha ziyade acırsın? Gönlün daha ziyade kime yanar, hangi kula daha ziyade kavrulur, dedi.
Azrail dedi ki: Bir gün bir gemi kuvvetli dalgalar arasında bocalarken emir aldım, gemiyi paramparça ettim.
Hepsinin canını al. Yalnız onların arasından filân kadınla filân çocuğun canını alma dedin.
Her biri bir tahta üstünde kaldı. Dalgalar, o tahtayı sürüklemeye başladılar.
Sonra yine ananın ruhunu kabzet, çocuğu yalnız bırak diye emrettin.

4805. Çocuğu anasından ayırdım ama sen de bilirsin ya, bu bana o kadar acı geldi ki.
Birçok büyük yasların dumanlarını gördüm ama o çocuğun acısı içimden çıkmadı.
Tanrı dedi ki: Ben o çocuğu kendi lûtftumla yetiştirdim. Dalgaya onu bir ormana at dedim.
O orman, süsenlerle, reyhanlarla, güllerle, yenmesi hoş meyva ağaçlariyle doluydu.
Duru ve tatlı su kaynakları vardı orada. Çocuğu yüzlerce naz ve naim içinde yetiştirdim.

4810. Yüz binlerce güzel sesli kuşlar, o bahçelere yüzlerce nağmeler salmadaydı.
Ona ağustos gülünden döşek döşedim. Onu fitnelerin vuruşundan emin ettim.
Güneşe, ona zarar verme dedim. Yele, ona yavaş yavaş es diye emrettim.
Buluta, onun üstüne yağmur yağdırma, şimşeğe, ona pek o kadar şule verme diye buyurdum.
Ey kış! Bu yeşillikten o itidali kesme; ey yaz! Bu bahçeye pençe vurma dedim.

Tanrı, aziz ruhunu kutlasın, Şeyh Şeybanı Râî' nin  kerametleri

4815. Şeybanı Râî gibi hani. O da cuma günü, namaz vakti sürüsüne inatçı kurtlar salmasın diye sürünün çevresine bir çizgi çizerdi.
Ne koyunlar o çizgiden dışarı çıkarlardı, ne kurt ve hırsız, o sürüden içeriye girerdi.
Hûd' un okuyup üfürdüğü daire gibi. O da bu çizgiyle kendisine uyanlara kasırgadan aman vermişti.
Onlara sekiz gün bu çizgi içinde susun, sabredin. Dışardaki işkenceyi seyredin dedi.
Kasırga, çizginin dışında bulunanları havaya kaldırıp taşlara çarpıyor, etini, kemiğini birbirinden ayırıyordu.

4820. Bir bölüğünü havada birbirine vuruyor, Haşhaş gibi kemiklerini parçalayıp döküyordu.
O kahırdan gök bile tirtir titredi. Mesnevi, o kahrı anlatmaya kâfi değildir.
Ey soğuk rüzgâr! Eğer bunu kendiliğinden yapıyorsan hadi bakalım. Hûd' un çizdiği çizgiden içeriye de gir.
Ey tabiata inanan! Ya tabiattan üstün olan şu saltanatı gör, inananlara katıl, yahut da bu âyetleri Kur'an' dan mahvet.
Kur'an okuyanları menet, okumasınlar. Muallime yalvar, para pul ver, bunu okutmasın.

4825. Acizsin, bu aciz nerden diye şaşırmışsın değil mi? Senin aczin, kıyamet gününden meydana gelmededir.
A inatçı, senin önünde âcizler var. Gizli olanların meydana çıkması zamanı geldi, işte sana kıyamet.
Bu aciz ve hayret, kendisine gıda olan kişiye ne mutlu. O, iki âlemde de sevgilinin gölgesinde uyumuştur.
O, nihayet kendi aczini görmüş, ölmüş, kocakarılar dinini seçmiştir.
Zeliha gibi, ona Yusuf' un nuru vurdu mu kocalıktan kurtuldu, gençliğe yol buldu, gençleşti.

4830. Hayat, ölümde ve mihnettedir. Abıhayat, karanlıklar  içindedir.

Ulu Tanrı' nın Nemrud'u anasız ve dadısız olarak yetiştirip büyütmesi

Hâsılı o bahçe, arifler bağı gibi sam yellerinden de amandaydı, kasırgadan da.
Bir kaplan yavrulamıştı. Ona dedim ki: Süt ver bu çocuğa, itaat etti.
Ona süt verdi, tapılar kıldı. Nihayet çocuk gelişti, irileşti, aslanlaştı.
Sütten kesilince bir periye, ona söz söylemeyi öğret dedim, öğretti.

4835. Onu, o yeşillikte yetiştirdim, besledim. Benim hünerim, sanatım hiç söze sığar mı?
Ben, zararsız kurtları Eyüb'e konuk ettim, kendisine de onlara karşı baba sevgisi verdim.
Kurtlar da evlâdın babasını sevmesi gibi onu severlerdi. Onlara da bu sevgiyi verdim, tşte sana kudret, işte sana güç!
Analara analık edebini ben öğrettim. Artık düşün, benim yakıp aydınlattığım lütuf nasıl olur?
Yüzlerce inayetlerde bulundum, yüzlerce alâkalar yarattım, bu suretle benim lûtfumu vasıtasız olarak görsün dedim.

4840. Görsün de sebep yüzünden savaşlara, çekişmelere düşmesin; her yardımı, ancak benden beklesin.
Bana karşı hiçbir özrü olmasın, her kötü dosttan şikâyetlenmesin dedim.
Bu yüzlerce alâkayla beslenmeyi, yetişmeyi gördü. Onu vasıtasız olarak nasıl besledim, anladı, bildi.
Ey ulu Tanrı'nın kulu, buna karşılık şükrane olarak Nemrut oldu, Halil'i yakmaya kalkıştı.
Nitekim bu şehzade de padişaha şükran olarak ululandı, mevkiinin daha yücelmesini istedi.

4845. Ben neden başkasına tâbi olayım? Benim de bir ülkem var, ben de yeni bir ikbale sahibim dedi.
Evvelce anlattığımız gibi, padişahtan görmüş olduğu lütuf lan, ululandığı için gönlünde örtüldü gitti.
Nemrut da bunun gibi bilgisizlik ve körlük yüzünden o lûtufları ayağının altına aldı.
Şimdi kâfir odu, yol kesmekte. Ululanmada, Tanrılık dâvasına kalkışmada.
Üç gerges kuşuna uymuş, yüce göklere çıkmaya, benimle savaşıp vuruşmaya girişti.

4850. İbrahim'i bulup öldürmek için yüz binlerce suçsuz çocuğu öldürttü.
Çünkü müneccim, yıl talihine bakmış, seninle savaşacak bir düşman doğacak.
Kendine gel, o düşmanı defetmek için ihtiyatlı davran demişti. O yalan yanlış, kim olursa olsun her doğanı öldürüyordu.
Onun gördüğü, vahyi getirecek çocuğu yetiştirdi. Başkalarının kanları, boynunda kaldı.
Acaba o saltanatı babadan mı bulmuştu da gururu, kendisini soy sop karanlıklarına daldırdı?

4855. Başkalarına ana, baba perde kesilir. Fakat o, yeninde, yakasında bulunan mücevherleri bizden buldu.
Şüphe yok ki kötü bir arkadaş olan nafis, yırtıcı bir kurttur. Sen ona bak, ne diye her arkadaşa bahane bulup duruyorsun?
Sapıklık âleminde her kele bir külah vardır. Çirkin kâfir ve işi gücü pislikten ibaret nefis diyorum ya.
Ey yoksul, bunun için diyorum işte. Köpeğin boynundan tasmayı çözme.
Bu köpek, terbiye edilse bile yine köpektir. "Ne mutlu nefsini aşağılayana" hükmüne uy, o, kötü damarlıdır.

4860. Taif sahtiyanı gibi bir Süheyl yıldızının etrafında döner dolaşırsan farzı yerine getirmiş olursun,
Nihayet Süheyl yıldızı, onu deri şerrinden kurtarır. Bu suretle de sevgilinin ayağına giydiği çediğe dönersin.
Bütün Kur'an, nefsin kötülüklerini anlatmadadır. Mushafa bak da, gör, fakat sende o göz nerde?
Vesile bulup da peygamberle savaşmada kılı kırka yaran aşağılık kişileri anlatıp durmadadır.
Zaman zaman edepsiz nefsin kötülüğünden ansızın âleme alevler yayılmıştır.

Şehzade,  padişahın  gönlünden bir zahım yedi, faziletlere tamamiyle sahip otamadan dünyadan gitti.

4865. Hikâyeyi kısa kes. O gayretli padişahın gayreti bir yıl sonra şehzadeyi mezara götürdü.
Padişah, mahiv âleminden varlık âlemine gelinceye kadar Mirrih yıldızı gibi kan dökücü olan gözü, o kanı dökmüş gitmişti.
O eşsiz padişah tirkeşine bakınca gördü ki bir ok yok.
Tanrı etrafında fırlayan o ok nerde? dedi. Onun boğazındaki ok, senin attığın ok diye cevap geldi.
O deryadil padişah affetti ama ne fayda. Ok, can alacak yerine raslamıştı.

4870. Şehzade öldürüldü. Fakat ona padişah yas tutup ağlamaya koyuldu, öldüren de o, öldürülene veli olan da o.
İkisi de o olmasa kül değildir. O, hem halkı öldürür, hem yasını tutar.
O benzi sararmış şehit de, bedenimi okladı, mânamı değil ya diye şükretmedeydi.
Zâhirî beden, nihayet gideceği yere gidecek. Fakat mâna, ebediyen neşeli bir surette yaşıyacak.
Darılmada ancak bedendeydi. Sevgili incinmeden sevgiliyle kavuştu.

4875. Gerçi  şehzade, o  padişahlar  padişahının  terkisine yapıştı, fakat nihayet göze geldi, yolu tutup gitti.
Üçüncü kardeşleri, her üçünün de en tembeliydi; fakat suret bakımından da öndülü o kaptı, mâna bakımından da.

Bir  adamın, benden sonra malımı üç oğlumun en tembeli hangisiyse o alsın diye vasiyette bulunması

Bir adam, ölürken peşin peşin vasiyette bulunmaktaydı.
Yürüyen selviye benzer üç oğlu vardı. Canını, malını onlara vakfetmişti.
Dedi ki: Elimizde ne kadar kumaşım, ne kadat altınım varsa bu üçünden en tembelinin.

4880. Kadıya vasiyetini söyledi, bir hayli öğütlerde bulunduktan sonra ecel şerbetini içti.
Oğulları kadıya dediler ki: Ey kerem sahibi, üçümüz de yetimiz. Babamızın hükmünden dışarı çıkmayız.
Hüküm onun, canla başla kabul ederiz. Onun buyruğu yürür bizce.
Biz, İsmail gibi bizi kurban bile etse İbrahimimizden baş çevirmez, ona isyan etmeyiz.
Kadı dedi ki: Her birimiz akıllıca tembelliğine ait bir hikâye söylesin de

4885. Bakalım hangimiz daha tembel. Her birinizin halini anlıyayım bir kere şüphem kalmasın.
Arifler, iki âleme de aldırış etmezler. İki âlemde de tembeldir onlar. Çünkü nadassız harman devşirirler.
Onlar, tembelliğini senet edinmişlerdir. Çünkü onların işini Tanrı başarır.
Halk, Tanrı'nın işini görmez. Bu yüzden de sabah akşam dilencilikten vazgeçerler.
Evet, tembelliğinizi söyleyin de sırrınızı anlayayım, tembelliğinizin derecesini bileyim.

4890. Şüphe yok her dil, gönüle perdedir. Perde deprendi mi sırlara erilir.
Kebap olmuş bir et parçası kadar küçücük bir perde yüzlerce güneşi örter.
Hattâ söz, yalan bile olsa sözdeki koku, onun doğru, yahut yalan olduğunu haber verir.
Çayırlıktan, çimenlikten gelen yel, külhandan esip gelen yelden farkedilir.
Doğru sözle ahmağı aldatan yalan misk ve sarımsak kokusu gibi nefesten anlaşılır.

4895. İkilikli  ve  münafık  dostunu,  münafıklığından anlamıyorsan ondan gelen pis kokudan anla.
Puştların nârasiyle babayiğit erlerin narası, tilkiyle aslanın sesi gibi farkedilir.
Yahut da dil, tenceresinin kapağına benzer. Oynadı, açıldı mı içinde ne yemek var, anlarsın.
Aklı keskin adam, tencerede tatlı yemek mi var, sirkeli ve ekşi aş mı? Dumanından anlar.
Biri, yeni bir çömlek almak istese alırken çömleğe elini vurdu mu kırıksa derhal anlar, kırığını görür.

4900. Çocukların biri dedi ki: Ben adamı, sözünden derhal anlarım. Söz söylemezse üç gün içinde yine ne haldedir, nasıl adamdır? Anlar, bilirim.
Öbürü, söylerse anlarım, söylemezse onu söz söylemeye mecbur eder, sıkıştırırın, dedi.
Kadı dedi ki: Ya o bu hileyi duymuşsa. Ağzını kapar, susar, hiç söz söylemez.

                                            Örnek

   Hani ananın biri, çocuğuna dedi ki: Geceleyin sana bir hayal görünürse,
Mezarlıkta, yahut korkulu bir yerde kin güden kapkara bir hayal görürsen

4905. Gönlünü sağlam tut, üstüne saldır. Derhal senden yüz çevirir.
Çocuk dedi ki: Bu deve benzeyen hayale de anası, bu sözü söylemişse
Ben ona saldırdım mı o da benim boynuma sarılır, anasının emrini tutar. O vakit ben ne yaparım?
Sen çevik dur, korkma diyorsun. O çirkin hayalin de bir anası vardır elbet.
Şeytana da akıl öğreten tek birisi, insana da. Kuvveti, kudreti olmasa bile düşmana üst gelen, onun lûtfiyle üst gelir.

4910. O halim nerdeyse Tanrı hakkiyçin, Tanrı hakkiyçin sen de o yana yürü, o tarafa ol.
Kadı dedi ki: Hile yapar, söz söylemezse, o er, senin hileni anlarsa...
Sırrını nasıl öğrenirsin? Doğru söyle. Çocuk, onun önünde susar, otururum.
Çıkacağım  yere  sabrı  merdiven  yapar,  "Sabır ferahlığın anahtarıdır" sırrına ererim.
Fakat huzurunda otururken bu âlemin neşe ve gamına ait olmıyan bir söz, gönlünden coşuverirse

4915. Artık bilirim ki Yemen ülkesine Süheyl yıldızını yolladığı gibi bu sözü de bana veren odur.
Gönlümden kopup gelen o söz, o taraftan gelmededir. Çünkü gönülden gönüle pencere vardır.

SON

Sultan Veled'in tamamlaması :

Bir müddet bu Mesnevi, babam gibi sükût etti. Veled dedi ki: Ey nefesi diri olan ve nefesiyle ölüleri dirilten!
Neden artık söz söylemiyorsun, neden ledün bilgisinin kapısını kapattın?
Dedi ki: Sözüm, bundan böyle deve gibi çöktü, yatıp uyudu. Mahşere kadar artık kimseyle konuşmam.
Göçme zamanı geldi, ırmaktan sıçrama çağı çattı. "Her şey helak bulur, ancak onun hakikati bakidir".

5. Bu sözün arda kalanı dilsiz dudaksız olarak ruhu diri olanın gönlüne doğar.
Söyleme de sona erdi, ömür de. Muştuluk geldi: Artık bedenden kurtulacağım.
Can âleminde dolaşacağım. Bu ıslaklıktan geçeceğim, denize dalacağım.
Çünkü bu âlem, ıslaklıkla diridir, hoştur; bir denizden ıslanmıştır da onun için iyidir, güzeldir.
Can, toprakta ve ıslaklıkta diri olursa artık bir bak, deniz âleminde ne hale gelir?

10. Deniz şehre benzer, ıslaklıksa kapıya. Islaklığı katra bil, denizime haddi, kenarı yoktur.
Can gibi olan şu ıslaklığı bırak, sevgilinin denizine dal da ebedîlik bul.
Bu yandan can, can denizinden meydana gelmiştir. Artık sen de o yüceliği can yolundan dile.
Dile de seni alıp bulunduğu yere götürsün. Toprakta deniz aramak beyhudedir.
Toprağın her cüzü, insanı toprak âlemine götürür. Fakat can denizinin dalgası, canana vâsıl eder.

13. Şu halde canla başla sevgilinin vuslatını iste. Dilsiz damaksız olarak Tanrı'nın adını an!
An da şu fâni dünya hapsinden kurtul, can âleminde ebedî ol.
Ömür tohumlarını çorak yere ekiyorsun, sonunda da helak olup gideceksin.
Böyle değer biçilmez aziz ömrü neden her an hiçbir karşılık olmaksızın zâyediyorsun ?
Ey iş eri! Gül bahçesini veriyor, diken alıyorsun. Bu, sence ziyan değil mi ki?

20. Dünyaya sarfedilen ömür biter gider. Kendi aslını dileyen kişiye ne mutlu!
Sayılı ömrü, Tanrı yoluna verirsen sonsuz bir hale gelir.
Tanrı ibadetiyle geçen on günlük ömür, sayısız, hadsiz bir hal alır.
Kendine gelir de şu pazarda bu alışverişe giriş; bir dikenden yüz binlerce gül elde et.
Bu çeşit bir tohum ekersen Tanrı lûtfiyle yüz binlerce tane elde edersin.

25. Zaten sonu olan şey sayılabilir. Bu nimet ve ihsan sayısızdır.
Ey aslından ayrılmış olan cüz, kendi küllüne git; varlıktan, benlikten kurtul, Tanrı'ya ulaş.
Su gibi ten testisinde kaldıkça dedikoduya kapılırsın, habbeler gibi savaştasın, barıştasın.
Bu nakışlar, bu suretler, ey ünlü er, su üstündeki habbelere benzerler.
Yahut da içteki sır, dışı çıkıncıyadek iç denizinin üstündeki köpükler gibi bunlar.

30. Köpükler, hararet ve kötü koku yüzünden, yenecek şeyler, tandır içinde görünmededir.
Tatlı, yahut ekşi.. Her nasılsa ihtiyara, gence öyle görünür.
Aynen insanların canlan da, onların işlerinden ve sözlerinden belli olur.
İnsanın canı, mertebe bakımından nasıldır, nicedir? O adam mümin midir, kâfir mi, yoksa veli mi? İşinden ve sözünden anlaşılır.
Testi içindeki suyu denizden ayırma da o tatlı su, kokmasın, bozulmasın.

35. Tatlı su, üstüne su konmadıkça bozulur. Güzel rengi, kokusu ve lezzeti gider.
Ahmet, "İki günü aynı olan adlanmıştır, şüphelere düşmüştür" dedi.
Ahmaklıktan yakînsizlik doğar. Bu çeşit adam, yelle dolu dağarcığa benzer.
Her an ön saftan geride kalır. Saf olarak neyi varsa köpük gibi tortulanır.
Eziyeti, her an artar, daha beter bir hale gelir. Her zaman biraz daha çirkin, biraz daha kötü bir hal alır.

40. O kapıdan sürülen kişi, cehenneme doğru gider durur. Deniz azabını çekmeden ateşler içinde azap görür.
İşin bu raddeye varmadan, gaflet, sana perde ve bağ olmadan
Halil gibi aslına var, yıldızdan ve illetli gökyüzünden vazgeç.
Himmet ayağını güneşin de tepesine bas, ayın da. Başını, o sayvana, o kapının eşiğine koy!
Bu varlığı, bu benliği Tanrı yoluna harcet de iblis gibi Tann'dan ayrı kalma.

45. Can suyunu can denizine dök de uçsuz bucaksız bir deniz kesil.

 

- ALTINCI CİLDİN SONU -

Kitap İçeriği